ULUSLARARASI KATILIMLI VII. ULUSAL SOSYOLOJĠ KONGRESĠ YENĠ TOPLUMSAL YAPILANMALAR: GEÇĠġLER, KESĠġMELER, SAPMALAR BĠLDĠRĠ KĠTABI I Editör: Prof.Dr. Muammer TUNA Editör Yardımcıları: Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER ArĢ.Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER 2-5 Ekim 2013, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ISBN 978-605-4397-33-4 Telif Hakkı © Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Her hakkı saklıdır. Bildirilerdeki fikir ve görüĢler yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi‘nin izni olmadan çoğaltılamaz ve dağıtılamaz. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi YerleĢkesi 48120 Kötekli MUĞLA Tel: 0252 211 10 00 http://www.mugla.edu.tr CIP Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) (7. : 2013 : Muğla, Türkiye) Bildiri Kitabı -1, 537 s. Bildiri Kitabı -2, 741 s. Bildiri Kitabı -3, 604 s. Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) / editör Muammer Tuna ; yardımcı editör Ünal Bozyer-Ebru Açık Turğuter.-Muğla : Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, 2013. Elektronik Kitap. http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap ISBN 978-605-4397-33-4 Uluslararası Katılımlı Yedi‘nci Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set). I.Sosyoloji—Kongreler. 1. Tuna, Muammer. 2. Bozyer, Ünal. 3. Açık Turğuter, Ebru YAYIN KURULU Prof.Dr. Muammer Tuna (Editör) Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER (Editör Yrd.) ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER (EditörYrd.) Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN Yrd.Doç.Dr. Zafer DURDU ArĢ.Gör.Dr. Sergender SEZER ArĢ.Gör.Dr. Vefa Saygın ÖĞÜTLE ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN ArĢ.Gör. Demet BOLAT ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ ArĢ.Gör. Sercan KIYAK ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI I KONGRE ONURSAL BAġKANI Prof.Dr.Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü KONGRE ONUR KURULU Mustafa Hakan GÜVENÇER Muğla Valisi Prof.Dr.Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Güven SAK TOBB Ekonomi Ve Teknoloji Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Faruk KOCACIK Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Birsen GÖKÇE Sosyoloji Derneği Onursal BaĢkanı Prof. Dr.Ġhsan Sezal Sosyoloji Derneği BaĢkanı Prof.Dr.Pervin Çapan Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı KONGRE DÜZENLEME KURULU BAġKANI Prof.Dr.Muammer Tuna Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölüm BaĢkanı II DÜZENLEME KURULU Prof.Dr.Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı Doç.Dr.Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç.Dr.Halime ÜNAL Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Ünal BOZYER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Zafer DURDU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör.Dr.Sergender SEZER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör.Dr.Vefa Saygın ÖĞÜTLE Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Zeynep ÖNEN Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa KOÇANCI Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ArĢ.Gör.Feray ARTAR Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi III BĠLĠM DANIġMA KURULU Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet TAġĞIN Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Aykut TOROS Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe SAKTANBER ODTÜ Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. Belma AKġĠT Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. Besim Fatih DELLALOĞLU Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Beylü DĠKEÇLĠGĠL Kayseri Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Erol KAHVECĠ Ġzmir Ekonomi Üniversitesi Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Feridun YILMAZ Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Güliz ERGĠNSOY Okan Üniversitesi Prof. Dr. Ġhsan SEZAL Sosyoloji Derneği BaĢkanı Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet KARAKAġ Afyon Kocatepe Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı Prof. Dr. Nilüfer NARLI BahçeĢehir Üniversitesi Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi Prof. Dr. Nurgün OKTĠK Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Sami ġENER Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Ümit TATLICAN Adnan Menderes Üniversitesi Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi IV Doç. Dr. Ahmet Zeki ÜNAL Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Doç. Dr. Cengiz YILDIZ Bingöl Üniversitesi Doç. Dr. Dilek HATTATOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Hayati BEġĠRLĠ Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. ġeref ULUOCAK Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Zafer YENAL Boğaziçi Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ali ÖZTÜRK Bartın Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ali Kemal ÖZCAN Tunceli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hasan YAVUZER NevĢehir Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hatice Yaprak CĠVELEK Ġstanbul Arel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim KESKĠN MuĢ Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. KoĢar HIZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nur Banu Kavaklı BĠRDAL Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Selin ÖNEN Beykent Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. ġenay LEYLA KUZU Gaziantep Üniversitesi V KONGRE SEKRETERYASI Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Feray ARTAR Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Türkan FIRINCI Sosyoloji Derneği Dr. Günnur ERTONG Sosyoloji Derneği ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Demet BOLAT Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Sercan KIYAK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ĠLETĠġĠM: 0 (252) 211 16 09-211 16 20-211 14 10 http://www.sosyolojikongresi.org/ e-posta: 7.kongre@gmail.com VI ĠÇĠNDEKĠLER ĠÇĠNDEKĠLER ..................................................................................................................................... VII ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA .................................................................................. 1 AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‘DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE ........................................................................................ 13 SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ.......................................................... 25 METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ ..... 31 TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER ................................................................................................................................... 49 LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA ve BĠLĠDĠKĠD ............................................................................................................................................................... 63 BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA ―TÜRK KIZI‖ ............................. 77 ‗SINIR‘DA KADIN OLMAK............................................................................................................... 85 HAKKÂRĠ‘DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ .................................................... 93 KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ ................................................................................................. 111 KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ................. 121 ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ ................. 129 TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ ....... 143 ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‘NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ ....................................... 153 TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF ................................................ 163 ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI ................................................................................. 173 ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ ................................................................................................................................... 185 ―HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR‖: ..................................... 199 ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI ................................................................................. 199 MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ .................................................................... 211 HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI ............................................................................................................................................................. 221 SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ ....................................... 235 YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ ........... 243 DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ ............................................................................................................................................................. 255 EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? ............................. 265 DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ ............................................................................................................................................. 275 VII PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK ÖZELLĠKLERĠ ............................................................................................................................................................. 293 PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS) MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ .............................................................................. 303 SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK PUANLAMA FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE METODOLOJĠ ....................... 311 YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYO-EKONOMĠK STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ .................................................................................................. 325 STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME ............................................................................... 337 TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA BEDENLERĠN DENETĠMĠ.......................................................................................................................................... 349 YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI HAREKETĠ ..... 361 GEZĠ PARKI: ―ġEHĠR HAKKI‖ TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN SAVUNULMASI......... 375 MĠDYAT‘TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU ............................ 385 TÜRKĠYE‘DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ ) ..................................................... 399 ―GAVUR‖ ĠZMĠR‘DE DĠNĠ HAYAT ................................................................................................ 405 1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‘DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR ...................................................................................................... 417 TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA .... 429 TÜRKĠYE‘DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ ........................... 439 KAHRAMAN GERĠLLA‘NIN BAġINA GELENLER...................................................................... 449 NĠĞDE‘DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ ........................................... 461 AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA ................................................................................................... 469 ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ SÜRECĠNDE ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ .................................................................................. 483 YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI VE ―CRĠTĠCAL MASS‖ HAREKETĠ ...................................................................................................... 505 BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ ........................................................... 515 TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ: PĠġĠRME ġOVLARI ........................................................................................................................... 525 BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER ...................................... 549 SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ ...................... 565 SONUÇ ............................................................................................................................................... 575 KATILIMCILAR LĠSTESĠ ................................................................................................................. 579 VIII A9 OTURUMU KÜRESELLEġME-I HAKLAR VE ĠLĠġKĠLER ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA Salih AKKANAT1 ÖZET 20. yüzyıldan 21. yüzyıla devreden temel sorunlardan biri de ulus-toprak-devlet arasındaki bağın pekiĢmesini ifade eden klasik yurttaĢlık kavrayıĢının hukuki ve siyasi krizidir. Bu sorun, gerek egemen etnik çoğunluğun azınlık kimlikleri karĢısındaki konumu bağlamında gerekse mültecilerin ya da göçmenlerin, özellikle birinci dünyada, yurttaĢlık hukukuna dâhil edilmelerinde yaĢanan güçlükler çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Ulus-devlet egemenliğinin giderek bölgesel bütünleĢme siyasetleriyle sorgulanmaya baĢlandığı bu geçiĢ süreci ile göçmen kampları, sınırlarda yükselen yeni güvenlik duvarları, farklı yurttaĢlık statüleri yoluyla devam eden ayrımcılıklar, asimilasyonu hedefleyen kültür ve eğitim politikaları, yabancı olanın potansiyel tehdit olarak algılandığı güvenlik devleti anlayıĢı bir çeliĢki oluĢturmaktadır. Bu bildiri, bu çeliĢkinin kökenlerine dair siyaset felsefesi içinden bir okuma önermektedir. Anahtar Sözcükler: Mülteci, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Arendt, Agamben, Siyasal ABSTRACT One of the main problems inherited from 20th to 21st century is the legal and political crisis of the classical conception of citizenship referred to reinforce the bond between the nation-state-land. This issue arises in thecontext of superiority of the dominant ethnic majority over the minority identities. And also it occurs in the frame work of the citizenship law, especially in the first world, that have difficulty to include refugees or immigrants. This transition process that nation-states over eignty gradually beginning to be questioned in the policies of regionalintegration, is incosistent with immigrant camps, new firewalls risingin borders, discriminations going through different citizenship status,cultural and educational policies aimed at assimilation, security state understanding. This paper proposes a reading of theorigins of this conflictin thecontext of the political philosophy. Keywords: Refugees, Citizenship, Human Rights, Arendt, Agamben, the Political GĠRĠġ 1951 tarihli Mültecilerin Statüsü ile ilgili BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde tanımlandığı biçimiyle mülteci, ―ırkı, dini, milliyeti veya belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti ya da siyasal görüĢü nedeniyle zulme uğrayacağı yolunda haklı bir korku taĢıyan ve vatandaĢı olduğu ülkenin dıĢında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan ya da aynı korku yüzünden yaralanmak istemeyen‖ kiĢidir(BMMYK, 1997: 51). Dünyada ne kadar göçmen, mülteci veya sığınmacı olduğu tam olarak bilinemese de Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan bir rapora göre 1965-2000 yılları arasında dünyadaki göçmenlerin sayısı 75 milyondan 150 milyona çıkmıĢtır. 2002 yılı itibariyle, BirleĢmiĢ Milletler Nüfus Bölümü‘nün tahminlerine göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine tekabül eden 185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu ülkelerin sınırlı dıĢında yaĢamaktadır. Yine 1975‘te 2.4 milyon olan küresel mülteci nüfusu, 1985‘te 10.5 milyona ve 1990‘da 14.9 milyona ulaĢmıĢtır. Soğuk SavaĢ‘ın bitimi sonrasında küresel mülteci nüfusu 18.2 milyonla zirveye ulaĢmıĢtır. Bu bildiri, 20. Yüzyılda siyasi ve hukuki açıdan çözüme kavuĢturulamamıĢ ve her geçen yıl daha da önemli bir sorun alanı haline gelen göçmenlik ya da mülteciliğin, egemen yurttaĢlık anlayıĢının içinden bir bakıĢla ele alınmasının açmazlarına iĢaret ederek 21. Yüzyıl için evrensel bir yurttaĢlık düĢüncesinin ihtiyaç duyduğu siyaset biçimine Arendt ve Agamben üzerinden bir açılım sağlayabileceğimize iĢaret ediyor. * Yrd. Doç. Dr., GümüĢhane Üniversitesi, ,Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, salih.akkanat@gmail.com 1 SINIRIN ĠKĠ YAKASI: YURTTAġ VE MÜLTECĠ Agamben, özellikle Birinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra yeni kurulan ulus-devletlerle birlikte azınlık statüsüne düĢen veya göçe sürüklenen milyonlarca insanın varlığının, egemen hukuk sistemi ve evrensel insan hakları değerleri açısından yarattığı açmaza dikkat çekmektedir (Deranty, 2004).Ona göre göçmen mültecinin içinde bulunduğu insanlık durumu, hukuki açıdan bir bakıma toplama kampındaki insanın durumuna benzer. Devletin asli yurttaĢlarının sahip olduğu haklara sahip olmadan ikamet eden birinin durumu, hukukun koruması altında olmayan birinin durumu olarak istisna halinde bir yaĢama karĢılık gelir. Ġnsanın, istisna halinde, öldürülebilen ancak öldürülmesi ceza gerektirmeyen bir varlığa yani çıplak hayata dönüĢür (Salter, 2008: 365-380); ve bu durum, günümüzde de kurulmaya devam eden göçmen kampları bağlamında istisnanın norm haline dönüĢtüğünün açık kanıtlarından biridir (Castles veMiller, 2008: 145-146). Çıplak insan, mültecinin Ģahsında, istisnanın artık kural haline geldiğini sergileyen bir anahtar sözcüğe dönüĢmektedir (Balibar, 2008b: 153). Mültecinin sergilediği veya dıĢa vurduğu Ģey, biyosiyasal iktidarın çıplak hayatı, ulusun siyasal bedeninden arındırmasının bir sonucu olarak yurttaĢ kimliğinin dayandığı Ģiddet olgusudur. Agamben, mültecinin ulusun siyasal bedeninden neden dıĢlandığının anlaĢılabilmesi için yurttaĢ kimliğinin egemen iktidara olan bağımlılığının bilinmesi gerektiğini savunur. YurttaĢ, Benjamin‘in deyiĢiyle, modernite bağlamında, ―insanın kutsallığı dogmasının‖ öznesidir (Haverkamp, 2005: 9951003). Bunun anlamı, Aydınlanmadan beri yüceltilen insanın devredilemez ve doğuĢtan gelen temel haklara sahip bir varlık olarak tanımlanmasının bir soyutlama olduğu; bunun ötesinde yurttaĢın, devlet-ulus-toprak/ülke arasındaki bağın hukukileĢtirilmesinin bir ürünü olarak, egemen iktidarın kararıyla iliĢkisinin kurulamamasıdır. Egemenin, egemenlik hakkının (Imperium) temeli, babanın erkek çocuk üzerindeki vitaenecisquepotestas‘ında olduğu gibi, insanın insanlığına karar vermektir. BaĢka bir deyiĢle, yurttaĢ, egemenin öldürebilme hakkının simgesidir. Modern düĢüncede kutsallık atfedilerek siyasal hayata sokulan insan, ―egemen yasaklamaya dâhil olan ilk hayat figürünü sun(ar) ve siyasal boyutun ilk olarak yaratılmasını sağlayan ilk dıĢlamanın hatırasını‖yaĢatır (Agamben, 2001a: 113). Kutsal hayatın, gerek dini gelenekte gerekse eski Roma hukukunda ―kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayat‖ anlamına geldiğine dikkat çeken Agamben (2001a: 112), insanın kutsallığının aĢkın bir gücün dolayımı olmaksızın düĢünülemeyeceğini; bu anlamda kutsallığın, aynı zamanda meĢru olarak öldürme hakkına karĢılık geldiğini belirtir. Bu durumda, kutsallık, ―çıplak hayatın hukuk düzenine dâhil ediliĢinin ilk(el) biçimidir ve homo sacer tabiri, ilk ‗siyasal‘ iliĢkiye benzer bir Ģeyin, yani, egemenin hükmünün/kararının nesnesi olarak içleyici bir dıĢlama içinde iĢleyen çıplak hayatın adıdır. Hayat egemen istisna içinde kaldığı sürece kutsaldır‖ (Agamben, 2001a: 115). Nitekim Agamben, modern demokrasinin temeli sayılan 1679 tarihli habeascorpus fermanına, ―çıplak hayatın siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği ilk olay‖ olarak atıf yapar. Aynı Ģekilde, 1215 tarihli Magna Carta‘da kral, tebaasının fiziksel özgürlüğünü garanti ederken çıplak hayata gönderme yapmaktadır. Burada dikkat çekilmesi gereken, modernite bağlamında hakların taĢıyıcısı ve yeni egemen özne olarak ortaya çıkan yurttaĢ kimliğinin oluĢumunun egemen istisnaya olan içkinliğidir. YurttaĢ yurttaĢlığını, bedeninin (Corpus) veya çıplak hayatının hukuksal-siyasal hayatından tecrit edilmesine borçludur (G. Agamben, 2001a: 165). Hukukun geçerli olabilmesi, bir bedeninin olabilmesi; bir bedeni veri almasını, bir beden üzerinden iĢlemesini gerektirir. Modern ulusdevlet, iĢte bu kutupsallığı temel alır; yurttaĢlık hukukunun geçerliliği, yurttaĢın çıplak hayatının üretilmesine ihtiyaç duyduğu gibi mültecinin yabancı bedeninin sürülmesini de zorunlu kılmaktadır (Balibar, 2008c: 90). Agamben‘e göre (2001a: 194), insan ile yurttaĢın, insan hakları ile yurttaĢlık haklarının ayrılması ve kutupsallığı, çıplak hayatın siyasal hayattan dıĢlanmasının zorunlu sonucudur. Agamben, insan hakları bildirgelerinde, egemenliğin temeli olan çıplak hayatın artık devlet siyasetinin hem nesnesi hem de öznesi haline geldiğine dikkat çeker. Ġnsan haklarının taĢıyıcı öznesi olarak tanımlanan yurttaĢın (Marshall, 2006: 8; Bottomore, 2006: 88), egemenlik alanının kuruluĢu için dıĢlanan çıplak hayatı, Ģimdi mültecinin Ģahsında yeniden ortaya çıkmaktadır. Mülteci, egemenliğin temelinde yatan hayat ve hukuk arasındaki Ģiddet iliĢkisini açığa çıkarır; herhangi bir hukuksal-siyasal düzenin hayatın dıĢlanmasına dayalı egemen istisnaya içkinliğini teĢhir eder. Agamben‘e göre (2001a: 176) mülteci, ―doğum-ulus [iliĢkisin]den insan-vatandaĢ iliĢkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal biçimde kuĢku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (…) ayrı ve istisna sayılmadığı bir 2 siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın yolunu (…) açan sınırlı bir kavramdan daha az bir Ģey değildir.‖ ĠNSAN HAKLARININ PARADOKSU Agamben‘in mülteciyi ve mülteci kamplarını hangi anlamda çıplak hayatın istisna sayılmadığı bir yaĢam veya siyaset biçiminin ufkunu oluĢturan bir sosyal kategori ve siyasal özne olarak gördüğü sorusu, Agamben‘in siyasal ontolojisinin ana hatlarını belirlemek bakımından önem taĢır. Ancak buna geçmeden önce, Agamben‘in yeni bir siyasal ve tarihsel bilincin paradigması olarak sunduğu mültecinin Ģahsında, Ģiddeti kurumlaĢtıran kategoriler olarak yurttaĢ ve insan hakları gibi ulus-devletin siyasal-hukuksal düzeniyle yakından bağlantılı kavramların ayrıcalıklı statülerinin sorgulanması özellikle yurttaĢ hakları ve insan hakları eksenli siyaset biçimlerinin açmazlarını göstermek açısından önem taĢımaktadır. Agamben‘in mülteciyi neden ulus-devlet hukukunu krize sokan ve onu aĢma potansiyeli taĢıyan yegâne siyasal özne olarak gördüğü sorusu bu tartıĢma çerçevesinde açıklık kazanmaktadır. Agamben (2009a: 46), Arendt‘in 1943 yılında kaleme aldığı ―Biz, Mülteciler‖ baĢlıklı makalesini ve Totalitarizm‟inKökenleri‘nin ikinci cildinin dokuzuncu bölümü olan ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Hakları‘nın Sonu‖ baĢlıklı denemesini, ulus-devletin hukuksal-siyasal kategorilerinin açmazlarını teĢhir eden ve mülteciyi, ―gelecek (tocome) bir siyasal toplumun biçim ve sınırlarını görebildiğimiz‖ bir kategori olarak sunan temel baĢvuru kaynakları arasında gösterir. Buna göre, mülteci, hukuk ve haklar düzeninin ontolojik boyutunu görünür kılmanın yanı sıra bugüne kadar siyasal özneyi temsil etmek için baĢvurulan kavramlardan (ulus-devlet hukuku çerçevesinde biçimlenmiĢ veya yapılanmıĢ olmaları nedeniyle) vazgeçilmesine de aracılık etmektedir(Agamben, 2009a: 46). Arendt, Birinci Dünya SavaĢı‘nın bitiminde Avrupa siyasal sistemlerinin daha önce uğraĢmak zorunda kalmadıkları siyasal ve hukuksal bir sorunla yüz yüze geldiklerinden bahseder: ―Hiçbir yere kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan göçmen gruplar‖ (Arendt, 2009: 255-256). 1914 SavaĢı, Avrupa‘nın sadece coğrafi ĢekilleniĢi veya toprak paylaĢımı bağlamında değil bu paylaĢım mücadelesinin öncesinde ve sonrasında siyasal düĢüncenin temel topografik mekânı olmaya devam eden ulus-devlet düzeninin dayandığı değerlerin ―gizli yanlarını‖ ortaya sermesi bakımından da bir dönüm noktası oluĢturmuĢtur(Arendt, 2009: 256). Yeni ulus-devletlerin kurulması veya ulusdevletlerin içindeki nüfusun bir bölümünün hukuksal statülerinin yeniden tanımlanması; göçmen, mülteci veya azınlıklar gibi, ―çevrelerindeki dünyanın kurallarının ansızın artık geçerli olmadığını hisseden (…) (kendilerini) giderek istisna bir konumda‖ bulan yeni toplumsal (ya da toplum-dıĢı) kategoriler yaratmıĢtır (Arendt, 2009: 256). Ulus-devlet-toprak arasındaki bağın bir an için kopması ve yeniden kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkan bu gruplar, ―anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar‖(Arendt, 2009: 256). Agamben‘in(2009a: 48) Arendt‘e dayanarak iĢaret ettiği gibi, bu durum, ―saf insan gibi bir Ģey için ulus-devletin siyasal düzeni içinde otonom bir alan olmadığı(nı)‖ gösterir. BaĢka bir sıfatı haiz olmaksızın insanın insanlığının, ulus-devletin yasaları tarafından korunmasının tasavvur edilemez olması, ulus-devlet sisteminin bir gerçeğidir. Arendt, bir devlete üyelikle, ulusa mensubiyetle veya toprağa aidiyetle bağını yitirmiĢ birinin, devredilemez diye düĢünülen insan haklarından ve bu hakları teminat altına alan Ġnsan Hakları Bildirgeleri‘nin yükümlülüklerinden yararlanamaz hale geldiğini gözlemler. Egemen ulus-devlet düzeninin krize girmesiyle birlikte, devletsiz, yurtsuz ve hukuksuz kalan milyonlarca insan, artık ne bir yurttaĢlık hukukunun ne de insan hakları hukukunun öznesidir. Bir diğer ifadeyle, egemen ulus-devletlerden oluĢan bir sistemde, ―kendi ulusal yönetiminden yoksun bir halk (…) insan haklarından da yoksun‖ kalmaktadır (Arendt, 2009: 264). Diğer taraftan, Milletler Cemiyeti, BM Devletlerarası Mültecilik Komitesi (1938) ve BM Uluslararası Mülteciler Örgütü (1946) gibi uluslararası kuruluĢlar, bir devletin hukuki koruması altında bulunmayan ya da yurttaĢlık hukukundan sınırlı olarak yararlanan insanlar karĢısında sorunu aĢmak için bir çözüm bulmak yerine ulus-devlet mantığını yeniden üreten düzenlemeler geliĢtirmekle yetinmektedir. Arendt‘e(2009: 269) göre, devletsiz halkların ortaya çıkıĢı ve insan haklarının evrenselliği ilkesinin uygulamada da çökmesi, ―devletin, yasaların bir aygıtı olmak yerine ulusun aygıtına 3 dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını,‖ ―ulusun, devleti fethettiğini‖ gösterir. Arendt(2009: 269) bunun tarihin olumsal bir geliĢimi olarak değil, ulus-devlet yapısının içkin bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini söylemekle birlikte, yine de ulus-devletin her zaman ―keyfi yönetime ve despotizme karĢı hukukun egemenliğini temsil‖ ettiğini söyler. Bu nedenle, devletsizlerin ve yurtsuzların ölüme terkedilmesine yol açan hukuki sonucu, ―ulusal çıkar ile yasal kurumlar arasındaki dengenin‖ demagojik tahrik ve gerçekçi olmayan Ģovenist çıkar politikalarının etkisiyle bozulmasına bağlar. Devletlerarasında ortak çıkarlar sözkonusu olduğunda egemenliğin mutlaklaĢması ertelenmiĢ; ancak, çıkarlar arasında dengesizliğin ortaya çıktığı ilk anda, ―sakinlerinden kurtulmasına izin veren (…) yasalar çıkarmamıĢ tek bir ülke bile‖ kalmamıĢtır (Arendt, 2009: 274). Bir devletin otoritesine doğuĢtan üyeliğin tanıdığı doğal yurttaĢlık haklarının korumasından yararlanamayan ve böylece hukuk tarafından terk edilen insanlar, polisin faaliyet alanında kovuĢturulan adli suçlulara dönüĢürler. Arendt, Benjamin‘in tutumuna benzer bir tarzda, polisin mültecilik ve göçmen sorunu bağlamında, hukuktan bağımsız bir mevcudiyet kazanmaya baĢladığına dikkat çeker. Yerel veya evrensel herhangi bir hukukun korumasından muaf tutulan mültecinin varlığı nedeniyle polis, ―Batı Avrupa‘da ilk kez kendi bildiği gibi hareket etme, insanlar üzerinde doğrudan hâkimiyet kurma yetkisine sahip‖ olmuĢtur(Arendt, 2009: 289). Arendt‘e göre, totaliter rejimlerin belirleyici özelliği olan polis iktidarının kurulması, devletsizlerin ve potansiyel devletsizlerin nüfusa oranının artmasıyla paralel bir geliĢme olarak görülebilir. Bir bakıma, hukuk tarafından terk edilen mülteci, ulus-devlet sisteminde yegâne resmi muhatabı olarak polisin kanundan boĢalmasına yol açmaktadır. Ancak, insanın devredilemez haklara sahip bir varlık olarak koyutlanmasının ve ulusal hukukun, insanın indirgenemez haklarını doğal bir veri olarak esas alacağı varsayımının bir soyutlama olduğu gerçeği, ―insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve (…) onları koruyacak hiçbir otorite ve onları koruyacak hiçbir kurum kalmadığında‖ ortaya çıkmıĢtır (Arendt, 2009: 296). Bir diğer ifadeyle, ―kalıtımsal özelliklerinin ve soylarının esiri olmaktan kurtulan insanlar toprak/ulus/devlet ittifakının yeni üçlü hapishanesi içine hızla kapatıldıklarında, [insan ve yurttaĢ haklarının özdeĢliği] aksiyomu doğmakta olan gerçekliğini hızla yitirdi ve neredeyse unutuldu; ‗insan hakları‘ ise (…) devletin öznesi, ulusun mensubu ve toprağın meĢru sakini arasında kiĢisel bir birliğin ürünü olarak yeniden tanımlandı‖(Bauman, 2009: 193).Bu açıdan bakıldığında, Arendt(2009: 303)insan haklarının yeniden tanımlanmasına yol açan dönüĢümün, insanın yasalar karĢısında eĢit olarak tanımlanmamıĢ olmasından çok; ―onlar için bir yasanın var olmaması(ndan); ezilmeleri değil, kimsenin onları ezmek istememesi(nden)‖ kaynaklandığını söyler. Ancak Arendt yine de Bildirge‘de ifade edilen temel insan hakları düĢüncesini eleĢtirmekle beraber geçerli ve uygulanabilir bir insan hakları kavramının mümkün olup olmadığını araĢtırır (Çelebi, 2009: 90). Yurdun yitirilmesi ve yeni bir yurt bulmanın imkânsızlığı ile siyasi bir yönetimin korumasının yitirilmesinin açığa çıkardığı paradoks; baĢka bir deyiĢle, insan haklarının yurttaĢ haklarına dayanmaksızın sadece bir soyutlamadan ibaret kalması, Arendt açısından, her Ģeyden önce insanın siyasi varoluĢunu yitirmesinin bir sonucudur. Arendt‘in Aristoteles‘den hareketle söylediği gibi, hukuksal-siyasal alanın oluĢumunu önceleyen konuĢma ve eyleme yetisi ile insanın topluluk içinde yaĢayan siyasal bir varlık olma özelliğinin yitirilmesi, insan haklarının çökmesinin birincil nedenidir. Bu nedenle, Arendt, insan hakkının ulusal bir topluluğa üyelikten önce, ―hiçbir tiranın alamayacağı insanlık durumunun genel bir özelliği olarak‖ siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık geldiğini belirtir (Arendt, 2009: 305)ve bu hakkı, ―haklara sahip olma hakkı‖ (Arendt, 2009: 304; Hamacher, 2004) olarak adlandırır. Ġnsanın yurdunu, bir siyasi yönetimin veya hukukun korumasını yitirmesi ve giderek insan olma hakkından muaf tutulması, hukukun ontolojik temelini oluĢturan ―haklara sahip olma hakkı‖nın yitirilmesiyle yakından iliĢkilidir. Arendt, böylece, doğal hukuk ve pozitif hukuk gelenekleri tarafından ya soyut hipotetik bir ilkeye ya da ulus-devlet-toprak üçlüsüne bağlanan insan hakkının, haklara sahip olma hakkı yoluyla öncelikle siyasal bir hak olduğunu açıklamaya çalıĢır. Buradan hareketle, hukuksal-siyasal düzen içinde iĢlenen ve doğal veya pozitif hukuk yoluyla kolayca meĢrulaĢtırılabilen insan hakkı ihlallerinin (Reemtsma, 1998: 69), siyasal olanın önceliği ve üstünlüğü üzerinden sorgulandığında, meĢruiyet temellerinin çökeceği varsayılır. 4 Dolayısıyla, Arendt açısından, daha temel olan hakkın, örgütlü bir insan topluluğuna mensup olmaya iliĢkin temel bir hak olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, haklara sahip olma hakkı, ancak ―doğumumuz sırasında tanımlandığımız niteliklerimiz yoluyla değil, (…) edimlerimiz, ifadelerimiz ve düĢüncelerimiz doğrultusunda yargılandığımız politik bir toplulukta hayata geçirilebilir‖ (Benhabip, 2006: 69). Bu nedenle haklara sahip olma hakkı, yukardan atfedilmiĢ yasa ve haklara indirgenebilecek herhangi bir hukuki ilke değildir; tam tersine, ―çoğulluktan kaynaklanan, hakları ve yasaları kuran‖ bir gücü ifade eder (Mutman, 2009: 196). Haklara sahip olma hakkı, hukukiliği mümkün kılan hakların yaratım sürecine, demos‘un doğrudan katılımına gönderme yapar. Yaratım sürecinden soyutlandığında haklar, teknik ve idari bir ödev ve zorunluluk konusu haline gelir (Çelebi, 2009: 92). Arendt‘e göre haklara sahip olma hakkı, insan haklarına olası herhangi bir baĢvurunun temel dayanak noktasıdır. BaĢka bir ifadeyle, insan hakkı, Arendt‘in bakıĢ açısından öncelikle haklara sahip olma hakkına karĢılık gelmektedir. Aynı Ģekilde, haklara sahip olma hakkının teminatı da insanlığın kendisidir. Ancak Arendt (2009: 308), bu tür bir insanlık hakkı düĢüncesinin ―hala egemen devletlerarasında var olan anlaĢmalara göre iĢleyen uluslararası hukukun mevcut sahasını‖ aĢtığını; bu nedenle, ulus-devletin ötesinde var olan bir insanlık alanının henüz açılmadığını söyler. Bununla birlikte Arendt, dikkat çekici bir Ģekilde, ―dünya hükümeti‖ kurulmasının da insan ve yurttaĢ hakları ikilemini çözmek için uygun bir öneri olmadığını düĢünür. Çünkü ona göre dünya hükümeti düĢüncesinde somutlaĢan ve herkesi içine alan kapsayıcı bir iyilik anlayıĢı totaliter devletlerin iyilik anlayıĢıyla benzer yapıdadır. Sekülerizmin sonucu olarak geliĢen araçsal akıl, hakkı ―-için iyi‖ ile özdeĢleyen bir yasa anlayıĢıyla sonuçlanmaktadır. Bu durumda, ―-için iyi‖nin öznesi aile, halk veya en geniĢ sayı olarak insanlık olabilir; ancak bu araçsal iyilik anlayıĢı, ―insanlığın günün birinde bazı parçalarını tasfiye etmenin bir bütün olarak insanlık için hayırlı bir iĢ olacağına tamamen demokratik bir biçimde –yani çoğunluk yoluyla- karar verecek‖ olması ihtimalini dıĢarıda bırakmaz (Arendt, 2009: 309). Eklemek gerekir ki Arendt bu sonucu, insan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulması durumunda karĢımıza çıkacak bir olgu olarak ele almaktadır. Ġnsan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulduğunda öngörülmeyen sonuçların ortaya çıkma ihtimali, seküler insanın dünyayı kendi yapıtı ve tasarımı olarak sahiplenmek istemesinin bir sonucudur. Arendt, uygarlığın geliĢimiyle beraber, insanın kendi üretmediği ve sadece ona verilmiĢ olan gizemli her Ģeye karĢı bir tür hınç beslediğini gözlemler. Ġnsanlar ancak kendi ürettikleri dünyada kendilerini evlerinde hissedeceklerdir. Bu nedenle insan haklarının insanın eylemleriyle müdahil olduğu bir alanda yani siyasal ve kamusal alanda Ģekillenmesi ya da somutluk kazanması gerekir. Bir siyasal topluluğa üyelik hakkından, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkından dıĢlanmıĢ insan, herĢeyden önce kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun kılınmıĢ; baĢka bir ifadeyle, siyasal varoluĢu elinden alınmıĢ biridir. Arendt(2009: 312) insanın bu durumunu, insan yapımı olmayan Ģeylere duyulan nefrete benzetir ve özel alanla iliĢkilendirir. Siyasal alan, ―bu özel alana duyulan derine kök salmıĢ bir kuĢkudan; her birimizin, olduğu gibi, tek, biricik, değiĢtirilemez yaratıldığı gerçeğinde kapsanan tedirgin edici bir mucizesine karĢı derin bir hınçtan‖ doğmuĢtur. Özel alana duyulan hınç, ―salt verilmiĢliğin oluĢturduğu karanlık arka plan(a), yani bizlerin değiĢtirilemez, eĢsiz doğamızdan oluĢan (…) yabancıya‖ duyulan hınçtır (Arendt, 2009: 313). Agamben‘in deyiĢiyle, Bios‘unZoē‘ye düĢmanlığıdır söz konusu olan. Ancak siyasal faaliyetin Arendt‘in öngördüğü gibi sadece birlikte eyleme kapasitesine karĢılık gelen uyumlu bir birlikte varoluĢa değil aynı zamanda dıĢlama pratiklerine kolaylıkla yönelebildiğine değinmek gerekir. Bundan dolayı, ―siyasal eylemin sonucu olan insanlığın belli bir mekânda konumlanmıĢ siyasal topluluklardan farklı olarak insanları benzer biçimde sürgüne göndermeyeceğini(n), yurttaĢlıktan çıkarmayacağını(n)‖herhangi bir garantisi yoktur (Çelebi, 2009: 99). Demokrasinin mülteci sorununda görüldüğü gibi yurttaĢlık kavramının krizine yönelik çözüm noktasında ortaya çıkan yapısal açmazları, siyasetin özünün aynı zamanda topografik bir soruyla iliĢkili olabileceğini göstermektedir. Arendt‘in siyaset düĢüncesinin siyasal olan-toplumsal olan, kamusal alan-özel alan ayrımları çerçevesinde yapılandığı düĢünüldüğünde, bu ayrımlar ile mülteciyi veya yabancıyı dıĢlayan sınırı üreten ayrımlar arasında bir bağlantı olduğunu söylemek gerekir. 5 Nitekim Arendt‘in haklara sahip olma hakkının gerçekleĢeceği verili çerçeve olarak ulus-devleti temel almıĢ olabileceği hatırlatanınca, onun siyasal düĢüncesinin aĢmaya çalıĢtığı paradoksları yeniden üreten bir yapıya sahip olduğu daha iyi anlaĢılır. Bu açıdan örneğin Benhabib (2006a: 7374)Arendt‘de ―halkın egemenliği‖ fikrinin, kendisini egemen olarak tanımlayan ve kendini, kendi kanunlarını yapan politik bir organ olarak yapılandıran bir halkın öz örgütlenmesine ve politik iradesine karĢılık geldiğine dikkat çekerken, Arendt‘in ulus-devleti, uygulamada olmasa bile ilkesel olarak yurttaĢlık haklarını hayata geçirebilecek bir sistem olarak gördüğüne atıf yapar. Benhabib‘e göre (2006a: 75) Kant gibi Arendt‘in düĢüncesi de ―geçici misafirliği [ziyaret hakkını] üyelik hakkına ulaĢtıracak felsefi ve politik son adımı‖ atmadan son bulur. Her ne kadar Arendt, insanlar arasındaki eĢitsizlikleri ve dıĢlanmaları eĢit haklara dayalı bir rejime dönüĢtürmeyi amaçlarken, her cumhuriyetçi anayasa fiilinin ―içerdekiler‖ ve ―dıĢarıdakiler‖ ayrımı yaratması ihtimalinden daha doğrusu açmazından bahsetmiĢ olsa da; ―her birey için öngördüğü evrensel ahlaki hak (bir siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık gelen haklara sahip olma hakkı), politik ve hukuki olarak o kadar kesin biçimde sınırlandırılmıĢtır ki, dâhil etmeye iliĢkin tüm eylemler kendi dıĢarıda bırakma biçimlerini‖ üretme potansiyeli taĢımaktadır(Benhabib, 2006a: 76). Arendt‘in insan haklarının paradoksuna toplumsal/siyasal, özel/kamusal ayrımları temelinde anlam kazandırmaya çalıĢması, mülteci sorununun kökenini bir siyasal topluluğa üyelik hakkından dıĢlanmaya bağlaması, siyasal alanının kuruluĢunu ontolojik bir kapanma olmaksızın tasavvur edemediğini göstermektedir. Kurucu siyasal güç, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkı, kurulu iktidara dönüĢerek kurumsal bir siyaset düzenine yol açar. Arendt‘in haklara sahip olma hakkının ancak bir siyasal toplulukta yani bir yurttaĢlık düzeninde hayata geçirilebileceğini söylemesi, kurucu siyaset uğrağının kurulu siyaset düzenine dönüĢmesinin zorunluluğuna iĢaret eder. Arendt‘in hukuk düzeninin meĢruiyetini soyut bir normlar düzleminden değil siyasal eylem alanından türetmeyi amaçladığı görülür. Ancak bu durum siyasal olanın, Arendt‘in düĢüncesinde, hukuk ve haklar alanının biçimlendirilmesi amacına yönelik bir tür hukukileĢtirme faaliyetiyle sınırlı tutulduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, kurucu iktidarın kurulu iktidar düzenine dönüĢmesinin zorunluluğu, sınır sorununu yeniden üreten bir sonuç doğurur. Siyasallığın kurucu gücü kendi dıĢarısını üretmeksizin, siyasalhukuksal bir mekânı yurt edinmeksizin kendini geçerli kılamaz. JacquesRancière‘de (2005: 98), Benhabib‘inArendt eleĢtirisine yakın bir tutumla, Arendt‘in yaklaĢımının arkhi-politik özelliğinin ulaĢmaya çalıĢtığı sonuçlar açısından bir tutarsızlık yarattığına değinir. Ġnsan haklarının açmazını betimlemek amacıyla Arendt‘in, mülteci veya göçmen statüsündeki insanlar için sorunun, bir yasanın varlığından çok var olmamasından; yasanın onları ezmesinden çok kimsenin onları ezmek istememesinden kaynaklandığına iliĢkin sözlerini hatırlatan Rancière‘e göre (2009: 54) ―bu ifadenin açıkça müstehzi tonunda sıradıĢı bir Ģeyler söz konusudur.‖Rancière açısından Arendt‘in mültecinin statüsünü hukukun ve ezilmenin ötesinde bir durum olarak tasavvur etmesi, mültecinin siyasal öznelliğinin göz ardı edilmesidir. Hukukun dıĢına itilmiĢ olmak siyasetin dıĢına itilmiĢ olmakla eĢanlamlıdır. Oysa Rancière‘e göre siyaset, Arendt‘in nerdeyse siyaset öncesi bir olgu olarak kabul ettiği, kamusal alan-özel alan veya siyasal hayat-toplumsal hayat ayrımlarını belirleyen ―sınıra‖ iliĢkin bir eylemdir. BaĢka bir deyiĢle siyaset, bu ayrımları belirleyen sınırın nereye çizileceğine iliĢkin olarak ―bu sınırı yeniden gündeme getiren bir etkinliktir‖ (2009: 59).Arendt mülteci sorununu, kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun bırakılması anlamında, mültecinin saf verililiğin karanlık arka planı olarak özel alana kapatılmasına bağlarken, siyasetin özünü gözden kaçırmaktadır. Rancière(2009: 59; 2005: 71-93) siyaseti, tam da ―neyin verili olduğu hususunda ya da Ģeyleri verili olarak gördüğümüz çerçeve hakkında bir uyuĢmazlık‖ olarak tanımlar. Ġnsan ve yurttaĢ hakları arasındaki paradoksun çözülmesi, bu nedenle yurttaĢı ve mülteciyi bir birini dıĢlayan iki ayrı kategori olarak değil iki ayrı siyasal özne olarak ele almayı gerektirir. Siyasal özneler, önceden belirlenmiĢ bir sınırın iki yanına sıralanmıĢ topluluklar değil ―daha ziyade içlerine kimlerin dâhil edileceği konusunda bir sorunsal ya da ihtilaf ortaya koyan artık adlardır‖ (Rancière, 2009: 58; Rancière, 2006).Buradan hareketle Rancière (2009:57-58)Arendt‘in insan haklarını iki alternatifi olan bir açmaz olarak betimlediğini söyler: ―ya vatandaĢ hakları insan haklarıdır –halbuki insan hakları siyasallığından arınmıĢ kiĢilerin hakları demektir; bu durumda, bu haklar hiçbir hakkı olmayan insanların hakkıdır, ki bu da bir hiç anlamına gelir- ya da insan hakları vatandaĢ hakları, yani Ģu ya da bu hukuk devletinin vatandaĢı olmak sonucunda haiz olunan haklardır. Bu da insan haklarının 6 zaten hak sahibi insanların hakları olduğu anlamına gelecek ve bir totolojiyle sonuçlanacaktır. Ya hiçbir hakkı olmayan insanların hakları ya da zaten hak sahibi olan insanların hakları.‖ OysaRanciere‘e göre (2009: 58), Arendt‘in siyasal ontolojisinin öngöremediği üçüncü bir alternatif daha vardır: ―Ġnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip olanların haklarıdır.‖ Böylece, yurttaĢı ve mülteciyi ayıran sınır ne önceden belirlenmiĢ ve sabit bir sınır olarak görülebilir ne de yurttaĢ ve mülteci sabit kategorilerdir. Balibar‘ın dediği gibi, hak, haklara sahip olma isteği doğrultusunda mücadele edenlerin kolayca ihlal edebildiği, ama aynı zamanda mevcut hak kavramının sınırlarıyla da oynadıkları esnek bir zeminde oluĢur. Balibar‘ın(2008e: 66) ―sınırların demokratikleĢtirilmesi‖ olarak adlandırdığı bu durum, ―insan haklarıyla yurttaĢ haklarının, sorumlulukla militan taahhüdün somut bir eklemlenmesini Ģekillendirir.‖ Sınırları demokratikleĢtirmek, ―sınırı insanların hizmetine koymak, kolektif denetimlerine açmak, sınırı onların kendi egemenliklerinin nesnesi kılmak‖ anlamına gelir (Balibar, 2008f: 138). Böylece ulus-devletin en büyük dıĢ politika miti olan ―doğal sınırlar‖ kavrayıĢı ve doğumlulukla yurttaĢlık statüsü arasındaki doğal ontolojik bağ, sınırların olumsallık bağlamına sokulmasıyla birlikte, egemenliğini yitirir. Geleneksel ulus-devlet egemenliğinin sona eriĢinin sonrasında post-ulusal bir egemenliğin baĢlangıcının öncesinde olduğumuzu savunan Balibar‘a göre (2008g: 198), yurttaĢlık hukuku, ―yalnızca bir temel ya da çerçeve değil yeni açılımlara çağrıda bulunan‖ bir politeia [Balibar‘ın ifadesiyle yurttaĢlığın kuruluĢu] sürecinin nesnesidir (2008h: 226). Bu nedenle, ―nesnel bir biçim olarak anayasanın değil‖ ancak yurttaĢlığı kuran öznelliğin bakıĢ açısını yansıtmaktadır (2008h: 226). Arendt siyaseti, kurucu iktidarın gücü üzerinden temellendirmeyi ve demokrasiyi kurucu bir süreç olarak yapılandırmayı amaçlarken antagonist bir Ģema yerine çizgisel bir doğrultuda ilerleyen liberal anayasacılık modelinin hermenötiği içine sıkıĢmıĢtır. Nitekim Arendt‘in(1977) bu sonuca varması, Fransız Devrimi yerine Amerikan Devrimi‘ni kurucu iktidarı temsil edici bir model olarak sunmasıyla da örtüĢür. Negri, Arendt‘in Amerikan Devrimi‘nde gözlemlediği siyasal özgürleĢim deneyiminin ontolojik bir baĢlangıca iĢaret etmekten çok giderek bir iktidarın dolayımına ve üretimine ihtiyaç duyan bir özgürlük mekânı olarak siyasal alanın korunmasıyla iliĢkilenebileceğinin üzerinde durur. Bu nedenle, Arendt‘de kurucu iktidar, ontoloji düzleminden baĢlayarak giderek iletiĢim ve iĢbirliği topluluğunun muhafazakâr düzlemine doğru kaymaktadır (Negri, 1999: 19). Schmitt‘in egemen karar ve cemaat arasında kurduğu iliĢkiye benzer bir iliĢkinin Arendt‘in düĢüncesinde bir potansiyel olarak bulunabileceğini söyleyen Negri (1999: 19), yasanın askıya alınmasındaki (görünüĢte olumsuz) kurucu kararla bu kararın yol açtığı (olumlu) yapı arasındaki içkin bağa atıf yapar: ―Ġlk karar ne kadar olumsuz bir karar gibi görünürse o derece köklü bir dizi temellendirici, yaratıcı, dilsel ve anayasal olanaklar yaratır.‖ Bu açıdan ancak Arendt‘in kurucu iktidar tanımının ontolojik yoğunluğu içinde, gerek Arendt‘in gerekse Schmitt‘in düĢündüğü anlamda, bir topluluk hissi geliĢtirilebilir. Negri (1999: 19), Arendt‘in kurucu iktidar kavramının yoğunluğunun, onu, ontolojik açıdan doğurgan ve toplumsal açıdan da bununla bağlantılı bir temel/yapı‖ önermeye ittiğini söylemeye çalıĢır. Negri‘nin Arendt eleĢtirisi özellikle Agamben‘in insan haklarının açmazını anlama giriĢimine iliĢkin konumunu aydınlatmaya yardımcı olabilir. Agamben‘in hareket noktasının Negri‘nin eleĢtirisine benzer bir temelden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Kurucu iktidarın kurulu iktidara, anayasa gücünün anayasama gücüne, çokluğun Bir‘e veya egemenliğe dönüĢme olasılığı mültecinin dıĢlanmasıyla sonuçlanan bir diyalektik üretir. Kurucu iktidar, Negri‘nin tartıĢmasında da görülebileceği gibi, varlığın mekânsal açıdan değil ancak zamansal açıdan inĢası temelinde anlam kazanmaktadır. Arendt, siyaset ve hukuk/hak alanları arasında diyalektik bir iliĢki öngörmüĢ olsa da sınır üzerinden iĢleyen ulus-devlet-toprak arasındaki ontolojik bağı nihai olarak kesen bir siyaset biçimine dayanmamıĢtır. Agamben‘e göre bu sonucu doğuran, Arendt‘in çalıĢmalarının biyosiyasal perspektiften yoksun olmasıdır. Biyosiyaset, zoē‘ninbios‘tan yalıtılması yoluyla iĢler; oysa Arendt‘in siyasal düĢüncesinin özü, tam da zoē ve bios ayrımına dayanır. Arendt‘in kurucu iktidarını kurulu iktidara bağımlı kılan, zoē‟ninbios‘a dönüĢmesinin öngörülmüĢ olmasıdır. Zoē‘nin insanlığı ancak bios içinde sağlanabilmektedir. Ġnsanın siyasal varoluĢ kapasitesine sahip bir varlık olarak tanımlanması aynı zamanda çıplak hayatın olumsuzlanmasını içermektedir. Bu bir dıĢ olmaksızın siyasal alanın 7 kurulamayacağını ifade eder. Bu nedenle biyosiyaset, siyasetin çıplak hayat üzerinden iĢlemesi anlamına geldiği ölçüde Arendt, gerek totalitarizmi gerekse mülteciyi üreten mantığı açıklamakta zorlanmaktadır. Nitekim totaliter devletlerin mutlak tahakküm çabasının bir ürünü olarak gördüğü toplama kampının, ancak uç durumlarda mümkün olabileceğini söylerken; Arendt‘in, modern siyaset düzeninin biyosiyasal niteliğini gözden kaçırdığını söylemek mümkündür. Oysa Agamben(2001a: 159) açısından, mutlak tahakkümü hem meĢru hem de gerekli kılan modern siyaset düzeninin kendisidir. Totalitarizm ve insan hakları sorunu ―çağımızda siyasetin tamamen bir biyosiyasete dönüĢmesinin‖ sonucudur. Bu açıdan ―insan hakları öncelikle çıplak doğal hayatın ulus-devletin hukuki-siyasal düzenine iĢleniminin asli figürünü temsil etmektedir. Bu bağlamda, mülteci, Agamben‘e(2009a: 49) göre, ―devlet/ulus/toprak teslisini menteĢelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.‖ O halde, Agamben‘in mültecinin kurucu iktidarını nasıl tanımladığı sorusu önem kazanmaktadır. Herhangi bir devlete ve toprağa ait olmamayla tanımlanan mültecinin siyasal öznelliği, çıplak hayatın ―yurttaĢlığa‖ kabul edilmesini nasıl temsil edebilir? Agamben‘e göre, dıĢlama pratiklerine dayanmayan bir birlikte yaĢamın kurulabilmesi mülteciyi, hem epistemolojik hem de ontolojik anlamda merkez almayı gerektirmektedir. Mülteci, modern hukuksal-siyasal düzenin temel aldığı epistemolojinin bir yansıması olduğu gibi dıĢlayıcı olmayan yeni siyaset pratiklerinin öznesidir de. Bu nedenle, insan haklarının paradoksunun çözümü, Agamben‘e göre, yurttaĢlığı göç halinde bir yurttaĢlık olarak yeniden kavramlaĢtırmayı gerektirmektedir. Siyasal topluluk, bir ulus-devletin egemenlik sahasının sınırları içinde geçerliliği olan bir birliktelik olarak değil, ―herkesin bir toplu göç ya da iltica halinde olacağı, egemenlik sınırı olmayan ya da bir kısmı hep bu sınırların dıĢında kalan bir alan‖ olarak görülebilir (Agamben, 2009a: 51). Kurucu ilkesi yurttaĢın ius‘undan (hak) ziyade bireyin refugium‘u (iltica) olan bu alan ―herhangi bir homojen ulusal bölgeyle ya da bu bölgelerin topografik toplamıyla örtüĢen bir durum arz etmeden, bu bölgeler üzerinde delikler oluĢturan ya da bu bölgeleri topolojik olarak Klein ĢiĢesi ya da Möbius Ģeridi gibi içeri ve dıĢarının birbirlerini hem belirlediği hem de belirsiz kıldığı bir tarzda bölümleyen bir etkinlik içerisinde olacaktır‖(Agamben, 2009a: 51). Böylece karĢılıklı olarak egemenlik sınırıyla birbirinden ayrılan ulus-devletlerin yerini, Derrida‘nın(Derrida, 2005) sığınma kentleri önerisinde de karĢılığını bulan, dünya Ģehirleri alacaktır. HERHANGĠ VARLIKLARIN SĠYASETĠ Agamben, Batı siyasetini iĢleten antropolojik makinenin belirleyici özelliğinin, hayatı kendi içinde bölerek anlamlandırmak olduğuna dikkat çeker. Totalitarizm, kamp veya mülteci, hayatı, kendi biçiminden yalıtarak iĢleyen antropolojik makinenin ürünleridir. Ġnsan-hayvan ayrımını AlmanYahudi, yurttaĢ-mülteci ayrımına dönüĢtüren antropolojik makinenin iĢleyiĢini durdurmak ve kendi biçiminden yalıtılamayan bir varoluĢ olarak hayatı mümkün kılmak ―gelmekte olan birlikteliği‖ (ComingCommunity) hedefleyen bir öznellik ve siyasal eylem biçimini gerektirmektedir (Magnuson, 2008: 83). Kendi varlığından baĢka herhangi bir aidiyet biçimine dayanmayan ―herhangi tikelliklerin‖ (WhateverSingularities) birlikte varoluĢ tarzı anlamına gelen ―gelmekte olan birliktelik,‖ Agamben‘e göre, potansiyel ve edimsel ontolojilerinin yeniden düĢünülmesini öngörür. Sadece bu tür bir siyaset biçimi, egemenliğin iĢlemek için gereksinim duyduğu yaĢam biçimini bölen ayrımlara son verme potansiyeline sahiptir (Passavant, 2007). Agamben‘e(2001b: 1) göre, ―gelmekte olan varlık herhangi varlıktır‖ (Thecomingbeing is whateverbeing). Bu cümlede geçen iki terim de Agamben‘in önerdiği siyaset kavramının iki temel öğesini oluĢturur. Egemenliğe dayanmayan ve dıĢlayanı olmayan; dolayısıyla ne varlığını Ģiddete borçlu olan ne de istikrarı için Ģiddete gereksinim duyan yegâne siyasal topluluk biçimi herhangi tikelliklerden oluĢan ―gelmekte olan birlikteliktir.‖ Bu cümledeki ―herhangi‖ (Whatever) ifadesi, ne evrensel ne de bireysel bir varoluĢa atıf yapar (Edkins, 2007: 73).Agamben‘in(2001b: 1) deyiĢiyle, herhangi ―tikellik bilgiyi, bireysel olanın tanımlanamazlığıyla evrensel olanın tasavvur edilemezliği arasında seçim yapmaya zorlayan hatalı ikilemden kurtulmuĢtur.‖ Herhangi tikellik, ―kendi baĢına varlığa‖ (such as it is) iĢaret eder. Bu bağlamda, kendi baĢına varlık olarak herhangi tikellik, onu bir ulusa, toprağa, dine, kimliğe, sınıfa veya cinsiyete (kızıl, Fransız, Müslüman vb.) ait kılan tanımlayıcı özelliklerinden sıyrılmıĢtır. Böylece, herhangi birliktelik, ortak bir kimliği veya siyasal projeyi paylaĢmayan varlıkların birlikte varoluĢu anlamında (Jean-Luc Nancy‘nin ―-ile varoluĢ‖ kavramından farklı olarak) bir birlikte yaĢama iĢaret eder. 8 Bu bağlamda, herhangi varlığın öznesi olduğu siyaset, toplumsal hareketlerde ve kimlik mücadelelerinde karĢımıza çıkan siyaset biçimlerinden temelde farklıdır. Her Ģeyden önce, ―devlete karĢı mücadele ederken toplumsal olanın olumlanmasını‖ içermeyen bir siyaset biçimine dayanır(Agamben, 2001b: 84). Agamben‘e göre, toplumsal hareketler ya belirli taleplerin tanınması çağrısında buluĢurlar ya da açıkça paylaĢılan bir kimlik temelinde bir araya gelirler. Herhangi tikel varlıkların ayırıcı özelliği ise, bu tür bir toplumsal hareketi Ģekillendirebilecek olmamalarıdır. Bunun nedeni, Agamben‘inBadiou‘ya dayanarak söylediği gibi, ―ne savunulması gereken bir kimliğe ne de tanınması için mücadele edilen bir aidiyet iliĢkisine sahip‖olmalarıdır(Agamben, 2001b: 85).Agamben, bu noktaya özellikle dikkat çeker. Çünkü ―devlet son tahlilde her zaman herhangi bir kimlik talebini tanıyabilir –hatta Devletin sınırları içinde bir Devlet kimliğini bile‖(Agamben, 2001b: 85). Bu türden talepler devletin meĢruiyet alanını yeniden üretmesine yardımcı olan; devletin her zaman ihtiyaç duyduğu türden taleplerdir. Egemen iktidarın dayanak noktasını oluĢturan içermedıĢlama pratiklerini sorgulamak ya da onu kesintiye uğratmaya çalıĢmak gibi bir amaç taĢımayan tanınma siyasetleri, devlet tarafından hoĢgörüyle karĢılanırlar. Agamben‘e(2009b: 79-80) göre, ―böyle bir mücadelenin ardından gelecek barıĢ, karĢılıklı kırılgan tanımayı kurumsallaĢtıran bir uzlaĢımdan ibarettir. Böyle bir barıĢ her durumda devletin ve hukukun barıĢıdır.‖ Diğer taraftan, bir devletin, ―herhangi bir kimliği olumlamaksızın bir birlikteliği Ģekillendiren tikel varlıklara, temsil edilebilir herhangi bir aidiyet iliĢkisi olmaksızın birlikte var olmaya çalıĢan insanlara (yalnızca bir varsayım olarak bile)‖ hoĢgörüyle bakması düĢünülemez(Agamben,2001b: 85). Agamben‘in(2001b: 85) deyiĢiyle, ―herhangi varlığın bir kimliği iĢgal etmeksizin kendi baĢına olanaklılığı, devletin üstesinden gelemeyeceği bir tehdittir.‖ Agamben‘in bu sonuca varması, onun hayat ve hukuk arasında kurduğu iliĢkinin bir sonucu olarak görülebilir. Egemen iktidar, varlığını hayatın hukuk alanına sokulmasına borçludur. Bu nedenle devredilemez haklara sahip bir özne olarak yurttaĢın hukuki statüsü ve insanın kutsallığı anlayıĢı, çıplak hayatın egemen iktidar tarafından siyasal-hukuksal düzene dâhil edilerek dıĢlanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Agamben (2001a: 175), yurttaĢ hakları hareketi, insan hakları siyaseti veya insaniyetçilik (Humanitarianism) gibi hak eksenli talep veya tanınma mücadelelerini, insanın kutsallığı varsayımıyla hareket ettikleri ölçüde, egemenle gizli bir dayanıĢma içinde olan eylem biçimleri olarak değerlendirir. ―Son tahlilde, insani(yetçi) örgütler (…) insan hayatını yalnızca çıplak ya da kutsal hayat figüründe kavrayabiliyor ve dolayısıyla da, kendilerine rağmen, aslında karĢı koymaları gereken güçlerle gizli bir dayanıĢma içinde bulunuyorlar‖ (Agamben, 2001a: 175). Hem egemen iktidar hem de ona karĢı mücadele eden gruplar, çıplak hayatı, eylemlerinin öznesi veya nesnesi kılmaktadır. Agamben‘in herhangi varlığın siyasal öznelliğini, toplumsal mücadele veya tanınma siyasetlerinden neden ayırmaya ihtiyaç duyduğu bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Bu tür mücadeleler, egemen iktidara benzer Ģekilde, hayat üzerinde ayrımlar yapan veya sınırlar çizen bir siyaset biçimi ekseninde Ģekillenmektedirler. Agamben‘in amacı, egemen iktidarı, istisna hali kararında açığa çıkan zoēve biosayrımının bir yansıması olarak sınırlı bir çerçevede değerlendirmek değildir. Zoē-bios ayrımının egemen iktidara içkin olduğunu göstermek ve bu ayrımın yansıttığı egemenlik mantığının modern siyaset pratiğine hâkim olmasının doğurduğu açmazları sergilemektir. Burada açmaz, egemenliği kuran kurucu iktidar ve egemenlik yerleĢtiğinde oluĢan kurulu iktidar arasında doğan ayrımın aĢılamaması bağlamında ortaya çıkmaktadır. Agamben‘in(2001a: 175) Schmitt‘e dayanarak söylediği gibi, kurucu iktidar ya da anayasama gücü, ―bütün anayasal yasama prosedürlerinden önce gelen ve bunların üstünde olan‖ ve ―hukuksal kurallar düzenine indirgenemeyen ve aynı zamanda da egemen iktidardan teorik olarak farklı olan bir güce‖ iĢaret eder. Bu açıdan bakıldığında gerek egemen iktidar gerekse Sieyes‘denNegri‘ye farklı Ģekillerde karĢımıza çıkan kurucu iktidar, hukuk kurallarını aĢan bir güce karĢılık gelmektedir. Agamben bu bağlamda Ģu soruyu sorar: hukuksal-siyasal düzenin oluĢumundan önce gelen ve meĢruiyetini kendi yaratıcı gücünden alan kurucu iktidar, istisnaya karar vererek hayatı bir belirsizlik mıntıkasında tutan egemen yasaklamanın yapısından ne ölçüde farklıdır? Kurucu iktidar ile egemen iktidar arasında herhangi bir farklılık söz konusu mudur? Agamben‘in(2001a: 63) bu sorulara verdiği cevap olumsuzdur: ―Anayasama gücünün ne anayasal düzenden türeyen ne de kendisini böyle bir anayasal düzen tesis etmekle sınırlayan bir Ģey olmadığı (…) gerçeği anayasama gücünün egemen iktidardan ne anlamda ayrıldığı konusunda bize herhangi bir 9 bilgi sunmuyor (…) egemenliğin yasak-yapısına iliĢkin yaptığımız analiz doğru ise, bu sıfatlar [kurucu iktidara iliĢkin sıfatlar] aslında egemen iktidarda da mevcuttur [bu nedenle] anayasama gücünü egemen güçten ayıracak herhangi bir kriter‖ bulunamaz. Agamben‘e göre bu açmaza neyin yol açtığının anlaĢılabilmesi için kurucu iktidarın ontolojisinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Kurucu iktidarın egemen yasaklamanın veya egemen iktidarın yapısıyla ne ölçüde örtüĢtüğü; kurucu iktidarın egemen iktidardan farklılaĢmasının mümkün olup olmadığı soruları bu çerçevede anlam kazanıyor. Agamben‘e(2001a: 63) göre, bu sorunun kökeni, kurucu iktidar ile kurulu iktidar arasındaki ―çözümlenmemiĢ diyalektiğin potansiyel ile edimsel/fiili arasındaki iliĢkinin yeniden eklemlenmesine‖ yol açmıĢ olmasında yatar. Bu nedenle, kurucu iktidar kavramının, ―ontolojik kip kategorilerinin kendi bütünlükleri içinde yeniden düĢünülme‖si gerekir (Agamben, 2001a: 63). Siyasetin, siyaset felsefesi alanından ilk felsefe alanına yani kendi ontolojik konumuna iadesi anlamına gelen bu strateji, kurucu iktidarı egemenliğe bağlayan düğümü çözebilecek olan olabilirlik ile gerçeklik ve olumsallık ile zorunluluk arasındaki iliĢkinin yeniden ele alınmasına iĢaret eder. Agamben‘e(2001a: 63) göre ―egemen yasaktan tamamen kurtulmuĢ bir anayasama gücü tasavvur etmenin tek yolu, potansiyel ile edimsel (actual) arasındaki iliĢkiyi farklı bir biçimde ele almaktan (…) geçiyor. Edimselin önceliği ve bunun potansiyelle olan iliĢkisi üzerine kurulu olan ontolojinin yerine yeni ve tutarlı (…) bir potansiyel ontolojisi ikame edilene dek, egemenliğin çıkmazlarından arındırılmıĢ bir siyaset teorisi, tasavvuru imkânsız bir Ģey olarak kalacaktır.‖ Buna göre, Agamben (1999), Aristoteles‘in Metafizik‘inin Sekizinci Kitabında incelediği potansiyel ile edimsel arasındaki iliĢkiyi egemen yasaklamanın yapısıyla potansiyelin yapısı arasındaki benzerliği aydınlatmak için kullanır. Egemen yasaklamanın ―geçerliliğini artık geçerli olmamayla sürdürmesi‖ gibi potansiyelde ―edimsel bağlamında kendisini tam da sahip olduğu olmama kabiliyetiyle yaĢatıyor‖ (Agamben, 2001a: 66).Agamben açısından egemenliği ve egemen yasaklamayı aĢmak için, potansiyeli edimselle herhangi bir iliĢki içinde olmaksızın düĢünmek gerekir. Bunun için de öncelikle potansiyel ve edimsel arasındaki kategorik ayrım bir kenara bırakılmalı ve hem potansiyel, edimselin bir formu olarak hem de edimsel, potansiyelin bir formu olarak tasavvur edilmelidir. Çünkü Agamben‘e(2009c: 65) göre iktidar her Ģeyden önce ―potansiyelin kendi eyleminden yalıtılması‖ veya ―potansiyelin örgütlenmesi‖ anlamına gelir. Potansiyelin eylemini gerçekleĢtirmek onu edimsel formunda bir dıĢarısı olmadan düĢünmeyi gerektirir. Agamben‘e göre bu, ontoloji ve siyasetin her türlü egemen yasaklama iliĢkisinin ötesinde düĢünülebilmesi için bir zemin oluĢturmaktadır. Agamben(2001a: 63) açısından, kurucu iktidarın, Negri‘nin savunduğu gibi, ―kendisini hiçbir Ģekilde anayasama gücü (kurulu iktidar) içinde tüketmiyor olması yeterli değildir (çünkü) egemen iktidar da, asla edimsel alanına geçmeden, kendisini sonsuz dek idame ettirebilir.‖ Bu nedenle, ―hem egemenlik ilkesinden tamamen kurtulmuĢ bir potansiyel tesisi tasavvur etmek hem de kendisini anayasal güce bağlayan yasağı tamamen kıran bir anayasama gücü tasavvur etmek çok zordur.‖ (Agamben, 2001a: 63). Bu durumda yapılması gereken tek Ģey, ―potansiyelin varoluĢunu, edimsel formundaki –hatta yasaklama uç biçiminde ve olmama potansiyeli olarak, potansiyelin gerçekleĢimi ve tezahürü olarak edimsel biçiminde bile- Varlıkla hiçbir iliĢki kurmadan düĢünmektir‖(Agamben, 2001a: 67). Ancak bu Agamben‘in de kabul ettiği gibi, mantıksal bir sorun olmaktan çok siyasal bir sorundur. Çıplak hayatın artık ne devlet düzeni içinde ne de insan hakları görünümünde dıĢlandığı ve istisna tutulduğu bir siyaset biçimini gerektirir. Agamben, çıplak hayatın öznesi olduğu biyosiyasal bedenin, hayatı biçiminden ayırmanın artık mümkün olmadığı bir varlığa dönüĢmesi anlamında ―yaĢam biçimi‖ (form of life) olarak adlandırır. ―YaĢam biçimi‖, gelmekte olan birlikteliğin herhangi varlığı gibi, ―dil içindeki varlığın aidiyeti dıĢında‖ her türlü aidiyeti ve özdeĢliği reddeder (Agamben, 2001b: 84). YaĢam biçimi ya da herhangi varlıklar, devletin ve egemen iktidarın asıl düĢmanıdır (Agamben, 2001b: 85). Bu bakımdan gelmekte olan birlikteliği öngören siyaset, ―devlet iktidarının ele geçirilmesi veya kontrol altına alınması mücadelesinden çok Devlet ile devlet-olmayan (insanlık) arasındaki bir mücadeledir, herhangi tikeller ile devlet örgütlenmesi arasındaki üstesinden gelinemez bir kopuĢtur (Agamben, 2001b, s. 84). 10 KAYNAKÇA Agamben, G.(1999).―On Potentiality‖.Potentialities: CollectedEssays in Philosophy içinde, çev. D. H. Roazen Stanford: Stanford UniversityPress, ss. 177-185. Agamben, G.(2001a).Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. çev. Ġsmail Türkmen, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Agamben, G.(2001b).TheComingCommunity. çev. M. Hardt, Minneapolis: University of Minnesota, Agamben, G.(2009a). ―Biz Mülteciler‖. çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar. Agamben, G.(2009b).―BarıĢ Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları, Agamben, G.(2009c).―Ġktidar Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları Arendt, H. (1977).On Revolution. New York: PenguinBooks Arendt, H. (1978).―We, Refugees‖,TheJew as Pariah: Jewish Identity andPolitics in the Modern Age içinde, der. R. H. Feldman, GrovePress Arendt, H. (2009). ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Haklarının Sonu‖.Totalitarizmin Kaynakları/2: Emperyalizm içinde, çev. B. S. ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, ss. 255-294. Balibar, E.(2008b).―Bir Zulüm Topografyası Dizini: Global ġiddet Döneminde Medenilik ve YurttaĢlık‖.Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları Balibar, E.(2008c). ―Topluluksuz YurttaĢlık‖,.Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008e). ―YurttaĢlık Yasası ya da Irk Ayrımı‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları, Balibar, E.(2008f). ―Dünyanın Sınırları Politik Sınırlar‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008g). ―Dertli Avrupa: ĠnĢa Altında Demokrasi‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008h).―Demokratik YurttaĢlık ya da Popüler Egemenlik: Avrupa‘da Anayasal TartıĢmalar Üzerine‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Bauman, Z. (2009). ―ParçalanmıĢ Birlik‖, Akışkan Aşk içinde, çev. I. Ergüden, Ġstanbul: Versus Yayınları. BMMYK (BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği) 1997 DünyaMültecilerininDurumu (1997-1998), Oxford University Press [TürkçeBaskıyıhazırlayan] Ankara: BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği Benhabib, S. (2006).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘: HannahArendt‘in Ulus-Devletin ÇeliĢkileri Üzerine GörüĢleri‖, Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar içinde, çev. B. Akkıyal, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Bottomore, T.(2006). ―Kırk Yıl Sonra YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Castles, S., Miller, M. J. (2008).‗‘Göçler Çağı: Modern Dünya‘da Uluslararası Göç Hareketleri‘‘. çev. B. U. Bal ve Ġ. Akbulut, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Çelebi, A.(2009).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘ ya da Siyasal Haklar: Ġnsan Hakları Üzerine Bir Deneme‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar Deranty, J.P. (2004). ―Agamben‘s Challenge toNormativeTheories of Modern Rights‖, 11 BorderlandseJournal, v. 3, n. 1. Derrida, J. (2005).―Kozmopolitizm Üzerine‖, Bağışlama ve Kozmopolitizm için, çev. A. Utku ve M. Erkan, Ġstanbul: Birey Yayınları, ss. 15-37. Edkins, J.(2007). ―WhateverPolitics‖, Sovereignityand Life içinde, der. M. Calarco, S. DeCaroli, çev. K. Attel, California, Stanford: Stanford UniversityPress. Hamacher, W.(2004). ―The Right toHaveRights AtlanticQuarterly, 103:2/3, Spring/Summer. (Four-and-a-Half-Remarks)‖, The South Haverkamp, A.(2005). ―Anagrammatics of Violence: TheBenjaminianGround of Homo Sacer‖, CardozaLawReview, v. 26, n. 3, ss. 995-1003. Magnuson, R.(2008). ―JustBarely: Agamben‘s Reading of Bare Life FromBenjamin‘sCritique of Violence”, Strategies of Critique, v. 1, n. 1, Spring. Marshall, T. H.(2006). ―YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Mutman, M. (2009). ―Ġnsanlığın Kıyısında: Haklar‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, no. 4, Bahar. Nancy, J.L. (2010). ―Ġle-Olmak ve Demokrasi‖, Demokrasinin Doğruluğu içinde, çev. A. KarakıĢ, Ġstanbul: Monokl, ss. 73-96. Negri, A.(1999). Insurgencies: ConstituentPowerandthe Modern State, çev. M. Boscagli, Minnesota: Universityof Minnesota Press. Passavant, P. A. (2007). ―TheContradictoryState of Giorgio Agamben‖, PoliticalTheory, v. 15, n. 2, April, ss. 147-174. Rancière, J. (2005).Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe. çev. H. Hünler, Ġzmir: Aralık Yayınları. Rancière, J. (2006).―Siyaset, ÖzdeĢleĢme, ÖzneleĢme‖, Siyasalın Kıyısında içinde, çev. A. U. Kılıç, Ġstanbul: Metis, ss. 71-81. Rancière, J. (2009). ―Ġnsan Hakları‘nın Öznesi Kimdir?‖, çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl. 3, sayı: 4, Bahar. Reemtsma, J. P. (1998). Vahşeti Kavramak: İnsan Zulmünü Açıklama Denemeleri, çev. E. AteĢmen, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Salter, M. (2008). ―WhentheExceptionBecomestheRule: Borders, SovereigntyandCitizenship‖, CitizenshipStudies, v. 12, n. 4, August, ss. 365-380. 12 AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‟DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE Fuat GÜLLÜPINAR1 ÖZET Avrupa Birliği ülkelerinde ve Almanya‘da özellikle Türkiyeli göçmenlerin eğitim ve emek piyasasındaki oldukça dezavantajlı pozisyonları, basitçe insan sermayesi eksikliği ve onların entegrasyon süreçlerine olan isteksizlikleri gibi faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaĢık ve kitlesel bir durumdur. Bu çalıĢmada, Almanya‘da kurumsal dıĢlama ve ayrımcılık mekanizmalarına temel oluĢturan göçmen ve vatandaĢlık politikaları ve yasaları detaylı olarak analiz edilmektedir. AvrupaBirliğiülkelerindeolduğugibi, Almanya‘da da pratiktehaklaroldukçafarklılaĢtırılmıĢveeĢitsiz olarak dağıtılmaktadır.Bu durum, ayrıcalıklı olmayan üçüncü dünya vatandaĢlarının karĢısında yasal olarak korunan ayrıcalıklı yurttaĢlar ayrımı yaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman (Aussiedler), AvrupaBirliğivatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır. Bu tabakalı vatandaĢlık sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin vatandaĢlık kartı ve kökeniniz önemli hale gelmekte ve fark yaratmaktadır. Almanya‘da vatandaĢlığa kabul koĢulları gibi emek piyasasına eriĢim ve aile birleĢmeleri yasaları, hiyerarĢik olarak sırasıyla Almanlar, Avrupa Birliği vatandaĢları ve üçüncü dünya vatandaĢlarına göre değiĢen, oldukça seçici ve ayrımcı bir Ģekilde uygulanmaktadır. Anahtar Kelimeler:Avrupa Birliği, Türkiyeli Göçmenler, Hiyerarşi, Vatandaşlık, Emek Piyasası, Almanya. ABSTRACT The very disadvantaged position of Turkish migrants with in the context of education and labor market of European Unioan and Germany is massive and quite complex, which could not be simply explained by the factors like their lack of social capital and unwillingness to the integration process. Focused on the thesis of hierarcy of citizenships, the suggestion of the article is to analyze the policies of migration and citizenship, which give rise to the institutional exclusion and discrimination. The rights of citizenship are highly differential and unequal in Germany. This creates the distinction of privileged citizens—Germancitizens, ethnicGermans, Aussiedler, EU, non-EU, privilegednon-EU— are legally enshrined as againstnon-privileged non-EU citizens. In the system of hierarchical citizenship, the practice of rights functions in terms of nationality, residencelength, status, and incomelevel. Among these criteria, the country of origin/citizenship matters and makes a difference. The laws of labor market access, like the other legislation on naturalization, family reunification, educationetc is highly selective and discriminatory in Germany, which hierarchically acquire a different character for Turkish migrants and the third country nationals. Keywords: European Union, Turkish Migrants, Hierarchy, Citizenship, Labor Market, Germany. GĠRĠġ Bu çalıĢma, Avrupa Birliğinde ve Almanya‘da uygulanan göç politikalarının emek piyasası, sosyal yardım ve aile birleĢmeleri açısından ―farklılaĢtırılmıĢ yasal statüler ve göçmen kategorileri‖ ortaya çıkardığını öne sürmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği içinde yurttaĢlığın doğasının hala ―ayrımcı,‖ 1 Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, fgullupinar@anadolu.edu.tr 13 ―dıĢlayıcı,‖ ve ―hiyerarĢik‖ olmaya devam ettiğini söylemek pek de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan güçlü bir devlet mekanizması haline gelmiĢtir. Abadan-Unat‘a (1992: 404) göre Almanya ve Avrupa‘da iki çeliĢkili yaklaĢım söz konusudur. Birincisi, göçmen bireyler ve çocukları, gerekli nitelikleri taĢıdığında birbirleriyle geniĢ bir toplumsal alanda herkese açık ekonomik rekabet içine özgürce girebilmektedir. Ġkincisi, çoğulcu toplumun bir gereği olarak, toplumsal taleplerin gerçekleĢtirilmesi ve ifadesinde ise farklı kurumların ayrıcalıklı ve dikkatlice bölünmüĢ sosyal ve siyasal alana katıldıklarını gözlemliyoruz. Bu alanlara katılımlar münhasıran büyük ölçüde Avrupalı yurttaĢlara ayrılmıĢtır. Bu durum kültürel engellerin ne denli kuvvetli olduğunu göstermektedir: göçmenler veya yurttaĢlar, taleplerinin önüne dini bir etiket koyduğunda Müslüman kimliklerini muhafaza ediyorlar ve entegre olmamakla ve tek yönlü bir bakıĢa sahip olmakla suçlanıyorlar. Ancak bu noktada, göçmenler ve çocuklarının bir bakıma karĢılaĢtıkları sınırlamalar, engeller ve ayrımcılık sonucunda bu rolü oynamaya zorlanmaktadır denilebilir. Michael Walzer yurttaĢların, yurttaĢ olmayanlar ve yabancılar üzerindeki tahakkümünün, muhtemelen insanlık tarihindeki en barbar despotluk biçimi olarak karĢımıza çıktığını ifade etmektedir (aktaran, Ignatieff, 1987: 402). Lockwood (1996)‘un ortaya attığı ve Morris (1997, 2000, 2001, 2007)‘in geliĢtirdiği ―tabakalı yurttaĢlık‖ (civicstratification) tezi; tüm göçmenlere yönelik olarak özel olarak düzenlenmiĢ yasaların yanında emek piyasası, eğitim, hakkı, sosyal yardım ve aile birleĢmesi açısından farklılaĢtırılmıĢ yasal statülerin ve göçmen kategorilerinin, tabakalaĢmıĢ bir yurttaĢlık hiyerarĢisi yarattığını ileri sürmektedir. Genel olarak II. Dünya savaĢı sonrası Avrupa‘da göçmenlere hakların verilmesi ya da alıkonulması için oluĢturulmuĢ karmaĢık bir yasal statüler sistemi üzerinden göçmenler için farklılaĢtırılmıĢ hakların geniĢletilmesine tanık oluyoruz. Bu tabakalı haklar sisteminde, göç düzenlemeleri/mevzuatı ciddi bir Ģekilde göçmenlerin ve onların çocuklarının geldikleri ülkelerde onların emek piyasası, sosyal yardımlar, kaynaklar, kamusal destek, siyasal hak ve diğer haklara eriĢimlerini reddederek veya sınırlandırarak, fırsatlara ulaĢmasını sınırlandırmakta ve deneyimlerini olumsuz bir biçimde Ģekillendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde II. dünya savaĢında bu yana uygulamaya konulan göç politikaları kapsamında göçmenlere sağlanan haklar oldukça farklılaĢtırılmıĢ ve eĢitsizdir. Bu durum, ayrıcalıklı olmayanüçüncüdünyavatandaĢlarınakarĢıyasalolarakkorunan ayrıcalıklı yurttaĢlarayrımıyaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman (Aussiedler), AB vatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır.Bu tabakalı yurttaĢlık sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin yurttaĢlık kartı ve sahip olunan köken herhangi bir hak sahibi olabilmek için bir bariyer olma özelliğini hala korumaktadır. ALMANYA‟DA EĞĠTĠM YOLUYLA BÜTÜNLEġME: AġAĞIYA MI YUKARIYA MI? Almanya‘da eğitim alanında Ģu soruların cevabı oldukça kritiktir: Almanya‘daki eğitim politikaları kültürel çeĢitliliğin tanınması noktasında eĢit fırsatlar sunmakta mıdır? Eğitim ve emek piyasasına ulaĢma diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya‘da da etnik gruplar için hala büyük bir eĢitsizlik ve dıĢlayıcılık unsuru mudur? Okul performanslarını ölçen PISA gibi uluslararası eğitim araĢtırmaları da gösteriyor ki, mevcut hareket alanının en iyi Ģekilde kullanılması konusunda Alman okul sistemi göçmenlere özellikle de Türkiye kökenli olanlara pek de uygun koĢullar sunmamaktadır. Burada ait olunan sosyal grup ve sınıfla yüksek performans elde etme fırsatı arasında sıkı bir bağ görünmektedir. Özellikle göçmen kökenine sahip ailelerin çocuklarında bu daha da bariz bir Ģekilde kendini göstermektedir. Bu öğrencilerin iyi bir metin okuma düzeyi ya da matematik ve fen bilimlerinde yüksek bir seviye yakalama Ģansları, diğer ülkelerdeki benzer çocuklara oranla çok daha düĢüktür. Ekonomik ĠĢbirliği ve Kalkınma TeĢkilatı (OECD) tarafından hazırlatılan WhereImmigrantStudentsSucceed(Göçmen Öğrencilerin Başarılı Oldukları Yerler) baĢlıklı uluslararası mukayese araĢtırmasının sonuçları, bu konuda çok daha somut veriler ortaya koymaktadır. PISA Eğitim AraĢtırması sonuçları ise hayli endiĢe verici boyutlarda. Buna göre ―ikinci kuĢak― olarak adlandırılan, Almanya‘da doğup büyüyen ve göçmen kökenli ailelere mensup çocukların iyi bir eğitim alma Ģansları, birinci kuĢak göçmenlere nazaran çok daha az görünmektedir. Bu ise mevcut deneyim ve beklentilerle çeliĢmektedir: Zira 14 normalde bir insan, göç ettiği ülkede ne kadar uzun süredir yaĢıyorsa, iyi bir eğitim görme Ģansı da bir o kadar yüksektir. Almanya‘da ise bunun tam tersi bir durum söz konusu (Gogolin, 2010). Almanya‘daki Türk göçmenlerin ve onların çocuklarının dıĢlanmıĢlığının ve marjinalleĢmelerinin semptomatik göstergeleri temel olarak, yüksek iĢsizlik ve düĢük eğitim düzeyidir. Türk gençlerinin bu aĢağıya doğru sosyal hareketliliği basitçe onların iĢ piyasasında ve eğitim baĢarısı için gerekli olan sosyo-kültürel sermayeye sahip olmamasıyla açıklanamaz. Almanya‘da Türk gençlerinin eğitim, ekonomi ve sosyal alanlardaki marjinal konumlarının nedeni, onların sahip oldukları sosyal ve kültürel sermayenin yetersizliği, entegre olma konusundaki isteksizlikleri veya yeteneksizlikleri değil, Alman eğitim sisteminin Türkiyeli ve diğer göçmenleri sürekli olarak dıĢlayan ve marjinalleĢtiren yapısal özelliklerinden (eleyici ve seçici olması, tavsiye sisteminin baĢarısızlığı, kurumsal dıĢlayıcılık, kültürlerarası eğitimin eksikliği vb.) kaynaklandığı iddia edilebilir. Genel olarak, eğitimdeki aĢağıya doğru hareketlilik ve eğitimdeki baĢarısızlık konusu göç ve eğitim yazınında hacimli bir yer tutmaktadır. Türk göçmen çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıklarının nedenlerini araĢtıran akademisyenler arasında iki ana yaklaĢım dikkati çekmektedir. Birinci grup teorisyenler daha çok Türk göçmenlerin göç ettikleri Alman toplumuna ―kültürel yabancılıklarına veya kültürel uzaklıklarına‖ (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003) dikkat çekerken, ikinci grup teorisyenler ise Alman eğitim sistemindeki eĢitsiz koĢullar ve kurumsal dıĢlayıcılık uygulamaları üzerine vurgu yapmaktadır (Gomolla ve Radtke, 2007). Birinci argüman, genellikle ebeveynlerin düĢük eğitim düzeyi, bilgi eksiklikleri, entegrasyon konusundaki isteksizlik ve yeteneksizlikleri, çocukların okul kariyerlerinde çok önemli olduğu düĢünülen eğitime para ve zaman açısından yeterli yatırımı yapmadıkları üzerinde durmaktadır (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003). Bunun yanı sıra, Türk çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıkları, oldukça geleneksel ve Müslüman geçmiĢleriyle iliĢkilendirilmektedir. Bu anlamda, göçmenler içindeki ―en zor‖ entegre olan grubun büyük ölçüde Türk göçmenler olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden bu akademisyenler devamlı olarak yeni gelen göçmenlerin ulusal politikalara entegre olup olamadığını sorgulamaktadırlar (Crul ve Schneider, 2009). Ancak ikinci grup akademisyenlerin içinde bulunan Gomolla ve Radtke (2007: 278-85) ise Almanya‘da sosyal tabakalaĢmaya yol açan Türk göçmenlerine ve çocuklarına karĢı doğrudan ve dolaylı ayrımcılık uygulamalarının devam ettiğini ve bu durumunda sistematik olarak göç geçmiĢi olan çocukların dezavantajlı konumlarını pekiĢtirdiğini ve yeniden ürettiğini iddia etmektedir. Meier‘in (2010) de vurguladığı gibi, Almanya‘da Türk göçmen çocukları ilkokul 4. Sınıftan itibaren sosyal tabakalaĢmayı derinleĢtiren yalıtılmıĢ okul tiplerine yönlendirilmekte ve yönelmektedir. Çünkü bu çocuklara bu yönlendirme yapılmadan önce dil yeteneklerini geliĢtirmeleri için yeterince zaman ve imkân tanınmamaktadır. Türk çocuklarının Alman çocuklar ve diğer göçmen çocuklar karĢısında eğitim alanında daha baĢarısız bir konumda olmalarının çeĢitli varsayımlarla açıklayan önceki araĢtırmalar bu farkları bugüne kadar temel olarak Türk göçmenlerin kendi özellikleri ve yaĢam Ģekillerine dayandırmıĢlardı (Gogolin, 2009: 94). Bir çalıĢmasında HeikeDiefenbach Ģu çıkarsamada bulunmaktadır: Göçmen bir aileden gelen dezavantajlı çocuk ve gençlerin eğitimdeki baĢarısızlıklarının, Alman okullarının beklentileriyle uyuĢmayan kültürel bir gerilikten veya ailelerinin zayıf sosyo-ekonomik koĢullarından kaynaklandığını hiçbir empirik veri doğrulamamaktadır (Diefenbach, 2007; Gogolin, 2009: 94). Almanya‘daki etnik gruplar ve özellikle Türkler bazı Ģehirlerde büyük oranda eğitimin bir disiplin meselesi haline geldiği, yüksek düzeyde öğretmen rotasyonunun olduğu ve daha az kaynakların olduğu mahrumiyet bölgelerinde bulunan okullara devam etmektedirler (Thomson ve Crul, 2007: 1033). Diğer yandan, Türk çocukların eğitimdeki baĢarısızlıklarını sadece bireysel ve ailevi faktörlere odaklanarak açıklayan perspektifler çok sınırlı kalmakta ve okulda, sokakta kurumlardaki uygulamalar, eğitimdeki yapısal sorunlar, seçici ve eleyici eğitim sistemi ve kültürlerarası müfredat eksikliği vb. yapısal faktörleri görmezden gelmektedir. Gomolla ve Radtke (2007), örneğin, kurumsal ayrımcılığın ve okullardaki kurumsal uygulamaların, Almanlar ve göçmenlerin eĢitsiz eğitim baĢarılarında payı olduğunu ortaya 15 koymaktadır. Bu yazarlar, okul tavsiye sisteminin kararlarının önemine vurgu yaparak, bu sistemin göçmen aileden gelen öğrencileri seçerek ve eleyerek onların çoğunu özel eğitim gerektiren ve öğrenme güçlüğü çeken öğrencilerin gittiği Sonderschule gibi ikinci düzey okullara yöneltmektedir. Bu da bilinçli ya da bilinçsiz olarak etnik ayrımcılığa yol açmaktadır. Gomolla ve Radtke‘nin gözlemlerine göre, bu tavsiye kararları (empfhelung), sadece öğrencilerin performansına değil, aynı zamanda öğretmenlerin muhtemel önyargılarına ve bunun yanında bir dizi karmaĢık kurumsal uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bildiğimiz gibi, kurumsal ayrımcılık; etnik ve dini azınlık ve göçmenlerin toplumun çoğunluğu için mevcut olan aynı haklara ve fırsatlara ulaĢmalarını engelleyen, kurumlardaki kural, rutin, yaklaĢım ve davranıĢ kalıplarına iĢaret etmektedir. Bu kurumsal ayrımcılık açıktan veya bilinçsiz bir Ģekilde gerçekleĢebilir. Kurumsal ayrımcılık hem yasal düzenlemelere hem de resmi olmayan sosyal kalıplara dayanmaktadır. Özellikle bazı göçmen grupları doğrudan hedefleyen kurumsal pratikler, yasalar, yönetmelikler tarafsız görünebilir ancak dolaylı etkilere sahiptir. Okuldaki idari uygulamalar (ders aralarında kesinlikle Türkçe konuĢmanın yasaklanması), seçici ve eleyici bir okul sisteminin genel de göçmenleri ama özellikle Türk göçmenleri sürekli olarak dıĢarıda bırakması, öğrencilerin hangi okula devam edeceklerini belirleyen ve öğretmenlerin etkin olduğu tavsiye sisteminin (Empfehlung) Türk çocuklara karĢı adaletli ve eĢit iĢlememesi gibi durumlar kurumsal ayrımcılığın örnekleri sayılabilir. OECD‘nin yaptığı 2003 PĠSA araĢtırması, Türk ikinci kuĢak göçmen çocuklarının Alman çocuklarla kıyaslandığında durumunun vahim olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin, üniversiteye doğrudan geçme Ģansı sağlayan akademik liseler olan Gymnasium‘a yabancı öğrencilerin ancak % 19 devam edebilirken, bu oran Türklerde daha da düĢük seviyelerde kalmaktadır. Almanya‘da göçmen aileden gelen bu çocukların oldukça kötü durumları Alman okul sisteminin hangi okul tipine devam edileceğini belirleyen göreceli olarak erken karar mekanizmasının sonuçları, göçmen aileler üzerinde çok kuvvetli negatif etkilere sahip olmaktadır (PĠSA 2003). Tamamıyla mesleki eğitime hazırlayan okul tipi olan Hauptschule‘ye giden Türk öğrenci sayısı dramatik bir Ģekilde çok yüksektir: Türk öğrenciler % 50 iken Alman öğrenciler % 21 oranında bu okullara devam etmektedir. Bu Türk öğrencilerden ancak yüzden 10‘dan azı Abitur‘a (yükseköğretime kabul için gerekli olan sertifika) ulaĢabilmektedir. Bu oran Almanlarda yaklaĢık yüzde 26 olmaktadır (Schierup, vd. 2006: 159). Ayrıca, göçmen aileden gelen çocukların mesleki eğitime katılım düzeyleri de aynı yaĢtaki Alman öğrencilere (15-16) oranla çok düĢük kalmaktadır: 1999 da % 68 Alman genç mesleki çıraklık eğitimi görürken bu oran genç yabancılar için % 39 seviyesinde kalmaktadır. Ayrıca, genç Türkler tamircilik, kuaförlük ve tezgâhtarlık gibi daha düĢük nitelikli mesleklere kayıt yaptırdığından eğitimlerinin sonunda iĢ fırsatları bulamamaktadırlar. Bu demektir ki Türk çocukları erken yaĢta mesleki eğitime doğru elenmekte ve bunun sonucunda çoğunlukla göçmen ailelerden gelen çocukların çoğunlukta olduğu okullara gitmektedirler. Eğitimin yapısında okul sertifikaları önemli olmakla birlikte, iĢ piyasası açısında mesleki diplomalar ve nitelikler de önemli yer tutmaktadır. Buna rağmen, ilginç olan, Türkler genellikle Almanya‘da mesleki diploma almakta da yetersiz kalmaktadır. Özellikle öğrenme zorluğu çeken çocuklar için tasarlanan Alman Sonderschule okulu temel olarak göçmen çocuklara hizmet etmektedir. Eğer, bu hiçbir özelliği olmayan okullara devam etmiyorsa, Türk öğrencilerin çoğu ikinci derece ve düĢük düzeyli okullara devam etmektedir (Ünver, 2006: 26). Ayrıca, PISA metin okuma testleri de göstermektedir ki, Almanya‘daki ikinci kuĢak göçmen kökenli öğrenciler ve göçmen kökenine sahip olmayan – yani burada doğup büyüyen ailelerin çocukları arasındaki performans uçurumu, birinci kuĢağa nazaran daha da derinleĢmiĢ durumda. Ġngiltere ve Ġsveç gibi göç alan diğer ülkelerdeyse, ikinci kuĢakla kendileri o ülkeye göç eden birinci kuĢak arasındaki fark çok daha az olmaktadır. Bu sonucun pek çok nedeni olmakla birlikte, bunların büyük bir bölümünün aĢılması tek baĢına eğitim sistemine bağlı değildir. Ancak yine de sorunun teĢhis edilmesi çalıĢmalarına eğitim sistemini de dahil etmek yerinde olacaktır. Hareket alanlarının mümkün olan en iyi Ģekilde değerlendirilebilmesi ve Alman eğitim sistemindeki zayıf noktaların keĢfedilmesi için, sınırların ötesine-uyumun eğitim yoluyla tesis edildiği ülkelere bakmak yararlı olabilir (Gogolin, 2010). 16 Bu da demek oluyor ki nitelikli eğitim veya iĢ piyasasına ulaĢmada bireylerin sahip oldukları vatandaĢlık kartının ya da içinden geldikleri toplumun özellikleri hala Almanya‘da ve dolayısıyla Avrupa Birliği‘nde bir bariyer olarak iĢlev görmektedir. Son PĠSA çalıĢmaları Türk çocuklarının marjinal konumlarının devam ettiğini ve göçmen geçmiĢin ve kökenin eğitim ve emek piyasasına ulaĢmada hala önemli bir engel olarak karĢımızda durmakta olduğunu göstermektedir. ALMANYA‟DA YURTTAġLAR ARASINDAKĠ HAKLAR HĠYERARġĠSĠ II. dünya savaĢı sonrası Almanya oldukça yüksek bir göç akınıyla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Her ne kadar Alman yetkililer Almanya‘nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmeseler de 1945 ertesinde Almanya en büyük göçü alan ülkelerden birisi olmuĢtur: en az Amerika‘nın aldığı kadar –örneğin 1991 ve 1992 yıllarında yıllık 1,5 milyondan az olmayacak Ģekilde- toplamda yaklaĢık 20 milyon göçmeni kabul etmek durumunda kalmıĢtır. Almanya ile kıyaslayacak olursak, aynı dönemde Amerika 16 milyon göçmen almıĢtır (Faist, 1994). Ancak, iki ülke arasındaki en dikkat çekici fark; Almanya resmi olarak kendisini hiçbir Ģekilde göçmen ülke olarak görmezken, Amerika‘nın kendisini klasik göçmen ülkelerden biri olarak kabul etmesidir (Canefe, 1998). Bir zamanlar Batı Almanya olup Ģimdi birleĢmiĢ olan Almanya‘da, göçmen ülkesi olmayı kabul etmemek Alman ulusal politikalarının bir parçasıydı. Almanya‘ya gelen göçmenlerin en geniĢ grubunu 1945 sonrasında 8 milyon kadarı bulan doğu Almanya‘dan gelen ve 1989‘dan itibaren dağılan Sovyetlerden gelen ve sayıları 2 milyonu bulan ―etnik Almanlar‖ oluĢturmaktadır. Almanya‘da geleneksel olarak göçün 3 kaynağı vardı: Eski Alman topraklarından Sovyetlerden ve Doğu Avrupa‘dan sürülen, kovulan veya eskiden orada esir kalan Etnik Almanlar (Aussiedler, Vertriebener, Fluchtling), Akdeniz ülkelerinden gelen misafir iĢçiler (Gastarbeiter), ve iltica edenler(Asylant) (Canefe, 1998: 525). Bildiğimiz üzere, Almanya uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmek ve buna yönelik politikalar uygulamak konusunda isteksiz davrandı. Almanya‘nın uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmemesi, hem eğitim, emek piyasası ve yurttaĢlık meselelerinde kurumsal ayrımcı ve dıĢlayıcı politikalar üretmesine hem de Costant vd. (2009)‘nin ―göçmenlerin etnikleĢmesi‖ dediği reaksiyoner göçmen kimliğinin oluĢmasına katkıda bulundu. Bu noktada tabakalı yurttaĢlık tezi, Almanya‘nın entegrasyon ve göçmen politikalarında ―ayrımcı dıĢlayıcılık‖ sisteminin bir örneği olduğunun altını çizmektedir. Resmi olarak ―etnik Almanlar‖ (Aussiedler) olarak tanımlanan insanlar, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği‘nden 1950‘lerden itibaren gelen ve sayıları 4.4 milyonu bulan eski Almanya topraklarındaki Almanlar, esirler ve ailelerinden oluĢan bir gruptur. 1950 ve 1986 yılları arasında yıllık yaklaĢık 20.000 ve 60.000 arası bir etnik Alman göçmenlerinin akıĢı varken, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte 1990‘da 400.000 kiĢi Almanya‘ya giriĢ yapmıĢtır (Liebig, 2007: 15). Almanya‘da sürekli ikamet edecekler gözüyle bakılan Etnik Almanlar baĢka göçmenlerin hiçbirine sunulmayan faizsiz kredi, çifte yurttaĢlık, özel ev uygulaması, özel dil ve eğitim programı, çalıĢma hakkı, sigortaya katkılardan muaf tutulmaktadır. Katkı koĢulundan muaf tutuldukları için bedava emekliliğe sahip olma, iĢsizlik ve engelli yardımlarından yararlanma hakları da sağlanmıĢ olmaktadır (Sainsbury, 2006: 236). Liebig (2007) Alman olarak bu etnik göçmenlerin, Alman emek piyasasında diğer göçmenlerden çok daha iyi bir pozisyona ve eriĢim imkanlarına sahip olduğunu vurgulamaktadır. Etnik Almanlar yaĢlarına göre değiĢen 2000-3000 Euro arasında entegrasyon destek ücreti almaktadır. En kapsamlı entegrasyon yardımını alan grup Etnik Almanlar olmuĢ ve diğer göçmenler (ör: aile birleĢmesiyle gelen göçmenler) ancak istisnai durumlarda yardım alabilmektedir. 1953‘te çıkarılan Federal Mülteci ve Sürgün Yasasına göre, etnik Almanların bazı sosyal hizmetlere ayrıcalıklı eriĢimi mümkün olmuĢtur. Ancak, 1991-1992 yılları arasında, devlet bazı haklarda (mesleki eğitim ve dil kursları) belli ölçülerde sınırlamalara ve indirimlere yönelmiĢtir. Buna rağmen, etnik Almanların bu statüye bağlı olan ayrıcalıkları diğer göçmen kategorileri karĢısında hala devam etmektedir. Görüldüğü üzere, kan bağı (jussanguinis) ilkesi hala Alman ulusçuluğunun bir temeli olarak iĢlev görmektedir. Ancak Alman kanından geliyorsanız, Alman olarak kabul ediliyorsunuz. Kimyasal olarak Alman kanı diğer kanlardan farklı olmadığına göre, bunun kanıtı sosyal bir kanıt olmak 17 durumundadır: Örneğin Alman aileden doğmuĢ olma veya evlilik kayıtlarını kanıtlayarak Alman topluluğuna ait olma ve Alman dilinin kullanılması yoluyla kültürel olarak Alman kültürüne aidiyetin gösterilmesiyle mümkün olacaktır. BaĢka bir deyiĢle, Almanya bir kültür-ulustur (kulturnation) ve bu durum 1871‘de geç bir ulus devlet olarak ortaya çıkması ve bunun yarattığı travmanın bir sonucudur. Yüzyıllardır Alman ulusu politik olmaktan ziyade kültüreldir (Castles (1995: 206). Castles ve Miller‘e göre, bu özel göçmenler (etnik Almanlar) diğer göçmenlerle kıyaslandığında oldukça ayrıcalıklı koĢullara sahiptir ancak kırsal geçmiĢleri ve çoğunun Almanca‘yı iyi bilmemesi nedeniyle Almanya‘da yaĢadıkları kültürel Ģok nedeniyle emek piyasası ve sosyal uyumlarında ciddi problemler yaĢamaktadır (aktaran, Kivisto, 2002: 165). Alman-doğumlu Türkler (akıcı Almanca konuĢan, Almanya‘da etkin bir Ģekilde eğitim alan ve çalıĢan ancak henüz yurttaĢlık almamıĢ olan) ile çok sayıdaki etnik Almanlar (Almanya‘ya geldiklerinde Alman dilini veya kültürü çok az veya hiç bilmeyen ancak otomatik olarak yurttaĢlık verilen) arasındaki tezatlık çok çarpıcıdır. Bu durumun hem moral hem de ekonomik olarak haklılaĢtırılması gittikçe daha zor hale gelmektedir (Howard, 2008: 43). Almanya‘da 1990‘larda birçok konuda bir çifte standart yaĢandığını ifade etmek mümkündür. Almanca bilgisi yurttaĢlığın zorunlu bir koĢulu iken, resmi dil kursları temel olarak etnik Alman göçmenlere yönelik olarak organize edilmiĢtir. Almanlar 1997 yılında 3 milyon etnik Alman‘ların entegrasyonunun güvence altına alınması için 1.5 milyar dolar harcarken, Türklerin entegrasyonu için ayrılan kaynak etnik Almanlara harcanan bu milyarlarca dolarlık bütçenin yanına bile yaklaĢamamaktadır. Aynı durum Almanca dil kursu için de geçerlidir. Örneğin, 2000 yılında etnik Alman ve Yahudi göçmenlerin Almanca dilini geliĢtirmek amacıyla, Almanca dil kursuna 150 milyon dolar harcanmıĢken, Türkiye‘li topluluk için hiç bir ciddi kaynak ayrılmamıĢtır. Bununla birlikte. yabancılar dairesi genel sekreterliğine göre, sadece bu grupların dil ihtiyaçlarını karĢılamak için yılda 600 milyon dolara ihtiyaç vardır (Mueller, 2006: 429). Günümüzde Almanya‘da yaĢayan Türkiye‘li göçmenler ve çocuklarının toplumsal yaĢamın bütün alanlarında yeterince temsil edilmedikleri açıkça söylenebilir: Örneğin, Türkiye‘li göçmenler parlamentoda orantısız bir Ģekilde çok az temsil edilmektedir. Ġkincisi, bu göçmenler ve hatta onların Almanya‘da doğmuĢ ve eğitim almıĢ yeni kuĢak çocukları ciddi Ģekilde yüksek bir iĢsizlik yaĢamaktadır. Yine Türkiye kökenli bu göçmenler orantısız bir Ģekilde Sosyal Yardımlara bağlı olarak yaĢamaktadırlar. Bütün bunların sonucunda göçmenler Avrupa‘nın hemen her yerinde ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır ki bu durum ikinci ve üçüncü kuĢak göçmen çocuklarının fırsatlara ulaĢmasını ciddi oranlarda engellemektedir. Bu sorunlara ek olarak Türkiye‘li göçmenlerin çocukları eğitim alanında sürekli ve mutlak bir baĢarısızlık sarmalı içindedir. Yine bu sorunla yakından ilgili olarak, Türkiye‘li göçmenlerin diploma denkliğinin hala büyük ölçüde kabul edilmemesi neticesinde bu göçmenlerin yeteneksizleĢtirilmesi (de-skilling) ve değersizleĢtirilmesi (devaluation) onların marjinal konumunu pekiĢtirmektedir. Almanya‘da Türkiye kökenlilere yönelik çifte yurttaĢlık uygulamasının kabul edilmemesi ve vatandaĢlığa geçiĢ koĢullarının ağır Ģartlara bağlanması (Vicdan Testi gibi bazı eyaletlerde uygulamaya konulan aĢağılayıcı tutum bunun bir örneği olmaktadır) temel yurttaĢlık ve insan hakları konusunda problemler yaratmaktadır. Almanlar ve göçmenler arasında söz konusu olan hiyerarĢinin en altında çoğu zaman Türkler ve iltica baĢvurusu yapan göçmenler bulunuyor. Mevcut Alman yasaları Almanya‘da yarım asırdır yaĢayan göçmenlere karĢı belli alanlarda hukuki olarak ayrımcılık içermektedir. Örneğin, AB pasaportu olanlar ve Almanlara uygulanmayan ama sadece yabancılara uygulanan bazı düzenlemeler söz konusudur: Sosyal hizmetlerin kısıtlanması, Sosyal yardım baĢvurusu kabul edilmeyenlerin sınır dıĢı edilme ihtimali, yüksek öğrenime sınırlı eriĢim vb. Sonuç olarak, üçüncü kuĢak bir genç Türk kökenli Alman Türk vatandaĢlığında kalmayı tercih ederse, Almanya‘da ikamet ederken sosyal yardıma baĢvurduğunda teknik olarak sınır dıĢı edilme ihtimali vardır (Mueller, 2006: 429). Almanya‘daki Türkiyeli misafir iĢçiler, siyasi mülteciler ve diğer mülteciler için yurttaĢlık süreci bu kiĢilerin kültürel olarak asimile olduklarını kanıtlamasına bağlıdır. Ayrıca vatandaĢlık süreci, anayasa bilgisi ve üstünlüğünün kabulü, Almanca dilbilgisi, Alman toplumu ve devletine entegrasyona istekli olmak kadar, sosyal yardıma bağımlı olmamak ve önceki vatandaĢlığın bırakılması Ģartına bağlanmıĢtır (Sainsbury 2006: 234). 18 ÜÇÜNCÜ DÜNYA VATANDAġLARI, FARKLILAġTIRILMIġ HAKLAR VE EMEK PĠYASASINDA DIġLAYICI PRATĠKLER Almanya‘nın göçmen yasaları içinde daha ileri bazı hakların kazanılmasının önkoĢulu, belli Ģartların gerçekleĢtirilmesine bağlıdır ve bu Ģartlar uzun süreli güvenli oturum ve sonuç olarak yurttaĢlığın kazanılmasına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, örneğin, tam çalıĢma hakkı kiĢinin yalnızca ekonomik olarak kendi kendine yeterliliğini ispatlamıĢ olması Ģartına bağlanmıĢtır ancak eğer sosyal yardım- bu hakka sahip olsa bile- alıyorsa bir üst düzeydeki hakkın verilmesinden yoksun bırakılmaktadır. Bütün bu zorlu süreçler, aslında hakların nasıl muğlak bir doğasının olduğunu ve hakların kullanılmasının bazı Ģartlara bağlandığına ve bunların da göçmenleri kontrol etmeye yaradığına iĢaret etmektedir. Tablo 1: Avrupa Birliğinde VatandaĢların HiyerarĢisi HiyerarĢi Basamakları DolaĢma Serbestliği ve Haklar AB VatandaĢları Avrupa Ekonomik Bölgesi Ülkeleri +Ġsviçre Diğer Avrupa Ülkelerinde tam oturum, ÇalıĢma, DolaĢım ve Sosyal Yardım Hakkı Yüksek Yetenekli AB Üyesi Olmayan Göçmenler Oturum Hakkı, Sınırlı Düzeyde Aile BirleĢmesi, Sosyal Yardım ve Endüstride ÇalıĢma Hakkı Kısa Dönemli AB vatandaĢı Olmayan Göçmenler Bir Ülkede Sınırlı Oturum Hakkı, Ancak Özel Bir ġirket Tarafından Kiralanırsa Sınırlı ÇalıĢma Hakkı Kaçak Göçmenler Özel Durumlar Hariç Nerdeyse Yok Denecek Kadar Sınırlı ÇalıĢma, Oturum, DolaĢım Hakkı, Enformel Sektörün Önemli TaĢıyıcıları Mülteciler Ġmkansız Düzeyde Sınırlı DolaĢım (Büyük Olasılıkla SınırdıĢı Edilme), ÇalıĢma Ġzni Yok, En Alt Düzeyde YaĢayabilecek Kadar Sosyal Yardım Kaynak: (Garner, 2007) 2000 yılındaki Yeni YurttaĢlık Yasası Almanya‘da kalma koĢulunu 15 yıldan 8 yıla ve Alman vatandaĢın eĢi için 3 yıla indirerek vatandaĢlığı biraz kolaylaĢtırdı ve bazı ironik durumları değiĢtirmiĢ oldu. Ancak bununla birlikte Morris (2000: 227) Almanya‘da vatandaĢlığın hala kendini ekonomik olarak idare edebilme/yeterli geliri kazandığını garanti etme Ģartına bağlı olduğunu ve aile birleĢmelerinin de vatandaĢ olmayanlar için belli ağır sayılabilecek Ģatlara bağlandığını vurgulamaktadır. Geçici iĢçilerin haklarındaki kısıtlamalar ve mültecilerin sınıflanmasının da daha detaylı hale getirilmesi hala devam etmektedir. 2000 yılında değiĢtirilen yurttaĢlık yasasıyla birlikte Alman vatandaĢlığının kazanılmasının eskisine oranla kolaylaĢtırılması çok önemli bir geliĢme olmasına rağmen, Alman toplumunun sahip olduğu ve tarihsel köklere dayanan etno-kültürel (ethno-culturalist) yurttaĢlık bakıĢ açısı, toplumdaki kurumsal anlayıĢa hala hâkim görünmektedir. Bu anlayıĢ, vatandaĢlığı, Alman ırkına kan ve akrabalık mensubiyetiyle ölçen bir anlayıĢtır (Canefe, 1998). Örneğin; Almanya‘da özel ve ayrıcalıklı olarak etnik Almanlara sunulan cömert politika ve pratikler vatandaĢlığın ırksal/kültürel yorumuna dayanan açık ayrımcılığın kanıtlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Yani, etnik Almanların bütün haklarıyla birlikte vatandaĢ olarak kabulü vatandaĢlığın diğer göçmenler için konulan belli düzeyde geliri olma veya yardım almama Ģartına bağlanan yurttaĢlık meselesini aĢan ırksal olarak bir aitlik meselesi olduğunun açık bir örneğidir. GeçmiĢte, Almanya misafir iĢçi sisteminde, Türkiyeli göçmenler emek piyasasının en altındaydı ve yükselmeleri çok zor olmaktaydı. Bu göçmenlerin nitelikleri çoğu zaman dikkate alınmıyor ve daha 19 çok sıkıcı ve niteliksiz iĢlerde çalıĢtırılıyorlardı. Erkekler için tipik iĢler araba tamirciliği, inĢaat iĢleri, dökümcülük iken, kadınlar için tekstil, giyim, ve aĢçılık gibi iĢlerdi. Hizmet sektöründeki gastronomi, temizlik ve kamudaki niteliksiz iĢler daha çok Türkiyeli göçmenlerin çalıĢtıkları ―göçmen iĢleri‖ olarak karĢımıza çıkıyordu. (Castlesand Miller, 2003: 206). GeçmiĢteki bu sektörel yığılmanın etkilerinin kısmen hala geçerliliğini söylemek mümkün görünmektedir. Günümüzde ise Almanya‘da iĢ piyasasına ulaĢmak aĢamalandırılmıĢ ve bazılarının eriĢim imkanını güvenceye alan sıkı bir kontrol mevcuttur. (Morris, 2003: 90). Miera‘nın (2008) dikkat çektiği gibi Alman emek piyasasının aĢamalı sisteminde sadece Almanlar ve özel çalıĢma izni olan ―ayrıcalıklı yabancılar‖ (etnik Almanlar, EFTA, Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları) emek piyasasında serbestçe çalıĢmaktadırlar. Üçüncü dünya ülkeleri göçmenleri, ancak altı yıllık sürekli yasal oturum izninden sonra veya sürekli yasal oturum iznini alabilirlerse böyle bir serbest çalıĢma iznine sahip olabilmektedir. Ve en önemlisi, üçüncü dünya ülkelerinin vatandaĢları belli bir iĢ için çalıĢma izni alabilmeleri veya iĢe girebilmeleri, Alman vatandaĢlarının ve ayrıcalıklı yabancıların bu iĢlere baĢvurmamalarına bağlıdır. Üçüncü dünya göçmenlerinin iĢe alınmaları ancak bu ayrıcalıklı grupların değerlendirilmesinden sonra mümkün olabilmektedir. Costant ve diğerlerine göre bahsedilen bu ayrımcı koĢullar nedeniyle göçmenler ―etnikleĢen göçmenler‖ haline gelmektedir. ĠĢçi tüketici ve ebeveyn olarak sivil topluma katılan ancak ekonomik kültürel ve siyasal iliĢkilerden dıĢlanan bir kitleye dönüĢmektedir (Costant, vd., 2009). Almanya iĢ piyasası iĢleyiĢinin en önemli özelliği, iĢ piyasasına tam eriĢime izin verilen ayrıcalıklı izin ile AB vatandaĢları ve öncelikli yabancı vatandaĢlara öncelik veren ve diğerlerine sınırlı hak tanıyan sınırlı izin arasındaki ayrımdır. Ġkinci gruptakilere alternatif iĢ için yalnızca 6 haftaya kadar aktif arama yapmasına izin verilir. Bu ayrım gelen iĢçilerin geliĢ koĢullarındaki sınırlı haklarla birlikte daha da ileri boyutlara varmaktadır. Bu durum sadece üçüncü dünyadan gelen ve iĢ piyasasına aĢamalı eriĢimine izin verilen kiĢileri etkilemektedir ve iĢ piyasasında ―farklılaĢtırılmıĢ hakların‖ geniĢlemesine yol açmaktadır (Morris, 2001: 391). Bu koĢulların doğal sonucu olarak Türkiyeli göçmenler uzun süreden beri ciddi bir boyuta ulaĢan kronik iĢsizlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Örneğin sosyal sigorta (iĢ ve emeklilik) Almanya‘da katkıda bulunma üzerine ĢekillenmiĢtir. Bütün Avrupalı olmayan misafir iĢçiler sosyal sigorta (iĢsizlik, yıpranma bedeli, sağlık yardımı ve emeklilik) hakkına sahip olmaktadır. Ancak, misafir iĢçilerin iĢsiz kaldıklarında, iĢsizlik yardımı alıp almayacakları Federal ĠĢçi Bürosunun (BundesanstaltfürArbeit) kararına bağlıdır. Eğer Federal ĠĢçi Bürosu bu kiĢilerin tekrar iĢ bulamayacağı kanısına varırlarsa, onların iĢsizlik yardımı almalarını reddedilebilmektedir (Samers, 1998: 133-134). Ancak üçüncü dünya vatandaĢı olan ve kısıtlı iĢ iznine sahip kiĢiler ve aileleri yeterli iĢ ve gelir imkanına ulaĢmada olağanüstü zor koĢullara sahiptir (Mueller, 2006: 429). Yalnız burada bir istisnadan söz etmek gerekir: FarklılaĢmanın daha ileri bir boyut kazanmasına yol açan bir durum. Avrupa Topluluğu‘yla Türkiye arasında yapılan anlaĢma sayesinde iĢ piyasasında 4 yıl çalıĢmıĢ olan Türklerin oturum hakları korunabiliyor. Bu anlaĢma Almanya‘dan daha çok diğer üçüncü dünya ülke vatandaĢlarını ilgilendiriyor çünkü Almanya zaten onları misafir iĢçi statüsünde kabul etmiĢtir (Morris, 2001: 391). Dahaönemlisi, AlmanyadaüçüncüdünyavatandaĢlarınınsonradangelenaileleriya da eĢleri ülkelerindeki diplomaların denklikleri ve eski sosyal pozisyonları Kabul edilmediği için ciddi bir Ģekilde ―değersizleĢme‖ (devaluation) ve yeteneksizleĢme (de-skilling) süreçlerine maruz kalmaktadır. Yine örneğin etnik Almanlar geldikler iülkenin diploma denklikleri tamamen Kabul edildiği için böyle bir sorun yaĢamamaktadır. BĠR HÜZÜNLÜ AġK HĠKÂYESĠ: AVRUPA BĠRLĠĞĠNDE AĠLE BĠRLEġMELERĠ Genel olarak bakıldığında, hakların potansiyel olarak aĢamalı hale gelmesi, AB vatandaĢlığı, ulusal yurttaĢlık ve üçüncü dünya vatandaĢlığı statülerine göre farklılaĢtırılan değer sistemiyle mümkün olmaktadır. Buna göre, aile birleĢmesine yönelik Avrupa vatandaĢları için aile kavramı olabildiğince geniĢ tutulurken, Avrupa Ekonomik Birliği bölgesinin iĢçilerinin sadece kalacak yer güvencesini sağlaması yeterli görülmektedir (Morris, 2001: 394).Avrupa Birliği aile birleĢmeleri politikası açısından, 1999‘daki Tampere Deklerasyonu‘nda aile birleĢmeleri ekonomik ve sosyal 20 bütünleĢmeyi kolaylaĢtıran bir Ģey olarak görülüyorken, 2003‘deki Direktifte; göçmen aileleri entegrasyona engel ve sosyal devlete büyük bir maliyet olarak görülmeye baĢlanmıĢtır (Kraler, 2010). Almanya‘da Aile BirleĢmesi uygulamaları her göçmen gruba eĢit bir Ģekilde faydalandırılmamaktadır. Tersine, bu uygulamalar sınıf, etnisite, ulus ve cinsiyet faktörlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Göçmenlerin AvrupalılaĢtırılması ve eĢzamanlı olarak AB, EFTA, Ġsviçre vatandaĢları ve aile üyelerinin hareketlilik haklarının geniĢletilmesi süreci bu eĢitsizlikleri yok etmemektedir. Daha ziyade, aile birleĢmesi politikaları Avrupalı göçmenleri Avrupalı olmayan ülkelerden gelen ve daha yoksul göçmenler karĢısında nadide göçmenler haline getirmekte ve sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımını pekiĢtirmektedir (Kraler, 2010: 31). Alman vatandaĢları ve iĢçiler Avrupa Ekonomik Bölgesine ait bir ülkeden geliyorsa eĢleri için hemen ve mutlak bir aile birleĢmesi hakkına sahipken, diğerleri bir süreliğine beklemek ve yeterli güvenceli gelire ve yaĢam mekanına sahip olduklarını kanıtlamakla yükümlüdür (FL, Para. 17., Probationarystatus: Befristete Aufenthaltserlaubnis/FL Para. 15; aktaran, Morris, 2000: 230). Örneğin, Almanya‘da Türkiye‘li göçmen halihazırda misafir iĢçi statüsünde sürekli oturum izni almıĢsa ve tüm ailesinin geçimini sağlayabilecek gelire ve yeterli yaĢam alanına (6 yaĢ veya üzerindeki her bir kiĢi için 12 m2 olarak belirlenmiĢ) sahip olduğu takdirde eĢlerinin Almanya‘ya göç etmesine izin verilmektedir. Diğer çok küçük bir grupta ise 1996‘ya kadar geçerli olmak üzere Alman-olmayan ebeveynlerin küçük çocukları ancak 16 yaĢına kadar anavatanlarında Almanya‘ya ailesinin yanına vizesiz olarak ve sürekli oturum izni koĢulundan muaf olarak kabul edilebiliyordu (Green, 2003: 232). Alman vatandaĢı veya Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları veya iĢçilerinin yabancı eĢleri anında özel bir çalıĢma iznine kavuĢmaktadır ancak yabancı göçmenlerin eĢleri genel (sınırlandırılmıĢ) izin için bile en az 1 yıl, tam çalıĢma izni için ise 4 yıl beklemek zorundadır. Ancak, yaĢam mekanı ve yeterli gelir koĢullarını sağlamak oldukça zordur ve bu konularda herhangi bir yetersizlik eĢlerin izninin yenilenmemesi sonucunu da doğurmaktadır. Almanya‘da 15 Temmuz 2007‘de aile birleĢmesiyle ilgili yeni bir değiĢiklik gündeme gelmiĢtir. Bu değiĢikliğe göre, yurtdıĢında olan eĢlerin Almanya‘ya gelmeden vize alabilmesi için temel Almanca‘yı konuĢabilmesi Ģartı getirilmiĢtir. Bununla birlikte, bu değiĢiklik birçok ayrımcı istisnaları da barındırmaktadır. Buna göre, Avrupa Birliği vatandaĢları ve ABD, Kanada, Japonya ve Güney Kore gibi Almanya için vize Ģartı olmayan vatandaĢlar bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bunun yanında, vasıflı ve profesyonel olan akademisyenlerin eĢleri de bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bu noktada ġahin ve AltuntaĢ‘ın (2009: 34) ifade ettiği gibi bu istisnaların dıĢında kalan diğer göçmenler dikkate alındığında, bu değiĢikliğin hedef aldığı geriye kalan göçmenler zavallı üçüncü dünya vatandaĢları ve Türkiyeliler olduğu yeterince açıktır. SONUÇ VE ÖNERĠLER Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan ve toplumsal kapanımın güçlü bir aracı haline gelmektedir. YurttaĢlık aynı zamanda her bir devletin yurttaĢla yabancı arasında meĢru ve ideolojik sınır oluĢturması nedeniyle devletlerin içinde de kapanıma yol açan bir araçtır (Jorgensen, 2008).Sonuç olarak, her devlet belli sorumlulukları olduğu kadar belli hak ve faydaları muhafaza ederek, kendi yurttaĢları ve yabancı oturumu olanlar arasında bir ayrım yapar. Çünkü bazı göçmenlerin göçmen statüsünde kalarak ülkede süresiz olarak kalmalarına izin verilmesi, ancak onları siyasal alanın dıĢında bırakarak ve toplumsal ve ekonomik hayata ise neredeyse yurttaĢlarla benzer koĢullarda katılmalarını sağlayarak söz konusu olmaktadır. Avrupa Birliği ulus-üstü bir kurum olarak çoğunlukla üçüncü dünya göçmenlerinin aleyhine iĢleyen hiyerarĢik bir yapıya sahiptir. Aslında ayrımcılık Avrupa topluluğunun doğasında bulunmaktadır çünkü AB içindeki her ülkeyi açık bir Ģekilde eĢitsiz haklarla bezenmiĢ iki tür yabancı tanımlamaya yöneltmektedir. GeliĢen AB yapıları- özellikle bireysel hareketlilik, sınır kontrolleri, sosyal haklar vb. Konularda- bu eĢitsizlik eğilimlerini/durumunu keskinleĢtirmektedir (Balibar, 1991: 6). Böylece, Avrupa topluluğunun içindekiler ve dıĢındakiler ayrımı, açık veya gizli çatıĢmaların merkezi haline gelmektedir. 21 II. Dünya SavaĢı sonrasında ekonomik ihtiyaçların yarattığı krizlerle ve büyük ölçekli kitlesel göçmen akınıyla karĢılaĢan Avrupa devletleri bu duruma iki Ģekilde karĢılık vermiĢtir. Avrupa devletleri birinci olarak, polisiye ve güvenlik tedbirleri yoluyla ülkelere giriĢlerde göçmenlere sıkı kontrol ve seçme mekanizmaları inĢa etmiĢtir. Ġkinciolarakise, bu ülkeler yasalar yoluyla göçmenlere yönelik olarak hakları farklılaĢtırmıĢ ve tabakalı hale getirmiĢlerdir. Bu noktada, bu iki mekanizma, bugüne kadar Avrupa ülkelerinin göçmen ve entegrasyon politikalarının ana iskeletini oluĢturmaktadır. Sınırlarda veya ülke içerisinde fiziksel kontrol ve bununla iliĢkili pratikler (sınır dıĢı etme, yurttaĢlıktan çıkarma ve tutuklama vb.) hala önemini korumasına rağmen, çağdaĢ dünyada göçmenlerin idaresi; genellikle farklılaĢtırılmıĢ hakların ve farklı göçmen kategorilerin dağıtılması yoluyla sürdürülmektedir. Bu farklılaĢtırılmıĢ hiyerarĢik hakların verilmesi, çeĢitli mekanizmalar yoluyla milliyet, beceri düzeyi, sosyoekonomik durum ve cinsiyet gibi faktörler üzerinden yürütülmektedir. Sonuç olarak, günümüz göç ve entegrasyon politikaları ve idaresi, göçmenlerin kabulü, oturum, çalıĢma, sosyal haklar vb. açılardan farklı statülerin ve iliĢkili haklar grubunun çoğaltılması, birbirinden ayrıĢtırılması ve çeliĢmesini içeren tabakalı yurttaĢlık sistemini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, ―tabakalı yurttaĢlık‖ kavramı bazı özel göçmen grupların haklarının geniĢletilmesi veya daraltılmasına yol açan bir sistem olarak değerlendirilebilir. Paradoksal olarak, Almanya`da göçmen ve onların çocuklarının Almanya`da doğup, yetiĢip eğitim almalarına rağmen kurumsal bir ayrımcılığa maruz kalmaları, hala ciddi bir olasılık olarak karĢımızda durmaktadır.BaĢka bir deyiĢle, Almanya‘da doğmuĢ, eğitim almıĢ ve sosyalleĢmiĢ olmasına rağmen, üçüncü kuĢak Türk gençleri farklı ayrımcılık kategorileriyle tanımlanmakta ve bu kuĢak bile entegre olmamak gibi bir suçlamayla karĢılaĢabilmektedir. Hâlbuki bu gençler entegrasyon paradigmasıyla anlaĢılamazlar çünkü göçmen değiller. Bu çalıĢma açısından sorun, üçüncü veya sonraki kuĢakların entegrasyonun gerçekleĢip gerçekleĢmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi kesiminde ve hangi ölçüde gerçekleĢeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık Almanya`da kalmaları ya da Türkiye‘ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası yetenekleri ve kimliklerinin güvenli bir Ģekilde yaĢayabileceği alanların nasıl oluĢturulacağı sorunudur. Günümüzde, Türklerle birlikte üçüncü dünya vatandaĢları ve onların çocuklarını sosyal hayatın her alanına katılım hakları ve kaynaklara ulaĢma açılarından Avrupalı vatandaĢlar (etnik Almanlar dahil) ile eĢit hale getirmek göçmen politikalarının ajandalarına alması gereken en acil sorunlardan biridir. Özellikle, göçmenlere aĢağı haklar ve statüler veren bu tabakalı yurttaĢlık sisteminin ortadan kaldırılması göçmenlerin ve onların çocuklarının marjinalleĢmesinin ve dıĢlanmalarını da bir nebze hafifletecektir. Çünkü, bugün Avrupa Birliği ülkelerinde göçmenlerin ve çocuklarının emek piyasasına eriĢim, aile birleĢmeleri, vatandaĢlık alma hakkı vb. bazı haklara ulaĢma konusunda açıktan sınırlılıklara sahip olması, ırk ve kültür gibi kriterler yoluyla değil, yurttaĢlık açısından tarif edilmektedir. Ancak, bu kapsamdaki politikalar daha çok üçüncü dünya uluslarının vatandaĢlarını hedef almaktadır ve onların çalıĢma fırsatlarını ve hizmetlere ulaĢmalarını etkileyecek Ģekilde meĢru haklarından yoksun kalmalarına yol açmaktadır. Özellikle, vize uygulamaları, emek piyasasına ve kaynaklara ulaĢma kısıtları, sınır kontrolleri ve diğer resmi olmayan uygulamalar ve kurumsal tedbirler vb. ister göçmen isterse de vatandaĢ statüsünde olsun üçüncü dünya vatandaĢlarının hak mahrumiyetlerine ve trajedilerine neden olmaya devam etmektedir. 22 KAYNAKÇA Abadan-Unat, N. (1992). ―East-West vs. South-North Migration: EffectsupontheRecruitmentAreas of the 1960s‖, International Migration Review, Vol. 26, No. 2, Special Issue: The New Europe and International Migration (Summer), pp: 401-412 Balibar. E. (1991). ―Es GibtKeinenStaat in Europa: RacismandPolitics in Europe Today,‖ New LeftReview, Cilt: 186 (1), s. 5-19. Brubaker, R.W. (1992).CitizenshipandNationhood in France and Germany (Cambridge, MA, Harvard UniversityPress). Canefe, N. (1998). ―Citizensversuspermanentguests: culturalmemoryandcitizenshiplaws in a reunifed Germany‖, CitizenshipStudies, cilt: 2(3), s. 519–544. Castles, S. (1995). "How Nation-statesRespondtoImmigrationandEthnicDiversity," New Community, cilt: 21(3), s. 293-308. Castles, S.,Miller, M. J. (2003).The Age of Migration: International PopulationMovements in the Modern World (Third edition). Basingstoke: Palgrave-Macmillan. Constant, A. vd., (2009). ―EthnocizingImmigrants,‖Journal of EconomicBehavior&Organization, cilt: 69 (3), s. 274-287. Crul, M, Schneider, J (2009). ―Children of TurkishImmigrants in Germany andtheNetherlands: TheImpact of Differences in VocationalandAcademicTrackingSystems,‖ TeachersCollegeRecordVolume 111, Number 6, June, pp. 1508–1527. Diefenbach, H. (2002).GenderIdeologies, RelativeResources, andtheDivision of Housework in IntimateRelationships: A Test of HymanRodman'sTheory of Resources CulturalContextInternational Journal of ComparativeSociologyFebruary ,43, pp45-64. in Faist, T. (1994). ―Immigration, integrationandtheethnicization of politics: A review of Germanliterature”, EuropeanJournal of PoliticalResearch, cilt. 25,s. 439-459. Garner, S (2007). ―The European Union and Racialization of the Immigration, 1985-2006,‖Race /Ethnicity, vol. 1, no. 1, pp:61-87 Green, S. (2003). ―Legal Status of Turks in Germany‖, Immigrants&Minorities, cilt: 22 (2 & 3), s. 228-246. Gogolin, I (2009). ‗‗Bildungsprache‘- TheImportance of Teaching Language in Every School Subject‖ in ScienceEducationUnlimited: ApproachestoEqualOpportunities in Learning Science, Tajmel T. andStarl K, (eds) (WaxmannVerlagGmbH, Munster) pp. 91-105 Gomolla, M.,Radtke, F. O. (2007). InstiutionelleDiskriminierung: DieHerstellungethnischerDifferenz in der Schule [Institutionaldiscrimination: Theproduction of ethnicdifference in schools]. 2nd ed. Wiesbaden, Germany: VS VerlagfurSozialwissenschaften. Howard, M. M. (2008). ―TheCausesandConsequences of Germany‘s New CitizenshipLaw‖, GermanPolitics, cilt: 7(1), s.41–62. Ignatieff, M. (1987).‖TheMyth of Citizenship‖, Queen`sLawJournal, cilt:12, s. 399-420. Jorgensen, M. B. (2008).NationalandTransnationalIdentities: TurkishOrganisingProcessesand Identity Construction in Denmark, Swedenand Germany, unpublishedphDdissertation http://www.alevi.dk/ENGELSK/MBJ%20afhandling%20alevi%20org.pdf (eriĢim tarihi: 02/02/2010). Kivisto, P. (2002).Multiculturalism in a Global Society (Oxford: Blackwell) Kraler, A. (2010). ―Civic Stratification, Gender and Family Migration Policies in Europe‖, Final Report, International Centre for Migration Policy Development (ICMPD). Liebig, T. (2007). ―TheLabor Market Integration of Immigrants in Germany‖, OECD Social, 23 Employmentand Migration WorkingPapers, No. 47, OECD Publishing. Lockwood, D. (1996). ―Civic Integration and Class Formation Source‖ The British Journal of Sociology, cilt: 47(3), Special IssueforLockwood (Sep.), s. 531-550. Meier, Gabriela S. (2010) ―Two-wayimmersioneducation in Germany: bridgingthelinguisticgap‖, International Journal of BilingualEducationandBilingualism, 13: 4, 419 — 437 Miera, F (2008). ―Country Report on Education: Germany‖, http://emilie.eliamep.gr/wpcontent/uploads/2009/08/edumigrom_backgroundpaper_germany_ educ.pdf (eriĢim tarihi: 11/07/2011). Morris, L. (1997). ―A Cluster of Contradictions: ThePolitics of Migration in theEuropeanUnion‖, Sociology, cilt: 31, s. 241-259. Morris, L. (2000) Rightsandcontrols in themanagement of migration: thecase of Germany, SociologicalReview, cilt: 48(2), s.224-240. Morris, L. (2001). ―StratifiedRightsandThe Management of Migration: Nationaldistinctiveness in Europe‖, EuropeanSocieties, cilt: 3(4), s.387-411. Morris, L. (2002).Managing Migration: CivicStratificationandMigrantsRights, London: Routledge Morris, L.(2003). ―ManagingContradiction: CivicStratificationandMigrants' Rights‖, The International Migration Review, cilt: 37(1), s.74-100 Morris, L. (2007). ―New Labour‘sCommunity of Rights: Welfare, ImmigrationandAsylum‖, Journal of SocialPolicy, cilt: 36(1), s.39–57 Mueller, C. (2006). ―IntegratingTurkishCommunities: PopulationResearchPolicyReview, cilt: 25, s. 419–441. a German Dilemma‖, Sainsbury, D. (2006). ―Immigrants‘ SocialRights in ComparativePerspective: WelfareRegimes, Forms of ImmigrationandImmigrationPolicyRegimes‖,Journal of EuropeanSocialPolicy0958-9287; cilt: 16(3), s.229–244 Samers, M. (1998). ―Immigration, `EthnicMinorities', and `SocialExclusion' in theEuropeanUnion: A Critical Perspective‖, Geoforum, cil:29, s.123-144. Schierup, C, U et al. (2006). Migration, Citizenship, andtheEuropeanWelfareState – A European Dilemma (New York: OUP) ġahin, B., AltuntaĢ, N. (2009). ―BetweenEnlightenedExclusionandConscientiousInclusion: ToleratingtheMuslims in Germany‖, Journal of MuslimMinorityAffairs, cilt: 29(1), s.27-41. Thomson, M., Crul, M. (2007). ―The Second Generation in Europe andthe United States: How is theTransatlanticDebateRelevantforFurtherResearch on theEuropean Second Generation?‖ Journal of Ethnicand Migration Studies,Vol. 33, No. 7, September, pp. 1025 -1041 Ünver, O. C. (2006). ―CurrentDiscussions in theGerman Integration Debate, TheCulturalistVision vs. SocialEquity? Revueeuropéennedesmigrationsinternationales,vol. 22,3, pp. 23-38. Worbs, S. (2003). ―The Second Generation in Germany: Between School andLabor Market‖, International Migration Review, Vol. 37, No. 4, TheFuture of the Second Generation: The Integration of MigrantYouth in SixEuropeanCountries (Winter), 1011-1038. 24 SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL1 ÖZET Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır. Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu Ģüpheci yaklaĢımdan yola çıkarak, bu bildiride önce haklar sosyolojisinin geliĢmesinin önündeki zorluklar üzerinde durulacaktır. Bu amaçla, insan haklarının normatif ölçütler olarak kavramlaĢtırılıp ampirik olarak çalıĢılmasının sosyologlar için yarattığı güçlüklere dikkat çekilecektir. Sonra da sosyolojinin insan hakları alanına yapabileceği katkılar tartıĢmaya açılacaktır. Sosyolojinin haklarla iliĢkili olarak üzerinde durduğu konulardan biri, normatif insan hakları ilkeleri ve bunların pratikte uygulanması arasındaki farkları göstermektir. Anahtar Kelimeler: haklar sosyolojisi, insan hakları, normatif insan hakları ilkeleri ve pratiği ABSTRACT Sociology of rights, a new field within the sociology disipline, has been developing for the last twenty years. Until now the subject of human rights has been mainly studied and discussed under the disiplines of law, political science and philosophy. Although there has been a recent expansion of academic interest in the theory and practice of Rights within sociology, its approach to rights has remained sceptical until recently. Therefore, a specifically sociological approach to this topic (rather than a legal or political science approach) has yet to develop. This paper aims to contribute to the emerging field of sociology of human rights by drawing the various discussions raised by sociologists especially in the last twenty years. I will try to introduce the difficulties faced by the sociologist because of this sceptical approach and then discuss the possible contributions of a sociology of human rights for the implementation of these rights. Keywords: sociology of human rights, normative human rights principles and practice GĠRĠġ Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır.Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu bildiride insan hakları sosyolojisi içindeki temel tartıĢmalara ve belli baĢlı yaklaĢımlara değinerek bu tartıĢmaların sürdürülmesine ve geliĢtirilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyorum. Bu tartıĢmalardan belli baĢlıları Ģunlardır: Hakların kaynağı üzerine yapılan doğal haklar- pozitif haklar tartıĢması ve temelcilik-toplumsal kurmacılık tartıĢma ekseni; hakları medeni ve siyasal haklar ve ekonomik, kültürel ve sosyal haklar olarak konularına göre ayıran ve bu gruplandırmalardan birine öncelik veren ya da bu hakları birbirine bağımlı ve ayrılmaz gören tartıĢmalar; bu tartıĢma ekseni ile bağlantılı olarak hakları olumlu ve olumsuz olarak ayırıp devletin haklar karĢısındaki konumu üzerine yapılan tartıĢmalar; hakların evrenselliğine karĢı kültürel göreceliğini öne süren tartıĢma ekseni ve özellikle sosyoloji içindeki önemli bir diğer tartıĢma alanı olan, hakların kuramı ve pratiği arasındaki farklara yoğunlaĢan tartıĢmalar. 1 Dr., Marmara Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, funda.karapehlivan@marmara.edu.tr. 25 ĠNSAN HAKLARININ TARĠHSEL GELĠġĠMĠ Tarihsel olarak insan hakları düĢüncesi köklerini doğal haklar hukukunda bulabileceğimiz doğal haklar anlayıĢından doğmuĢtur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Ġnsan ve YurttaĢ Hakları Bildirgesi (1789) temellerini John Locke ve Thomas Paine'nin doğal haklar kuramından almıĢlardır. Evrensel insan hakları söyleminin geliĢim çizgisi, bu söylemin içinden çıktığı toplumsal ve siyasal iliĢkilerin devrilmesinde rol oynadığını göstermektedir (Benton, 1993:100). Ancak doğal haklar düĢüncesi bir yandan eski rejimin yıkılması için gerekçe sağlarken, diğer yandan yeni egemen grupların çıkarlarının meĢrulaĢtırılmasında rol oynamıĢtır (Evans, 1998:4). Doğal haklar düĢüncesine göre, bireylerin belli haklara sahip olması onların yalnızca doğal insanlar olmalarından kaynaklanır. Sadece bu düĢüncenin bile daha sonra ki insan hakları anlayıĢının geliĢmesinde önemli etkisi olmuĢtur. Doğal haklar kuramının en iyi bilenen savunucusu olan John Locke'a göre insanlar doğa tarafından doğuĢtan gelen yaĢam, özgürlük ve mülkiyet haklarıyla donatılmıĢlardır. Bu haklar, insanın kendisine aittir ve devlet tarafından kaldırılıp feshedilemezler (Davidson, 1993:27; Freeman, 1988:4; Heywood, 1992:34). Doğal haklar kuramının amacı bireyleri, özellikle devletin gücünü kötüye kullanmasına karĢı korumaktır. Bu nedenle, doğal haklar öncelikle siyasal iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması olarak ileri sürülmüĢlerdir. Bu anlayıĢa göre, insanların doğal haklarına saygı göstermeyen bir hükümet yönetme hakkını kaybedecektir (Jones, 1994:3). Evrensel insan hakları söylemi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın toplumsal ve ekonomik baskılara ve siyasal zorbalıklara karĢı yapılan mücadelelerinde radikal bir rol oynamıĢtır (Benton, 1993:100). Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru iĢçi sınıflarının farklı türde haklar için yaptığı mücadeleler sonucunda, çalıĢma saatlerini kısaltıp çalıĢma koĢullarını iyileĢtiren fabrika yasaları çıkarılmıĢtır. Kamu sağlığı yasaları Ģehirlerin sağlık için en büyük tehditlerden kurtulmalarına olanak sağlamıĢ; sosyal güvence yasalarıyla emeklilik hakkı ve gereksinimi olanlar için hastalık izni hakkı kazanılmıĢtır. Ondokuzuncu yüzyıl aynı zamanda insan haklarının uluslararası boyutta ilk kez korunmaya alınmasının da doğuĢuna tanıklık etmiĢtir. 1885'teki Berlin Konferansı'nda Avrupa devletleri bütün köle ticaretini yasaklamayı kabul etmiĢtir. Birinci Dünya SavaĢı'ndan sonra Britanya, Fransa ve Amerika BirleĢik Devletleri gelecekte ortaya çıkabilecek saldırganlıkları önlemek amacıyla Milletler Cemiyeti'nin kurulması üzerinde uzlaĢmıĢtır. Ancak, savaĢ sonrasının bütün umutları Ġtalya ve Almanya'da faĢizmin yükseliĢi ve Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında yaĢanan vahĢet karĢısında kaybolmuĢtur (Freeman, 1988:6-9; Weissbrodt, 1988:1-2). Ġnsan haklarının geliĢiminin bu erken döneminde söylem 'erkek' hakları üzerinde yükselmiĢ; bu da kadınların, çocukların ve bazı erkeklerin insan haklarından dıĢlanması anlamına gelmiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası, insan hakları kavramının küresel bir söylem olarak kabul edilmeye baĢlandığı dönem olmuĢtur. Amerika BirleĢik Devletleri, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan ekonomik ve askeri süper güç olarak çıkmıĢ ve BirleĢmiĢ Milletler'in kurulmasında merkezi bir rol oynayarak insan hakları söyleminin yeniden yükseliĢinde etkili olmuĢtur. Anthony Woodiwiss'e göre insan haklarının doğuĢunun uyuĢmayan ama yine de birbirini tamamlayıcı iki yönü vardır: Birincisi T. H. Marshall'ın (1949) sosyal haklar diye adlandırdığı hakların doğuĢudur; ikincisi de faĢizmin yükseliĢi ve faĢizmin insanlığa karĢı iĢlediği suçlara gösterilen geç kalmıĢ nefrettir (2005:80). ÇeĢitli yazarlar insan haklarının tanımı ve doğası hakkında çok farklı görüĢler ve kuramlar geliĢtirmiĢlerdir2. Ancak bu yazarların hemen hemen hepsinin üzerinde anlaĢtığı nokta, insan haklarının Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra evrensel bir ilgi alanı haline gelmiĢ olduğudur. KarmaĢık ve giderek geniĢleyen insan hakları sistemi ile BirleĢmiĢ Milletler bu küresel ilginin en önemli göstergesidir. BirleĢmiĢ Milletler, uluslararası insan hakları hukukunun üye ülkelerin temsilcileri tarafından görüĢüldüğü ve üzerinde anlaĢıldığı temel mercidir. BirleĢmiĢ Milletler insan hakları koruma sistemi, çeĢitli unsurlardan oluĢmuĢ karmaĢık bir yapıdır. Bu yapıyı oluĢturan unsurlar arasında yasal olarak bağlıyıcı uluslararası antlaĢmalar, yasal olarak bağlayıcı olmayan deklerasyonlar ve belgeler yanında, özel raportörler, uzmanlar, çalıĢma grupları, komiteler, sözleĢme organları vardır. 2 Farklı insan hakları kuramları üzerine ayrıntılı tartıĢmalar için bkz. Shute and Hurley, 1994; Waldron, 1984; Douzinas, 2000; Freeman, 2002; Falk, Elver and Hajjar, 2007; Galtung, 2013. 26 Bu karmaĢık yapı bütün unsurlarıyla birlikte insan haklarının korunması ve yaĢama geçirilmesi için çeĢitli Ģekillerde faaliyet gösterir (Mertus, 2005:3). ĠNSAN HAKLARI SOSYOLOJĠSĠ Siyaset bilimi, hukuk ve felsefe yakın zamanlara kadar insan hakları çalıĢmalarında hegemonik bir rol oynamıĢtır. Buna karĢılık, sosyolojinin haklar konusunda kısa süre öncesine kadar sessiz kaldığını görüyoruz. Bryan Turner, 1993‘te yayınlanan ve insan hakları sosyolojisinin önünü açan makalesinde insan hakları çözümlemesinin sosyoloji için bir sorun oluĢturmasının nedeninin, sosyolojinin evrensel insan haklarının toplumsal varlığı düĢüncesine Ģüphe ile yaklaĢması olduğunu ileri sürer. Ancak son yirmi yıl içinde artan çalıĢmalar, insan hakları sosyolojisinin yeni bir çalıĢma alanı olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Robert Fine'a göre sosyolojinin artan bu ilgisi, insan haklarının toplumsal ve siyasi alanların önemli bir parçası haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyolojinin normatif haklar konusundaki Ģüpheciliğinin kökenleri klasik sosyal kuramcılara kadar gider. Doğal hukukun çöküĢünü ilan edip modern hukuku rasyonelleĢmiĢ bir sistem olarak eleĢtiren Weber; bireysel hakları burjuva ideolojisinin bir parçası olarak gören Marx ve hukuk ve haklara pozitivist bir yaklaĢımı olan Durkheim gibi klasik sosyoloji kuramcılarının mirası insan hakları sosyolojisinin geç geliĢmesinde önemli bir faktör olmuĢtur. Yalnızca insan olunduğu için haklara sahip olma düĢüncesi bu kuramcılara göre felsefi ve hatta daha da kötüsü ideolojik bir soyutlanmadan ibarettir. Durkheim, Marx ve Weber insan haklarının evrensel ve normatif bir temeli olması olasılığına Ģüpheyle yaklaĢmıĢlardır. Onlar hukuk ve ahlakın toplumsal yapıların geliĢmesindeki özel rolü üzerinde durmuĢlardır. Aynı zamanda insan haklarının tarih dıĢına çıkarılmasını ve liberal bireycilikle iliĢkilendirilmesini eleĢtirmiĢ ve insan haklarıyla ilgili tartıĢmaların devletin ve toplumun bu haklardan yararlanılmasını garanti etme kapasitesiyle iliĢkilendirilmesi gerektiğini savunmuĢlardır. 1990'ların baĢında Bryan Turner (1993) ile Malcolm Waters (1996) arasındaki tartıĢma insan haklarının sosyolojik analizinin öncüsü olmuĢtur. Bu tartıĢma iki farklı yaklaĢımın - temelcilik ile toplumsal kurmacılık - örneğini vermesi açısından da önemlidir. Turner sosyolojinin bir disiplin olarak çağdaĢ bir haklar kuramı için gözle görülür bir temeli olmadığını ileri sürer ve bu sorunu haklar için ontolojik bir temel bulmaya çalıĢarak çözmeye uğraĢır. Ona göre sosyoloji, insan hakları analizini insan bedeninin zayıflığı, toplumsal kurumların istikrarsızlığı ve empati düĢüncelerinin bir kombinasyonu üzerine dayandırabilir. Öte yandan Waters (1996:596), Turner'a yanıtında sosyologlar için önemli olanın insan haklarının ve insan hakları kurumlarının nasıl toplumsal olarak kurulduklarını açıklamak olduğunu ileri sürer. Waters'a göre insan haklarının toplumsal kurmacı kuramı, hakların kurumsallaĢmasını politik çıkarlar arasındaki güçler dengesinin bir ürünü olarak görür. Benzeri bir perspektiften Lydia Morris (2006:10), hakların analizi için pratiğe dayalı bir yaklaĢım önerir. Ona göre, sosyoloji hakların ontolojik bir temelini oluĢturmak yerine, hakların pratiğine odaklanmalıdır. Morris (2006:13) hakların sosyolojik çalıĢması içerisinde dört farklı yaklaĢımdan söz edilebileceğini ileri sürer. Bunlar: politik ekonomi yaklaĢımı, statüler, normlar ve kurumlara odaklanan yaklaĢım, hakların anlamına ve yorumuna odaklanan yaklaĢım ve haklar arasındaki çatıĢmalara vurgu yapan yaklaĢımdır. Ben bu yaklaĢımlardan politik ekonomi yaklaĢımını benimsiyorum. Bildirimin bundan sonra ki kısmında bu yaklaĢım üzerinde duracağım. Bu yaklaĢım, toplumsal yaĢamı biçimlendiren politik ve ekonomik iliĢkilerin odak alınarak toplumsal oluĢumun bir bütün olarak anlaĢılmasının gerekliliğini savunur ve insan haklarının analizi için toplum içindeki güç iliĢkilerinin ve yapısal eĢitsizliklerin çözümlenmesinin gerekli olduğunu ileri sürer. Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra insan hakları kavramı çerçevesinde ve kuramındaki geniĢlemeye rağmen, insan haklarının formel ve ampirik algılanıĢı arasında önemli bir açık olagelmiĢtir. Formel düzeyde haklar hem geniĢ anlamda tanımlanmıĢ ve evrensel olarak kabul edilmiĢler, hem de ayrılmaz ve birbirine bağlı parçalar olarak görülmüĢlerdir. Ancak ampirik düzeyde insan haklarının çok daha sınırlı ve seçici bir uygulamasıyla karĢılaĢırız. Bir baĢka deyiĢle, haklar kağıt üzerinde kabul edilmelerine rağmen gerçekte bu haklardan faydalanılması çok sınırlı olabilmektedir. Örneğin normatif düzeyde sağlık hakkı, kaynakların kullanıma hazır olduğunu ve adil dağıtıldığını öngörür. Ancak ampirik olarak kaynakların kullanımı ile baĢarılı sağlık politikaları arasındaki iliĢkinin bu kadar 27 basit olmadığını ve ayrıntılı araĢtırmalar gerektirdiğini biliyoruz. Günümüzde sağlık hizmetleri formel olarak herkesin kullanımına açık olsa bile, parası çok olan daha iyi sağlık hizmeti almaktadır. Bu durum eğitim hizmetleri için de geçerlidir. Yani eĢzamanlı olarak hakların hem varlığından hem de yokluğundan söz edebiliriz. Morris'e göre hakların korunması gerektiğinin kabulü ve bu kabulün gerçekleĢmesi arasındaki fark insan haklarını sosyolojik olarak ilginç kılar. Bir diğer deyiĢle, hakların kabulü ve gerçekleĢtirilmesi arasındaki bu fark sosyolojinin ilgi alanını oluĢturur. Benton'a (2006) göre de soyut ve somut haklar arasındaki bu karĢıtlık liberal hak anlayıĢının sosyolojik eleĢtirisinin merkezinde yer alır. Benton'a (1993, 2006) göre, eğer bireyler pratikte hakları kullanmak için gerekli yetenek ve kaynaklardan yoksun iseler, haklar yalnızca soyut ve etkisiz kalırlar. Hakların kabulü ve gerçekleĢmesi arasındaki bu fark insan hakları sosyolojisini hakların daha iyi gerçekleĢebilmesi için önemli kılar. Ġnsan haklarına yalnızca hukuki açıdan yaklaĢılması sosyo-ekonomik ve toplumsal kimliklerin görmezden gelinmesine yol açabilir. Bu nedenle hukukun yukarıdan bakan dar kapsamının dıĢına çıkılıp yasal insan hakları ilkeleri bu hakların sosyolojik analizleriyle desteklenmelidir. Yani hakların liberal-bireyci formülü ve uygulamasının sosyolojik eleĢtirisi bireylerin sahip oldukları yeteneklerin ve kaynakların geniĢletilmesi ve eĢitlenmesi üzerine odaklanmalıdır. Diane Elson (2006:105) bunu 'dönüĢtürücü eĢitlik' olarak adlandırır. DönüĢtürü eĢitlik, Nancy Fraser'ın kavramlaĢtırmaları olan dönüĢtürücü bölüĢüm ve dönüĢtürücü tanımayı içerir. Fraser'ın (1995) bölüĢüm ve tanıma üzerine yaptığı analizler haklardan yararlanmanın önünde engel oluĢturan ekonomik ve kültürel eĢitsizlikler arasındaki etkileĢimi göstermesi bakımından çok önemlidir. SONUÇ Haklar üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, eĢit hakların eĢit sonuçlar doğurmadığını ve hakların yasallaĢmasının her zaman ezilenleri güçlendirmediğini göstermiĢtir. Sosyoloji, hukuki normların neden toplumsal gerçekliğe yansımadığını anlamamıza yardım eder. Ġnsan hakları karmaĢık bir olgudur ve yalnızca hukuk ve felsefe merceğinden bakarak anlaĢılamazlar. Sosyoloji insan haklarını tarihsel ve toplumsal bağlamı içine yerleĢtirmeye ve bu koĢullar içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalıĢır. Böylece örneğin insan hakları ihlallerinin neden gerçekleĢtiğini açıklamaya çalıĢır, yasal sistemlerin sınırlılıklarını ortaya koyar. Ġnsan hakları sosyolojisi perspektifinden haklardan yararlanılması hiçbir zaman basitçe hukuki bir dayanaktan ibaret değildir, aynı zamanda iktidarı, maddi kaynakları ve anlamları yaratan ve dağıtan toplumsal yapılara da bağlıdır. Ġnsan hakları sosyolojisi kuram ve pratik arasındaki bu farklılık üzerinde durarak hakların daha iyi gerçekleĢebilmesine katkıda bulunacaktır. Ġnsan hakları normları ideal ve soyut bir toplumsallığı tarif ederken, insan hakları sosyolojisi, insan haklarını hukukun ve felsefenin egemenliğinden alarak insan haklarını güç iliĢkileri, toplumsal, ekonomik, kültürel eĢitsizlikler, tarihsel koĢullar, kültürel farklılıklar, toplumsal mücadeleler çerçevesi içinde ele alır ve böylece Michael Freeman‘ın dediği gibi bu kavramı sıradan insanların gündelik yaĢamlarına ulaĢtırır. KAYNAKÇA Benton, T. (1993).Natural Relations: Ecology, Animal Rights and Social Justice [Doğal ĠliĢkiler: Ekoloji, Hayvan Hakları ve Toplumsal Adalet], London:Verso. Benton, T. (2006). ‗Do we need rights? If so, what sort?‗ [Haklara Ġhtiyacımız Var mı? Varsa, Hangi Haklara?], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York: Routledge, pp.21-36. Davidson, S. (1993).Human Rights [Ġnsan Hakları], Buckingham: Open University Press. Douzinas, C. (2000).The End of Human Rights: Critical Legal Thought at the Turn of the Century [Ġnsan Haklarının Sonu: Yüzyılın Bitiminde EleĢtirel Hukuk DüĢüncesi], Oxford: Hart Publishing. Elson, D. (2006). ‗Women‗s rights are human rights: campaigns and concepts‗ [Kadın Hakları Ġnsan 28 Haklarıdır: Kampanyalar ve Kavramlar], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York: Routledge, 94-110. Evans, T. (1998). ‗Introduction: power, hegemony and the universalization of human rights‗ [GiriĢ: Ġktidar, Hegemonya ve Ġnsan Haklarının Evrenselliği], in T. Evans (ed), Human Rights Fifty Years On, pp.2-23. Falk, R., Elver,H., Hajjar,L. (2007).Human rights: Critical Concepts in Political Science [Ġnsan Hakları: Siyaset Biliminde EleĢtirel Kavramlar], London: Routledge. Freeman, C. (1988).Human Rights [Ġnsan Hakları], London : Batsford. Fraser, N. (1995). ‗From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a Post-Socialist Age‗ [BölüĢümden Tanımaya? Post-sosyalist bir çağda Adaletin Açmazları], New Left Review, I(212)68-93. Heywood, A. (1992).Political Ideologies: An Introduction [Siyasal Ġdeolojiler: Bir GiriĢ], Basingstoke: Macmillan. Jones, P. N. (1994).Rights [Haklar], Basingstoke: Macmillan. Marshall, T. H. (1949). ‗Citizenship and Social Class‗ [YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıf], Reprint in Sociology at the Crossroads and other Essays, London: Heinemann, pp.67–127. Mertus, J. A. (2005).The United Nations and Human Rights: A Guide for a New Era [BirleĢmiĢ Milletler ve Ġnsan Hakları: Yeni Bir Çağ için Rehber], Abingdon and New York: Routledge. Morris, L. (2006). ‗Sociology and rights – an emergent field‗ [Sosyoloji ve Haklar – OluĢmakta olan Bir Alan] in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, pp. 1-16. Shute, S.,Hurley,S. (eds) (1993).On Human Rights: the Oxford Amnesty Lectures [Ġnsan Hakları Üzerine: Uluslararası Af Örgütü Dersleri], New York: Basic Books. Turner, B. S. (1993). ‗Outline of the Theory of Human Rights‗ [Ġnsan Hakları Kuramı için Bir Çerçeve], Sociology, 27(3)489-512. Waldron, J. (ed). (1984) Theories of Rights [Hak Kuramları], Oxford: Oxford University Press. Waters, M. (1996). ‗Human Rights and the Universalisation of Interests‗ [Ġnsan Hakları ve Çıkarların EvrenselleĢmesi], Sociology, 30(3) 593-600 Weissbrodt, D. (1988). ‗Human Rights: An Historical Perspective‗ [Ġnsan Hakları: Tarihsel Bir BakıĢ] , in P. Davies (ed), Human Rights, London: Routledge. Woodiwiss, A. (2005).Human Rights [Ġnsan Hakları], Abingdon: Routledge. 29 C9 OTURUMU LGBT 30 METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ Dr. A. Çağlar DENĠZ1 ÖZET Metropol kente üniversite eğitimi almaya gelen öğrenciler, metropolde geçirdikleri yıllara paralel olarak cinsellik üzerinden kurulan iliĢkileri taĢradakinden ―daha geniĢ‖ ve ―daha anlayıĢlı‖ bir Ģekilde değerlendirmektedirler. Bu noktada taĢranın -özellikle cinsellik algısı ve deneyimi bağlamında- hem yeni kurulan üniversiteler hem de hızla yaygınlaĢan ve daha çok eriĢilebilir hale gelen kitle iletiĢim araçları sayesinde gittikçe metropolleĢtiği görülmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri kadınerkek iliĢkilerinde taĢra ve metropol değer yargıları ve tutumları arasında melez bir tavır almaktadırlar. Bu öğrenciler aslında taĢranın da, tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar açısından metropolleĢtiğinden dem vurmaktadırlar. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. Bu karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olabilmektedir. Ġstanbul, Boğaziçi ve Ġstanbul Bilgi üniversitelerinde örgütlenen2 LBGT öğrenciler, görünür olma noktasında metropol kentin diğer mekanlarına göre daha az sıkıntı yaĢamamaktadırlar. LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler serdetmesine sebep olmaktadır. Üniversitelerde okutulan müfredat eĢcinselliğe değinip değinmemesi, öğrencilerin bu konuda yeterli akademik bilgiyi alıp alamamaları açısından önem arz etmektedir. Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler arasında Gülen Cemaatine mensup olanlar ve kendilerini modern-muhafazakar olarak tanımlayanlar, LGBT bireylere karĢı daha hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmektedirler. Anahtar Kelimeler: Metropolleşme, Üniversite Öğrencileri, Metropolleşen Taşra, LGBT Öğrenci Örgütlenmeleri, Homofobi. ABSTRACT Students who come to metropolcity to pursue university education, in paralel to the years that they spend in metropol city, perceive relations particularly in thecontext of sexuality as wider and openminded. In this regard, the provinces become metropolitanized thanks to newly established universities and mass communication means. No-metropolitan students try to develop hybrid manner between provincial values and metropolitan values regarding female-malerelations. In fact, these students accept that provinces become metropolitanized in terms of perceptions of sexuality and consumptionhabits. Non-metropolitan students, when they talk about the community groups that they face for the first time, mentions much about LGBT people. This encounter may occur in urban spaces and universities. The LBGT student swho organize themselves in Istanbul, Boğaziçi andIstanbul Bilgi Universities easily appear and become visibile in contrast to other spaces of metropolcity. LGBT organzations obtain sympathy from socialist worldview when they participate anti-capitalist discourse and actions. Whether University curriculums refer to homosexuality or not is very important in obtaning sufficient academic knowledge about it. Among those who have conservative worldview Gulen movement followers and modern conservatives develop moderate discourses toward LGBT people. Keywords: Metropolitanization, college students, metropolitanized province, LBGT student organizations, homophobia 1 ArĢ. Gör, UĢak Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, caglardeniz34@gmail.com; caglar.deniz34@usak.edu.tr . 2 Ġstanbul Üniversitesinde Radar Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesinde Lubunya Kulübü ve Ġstanbul Bilgi Üniversitesinde GökkuĢağı Kulübü. 31 GĠRĠġ Metropol kent, taĢradan gelen metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma imkanı vermektedir. Metropol kente üniversitede okumak üzere gelen taĢralı öğrencilerin –metinde metropoldıĢı öğrenciler olarak geçecektir- cinselliğe dair görüĢleri hazırlanan yarı yapılandırılmıĢ bir mülakat metni çerçevesinde araĢtırılmıĢtır. Nitel bir araĢtırma kapsamında 3 90 kiĢiyle görüĢülerek, metropolleĢen taĢra, kadın-erkek iliĢkileri ve LGBT bireylerin üniversite çevresinde örgütlenme deneyimleri özelde metropoldıĢı öğrencilerin gözünden, genelde ise üniversite gençliğinin bütünü zaviyesinden incelenmeye çalıĢılmıĢtır. MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkileri ve eĢcinselliğe bakıĢları, metropolleĢme süreçleriyle doğru orantılı olarak değiĢime uğramaktadır. Bu öğrenciler, memleketlerine/taĢraya tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar üzerinden bir kez daha baktıklarında taĢranın metropolleĢtiğini ifade etmektedirler. Bu çalıĢmada metropoldıĢı öğrencilerin anlatımları çerçevesinde öncelikle taĢranın nasıl metropolleĢtiğine ve bu öğrencilerin kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarındaki farklılaĢmalara ve LGBT öğrencilerin örgütlenme deneyimlerinin kendilerini ne ölçüde etkilediğine değinilecektir. Bu bağlamda, metropolde üniversite eğitimi alan LGBT öğrencilerin kampüs içinde kurdukları örgütlenmeler çerçevesinde nasıl özneleĢtikleri ve nesneleĢtikleri ele alınacaktır. ÇalıĢma çerçevesinde gerçekleĢtirilen mülakatlara göre, birinci sınıfa baĢlayan pek çok öğrencinin olumsuz ifadelerle nitelediği eĢcinsellik olgusuna, diğer sınıflarda okuyan öğrencilerin yaklaĢımı daha hoĢgörülüdür. Bu durumun bir sebebi metropol kentte eĢcinsellerin kendi örgütlenmeleri ve kurumlarıyla –dernekler, kafeler, barlar vs.- var olmaları ise, diğer sebebi örneklemdeki öğrencilerin okuduğu üniversitelerde eĢcinsel örgütlenmelerin yer almasıdır. MetropoldıĢı gençlerin metropolleĢme sürecinde farklı cinsel yönelimlere sahip kiĢilerle deneyimledikleri mekan kesiĢmeleri bu gençleri daha kapsayıcı bir söyleme sevk etmektedir. Foucault, kiĢiyi sınıflandıran, onu kiĢiliğiyle iĢaretleyen, onu kimliğine bağlayan, baĢkalarının ve onun kendisinde kabul edeceği hakikat kanununu ona dayatan ve tüm bunları yaparak gündelik hayata kendini doğrudan uygulayan bir iktidar Ģeklini4 ayırt etmektedir. Bu iktidar Ģekli, bireyleri özne (subject) yapmaktadır. ‗Özne‘ kelimesinin, kontrol ve bağımlılık yoluyla baĢka birine tabi ve kendi kimliğine bir vicdan ve öz-bilgi yoluyla bağlanmıĢ olmak üzere iki anlamı vardır. Her iki anlam da iktidarın boyun eğdiren ve tabi kılan türünü akla getirmektedir.Ġnsanları özneye dönüĢtüren üç ayrı nesneleĢtirme modu olduğunu ileri süren Foucault, bunları Ģu Ģekilde sıralar: 1- Kendilerine bilim statüsü vermek Mesela konuĢan özne, genel gramer, filoloji ya da için çabalayan inceleme modları; dilbiliminde; üretken özne, emek harcayan özne iktisat ve servet analizinde; sırf yaĢıyor olma durumu doğa tarihi veya biyolojide nesneleĢir. 2- Özne kendi içinde veya Mesela deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı ya da suçlu baĢkalarından ‗bölücü pratikler‘de ile ‗iyi çocuklar‘ gibi. bölünme sürecinde nesneleĢir. 3-Bir insan kendini bir özneye Mesela, cinsellik alanı ele alınırsa, insanlar dönüĢtürür. kendilerini ‗cinsellik‘ özneleri olarak nasıl kabul ettiklerini gösteren cinsellik kaynağı. FOUCAULT‟YA GÖRE ĠNSANI ÖZNEYE DÖNÜġTÜREN NESNELEġTĠRME MODLARI 5 Foucault‘nun insanın kendini özneye dönüĢtürme süreci olarak son nesneleĢtirme türü, metropolde üniversiteye yeni baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin kendilerini bir üniversite öğrencisine ya da bir metropol kentlisine dönüĢtürme sürecini de açıklayabilmektedir. Çünkü, bu öğrenciler kendileri ile metropol kentli ve üniversiteli kimliğine sahip olmuĢ öğrenciler arasındaki bölücü pratiklerin de farkındadır. Kendilerini özneleĢtirme sürecinde bu bölücü pratikleri aĢma veya kendi lehlerine bu 3Bu çalıĢma, yazarın 2013 yılında kabul edilen Doktora tezi verilerinden faydalanılarak hazırlanmıĢtır. 4MichelFoucault, TheSubjectandPower, Critical Inquiry, c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of Chicago Press, 1982, s. 781. 5Foucault, A. e., s.777 -778. 32 pratikleri içselleĢtirme kaygısında olabilirler. Bu pratikler, bazen bizzat metropol veya üniversite yönetimi tarafından yazılı bir mod olarak verilmektedir. Tüm bu süreçlerde genel olarak metropoldıĢı lise öğrencisi metropollü bir üniversite öğrencisi haline evrilerek, özel olarak ise dini, etnik, ideolojik ve cinsel bir kimlik içinde özneleĢerek nesneleĢmektedir. Üniversite ve metropolünmetropoldıĢı öğrenciye uyguladığı iktidar Ģekli, onu iĢaretlemekte ve ona yeni bir kimlik dayatmaktadır. Öğrencinin gündelik hayatını hedef alarak, onu kontrol ve bağımlılık yoluyla kendine tabi kılarken kendi kimliğine bağlanmasına da sebep olmaktadır. Böylece metropol kentte üniversite eğitimi alan metropoldıĢı öğrenciler dini, ideolojik, etnik, cinsel vs. bir kimliğin öznesi olarak nesneleĢmekte ve özneleĢerek nesneleĢen bu gençler yarı Ģeffaf akran kabilelere bölünmektedir. Kabile kavramı, çalıĢma içerisinde ZygmuntBauman‘ın kullandığı anlamda ele alınmıĢtır. Bauman, bireyin bir gruba özgü elbiseler giyerek, gruba özgü plakları satın alarak, gruba özgü müziği dinleyerek, gruba özgü televizyon programlarını ve filmleri izleyerek ve tartıĢarak, odasının duvarlarını gruba özgü süslerle bezeyerek, akĢamlarını gruba özgü tarzlarda ve gruba özgü yerlerde geçirerek vb. gibi iĢaretleri yaparak yani kabileye özgü eĢyaları edinerek ve sergileyerek ―kabileye katılabileceğini‖6 belirtmektedir. Kabileler –ya da Baumann‘ın yanlıĢ anlaĢılmaktan kaçındığı tabirle yeni kabileler- öz olarak hayat tarzlarıdır. Neredeyse tüketim tarzlarından baĢka bir Ģey değildir ve bu kabilelere giriĢ çıkıĢları piyasa belirlemektedir.7Baumann‘a göre postmodernizm yeni-kabileciliği yaratmaktadır. Yeni kabileler, estetik cemaatler olarak da görülebilmektedirler. Doğal cemaatlerden daha kolay terkedilebilirler. Ġçsel özlerden ziyade, görünümlerde, yeni sembollerde ortaya çıkarlar. Bir siyasi programa sahip olmayan gençlik kültürleri bu Ģekilde ortaya çıkmaktadır. Bir aidiyetin iĢareti olan semboller, artık toplumsal durumdan daha ziyade önemlidir. Bu durum, semboller aracılığıyla bilinçli olarak toplumsal durumun gizlenmesine kadar gidebilir.8 Richter, her ne kadar örnek olarak siyasi programa sahip olmayan gençlik kültürlerini verse de, siyasi programa sahip olan gençlik kültürlerinin de Baumann‘ın değindiği tarzda yeni kabile olarak değerlendirilebileceği çalıĢma esnasında görülmüĢtür. Bu bağlamda siyasi bir programa dahil olsun ya da olmasın, metropol üniversite kampüslerinde LGBT öğrencilerin yarı Ģeffaf bir kabileye tekabül ettiği tespit edilmiĢtir. Örneklem içerisinde yer alan gençlerin cinsellik üzerinden geliĢen iliĢkiler hakkındaki genel tutumu özgürlükçü olarak nitelenebilir. MetropoldıĢı öğrenciler, cinselliğin özgürce yaĢanması gerektiğini ifade etmekle beraber, bu konudaki aleniyetten ise rahatsızlık duymaktadırlar. Özellikle dini semboller taĢıyan kadınların cinselliğini aleni bir Ģekilde yaĢaması hoĢ karĢılanmamaktadır. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin metropol ortamında tampon mekanizmalar çerçevesinde açıklanabilecek tepkiler geliĢtirdiği görülmektedir. Tampon mekanizmalar kavramını 9, Mübeccel Belik Kıray 1962 yılında Ereğli‘deki ağır sanayi hamlesinin bölgeyi nasıl etkilediğini ve bölgenin yerlileri ile iĢ imkanları için bölgeye göç edenlerin yeni toplumsal Ģartlara hangi süreçler içerisinde uyum sağladıklarınıaraĢtırarak tampon mekanizmalar kavramını ortaya atmıĢtır. Bu kavramla, sosyal değiĢmenin bunalımsız olmasını sağlayan, çözülmenin önüne geçen ve her iki sosyal yapıya da ait olmayan bu yeni beliren kurumlar, iliĢkiler, değerler ve fonksiyonları ifade etmeye çalıĢmıĢtır. Tampon mekanizmalar kavramı, Harootunian‘ınarayerdelikkavramsallaĢtırmasıyla benzeĢen yönlere sahiptir, ama amaçsal olarak aralarında farklar vardır. ―Gündelik hayat, sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve yayılmasına ve yine kapitalizmin, oluĢturulduğu her yerde benzer koĢullar oluĢturma eğilimine iĢaret eden, yaĢanmıĢ gerçekliğin deneyimine karĢılık gelmektedir. Gündelik hayatları farklı kılan daha yıpratıcı ve yıkıcı eĢitsizlikleri maskeleyen melezliğin gerçekleĢmesi yani ―arayerdelik‖, melezleĢtirilen ögelerin 6ZygmuntBauman, Sosyolojik DüĢünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 228. 7Bauman, A.e., s.229. 8Rudolf Richter, Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul, Küre Yayınları, 2012, s. 237. 9Mübeccel B. Kıray, Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, 3. bs., Ġstanbul, Bağlam Yayınları, 2000, s. 20; 141. 33 karıĢımını gizliyor ve böylece hem sömürgeleĢtirilmiĢ hem de sömürgeleĢtirilmemiĢ gündeliklerin eĢitsizlik deneyimleri arasındaki pürüzleri giderme iĢlevi görüyor.‖10 Arayerdelik, mevcut eĢitsizlikleri maskelemeye çalıĢan mekanizmaları ifade etmeye çalıĢırken, tampon mekanizmalar eĢitsizlikleri aĢmaya yönelik üretilen çözümler bütünü olarak değerlendirilebilir.Ereğli‘deki orta hızlı sosyal değiĢmeyi anlamlandırmak için Kıray‘ın ortaya attığı tampon mekanizmalar kavramı, pekala üniversite öğrencilerinin metropolleĢirken karĢılaĢtıkları bazı iliĢki düzeylerini de anlamlandırmak için kullanılabilir. Fakat metropol kentin ortamında üniversite öğrencileri, sadece orta halli bir değiĢimi deneyimlememektedirler, aynı anda hem yavaĢ hem de hızlı değiĢimlere adaptasyon sağlamak durumunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda yeniden yorumlama ve isyan mekanizmalarını da metropolleĢen üniversite gençleri için denge koruyucu mekanizmalar olarak değerlendirilebilmek mümkündür. Çünkü onlar sosyal değiĢimin en keskin türlerinden birine maruz kalmaktadırlar ve bu değiĢim özne varlığa değiĢik hızlarda aynı anda etki etmektedir. METROPOLLEġEN TAġRA VE KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠNE BAKIġTAKĠ DEĞĠġĠM MetropoldıĢı öğrenciler, metropoldeki tüketim alıĢkanlıkları ve ahlaki kriterlerin taĢradakilerle giderek benzeĢtiğini ifade etmektedirler. Bu durumun bir sebebi üreticilerin reklam ve bayilik yoluyla taĢraya inmeleri, diğeriyse geleneksel olmayan tüketim kalıplarının taĢraya açılan üniversitelerin öğrencilerinin eliyle yaygınlaĢması ve sıradanlaĢtırılmasıdır. Mesela ĠÜ‘den Hale, memleketi Bingöl‘de sokağa çıkarken eĢofman giymenin nasıl „normalleştiğini‟ anlatmaktadır. Üç-dört yıl önce Ģehir çapında konuĢulacak bir mevzu haline gelebilecek bu olay, bugün itibariyle çok da ilgi çekmeyecek bir hal almıĢtır. Hale, son üç yılda Bingöl‘de üniversitenin de etkisiyle kıyafet, saç kesimi vs. bakımından „farklı tipler‟ görmeye baĢlamıĢtır. BÜ‘den Nihal de, Hale ile benzer tespitlerde bulunmaktadır. ―Benim ailem ilçede yaĢıyor. Çok küçük bir yer ama oraya açılan üniversite birimleri oradaki sosyal yaĢamı bile değiĢtirdi. Kız ve erkek öğrencilerin el ele dolaĢmasından, ilçe gençleri de feyz aldılar. Ama tabi ki, kız erkek iliĢkileri açısından yine de çok rahat bir yer değil. Çünkü herkes birbirini tanıyor. Fakat burada kimse kimseyi tanımıyor ve bunun verdiği rahatlıkla insanlar daha rahat davranabiliyorlar.‖ (Nihal, BÜ, Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık, 1) Liseye ilk baĢladığı dönemlerde memleketinin en iĢlek caddesinde dekolteli kadın görmediğini söyleyen ĠÜ‘den Emin artık bu tür durumları kendi memleketinde bile kanıksadığını ve Ģehrindeki bu değiĢimin kendisini üzdüğünü ve kızdırdığını ifade etmektedir. Emin, memleketi Konya‘ya devletin ve özel sektörün yeni üniversiteler açmasını, memleketine karĢı planlı bir ahlak bozma operasyonu olduğunu düĢünmektedir. Emin‘e göre mesela özel üniversitelere, elit tabakanın çocuklarının geleceğini ve mesela bunlar mini etek giydiklerinde oluĢacak mahalle baskısını takmayacaklarını, özgürlüğü merkeze alan bir tavır geliĢtireceklerini bu yüzden de yaĢadığı Ģehirdeki dinsel görünümlerin erozyona uğrayacağını düĢünmektedir. Kendi özgürlüğüne düĢkünlüğünden dolayı kaldığı dini cemaatten birkaç kez çıkarılan ve kendi ifadesiyle cemaat içerisinde „bölgeden bölgeye sürülen‟ Emin‘in baĢkalarının özgürlükleri söz konusu olduğunda taĢradan getirdiği kültürel kodları bu denli öne çıkarması ilginçtir. TaĢrada üniversite okumaya gelen öğrencilerin bir tür „değişim/dönüşüm faili‟yahut ‗hız belirleyicileri‟11 olarak çalıĢmaları, sadece bazı muhafazakarmetropoldıĢı üniversite gençleri arasında değil, kamuoyu önünde de tartıĢılan bir husus haline gelmektedir. Bu bağlamda, YeĢilay Mardin ġube BaĢkanı Lütfü Günlüoğlu gazetelere yazılı bir açıklama yaparak, Artuklu Üniversitesi‘nde okuyan ve kent dıĢından gelen öğrencilerin, kente ahlaksızlık getirdiğini ve kentteki manevi çöküntüyü hızlandırdığını savunmuĢtur. Mardin‘de, gün geçtikçe hızlanan ahlaki çöküntünün ve manevi huzursuzluğun, herkesi derinden etkilemeye 10 Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu, çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006, s. 67. 11 Hız belirleyicileri (pacesetters) kavramı, akademik tartıĢmalarda her ne kadar yüksek prestijli üniversitelere içkin olarak gündeme gelse de, bizim çalıĢmamızda da yeni açılan üniversitelerin mezun ve öğrencilerinin de kendi toplumlarında kültürel değiĢimin öncü grubu ve hız belirleyicileri oldukları görülmüĢtür. KrĢ.: David Yankelovich, New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House, 1981, s.33. 34 baĢladığını öne süren Günlüoğlu‘nun, bir an önce tedbir alınmasını istediği açıklaması gazetelere yansıdığı kadarıyla Ģöyledir:12 "Ġlimize üniversite kararı çıktığı zaman küçük- büyük hepimiz çok sevindik. Artık çocuklarımız kendi memleketlerinde okuyabileceklerdi, ya da yakın illerden Mardin‘e öğrenci gelecek, Mardin her yönden geliĢecekti. Gerçekten de böyle oldu. Mardin her geçen gün geliĢmeye baĢladı. Öyle bir geliĢti ki, bu geliĢme beraberinde birçok ahlaksızlığı da getirdi. Artık kız-erkek gençlerimiz özgürlük ve medeniyet adına el ele, kol kola, sarmaĢ dolaĢ, uluorta gezmeye, gün ortasında herkesin önünde hayasızca seviĢmeye baĢladılar. BüyükĢehirler Ankara, Ġstanbul ve Ġzmir ‘deki gençler arasındaki hayasızlıkmanzaraları Mardin‘de de sık sık görülmeye baĢlandı. Önce el ele, sonra sarılarak, sonra da dudak dudağa öpüĢerek fiili zinaya doğru gidiliyor. Derhal bu ahlaksız davranıĢların önüne geçilmelidir. Bu kendini bilmez kiĢiler her yerde uyarılmalıdır." Görüldüğü üzere taĢradaki bir STK temsilcisi, Ģehirlerine açılan üniversiteye gelen öğrencilerin, metropol kente ait yaĢam tarzına dair ögeleri yaĢamaya çalıĢtıkları için –kendine göre hayasızlık manzaralarını- uyarı yapmak ihtiyacı duymuĢtur. MetropoldıĢı öğrencilerden ĠÜ‘den Emin de yukarıda geçtiği üzere, benzer kaygıları dillendirmektedir. Örneklem dahilindeki öğrencilerle yapılan mülakatlar sonucu; Türkiye‘nin hemen her tarafında ahlaki kriterlerin, tüketim kalıpları vemetalarının, daha geniĢ bir söylem içerisinde hayat tarzlarının kamusal alanda kullanımlarının gittikçe farklılaĢtığı ve metropol kentteki sınırlara doğru geniĢlediği ileri sürülebilir.MetropoldıĢı üniversite gençliğinin metropolleĢme sürecinde cinselliğe dair görüĢleri büyük oranda değiĢmekte/dönüĢmektedir. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde taĢıdıkları taĢranın da metropolleĢtiği iddia edilebilir. Bu süreç çeĢitli beklenti, teĢvik ve engellenmeler sarmalında üretilmektedir. Mesela metropoldıĢı gençlerin akademik olmayan beklentilerinden birinin, üniversite ortamında daha rahat flört edebilmek olduğu söylenilebilir. ĠÜ‘den Elif, üniversiteye gelen öğrencilerin kendilerine daha önce öğretilenler sebebiyle, üniversite ortamını bir tür ―aranma‖ ortamına çevirdiklerini düĢünmektedir: ―Ġnsanlara cinselliklerini tanıdıkları dönemlerde, onlara ilköğretimde bunu yaĢamayın, lisede bunu yaĢamayın, üniversitede zaten yaĢınızda uygun olucak hem de daha bilinçli insanları bulacaksınız, orda yaĢarsınız deniliyor. Öğretmenler, aileler, çevremizdeki insanlar bunu söylüyor. Üniversiteye gelince de insanlar, afedersiniz ipi salınmıĢ köpekler gibi, fıldır fıldır aranıyor.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1) Metropol kentte üniversite okuyan bir öğrencinin birileriyle çıkması yakın çevresi tarafından da beklenir olmuĢtur. BÜ‘den Ozan yoğun aktivizmi içerisinde kız arkadaĢ edinmediğini belirterek, bu durumu ailesine anlatamadığını söylemektedir: ―Ben diyorum ki; benim kız arkadaĢım olmadı anne diyorum. Oğlum bak bizi kandırıyorsun falan filan. Çünkü benim arkadaĢlarım var burada, onların ailelerinden görüyorlar. Hatta onların aileleri biraz daha mütedeyyin, onların çocuklarının yaptıklarını görünce bizimkiler de bizim çocuk da yapabilir yani, o da genç falan filan diyorlar. Ama inandıramıyorum yani, o derece yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) Ozan mülakatın devamında bu algının nedeni olarak, flörtün reklam panolarından televizyon dizilerine kadar görünür hale getirilerek özellikle gençlere kendini dayatmasını dile getirmektedir. Yani, bir simülark flört kendisini medya araçları yoluyla bir hakikat olarak sunmaktadır. Böylece yaĢam ve medya birbiri içinde yeniden erimektedir.13 Bu nedenle, metropoldıĢı öğrencilerin baĢta ailesi olmak üzere yakın çevresi, onun metropol kentte mutlaka bir iliĢki edindiğini düĢünmekte, öğrenci böyle bir iliĢkisi/flörtü olmadığını söylediğinde ise ona inanmamaktadır. Simülakr haline getirilen muhayyel bir iliĢki/flört, kendini bir hakikat olarak gündelik hayata dayatmaktadır. Muhafazakar değer yargılarını hayatına hakim kılmaya çalıĢtığını ifade edenĠÜ‘den Hale üniversiteli bir gencin cinselliği yaĢaması konusunda özgür olması gerektiğini düĢünmektedir. Ama 12 Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012. Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 56. 13 35 bahsi geçen değer yargıları sebebiyle, kendisi bu konuda daha dikkatli olmaktadır. Ona göre baĢında taĢıdığı baĢörtüsü, bu noktada kendisine yükümlülükler yüklemektedir. Hale, kampüste öpüĢen bir çift gördüğünde kızın baĢı açıksa rahatsızlık duymayacağını buna karĢın baĢı kapalıysa rahatsız olacağını belirtmektedir. Bu durumunu „dar kafalılık‟ olarak nitelendirse de, kendisi için yaĢanan gerçekliğin böyle olduğunu söylemektedir. Hale, öpüĢen çiftin erkeğinin herhangi bir dini sembol taĢıması halinde –mesela sünnete uygun biçimde kesilmiĢ sakalı olması, vb.- herhangi bir rahatsızlık duymayacağını da ayrıca ifade etmektedir. Hale‘nin, kiĢisel tercihinin ona yüklediği sorumluluğu kendine benzer olanlarla paylaĢarak ya da paylaĢmayı isteyerek azaltma yönünde bir taktik14 geliĢtirdiği söylenebilir. Kıray‘cı anlamda ahlaki tamponmekanizmalarını iĢler hale getiren Hale‘ye göre kadın özellikle de baĢörtülü kadın ―daha ahlaklı olmak‖ zorundadır. BÜ‘den Ozan da, Hale gibi düĢünmektedir. Ona göre, üniversiteli öğrenciye cinselliğe dair dıĢarıdan herhangi bir kod dayatılmamalı ama öğrencinin kendine dair sınırları da bulunmalıdır. ―Eğer cinselliğe dair bir kural varsa o insanın içinde olmalıdır. Bu vicdan oluyor sanırım. Ölçü olarak ahlak kurallarını kabul etmiyorum bu mevzuda. Eğer kiĢinin gönlü rahatsa istediğini yapmalı. Cinsellik aynı zamanda bir insanın en zayıf olduğu anıdır. Hiç tanımadığın biriyle iliĢkiye girmeyi çok yanlıĢ karĢılıyorum. Ġnsanın kendini nasıl bu denli açabildiğini merak ediyorum. Aslında bir iliĢkide bedeninden daha önemli Ģeyler paylaĢıyorsun, duygularını mesela.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1) Bazen metropol kente yapılan bir ziyaret dahi insanların daha serbest hareket etmelerine sebep olabilmektedir. Hale‘nin kuzeni imam nikahlı niĢanlısıyla kendisini ziyarete geldiklerinde, Ġstanbul‘da ele ele tutuĢarak gezmiĢlerdir. Hale, onları kendisinin yanında el ele tutuĢarak gezmelerine çok ĢaĢırdığını ifade etmektedir. Metropolde yaĢamanın, insanın üzerindeki sosyal baskıları azaltıcı etkisi bu örnekte de görülmektedir. ĠBÜ‘den Derya da, Hale‘den çok farklı bir hayat görüĢü ve tarzına sahip olmasına rağmen cinsellik konusunda aynı fikirdedirler. Derya da, insanların cinselliğe dair sınırları olmaması gerektiğini düĢünmektedir. Fakat diğer bazı metropoldıĢı öğrenciler nikah öncesi cinselliğe hoĢ bakmamaktadırlar. BÜ‘den Cansu, cinselliğin yaĢanmasını evlilik akdine bağlayarak, bazı muhafazakar gençler arasında ailelerinden habersiz yapılan dini nikah uygulamasını eleĢtirmektedir. ―Helal daire kafidir, keyfe kafidir. Ama aileye söylemeden kıyılan dini nikahı, nikahlanmak olarak görmemek lazım. Ama evlenebilir mi insan evet evlenebilir. Abimin kaldığı yurtta, ‗evlenmek isteyene sponsor oluruz‘ demiĢler mesela.‖ (Cansu, BÜ, Psikoloji, 1) Kendisini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan Zahit, dini nikahlı beraberliklere karĢı çıkmaktadır: ―Ġnsan yeryüzüne indirilmiĢ, iradesi ve beyni olan bir halifedir. Cinsellik olmalı, insan kendini son sınıfa kadar bağlayamaz. Ama bir sistem dahilinde, nikahlı bir beraberlik yaĢamalı insan. Dini olarak bile değil, isterse resmi nikah yapsın. Ama bir gün orda, diğer gün burda olmak hayvansallıktır, insanı Haviyelere (Cehennem tabakası, AÇD) götürür. Sadece dini nikahlı beraberlikleri erkeklere güvenmediğim için uygun bulmuyorum. Bir kadını kullanıp, sonra boĢayıp gitmeye yol açıyor çünkü bu zamanda sadece dini nikah yapmak.‖ (Zahit, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2) ĠÜ‘den Emin, Ġstanbul‘un ortamının kendisini her an günaha sevk edebilecek bir yapıda olduğunu düĢünmektedir: ―Ġstanbul‘da her ne kadar bir doygunluğa eriĢmiĢ olsak da, sokakta gördüğüm kadınların bazısından çok etkileniyorum. Böyle durumlarda, günah iĢlediğimi düĢünüyorum. Tövbe edip, Allah‘tan helalini istiyorum. Nefsimin o düĢüklüğü göstermemesini istiyorum. Yani birinden etkilenip de, ona kendimi kaptırmamaya azmediyorum.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) 14 Taktik kavramı Michel De Certeau‘nun kullandığı anlamda kullanılmaktadır. De Certeau‘ya göre taktik, erk sahip olanların stratejisine karĢı, zayıfın sanatıdır. Taktik, stratejinin mekanında açtığı çatlakları son derece hassas ve özenli kullanmak durumunda kalmakta, adeta buralarda kaçak avlanmaktadır. KrĢ.:Michel De Certeau,Gündelik Hayatın KeĢfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, Ankara, Dost Yayınları, 1990, s. 114. 36 Ragıp, metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde kaldıkları dini cemaatlerin okudukları fakültede nasıl davranmaları gerektiğine iliĢkin bazı kuralları koyduğunu belirtmektedir: ―Cemaat Ġstanbul‘da yaĢama dair bazı Ģeyler söylüyor. Ġstiklal caddesine fazla çıkmayın, eğlence yerlerinde gezmeyin derler. Kız arkadaĢlarınızla muhabbet dahi etmeyin derler. Not alıĢveriĢine bile olumlu bakmıyorlar. Belki de haklılar, meĢguliyet veriyor çünkü. Geçenlerde Hüdayi cemaatinden bir arkadaĢla konuĢuyordum. Onun kız arkadaĢı var, tabiki kendi cemaatinden gizliyor. Çünkü hiçbir cemaat böyle bir Ģeye izin vermez. O arkadaĢım bana, eskiden haftada iki kitap okurken artık bir kitabı bile bitiremediğini söyledi. Öyleyse telefonla daha az konuĢup, daha az mesajlaĢmalısın dedim.‖ (Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Ragıp‘ın söylemlerinde de görüldüğü üzere, metropoldıĢı öğrenciler kendilerine dayatılan hususlarla baĢa çıkmanın bir yolu olarak bu hususları mantığa büründürülebilmektedirler. ĠÜ‘nün Ġlahiyat Fakültesinin tamamı ile Eğitim Fakültesine bağlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümlerinde eğitim ve dinlenmeye ayrılmıĢ kamusal mekanlar -sınıflar, amfiler, kantinler vs.-, cinsiyet bazında ikiye ayrılarak haremlik ve selamlık kullanılmaktadır. Bu duruma istisna teĢkil edebilecek De Certeau‘cu anlamdaki ‗kullanım‘lar –eylem,uygulama ve üretme tarzları-15, üniversite hocaları tarafından direkt olarak ‗düzeltilmekte‘dir. ―Haremlik selamlık olarak oturuyoruz. Bu da kendi içerisinde bir rahatlık sağlıyor. Cemaatte kalan arkadaĢlar genelde bizlerle ve diğer arkadaĢlarla fazla muhatap olmazlar. Sınıf içerisinde hocaların da, bir erkekle bir kız öğrencinin ortalamanın üstünde samimiyet geliĢtirmesini gerek bakıĢlarıyla bazen de sözleriyle tenkit ettiğini anlayabiliyor ve görebiliyoruz. Bu ayrımı hocalar da destekliyor yani. Toplumun da kriterleri var tabi, dinle alakadar olduğunuzda dikkat etmeniz gereken ölçüler oluyor. BaĢörtüsüz bir arkadaĢımız var, hocalar bu konuda da memnuniyetsizliklerini ortaya koyabiliyorlar. ArkadaĢlarımız arasında bir sıkıntı oluĢturmuyor ama bu durum. Aslında erkek ve kızların bu kadar ayrı olması ne kadar iyi bilmiyorum. Az önce lavaboda bir konuĢma geçti. Kızların karĢı cinsi tanımamaları kendilerini saçma sapan bir korkuyla örmelerine sebep oluyor. Tanımanın bir ölçüsü olmalı, bunu dindar kesim hep atlıyor. Sonra bir Ģeyle karĢılaĢtığı zaman kadınlar daha saçma tepkiler veriyor. KarĢı cinsi tanımayı bastırdığı için, tanıması gerektiği zaman da saçmalayabiliyor. Daha uç noktaya gidebiliyor. Anormal durumlar var tabi, bu durum normal değil. Erkek arkadaĢ ders notu istiyor mesela, kız o durumda bile saçma sapan tepki verebiliyor, böyle durumlar da oldu. Kız hiç konuĢmadan sadece notları uzatıyor falan.‖ (Nejla, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2) ĠÜ DKAB bölümünde okuyan Nejla, bölümündeki bu uygulamanın ne kadar sağlıklı olduğuna dair fikir jimnastiği yaparken, ĠÜ Ġlahiyat Fakültesi‘nde okuyan Emin, kadın- erkek iliĢkileri konusunda okuduğu fakültede var olan mekansal ayrımı dahi yeterli görmemektedir; ―Kantinde kızların kendilerini erkeklere göstermeye çalıĢmasını, erkeklerin kızlara yaranmak için artist artist dolaĢmalarını görmüĢsünüzdür‖ dediğinde, mülakatçı kendi gözleminin kızların ve erkeklerin birbirinden ayrı masalarda oturmak durumunda kaldığı bir kantin olduğunu söylemiĢtir. Emin sözlerine Ģöyle devam etmiĢtir; ―Öyle baktığınız zaman ikisi de ayrı duruyor değil mi, peki bunların gözleri yok mu? Kız oturmuĢ orda mal gibi erkeğe bakıyor, erkek oturmuĢ mal gibi baĢka bir kıza bakıyor. Kantinde herkes birbirini kesiyor. Ġlahiyatta bu daha çok, ben insanları izlemeyi severim.‖ (Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Emin, kantinde „kız ve erkeklerin birbirini kesmesi‘nin Ġlahiyat Fakültesi‘nde daha çok olduğunu ifade ettikten sonra, üniversitedeki diğer fakültelerde okuyan öğrenciler hakkındaki fikirlerini Ģu Ģekilde dillendirmektedir: ―Ġlahiyat hariç diğer üniversitelerde kızlı erkekli tanıĢıklıklar okul ortamında eğlencelere dönüĢüyor. DıĢarıda beraber gezmeye baĢlıyorlar. Daha sonra Taksimde bara gidiyorlar, hatta daha sonra en çirkef hallerine kadar gidiyor iĢ. Çirkef hallerden kastım, iĢin cinsellik boyutu. 15 De Certeau, Age, s. 104-105. 37 Ġstanbul‘un bu hallerine kapılmamak lazım. Daha ilerisini söyleyeyim, bazı bölümlerde üniversite okuyup da bakire olarak çıkan kız oranı %15-20 arasında. Bunları bize iĢin içindeki büyüklerimiz anlatıyor, biz de takip edebiliyoruz. Ben Gülen cemaatinin evlerinden geliyorum, daha farklı kiĢilerle muhatap oluyorum. Üniversite ortamının nasıl olduğunu pek çok kiĢiye sordum. Geçen sene, bahar Ģenliğine de gittim. Feridun Düzağaç‘ın konseri vardı. Kızlı erkekli herkes bir köĢede aĢk hayatı yaĢıyorlardı, konser bahane, gecenin karanlığı, ağaçlar, yeĢillik, zaten kimsenin umurunda değil, herkes seviĢmenin derdindeydi. Gençliği bu hale getirdiler. Bu bence çürümüĢlüğün ötesinde. Çoğu Ģehir dıĢından gelmeydi, biz buraya eğitim için gönderiliyoruz. Sadece Ġstanbul‘a gelip, Taksim‘e çıkılmaz mı, bara gidilmez mi, Bebek‘te gezilmez mi, Boğaz‘da o yapılmaz mı, sahil kenarında sevgilinle oturulmaz mı, Yıldız parkında sevgiliyle gezilmez mi diye fanteziler üretiliyor. Millet de hayatı sadece o yönde düĢünüyor, oysa buraya geliĢ amacını, eğitimini bir kenara bırakıyor.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Cinsiyet bazında ayrımcılığın doğal ve dini olduğunu savunan Emin‘in verdiği örnek ilginçtir. Memleketi olan Konya‘da Ģehrin ana pazarı iĢlevini gören Kapu Cami civarının otuz yıl öncesine kadar „Erkek Mahremi‟ sayıldığını, bir kadının buraya asla giremediğini, buradan geçmek isteyen kadınlara kezzap atıldığını söylemiĢtir. Bu olayı canlı Ģahitlerinden duyduğunu ifade eden Emin, kadınlara erkeklerin arasına girdiği için kezzap atılmasını takdirle anlatmaktadır. Emin‘in Ģikayet ettiği hususlardan birisi, memleketinde kurulan üniversitenin etrafında geliĢen mahallelerin, „kızların ve erkeklerin cirit attığı, gezip oynadığı birer harabeye dönüşmesi‟ dir. BÜ‘den Erdal, gençlerin cinsel hayatına dair sınırları aĢmaları ve insanların cinselliklerini özgürce yaĢamaları gerektiğini savunmaktadır. Erdal mülakatın baĢka bir yerinde ise evleneceği kiĢinin bekaretinin kendisi için önemli olduğunu söylemektedir. Özgürlükçü bir ahlak söylemiyle klasik ahlak anlayıĢının arasında kalan Erdal, bu tutumunun fazla yozlaĢmaya bir tepki olduğunu belirtmektedir. Erdal bu Ģekilde, ahlak görüĢ ve tutumuna dair her ne kadar çeliĢik tepkiler geliĢtirse de, metropolleĢme sürecini bunalımsız olarak atlatmasını sağlayacak bir tür tampon mekanizma çerçevesinde hareket etmektedir. Benzer bir mekanizma özellikle metropoldıĢı kadın öğrenciler tarafından farklı bir çerçevede geliĢtirilmektedir. Mesela BÜ‘den Çiğdem kadının cinselliğe bakıĢının erkekten farklı olduğunu vurgulayarak, Ģunları söylemektedir: ―Bir kadın cinselliğini yaĢarken sevilmeyi, değer verilmeyi ister. Saygı duyulduğunu hissetmeyi ister. KarĢısındaki erkeğin sadece bir ihtiyacını giderdiğini değil onla böylesine özel, böylesine güzel ikisine de mutluluk veren bir Ģeyi yaĢıyor olmasının farkında olunmasını istiyor. Bir kadın bunun dıĢında bir cinsellik yaĢıyorsa, bu durumun onun kadınlık duygularına zarar verdiğini düĢünüyorum. Kadının doğasına aykırı bir durum bu.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1) ĠÜ‘den Eda, kadın bedeninin metalaĢtırılmasına karĢı olduğunu belirttikten sonra metropollü bir sevgili edindiğini fakat kendisini bu iliĢkiyle tanımlamadığı için hayatının merkezine sevgilisini koymadığını söylemektedir. Eda‘nın kendisini tanımladığı Ģeyin sosyalist ideoloji olduğu daha önce alıntılanmıĢtır: ―Üniversitede daha özgürlükçü bir ortam olduğu için, burada yaĢayan insanların da cinselliği daha özgür yaĢadıklarını düĢünüyorum. Bunun özel olduğu durumlar olmalıdır. Kadın bedeninin metalaĢtırıldığı, basitleĢtirildiği, alaçık edildiği bir ortam olmaması gerekiyor bence. Tam tersine kadınların bu konuda daha bilinçli olmaları gerekiyor. Ġstanbullu bir sevgilim oldu. Hayatımın merkezine koymadım onu. O hayatıma geldikten sonra ben o iliĢkiyi yaĢamaya baĢladım. Hayatımı güzelleĢtirir, hayatıma renk katar, birbirini sevmek çok güzel duygulardır. Ama kendimi onunla var etmiyorum sonuçta.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3) Çiğdem ve Eda‘nın sözleri tekrar gözden geçirildiğinde, kadının özgürlükçü ahlak söylemlerinden daha olumsuz etkilenen taraf olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir yandan serbest iliĢkiyi savunan ama evleneceği zaman bakire bir eĢ almak istediğini söyleyen Erdal‘ın ahlak çeliĢkisinde de kendine yer bulmaktadır. MetropoldıĢı öğrenciler her ne kadar cinselliği herkesin istediği gibi yaĢaması gerektiğini söylemini dile getirseler de, metropol kente göre daha kapalı bir kültürel yapıyı iĢaretleyen taĢradan tevarüs ettikleri ahlak anlayıĢını içten içe korumaktadırlar. 38 Metropol kentte üniversite okumaya baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin partner bulma ihtiyacı medya yoluyla bir simülakr olarak belirlenmektedir. Metropolde üniversite okuyan bir gencin sevgilisinin olmaması, baĢta öğrencilerin ailelerine inandırıcı gelmemektedir. Merkezinde dini eğitimin bulunduğu fakülte ve bölümler de, cinselliğe dayalı keskin bir ayrım sınıfta, kantinde ve hayatın hemen her alanında görülmekte ve bu ayrım üniversite hocaları tarafından desteklenmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, üniversite öğrencilerinin flörtlerinde kadın tarafının daha kırılgan olduğunu ve dini nikah gibi bazı uygulamaların özellikle kadını mağdur ettiğini düĢünmektedir. KiĢilerin bağlı olduğu dini ve ideolojik gruplar, onların kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarını da Ģekillendirmektedir. MetropoldıĢı öğrencilerin serbest kadın-erkek iliĢkilerini söylem olarak kabul etseler de, taĢradan getirdikleri ahlak anlayıĢı icabı daha evlilik aĢamasında daha geleneksel bir tutum sergileyecekleri öngörülebilmektedir. Ġdeolojik gruplara mensup bazımetropoldıĢı öğrenciler, flörtlerini grup bağlılıklarına tercih etmemektedirler. ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN BAKIġLARINDAKĠ DEĞĠġĠMLER LGBT BĠREYLER VE AKRANLARINA Metropol kent, metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma imkanı da vermektedir. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. LGBT birey ve akranlarla karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olmaktadır. Metropol kent ortamında salınan LGBT bireylerin taĢra çevresine göre daha görünür olması ve örneklem dahilindeki üniversitelerde yer alan LGBT öğrenci örgütlenmeleri, metropoldıĢı öğrencilerin bu karĢılaĢmalarını kolaylaĢtırmakta ve genelleĢtirmektedir.Mesela, ĠÜ‘den Yasin, Ġstanbul‘a geldiğinde garipsediği tek grubun travestiler olduğunu söylemektedir. Yasin, onları da bir süre sonra normal karĢıladığını, insanın kendini böyle hissedebileceğini düĢündüğünü belirtmektedir. BÜ‘den Ozan da, pek çok metropoldıĢı öğrenci gibi, daha önce iletiĢime geçmediği farklı gruplarla nasıl bir iletiĢim içerisinde olduğu sorusuna eĢcinsel öğrencilerle olan tanıĢmasını örnek vermektedir. Boğaziçi Toplum Gönüllüleri Kulübü, Sosyal Hizmetler Kulübü ve Lubunya Kulübü‘nün ortaklaĢa gerçekleĢtirdiği ‗YaĢayan Kütüphane‘ projesinde görev alan Ozan, LBGT örgütlerinden birinin Taksim‘deki merkezine bu dönemde ziyarette bulunduğunu da anlatmaktadır. Ozan bu deneyimi hakkında Ģunları söylemektedir: ―Çok farklıydı. Yani Ģöyle bir baktım, normalde iki kiĢiyken dalga geçtiğim insanları gördüm. Ama mesela Ģunu demedim; evet, gördüm onları, çok normal bir ĢeymiĢ demedim. Ama onların mesela çok dıĢarı itilmiĢliklerinden dolayı, çok yanlıĢ davranıĢlar edinmeye baĢladıklarını fark ettim. Hani yanlıĢ davranıĢları oluğunu gördüm. Ama aslında bir kısmının da yine çok iyi olduğunu gördüm. Yani onların da aslında normal insanlar gibi kötüye gidenlerinin de, iyiye gidenlerinin de olduğunu, sadece bir görüĢlerinin farklı olduğunu gördüm. Ve gerçekten de bu durum, benim lezbiyenlik veya gaylik hakkındaki düĢüncelerimi değiĢtirmedi ama bu insanlara karĢı bakıĢımı değiĢtirdi. Genel olarak o konsepte karĢı hiçbir değiĢiklik olmadı bende. ĠĢte normalleĢtirmedim o durumu. Ama o insanları normalleĢtirebildim. Yani, gerçekten o insanlarla normal bir Ģekilde yaĢamayı normalleĢtirebildim yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) Örneklem dahilindeki her üç üniversitede de örgütlenen LBGT öğrenciler, bu üniversitelerinde görünür olma noktasında pek fazla sıkıntı yaĢamamaktadırlar. Ozan, eĢcinselliğe bakıĢının BÜ bünyesinde faaliyet gösteren Lubunya kulübüyle kurduğu iliĢki sonrası değiĢtiğini Ģöyle anlatmaktadır. ―EĢcinsellik konusunu araĢtırdım. Nasıl, kimler ne demiĢ falan. Yani hala geçerli bir kaynağa ulaĢamadım. Çok farklı görüĢler var. Benim gördüğüm Ģey Ģu ki: Tam olarak genetik olarak böyle bir hani öyle farklı yönelimlere kayanların hepsi genetik olarak bir Ģeyleri yok yani öyle bir nasıl diyeyim duruĢları yok yani. Çevresel belki farklı sebeplerden ötürü onlara doğru bir yöneliĢ var birçoğunda. Ama yani bunlar sıkıntı yaratacak bir durum değil yani. O insanla iliĢkileri açısından sıkıntı yaratacak bir durum değil, öyle bir düĢüncem var. Tabi Lubunya‘nın etkisi çok büyük yani bunda. Etkisi gerçekten büyük yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) 39 Üniversite öğrencileri çetrefilli teorik tartıĢmaların olduğu alanlarda bilgi edinemedikleri durumlarda, hayatın realitesi içerisinden bilgi devĢirmeye çalıĢmaktadırlar. Ozan, bir gün LGBT bireylerin toplantısına giderken, diğer gün cemaatin toplantısına gitmesini Ġstanbul‘da yaĢamanın bir gereği olarak gördüğünü, bu durumun artık kendisi için normalleĢtiğini ifade etmektedir. MetropoldıĢı bireyler, metropolün farklılık ve hatta zıtlıkların yan yana yer almasını normalleĢtirdiğini, bu normalleĢmeye ayak uydurdukları sürece kendilerinin de metropolleĢtiğini düĢünmektedirler. Bu durum Goffman‘ındramaturjik toplum anlayıĢıyla büyük ölçüde benzeĢmektedir. Nitekim Goffman‘a göre toplum, belirli toplumsal karakteristiklere sahip herhangi bir bireyin, bu duruma uygun bir paralellik içinde, diğerlerinden kendisine değer vermelerini ve davranıĢlarının buna göre olmasını beklemesinin ahlaki hakkı olduğu temeli üzerine organize olmuĢtur.16 Bu bağlamda metropoldıĢı öğrenciler, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu idrak etmenin bir tür metropollü davranıĢı olduğunu düĢünmektedirler. Mesela ĠÜ‘den Hasan, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu düĢündüğünü, insanların cinsel yönelimlerinin henüz çocukken belli olduğuna inandığını ifade etmektedir. ĠÜ‘den Nejla da, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olmadığını düĢünmektedir. ĠBÜ‘den Serkan ise yaptığı araĢtırmalar sonucunda biseksüelliğin insanın doğal hali olduğuna inandığını ama dini kurallar ve pazar ekonomisinin yarattığı ve dayattığı simülasyonlar neticesinde heteroseksüel olmayı tercih ettiğini belirtmektedir. ―Ġnsanın ilk doğduğunda biseksüel eğilimlere sahip olduğuna inanıyorum. Dini kuralların ya da insanların birbirinden öğrendiği iliĢki Ģekillerinin olmadığı ilk dönemlerde böyle takılmıĢ olabilir insanlar. Bu Ģu anda benim tercihim değil, ama doğal olan buysa ve doğal olanı yaĢasaydık daha mutlu da olabilirdim, bilemiyorum. Ama yani Ģimdi, estetik algısı da yapay olarak değiĢen biĢey. Reklamlarda ya da pornografide aklıma yerleĢtirilen bir kadın figürü var. Kadın bedeni bende heyecan yaratmaya baĢlıyor, böylece. Ben bu durumdan memnunum, ama memnun olmayanlar da var.‖ (Serkan, ĠBÜ, Uluslararası ĠliĢkiler, 4) ĠÜ‘den Ufuk da insanın doğal halinin biseksüellik olduğunu, eĢcinselliğin de bir yönelim olduğunu ifade etmektedir: ―EĢcinsellik konusunu Ġstanbul‘a geldikten sonra düĢünmeye baĢladım. Okuldaki Radar grubuyla tanıĢtım, eĢcinsel arkadaĢlarım da oldu. Bence her insanın doğal hali biseksüellik. KiĢi daha sonra kadın-erkek cinselliğini ya da eĢcinselliği seçiyor. EĢcinselliğin de bu noktada doğal bir yönelim olduğunu düĢünüyorum.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1) EĢcinsellerle ilk kez metropolde karĢılaĢan ve onlarla arkadaĢ da olan BÜ‘den BaĢak‘ın eĢcinselliğe dair görüĢleri Ģöyledir: ―EĢcinselliğin bir hastalık değil de genetik bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. Bu insanlar iĢte ben farklı doğdum, böyle doğdum, diyorlar. Ama Ģöyle bir Ģey düĢünüyorum, hani bu kendi benim fikrim, bence insanların böyle bir yöne eğilmesinin sebebi birinci olarak aile hayatı. Tanıdığım bütün gayler, lezbiyenler kesinlikle normal bir aile hayatı yaĢamamıĢlar. AraĢtırmalara göre özellikle anne-baba ayrı ya da baba aldatmıĢ veya çok küçükken tacize maruz kalmıĢ, istismara uğramıĢ çocuklarda böyle bir yönelim söz konusu. EĢcinselliğin bunlarla beraber açığa çıkan bir Ģey olduğunu düĢünüyorum.Bence eĢcinsellik doğal bir durum değil. Dinimizde de zaten onun Ģeyi var. Hani bu konuda öyle çok derine inemiyorum çünkü çok bir bilgim de yok dediğim gibi. Hani eĢcinselliğin temek sebebi ne olabilir, hani bu insanlar nasıl bir duygu içerisinde böyle bir Ģeye ihtiyaç duyuyorlar, ya da gerçekten eĢcinsellik önceden beri de var mıydı bilemiyorum maalesef. Aslında üniversitede eĢcinsel bir kulübün bulunması, onlara karĢı bakıĢımı daha hoĢgörülü, daha yumuĢak hale getirdi. Ama eĢcinsel arkadaĢlarımla eĢcinselliği hiç tartıĢmadık mesela. Bu tarz Ģeyleri konuĢmadık, hani niye böyle bir duygu içerisindesin gibi Ģeyleri. Çünkü böyle Ģeyler konuĢtuğum zaman hani eĢarbımın da yarattığı bir kalkan sebebiyle artık bir duvar örüyorlar.‖ (BaĢak, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 2) 16 ErvingGoffman, The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh, University of Edinburgh SocialScienceResearch Center, 1956, s. 6. 40 Muhafazakar bir dünya görüĢüne sahip olan ve bunu baĢörtüsü kullanarak görünür hale getiren BaĢak, eĢcinselliğin bir hastalık olduğunu düĢünmediğini ama sağlıksız aile hayatı ya da taciz olaylarının bir sonucu olduğunu düĢündüğünü belirtmektedir. EĢcinsel arkadaĢ edinen BaĢak, okulunda eĢcinsel bir örgütlenmenin varlığının kendi düĢüncelerinde bir yumuĢama yarattığını, artık onlara karĢı daha hoĢgörülü olduğunu söylemektedir. Fakat yine de, onlarla eĢcinsellikle ilgili konuĢmaktan imtina etmektedir. BaĢörtüsünün yarattığı kalkan sebebiyle bu tür konuları konuĢurken kendiyle ötekiler arasında duvar örüldüğünü düĢünmektedir. ĠÜ‘den Elif ise, bir zamanlar eĢcinselliğin doğal olduğunu düĢündüğünü, ama okuduğu çok-satan romanların da etkisiyle artık böyle düĢünmeyi bıraktığını ifade etmektedir: ―Lise döneminde eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, onların tercihlerinin olduğunu, öyle hissettiklerini ve zorlanmamaları gerektiğini savunuyordum. Ama okuduğum bazı polisiye romanların –Jean ChristopheGrange, TessGarretsen‘ın kitapları vs.- da etkisiyle, küçüklükte yaĢanan bazı sorunların eĢcinselliği tetikleyebileceğini, insanların bu yüzden bu tercihi yapmak zorunda kaldıklarını düĢünmeye baĢladım.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1) ĠÜ‘den Hayrettin ise, eĢcinsellik konusundaki fikirlerini Gülen cemaatinden edindiği kültüre dayandırmaktadır: ―EĢcinsellik hakkında tam bilgim olmamakla beraber Fethullah Gülen‘in vaazında dinlemiĢtim. Böyle yumuĢak huylu insanlar, doğuĢtan gelen böyle bir Ģey var. Ama sadece doğuĢtan gelen bir Ģey değil, sonradan çevreden görme ilgi duymaya baĢlama bir de potansiyelin varsa tam denk geliyor. Potansiyelle etrafta gördüğün Ģeyler hani birbirine uyuyorsa, mesela benim içimde vardır misal olarak ama ortam müsait olmadığı için dıĢarı yansıtamıyorum gibi. Yani kurallardan dolayı ya da aĢırı bir mahalle baskısı falan diyorlar.Bu insanlara kızsan bir türlü,kızmasam bir türlü. Yani böyle değiĢik bir ikilem, o da bir zikzak olabilir benim için. Dinim buna kesinlikle izin vermiyor yani.Hani onlara kızılması benim zoruma gidiyor. Onlara bir baskı yapılması zoruma gidiyor. Ama o tarz Ģeylerin olması da beni üzüyor hani dini açıdan. Öyle bir ikilem var yani.‖ (Hayrettin, ĠÜ, Siyasal Bilgiler ve Uluslararası ĠliĢkiler, 2) Hayrettin, Ġslam dininin eĢcinsel eylemleri yasakladığını düĢünmekle beraber, eĢcinsellere yönelen bir baskının kendisinin „zoruna gittiğini‟ belirtmektedir. Hayrettin, metropol kentin hayat tarzına kattığı pek çok yeni durumun yanı sıra,eĢcinsellik konusunda da zikzaklı görüĢler serdetmektedir. Goffman benzer türden tavır alıĢları inkar-inanç döngüsü halinde ele almıĢtır. KiĢinin (oyuncunun/ icracının) toplum içindeki davranıĢlarını performans olarak niteleyen Goffman‘a göre, performansa karĢı içtenlik ve alaycılık bazen aynı kiĢide, zamana ve Ģartlara göre yer değiĢtirebilir. Mesela baĢlangıçta ‗fiziki cezalandırmadan kaçındığı için‘ ordunun kurallarına uyan acemi asker, daha sonraları ‗kurumu ayıplanmasın‘ ya da ‗subaylar ve diğer askerler ona saygı göstersin‘ diye bu kurallara uyan biri haline gelebilir. Halka dini bir huĢu veren mesleklerin çömezleri genelde tersi yönde bir döngüyü takip ederler.17Muhtemeldir ki, Hayrettin de kendisine dayatılan bir metropolleĢme normunu dini öğretilerle bağdaĢtıramamakta ama bir yandan da bu normu içselleĢtireceği bir ortamda yol almaktadır. Her ikisi de muhafazakar dünya görüĢüne sahip olmalarına rağmen, BaĢak eĢcinselliği anormal bir durum olarak nitelerken, uzun yıllar Gülen cemaatinde kalmıĢ olan Hayrettin eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu düĢünmektedir. Muhafazakar öğrenciler arasında eĢcinselliğe bakıĢta görülen ayrıĢma, Ġlahiyat Fakültesi öğrencileri arasında da görülmektedir. Aktivist bir Ġslam anlayıĢına bağlı olan Özgür-Der‘in evlerinde kalan Semra eĢcinselliği hastalık olarak nitelerken, Gülen cemaatinde kalan Bahar‘a göre ise eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan ĠÜ‘den Yasin‘e göre de eĢcinsellik bir hastalık değil, yönelimdir. Metropol ve üniversite mekanlarında eĢcinsellerin görünürlüğünün artması, Yasin‘in eĢcinselliğe bakıĢını daha hoĢgörülü hale getirmiĢtir. Yasin bu konuda Ģöyle demektedir: ―Onları gördükçe, demek ki böyle de olunabilirmiĢ, demek kolay oldu. Lisedeyken görseydim, iĢin sonu kavgaya kadar giderdi. Hiçbir Ģey yapmasaydım yanlarından geçerken onlara bir Ģeyler söylerdim.‖ (Yasin, ĠÜ, Coğrafya, 1) 17 Goffman, A. e., s. 12. 41 Yasin‘le aynı cemaatte kalan ĠBÜ‘den Meral‘e göre de, eĢcinsellik doğuĢtan gelen bir yönelimdir. Üniversiteyi ilk geldiği dönemde Gülen cemaatinde kalan BÜ öğrencisi olan Faruk‘a göre de, eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan bir diğer öğrenci olan Ragıp da, eĢcinselliği yönelim olarak gördüğünü ama geçmiĢ öğrendiklerinden ötürü onlara kızmaktan kendini alamadığını ifade etmektedir: ―EĢcinsellik hastalık değil, bence yönelim. Ama yolda onları gördüğümde ister istemez kızıyorum. Sanırım, onlardan tiksinmeyi bir Ģekilde öğrenmiĢim.‖(Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Liseden itibaren Gülen cemaatinin içerisinde olan ve üniversiteye ilk geldiği zamanlarda da aynı cemaatin yurtlarında kalan BÜ‘den Faruk‘un diğer metropoldıĢı öğrencilerden farklı olarak kendisine açılmıĢ eĢcinsel bir akrabası bulunmaktadır: ―Okula ilk geldiğimde etkilendim. Oryantasyon programı vardı, ilk masa Lubunya kulübündeydi. Muhabbet ediyorlardı, gülüyorlar, eğleniyorlardı. Ġlk defa bazı insanların kendilerini bu kadar rahat ifade ettiğini gördüm, etkilendim bundan hoĢuma gitti. Çünkü, lisedeyken kuzenim bana eĢcinsel olduğunu açıklamıĢtı. O zaman çok ĢaĢırmıĢtım. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememiĢtim. Yeryüzünde böyle bir konumda insanların var olabileceği aklıma gelmezdi. Birisi gay olabilirdi ama bu kuzenim olmamalıydı. Onu yalnız bırakamazdım, ona kuru teselli sözleri de söylemezdim. Onu anlamasam da, ki anlayamayacaktım, yardımcı olmaya çalıĢtım.‖ (Faruk, BÜ, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği, Hazırlık) Faruk‘un yaĢadığı ĢaĢkınlık ve kabullenme sürecini, kendisi de eĢcinsel bir öğrenci olan Burak daha genel olarak Ģöyle ifade etmektedir: ―KiĢisel deneyimlerime dayanarak Ģunu söyleyebilirim; birçok homofobik insan, yakın arkadaĢlarından birinin gay olduğunu öğrendiğinde ikilemde kalıyor. Ya homofobik olmaya devam edip arkadaĢıyla iliĢkisini bitirmesi gerekiyor, ya da arkadaĢıyla iliĢkisini sürdürüp homofobisine son vermesi gerekiyor. Bu durumda insanların pek çoğu arkadaĢlarını seçiyorlar. Bu anlamda eĢcinsellerin görünürlüğü, homofobiyi yenmektedir.‖(Burak, ĠBÜ, Psikoloji, 1) BÜ‘den Faruk ve ĠBÜ‘den Burak‘ın da bahsettikleri gibi, kendi yakınlarından birinin LGBT bireyi olduğunu öğrenmek, kiĢiyi tercihler yapmaya zorlandığı zorlu bir sürece yönlendirmektedir. Metropol üniversite ortamlarında daha rahat salınan LGBT bedenler, kurdukları örgütlenmeler vasıtasıyla akranlarının kendi varoluĢlarına iliĢkin önyargılarını kırmalarına yardımcı olmaktadırlar. Fakat bu tek baĢına yeterli olmamakta, kiĢilerin içinde yer aldıkları örgütlenmelerin/yarı Ģeffaf kabilelerin konu hakkındaki görüĢleri ve metropol üniversitelerinin müfredat programları da, bahsi geçen kabulleniĢ ve normalleĢtirme sürecini zorlaĢtırıcı yahut kolaylaĢtırıcı birer rol oynamaktadır. METROPOL ÜNĠVERSĠTELERĠ EĞĠTĠM MÜFREDATLARI VE HOMOFOBĠNĠN YENĠDEN ÜRETĠLME SÜRECĠ Alandan elde edilen verilere göre, homofobinin yenilgisi sadece LGBT bireylerin görünürlüğünün artmasına bağlı değildir. Aynı zamanda metropol üniversite müfredatının toplumsal cinsiyet ve LGBT literatürünü içerme ve dıĢlama dereceleri de, metropoldıĢı üniversite öğrencilerinin homofobik olup olmama durumlarını belirleyen bir etken olarak gözükmektedir. Kendisini modern-muhafazakar olarak tanımlayan ĠBÜ‘den Neriman, eĢcinselliği bir hastalık olarak değil, bir yönelim olarak gördüğünü belirtmektedir. Neriman, ―Bana tuhaf gelmiyor yani, aslında eğitimimden dolayı böyle düĢünmeye baĢladım‖ diyerek, Ġ. Bilgi Üniversitesi‘nde okuduğu Sosyoloji bölümünde gördüğü derslerin bu konudaki fikirlerini değiĢtirdiğini ifade etmektedir. Diğer bir baĢörtülü genç olan BÜ‘den ġermin de, eğitim aldığı ortamın eĢcinsellere bakıĢını değiĢtirdiğini ifade etmektedir. ―Artık eĢcinselliğin bir yönelim olduğunu düĢünüyorum. EĢcinsel insanların dıĢlanma gerekçeleri gibi kötü olmadığını gördüm. Gayet arkadaĢ canlısı, hoĢsohbet insanlar. Sadece farklı oldukları için ayrımcılığa uğramalarından hiç hazzetmiyorum.‖(ġermin, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 3) ĠÜ CerrahpaĢa Tıp Fakültesinde okuyan bir grup metropollü ve metropoldıĢı üniversite öğrencileriyle yapılan odak grup görüĢmesinde, kendini muhafazakar hayat tarzına bağlı hissettiğini 42 söyleyen Alpaslan, karĢı cinsle iliĢkilerin duygusallıktan öte geçmemesi gerektiğini düĢündüğünü ifade etmektedir. ġu anda bir sevgilisi olduğunu ve sevgilisiyle ilgili sorunlarını kız arkadaĢlarıyla konuĢabildiğini söylemektedir. Ġstanbul‘a ilk geldiği dönemlerde kimseye ―merhaba‖ bile diyemediğini daha önce ifade eden Alpaslan, kendisini karĢı cinsten arkadaĢlarıyla rahatça konuĢabilecek kadar metropolleĢmiĢtir. Doktor adayı olan Alpaslan, eĢcinselliğin patolojik ve tedavi edilmesi gereken, kabul edilemez bir durum olduğunu söylediğinde, arkadaĢları literatürde böyle bir hastalığının bulunmadığını hatırlatmıĢlardır. Alpaslan fikrinde ısrar edince, Makedonyalı sınıf arkadaĢı Alper, ―EĢcinsellik bir yönelimdir, homofobi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır‖ cevabını vermiĢtir. GörüĢme esnasında iki sınıf arkadaĢı arasında baĢlayan tartıĢma metropoldıĢı öğrencilerin aynı konuda birbirinden farklı fikirlere sahip olmalarının farklı hayat tarzları ve ideolojik görüĢleriyle nasıl uyum içinde olduğunu da göstermiĢtir. Alpaslan kendisini katı muhafazakarlıktan sosyal muhafazakarlık diye tanımladığı daha ılımlı bir muhafazakarlığa geçen bir genç olarak tanımlarken, Alper kendisini, üniversitesinde ve Ġstanbul‘da LGBT örgütlerine gönüllü katkı veren bir aktivist olarak nitelemektedir. TartıĢmaya dahil olan Ahmet, Alper‘e eĢcinselliği ifade etmek için kullanılan yönelim kelimesinin doğuĢtan getirilen bir özelliğe atıf olup olmadığını sormuĢtur. Dilara ise bu dürtüsel bir olay diyerek tartıĢmaya katılmıĢtır. Alpaslan, eĢcinselliğin toplumun sağlığını bozacak bir Ģey olduğunu, dolayısıyla tedavi edilmesi gerektiğini tekrar etmiĢtir. Dilara, ‗Belki homofobikler sağlıksızdır‘ diyerek tartıĢmayı ĢiddetlendirmiĢtir. Bunun üzerine Alpaslan, ―aslında kendi çıkıĢ noktasının eĢcinselliğin günah olduğuna dair algısı olduğunu, Allah‘ın insanı bir erkekle bir kadından yarattığını, eĢcinsellik normal olacak olsaydı Allah‘ın insanı tek bir cinsten olarak yaratacağını ama bunu yapmadığını‖ söylemiĢtir. Alper bu sözlere mukabil olarak Ģunları söylemiĢtir: ―ġunu demek isterim ki günah ya da değil o ayrı mesele de. Mesela hani Müslüman olduğu halde alkol için insanlar da var ve biz o insanların alkol içmesine karıĢmıyoruz. Çünkü o Allah‘la kul arasında bir olay. Ben erkeksem ve bu günahsa ben karĢımda ki erkeği seviyorsam bu üçüncü kiĢiyi ilgilendirmez. Bu benimle Allah‘ım arasında bir olaydır yani. Bunun toplum için hani bu yasaktır bu günahtır o yüzden yapamazsın demek doğru değil‖ (Alper, ĠÜ, Tıp, 4) Tayfun, Alper‘e ―dediğinin doğru olduğunu ama bunun yaygınlaĢmasının ve ortalık yerde olmasının topluma zarar vereceğini‖ söylediğinde, Dilara ―eĢcinselliğin toplumda zaten yaygın olduğunu‖ ifade etmiĢtir. Alpaslan Ģöyle diyerek kendi adına tartıĢmayı sonlandırmıĢtır. ―Ben açıkçası her türlü tasvip etmiyorum ve onaylamıyorum bu tür olayları. Dediğim gibi hem dini inançlarımdan dolayı hem toplumun genel psikolojik ve fiziksel sağlığı açısından. Kesinlikle olmaması gereken bir Ģey.‖ (Alpaslan, ĠÜ, Tıp, 4) Alper ise Alpaslan‘ın sözlerine cevap olarak Ģunları söylemiĢtir: ―Tasvip etmemene ve onaylamamana saygı duyarım. Kimse bunu tasvip etmek veya onaylamak zorunda değil. Ne bileyim benim bir kızla, herhangi biriyle iliĢkim olur. DıĢarıdan insanlar bunu tasvip etmeyebilir. Bu normal bir Ģey buna kimse bir Ģey diyemez. Bu senin kendi görüĢün düĢüncen. Ama hani sen tasvip etmiyorsun diye buna patolojik demek ne kadar doğru‖. (Alper, ĠÜ, Tıp, 4) Tıp Fakültesi öğrencileri arasında yapılan bu odak grup görüĢmesinin çözümlemelerinden de görüleceği üzere, doktor adayı olan öğrenciler dahi eĢcinselliğin bir hastalık olup olmadığına dair akademik bir bilgiyle teçhiz edilmemektedir. Bu durum baĢta Tıp sahası olmak üzere tüm eğitim sistemi için ciddi bir eksikliktir. Çünkü bilginin olmadığı yerde, önkabuller ve önyargılar gençlerin karar mekanizmalarını tetiklemektedir. Gençler, hayat tarzlarına ve ideolojik konumlanıĢlarına göre fikir sahibi olmakta ve bu fikirleri bir tartıĢmada kullanırken argümanlarını ortaya koymakta zorlanmaktadırlar. Bu duruma bir baĢka örnek olarak BÜ‘den Çiğdem‘in konuyla ilgili görüĢleri verilebilir. Çiğdem de, ĠÜ‘den Alpaslan‘la aynı paralelde düĢünmektedir. Çiğdem mülakatın yapıldığı zamana kadar ki en ciddi iliĢkisini biseksüel olduğunu kendisine söyleyen bir erkekle yaĢadığını, onun biseksüelliğiyle bir sorunu olmadığını söylemiĢtir. Fakat Çiğdem bir süre sonra sevgilisinin gay olduğunu ve kendisini birkaç erkekle aldattığını öğrenmiĢtir. Bu tecrübesi en yakın arkadaĢlarının da gay olduğunu ifade eden Çiğdem‘in zihin dünyasında homofobiyi yeniden üretmesine sebep olmuĢtur: 43 ―EĢcinselliği artık kıyamet alameti olarak görüyorum. Kur‘an‘ın lanetlediği bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. En iyi arkadaĢlarım eĢcinsel ama bunların yaptıklarının lanetlenmiĢ olduğunun farkında olmaları lazım. Bence ya tedavi yolu bulmalılar ya da cinsel faaliyette bulunmamalılar. Onlarla konuĢtum aslında ama bana hep Allah bizi böyle yarattı deyip kestirip atıyorlar. Onlara eleĢtirilerimi Ģaka falan sanıyorlar, ciddiye almıyorlar beni. Her Ģeyi geçtim, sürekli cinsel iliĢkiye girmeleri bile bence yollarının yanlıĢlığını gösteriyor. Ama ben kimseyi yargılayamam.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1) BÜ Psikoloji öğrencisi Seda, eĢcinselliğin doğuĢtan geldiğini ama düzeltilmesi gereken bir Ģey olduğunu düĢünmektedir. Bu esnada yan masada oturan bir arkadaĢı baĢörtülü olmasını kastederek Seda‘ya, ―Bir zamanlar Ġstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı da baĢörtülüleri rehabilite etmek için ikna odaları kurmuĢtu, senin o kadından baskıcı zihniyet bağlamında farkın ne?‖ diye sormuĢtur. Seda bu soruyu, ―BaĢörtüsü yasağını kullar getirdi, o yüzden bir özgürlük ihlalidir; oysa eĢcinsellik yasağını Allah getiriyor, kiĢiyi yaratan onun ne hissettiğini bildiğine göre bu bir imtihandır ve düzeltilmesi gerekir‖ diye cevaplamıĢtır. ArkadaĢı, ―Sen psikoloji okuyorsun, eĢcinselliğin psikiyatrik hastalıklar arasından çıkardığını biliyorsun, buna rağmen neden eĢcinsellikten bahsederken bir hastalıktan bahseder gibi konuĢuyorsun‖ deyince; Seda, ―Bu durumu hangi mantığın hastalık olmaktan çıkardığını biliyoruz, ben onları küçümsemiyorum ve benim önüme de eĢcinsel bir birey gelecek iĢ hayatımda muhtemelen. Onları anlamaya da çalıĢıyorum, bunun bir imtihan olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini düĢünüyorum. Benim inancım bu ve bunu değiĢtiremem, onlara yardım etmem gerekir diye düĢünüyorum ―diye karĢılık vermiĢtir. Süleymancı cemaatinin yurtlarında kalan ĠÜ‘den Abdüssamet de, ‗aklı baĢında bir insanın eĢcinselliği tercih etmesi bence akıl almaz bir Ģey‘ diyerek bu konudaki tepkisini dile getirmektedir.Abdüssamet konunun bir tercih meselesi olduğu noktasında ısrarlıdır. Metropol üniversite ders ortamında iĢlenen müfredat özellikle muhafazakar öğrenciler arasında büyük oranda tabu olarak durmakta olan LGBT varoluĢuna dair ideolojinin geriletilmesine katkı sunsa da, metropoldıĢı öğrenciler arasında dolaĢıma sokulan homofobinin müfredattan kaynaklanmayan sebepleri de bulunmaktadır. METROPOL ÜNĠVERSĠTE ORTAMINDA SĠYASET VE LGBT ÖRGÜTLENMELERĠ Metropol üniversite ortamı, kendi içinde üretilen siyaset tarzları ve ülke gündeminden taĢan siyasi atmosferden büyük ölçüde etkilenmektedir. LGBT örgütlenmelerin de bir tür yarı Ģeffaf akran kabilesine dönüĢmüĢ olduğundan bahsedilmiĢti. Bu bağlamda LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler serdetmesine sebep olmaktadır. Mesela ĠÜ‘den Eda, eĢcinselliği bir yönelim olarak gördüğünü ve okuldaki LGBT örgütlenmesinin daha aktif çalıĢması gerektiğini ifade etmektedir: ―EĢcinsellik bir yönelim tabiki, ben kesinlikle hastalık olarak görmüyorum, görenlerle de Ģiddetle tartıĢıyorum. Hatta kadın tartıĢmalarına da katılıyorum kadın ve erkek olarak iki tane cins var ama yedi tane yönelim var tartıĢması var. EĢcinsellik de bir yönelimdir. Bu insanların hayatlarını özgürce yaĢayabilmeleri gerekiyor bence. Radar grubundaki insanlarla tanıĢıyorum. Çok aktif olabilseler güzel bir Ģey olur. Görünür olmaları, eĢcinselliği de insanların gözünde normalleĢtirir.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3) Kendisini politik bir Kürt aktivisti olarak tanımlayan ve bunu simgesel olarak da ifade eden – saçındaki örgü tokasında bile sarı, kırmızı, yeĢil renkleri kullanmaktadır- BÜ‘den Hebun, taraftarı bulunduğu parti olan BDP‘nin eĢcinsellerin kimliğini savunan meclisteki tek parti olduğunu ifade etmektedir. Hebun, gerek parti çalıĢmaları gerekse özel hayatında sık sık LGBT bireylerle birlikte çalıĢtıklarını ve bundan da gayet memnun olduğunu anlatmaktadır. Hebun, bazı LGBT bireylerin BDP eksenli siyaset tarafından massedilmesini ise Ģöyle dile getirmektedir: ―Hazırlıktayken en yakın arkadaĢım bana aĢık olmuĢtu. O da sosyalist gelenekten geliyordu. Ben ona biraz zaman tanıyalım birbirimize, duygusal bir iliĢkiye baĢladıktan sonra ayrılıp birbirimize düĢman olmayalım. Bir süre sonra o arkadaĢımız, önce eĢcinsel olduğunu sonra transseksüel olduğunu açıkladı. Hala çok iyi arkadaĢız. Zaten kendisini sosyalist olarak tanımlardı Ģimdilerde ise siyasal duruĢu yüzünden Kürtçü olarak bilinir. Bu biraz da benim sayemdedir yani.‖(Hebun, BÜ, Ġngiliz Dili ve Edebiyatı, 2) 44 Sosyalist grup ve partilerin LGBT dostu söylemleri LBGT bireylerle aralarında geçirgen bir sosyal tabaka oluĢturmaktadır. Fakat LBGT örgütlerinin bu geçirgen tabakanın etkisiyle yükselttikleri sosyalist söylemleri bazı eĢcinsel bireylerin bu örgütlerde örgütlenmesinin önünde bir engel oluĢturmaktadır. Bunlardan birisi de ĠBÜ‘den Burak‘tır. ĠBÜ, Burak‘ın ikinci üniversitesidir. Ortadoğu Teknik Üniversitesi‘nde okuduğu Mühendislik bölümünü, kendisini orda mutlu hissetmediği için bırakan Burak, Ġstanbul‘da daha geniĢ ve kendisine daha çok hitap eden bir arkadaĢ çevresi edindiğini söylemektedir. Okulundaki LBGT bireylerin kulüpleĢme çabalarına fiili olarak destek veren ve eĢcinsel bir birey olduğunu ifade eden Burak, aktivist olmadığının altını özellikle çizmektedir. LGBT örgütlerinin sosyalist örgütlerle savunacakları ortak Ģeyin ne olduğunu anlayamadığını belirten Burak, kendisini aynı zamanda iyi bir kapitalist olarak tanımlamaktadır. Burak, LGBT bireylerinin özgürlüklerini parayla kazanacaklarını savunmaktadır. Burak, bir eĢcinsel olarak Ġstanbul‘un gece hayatına kolay alıĢtığını, çünkü harcayacak parası olduğunu ifade etmektedir. Burak eğlenebilme üzerinden kurguladığı özgürlük söylemini maddi durumunun iyi olmasına bağlamaktadır. Burak‘la aynı üniversitede okuyan bir diğer LGBT metropoldıĢı öğrenci Özcan ise, cinsel kimliğinin kendisini nasıl politize ettiğini Ģöyle açıklamaktadır: ―Ġstanbul‘da nefes alabileceğim dernekler veya mekanlar var. En azından varoluĢumu gizlemediğim, suçluluk psikolojisiyle yaĢamadığım bir arkadaĢ çevrem var. Ama bu alan çok dar aslında, bu alanı deĢmek zorunda kalıyorum. Bu da ister istemez beni politik hale getiriyor. Mesela, bir ortamda kız arkadaĢın var mı diye bir soru geldiğinde, direkt olarak heteroseksüel olduğun ön kabulüyle yola çıkılıyor. Ben, hayır ben eĢcinselim dediğimde, aslında politik bir Ģey yapmıĢ oluyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4) Özcan, Türkiye‘de siyaset kurumunun bir cenahının eĢcinselliği bir hastalık ya da sapkınlık gibi gösteren açıklamalarından ötürü tedirgin olduğunu, kendisini ikinci sınıf bir vatandaĢ gibi hissettiğini ve bu yüzden ülkeyi terk etmeyi düĢündüğünü belirtmektedir: ―EĢcinsellik bir yönelimdir, bu arada bu benim fikrim değil. Ġyi niyetli olsa bile insanlar sürekli sana soru soruyorlar çünkü seni anlamaya çalıĢıyorlar ama bu da yorucu bir Ģey bir yerden sonra. 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği, 1993 yılında da Dünya Sağlık Örgütü eĢcinselliği hastalık listesinden çıkardı. Aile Bakanı‘nın, dünyanın geldiği noktadan bu kadar bihaber bir Ģekilde, eĢcinsellik hastalıktır diyebilmesi18 beni çok ĢaĢırtmıĢtı. Sağlık bakanı arkasından böyle bir hastalık yok19 dedi, mesela ama çok etkili olmadı LGBT bireyler üzerinde bu. Aliye Kavaf‘ın dediklerine nazaran, Sağlık Bakanı‘nın sözleri çok zayıf kaldı, daha güçlü bir çıkıĢ yapmalıydı belki. Sanırım bu da parti içinde ayrılık var diye görünmesin diyeydi galiba. Hatta en son Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek bir Ģey söyledi20. Bir yandan ĠçiĢleri Bakanı, ‗Pkk üzerinden içinde eĢcinseller de var, ne kadar iğrenç bir yer falan‘21 dedi. 18 07.03.2010 tarihinde Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf eĢcinselliğin tedavi edilmesi gereken biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inandığını söylemiĢtir. Bakan Kavaf‘ın bu sözleri, baĢta kabine arkadaĢı olan Sağlık Bakanı olmak üzere geniĢ kesimlerden pek çok eleĢtiri almıĢtır. Bkz. Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellik-yorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012. 19 Sağlık eski Bakanı Recep Akdağ, eĢcinselliğin yaĢananlarca zor bir Ģey olduğunu söyleyerek toplumu insaflı olmaya çağırmıĢtır. Bkz. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010. 20 02.04.2012 tarihinde Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek, Sunucu Okan Bayülgen‘in kendisine sorduğu soru üzerine, ‗Her toplumun kendisine göre ahlaki değerleri vardır. Türk toplumun Avrupa‘daki gay kültürüyle bir arada olmamız, bunu tasvip etmemiz mümkün değil. Bizim yetiĢme, ahlak, anlayıĢ tarzımız biraz değiĢik. ĠnĢallah Türkiye‘de gay olmamalı ve olmayacak‘ diye yanıtlamıĢtır. Bkz. Okan Bayülgen‟den Melih Gökçek‟e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi), 26.08.2012. 21 ĠçiĢleri eski Bakanı Ġdris Naim ġahin, PKK‘nın ne denli kötü bir ortama sahip olduğunu anlatmaya çalıĢırken, ‗Domuz etinden ZerdüĢtlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeĢlikten, çok özür dilerim eĢcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayri insani durumun olduğu bir ortam‘ ifadelerini kullanmıĢtır. Bkz. ĠçiĢleri Bakanı‟ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012. 45 Ama mesela Modacı Cemil Ġpekçi de açık bir gay ve hükümeti açıkça destekliyor22 insanlar AK Parti‘de eĢcinseller var ne kadar kötü bir yer mi demeliler yani bu mantıkla. EĢcinseller her yerde var. Bu lafları duyunca kendimi ikinci sınıf vatandaĢ gibi hissediyorum. Bu yüzden yurtdıĢına gitmeyi düĢünüyorum. Bir gün eĢcinsel olduğum için, suçlu ilan edilip hapislere atılabilirim diye düĢünüyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4) EĢcinsel varoluĢu dıĢlayıcı siyaset söylemi, bu varoluĢa sahip bireylerin vatanı terk etmeyi düĢünmelerine sebep olduğu Özcan‘ın yukarıda alıntılanan ifadelerinde açığa çıkmaktadır. Bu noktada eĢcinsellerin kendi varoluĢlarını kabul eden siyasi figürlerle daha yakın iliĢki kurmaları anlamlı hale gelmektedir. Yine de metropol kent ortamındaki blok halinde bir siyaset türüne angaje olmadıkları, değiĢik sebeplerle farklı siyasi merkezlerle de yakınlaĢtıkları görülmektedir. Mesela, sermayenin serbest dolaĢımını savunduğu için kendisini kapitalist olarak gören, ya da TBMM‘de eĢcinsel haklarını savunduğunu düĢündüğü için BDP ile beraber hareket ettiğinden ötürü Kürtçü olarak damgalanan metropoldıĢı LGBT öğrenciler de bulunmaktadır. SONUÇ MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkilerine dair geliĢtirdikleri tavır ve tutumları, metropolleĢme süreci içerisinde değiĢik melezlikler halinde belirmektedir. MetropoldıĢı öğrenciler, kadın-erkek iliĢkilerine dair taĢradan getirdikleri ve metropolden aldıkları arasında melez tavır ve tutumlar geliĢtirmiĢlerdir. Bu melezlikleri, Harootunian‘ınarayerdelik kavramından ziyade, Kıray‘ın tampon mekanizmaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir.MetropoldıĢı öğrenciler, metropol üniversite ortamının medya yoluyla muhayyel flört mekanı olarak simüle edildiğini ifade etmektedirler. Bu noktada özellikle muhafazakar görüĢlü öğrenciler, muhafazakar değer ve tutumlarının kendilerine yüklediği sorumlulukları, ‗kendilerine benzer olanlara paylaĢtırma taktiği‘ ile çekilebilir hale getirmeye çalıĢmaktadır. Mesela, baĢörtülü kız öğrenciler kendilerine benzer giyim kuĢam Ģeklini seçen diğer akranlarından ‗daha ahlaklı olmalarını‘ beklemektedirler. Dini nikahlı beraberlikler genellikle hoĢ karĢılanmamaktadır. Dini ağırlıklı eğitim veren fakülte ve bölümlerde, cinsiyete dayalı mekânsal ayrım katı bir Ģekilde uygulanmakta ve aksine olabilecek –De Certeau‘cu manada- kullanımlar bizzat üniversite hocaları eliyle düzeltilmektedir. Özellikle sosyalist gruplara mensup kız öğrenciler, hayat merkezlerinin flörtlerinden ziyade ideolojileri olduğunu ifade etmektedirler. MetropoldıĢı öğrenciler, gerek medyanın yaratıp dayattığı simülasyonlarla gerekse de buralara da üniversite açılmasıyla taĢranın da tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe bakıĢ açısından metropolleĢme eğilimine girdiğini ifade etmektedirler. Bu bağlamda taĢrada kurulan üniversiteler ve buralarda eğitim gören öğrenciler, –Yankelovich‘in tanımladığı Ģekliyle- birer hız belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, birinci sınıfa geldiklerinde LGBT bireyler hakkında genel itibariyle olumsuz kanaatlere sahiptir. Üniversitelerin bünyesinde yer alan LGBT örgütlenmelerinin yarattığı kamusal görünürlük ve metropol kentin pek çok mekanında karĢılaĢma gibi sebepler dolayısıyla LGBT olmayan bireylerde, LGBT bireyleri tanıma merakı doğmaktadır. Edinilen arkadaĢlıklar, genel itibariyle LGBT bireylerin kendini anlatmalarına fırsat tanımakta ve sonuçta metropoldıĢı öğrencilerin büyük bir bölümü eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğu kanaatine varmaktadır. Metropol kent üniversitelerinde eğitim gören LGBT öğrenciler, akranlarının din, etnisite, siyaset ve tüketim alıĢkanlıkları üzerinden oluĢturdukları yarı Ģeffaf akran kabilelerine –Bauman‘ın iĢaret ettiği üzre- benzer bir Ģekilde, cinsellik üzerinden kabileleĢmektedirler. Bu noktada metropol kentte yaĢayan LBGT bireyler ve metropol kent üniversitelerinde örgütlenen LGBT akranlar, metropoldıĢı öğrenciler için bir tür karĢılaĢma nesnesi haline gelmekte, ayrıca LGBT bedenler kültürel, ahlaki, dini veya ideolojik sebeplerle toplumsal kabulün veya toplumsal reddin özneleri olmaktadır. Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler, Gülen cemaatine mensup olanlar hariç, LGBT bireylere karĢı hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmemektedirler. Gülen cemaatine mensup öğrencilerin 22 Cemil Ġpekçi‘nin BaĢbakan‘ı öven sözleri için, bkz. Cemil Ġpekçi‟den BaĢbakan‟a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008. 46 çoğu ise, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu fakat eĢcinsellerin eĢcinsel aktivitede bulunmasının günah olduğunu düĢünmektedir. Genel olarak, LGBT bireylere bakıĢtaki değiĢimin metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi sürecinde önemli göstergelerden birini oluĢturduğu söylenebilir. EĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğuna dair söylem –psikiyatrik verilerin de bu durumu desteklemesi sayesinde- metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi esnasında katıldıkları ve sindirdikleri bir söylem olmaktadır. Bu noktada üniversite ders müfredatlarının toplumsal cinsiyet ve LGBT konularını içerip içermemesinin, örneklem üzerinde homofobik tutumlara dair anlamlı farklılaĢmalar oluĢturduğu gözlemlenmiĢtir. LGBT öğrenciler genel olarak sol siyasi ögelerle ortak eylemliliklere giriĢirken, cinsel kimliklerinin de kendilerini politize olmaya zorladığını ifade etmektedirler. Bazı metropoldıĢı LBGT bireyler, özellikle siyasilerin açıklamaları dolayısıyla ayrımcılığa uğradıklarını düĢündüklerini belirtmektedirler. KAYNAKÇA Baudrillard, J.(2011).Simülakrlar ve Simülasyon. çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara: Doğu Batı. Bauman, Z.(2010).Sosyolojik Düşünmek. çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul:Ayrıntı. De Certeau, M.(1990).Gündelik Hayatın Keşfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları. çev. Lale Arslan Özcan, Ankara, Dost. Foucault, M.(1982).‗'TheSubjectandPower, Critical Inquiry‘‘. c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of Chicago Press. Goffman, E.(1956).‗‘The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh‘‘. University of Edinburgh SocialScienceResearch Center, 1956. Harootunian, H.(200).Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu. çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006. Kıray, M. B.(2000). Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası. 3. bs., Ġstanbul: Bağlam. Richter, R.(2012). Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul: Küre. Yankelovich, D.(1981). New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House. Diğer Kaynaklar Cemil Ġpekçi‘den BaĢbakan‘a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008. Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellikyorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012. ĠçiĢleri Bakanı‘ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012. Okan Bayülgen‘den Melih Gökçek‘e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi), 26.08.2012. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010. Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012. 47 48 TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER1 Demet BOLAT2 ÖZET YaĢadığımız dünya, birbirine indirgenemeyecek, ancak birbiriyle iliĢkili olarak iĢleyen tarihsel sistemler zemininde Ģekillenir. Fakat bu tarihsel sistemler, toplumsal dünyada ―doğallık‖ mistifikasyonu yoluyla aşkınsal bir statüye yerleĢtirilerek çoğu kez ebedi zamanuzay ile okunur. Heteroseksüel cinsel yönelimin ―insanlık kuralı‖ olarak varsayılması ve cinselliğin norm eksenini oluĢturması, bir tür ebedi zamanuzay okumasıdır. Oysa Wallerstein, heteroseksizm gibi tarihsel/toplumsal sistemlerin tarihsel süreçlerde farklı nitelikler kazandıklarını, çatallanma anları yaĢadıklarını ve bir nihayetlerinin olduğunu görebilmemizi sağlayacak üç tür – yapısal, döngüsel/ideolojik, çevirimsel- zamanuzay okuması önerir. Heteroseksizmin izini bu üç zamanuzay zemininde sürerken Foucault‘un cinsel rejim okuması ve Butler‘ın queer kuramı yol açıcı olmaktadır. Heteroseksizm farklı toplumsal formasyonlarda olduğu gibi Bourdieu‘nun ―konumlanıĢlar arası iliĢki ağı konfigürasyonu‖ olarak tariflediği farklı alanlarda da çeĢitli biçimlerde deneyimlenir ve iĢler. Bu çalıĢmada Türkiye muhalefet alanı olarak iĢaret edeceğim toplumsal uzamın 90‘lı yılların baĢlarından beri bir eyleyicisi olan LGBT hareketin alan ile kurduğu iliĢkilere odaklanarak muhalefet alanında heteroseksizmin izini sürmeye çalıĢacağım. Muhalefet alanında heteroseksüel cinsel rejim nasıl iĢler? LGBT hareket bu cinsel rejimle hangi iliĢkilerle karĢılaĢır? Bu bağlamda alanın diğer eyleyicileriyle kurulan iliĢkilerin niteliği nedir? ÇalıĢma bu sorular ile birlikte, heteroseksizm ile yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde taĢıyacağı imkanları odağına almaktadır. Anahtar Kelimeler: heteroseksizm, cinsel rejim, muhalefet alanı ABSTRACT The world in which we live is shaped on thre ground of historical systems that could not be reduced to each other but function in an interrelated mood. But these historical systems are usually perceived to have a transcandental status through the mistification of "naturalness" and read with an eternal time-space. Heterosexual orientation being assumed as "the rule of humanity" and constituting the normative axis of sexuality is a type of eternal time-space reading. Though Wallerstein suggests three types of time-space reading -structural, circular/ideological, cyclical which could help us see that historical/social systems such as heterosexualism gain different characteristics, face moments of furcation and have an end throughout the historical process. Foucault's reading of gender regime and Butler's theory of queer are helpful for tracing heterosexualism on these three grounds of time-space. Heterosexualism, as in several social formations, is experienced and functions in various ways in several fields which Bourdieu defines as "configuration of inter-position web of relation." The LGBT movement is one of the actuators of the social space to which I am going refer as the field of opposition in Turkey since the 1990s. In this study, I am going to trace heterosexualism in the field of opposition by focusing the ways the LGBT movement establishes relationship with the field. How does the heterosexual gender regime function in the field of opposition? In what kind of relations does the LGBT movement encounters with this gender regime? In this context, what are the characteristics 1 Bu makale ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı yüksek lisans tez çalıĢmamın bazı bölümleri ile birlikte tez çalıĢmasından yola çıkarak oluĢturduğum bazı tartıĢmaları içermektedir. Bu hatırlatma vesilesi ile hem tez çalıĢmama hem de bu dolayımla okuduğunuz makaleye katkısı ve emeği için danıĢman hocam Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu‘na teĢekkür ederim. 2 AraĢ. Gör., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, demetbolatt@.gmail.com 49 of the relation established with the other actuators of the field? This study focuses the potentials of the practice of opposition which faces heterosexualism for the transformation of the social sphere. Key Words: heterosexism/heterosexualism, gender regime, field of opposition GĠRĠġ ―Heteroseksüellik tam olarak nedir ve hangi nedenlerden kaynaklanır?‖3 Bir gey- lezbiyen örgütünün afiĢinde sorulan bu soru, aslında heteroseksüel cinselliğin varlığına hiçbir bahane aranmayan, araĢtırılmayan ―sessiz bir norm‖ olarak kabul edilmesine getirilen eleĢtiridir. Heteroseksüel olmayan cinsel yönelimlerin4 ve ikili toplumsal cinsiyet sistemine uymayan cinsel kimliklerin nedenleri araĢtırılarak onların ―normal‖ olmadıkları ima edilir. Toplumsal yaĢamın heteroseksüel norm zemininde örgütlenmesine rağmen heteroseksüellik ―özel alan içinde yaĢantılanan bir pratik‖ olarak okunur. Dolayısıyla cinselliğin heteroseksüel biçimi rutin ve görünmezdir. Wallerstein (2005:34) tarihsel/toplumsal sistemlerin oluĢturduğu –aynı zamanda onların devamlılığını da sağlayan- sömürü, dıĢlama, baskı gibi iliĢkilerin ve normların devamlılığını tam da bu görünmezleĢtirme ve doğallaĢtırmanın sağladığını söyler. Ona göre sosyal bilimin bu sistemlerin ―ebedi ve ezeli doğallıklar‖ olarak okumasına karĢı durarak, onların yapısal olduklarını, belirli döngüler ile iĢlediklerini, tarih ve akıĢ içinde farklılaĢtıklarını gösterme sorumluluğu vardır. Scott ve Jakson (2012:165) ise aynı düĢünsel izleği takip ederek heteroseksüelliği sorgulamanın sosyolojik bir giriĢim olduğunu belirtirler. Yazarlara göre sosyoloji, norm dıĢı olan ile birlikte normatif olanı da odağına almayı ve sorgulamayı dert etmelidir. Bu sorgulama hem ―norm‖ ile ―norm dıĢı‖ olan arasındaki bağlantıları görmeyi hem de ―kanıksanmıĢ doğallıkları‖ bozmayı beraberinde getirir. Bu düĢünüĢ biçimi bizi toplumsal dünyayı Ģekillendiren baskı, ezilme, dıĢlanma ve sömürü iliĢkilerinin tarihsel ve toplumsal olduklarına ve dolayısıyla onları dönüĢtürme ve sonlandırma imkanımızın varlığına götürür. Buradan hareketle bu makalede birçok cinsel yönelim ve arzudan yalnızca biri olan heteroseksüelliğe odaklanacak tartıĢmanın, esasen heteroseksüelliği cinselliğin norm ekseni olarak kuran heteroseksizme, onun iĢleyiĢ biçimlerine ve mücadele imkanlarına dair olacağını söyleyebiliriz. Ancak heteroseksizmi bir ―soyutlama‖ olarak okumanın ötesine geçerek yaĢantılardaki ve iliĢkilerdeki iĢleyiĢ biçimlerini görebilmek için içinde yaĢadığımız toplumsal alanlara odaklanmak gerekir. Bu çalıĢmada, Türkiye‘de heteroseksizme ve bununla güçlü bağlantıları olan homofobi ve transfobiye karĢı sistematik olarak mücadele eden LGBT hareketin de eyleyicisi olduğu Türkiye muhalefet alanının heteroseksizmle iliĢkisinde odaklanılacak bir tartıĢma yürütmeye çalıĢacağım. TartıĢma boyunca heteroseksizm ile Türkiye muhalefet alanının bu günkü yapısı ve nitelikleri arasındaki iliĢkiyi anlayabilmek için LGBT hareketin Türkiye seyrine ve hareketin muhalefet alanıyla ve alanın diğer eyleyicileriyle kurduğu iliĢkilere dair bir incelemeye yer vereceğim. TartıĢmanın temel eksenlerini, heteroseksizm Türkiye muhalefet alanında nasıl iĢler, LGBT hareketin alanda kurduğu mücadele ve ittifak iliĢkileri nelerdir, bu iliĢkiler alanı nasıl dönüĢtürmüĢtür ve bu dönüĢüm hangi tartıĢmaları beraberinde getirir gibi sorular eĢliğinde kurmaya çalıĢacağım. Cinsiyetli Bedenler ve Zorunlu Heteroseksüellik Beden insanın doğayla, tarihle, kültürle, toplumla iliĢkilendiği en dolaysız araçtır. Bir bedene sahip olmak ya da ontolojik olarak var olmak öncelikle doğa ile iliĢki içinde olmayı gerektirir. Ancak bütün vücut sıvıları, organları, barındırdığı sistemleri ve sınırlılıkları ile biyolojik bir varlık olan beden üzerindeki tanımlar ve anlamlandırmalar, tarih içinde, kültür ve ideoloji dolayımıyla sürekli değiĢim halindedir, bu da bedeni aynı anda toplumsal ve epistemolojik bir varlığa dönüĢtürür. Ġnsan, bedeni üzerinde birçok anlam ve kimlik taĢır. Tam da bu nedenle beden bazen direniĢin mekanı olsa da 3 AfiĢ baĢlığını Savran‘dan alıntıladım (2009:242). Heteroseksüel cinsel yönelimin meĢruiyetini biyolojizm ile sağlamasına benzer Ģekilde eĢcinselliğin de ‗normal‘ olduğunun ispatlamak üzere zaman zaman ‗eĢcinsel geni‘ gibi biyolojist öneriler olmuĢtur (Barid:2004:98-107, Acar –Savran: 2009:245-251). Ben burada bir yandan biyolojist bir açıklamaya saplanmamak fakat bir yandan da kiĢinin içten gelen duygusal ve erotik yönelimini muğlaklaĢtıran ‗cinsel tercih‘ kavramını da kullanmamak için cinsel yönelim kavramını kullanmayı uygun buluyorum. 4 50 üzerine disiplin ve iktidar yolu ile giydirilen kimlikler nedeniyle bazı ezilme, sömürü ya da baskı biçimlerinin ezilen tarafı olmaktadır. ĠĢte bu noktada ―ben kimlik kategorilerini değiĢmez ayak bağları olarak sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar hatta öyle lanse ederim‖ diyen Butler‘a katılmamak mümkün gözükmez (2007:5-6). Özellikle de bu kategoriler doğum anından itibaren bedene perçinlenen ve hayatın geriye kalanının yaĢantılanmasının temel zeminlerinden birini oluĢturan ikili (toplumsal) cinsiyet kimliği kategorileri olduğu zaman. Ġlk kez Anne Oakley (1987) tarafından kullanılan toplumsal cinsiyet (gender) kavramındaki ―toplumsal‖ tamlayanı, ―eril‖ ve ―diĢil‖ olarak kategorilenen biyolojik bedenleri doğrudan toplumsal uzama yerleĢtiren düĢüncenin aksine ―kadın‖ ve ―erkek‖ kimliklerinin doğal değil siyasal, kültürel ve tarihsel olduğunu vurgular. ―Toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkeklere iliĢkin uygun rollerin tamamen toplumsal olarak üretildiğini ifade eden ―kültürel inĢalar‖a iĢaret etmenin bir yoludur.‖ (Scott; 2007:11) Böylece ―aĢkın bir yasa‖nın belirlediği ―eril‖ ve ―diĢil‖ bedenin yerini tarihsellik içinde kavranabilecek olan ―kadın‖ ve ―erkek‖ toplumsal cinsiyetli bedenler alır. Kavram aynı zamanda kadın ve erkek arasında iliĢkisel bir analize imkan vererek iktidar iliĢkilerin taraflarını görmemizi sağlar (Scott 2007, Delphy 2005). Fakat kavrama cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiciliği hala içkindir. BaĢka deyiĢle bu kavramsallaĢtırma ―doğal‖ olan ile ―toplumsal‖ olanı birbirinden tamamen kopuk bir Ģekilde kavrama tehlikesi barındırır, ―evrensel bir biyolojik öz‖ varsayımına dayanır. Peki, cinsiyetin kendisi nedir, cinsiyeti hormonlarla ya da kromozomlarla mı ölçeriz? Butler (2010:52-55) toplumsal cinsiyetin anatomik bedene iĢlediği ve bedenlerin ―kültürel yasaların edilgin alıcıları‖ olduğu fikrini eleĢtirir. Öte yandan toplumsal cinsiyet bedenden bağımsızca iradi bir biçimde seçilen bir durum da değildir. Yani beden, ne kültür ile dıĢarıdan ilintili bir araç ne de edilgen bir ortamdır. Tam tersi bedenin kendisi bir inĢadır. BaĢka deyiĢle beden kültür ve söylemsellik öncesi anatomik bir varoluĢ değil, kültürel süreçlerin ve söylemsel pratiklerin içinde kurulur. ―Toplumsal cinsiyet iĢaretinden önce bedenlerin imlenebilir bir varoluĢları olduğu söylenemez‖ (Butler;2010:54). BaĢka deyiĢle beden basitçe ―anatomik‖ ya da ―biyolojik‖ bir varlık değil toplumsal bir varlıktır ve baĢta penis ve vulva olmak üzere bedenin tüm parçaları anlam yüklüdür, beden zaten-hep toplumsal olarak cinsiyetlidir. Butler ―cinsiyetli öznenin‖ söylemsel süreçler ve kültürel pratikler tarafından 5 çağırıldığını söyler. Toplumsal cinsiyetin aslında bir özü ifĢa edeceği beklentisi özneyi çağırır ve bu yolla üretir (2010:20). ―Özne, kimliğin idrak edilebilir bir Ģekilde ortaya çıkmasını yönlendiren belli kurallara bağlı söylemlerin bir sonucudur‖ (2010:237). Hakiki bir cinsiyete neden ihtiyaç vardır ya da cinsiyetli bedenler ne iş görür? ―Cinsiyet gerçekte cinselliğin dıĢavurumlarını taĢıyan kök salma noktası mıdır; yoksa tarihsel olarak cinsellik tertibatının içinde oluĢmuĢ karmaĢık bir düĢünce midir?‖ (Foucault;2010:112). Foucault, özellikle 19. yüzyıldan itibaren cinsiyetin imi cinsel organın, ya erkeği tanımlayan, dolayısıyla kadında eksik olan ya da kadını tanımlayan ve onu üreme işlevine göre düzenleyen Ģey olarak yorumlanıĢından söz eder. Bedenleri cinsel organa göre eril ve diĢil olarak ayırmak, Butler‘ın anlatımıyla heteroseksüel matrisin ilk ayağını oluĢturur: Eril ve diĢil bedenler ile toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasında nedensel bir bağ kurulur. Eril ve diĢil bedenlerin anatomik olarak uyumlu olduğu, dolayısıyla cinsel pratiğin bu iki beden arasında gerçekleĢmesi gerektiği iddiası ile üremeye yönelik, heteroseksüel cinsellik dayatılır. (Butler;2010:66,73-74) Heteroseksizm ―kadın‖ ve ―erkek‖ arasındaki cinselliğin varsayılan normalliği üzerine kurularak ―sapığın‖ ―normalin‖ ya da ―erotiğin‖ ne olduğunu tanımlar, cinsellik biçimlerini sınırlandırır. Scott ve Jackson‘a (2012:145,161) göre heteroseksizm bir sosyal yaĢam alanı olarak cinsellik ile temel bir toplumsal bölünme olan toplumsal cinsiyet kavramlarının kesiĢimindeki bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet heteroseksizme zemin sağlarken heteroseksizm tarafından yeniden üretilir. Dolayısıyla ―kadın‖ ve ―erkek‖ kategorileri heteroseksüel ekonominin (Wittig, 2009) ihtiyacını karĢılayan siyasi ve ekonomik kategoriler olarak karĢımıza çıkar. Cinselliğe dair bu dayatma ―zorunlu heteroseksüellik‖ düzenidir. Adrienne Rich özellikle lezbiyen kadınları odak aldığı çalıĢmasında, kadınların elbette heteroseksüel de olabileceğini belirtir. Fakat zaten kadınlara ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik propagandayla heteroseksüellik dayatılmaktadır. Zorunlu heteroseksüellik erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasını ve onları çeĢitli alanlarda kontrol altında tutmalarını sağlar (1996:141). Bu dayatma özellikle Foucault‘un biyo-iktidar çağı dediği ve 5 Burada Althusser‘den yola çıkan ideoloji ve özne tartıĢmasına referans vardır. 51 kapitalizmin kurumsallaĢtığı dönem olan 19. Yüzyılda son formunu kazanan ve yaygınlaĢan modern 6 tek eĢli heteroseksüel aileler yoluyla sistematik olarak iĢler. ―Kadın‖ ve ―erkek‖ten oluĢan heteroseksüel aile bu temel bölünme üzerinde iĢleyen hetero-cinselliği ve patriyarkal iktidar iliĢkilerini iĢlettiği gibi yeni kuĢakların ―heteroseksüel insan‖lar olarak yetiĢmesinin zeminini de oluĢturmaktadır. Foucault 18. yüzyıldan itibaren cinselliğe iliĢkin yeni bir bilgi tertibatının oluĢturulduğundan bahseder. Bu tertibat hem cinsel kimliğinin oluĢumunu hem de ―normal‖ bir psikoseksüel geliĢim çizgisinin tanımlanmasını ve cinsel kimlikle ―uyumlu‖ ve ―uyumsuz‖ davranıĢ biçimlerinin belirlenmesini odağına alarak cinselliği ―us‖ alanına çeker. Öyle ki heteroseksüel ve homoseksüel (eĢcinsel) kelimeleri ikili karĢıtlık olarak oluĢturulmuĢ ve kullanılmaya baĢlanmıĢtır. (2010:21-33). Bu dönemde psikanaliz bilimi, özellikle Freud‘un Oedipus Kompleksi kuramı, bu konuda dair ana akım bir bilgi türü oluĢturmuĢtur. Ferud‘un cinsel kimlik kuramının odağında ensest tabusu yer alır. Erkek bebek anneye ve kız bebek babaya duyduğu arzudan ensest tabusu nedeniyle vazgeçer. Bu vazgeçiĢ sevgi nesnesinin yitimine sebep olur. Freud kiĢinin sevgi nesnesini yitirdiğinde yitirilen ötekiyi ―ben‖in içine kattığını ve ötekinin niteliğini içselleĢtirdiğini, cinsel kimliğin bu yolla kurulduğunu söyler (1996:11-34). Fakat Butler, Freud‘un tanımladığı birincil biseksüel döneme dikkat çeker: oğlan çocuğu birincil biseksüellik döneminde hem anneye hem de babaya cinsel arzu duyuyorken nasıl olmuĢtur da Oedipal dönemde anneye karĢı olan yatkınlık korunmuĢtur? Öte yandan baba ile özdeĢleĢme de yitik bir aĢkın sonucu değil annenin reddi sonucu oluĢur. Butler burada çocukta ortaya çıkan ve onu anneden vazgeçiren ―hadım edilme‖ korkusunun aslında heteroseksüel kültürdeki erkek eĢcinsellikle birlikte anılan ―diĢileĢme‖ korkusu olduğunu söyler. Yani çocuk aslında iki cinsel nesne değil, eril ve diĢil olmak üzere iki cinsel yatkınlık arasında seçim yapmıĢtır.(2010:125) ―Dolayısıyla yatkınlıklar aslında ruhun birincil cinsel olguları değil kültürün dayattığı bir yasanın üretilmiĢ etkileridir.‖ Butler‘a göre cinsel kimlik özdeĢleĢmesinde ensest tabusunu da önceleyen bir eşcinsellik tabusu vardır. ―Odipal drama adım atan kız çocuğu ve oğlan çocuğu onları münferid cinsel yönlere yatkın kılan yasaklara zaten çoktan maruz kalmıĢlardır‖ (2010:130-31) Freud‘un cinsel kimlik kuramı anatomik cinsiyeti kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyete ve heteroseksüel arzuya bağlar. Biyolojik cinsiyetle ―uyuĢmayan‖ cinsel yönelimler ise psikoseksüel geliĢim bozukluğu olarak ―nesne seçimi ile ilgili sapkınlıklar‖ altında listelenir.7 Arzu heteronormatif bir toplumsal uzamda Ģekillenir, yönetilir. Connell, insanlar arası duygusal iliĢki ve arzu örüntüsünü örgütleyen kateksis yapısının cinsel farklılığı bir ön koĢul olarak sunduğunu söyler. Bu anlamda arzu toplumsal bir örüntüdür ve ortak bir yasaklama ve tahrik etme sistemidir (1998:156-57). Fakat bu fikir bizi ―orada bir yerlerde, saf, aĢkınsal‖ bir arzunun bulunduğu ve sonradan yasaklandığı ve baskı altına alındığı düĢüncesine götürürse yanılmıĢ oluruz. Zira Foucault iktidar iliĢkisinin zaten arzunun bulunduğu her yerde olduğunu, daha doğrusu iktidarın devreye sonradan giren bir dinamik olmadığını söyler. Bu anlamda iktidar iliĢkisi dışında arzuyu aramak boĢunadır. Çünkü zaten yasa‘dan önce gelen bir arzu yoktur. Ġktidar hem arzuyu hem de onun dayandığı eksikliği kurarak cinselliği biçimlendirir. (2010:64). Fakat iktidarın yalnızca baskı, sansür ve yasak yoluyla iĢlemediğini yeniden hatırlarsak, iktidarın normu oluĢtururken ―ötekini‖, söylem düzenini oluĢtururken ―suskunluğu‖ da ürettiğini tekrar belirtebiliriz. Yani iktidar hem ―normal‖ arzu ve cinselliği hem de ―sapkın‖ olanı içine alacak bir cinsel rejim oluĢturması nedeniyle üretken/pozitif özelliktedir. Dolayısıyla ―norm‖ olanın sınırı çizilirken Butler‘in (2008:156) ―kurucu öteki‖ olarak adlandırdığı kenar cinsellikler de iĢaretlenir. Türkiye Muhalefet Alanı Bu makalede ―Türkiye muhalefet alanı‖ olarak adlandırılan toplumsal uzam Fransız sosyolog Pierre Bourdieu‘nün alan kuramı‘ndan hareketle tarif edilmektedir. Fakat Bourdieu‘nun alan kuramını 6 Örneğin Gittins‘e göre kız ve erkek çocukları arasındaki ayrımlar modern toplumlarda daha da katılaĢmıĢtır. Örneğin Viktoryen Dönem‘de çocukların saf ve aseksüel olduğu düĢüncesiyle her iki cinsiyetten çocuğun da ergenlik dönemine dek, bir yanıyla cinsiyet ayrımını üreterek, kız çocuğu gibi giydirildiğini söyler. Buna karĢın çağdaĢ toplumda bebeklerin kıyafetleri doğumdan itibaren cinsiyete göre ayrıĢtırılır (2011:137-38). Ancak bu noktada Barrett (1995:193) tek tek her bir ailenin ―modern aile‖ tanımına birebir uymadığını, dolayısıyla ―ailelerden‖ değil yaratılan ―aile ideolojisinden‖ bahsedilmesi gerektiğini söyleyerek, modern aile formunun geniĢ toplumsal kesimlere uygulanabilmesinin ideolojik kanallarına dikkat çeker 7 Bkz: Freud S. (2011). Cinsiyet Üzerine. Avni ÖneĢ (çev). Ġstanbul: Say Yayınları 52 anlamak için ilk olarak habitus nosyonu ile baĢlamak gerekir. Habitus kavramı sosyal bilimlerdeki nesnelci-öznelci ya da yapısalcı-inĢacı olarak adlandırılan ikili karĢıtlıkları aĢmak için oluĢturulan bir kavramsal hamledir. Bourdieu (2003:111) bu kavramı kullanmadaki niyetini ―hem eyleyiciyi feda etmeden özne felsefesinden kaçınmak, hem de yapının eyleyici üzerinde ve onun aracılığıyla yarattığı etkileri hesaba katmaktan vazgeçmeden yapı felsefesinden kaçınmak‖ olarak tarifler. Bourdieu bir yandan nesnel yapıların faillerin iradesinden bağımsız olarak var olduğunu ve onların pratiklerini yönlendirip kısıtladığını göz önünde bulundururken diğer yandan da bu nesnel yapıların toplumsal bir yaratılıĢının var olduğundan bahseder (2012a:350). Bu bakımdan habitus kavramı faillilerin dıĢında bulunan yapısal sistemler ile faillerin seçim, eylem ve yatkınlıkları arasında bir dolayım kurma imkanı sunar. Habitus failin dıĢsal yapıları doğallaĢtırmasına ve onları içselleĢtirmesine iĢaret eder. Fail, habitusun dolayımıyla kadın –erkek, doğru yanlıĢ, iyi- kötü, zengin-fakir, insan-hayvan gibi birçok ikili karĢıtlığı içselleĢtirir, bu karĢıtlıklara uygun eğilimleri pratik eder. Dolayısıyla eyleyicilerin ―biricik‖ pratikleri de aslında kolektiftir. ―Habitus toplumsallaĢmıĢ bir öznelliktir‖ (Bourdieu;2003:116). Habitus nosyonunu yalnızca tarihsel sistemler tarafından üretilen ve onları yeniden üreten, çıkıĢsız bir kavram olarak okuyarak bu sistemlerin de sonsuz olduğu sonucuna varmak Wallerstein‘ın (2005a:36) nesnel sistemlerdeki dönüĢümü ve bu sistemlerin tamamen değiĢimini örttüğü için eleĢtirdiği ebedi zamanuzay ‘ı kullanma hatasına düĢmek olur. Oysa bu istemleri yapısal zamanuzay ve döngüsel-ideolojik zamanuzay ile okumak ―sistem içinde neler olduğunu, niçin olduğunu ve ne zaman olduğunu gösterir‖ (Wallerstein;2005a:44). Döngüsel zamanuzayı analiz edebilmek bize Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ olarak adlandırdığı anları/fırsatları fark etme Ģansı verir. Bu an, nadir olarak gerçekleĢen dönüşümsel zamanuzay anıdır. Çatallanma anında sistemin ritimleri iĢlemez hale gelir ve kaostan yeni bir yapı çıkar (Wallerstein;2005a:44). Ancak ne yapısal sistemlerin ritmik döngüsel kalıplarının iĢlemesi (habitus dolayımıyla, yani toplumsal faillerin de katkısıyla) ne de dönüĢümü gerçekleĢtirecek çatallanma anları toplumsal mekanların dıĢında gerçekleĢmektedir. Bu durum bizi nihayet alan nosyonuna getirir. Habitusun çıkıĢsız döngüleri tekrar eden bir kavram olmadığını, Bourdieu‘nün (2003:125) deyimiyle ―kader‖ olmadığını anlamamız için alan nosyonuna ihtiyacımız vardır. Bourdieu (2003:81) alan kavramını ―konumlar arası nesnel bağıntılar ağı‖ olarak tarifler. Dolayısıyla alan nosyonu ile düĢünmek ilişkisel düĢünmeyi gerektirir. Türkiye muhalefet alanı da farklı habitusların içkin olduğu konumlanıĢlar arası iliĢkilerden oluĢan toplumsal mekandır. Yani bu alan bir tür noktalar toplamı değil bu noktaların anlamlı bağıntısıdır. Bu nedenle muhalefet alanındaki her bir konumlanıĢ, ancak diğerleri ile birlikte tanımlanabilir. Zira hiçbir konumlanıĢ kendiliğinden bir töz halinde, steril bir biçimde var olamaz. ―Alanlar öyle sistemlerdir ki her tekil unsur (kurum, örgüt, grup ya da birey) kendi ayırt edici niteliğini, diğer bütün unsurlarla olan iliĢkisinden devĢirir‖ (Swartz; 2011:175). Ancak bu iliĢkilerin niteliği, ittifak ve dayanıĢma iliĢkileri olabileceği gibi (uzun ya da kısa vadeli olarak birlikte tavır almak gibi) çoğu zaman mücadele iliĢkileri olarak düĢünülmelidir. Zira alanlarda bazı konumlar egemenken bazıları tabi konumlardır. Bu nedenle alanlar iktidar ve direniĢi bir arada barındırır. Bourdieu (2003: 89) alanı, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkileri değiĢtirme mücadelesinin yeri olarak tarifler. Alanın bu tanımı alanda karĢılaĢan habitusların ve dolayısıyla bizzat alanın yapısının (sınırlarının, niteliklerinin, kurallarının) değiĢebileceğine iĢaret eder. BaĢka deyiĢle alanın değiĢim motoru mücadele içeren iliĢkilerdir. Fakat değiĢimler kolay değil, sancılıdır, çünkü habituslar değiĢime direnç gösterir. Swartz‘a göre habitusun yeniden üretime devam edemeyeceği ve değiĢeceği koĢullar kendisini oluĢturan nesnel koĢulların farklılaĢmasıyla mümkün olur (2011:160). Esasen bu durum Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ dediği durumdur ve bu duruma ancak farklı habituslara sahip olanların politik mücadelesi sonucu gelinir. Alandaki mücadele, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkilere özel sermaye biçimlerinin dağılımının değiĢmesi ya da sürdürülmesi için verilen mücadeledir (Vandenberghe;2012:412). Bourdieu sermaye nosyonunu8, alanda hem mücadele silahı hem de uğruna mücadele edilen, sahibine iktidar ve nüfus sağlayan Ģey olarak tanımlar (2003:82). 8 Bourdieu‘a göre sermaye çalıĢılan evren içinde sahiplerine kuvvet, iktidar ve kar getiren özelliklerdir. Bourdieu sermaye türlerini temel olarak, ekonomik sermaye, kültürel ya da enformasyonel sermaye, sahip olunan iliĢki ağları olarak sosyal sermaye ve simgesel sermaye olarak gruplar (2012:370). 53 Alanları kuran iliĢki ağlarına özgü sermaye(ler) vardır ve egemen ve tabi konumlar alanda dolaĢımda olan sermayenin dağılımı bağlamında oluĢurlar. Zira sermaye alanın iĢleyiĢi, düzenlilikleri, sınırları, kuralları ve bunlardan kaynaklanan faydalar üzerinde iktidar sağlar (Bourdieu; 2003:86). Muhalefet alanı olarak tanımladığımız alanda da konumlanıĢları ve konumlar arası iliĢkilerin niteliğini, alanın kendine özgü sermayeleri (kitlesel aktivist ve sempatizan grubuna sahip olmak, alanın eskisi/kurucusu olmak, aynı zamanda alanı anlamlı kılan ―mücadele‖de bedel ödemiĢ olmak vb. gibi) belirlemektedir. Peki muhalefet alanı olarak adlandırdığımız uzam nerede baĢlar, nerede biter ya da ampirik bir alanın sınırları nasıl çizilir? Zira ―muhalefet” adlandırması tek baĢına hiçbir anlam ifade etmez. Bu tanım Türkiye topraklarında o denli kalabalık bir eyleyici toplamına iĢaret eder ki, bu çalıĢma için hiçbir harita çıkartamaz. Bu nedenle çalıĢmada muhalefet alanı denilen uzamdan ne kastedildiğini, yani onun sınırlarını tartıĢmaya ihtiyaç vardır. Bourdieu ampirik çalıĢmada alanın inĢasının karar vererek gerçekleĢemeyeceğini söyler (2003:85). BaĢka deyiĢle alan, aynı isimle çağırılsalar bile, çeĢitli eyleyicilerin rastgele/keyfi toplamı olamaz. Bir eyleyici kümesinin alan oluĢturduğunu söyleyebilmek için, egemen ya da tabi konumda da olsalar, ortak bir varsayımı paylaĢıyor olmaları gerekir: ―Mücadele alanının mücadele edilmeye değer olduğu varsayımını‖ (Swartz; 2011:177). BaĢka bir ifadeyle alanı oluĢturan, yani eyleyicileri iliĢki ağı kurmaya zorlayan Ģey illusio‘dur. Ġllusio bir alanda oynana oyunun değerli olduğuna dair inanç (doxa) ve kabuldür ve her alan bir illusio tipini gerektirir (Swartz; 2011:178). Ġllusio bir anlamıyla oyuna yapılan yatırımdır, alandaki eyleyici (oyuncu), oynanan oyunda kaybedilesi ya da kazanılası bir Ģey gördüğü için o alanın içindedir. Bourdieu illusio‘yu taraf olmak, oyundaki mevcut hedeflere kendini vermek olarak tanımlar, ancak bu hedefler sadece onu tanıyanlar için önemlidir, ―onların tersine, o oyuna girmeyenler açısından gereksiz Ģeyler gibi görünen ve onu kayıtsız bırakan hedefler uğruna ölmeye hazır olanlar için mevcuttur‖ (1995:150). Dolayısıyla alana, alanın hedef, inanç ve varsayımlarına inanmayan, böylece alanı ve oyunu anlamsız bulan bir toplumsal fail halihazırda bu alanın dıĢında kalır. ―Bir alan, alanın etkisinin görüldüğü mekan olarak düĢünülebilir … alanın sınırları alanın etkilerinin bittiği noktada son bulur‖ (Bourdieu; 2003:85). Ancak kendimize bir pay bırakarak ve yine Bourdieu‘ye dayanarak toplumsal dünyada bu etkinin sınırlarının keskin çizgiler Ģeklinde olmayacağını belirtmek gerekir. Bu hayali düzlemler bir tarafta daha belirginken bazen bulanık hale gelebilir. (Bourdieu:2012b:379). Buna rağmen geldiğimiz noktada, çalıĢmada önerilen muhalefet alanının sınırlarını çizen ve eyleyicilerinin kendisini kaptırdığı bir ortak inanç, bir oyun olduğunu, ancak bu oyunun hedefleri ve kurallarına inanan, bunun etkisi altında olan eyleyicilerin, bu çalıĢmada önerilen alanının eyleyicileri olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. Bu çalıĢmanın alanını, yani muhalefet alanını ortaya çıkaran ve eyleyicilerinin etkisi altında olduğu ortak inancı, biraz cesaretle, ―baĢka türlü bir dünyanın mümkün‖ olduğuna ve ―bunun için mücadele etmenin anlamlı‖ olduğuna duyulan inanç olarak tarifleyebiliriz. Tarifimizi açmak için, alana ismini veren muhalefet ediminin ―neye karĢı (muhalefet)‖ olarak gerçekleĢtirildiğini anlamaya ihtiyaç vardır. Kapitalizm, patriyarka, ırkçılık ve milliyetçilik ve heteroseksizm gibi baĢat ezme ve sömürü sistemleri insanlar arasında hiyerarĢi iliĢkileri kurar. Wallerstein toplumda gücün ve imtiyazın dağılımında bu hiyerarĢik basamaklandırmanın etkili olduğunu söyler. Bu sistemlerin yarattığı ırkçılık, cinsiyetçilik gibi negatif normlar insanlar arasındaki hiyerarĢiyi, ezenlerin olduğu kadar ezilenlerin gözünde de meĢrulaĢtırmaktadır (2005b:69-70). BaĢka bir değiĢle bu tarihsel sistemleri iĢleten sömürü, ezme, dıĢlama ve baskı mekanizmaları, yaĢamın ―doğal‖ hatta bazen ―olması gereken hali‖ olarak karĢımıza çıkmaktadır. Ancak bu sistemler birbirlerinden bağımsız, ―ayrı dünyalarda‖ iĢlemezler. Tam tersi çoğu kez iç içe ve birbirlerine dayanarak var olurlar. Örneğin Wallerstein (2007:45-50) kapitalizmin ırkçılık ve cinsiyetçilik sayesinde bir kısım insanı (kadınlar ve aĢağı ırktan olduğu düĢünülen insanlar), sistem içinde ancak sistemin en alt tabakası olarak tuttuğunu ve bu iki negatif norm sayesinde ucuz emek gücünü karĢıladığını söyler. Yine Balibar‘a göre, farklı tabiyet iliĢkilerinin tabi tarafı olanların (kadınlar, aĢağı ırklar, ―sapıklar‖) benzer söylem ve tutumlara maruz kaldıklarından çok birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan dıĢlama ve tahakküm iliĢkilerinin oluĢturduğu yapıdan söz etmek gerekir (2007:66-67). Kastettiğimiz muhalefet edimi de tarihsel olarak oluĢmuĢ ve içinde yaĢadığımız, birbiri ile iliĢkili, mevcut ezilme, baskı ve sömürü iliĢkilerine karĢı gerçekleĢir. Dolayısıyla Türkiye muhalefet alanın sınırını çizen illusio, her ne kadar alanın kendisi de bu iliĢkilerden azade değilse de, bu toplumsal iliĢkilerin, ezilen ve sömürülen tarafların lehinde iyileĢtirilmesi, değiĢtirilmesi ya da tamamen yok edilmesi gerekliliğine duyulan ortak inançtır. Bu 54 inanç alanımızı kuran eyleyicileri iliĢkisel konumlanıĢlarla bir araya getirilir ve alanımız bu yolla kurulur. LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Mücadeleler, Ġttifaklar ve DönüĢümler Bourdieu‘ye göre alanlar bir oyunu, o oyunun kurallarını ve alanda geçerli sermaye biçimlerini içerirler. Alanın sınırı, içerisi ve dıĢarısı, dolayısıyla içerdiği ve dıĢladığı eyleyiciler, bu kurallara uygun olarak belirlenirler. ―Bir alana giriĢ hakkını meĢrulaĢtıran Ģey belirli bir özellikler konfigürasyonuna sahip olmaktır‖ (Boudieu & Wacquant: 2003:93). Bu anlamda alanın sınırları konusu sürekli bir mücadele zeminidir. 80‘lerin ikinci yarısından sonra, Türkiye muhalefet alanı da benzer mücadelelere tanık olduğunu görürüz. Zira 80‘ler ve 90‘lar boyunca muhalefet alanında yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılan eyleyicilerin alana girmek ve alanın geleneksel kodlarını değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Sözümüzü çalıĢma odağına çekerek bu baĢlık boyunca LGBT hareketin alanla iliĢkilenmesi ve alanın dönüĢüm dinamiklerine odaklanılacağını ve ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı çalıĢmanın bazı ampirik bulgularından9 da faydalanılacağını belirtelim. LGBT hareket 90‘lı yılların baĢlarına kadar muhalefet alanında müstakil örgütlenmeler olarak görülmese de alanda öne çıkan bazı eyleyicilerin izi sürüldüğünde hareketin ilk belirtileri görülebilir. Bu eyleyicilerden biri Ġbrahim Eren‘dir. Türkiye ĠĢçi Partisi (TĠP) üyesi Eren 70‘li yılların sonunda Ġzmir‘de Ġzmir Çevre Derneği‘ni kurmuĢ, buradaki G/L (gey/lezbiyen) kiĢilerin iletiĢim kurduğu ve dayanıĢtığı bir ortam oluĢturmuĢtur. Ancak Eren‘in 12 Eylül Darbesi nedeniyle yurt dıĢına çımasıyla çalıĢma kesintiye uğramıĢtır (Kurbanoğlu:2011:229). 12 Eylül‘ü yalnızca sol, sosyalist düĢünceleri ve bu düĢünceler etrafında örgütlenen yapıları bastırılıp milliyetçi ve serbest piyasacı düĢüncelerin yaygınlaĢtırılması olarak değil, aynı zamanda heteroseksist bir cinsel rejimin pekiĢmesi olarak da okuyabiliriz. Zira Ġzmir LGBT Derneği Siyah Pembe Üçken tarafından hazırlanan ―80‘lerde Lubunya Olmak‖ çalıĢmasında yer alan tanıklıklar, 12 Eylül sonrasında, trans ve eĢcinsel insanların, kendi tercihlerinin de ötesinde çoğu kez zorunlu olarak yaptıkları seks iĢçiliği, dansözlük, Ģarkıcılık gibi mesleklerde çalıĢmaları dahi bir tür ayrıcalık haline geldiğini ve engellendiğini gösterir. Darbe ile birlikte bu insanların yalnızca çalıĢmaları değil, kamusal alanlarda görülmeleri bile polis ve asker tarafından uygulanan farklı Ģiddet türleriyle engellenmiĢ, farklı Ģehirlere sürgünler yoluyla L/G/B/T10 kiĢiler arasındaki tanıĢıklık ve dayanıĢma iliĢkileri dağıtılmıĢtır. L/G/B/T insanların, özellikle trans bireylerin kendilerine yönelik devlet kaynaklı baskılara ve Ģiddete karĢı protesto ve hak arama eylemleri bu bireylerin muhalefet alanı ile tekrar iliĢkilenmelerini sağlamıĢtır. 1987‘de Sevda Yılmaz‘ın11 sözcülüğünü yaptığı bir grup gey ve trans kiĢi kendilerine yönelik baskı nedeniyle açlık grevine baĢlamıĢ, bu sırada Türkiye‘ye dönen Ġbrahim Eren‘in giriĢimiyle kurulan Radikal Demokratik YeĢil Parti (RDYP) ile dayanıĢma iliĢkisi geliĢtirmiĢlerdir (Yıldız:2007a:48). 1885-86 yıllarında kurulan RDYP muhalefet alanının yeni eyleyicileri ile bir araya gelmiĢ, özellikle gey ve trans kiĢiler büyük ölçüde ön plana çıkmıĢ ve partinin yayın organı YeĢil BarıĢ dergisinin orta sayfası ―Gay Liberasyon‖ baĢlığı ile çıkmıĢtır. (Eren:2004:83-84). Türkiye muhalefet alanı 1990‘ların baĢlarına dek, birkaç geçici birliktelik ve kiĢisel çabalar dıĢında, L/G/B/T kiĢilerin oluĢturduğu, sistematik olarak L/G/B/T kiĢilerin haklarını savunan ve heteroseksizme karĢı mücadele eden bağımsız LGBT örgütleriyle tanıĢmamıĢtır. Yıldız (2007b:46) Türkiye‘de ilk eĢcinsel derneğinin GökkuĢağı ‘92 grubu olduğunu söyler. Ancak bu grup tüzük 9 ÇalıĢmanın bulguları kendisini gey, lezbiyen, biseksüel, trans ya da queer olarak tarifleyen ve Türkiye muhalefet alanında örgütlenme deneyimi olan 21 kiĢi ile yapılan derinlemesine görüĢmeler sonucu elde edilmiĢtir. 10 Metin boyunca lezbiyen, gey, biseksüel ve trans kişilerden bahsederken, kelimelerin baĢ harflerinden oluĢan bu kısaltmayı da kullanacağım. Fakat bu kullanımın yaygın biçimi (LGBT kiĢiler/bireyler) yerine, harfleri slaĢ iĢareti ile ayırmayı, bahsedilen kiĢilerin aynı anda örneğin ―hem lezbiyen hem gey‖ olmayacağını göz önünde bulundurmanın bir yolu olarak seçtim. Bu kullanım biçiminden bir diğer muradım ise lezbiyen, gey, biseksüel ve trans olma hallerinin her birinin özgünlüğüne dikkat çekmek. 11 Bugün trans kadın olan Sevda Yılmaz, 1987 yılında kendisini gey olarak niteliyordu ve Ali Kemal Yılmaz adını kullanıyordu, dolayısıyla farklı kaynaklarda bu isimle de karĢılaĢmaktayız. 55 tartıĢmaları sonucu kısa sürede dağılmıĢtır. Fakat hemen ardından bir grup eĢcinsel ve trans kiĢi ―Cinsel Özgürlük Etkinlikleri‖ adıyla onur haftası çalıĢması yapmaya giriĢmiĢ, ancak bu giriĢim Ġstanbul Valiliği‘nin ―genel ahlaka aykırı‖ bularak izin vermemesi sonucu baĢarısız olmuĢtur. Yine de bu çalıĢmayı birlikte yürüten grup Ġstanbul‘da 11 Nisan 1993 tarihinde Lambda‘yı kurmuĢlardır. Öte yandan bir grup gey ve lezbiyen tarafından 90‘lı yılların baĢlarından itibaren ev sohbetleri olarak sürdürülen toplantılar sonucu 1994 yılında Ankara‘da Kaos GL kurulmuĢtur. Dernek 20 Eylül 1994 yılında yine Kaos GL adıyla ilk yayınını da çıkartmıĢtır. 90‘ların ikinci yarısı Türkiye‘de eĢcinsel hareketin giderek kalabalıklaĢtığı, çeĢitlendiği, yaygınlaĢtığı ve artık geri dönülemez biçimde alanda yer edindiği yıllardır. Lezbiyen kadınlar, kadın ve erkek eĢcinsellerin bir arada bulunduğu örgütlerden özerk bağımsız olarak Venüs‘ün Kız KardeĢleri (1995) ve Sappho‘nun Kızları (1998) isimleriyle örgütlenmiĢlerdir. Yine aynı yıllar üniversitelerdeki LGBT örgütlenmeleriyle LGBT mücadelesinin giderek Anadolu‘ya da yayıldığı dönemlerdir. EskiĢehir‘de Bilinçli EĢcinseller Topluluğu (1995), Erzurum‘da Lambda Erzurum (1996), Bursa‘da Spartaküs (1997), Ġzmir‘de Biz GL (1997), çeĢitli üniversitelerde öğrenci toplulukları aracılığıyla örgütlenmeyi amaçlayan LeGaTo (1996) ve trans kadınların örgütlendiği Gacı (1997) bu dönemde kurulan oluĢumlardır (Yıldız;2007b:47). Ġçinde bulunduğumuz dönemde ise kitleselliği, görünürlüğü ve tutarlı politik tutumuyla LGBT hareketin muhalefet alanının önemli bir eyleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, çalıĢmanın bulgularında alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında değiĢimin ve alanda antiheteroseksist mücadelenin simgesel değerinin yükseliĢinin önemli bir dinamiği olarak karĢımıza çıkmaktadır. ÇalıĢmaya katılan görüĢmecilerin çoğu LGBT hareketin alanda olmak, alanı dönüĢtürmek ve burada meĢruiyet kazanmak için gösterdiği çaba ve ısrar alanın diğer eyleyicilerini de etkilediğine iĢaret etmektedir. GörüĢmeciler alandaki siyasetin LGBT hareketin alana girmesi, kendisini (bazen dayatarak) ifade edecek siyasi araçlar yaratması ve diğer eyleyicilerle temas kurması ile birlikte dönüĢtüğü görüĢünü öne çıkarmıĢlardır. LGBT örgütleri, kendisi baĢlı baĢına tarihsel bir ezilme ve dıĢlanma sistemi olan heteroseksizmle mücadele ettikleri ve L/G/B/T insanların insan hakkını savundukları için, ―muhalefet alanı‖nın hali hazırda eyleyicisidirler. Zaten, Türkiye‘de LGBT hareketlerinin hemen hemen hepsi muhalefet alanına girmeye talip, muhalefet alanını bir parçası, bir eyleyicisi olma iddiasıyla yola çıkmıĢlardır. Örneğin Lambda‘nın ilkelerini belirlediği metinde ilk olarak karĢımıza kendilerini farklı ezilme, baskı ve ayrımcılık biçimleriyle mücadele ekseninde tanımlayan aĢağıdaki paragraf çıkar: Lambdaistanbul‘da lezbiyen, gey, biseksüel ve translar arası dayanıĢma örgütlemek, transfobi, homofobi ve bifobiyle mücadele etmek için bir araya gelmiĢ olsak da, sadece cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların değil, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, tür, vatandaĢlık, yaĢ, kabiliyet, vb. temelli her türlü baskı ve ayrımcılığın karĢısında duruyoruz.12 Benzer biçimde Kaos GL ilk sayısında, içinde yaĢadığımız toplumun yalnızca seksist değil aynı zamanda heteroseksist olduğu ve erkek egemen kapitalist bir düzende yaĢadığımız tahlili ile yola koyulmuĢ, heteroseksüel erkek egemen ideolojinin kapitalist sistem ile pekiĢtirildiğini savunmuĢtur (Kaos GL: 1994:1-3). Yine derginin ilk sayısında yer alan ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ metni13 Türkiye muhalefet alanını homofobi ile ilgili olarak eleĢtirip, SSCB‘nde Lenin ve Stalin dönemlerini eĢcinsellerin durumu açısından karĢılaĢtırmaktadır. Bu durum her ne kadar alanı eleĢtiren bir durumu yansıtsa da eleĢtiri aslında alanın muhatap alınması ya da Bourdieu‘cü anlamda alanda oynan “oyun”un önemsenmesi olarak da okunabilir. LGBT hareketinin alanın diğer eyleyicileriyle iliĢkilendiği bir diğer nokta ise 1 Mayıs ĠĢçi Bayramı kutlamalarıdır. Kaos GL 2001 yılında, Lambdaistanbul grubu ise 2002 yılında 1 Mayıs alanlarında ilk defa yerlerini almıĢlardır. Kaos GL yayınladığı ilk 1 Mayıs bildirisinde14 solu, eĢcinselleri ve L/G/B/T bireylerin sorunlarını görmezden geldikleri ve eĢcinselliği egemen ahlak anlayıĢıyla yargıladıkları için eleĢtirmiĢ, solu bu ―ikiyüzlü ahlak anlayıĢından‖ kurtularak heteroseksizm ve kapitalizme karĢı birlikte mücadeleye çağırmıĢtır. LGBT hareket 1 Mayıs gibi 12 http://www.lambdaistanbul.org/s/hakkinda/ilkelerimiz/ (EriĢim Tarihi: 14.04.2013) Gay‘e Efendisiz (1994). ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ Kaos GL. 12-13. Sayı:1 14 http://www.kaosgldernegi.org/etkinlikdetay.php?id=7281 (EriĢim Tarihi:15.04.2013) 13 56 tarihsel olarak muhalefet alanıyla iliĢkilendirilen bir günde yapılan etkinliğe katılarak hem politik konumlanıĢını beyan etmiĢ hem de alana girmenin adımlarını sıklaĢtırmıĢtır. AraĢtırmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin 1 Mayısta alanda kabul gören ve simgesel değeri olan sloganları (da) attığına anlatılarında yer verilmiĢtir. Fakat bu durumu yalnızca LGBT hareketin alanda bazı eyleyicileri esas alarak, onların gözünde ―kabul görmek‖ için uyguladığı bir strateji olarak okuyamayız. Zira LGBT hareketin hem birçok aktivistinin toplumsal iktidar iliĢkilerinin ―tabi‖ konumlanıĢlarında olduklarını hem de hareketin odağındaki heteroseksizmin, homofobinin ve transfobinin diğer ezilme ve baskı biçimleri ile beraber iĢlediğini sürekli vurguladığını belirtmeliyiz. LGBT hareketin heteroseksizm, homofobi ve transfobi ile diğer ezilme biçimlerine köprü atan onlarca beyanından sonuncusunun 20. Onur YürüyüĢü‘nün basın metni15 olduğunu belirtelim. 2013 Hazira‘ında, Türkiye‘de daha fazla demokrasi, hak ve özgürlük talepleriyle, onlarca Ģehri kapsayan bir halk direniĢine tanık olduk. Gezi DireniĢi olarak andığımız bu halk hareketinde de yerini alan LGBT hareketler 2013 yılı Onur Haftası‘nın temasını ―DireniĢ‖ olarak belirlediler. Onur yürüyüĢü sonunda okunan basın metninde ise Gezi DireniĢi‘ne katılan bütün kesimlerle LGBT hareketinin taleplerinin ve mücadelelerinin çakıĢtığını, zira heteroseksizm, homofobi ve transfobinin ahlakçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik gibi ideolojilerden beslendiğini vurguladılar, diğer ezilenler ile bağlarını somutlaĢtırdılar. Basın metnini, ―kalbimizde devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali gerçekleĢtirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz‖ cümleleriyle sonlandırarak kendi mücadele pratiklerinin ve gelecek tahayyüllerinin alanla ve diğer eyleyicilerle bağlarını vurguladılar. LGBT hareketin diğer eyleyicilerle teorik/politik ve pratik olarak kurmaya çalıĢtığı bu bağlar, hareketin alanda kabul görmesinin ve alanın dönüĢümünün de önemli bir dinamiği olarak karĢımıza çıkmaktadır. Alanların yekpare bütünler olmadıklarını ve farklı konumlanıĢları barındırdıklarını daha önce de tartıĢmıĢtık. Türkiye muhalefet alanı da heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında farklı konumlanıĢlara ve tavır alıĢmalara sahne olmuĢtur. Özsel ve sabit olmadıklarını akılda tutarak alanda üç farklı konumlanıĢın öne çıktığından bahsedebiliriz. Ġlk olarak açıkça homofobik, transfobik beyanlarından yola çıkarak ―homofobik/transfobik‖ olarak adlandırabileceğimiz konumlanıĢla LGBT hareketin iliĢkilerini incelediğimizde öne çıkan tartıĢmalardan birinin ĠĢçi Partisi Genel BaĢkanı Doğu Perinçek‘in 3-6 ġubat 1999 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanan ―EĢcinsellik ve 16 YabancılaĢma‖ baĢlıklı metni olduğunu fark ederiz. Perinçek (2000:57-62) insanda var olan ―üreme içgüdüsünü‖ referans alarak kadın ve erkek arasındaki cinselliğin doğal ve olması gereken cinsellik biçimi olduğunu savunur. EĢcinsellik ise (metin boyunca erkek eĢcinselliğini esas alır) ―çürüyen kapitalizmin yarattığı kültürel ve toplumsal durum‖un doğayı zorlaması ve biyolojik eşe yabancılaĢmanın bir ürünüdür. (2000:37-48). Perinçek‘in eleĢtirisi yalnızca eĢcinselliğe değil, eĢcinsel örgütlenmelerin ―arı‖ muhalefet alanında yer ediniyor olmasınadır da. Zira 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan bu örgütlenmelerin etkisiyle yeni sol, ―sınıf mücadelesini aĢağılayarak, eĢcinsel, travesti, fahiĢe, lümpen gibi sınıf dıĢı unsurların‖ hak ve özgürlüklerini savunur olmuĢtur (Perinçek;2000:43-44). LGBT örgütleri ―EĢcinsel Sivil Toplum Örgütlerinden Doğu Perinçek'e Yanıt‖ baĢlıklı metin ile gecikmeden tepki ve cevap vermiĢlerdir.17 LGBT örgütleri metinde yalnızca Perinçek‘i değil, genel olarak muhalefet alanına yönelik eleĢtirilerini dile getirmiĢlerdir. EĢcinselliğin farklı toplumlarda ve toplumun bütün kesimlerinde görülebilecek bir varoluĢ hali olduğunu, dolayısıyla yoksul ve emekçi kesimlerde de eĢcinsel insanların bulunabileceğini belirtmiĢler, ancak solu L/G/B/T bireylerin sendika, parti ve derneklerde varlık göstermesini engellediği ve L/G/B/T bireyleri buralardan dıĢladığı gerekçesiyle eleĢtirmiĢlerdir. LGBT hareketin muhalefet alanı ile iliĢkilenme tarihini betimlerken bahsedilmesi gereken bir diğer önemli uğrak ise, birçok hareket ve örgütün bir araya gelerek oluĢturduğu, yaĢadıkları sağlık sorunları nedeniyle cezaevinde kalamayacak devrimci tutsakların serbest bırakılması için mücadele eden Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda (HTÖP) yaĢanılan tartıĢmalardır. TartıĢma YürüyüĢ Dergisi‘nin, 15 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=14414 (EriĢim Tarihi: 13.07.2013) Metin aynı isimle ancak geniĢletilmiĢ haliyle 2000 yılında Kaynak Yayınları tarafından basılmıĢtır. Referanslar bu baskıya aittir. 17 http://www.ibnistan.net/kosmos/eshtoplumsalharSKL.html (EriĢim Tarihi:15.042013) 16 57 platformun yapacağı bir basın açıklamasında, platformun bileĢeni olan LGBT örgütlerinin diğer örgütler ile beraber imzacı olmasına ve karar alma mekanizmasında yer almasına karĢı çıkmasıyla baĢlamıĢtır. Bu tartıĢma farklı alandaki tavır alıĢları görebilmek açısından önemlidir. Zira platformda 18 LGBT hareketlerin imzacı olmalarının engellenmesi üzerine bazı hareketler platformdan çekilme 19 kararı alırlarken bazıları platformda kalmaya devam etmiĢtir. Ancak platformda kalan her hareket de aynı tavrı sergilememiĢ, örneğin ODAK dergisi platformda kalmasına rağmen süreci yayınladığı 20 21 metin aracılığıyla eleĢtirmiĢtir. Bazı örgütlenmeler ise sonradan özeleĢtiri vermiĢlerdir. Yine platformdan ayrılan ya da platformda hiç yer almammıĢ olan bazı hareketler eleĢtiri yazıları yayımlamıĢlardır.22 Ancak YürüyüĢ Dergisi tartıĢmalara dair ―Direnemeyen Çürüyor‖ balıklı bir yazı23 yayımlayarak eĢcinselliği ―sapkınlık, kapitalizmin yarattığı bir yozlaĢma‖ olarak tariflemiĢ ve tartıĢmanın özününü ―kendilerine "LGBTT" adını veren bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere dayatılması‖ olarak belirtmiĢtir. Bu metne karĢılık LGBT Hakları Platformu24 ve Kaos GL25 birer metin yayımlayarak solun, ezilen, katledilen ve dıĢlanan LGBT bireyleri göz ardı etmesini eleĢtirmiĢ, LGBT örgütlerin karar mekanizmasında olma, imzacı olma taleplerinde somutlanan görünürlük ve diğer bileĢenlerle eĢitlik taleplerinin sorun yaratmasını kapitalist erkek egemen sistemin tavrının soldaki yansıması olarak okumuĢlardır. Alan çalıĢması boyunca bütün görüĢmecilerin, anahtar kiĢilerin ve çalıĢma ile ilgili diğer sohbet ettiğim kiĢilerin Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda yaĢanılan tartıĢmalar andıklarını söyleyebilirim. Fakat bu anmalar, hızla değiĢen ve akan alan için bir parça geçmiĢte kalan ―bir olayı‖ yeniden yeniden tartıĢmak için gerçekleĢmedi. Zaten bu bakıĢ, Wallerstein‘in (2005:13) eleĢtirdiği episodik-jeopolitik zamanuzay okuması olurdu. Aksine yaĢanılanlar bir olay değil, alanda heteroseksizmin iĢleyiĢ mekanizmalarını ve döngülerini belirginleĢtiren ve bunları takip edebilmemizi sağlayan bir süreç olarak okunmalıdır. Zira ―Direnemeyen Çürüyor‖ metninin na-heteroseksüelliğe dair argümanları alanda heteroseksizmin ve homo/trans/bifobinin iĢletilmesinde ve meĢrulaĢtırılmasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Hatta çoğu kez anti-heteroseksist politik hat oluĢturulmamasının ve bu konuda ―suskun‖ kalınmasının meĢruluğunu sağlamakta olduğunu görürüz. Yapılan ampirik çalıĢmanın verileri ıĢığında bu ―suskun‖ konumlanıĢ biraz daha yakından incelendiğinde, heteroseksizm, homofobi ve transfobi sorunlarına dair suskunluğun iki temel argümanlarla meĢrulaĢtırıldığını görürüz: Ġlk argüman ―kapitalizm L/G/B/T kiĢileri ‗pembe sermayenin‘ tüketicisi olarak kullanır‖ biçiminde karĢımıza çıkmakta. Fakat bu argümanın L/G/B/T kiĢilere dair önyargıları içeren stereotipileri yeniden ürettiği gibi, heteroseksüel ve L/G/B/T tüketicilerin tüketim pratikleri ile kapitalizmin devamı arasındaki niteliksel farkı da açıklamaktan uzak olduğunu görüyoruz. ―Suskunluğu‖ meĢrulaĢtıran diğer argüman ise ―halkımız (L/G/B/T kimliklere ya da heteroseksizmle mücadeleye) hazır değil‖ biçiminde formüle edilebilir. Bu argüman ―seslenilen/ulaĢılmaya çalıĢılan halk‖ın heteroseksüel olduğunu var sayıyor. Bu varsayım ise örtük 18 EHP, SFK, SDP, EKD, AMARGĠ, SP, ĠHD Ġstanbul ġubesi, DĠP, Ġstanbul Ahali, DÖH, Anti-Kapitalistler, Halkevleri, ESP, Çağrı Merkezi ÇalıĢanları, ÖDP, ÇAĞRI 19 ÇHD, Devrimci Hareket, Devrimci 78‘liler, Emek Ve Özgürlük Cephesi, Emekli-Sen Ġstanbul ġubeleri, EMEP, Erol Zavar‘a YaĢama Hakkı Koordinasyonu, Halk Cephesi, Kaldıraç, KESK ġubeler Platformu, Köz, Odak, ÖMP, Partizan, PEN, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ġstanbul ġubeler Platformu, TAYAD, Tecrite KarĢı Sanatçılar, TUYAB, UĠD-DER, Ürün Sosyalist Dergi, Ġvme Dergisi, TKP, DHF (Ancak bu örgütlerden bazıları ilerleyen tarihlerde farklı sebeplerle platformdan ayrılmıĢlardır.) 20 http://gomanweb.org/GOMANWEB2/2010_Klasoru/Eylul/16Eylul/politik.htm (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 21 http://yenidemokratkadin.net/index.php/guncel-haberler/103-kadin-sorununda-ant-reformzmfemnzm-maskelsosyal-ovenzm-1-.html (EriĢim Tarihi: 16.042013) 22 Bazı örnekler için bkz: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/escinsellik-sinavindan-kalan-devrimcilik vehttp://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995487&news_code=1263381531&year=2010 &month=01&day=13#.UW0HeaKeNSM ve http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261317.php ve http://www.yarinlar.net/sayi-26-mart-2010/devrimcilerin-cinsiyetcilikten-kacari-yokmu.html?tmpl=component&type=raw 23 http://www.yuruyus.com/www/turkish/news.php?h_newsid=6881 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 24 http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261300.php (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 25 http://www.kaosgldergi.com/sayfa.php?id=377 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 58 olarak L/G/B/T kiĢilerin ―yoksul ve ezilen‖ geniĢ toplumsal kesimler içinde/arasında olamayacağını, bu kiĢilerin ―marjinal‖ ―zengin‖ ya da ―azınlık‖ olduğu düĢüncesini içeriyor. Kısacası bu iki argüman alanda örtük ve bahanelendirilmiş homofobi ve transfobinin iĢlediğini gösteriyor. Buna rağmen birçok görüĢmeci alanda yaĢanılan mücadele iliĢkilerinin olumlu okumalarını yapmıĢtır. Zira bu süreç hem alanda kurulan ittifakların ve simgesel mücadelelerin görünmesini sağlamıĢtır, hem de buradaki mücadele iliĢkileri alanın gündemine, heteroseksizm, homofobi ve transfobiye dair bir tartıĢmayı sokarak eyleyicileri bu konuda somut politik tavırlar almaya çağırmıĢtır. Kısaca bu ve benzeri mücadele iliĢkileri alanın dönüĢümünün temel dinamiklerinden biri olarak karĢımıza çıkmaktadır. Öte yandan içinde bulunduğumuz dönemde alanın birçok eyleyicisinin26 program, tüzük ve temel metinlerinde heteroseksizmle mücadeleyi ana eksenlerinden birisi olarak tanımladıklarını görürüz. 1996 yılında kurulan Özgürlük ve DayanıĢma Partisi (ÖDP) bu sürecin ilk örneklerindendir. ÖDP süreci esasen alanın eski sahiplerinin yeni eyleyiciler –ve LGBT hareket ile- ilk ittifak ve dayanıĢma çabası olarak da okunabilir. Zira ÖDP‘nin ilk genel baĢkanı Ufuk Uras ÖDP‘yi hayatın her alanının eĢ anlı dönüĢümünü hedefleyen ve dolayısıyla feministleri, çevrecileri, L/G/B/T bireyler ve antimilitaristleri de içeren bir parti olarak tariflemiĢtir (Uras ve Laçiner: 1996:21). ÖDP sürecinde öne çıkan isimlerden birisi transseksüel kadın olan Demet Demir 15 yıl boyunca ÖDP içinde siyaset yaptığını, bu süreçte belediye meclis adayı, milletvekili adayı olduğunu ve Beyoğlu Ġlçe Yönetimi‘nde çalıĢtığını belirtir (Demir:2012:135-36). Fakat çalıĢmaya katılan pek çok görüĢmeci, sol/sosyalist ve sınıf eksenli hareketlerin heteroseksizm, homofobi ve transfobiye karĢı politik hat geliĢtirme ve LGBT hareketlerle ittifak iliĢkileri kurma konusunda henüz çaba göstermeye baĢladıklarını, bunun önemli nedenlerinden birinin ise bazı sosyalist ülkelerde LGBT haklarına yönelik geliĢmelerin örnek alınması olduğunu belirtmiĢlerdir. LGBT hareket ile diğer eyleyiciler arasında kurulan ittifak iliĢkileri alanın dönüĢümünün önemli bir parçası ve dinamiği olarak karĢımıza çıkıyor. Hareketin en güçlü ittifak iliĢkilerini alanın yeni eyleyicileri olan yeni toplumsal hareketlerle kurduğunu görmekteyiz ve çalıĢmada bu konumlanıĢa “yandaş” konumlanış olarak isim verdik. ÇalıĢmada bu bağlamda, özellikle feminist hareketler, Kürt Hareketi, anarĢist hareketler ve anti-militarist hareketlerle olan iliĢkiler sürekliliği ile öne çıkmıĢ ve belirginleĢmiĢtir. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin alana giriĢinden beri özellikle anarĢist hareket ile tutarlı bir ittifak iliĢkisi kurduklarına değinmiĢlerdir. Öte yandan patriyarka ile heteroseksizm arasındaki yakın analitik iliĢki ve birçok kurum ve pratikte gözlemlenebilecek ampirik çakıĢmalar, feminist hareket ile LGBT hareketin çoğu kez birlikte hareket etmesini ya da sürekli bir dirsek temasını beraberinde getirmiĢtir. Yine neredeyse bütün görüĢmeciler LGBT hareketin bütün eylem, etkinlik ya da mücadele süreçlerinde Kürt Hareketi ile –özellikle Sebahat Tuncel ismi öne çıkmaktadır- dayanıĢma iliĢkisi kurduğunu belirtmiĢlerdir. Kürt Hareketi‘nin özgün yanı, alanın diğer eyleyicilerinden farklı olarak devletin yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde (TBMM) söz sahibi oluĢudur. GörüĢmeciler, Kürt Hareketi‘nin, L/G/B/T kiĢilerin anayasal hak ve özgürlükleri meselesini ve LGBT hareketin nefret suçları yasası gibi devletten taleplerini yasama organına taĢınmasını ve burada bu taleplerin tartıĢılmasını sağlamasını vurgulayarak, ittifakın bu özgün yanına da değinmiĢlerdir. Fakat LGBT hareketin alanda kurduğu ittifak iliĢkilerinin sabit ve gerilimsiz olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira görüĢmeciler LGBT hareketin ittifaklarına dikkat çekerken aynı zamanda örneğin Kürt Hareketi‘nin muhafazakar tabanı ve aktivistleri ile olan/olası gerilimlere ya da feminist hareketle LGBT hareket arasında özellikle son yıllarda ―feminizmin öznesi kimdir‖ olarak formüle edilen soru etrafında yaĢanan tartıĢmalara birer ―gerilim noktası” olarak dikkat çekmekteler. ÇalıĢmada, muhalefet alanında birçok eyleyicinin heteroseksizmi gündemine almasının ve LGBT hareketlerle iliĢki kurmasının bir diğer dinamiği olarak AKP Hükümeti‘nin bazen doğrudan normatif hukuk yasalarını bazense gelenek, ahlak, namus, aile değerleri gibi vurgularla normatif olmayan toplumsal kuralları muhafazakarlaĢtırmaya yönelik politikalar üretmesi öne çıkmıĢtır. Bu 26 Bazı örnekler için bkz :Emekçi Hareket Partisi Program ve Tüzük, sayfa:118-123, http://ekmekveozgurluk.net/temel-metinler/i-konferans-kararlari/heteroseksizme-karsi-mucadele-lgbtlereozgurluk/#.UW2sbKKePe0 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013), http://yesillervesolgelecek.org/belgeler/kuruluskongresi-sonuc-bildirgesi/ (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 59 muhafazakarlaĢmadan en çok etkilenen kesimler ise kadınlar ve na-heteroseksüel kiĢiler olmuĢtur. GörüĢmeciler, alandaki eyleyicilerin, cinsellik üzerindeki artan baskı ve muhafazakarlaĢma sonucu artan nefret suçlarına ve cinayetlerine sesiz ve duyarsız kalamayarak ve heteroseksizm, homofobi ve transfobiyi dert edindiklerini ve yükselen muhafazakarlığa karĢı daha güçlü bir mücadele hattı oluĢturmak için LGBT hareketin taleplerini sahiplendiklerini belirtmiĢlerdir. Son olarak muhalefet alanında anti-heteroseksist dilin, tavır alıĢların ve konumlanıĢların simgesel değerinin yükselmesinin en önemli dinamiklerinden biri olarak alanda farklı hareketlerde örgütlü L/G/B/T kiĢilerin kendi bulundukları örgütlenmede kurdukları mücadele ve dayanıĢma iliĢkilerine değinmek istiyorum. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci L/G/B/T kiĢilerin bulundukları örgütlenmelerde ―açıldıklarında‖27 ya da fark edildiklerinde farklı biçimlere bürünen homofobik/transfobik tavırlarla karĢılaĢtıklarını belirttiler. Ancak birçok görüĢmeci bulundukları örgütlenmelerin politikasında anti-heteroksist bir mücadele hattı oluĢturmak için atölye çalıĢmaları, dergi yazıları, paneller gibi çalıĢmalarını anlattılar. Öte yandan görüĢmeciler L/G/B/T kiĢilerin örgütlenmeleri ile LGBT hareket arasında ittifaklar kurmaya çalıĢtığını kaydetti. Yine pek çok L/G/B/T kiĢinin bulundukları örgütlenmelerde homofobik/transfobik dil ve söylemlere müdahale ederek dilsel habitusu değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Alanın DönüĢümü ve Yeni TartıĢmalar Yukarıda LGBT hareketin muhalefet alanı ile kurduğu farklı niteliklerdeki iliĢkilerle birlikte alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında dönüĢümünü tartıĢmaya çalıĢtık. Bütün bu mücadele ve ittifak iliĢkilerinin anti-homofobik/transfobik politik söylemlerin ve pratiklerin alandaki simgesel değerlerinin arttırdığını söyleyebiliriz. Fakat alanın dönüĢmekte olan bu yeni hali bizi yeni tartıĢmalarla karĢılaĢtırıyor. Öncelikle çalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci, anti-heteroseksist politikaların alandaki simgesel değerinin artmasıyla birçok eyleyicinin bu yönde politika geliĢtirdiğini belirtmiĢtir, fakat bu noktada bazı eleĢtirel gözlemler ve düĢünceler de belirginleĢmektedir. GörüĢmeciler, örgütlenmelerin bu politikaları ―politik olarak doğru olan‖ ya da ―demokrat olmanın bir gereği‖ olarak düĢündüklerine ve ana akım politikalarına bir ek olarak gördüklerine iĢaret etmekteler. BaĢka bir deyiĢle her ne kadar söylemsel ve programatik olarak heteroseksizmi, kapitalizm, patriyarka, ırkçılık gibi, toplumsal iliĢkilerin niteliğini oluĢturan temel sitemlerin yanına kaydetseler de, teori ile pratik arasında bir boĢluğun olduğunu, bu alanlara dair politika üretilirken bir tür ―hiyerarĢi‖ kurulduğunu anlıyoruz. Örgütlenmelerin bu tavrı, bir tür “ezilmeler hiyerarşisi” ve bununla bağlantılı olarak ―asli ve tali politika‖ ikiciliği zemininde sürdürülüyor. Bu kavrayıĢın önemli yansımalarından birini tartıĢmak için ―havalecilik‖ adlandırmasını kullanabiliriz. Bu adlandırma ile örgütlenmelerdeki homofobi, transfobi ve heteroseksizme dair çalıĢmaların L/G/B/T kiĢilere havale edilmesi, bu çalıĢmaların sürekli onlardan beklenmesi durumunu tarifleyebiliriz. Heteroseksizm ile mücadele ekseninde yürütülen çalıĢmaları sürekli olarak örgütlenmedeki L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyen “havaleci akıl” ile heteroseksizmi tali bulan aklın birlikte iĢlediğini söyleyebiliriz. Bu akıl, heteroseksizmi ―Büyük Politika‖nın konusu saymadığı ölçüde, heteroseksizme karĢı politikayı L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyerek, bu kiĢileri örtük bir biçimde ―siyasetin kıyısına‖ atıyor. ÇalıĢmada alanın dönüĢümü ile birlikte karĢımıza çıkan diğer bir adlandırma ise ―numunecilik‖ oldu. Esasen numunecilik anlayıĢının bize gösterdiği Ģey, alanda kimin “kurucu ve esas” kimin “renk veren bir eklenti” olarak düĢünüldüğüdür. DüĢünceyi biraz açtığımızda, numuneciliğin dayandığı bu ayrımın da temelinde, norm olanı ve olmayanı tayin eden heteroseksizmin olduğunu görürüz. ―Numune‖ olarak görülenin L/G/B/T kiĢiler oluĢu hem diğer herkesin heteroseksüel olduğunun varsayıldığına hem de heteroseksüel kiĢilerin örgütün asıl sahibi olduğu düĢüncesine iĢaret eder. Öte yandan numunecilik norm olanın, norm dıĢı olana verdiği bir “avans”, bir “hoşgörü” halidir ya da Bourdieu‘nün kavramıyla ―simgesel inkar”dır (2003:138-39). Numuneci anlayıĢ hareketin asıl sahibi 27 ―Açıklık-kapalılık‖ terimleri, kiĢinin heteroseksüel olmayan cinsel yöneliminin baĢka insanlar tarafından bilinmesi ya da bilinmemesi halini tariflemek için kullanılır. 60 olan heteroseksüel ile renk olarak eklenen L/G/B/T kiĢi arasındaki tarihsel olarak kurulan iktidar iliĢkisinin paranteze alınmasını ve heteroseksizmin simgesel inkarını beraberinde getirir. Daha açık bir ifade ile L/G/B/T kiĢileri ―numune olarak bulundurma‖ tavrı, alanda heteroseksüel ve na-heteroseksüel kiĢilerin eĢit koĢullarda bulunduğu yanılsamasını yaratmakta iĢ görür. Alanın dönüĢümüyle karĢılaĢtığımız bir diğer tartıĢma ise ―susturulmuĢ homo/transfobi‖ tartıĢmasıdır. GörüĢmeciler, alanın değiĢmesiyle, özellikle ―yandaĢ‖ konumlanıĢtaki örgütlenmelerin zemininin ve yapısının halihazırda açık bir homofobik/transfobik mekanizmanın iĢleyiĢi ya da bu tarz pratiklerin geliĢtirilmesi önünde bir engel olduğuna iĢaret etmiĢlerdir. Ancak bu durumda pek çok görüĢmeci homofobik ve transfobik söylem ve pratiklerin susturulmuş ve örtük bir biçimde iĢleyerek devam ettiğini belirtmekteler. Daha açık bir ifade ile benimsenen anti-heteroseksist politik hat örgütlü kiĢiler tarafından içselleĢtirilmediğinde homofobi ve transfobi sessiz ve örtük söylemler ile yeniden üretilebilmektedir. Bu çalıĢma boyunca ―Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm nasıl iĢler‖ sorusunun izini sürdük. Bu sorunun muradı, heteroseksizmin alandaki döngülerini ve iĢleme mekanizmalarını sorunsallaĢtırarak anlaĢılır kılmaktı. Bu sorunsallaĢtırma ile açığa çıkacak bilginin ise bize, muhalefet alanında heteroseksizme karĢı hangi direniĢ ve mücadele pratiklerinin örülebileceğini, dayanıĢma iliĢkilerinin nasıl güçlendirileceğini ve nihayet alanın dönüĢümünün mümkün yollarını göstermesini umduk. Bu bilgi Türkiye muhalefet alanı için olduğu kadar sosyal bilimler için de önemli. Zira çalıĢmanın baĢında tartıĢmaya çalıĢtığımız gibi heteroseksizm yaĢadığımız toplumsal dünyaya form kazandıran temel bir tarihsel yapılanma. Dolayısıyla heteroseksizmi diğer toplumsal/tarihsel sistemler ile birlikte düĢünmek sosyal bilimler için önemli bir kör noktanın aydınlatılması imkanını da barındırmakta. KAYNAKÇA Bourdieu P. & Wacquant L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar. N. Ökten (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Bourdieu P. (1995). ―Çıkar Gütmeyen Bir Edim Olabilir mi?‖ Pratik Nedenler. H. Tufan (çev). 145171. Ġstanbul: Kesit Yayıncılık Bourdieu P. (2012a) . ―Toplumsal Uzay ve Sembolik Ġktidar‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. I. Ergüden (çev). 349-366.Ankara: Notabene Yayıncılık Bourdieu P. (2012b) . ―Sosyal Sınıfı Yapan Nedir: Grupların Kuramsal ve Pratik Varlığı Üzerine‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. E. Göker (çev). 367-384. Ankara: Notabene Yayıncılık Butler J. (2007). Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma. O.Akınhay (çev). Ġstanbul Agora Kitaplığı. Butler J. (2008). ―Dikkatli Bir Okuma Ġçin‖. Çatışan Feminizmler. F. Sezer (çev). 138-156. Ġstanbul: Metis Yayıncılık Butler J. (2010). Cinsiyet Belası. B. Ertür (çev). Ġstanbul: Metis Yayınları Connell R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar. C.Soydemir (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları Delphy C. (2005). ―Rethinking Sex and Gender‖. Gender. Stevi Jackson & Sue Scott(der). 51-59. New York: Roudledge Demir D. (2012). 80‟lerde Lubunya Olmak. 123-150. Ġzmir: Siyah Pembe Üçken Tarihi Dizisi. Foucault M. (2010). Cinselliğin Tarihi. H. U. Tanrıöver (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları Freud S. (1996). Totem ve Tabu. S. Sel (çev). Ġstanbul: Sosyal Yayınlar Kaos GL (1994). ―Var Olan Durum ve EĢcinsellik‖ Kaos GL. 1-3. Sayı:1 Kurbanoğlu E. (2011). ―Türkiye‘deki LGBTT Hareketinin Tarihi‖. Anti-Homofobi Kitabı 3. 229-257. Ankara: Ayrıntı Basımevi 61 Laçiner Ö ve Uras U. (1996). ―Somut Sorunlar Üzerine Politika Yapıyoruz‖ Birikim. 18-27. Sayı:92 Perinçek D. (2000). Eşcinsellik ve Yabancılaşma. Ġstanbul: Kaynak Yayınları Rich A. (1996). ―Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence‖. Feminism and Sexuality. 130144. Edinburgh: Edinburgh University Press Scott S. & Jackson S (2012a). ―Heteroseksüellik Hala Zorunlu Mu‖. Cinselliği Kuramsallaştırmak. S. Sezerli(çev). 143-191. Ankara: Notabene Yayınları Swartz D. (2011). Kültür Ve İktidar. E. Gen (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Vandenberghe F. (2012). ―Gerçek ĠliĢkiseldir: Pierre Bourdieu‘nun Yapısalcılığının Epistomolojik Bir Analizi‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. Ü. Tatlıcan (çev). 385-435. Ankara: Notabene Yayıncılık Wallerstein I. (2005). ―Bilginin Temeli Olarak Zamanuzay‖. Yeni Bir Sosyal Bilim İçin. E. Abadoğlu (çev). 34-56. Ġstanbul: Aram Yayıncılık Wallerstein I.(2007). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık Ve Cinsiyetçilik KarĢısında Evrenselcilik‖. Irk Ulus Sınıf. N. Ökten (çev). 41-50. Ġstanbul: Metis Yayıncılık Wittig M. (2009). ―Kadın Doğulmaz‖. Cogito. Ç. Akanyıldız- ġ. Öztürk (çev). Sayı:58, 193-201 Yıldız D.(2007a). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-1‖. Kaos GL. 48-51.Sayı:92 Yıldız D.(2007b). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-2‖. Kaos GL. 46-49.Sayı:93 62 LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA VE BĠLĠDĠKĠD Ayçin Alp1 ÖZET Toplumlarda ―biyolojik cinsiyet‖ kavramı kadın ve erkek cinsiyetlerini tanımlamak için kullanılmıĢtır. Ġkili bir sisteme iĢaret eden bu durumda heteronormatif normlar baz alınarak, LGBT (lezbiyen-gey-biseksüel-trans) bireyler dezavantajlı grup olarak görülmekte ve normun dıĢına itilmektedirler. Heteronormatif toplum modelinde LGBT bireyler, ―sapkın‖, ―sapık‖, ―hastalıklı‖ gibi birçok önyargılı ifadelerle nitelendirilmektedirler. Bu yapıda ―öteki‖ olarak etiketlenen LGBT bireylerin kamusal alandan soyutlanmalarıyla birlikte durum yaĢam ve hak ihlallerine kadar gidebilmektedir. LGBT bireyler için toplumda farkındalık yaratabilmek ve sorunlara çözüm aramak adına iĢlev gören kuruluĢların, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız inisiyatiflerin yanı sıra sanatçılar da büyük çaba harcamıĢlardır. Özellikle sinemanın, görülmeyen ya da göz ardı edilen toplumsal gerçeklikleri izleyiciye gösterme ve toplumsal zeminde bilinç yükseltme/farkındalık yaratma gibi iĢlevleri, sinemanın hem görsel hem de iĢitsel olması nedeniyle topluma daha hızlı ulaĢmasına neden olmuĢtur. Sinemada LGBT bireyleri konu alan birçok filmden bahsedebilmek mümkündür. Kutluğ Ataman‘ın yönetmenliğini yaptığı ―Lola ve Bilidikid‖ filmi, Almanya‘ya göç etmiĢ Türkiyeli ailelerin sorunlarını irdelerken, diyasporada LGBT birey olmanın temsilini de göstermesi bakımından önemlidir. Bu çalıĢma, Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT bireylerin sinemadaki temsilini incelemeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: LGBT, heteronormativite, kimlik, sinema. GIRIġ Sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢki özellikle 1980 sonrasında dönüĢen dünyada hem dünya genelinde hem de Türkiye'de sıklıkla tartıĢma konusu haline gelmiĢtir. Toplumsal olarak kurulan gerçekliğin sinemada temsil biçiminde yansıması, birçok bilimsel disiplinin de çalıĢma konusu olmuĢtur. ĠletiĢimciler, medya uzmanları, sosyologlar ve hatta siyaset bilimciler görsel bir metin olarak sinemanın toplumsal gerçeklikle kurduğu iliĢki üzerine yoğunlaĢmıĢlardır. Bu çalıĢma da sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢkiyi inceledikten sonra, LGBT bireylerin sinemadaki temsilini incelemek üzerine kurulmuĢtur. Buradaki tartıĢmadan Türkiye sinemasındaki LGBT temsilleri irdelenmiĢ ve Türkiye'li bir yönetmen olan Kutluğ Ataman'ın Lola ve Bilidikid isimli sinema filmi üzerinden bir analiz yapılmıĢtır. LGBT bireylerin görsel alandaki yansımaları gerek medyada gerekse sanatsal bir ifade biçimi olarak sinemada, genel olarak mağduriyetler ve sorunlar bütünü Ģeklinde verilmektedir. Ancak sanatsal iĢlerin asıl amacı, bundan sonra ötekileĢtirilen kimliğin bütün gerçeklikler gibi kendi gerçekliğini yansıtmasına ifade olanağı sağlamak olmalıdır. Çünkü sanat gerçeği yansıtır, varlık nedeni daima değiĢebilir ama bu sanata asla zarar vermez. Sanatla insan dünyayı tanır ve dünyayı değiĢtirebilme gücü bulur (Yamaner, 2009:141). LGBT bireylerin toplumsal olarak konumlanıĢları, maruz kaldıkları baskı ve Ģiddet, cinsel yönelim ve kimlikleri üzerinden uygulanan gerek toplumsal gerekse devlet baskısı, çalıĢma hayatındaki karĢılaĢılan zorluklar, yabancı bir ülkede göçmen olarak varolmanın zorlukları gibi konular sinema aracılığıyla dolaylı bir Ģekilde izleyici kitlesiyle paylaĢılmaktadır. Sinemanın taĢıyıcı bir rol üstlenmesiyle, LGBT bireylerin 'cinsel hakları, rahat para kazanma istekleri, seks konusunda özgürlük kazanabilmeleri ve topluma katılma istekleri' seyirciye anlatılmaya çalıĢılmaktadır (Selek, 2011:185). Bununla beraber sinemanın asıl iĢlevi de, bütün bu mağduriyetler gerçekliğinin verilmesinin ve 1 Yüksek Lisans Öğrencisi,.Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı.. 63 mağduriyetlerin önlenmesi için kamuoyunda farkındalık yaratmanın yanında aynı zamanda LGBT bireylerin en doğal halleriyle herkes gibi sürdürdükleri yaĢam mücadelelerini sürdürmek olmalıdır. Özellikle, varolamaya çalıĢan LGBT sinemasında bu gerçekliklerin temsiliyeti konusu toplumun yönlendirilmesi açısından da önemli olmakla birlikte, hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında eĢcinselliğin dolaylı ya da doğrudan ele alındığı filmleri tarihsel bir perspektiften incelemek, LGBT bireylerin sinemada nasıl konumlandırıldıklarıyla ilgili öndeyilerde bulunulmasına olanak tanıyacaktır. BIRI BIZI ANLATIYOR... 1800'lerin baĢından itibaren, yazının ve hareketin bütünleĢmesiyle birlikte sinematografi, sinema filmlerine özgü bir sanat formu olarak kullanılmıĢtır. Tıpkı bir uçağın çalıĢma disiplinine benzeyen sinematografi, uçak gibi hareket olanağını sağlayabilen ve mekanlar arasında hareketi mümkün kılan bir donanıma sahiptir. Öyle ki bir zamanlar günün koĢullarında uçabilme kavramı bir rüya niteliğindeyken, uçabilmek önemini yitirmiĢ ve git gide sinema rüyalar üretebilecek bir yapıya sahip olmuĢtur (Diken ve Laustsen, 2011:19). Bir bakıma rüya fabrikası olarak da görülebilen sinema görsel sanatlar içinde yer alıp görme duyusuna hitap ederek, aynı Ģiirde veya müzikte iĢitme duyusuna hitap edildiği gibi; sanatın, dünyanın anlaĢılması adına duyuları rehabilite etme amacına hizmet etmektedir (Farago, 2011:21). Fakat elbette ki bir sinema filmi sadece bizi eğlendirmek ya da dikkatimizi dağıtmak adına yapılan bir sanatsal faaliyet değildir. 'Bir bakıma sinema, bir tür toplumsal bilinçdışı işlevi görür: Toplumsal incelemenin nesnesini yorumlar, türetir, yerinden eder ve eğip büker. Sinema yalnızca toplum üzerine bir fikir sunmaz, resmettiği toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Gelgelelim sinema yalnızca bir dış gerçekliği yansıtmaz/eğip bükmez, aynı zamanda toplumsal yaşamın önüne muazzam bir olanaklar evreni serer. Bu bakımdan sinema çoğu zaman, değişen toplumsal biçimlerle yapılan bir deney niteliği taşır.' (Diken ve Laustsen, 2011:24) Bu bağlamda sinema toplumsal tarihe katkıda bulunarak, yaratılan eserlerle birlikte toplumsal yaĢamın temsillerini ortaya koymaktadır. Çoğu zaman bir sinema filminin temelleri kurmaca üzerine oluĢturulsa da bunu Aragon'nun 'doğru yalan söylemek' anlayıĢı bağlamında düĢünebilmek mümkündür. Öyle ki tıpkı Zizek'in değindiği gibi filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın canevindeki yalanı anlatmaktadırlar (Diken ve Laustsen, 2011:15). Bu perspektif içerisinde, sinema sanatı görüntüden çıkmakta ve aynı zamanda gerçeği ortaya koymak için baĢka bir dünya yaratmaktadır (Farago, 2011:27). Bu yaratılan dünya öyledir ki, karanlık bir oda içerisinde gerçekliğin, bir bakıma kurmaca ve fantazilerle birlikte alegorik bir biçimde perdeye yansıtılmasını mümkün kılmaktadır. Bu kurmaca ve fantaziler de mutlaka gerçekliğin içinden geçmektedir. Fantazinin gerçeklikten kaçmaya yarayan bir yanılsama olmadığını söyleyen Zizek, bunları toplumsal yaĢamın asıl temelleri olarak nitelendirmektedir. Bu doğrultuda Zizek film sanatının en büyük baĢarısını, gerçekliği kurmaca anlatı içerisinde yeniden yaratarak ve aklımızı çelerek, kurmacayı gerçek gibi algılamamızı sağlamasına değil; aksine, gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi, gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasına bağlamaktadır. Ki Morin de bu gerçekliğin ve kurmacanın iki zıt alan olmadığını ve insanın uyanıkken bile etrafının imgeler bulutuyla çevrili olduğunu betimlemiĢtir. Bu bağlamda sosyal teori ve film arasındaki iliĢki de kurmaca ile kurmaca olmayan, temsil ile gerçeklik arasındaki iliĢki kadar belirsizdir. Burada Diken ve Laustsen, Filmlerin sorgulanmasıyla birlikte toplumsal geçeklik ve kurmaca arasındaki ikili karĢıtlığın ötesine geçilmeye çalıĢarak, ortaya koydukları 'sosyo-kurmaca' kavramsallaĢtırılması ile birlikte sinemasal bir toplumsal teori uygulamıĢlardır. Bu Ģekilde soyut teoriler vasıtasıyla toplumsal olguların betimlenmesi ve incelenmesi yerine toplumsal olaylar olarak filmleri alegori aracılığıyla incelenmesine olanak sağlanmaktadır (Diken ve Laustsen, 2011:34). Özellikle filmlerin bu bağlamda incelenmesi kurmaca baĢlığı altında kimi gizil kalıplar ve ideolojilerin yorumlarının yapılması olanak sağlamaktadır. Filmlerde gösterilen toplumsal olaylar genellikle temellerinde bir ideoloji oluĢturularak, yönetmenin fikri doğrultusunda Ģekillendirilmektedirler. Sinema ideolojilerin üretimi için eĢsiz bir zemine sahip olmasıyla birlikte, kimi zaman egemen ideolojiye destek vererek pekiĢtirilen temsillerle gerçeği üretirken, kimi zaman da alternatif temsiller yaratabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal gerçeklikte ortaya çıkan durumların temsil biçimi ile de ilgilenen Sinema Sosyolojisi, sinemanın çoğu 64 zaman toplumda baskın olan egemen ideolojilerinin doğrultusunda temsillerin Ģekillendiğinin bilincindedir. Bundan ötürü de bir filmin ne kadar doğruyu söylediği, gerçekliği ne denli temsil ettiği sorunları ortaya çıkmakta ve seyirciye yanlıĢ direktifler verilmektedir. Sadece yönetmenin ideolojisi doğrultusunda sabit ve pasif olarak perdeye kilitlenen seyircinin filmdeki temsiller ve gerçekler arasındaki iliĢkiye eleĢtirel Ģekilde yaklaĢabilmesi kimi zaman mümkün olmadan dogma bir Ģekilde kabulleniĢi söz konusu olarak, bu da toplumda önyargıların oluĢması ya da kalıpyargıların pekiĢtirilmesi adına olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir. Özellikle bu gerçeklik ve temsiliyet konusunda önemli rol oynayan kimi senaristler, karakter yaratımları sırasında güldürü ögelerinin oluĢturulması ya da ticari kaygıların ağır basması sebebiyle, toplumda yanlıĢ bir algı oluĢturduklarını ve gerçekliği temsil etmeyen kodlar aktardıklarını fark etmemektedirler. Bu yüzden öncelikle temsiliyeti söz konusu olan kimliklerin (cinsel, etnik vb.) tanımlanması önem taĢımakta ve kavramların yüzeysel olunmadan gerçekçi bir Ģekilde literatür taramasının yapılarak ele alınması ve senaryoların bu çerçevede yazılması topluma ayna tutan nitelikte, gerçekçi filmlerin yapılmasına olanak sağlayacaktır. LGBT + IQ LGBT kavramı lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyleri temsil eden genel bir ifadedir. Daha öncesinde travesti ve transeksüellerin ayrı kategorilerde ele alınması sonucu LGBTT olarak da yer alabilen kavrama I (interseks) ve Q (queer)'da eklenerek interseksüel ve kendilerini queer olarak betimleyen bireyler de dahil olmuĢlardır. Homoseksüellik, 'homosexuality' teriminin bire bir çevirisi olmakla birlikte, kadın veya erkek bir bireyin erotik, cinsel ve duygusal açıdan kendi cinsine yönelik olma durumudur. Lezbiyen, hemcinsine yönelik olmayı kadınlar üzerinden tanımlayan bir terim iken; gey, hemcinsine yönelik olma durumunu erkekler üzerinden tanımlamaktadır2. Biseksüel ise; erotik, cinsel ve duygusal yönelimleri hem erkeğe hem de kadına olan bireylerdir. Transeksüellik kavramı ise hem kadını hem de erkeği temsil eden bir terim olup; daha çok ruhsal eğilimler için belirleyicidir. KiĢinin davranıĢlarından çok iç dünyasında kendisini karĢı cinsten biri gibi görmesi ve hissetmesidir. Bu yüzden transseksüel bireyleri dıĢ görüĢünüĢleri ile belirlemek söz konusu olmamaktadır. Interseksüellik kavramı ise anatomik özellikler yoluyla betimlenmiĢ ve ISNA (Intersex Society of North America) 'nın yapmıĢ olduğu tanım itibariyle; seksüel anatomisi tipik kadın ya da erkek tanımlarına uymayan bireyler olarak açıklanmıĢtır. Örneğin bir insan dıĢardan kadın gibi gözükür iken, seksüel anatomisi itibariyle çokça erkek özelliklerini taĢıyabilmektedir.3 Yani bir bakıma çift cinsiyete sahip olarak nitelendirilebilecek olan bu bireyler interseksüel olarak adlandırılmaktadırlar. Queer ise, Türkçe'de garip, tuhaf, yamuk gibi olumsuz nitelikler taĢıyan bir kelime olmakla birlikte politik ve teorik meselelerde kullanılması 1990'larda baĢlamıĢtır. Özellikle New York'ta kurulan 'Queer Nation' adlı aktivist grupla birlikte özellikle akademik alan da dahil olmak üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaĢmıĢtır (Stevens, 2011:112). Queer kuramının merkezinde de ‗acayip‘, ‗tuhaf‘, ‗yamuk‘, ‗anormal‘, ‗iğrenç‘, ‗aĢağılık‘ olana; normatif alanın dıĢında kalana; bu alanın dıĢında bırakılana; normu ihlal edene bir gönderme ve bu 'kötüyü', 'anormali' yeniden anlamlandırma imkanı yatmaktadır (Yardımcı ve Güçlü 2013:17). Zaten özellikle Queer Nation da kelimenin tüm bu olumsuz değer yüklenerek, aĢağılamak ve ötekileĢtirmek adına kullanılmakta olan Queer kavramını bilinçli ve stratejik olarak sahiplenmiĢtir. Çünkü burada Queer bireylerin asıl amacı, toplumsal normların geçerli gördüğü heteroseksist bir yapı içerisinde 'öteki' olarak kalmayı kabul etmeleri ve bunu kimi zaman teatral biçimde de gösterebilmeleridir. Özellikle örneklerinin Onur YürüyüĢü ya da Gezi Parkı Eylem'lerinde de görüldüğü gibi, pankartlarda 'Velev ki ibneyim!' tarzında söylemler yer almıĢtır. Türkçe'de kadın, erkek ve eĢ cinsel dıĢında kalan bu gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel gibi kavramların yaygın olarak kullanılmaması ve anlamlarının bilinmesinde dahi tereddütte kalınması da bu kavramların toplumsal ve kültürel bilincin dıĢında bırakıldığını da göstermektedir. Heidegger'in 'dil varlığın evidir' sözünden yola çıkılırsa, kavramların kendisinin var olup, dilde var olamaması toplumsal ve kültürel bilinçte de görünmezliğe mahkum olduğuna iĢaret etmektedir (Ġri, 2011:213). 2 3 http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013) http://www.isna.org/faq/what_is_intersex (EriĢim Tarihi: 04.07.2013) 65 Feminist teorinin de uzun yıllardır vurguladığı gibi dil erkektir. Dilin erkek olduğunun en temel kanıtlarından biri, erkeklerin yüzlerce, binlerce yıl boyunca insan ve erkek kavramlarını eĢanlamlı kullanmıĢ olmalarıdır (Somay, 2007:89). Aynı zamanda yoğun bir tahakkümü de içeren bu örnek, erkek egemen dünyada erkekler tarafından kurulan dil'in bundan böyle erkek ve heteroseksüel olduğunu da belirtmemize yol açacaktır. KuĢku uyandıran bu dil kalıpları yerleĢik düz cinsel kimliği (ya da heteroseksizmi) olumladığı gibi, farklı olanın yadırganmasında da bir anormallik olmadığı kibirli duruĢunu bir yanılsama ya da savunma mekanizması olarak getirecektir (Eradan, 2011: 129). Heteroseksist dil, erkek egemen toplumda, LGBT bireyleri, bireylerin kurduğu dili ve hatta onun çok öncesinde kategorilerin kendisini bile yok sayma eğilimi içerisindedir. Örneğin queer kelimesinin Türkçe'de bir karĢılığının olmaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bir kelimenin bir dildeki yokluğu, o dilde yaĢayanların o kelimenin neleri iĢaret edebileceği konusunda henüz bir uzlaĢmaya varmadıklarının, belki yeterince konuĢmadıklarının ya da yeterince açık olmadıklarının bir göstergesidir. Bu durum bir dilde yaĢayanların henüz var edemedikleri o kelimenin iĢaret edebileceği anlama ihtityacı olduklarının görmezden gelinmesine, zaman zaman inkarına, bastırılmasına yol açmaktadır. Queer gibi ithal kelimeler boĢluğu doldurabilir belki ama yaĢanan dilin çağrıĢımlardan kaynaklanan gücünden ve etkisinden yoksun olacaktır (Ergül, 2013:383-384). Öyle ki bu görünmezlik, LGBTIQ bireylerin çeĢitli aktivist hareketler ve kurulan sivil toplum örgütleri ile varlıklarını göstermeye ve kanıtlamaya çalıĢmalarıyla aĢılmaya çalıĢılmaktadır. Özellikle toplumda farkındalık yaratma amacı güden bu kuruluĢlar, LGBTIQ bireylerin her alanda karĢılaĢtıkları Ģiddeti, baskıyı, ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik politika üretmektedirler. 29 Haziran 1969 yılında New York'da meydana gelen Stonewall Ayaklanması birleĢik LGBT hareketinin temsili niteliğinde olmuĢtur (Yılmaz, 1998:254; Baird, 2004:25). Bu bağlamda LGBT bireylerin asıl amaçları, yaratılması hedeflenen farkındalıkla birlikte olası nefret söylemlerinin ve suçlarının önüne geçebilmek ve toplumun homofobi ve transfobi duygularını en aza indirebilmektir. Hetoreseksist bir yapılanma içerisinde, heteroseksüelliğe vurgu yapan her Ģey olağan ve sıradan kabul edilirken, bunların dıĢında kalanlara karĢı homofobi ve transfobi gibi fobiler oluĢmuĢtur. Psikoloji kaynaklarında fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karĢı duyulan, irrasyonel, dayanılmaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanmaktadır. Homofobinin ilk kavramsallaĢtırıldığı yıllarda bireysel süreçler üzerine vurgu yapılırken; günümüzde homofobi kavramı belirli bir sosyal kültürel bağlam içerisinde, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele alınması gereken, politik bir alanda oluĢan gruplararası bir süreç olarak görülmekte ve önyargılı fikirler ile ayrımcı tutumları kapsamaktadır (Szymanski ve Chung; Göregenli‘den akt: Öztürk ve Kındap 2011:164). EĢcinsellere yönelik ayrımcılık, önyargı ve Ģiddet ise fobinin bir türü olan homofobi kavramı ile açıklanmaktadır. Fakat homofobi, kiĢisel bir korku ve irrasyonel bir inanç olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele alınması gereken politik bir alanda oluĢan, gruplar arası bir sürece iĢaret etmektedir. Homofobi, daha bireysel (kiĢilik, benlik algısı, biliĢsel yapılar vb.) süreçlerin de etkilediği, eĢcinsellerin ve biseksüellerin bir dıĢ grup olarak kavramsallaĢtırılması sonucunda oluĢan ve belirli stereotiplerin eĢlik ettiği bir gruplar arası iliĢki ideolojisi olarak görülebilmektedir. Transfobi kavramı ise, travesti ve transseksüellere yönelik yargı ve nefreti temsil etmektedir. Biyolojik cinsiyetinden dolayı kendinden beklenen seksüel ve toplumsal rollere uymayarak cinsiyet değiĢtiren bireylere karĢı bir tür kaygı veya korku ifadesidir4. Kalıpyargılar ve bu bağlamda oluĢan önyargılar, heteronormativ bir toplumda daha kolay vuku bulmakta ve bu Ģekilde homofobi ve transfobi duygularını da pekiĢtirmektedir. Normal ve tek cinsel yönelim olarak heteroseksüelliğin algılanıĢı ve toplumsal kural ve değerler içerisinde sadece kadın ve erkek olarak iki kimlikten bahsedilmesi, 'öteki'lerin yaĢama alanını daraltmakta ve varlıkları dahi fobik bir hal almaktadır. Toplumsal baskınlık kuramında toplumlarda bir ya da birkaç grup tıpkı heteroseksist gruplar gibi baskın olup, diğerlerine göre daha dominant bir halde olmakta ve bu grup kendi meĢruiyetini sağlamak için meĢrulaĢtırıcı ideolojiler kullanmaktadırlar. Bu ideolojiler ile baskın olan heteroseksist grup, kendi eylemlerinin normal olduğunu ve bunların dıĢında kalanlarının normdan saptığını ortaya koymaktadır (Çayır, 2010:47). 4 http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk(EriĢim Tarihi: 12.06.2013) 66 Egemen ideoloji olarak heteroseksist bir yapıya sahip olan toplumların sineması da yine toplumsal geçerliliği olan normlar etrafında Ģekillendirilmekte ve toplumun yadırgamayacağı tarzda filmler yapılmaktadır. Öyle ki heteroseksist bir yapı içerisinde LGBT'nin görünürlülük ihtimali azalmakla birlikte, homofobinin ve transfobinin pekiĢtirilmesine yönelik filmler üretilmektedir. Asıl gerçek temsillerle toplumsal durumları ele alan filmlerse hak ettikleri değerleri bulamamakla birlikte çoğu zaman senaristleri ve yönetmenleri de zor durumda bırakarak ülkelerinin dıĢında, senaryolarının daha kabul edilir yerlerde filme dönüĢtüğünü görebilmekteyiz. Yine de 20.yy sinemasının, 19.yy sineması kadar sancılı olmaması ve sinemada daha özgür metinler, bağımsız sanatçılar tarafından üretilmektedir. Bu süreç ne kadar yavaĢ da iĢlese, eĢcinsel sinemanın geliĢebilmesi ve temsiliyet sorununun aĢılabilmesi adına hem Dünya sinemasında hem de Türkiye'de ümit verici filmler yapılmıĢ ve yapılmaktadır. Tıpkı 20. yy'a adım atarken, Lola ve Bilidikid gibi... BEYAZ PERDEDE LGBT: AVRUPA VE AMERIKAN SINEMASI‟NDAN ÖRNEKLER EĢcinselliğin ilk temsiliyeti Amerikan sinemasında Türkiye'nin aksine erkek eĢcinselliğinin gösterimiyle baĢlamıĢtır (Öğüt ve Deniz, 2012:68). Sinemanın doğuĢundan itibaren Hollywood eĢcinselliğe hep yer vermiĢ fakat dönem dönem homosekesüllik kavramına yüklenen anlamlar ve bunların sinemadaki temsiliyetinde farklılıklar görülmüĢtür. Çünkü özellikle 1930'lu ve 40'lı yıllar süresince eĢcinsellik; acınacak, gülünecek hatta korkulacak bir Ģekilde gösterilmiĢ ve yapılan filmlerde homofobik söylemlere de gizil ya da açık Ģekilde yer verilmiĢtir. Bunun ilk ilkel denemesi Amerikan sinemasında 1895 yapımı bir Thomas Edison filmi olan The Gay Brothers olmuĢtur.Filmde iki erkek dans ederken üçüncü bir erkeğinde keman çalması, tam anlamıyla bir LGBT temsiliyeti söz konusu olmasa da ilk adımlardan biri niteliğindedir.Öyle ki filmde eĢcinsellik bir güldürü unsuru olarak yer almıĢtır. 1920'lerin sonu ile 30'lar arasında ise lezbiyenlik kavramına yer verilerek, 1929 yapımı olan Pandora's Box adlı ilk lezbiyen temalı filmi çekilmiĢtir. Fakat 30'ların ortalarında Hollywood, Hays Yönetmeliği'nin kararı ile kendi filmlerini sansürlemeye karar vermiĢtir. Bu durum her ne kadar homoseksüel temsilin tamamiyle ortadan kaldırılmasına neden olamamıĢ sadece yönetmenlerin eĢcinsel imalarını daha da gizlemek zorunda bırakmıĢtır. Durum 1950'lerde daha da vahim hale gelerek yükselen 'erillik' ile birlikte, geylere duyulan öfke daha da artmıĢtır (Davies, 2010:23-27). 60'lara gelindiğinde ise sinemada özellikle eĢcinseller korkulması gereken kötü karakterli, baĢlarına kötü Ģeyler gelmiĢ acınası ya da hiç olmadı intihara meyilli insanlar olarak betimlenmiĢtir. ABD ve Britanya'da 1961-1967 yılları arasında çekile 32 filmde eĢcinsel karakterlerin 13'ü intihar etmekte, 18 eĢcinsel de filmlerdeki baĢka karakterler tarafından öldürülmektedirler (Ulusay, 2011:3). Yapılan bu yanlıĢ temsiliyetlere rağmen ilk defa 60'ların sinemasında bu kadar fazla eĢcinsel bireylere yer verilmiĢ fakat özgürleĢmeye baĢlayan bireylere rağmen sinema eĢcinselleri özgürleĢtirememiĢ; Hollywood, 60'larda sınırlılık çerçevesinde, eĢcinselliğin olumsuzlanarak temsilini öngörmüĢtür (Benshoff ve Griffin, 2004:8). Eylül, 1961'de, Amerikan Sinema Filmleri Derneği, Yapım Yönetmeliği'nin yeniden düzenlendiğini ilan etmiştir: Düzenleme, 'dönemimizin kültür, ahlak ve değerlerini korumak kaydıyla' diyordu, 'eşcinsellik ve diğer cinsel sapkınlıklar özenli, sağduyulu ve sınırlı biçimde ele alınabilir.' (Davies, 2010:68-69). 60'ların ortalarında ise birçok oyuncu, yazar ve yapımcı New York'un Batı Yakası'nda yeraltı filmleri yapmaya yönelmiĢlerdir. Böylece 1963 yılında queer sinemasında en önemli yere sahip, avangart tarzda Kenneth Anger'in Scorpio Rising, Jack Smith'in Flaming Creatures ve Barbara Rubin'in Christmas on Earth adlı üç film çekilmiĢtir. Cinsel Devrim'in de yaĢandığı bu dönemde özellikle Andy Warhol da birçok yapıt ortaya çıkarmıĢtır (Davies, 2010:70-71). Bu yıllara kadar sinemanın özgürleĢtiremediği eĢcinsel bireyler 1969'daki Stonewall Ġsyanı ile birlikte, varlıklarını kabul ettirmeye baĢlayarak medyanın da desteği ile birlikte kendilerine sergilenen tavırlarda değiĢiklikler de meydana gelmiĢtir. Böylece yavaĢ yavaĢ sinemada da olumlu eĢcinsel karakter imgelerine yer verilerek bir bakıma farkındalık yaratılmaya baĢlanmıĢtır. Mart Crowley'in tam da aktivist eĢinsel hareket ile aynı döneme denk gelen The Boys in the Band adlı filmde Amerika'lılara, erkek eĢcinsellerin verdikleri mücadeleler anlatılmaya çalıĢılmıĢtır (Davies, 2010:9497). Özellikle Amerika'da aktivistelerin verdikleri müadelelerle birlikte, Amerikan Psikiyatri Kurumu'nun 1974'te eĢcinselliğin hastalık olmadığını beyan etmesi bir dönüm noktası sayılmıĢtır (Benshoff ve Griffin, 2004:4) . Böylece eĢcinselliğin sinemadaki temsiliyeti sorunu da aĢılırken 67 80'lerde eĢcinselliğe yönelik güçlü bir tepki de AIDS salgınıyla birlikte gelmiĢtir. Ġngiltere'de de tabloid basını eĢcinselleri virüs taĢıyıcı olarak betimlemiĢ ve Thatcher hükümeti de insanları bilinçlendirmek ve hastalığın gerçeklerini açıklamak yerine, belediye meclislerinin eĢcinsellikle ilgili materyelleri desteklemesini yasaklayan 28. Madde'yi oylamaya sunmuĢtur. Fakat yine de Avrupa'da durum bu Ģekilde lanse edilirken 80'lerin en iyi eĢcinselliği temsil eden filmlerini Hollywood'un aksine Avrupa yapmıĢtır. Özellikle My Beautiful Laundrette adlı filmde Ġngiliz sinemasında gey erkekler sisteme, sosyal adalete, orta sınıf ahlakına meydan okuduğu bir tarihsel sürece girmiĢtir. 80'lerin ortalarında Amerika'da ise bağımsız filmlerle aynı döneme denk gelen bir 'AIDS sineması' ortaya çıkmıĢ ve burada birçok duygusallığı sömüren sahnelere yer verilerek, eĢcinseller birer kurban niteliğinde yer almıĢlardır (Davies, 2010:138-142). Bu bağlamda Hok ve Leung Amerika'daki bu Bağımsız Sinema'nın Hollywood tarafından metalaĢtırıldığını savunmuĢlardır (Hok ve Leung, 2004: 157). 90'lara gelindiğinde ise bir bakıma 80'lerin AIDS kuĢağına cevaben travesti takıntısı oluĢmuĢ, LGBT bireyler sinemada komedi unsuru haline getirilerek metalaĢtırılmıĢlardır. B. Ruby Rich, 90'larda yapılan filmlerin 'yeni queer sinema'yı meydana getirdiğini ve özellikle The Hours and Times (Christopher Munch, 1991), Swoon (Tom Kalin, 1991), The Living End (Gregg Araki, 1992) ve R.S.V.P (Laurie Lynd, 1992) adlı bu dört filmin San Fransisco Gey ve Lezbiyen Film Festivali'nde gey ve lezbiyen sineması için bir dönüm noktası niteliğinde olduğunu belirtmiĢtir (Rich, 1995:164). 2000'lerde ise eĢcinsel sinema kendi görünürlüğünü sağlayarak büyük baĢarılar elde etmiĢtir. Hollywood'un baĢını çektiği 'queer yılı' ile 5 Mart 2006 yılı tarihe 'EĢcinsel Oscar'ları' olarak geçmiĢtir. Altın Küre Ödülleri'nde de Brokeback adlı filme dört ve altı ödül de gey ve transseksüel karakterlere gitmiĢtir (Davies, 2010:254-255). L, G, B YA DA T GÖRDÜM SANKĠ? : TÜRK SĠNEMASI‟NDAN ÖRNEKLER Toplumsal normlar doğrultusunda Ģekillenen heteroseksist yapı, tahakkümünü sinema gibi görsel metinler üzerinde de kurmuĢtur. Bundan ötürüdür ki sinemanın tarihi 1800'lere dayanmasına rağmen, yapılan filmlerin niteliği ve konuları incelendiğinde LGBT bireyler çoğu zaman üstü kapalı biçimde gösterilmiĢ ve varlıkları ancak Türk yapımı filmlerde 1960'lardan sonra söz konusu olmuĢtur. Fakat ilk olarak Türkiye'de homoseksüelliğe az da olsa atıfta bulunulmuĢ ve 1962 yapımı olan 'Ver Elini Ġstanbul' adlı film gösterime girmiĢtir. Aydın Arakon'un yönetemenliğini ve Atilla Ġlhan'ın takma ad kullanarak Ali Kaptanoğlu ismi ile yazdığı senaryoda ilk defa bir sahnede iki kadının 'masumane' öpüĢmesi yer almıĢtır. Bunun yanı sıra Ġki Gemi Yanyana, Harem'de Dört Kadın gibi filmlerde 60'lı yıllarda kadın eĢcinselliğine yer verilmiĢtir5. Fakat eĢcinsellik teması doğrudan iĢlenmemiĢ sadece 'masumane' öpüĢmelerden ibaret kalmıĢtır. Öyle ki bu bahsi geçen üç filmde de hikayelerin doğrudan 'farklı' cinsel kimlikler üzerinden kurulu olmayıĢından bu filmler eĢcinselliğin ele alınıĢı bakımından bir ilk özelliği taĢımamaktadırlar. 1974-79 yılları arasında ise seks furyası ile birlikte, sinemada kadının cinselliği ve eĢcinselliği cinsel giderim ve sömürü aracı olarak kullanılmaya baĢlanmıĢtır. Özellikle erkek seyircilere yönelik gösterimleri yapılan bu filmlerde ticari kaygılar güdülerek, kimi zaman kadınların öpüĢme sahnelerine yer verilmiĢtir. Genel itibariyle 80'lerden sonra çekilen filmlerde de tam olarak lezbiyen kimliği ele alınmamıĢ; lezbiyen olmak, erkekler tarafından mağdur edilen kadınların hemcinsine yaklaĢtığı gibi anlatımlarla, erkek dolayımlı bir biçimde yapılmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın 92'de yönetmenliğini üstlendiği DüĢ Gezginleri adlı filmde (1994'te Uluslararası Torino Gey ve Lezbiyen Film Festivali'ne katılan ilk Türk filmi) lezbiyenlik, yine erkekler tarafından mağdur edilen kadınlar arasında geçen bir birliktelik olarak lanse edilmiĢtir (Öğüt ve ZeliĢ: 2012:68-70). 80'lerde darbe sinemada da etkisini göstermiĢ ve sinemaya çeĢitli yaptırımlar uygulamıĢtır. Beddua isimli Bülent Ersoy'un cinsiyet değiĢtirmeden önce yer aldığı 1980 yapımı film ilk erkek eĢcinsellik temalı film olmuĢtur. Fakat öyle ki filmde çocukluğunda tecavüze uğrayan ve sonrasında bunun üstesinden gelemeyerek cinsiyet değiĢtiren bir kiĢiye yer verilmiĢ ve bu durum duygu, hissediĢ ya da yönelimden ziyade tecavüz olayıyla bağdaĢtırılmıĢtır. Tekrardan 1981 yılında Yüz Karası adlı Orhan Aksoy'un yönettiği ve Ersoy'un oynadığı filmde darbenin de kurduğu tahakküm ile birlikte tıpkı Beddua'da olduğu gibi eĢcinselliğin nedenleri çocukken tecavüze uğramak, bebeklerle oynamak gibi 5 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036 (EriĢim Tarihi: 04.08.2013) 68 eylemlere indirgenmiĢtir. Bu filmde özellikle eĢcinsellik sapıklık/sapkınlık olarak gösterilmiĢ ve filmin sonunda Ersoy tekrardan erkek olarak cinsiyetini değiĢtirerek bir bakıma af dilemiĢtir. Yine aynı Ģekilde Eser Zorlu'nun yönetmenliğindeki Kadir Ġnanır'ın yer aldığı Acılar PaylaĢılmaz adlı filmde de, eĢcinsel bir oğlu olan babanın onu bu yoldan vazgeçirmeye çalıĢması ve bu durumun babasız geçen yıllara bağlanması durumu Ersoy'un filmleriyle benzerlikler taĢımaktadır. Türk sinema tarihinde yer alan bir diğer grup da transseksüel ve travestilerdir. Sinema tarihinde erkek rolünü üstlenen ilk kadın oyuncu olan Francesca Bertini, bir Ġtalyan filmi olan Histoire D'un Pierrot'ta yer almıĢtır. Türkiye'de ise ilk olarak 1923'te Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Leblebici Horhor adlı filmde travestiler yer almıĢtır. Fakat burada da tıpkı eĢcinselliğin temsiliyetinin tam olarak söz konusu olamadığı gibi travestiler üzerinden yazılan senaryolar da temsiliyet konusunda sorunludur (Özgüç, 2000:53). Öyle ki travestilik komedi türü filmlerde ortaya çıkarak, zorlu aĢamaları geçmek için kılık değiĢtiren kadın ya da erkeklerin hikayeleri anlatılmaktadır. Özellikle erkekler için bu geçici kadın olma durumu kısa süreli olmakta ve sonuçta tekrardan erkek kimliğine bürünmektedirler. Türk filmlerinde daha çok 1959 sonrası transvestizim, erkekleĢmiĢ kadın tipleri ile süregelmiĢtir. Adeta bir moda haline gelmeye baĢlayan bu akım ilk olarak Neriman Köksal'ın baĢrolünü oynadığı Fosforlu Cevriye ile baĢlamıĢtır. Sonrasında ise ġoför Nebahat'te Sezer Sezin, Aslan Yavrusu'nda Leyla Sayar, Gece KuĢu'nda Belgin Doruk ve Belalı Torun'da Fatma Girik gibi isimlerin maskülenleĢtiği görülmektedir. Yine tıpkı homoseksüel iliĢkilerin perdeye yansımasında ilk olarak lezbiyenliğin ele alınması gibi, travesti rollerinde de ilk olarak kadın tiplemeleri gösterilmiĢ ve erkekler ancak yaklaĢık 41 yıl sonra sinemada yerini almıĢtır. 1964 yılında yönetmenliğini Hulki Soner'in yaptığı, Sadri AlıĢık ve Ġzzet Günay'ın baĢrolde yer aldığı Fıstık Gibi MaĢallah adlı filmde temel ögeler transvestizim üzerine kurulmuĢtur fakat yine zor durumda kalmalarından ötürü kılık değiĢtiren erkek tiplemelerine yer verilmiĢtir ve sonuçta yine bu oyuncular filmde erkek kimliklerine geri dönmüĢlerdir (Özgüç, 2000:54). Böylece travesti olma durumu sadece geçici bir durum haline getirilmiĢ ve travestiliğin 'ötekileĢtirilmesi' algısı izleyicide pekiĢtirilmiĢ ve bu filmlerin travesti kimliğini iĢleyiĢ tarzının amacı sadece seyirciyi 'güldürmek' olmuĢtur. 1993'lere gelindiğinde ise, öncesinde yüzeysel ve ana tema olarak ele alınmayan eĢcinsellik ilk defa irdelenmeye baĢlanmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın filmi olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, her ne kadar eĢcinselliği bir yan tema ve 'normal' dıĢı insanlar olarak ele alsa da eĢcinsellik önceki filmlere göre daha cesur olarak ele alınmıĢtır. 93'e kadar hem eĢcinsellerin hem de travestilerin komedi unsuru olarak görülmeleri bir kenara bırakılarak hayatın gerçekliği olarak ele alınmıĢtır. Özellikle 90'larda bağımsız sinemanın da ortaya çıkıĢının etkisiyle sinemacıların konulara bakıĢ açıları da değiĢmiĢ ve eĢcinsellik 'dostluk' üzerinden anlatılmıĢtır (belki de toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢı). Örneğin 97 yapımı olan Ferhan Özpetek'in Hamam adlı filminde gey kimliği dostluk kavramı üzerinden ele alınmıĢtır. Yine aynı Ģekilde Özpetek'in Cahil Periler, Serseri Mayınlar, Bir Ömür Yetmez gibi filmleri de dostluk kavramı ile ele almıĢtır. KAOS GL dergisinin LGBT temalı filmlerden seçtikleri 100 sinema filminin arasında beĢ Türkiye'li yönetmenin filmine yer verilmiĢtir. Bunlar; DüĢ Gezginleri (Atıf Yılmaz, 1992), Ġki Genç Kız (Kutluğ Ataman, 2004), Lola ve Bilidikid (Kutluğ Ataman, 1999), Cahil Periler (Ferzan Özpetek, 2001) ve Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993) olarak sıralanmaktadır (Safoğlu, 2008a:74-77). Burada üzerinde durulması gereken bir konu, yönetmenlerden Kutluğ Ataman ve Ferzan Özpetek'in Türkiye dıĢında yaĢayan yönetmenler olmasıdır. Dolayısıyla hem sinema filmi için sahip oldukları sermayeyi Türkiye dıĢından sağlamaları, mekansal olarak çoğu zaman Türkiye dıĢındaki ülkeleri kullamaları, sinema filmi gösterimlerinin Türkiye dıĢındaki ülkelerde gerçekleĢmesi bu filmlerinin yansıttıkları gerçekliğin yeniden kurulması açısından önemlidir. Bu filmlerin yanı sıra Türk Sineması'nın en önemli eĢcinsel filmlerinden biri de Zenne'dir. 2008 yılında Ahmet Yıldız'ı eĢcinsel olmasıyla, toplumsal normlara uygun davranmamasından ötürü babasının öldürmesini konu edinen bu film Yıldız'ın arkadaĢları olan M. Caner Alper ve Mehmet Binay tarafından 2011 yılında vizyona girmiĢtir. Filmde bu nefret suçunun ele alınmasının yanı sıra TSK'nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) da eĢcinselliğe bakıĢ açısı da tüm gerçekliğiyle gösterilmiĢtir. Bu Ģekilde temsil sorununun olmadığı, birinci ağızdan yaĢam hikayelerinin, LGBT evlat sahibi olan ebeveynler tarafından anlatıldığı, Can Candan'ın yönetmenliğini üstlendiği, 2013 yapımı 'Benim Çocuğum' adlı uzun metraj belgeseldir. Bu film ile birlikte; LISTAG (LGBTT Aileleri Ġstanbul Grubu) 69 Derneği'ne bağlı aktivist olan bu ebeveynler yaĢadıkları süreçleri, zorlukları açıkça dile getirerek toplumda farkındalık yaratabilmek adına, geniĢ bir kitleye ulaĢmaya çalıĢmıĢlardır. 2000'ler öncesi genel olarak her ne kadar istisnalar olsa da, LGBT temsilinin Türk sinemasında topluma gerçekler gösterilerek değil, ya ticari kaygılar güdülerek tamamiyle cinselliğin sömürüsü ya da güldürü ögesi olarak ya da 'dostluk' kavramı üzerinden ele alındığını görmekteyiz. Öyle ki bu durum toplumun gerçeğini yansıtan ve tüm dönemlerin bir bakıma aynası niteliğinde olan sinema, LGBT bireyler için tam anlamıyla amacına ulaĢamamıĢtır. Amacına ulaĢamamasının yanı sıra amacından da saptırılıp güldürü ögesi olmaları ve çoğu zaman sapkın/sapık, anormal tiplemeleriyle ele alınmaları toplumda homofobi ve transfobinin de pekiĢmesine neden olabilmektedir. SĠNEMANIN STONEWALL'U: LOLA VE BĠLDĠKĠD 1880'ler, sinema endüstrisinin oluĢmaya baĢladığı yıllar olarak kabul görmektedir. Bu yıllardan itibaren günümüze gelinceye kadar eĢcinsel sinema örneklerine sıkça rastlanmamaktadır. Eldeki bazı örnekler de kimliği ya da yönelimi gerçekliğin dıĢında bir temsil olarak sunmuĢtur. Kimi zaman LGBT bireylerin temsili hastalıklı, sapık/sapkın Ģeklinde kimi zaman da toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢın üstü kapalı bir Ģekilde ima edilmeye çalıĢılmıĢtır. Fakat öyle ki çoğu zaman da sinemanın birer güldürü ögesi haline gelmeleri ya da cinselliklerinin aĢağılanması söz konusu olmuĢtur. Durum böyleyken gerçeği tüm Ģeffaflığıyla gösteren filmler tıpkı Lola ve Bildikid'de olduğu gibi eĢcinsel sinema tarihinde önemli bir yere sahiplerdir. Lola ve Bilidikid 1961 Ġstanbul doğumlu olan Kutluğ Ataman tarafından Berlin'de çekilmiĢtir. Filmde Ataman popüler bir oyuncu kadrosu oluĢturmak yerine, Osman rolündeki Hasan Ali Mete, Bilidikid rolündeki Erdal Yıldız ve Murat rolündeki Baki Davrak haricindeki diğer oyuncular Almanya'da yaĢayan ve profesyonel meslekleri oyunculuk olmayan Türkler'den oluĢturmuĢtur. Filmi Ataman ilk olarak Türkiye'de çekmek istemesine rağmen, sponsor bulamamasından dolayı Almanya'da bir takım fon yardımlarıyla birlikte çekilmiĢtir. Bunun yanı sıra Ataman'ın filmi Berlin'de çekmiĢ olması tesadüf değildir. Öyle ki Karl Heinrich Ulrichs'in Ağustos 1867'de Münih'teki Alman Hukukçular Kongresi'nde eĢcinsel haklarını savunan konuĢması, Almanya'daki eĢcinsel özgürleĢme hareketinin baĢlangıcı kabul edilmiĢtir. Ayrıca, yine Berlin'de gey seksolog Marcus Hirschfeld'in Cinsel Bilimler Enstitüsü'nü kurması fakat kütüphanesindeki 12 bin kitap, 35 bin fotoğraf ve sayısız el yazması, 6 Mayıs 1933'te Nazi öğrenciler tarafından yok edilmiĢtir (Baird, 2004:27-28). Almanya ve özellikle Berlin bu bağlamda eĢcinsel hareketin doğduğu ve geliĢtiği önemli merkezlerden biri kabul edilmektedir. Dolayısıyla yönetmenin film için seçtiği ülke ve Ģehir tercihi bir tesadüf olmaktan çıkıp, bilinçli bir tercih haline dönüĢmüĢtür. Berlin Film Festivali'nin Panorama Bölümünü açan film, Ataman'ın deyimiyle 1998 zamanı Türkiye'sine göre erken bir film niteliğindeydi. Çünkü filmde cinsel ve ırksal kimlikle ilgili önyargıları, 'Almancı Türkler' bağlamında ele almıĢ, iĢin içine eĢcinsellik teması da girince halkın gündüz sinemasında, 'yanlıĢ' anlaĢılmaya sebebiyet verebilecek filmleri arasına girmiĢtir. Oysa ki film sonrasında Turin, Oslo ve Ġstanbul'da (Ataman Mithat Alam ile söyleĢisinde bunun eĢcinsellerin desteğiyle olduğunu belirtiyor, Alam, 2009:14) ödüller almasının yanında, New York'un The New Festivali'nde En Ġyi Film Ödülünü kazanmıĢtır. Film tek bir toplumsal olay veya olguyu ele almak yerine toplumun birçok gerçeğini seyirciye yansıtmıĢ, Türklerin Almanya'ya göç serüvenini ve Almanya'da yaĢayan Türkler'in yaĢam zorluklarını, etnik ve cinsel kimlikleriyle ve veya yönelimleriyle toplumdan izole edilen bireyleri, nefret söylemlerini ve suçlarını ve toplumsal sınıf gibi birçok kavramı ele almıĢtır. Ġlk defa hem eĢcinsel sinemaya Türk bir yönetmenin gerçek temsillere yer vererek cinsel kimlikleri ele alması, hem de bunun yanı sıra cinsel devrimin en sancılı yaĢanan yerlerden biri olan Berlin'de ele alınan bir dönem filmi olması bakımından önemlidir. GÖÇ... Almanya'da 1950'li yılların sonuna doğru çoğu Türkiye'den olmak üzere Yunanistan, Portekiz, Ġspanya ve Yugoslavya'dan yaklaĢık olarak iki milyon iĢçi alımı yapılmıĢtır. II. Dünya SavaĢı'ndan sonra geliĢen Alman endüstrisinin iĢ gücü açlığı ile, Türkiye'deki gizli ve açık iĢsizliğin baskıları birleĢince, 1960'ların hemen baĢında Türkiye'den büyük çapta bir iĢ gücü ihracı, Federal Almanya'ya 70 doğru geniĢ bir göç hareketine dönüĢmüĢtür (Turan 1997:13). Ekonomik zorluklar ya da diğer baĢka sebeplerlerden ötürü yapılan bu göçler, Türkiye'den giden birçok insanın, kültür farklılığı nedeniyle yeni bir topluma ve onların kültürlerine entegre olamamalarından dolayı göçmenler kimi zorluklara maruz kalmıĢlardır. Öyle ki entegrasyon, toplumsal bir yapıda varolan etnik, sosyal ve azınlık grupların o ülkedeki tüm olanaklara eĢit olarak eriĢebilmesini ve ortada herhangi bir çatıĢma olmaksızın yaĢayabilmelerini öngörmektedir. Elbette bir bakıma bu entegrasyon sürecinin de zorlaĢması, bireylerin köklerinin bulunduğu ülke ile sınırlı da olsa iliĢkilerini sürdürüyor oluĢuna ve bu Ģekilde bağlı olduğu ülkeye aidiyetini kaybetmemesinden kaynaklanmaktadır (Tuna ve Özbek, 2012:47). Türklerin özellikle bu aidiyetinden ötürü de Alman toplumuna entegrasyonu zorlaĢmıĢ ve çoğu Alman tarafından toplumdan izole edebilmek adına Türkleri 'öteki'leĢtirmiĢlerdir. Bu durum Almanya'da yaĢayan Türklerin bir bakıma birlik olma bilinci ile birlikte birbirlerine yakın yerlerde yaĢamalarını öngörerek Türk mahallelerinin oluĢmasına sebep olmuĢtur. Bir yere bağlı yerleĢme ve organizasyon Ģeklini de alarak cemaat mantığına dönüĢen bu mahallerde komĢuluk prensibi de önemli bir yapı iĢaretidir. Böylece komĢuluk birinci planda akrabalık bağlarına değil ikametgah yakınlığına bağlı olan ve bunun neticesinde ortaya çıkan değerlere dayanmaktadır(Gezgin, 2013:185). Her ne kadar Türkler kendi özel alanları içerisinde Türkiye'deki aidiyetleri doğrultusunda hareket edip, yaĢam stillerini yine bu aidiyetlik doğrultusunda Ģekillendirseler de, Almanların dominant olduğu kamusal alanda Türklerin dinsel, dilsel ve ırksal farkları gözetilmekte ve vasıfsız iĢçi olarak çalıĢmaları da, onları 'ikinci sınıf' insan yerine koyarak, Türkler üzerinde tahakküm kurmaya çalıĢmalarının ve bu bağlamda asimilasyon politikalarının izlenmesinin önüne geçilememiĢtir. Özellikle 2010 yılında Türkçenin Almanya'nın çeĢitli yerlerinde kullanımının yasaklanmaya baĢlaması, Türkçe derslerinin zorunlu ve kredili ders grubundan çıkarılması ve kimi yerlerde kaldırılması, Türklerin tepkisine neden olan bir asimilasyon politikası haline gelmiĢtir. Oysa ki Esser daha homojen bir toplumun oluĢabilmesi adına, göçmenlerin vergilerini ödedikleri ve yasalara uygun davrandıkları sürece sistem entegrasyonunun gerçekleĢmesinin ve bunun için de yeni üyelerin dil bilmeleri ya da içinde bulundukları kültür ya da gruplara uyum sağlamaları zorunlu olmadığını belirtmektedir (2000: 56-66). Fakat kiĢilerin buna zorunlu olmamalarına rağmen, hali hazırda olan sistem göçmenlerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri, çocuklarını okutabilmeleri gibi ihtiyaçlardan ötürü bireylerin Alman toplumuna uyum sağlamasını öngörmektedir. Öyle ki bu bağlamda 'Yabancıların korkusu, AB ülkelerinde farklı vurgularla uygulanmaya çalıĢılan 'integration-bütünleĢme'nin zorla dayatılan asimilasyona dönüĢmesidir.' (Abadan-Unat‘dan akt: Tuna ve Özbek, 2012:42). O GERÇEK SAÇIN MI? Stuart Hall çalıĢmalarında temsil ve öteki kavramlarına önem vererek; temsili, dil ve kültür arasındaki iliĢkiyi incelemiĢtir. 'Temsil, dili kullanarak anlamlı bir Ģey söylemek ya da diğer insanlara dünyayı anlamlı bir biçimde sunmaktır.' diyen 'Hall sonrasında temsilin, anlamın üretildiği ve bir kültüre ait üyeler arasında paylaĢıldığı sürecin önemli bir parçası olduğunu ve dilin kullanımını, iĢaretlerin ve imgelerin Ģeyleri temsil etmesini ya da yerine kullanılmasını içerdiğini eklemektedir.' (Hall akt: Kırel S. 2010:364-65). Bu bağlamda filmde Ataman'ın önemle vurguladığı ve filmin yanı sıra Peruk Takan Kadınlar adlı kitabında da yer verdiği peruk filmde anlam üreten bir temsil niteliğindedir. Ġlk olarak filmde Lola'nın sahneye çıkıĢı ile birlikte görülen peruğa film süresince birçok kez rastlanmaktadır. Peruk kullanım amaçları düĢünüldüğünde; kiĢinin kendi kimliğini gizlediği, kimi zaman bir perde gibi arkasına saklanabileceği, kimi zaman zorunluluktan dolayı yada dini inançlar adına kullanılan bir aksesuar olarak görülebilmektedir. Zaten peruk demek (insan saçından yapılmıĢ olanlar) bir bakıma, Lola'nın travesti kimliği adına kullandığı bir aksesuar olarak ele alındığında, bir baĢkasının DNA'sını taĢımak ve kendi kimliğinin dıĢında baĢka bir kimliğe bürünmek anlamlarına gelebilmektedir. Öyle ki Lola tavırları, konuĢması, tarzı, giyiniĢi ve özellikle de peruğu ile birlikte kamusal alanda kendini ait hisettiği yer ile özdeĢleĢtirerek ve kendi istediği kimliği yaratarak; baskıcı ve otoriter toplum yapısında maruz kalan saldırı altındaki kimliğini değiĢtirmek ve yeniden inĢa etmek için savunmadadır (Baykal, 2008:44). Peruk bu bağlamda filmde Lola'nın cinsel kimliğini ve heteronormativiteye bir baĢkaldırıĢını temsil etmektedir. Lola özellikle kimliğini ailesine açıklamak ve homoseksüelliğini bastırmaya çalıĢan abisinin kendisine tecavüzünü de onun yüzüne vurmak istediğinde, kırmızı peruğunu takıp onların 71 karĢısına çıkmaktadır. Bunun yanı sıra baĢka bir sahnede de homofobik olan ve her seferinde Lola'ya karĢı nefret söylemlerinde bulunan Alman gençlerden biri, 'Getirin o Türk'ün peruğunu bana..!' diyerek peruğun temsiliyetinin yanı sıra simgesel olarak da bir anlam yüklendiğini göstermektedir. Ataerkil sistem bu denli değerli kılınırken, hakim erkeklik kodları dıĢındaki bir bireyin, 'yüce' erkeklikten vazgeçip efemine bir hale dönüĢmesi 'utanç verici', 'küçük düĢürücüdür' ya da olmaktadır. Bu yüzden toplumda lezbiyen ya da biseksüel olan bireylere karĢı verilen tepkiler, bir lezbiyen bireyin vazgeçtiği bir erkeklik kimliği olamamasından ya da bir biseksüelin en azından yarı da olsa erkek olarak nitelendirilmesinden dolayı, gey ya da transseksüel bireylere verilen kadar nefret içerikli olmamaktadır. Heteroseksit analyıĢa göre evrensel olarak cisniyetli olan insanlar, genel olarak ötekini arzularlar ve döllemek için aynı zamanda genel olarak arzuladıkları bu ötekine bağımlıdırlar. Hemcinsine karĢı özel ilgi rastlantısal bir olaydır ve kuralı bozmayan bir tür istisnadır. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda evlililik konumu ve çocuk sahibi olma olgusu bireyi kadın ya da erkek yapar. Yani erkek ve kadın yalnızca doğuĢtan gelen özelliklerle değil, aile olmaları olgusuyla da tanımlanmıĢtır (Agacinski, 1998:79-81). Öyle ki Bili filmde her ne kadar gey olsa da, tipik Türk maço erkeği rolüyle Lola'nın cinsiyetini değiĢtirmesini isteyerek geleneksel aile yapısına vurgu yapılmakta ve onunla Türkiye'de evlenip 'evinin kadını' rolüne sokmak istemektedir. Çünkü kamusal alanda bir tanıdığıyla denk geldiğinde Lola'nın kimliğinden utanmakta ve söylemlerinde aktif tarafın kendisi olmasından ötürü, kendisini 'ibne' olarak nitelendirmemektedir. Filmde bu Ģekilde Bili'yi homosekesül kimliğini gizlemeye çalıĢan ve gizli homofobik olarak görürken, Lola'nın abisi rolündeki Osman'ı da gizli bir homoseksüel ve kardeĢini öldürecek kadar uç bir homofobik karakter olduğunu görebilmekteyiz. Yine Bili ile benzer bir Ģekilde Ġskender'in de Friedrich ile iliĢkisinde homosekesülliğini yadsıdığını ve Friedrich'i 'ibne' olarak adlandırarak yine ataerkil söylemler üretmektedir. Ġskender'in Friedrich ile iliĢkisinde Ataman sosyal sınıf ve statü kavramına da gönderme yapmaktadır. Özellikle Friedrich'in annesi Ute ile iliĢkisi hakkında konuĢmasında; kadın, oğlunun cinsel yönelimi hakkında yorum yapmak yerine onun iliĢkide bulunduğu Ġskender'in sosyal statüsüne eleĢtiride bulunmaktadır. Burada önemle Ataman'ın vurgulamak istediği, bir Türk ailesinde evden kovulma ve evlatlıktan ret hatta sonunda kardeĢ katliyle noktalanan bir kimlik açıklama durumunun, Avrupalı bir ailede daha rahat bir Ģekilde konuĢulabildiğidir. CINSIYETINIZ?: KADIN (K), ERKEK (E) Berlin 1900'lü yılların baĢında eĢcinseller adına dünyada en fazla hak ve özgürlüklere sahip olan Ģehirdi. Fakat Alman Ceza Kanunu'na, içeriğinde erkekler arası cinsel iliĢkinin yasaklanması bulunan 175. Madde'nin eklenmesiyle birlikte durum değiĢmeye baĢlamıĢ, cinsel özgürlükler kısıtlanmaya baĢlamıĢtır. Özellikle Adolf Hitler'in baĢa gelmesiyle cinsel kimlikler adına yapılan birçok bilimsel faaliyetler durdurulmuĢ, açılan eĢcinsel barlar, gece klüpleri kapatılmıĢ ve Naziler Almanya'da eĢcinsellere karĢı terör kampanyası baĢlatmıĢtı (Wolf, 2012: 55). 1933 yılında genelde Yahudi soykırımı olarak bilinen Holokost Katliamı'nda, baĢta Nazi Hükümeti içinde yer alan eĢcinseller öldürülmüĢ, 1933-45 yılları arasında 100.000'e yakın eĢcinsel tutuklanmıĢ ve 50.000'i resmen hüküm giymiĢtir. Bunlardan birçoğu da Naziler tarafından takılan pembe üçgenle (daha sonra gey özgürleĢmesinin sembolü haline geldi), toplama kamplarına götürülerek Avrupa mahkemesi Hükümlerince kısırlaĢtırılmıĢ ve zulüm görmüĢlerdir. 94'te 175. Madde'nin feshiyle birlikte 2001 yılında medeni birliktelik resmileĢtirilmiĢtir6.Bu Ģekilde karanlık bir geçmiĢe sahip olan Almanya'da ve özellikle Berlin'de Ataman'ın eĢcinsellik kavramını ele alması buranın tarihiyle ilintilidir. Film 1999 Berlin'inini aldığından ötürü tam da bir geçiĢ evresinden bahsetmektedir. Fakat bu beĢ yıllık zaman zarfı içinde insanlardaki homofobi duygusu yıkılamamıĢ ve filmde de özellikle buna yer verilmiĢtir. Lola her ne kadar Türkiye'ye göre daha uygun bir ortamda kimliğinin inĢası için çabalasa da, hem sahip olduğu etnik hem de eĢcinsel kimliğinden ötürü öldürülmüĢ gibi gösterilmiĢ fakat filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıĢtır. Filmde homofobik homoseksüel rolünde Osman'ın haricinde bir de Alman genç grubu içerisinde yer alan Lola'nın tacizcilerinden bir genç de yer almaktadır. Bu genç de her ne kadar Lola'nın kardeĢi Murat'ı tuzağa düĢürmeye çalıĢıyor gibi olsa da onun da eĢcinsine ilgi duyduğu gösterilmektedir. Fakat bu çocuğun içinde bulunduğu 6 http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10-ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792 (EriĢim Tarihi: 12.07.2013) 72 sosyal çevre ve toplumsal normlar onun bu duygularını bastırmasını ve içgüdüleriyle hareket etmesine olanak sağlamadan toplumsal cinsiyeti doğrultusunda ve normlara uygun bir birey olarak yaĢamasını öngörmektedir. Filmde olayların yaĢandığı mekanların da kimi temsiliyetlere sahip olduğunu görebilmekteyiz. Irkçılık yapan ve homofobik, transfobik olan Alman gençlerin Murat'ı ırkçı, homofobik ve transfobik içerikli olan nefret söylemleriyle birlikte dövdükleri mekan olarak, faĢizmin yükseliĢte olduğu 1936 yılında inĢa edilen Olimpiyat Stadyumu'nda olduğu görülmektedir. Ayrıca filmin son sahnesinde yer verilen Siegesaule anıtın, LGBT bireylerin 'çarka' çıktıkları Tiergarten'ın yanında olması, bunun yanı sıra Magnus Hirschfeld'in Seksoloji Enstitüsü'nün de ilk burada kurulmuĢ olması Ataman'ın mekan seçimlerinde temsiliyetinin ne kadar güçlü olduğunun ve Berlin'de giderek geliĢen bir gey kültürünün varlığının da bir göstergesidir (Safoğlu, 2008b:46-47; Baird, 2004:63). SONUÇ YERINE: LEZBIYEN (L), GEY (G), BISEKSÜEL (B), TRANSSEKSÜEL (T), TRAVESTI (T), INTERSEKSÜEL (I), QUEER (Q) Günlük yaĢamımızda hiç farkında olmadan bir anket sorusunun dahi cinsel kimlik yerine toplumsal cinsiyete yönelik bir dayatmada bulunduğunu pek düĢünmeyiz. Fakat bu gibi küçük kodlar dahi bireyin sahip olduğu cinsel kimliğini açıklamasına olanak tanımamakla birlikte üzerinde tahakküm kurarak, iki Ģık arasına bireyi sıkıĢtırabilmektedir. Toplumun algısının ikili bir yapıya sahip biyolojik cinsiyet etrafında Ģekillenmesiyle, dilde LGBT bireylerin varlığı sorunsalı, bir metin olarak sinemada da temsil ve gerçeklik arasında uyuĢmazlığın çıkmasına neden olmuĢtur. Dönem dönem toplumda yaĢanan değiĢim ve dönüĢümlerle farklılaĢan yapı, elbette ki ayna niteliğinde olan sinemanın anlatım diline de yansımıĢtır. LGBT bireyleri konu alan çalıĢmaların yapılması; sonuçta hastalık, sapıklık ya da sapkınlık olmadığının ortaya çıkmasıyla birlikte özellikle 90'larda bağımsız sinemanın filizlenmesiyle LGBT karakterlerin temsilinde de dönüĢümler yaĢanmıĢtır. Hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında benzer süreçler yaĢanmıĢ, 1969 Stonewall Ayaklanması ile birlikte LGBT bireylerin direniĢleri de olumlu yönde etkiler yaratmaya baĢlamıĢtır. Kamusal alanda var olduklarını ve LGBT gerçeğinin olduğunu topluma göstermek adına sinemada gerçeğin temsili önemli bir nokta olmuĢtur. Öyle ki yönetmenin ideolojisi ve düĢünceleri çerçevesinde Ģekillenen bir senaryo, seyirciyi gösterilene ve söylenene inandırmayı amaçlamaktadır. Queer sinema bağlamında bunu düĢündüğümüzde LGBT bireylere yönelik önyargının oluĢmasını veya kalıpyargıların pekiĢmesini ya da tam aksine farkındalık yaratılarak toplumun heteronormatif duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktır. Lola ve Bilidikid'de olduğu gibi gerçekliğin dıĢına çıkmayan temsiller; her ne kadar dönemsel Ģartlara uygunluk sağlayamasa da, sonraki yıllarda dahi olsa hem sanatsal değerini koruyabilmekte hem de sosyolojik açıdan birçok kavramı konu edinmesiyle analizinin yapılmasına olanak tanımaktadır. Özellikle Almanya'da Türk diasporası bağlamında LGBT kimliğini ele alan Ataman'ın Berlin'i seçmesi de bir tesadüf olmamıĢtır. Filmde hem göçmen hem de eĢcinsel kimliğinin sentezinin yapılarak peruk anlam üreten bir sembol haline gelerek heteronormativitenin kodlarına meydan okumakta hem Ataman'ın Peruk Takan Kadınlar kitabında hem de Lola ve Bildikid'de bir cinsel kimlik göstergesi, temsili olarak ele alınmıĢtır. Filmde göçmen kimlikleriyle toplumdan dinsel, dilsel ve ırksal farklılıklarından ötürü 'öteki'leĢtirilerek izole edilen Türkler, vasıfsız iĢlerde yer almakta ve cinsel kimliklerini para kazanmak adına kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Cinselliklerini kamusal alanda yer alan ücra tuvaletlerde ya da bir gece klubünde illegal Ģekilde satarak hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu bağlamda film LGBT Türk göçmenlerini tüm gerçekliğiyle, ne Ģekilde eğlence sektörü içinde metalaĢtırıldıklarını ele almaktadır. Homofobinin, homoseksüel bireylerde de var olabileceğini ve heteroseksist bir topluma aidetlerinden ötürü, 'erkeklik' kavramı baz alınarak söylemlerde bulundukları görülmektedir. Öyle ki Bili Lola'nın cinsiyet ameliyatı geçirerek kadın olmasını ve Türk toplum siteminin gerektirdiği üzere heteronormativitenin gerektirdiği gibi 'evinin kadını' olmasını ve bu Ģekilde de kendisini 'ibne' olarak nitelendirilmesinden kurtulacaktır. Yani toplumdaki cinsiyet kalıplarını değiĢtirememesinden ötürü partnerini ikili cinsiyet kalıpları içine sokmaya çalıĢmaktadır. 73 Transgender kimliğinden ötürü filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürülen Lola, çoğu zaman üstü kapatılan, kaza süsü verilen ya da kayıtlara iĢlenmeyen nefret suçlarına maruz kalan 'öteki'lerin temsilidir. Filmin toplumsal gerçeği sınıf, cinsiyet, özne, kimlik gibi temsillerle yeniden üretmesi onu nasıl bir söylemin bir parçası haline getirdiği, seyirciye sunulan göstergeler çerçevesinde önemlidir. Topluma katıksız doğruların gösterilmesi, iktidar mekanizmasına maruz kalmadan tahakküm altına alınmamıĢ özgür bir platformda yaratılan filmlerin varlığı ile sinema asıl iĢlevini yerine getirecektir. Ancak bu Ģekilde LGBT bireylerin doğru temsillerle, birer güldürü ögesi haline getirilmeden ve metalaĢtırılmadan, 'Onlar da burada, tam da bizim yanımızda ve tıpkı bizler gibi!' gerçeği fikrine inandıracak 'gündüz filmleri' yapılabilecektir. KAYNAKÇA Agacinski, S. (1998). Cinsiyetler Siyaseti çev. İ. Yerguz, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. M. (2009). 'Kutluğ Ataman: Esas Oyuncu Atmosferdir', http://www.mafm.boun.edu.tr/files/63_KutluğAtaman.pdf, EriĢim tarihi: 04.08.2013. Alam, Ataman, K. (2001). Peruk Takan Kadınlar. Ġstanbul: Metis Yayınları. Avcı, P. (2013). 'Teslimiyet ve Türk Sinemasında Farklı Cinsel http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036, (EriĢim Tarihi: 04.08.2013). YaĢantılar 1', Baird, V. (2004). Cinsel ÇeĢitlilik-Yönelimler Politikalar Haklar ve Ġhalaller, Ġstanbul: Metis Yayınları. Baykal, E. (2008). 'BeĢinci Karenin Gösterdiği: Öznelden Toplumsal Kimliğin Portresine', Kutluğ Ataman: Sen Zaten Kendini Anlat!.Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Benshoff H. ve Griffin S. (2004). 'General Introduction: Queer Cinema, Film Reader', Queer Cinema: The Film Reader, NY: Routledge. Çayır, K. (2010). 'Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu', Nefret Suçları ve Nefret Söylemi. Ġstanbul: Yeni Beyoğlu Matbaası. http://nefretsoylemi.org/rapor/nefretsoylemi_min.pdf EriĢim Tarihi: 01.06.2013. Davies, S. P. (2010). Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak. çev. A. Toprak, Ġstanbul: Kalkedon Yayınları. Diken, B. ve Laustsen C. B. (2011). Filmlerle Sosyoloji. çev. S. Ertekin, Ġstanbul: Metis Yayınları. DW, (2011). ―EĢcinsel Evlilik 10 YaĢında‖ http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792, (EriĢim Tarihi: 12.07.2013). Eredam, Y. (2011). 'Cennet mekan Panopticon: Dünya Sinemasında LGBT Bellek Örüntüleri, KliĢeleri & Homofobinin Beslenme Çantası', Heterseksizme KarĢı GökkuĢağı Antihomofobi 3 Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi. Ergül, S. (2013) 'BoĢluğu Dolduran BoĢalma Sesleri: Acconci ve Queer Sanat?', Queer Tahayyül (383400) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları. Farago, F. (2011).Sanat.çev. Ö. Doğan, Ankara: Doğubatı Yayınları. Gezgin, M. F. (2013) 'Cemaat-Cemiyet Ayrımı ve Ferdinand Tönnies', http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/download/6356/5880, EriĢim Tarihi: 22.07.2013. Göregenli, M. (2003) 'Bir Gruplararası ĠliĢkisi Ġdeolojisi Olarak Homofobi ve Homofobik ġemalar', Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal BarıĢ Ġçin Çözüm ArayıĢları Sempozyumu, (142-148) içinde, Ankara:Ayrıntı Basımevi. Hok, H., Leung, S. (2004). 'New Queer Cinema and Third Cinema', New Queer Cinema: A Critical 74 Reader, der. Michele Aaron, ABD: Rutgers University Press. Intersex Society of North America-ISNA (2013).http://www.isna.org/faq/what_is_intersex, (EriĢim Tarihi: 04.07.2013). Ġri, M. (2011). Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Ġstanbul: Derin Yayınları. KAOS GL, http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013). Öğüt, H., Z. Deniz (2012) 'GeçmiĢten Günümüze Türkiye Sinemasında LGBT Temsilleri', 20. LGBT Onur Haftası Bildiri Kitabı-BELLEK, Ġstanbul. Öztürk, P., Kındap Y. (2011). 'Lezbiyenlerde ve Biseksüel Kadınlarda ĠçselleĢtirilmiĢ Homofobi, Benlik Saygısı ve Yalnızlık Düzeylerinin Ġncelenmesi', Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 (164). Ankara: Ayrıntı Basımevi. Özgüç, A. (2000). Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi. Ġstanbul: Parantez Yayınları. Rich, B.R. (1995). Homo Pomo: The New Queer Cinema, ed. Pam Cook ve Philip Dodd Londra: Scarlet Press. Safoğlu, A. (2008a). 'Ortalığa (S)açılmıĢ 100 Film', KAOS GL Dergi, Mayıs Haziran, Sayı 100. Safoğlu, A. (2008b). 'Zamir MeloĢ'un Gölgesindekiler', KAOS GL Dergi, Kasım Aralık, Sayı 103. Selek, P. (2011). Maskeler Süvariler Gacılar. Ankara: Ayizi Kitap. Somay, B. (2007). BirĢeyler Eksik-AĢk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek Ġstemediğiniz ġeyler, Ġstanbul: Metis Yayınları. Stevens, H. (2011). Gey ve Lezbiyen Yazını çev. K. Tanrıyar.Ġstanbul: Sel Yayıncılık. Szymanski, D. M. ve Chung, Y. B. (2001). ‗The Lesbian Internalized Homophobia Scale: A rational/ theoretical approach‘, Journal of Homosexuality, 41(2). TekeĢ, K. (2013). 'Türkiye Sinemasının Onur YürüyüĢü', http://www.bianet.org/biamag/sanat/148062turkiye-sinemasinin-onur-yuruyusu?bia_source=rss, (EriĢim Tarihi: 30.06.2013). Tuna, M. ve Özbek, Ç. (2012). Yerlileşen Yabancılar: Güney Ege Bölegsi'nde Göç, Yurttaşlık ve Kimliğin Dönüşümü. Ankara: Detay Yayıncılık. Ulusay, N. (2011). 'Yeni Queer Sinema: Öncesi ve Sonrası', Fe Dergi 3, Sayı 1. Wolf, S. (2012).Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi. Çev. K. Tanrıyar, Ġstanbul: Sel Yayınları. Yamaner, G. (2009) 'Sanatta Homofobik ve Cinsiyetçi Dil ve Göstergelerin Kurulumu', Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi. Yardımcı S. ve Güçlü Ö. (2013). GiriĢ: Queer Tahayyül, Queer Tahayyül (17-27) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları. Yılmaz, A. (1998). Erkek ve Kadında Eşcinsellik. Ġstanbul: Özgür Yayınları. 75 D9 OTURUMU TOPLUMSAL CĠNSĠYET-VI: “DOĞU”-“BATI” ARASINDA 76 BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA “TÜRK KIZI” Aylin AKPINAR1 ÖZET 2000‘li yılların baĢlarından itibaren sosyal medyada farklı platformların yanı sıra, yüksek eğitimli ve orta sınıf gençlerin entelektüel tartıĢma platformu olan ―ekĢi sözlük‖‘ de toplumumuzdaki kızlık‖/‖kadınlık‖ sorgulanmaktadır. Toplumumuzdaki cinselliğe iliĢkin tabuları da sorgulamaya çalıĢan eril dil, gerek doğubilimci, gerekse batıbilimci söylemlerin içerdiği çeliĢkileri de taĢıdığı için, üretilen ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı da bir dizi çeliĢkili simge üzerinden kurgulanmaktadır. Eril dil cinsellik alanında özgürleĢmeye çalıĢan ama Batılı hemcinsleri gibi olamayan ―Türk Kızı‖nı eleĢtirmektedir. Bu eleĢtiri ağırlıklı olarak doğubilimci söylem bağlamında yapılmaktadır: Türk kızı ne kadar istese de Batılı hemcinsleriyle yarıĢamaz, çünkü ―genetik‖ olarak Batılı hemcinsleri ondan daha üstün beden yapısına ve güzelliğe sahiptir. Cinselliğe bakıĢ açısı da sorgulanan ―Türk Kızı‖ yeterince özgüven sahibi olmadığı, kendisini geliĢtirmediği ve insiyatif almadığı için eleĢtirilir. Bu noktada batıbilimci söylem devreye girer ve bu kez de ―Türk Kızı‖ Batılı hemcinsleri gibi özgürlük ve eĢitlik talep etmekle, edepsiz olmakla ve Batılı erkeklerin yanında daha rahat hareket etmekle suçlanır. Anahtar Kelimeler Türk Kızı, Kezban Tipi Türk Kızı, Eril Dil, Doğubilimci Söylem, Batıbilimci Söylem, Toplumsal Cinsiyet Rejimi. ABSTRACT Since the beginning of milennium, Turkish femininity has been questioned in various platforms of the cyber world. The sourtimes.org which is a platform of the middle class and educated young Turkish women and especially young Turkish men is only one of them. The dominant masculine voice of the sourtimes.org has been trying to challenge the taboo subject of sexuality. While accomplishing this task a ―Turkish Girl‖ stereotype is created within the context of orientalist and occidentalist discourses. The masculine voice has been criticizing the ―Turkish Girl‖ who is not able to emancipate claiming that the Turkish girl cannot compete with the ―Western Girl‖ as she is superior to the Turkish girl in terms of body image & beauty. Approaching the subject matter from the occidentalist discourse Turkish Girl is criticized again because she yearns for equality and freedom like the Western Girl and feels more at ease withWestern men. Keywords Turkish Girl, Kezban Type Turkish Girl, Masculine Voice, Orientalist Discourse, Occidentalist Discourse, Gender Regime. GĠRĠġ 2013 yılında, eğitim ortalaması yüksek, genç yaĢta erkek yazarların çoğunluğu oluĢturduğu EkĢi Sözlük mecrasında ―Türk Kızı‖ üzerine 2001 yılında baĢlatılan polemik devam etmektedir. Bu polemikte erkek öznelerin hâkimiyetinin yanı sıra eril dilin hâkimiyeti de sürmektedir. Polemiğe katılan bazı kadın öznelerin kendi hemcinslerini ―ötekileĢtirmeleri‖söz konusudur. Bu ötekileĢtirme ―Kezban Tipi Türk Kızı‖ adı altında ortaya çıkmaktadır. EkĢi Sözlük yazarı ve ―nesnel‖ olmaya çalıĢan bazı erkek öznelerin yanı sıra, bazı kadın öznelerin eril dil tahakkümünün Ģiddetini azaltmak için, kendilerini ―Türk Kızı‖‘nın davranıĢlarının arkasında yatan sosyo-kültürel nedenleri açıklamak zorunda hissettiği gözlenmektedir. Bu metinde, EkĢi Sözlük‘te egemen olan eril dil tarafından ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı oluĢturulurken, farkında olunmadan nasıl Doğubilimci (ġarkiyatçı/Oryantalist) ve Batıbilimci (Garbiyatçı/Oksidentalist) söylemlerin etkisi altında kalındığına dikkat çekilmek istenmektedir. Bu söylem biçimleriyle iliĢki içerisinde ―Türk Kızı‖ kalıp yargısını oluĢturan eril dilin eleĢtirilmesi hedeflenmiĢtir. Burada mercek altına alınan eril dilin Türk kızlarıyla olan iliĢkisini 1 Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü 77 anlatırken kullandığı ifade biçimleri ve kurgudur. Ġnternet ortamında sıklıkla kullanılan argo kelimeler ve semboller özgün bir iletiĢim ortamı oluĢturmaktadır. Günümüzde gençler kendilerini ifade edebilmek için yoğun olarak interneti kullanmaktadır. Dolayısıyla internette günlük bir konuĢma dili kullanılmaktadır. EkĢi Sözlük yazarlarının ―Türk Kızı‖ hakkında yazdıkları onların gözünden 2000‘li yıllarda Türkiye‘de yaĢayan kızlar hakkındaki yorumları olarak kabul edilebilir. Eril dil tarafından kurgulanan ―Türk Kızı‖ hangi Türk kızlarını temsil etmektedir? Eril dil nasıl bir ―Türk Kızı‖ tahayyül etmektedir? ERĠL DĠLĠN DOMĠNANTLIĞI Eril dilin dominantlığı ―Türk Kızı‖‘na giyim tavsiyelerinde bulunması kadar, Türk Kızı‘nın beden özelliklerinin yanı sıra, davranıĢ kalıplarını da yargılamasından anlaĢılmaktadır. Bu durum karĢısında EkĢi Sözlük‘te yer alan diĢi dil savunmaya geçebilmekte; ―aslında haksızsınız ama bu sosyokültürel ortam bizi bu hale getiriyor‖ diyebilmekte ve zaman, zaman çaresizliğini ortaya koyabilmektedir. Eril dil Türk toplumunda var olan ataerkil toplumsal cinsiyet rejimini eleĢtirmek yerine, nadiren çuvaldızı kendisine batırmakta, diĢi dil ise karĢı cinse kendi davranıĢlarını açıklayabilmek adına daha detaylı bir sosyo-kültürel analize girebilmektedir. Sözlük‘te kurgulanan Türk Kızı‘nı ―eleĢtirmek yerine kolaysa dönüĢtürün‖ diyen ve nadir de olsa, kendini açığa çıkaran eril ses dahi, böyle bir dönüĢüm için, Türk erkeğinin de kendisini dönüĢtürmesi gerektiğinin altını kolayca çizememektedir. KEZBAN TĠPĠ TÜRK KIZI SÖYLEMĠ ―Kezban tipi Türk kızı‖ söylemi, orta sınıf beyaz erkek ve kadın öznelerin metropollerin çeperlerinde yaĢayan ama sosyokültürel nimetlerden faydalanamayan ya da faydalanma kapasitesi olmadığı için kendisini geliĢtiremediği düĢünülen kadın öznenin ötekileĢtirilmesini içerir. GeliĢtirilen bu söylemde orta sınıf kentsoylu genç erkek ve kadın öznelerin ittifakı mevcut gibi gözükse de, ―kezban‖ deyimi eril dil tarafından genelleĢtirilip bütün Türk kızları için kullanılmaya baĢlandığı andan itibaren, Sözlük‘te yazan kadın özne, erkek özneyle sosyal sınıf ittifakı yapılamayacağının farkına varır. Toplumsal, tarihsel bellekte ―Kezban‖ Türk toplumunun kırsal kesimlerinden kopup Ģehre göç etmiĢ ve Ģehirde kendisine yer edinmeye çalıĢan kadın için kullanıla gelen bir ad olmuĢtur. ―Kezban‖ Muazzez Tahsin Berkand‘ın yazdığı pembe romanlardan birisidir. Ġlk kez 1968 yılında sinemaya uyarlanmasıyla birlikte gündeme gelmiĢtir. Konusu, annesi ölünce köyden babası tarafından Ģehre getirilen ama yaĢadığı kentsoylu aile tarafından dıĢlanan ve aĢağılanan kızın hayatıdır. Daha sonra Kezban Paris‘te ve Kezban Roma‘da filmleri çekilmiĢ ve aynı konu benzer bir Ģekilde, bu kez Batı‘da Kezban‘ın tutunabilmek için sarf ettiği gayretleri konu edinmiĢtir. Bu gayret daha ziyade kadının dıĢ görünümünü değiĢtirmek için sarf ettiği çaba olarak vurgulanmıĢtır. Bu yorumda ―Batı‖‘yı kentsoylu ve üstün olarak mutlaklaĢtıran bir Batıbilimci söylem gizlidir. ―Batıbilimci‖ söylem sadece ―Doğu‖ ve ―Batı‖ karĢılaĢtırmaları bağlamında gündeme gelmez. ―Batı‖ diye adlandırılan homojenimajın kendisi de sorunludur. Örneğin, Batı modernitesinin içerdiği tüm imajlar söz konusu olduğunda, anakronik olarak kurgulanan köy yaĢamı, köylüler,Balkanlılar, Ġrlandalılar ve hatta Yunanlılar ―Batı‖ hiyerarĢisinin içerisine tam anlamıyla alınmamaktadır (Nadel-Klein, 2003, s.113). Buradaki temel nosyon, ―gerçek‖ anlamda Batılı olabilmek için yerel adetlerden, hısım-akrabalık bağlarından ve adeta yerel bağların tümünden kurtulmak gereğidir. Köyün temsiliher zaman olumsuz olmasa da, bazen romantik kararsızlıklara söz konusu olsa da, geçmiĢ ya da geçmekte olan bir yaĢama iĢaret eder. Önemli olan kırsal yaĢantının modernite ile birlikte eĢ zamanlı olarak yaĢanamayacağına olan inançtır. Gerçek anlamda Batılı insan kozmopolitandır. ―Batılı‖ imajı kültürel anakronizm ile karĢıtlık kurularak kurgulanır (Chakrabarty, 1992). Batı kimliğinin temel unsuru olan ―ilerleme‖ kavramı teknolojik geliĢmeyi motor güç sayar. Batılı toplum ya da Batılı insan kaderini kendi eline almıĢ insandır. Bu bağlamda Batıbilimci söylem (oksidentalist) ―gerçek Batı‖ imajını mutlaklaĢtırır. Kentli, burjuva, kozmopolitan değerleri ön plana çıkararak ―Batı‖yı kurgularken, Doğubilimci (oryantalist) kriterler kullanır ve Batılı olmayan toplumları zamandan ve mekândan soyutlayarak değiĢmez öteki ilan eder (Said, 1978). ―Türk Kızı‖ ya da ―Kezban tipi Türk Kızı‖ hakkında eril dilin yaptığı genellemeler temelde üç nokta altında özetlenebilir: 1. ―Özgür Batılı Kadın‖ ile ―Özgüveni eksik Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık; 78 2. ―Bekâretini KaybetmiĢ Batılı Kadın‖ ile ―Bakire Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık; 3. Türk dizilerinde rastlanabilen platonik aĢka dayanan kadim ―Leyla ile Mecnun‖ kültürünün etkisindeki Doğulu Kadın Tipi ile Amerikan dizilerindeyer aldığı söylenen, ―flört eden ve erkeği baĢtan çıkaran‖ Batılı Kadın Tipiarasındaki sıkıĢmıĢlık. EkĢi Sözlük‘te, kısmen kendini açığa vuran Doğubilimci (ġarkiyatçı) söylem Türk Kızı‘nın Leyla ile Mecnun‘un aĢkı gibi ömür boyu sürecek saf bir aĢk peĢinde koĢtuğunu söyler. Bu aĢk daha ziyade Doğu‘nun maneviyata dayanan aĢkıdır ve Türk Kızı‘nın Batılı kızlar gibi olamayacağının altı çizilir. Türk Kızı ―Orta Doğu Ailesi‖ içinde sayılır. Öte yandan, EkĢi Sözlük‘te gizliden gizliye de olsa yer alan Batıbilimci (Garbiyatçı) söylem‘e göre Türk Kızı da ―Batılı‖ gibi materyalisttir; maddiyata önem verir; tutku ve aĢktan uzaktır ve iliĢkilerinde çıkar hesabı yapar. Hatta, 1980‘ler sonrasında Türk Kızı‘nda ―edep‖ kalmadığının altı çizilir. Sözlük‘te yer alan eril dilin resmettiği ―Türk Kızı‖ nın metaforik anlamda ―Batılı‖ ve ―Batılı olmayan‖ kimliklerin karĢılıklı olarak kurgulanmasına yardım eden bir özelliği vardır. Tıpkı oryantalist modernleĢme paradigmasında olduğu gibi, eril söylem zaman, zaman Türk Kızı‘nı tanımlarken ―görüntü Avrupa Kızı, kafa Türk Kızı‖ demektedir. Bundan kastedilen, Türk kızının Batılı hemcinsleri gibi modern giysiler giyse de, makyaj yapsa da, görüntüde modernleĢtiği; aslında özgüven sahibi olmadığı, bireyleĢemediği ve cinsel özgürlüğünü kazanamadığıdır. Bu kurgunun çeliĢkili olması önemli değildir. Bir yandan ―Türk Kızı‖ bireyleĢemediği, özgürleĢemediği, çocuk-kadın olarak kaldığı için eleĢtirilir. Çünkü, Türk Kızı ―üniversite mezunu olsa da çalıĢmaz‖; ―bilgisayardan anlamaz‖; ―kollarındaki kılları almaz‖; ―ağzı kokar‖; ―saçı uzundur‖ (aklı kısadır demek isteniyor); ―boyu kısadır‖; ―giyinmesini bilmez‖; ―nazlıdır‖; ―trip atmaya bayılır‖; ―çalıĢmadan erkeğin sırtından geçinmek ister‖. Öte yandan, bekâret üzerine yalan söylediği için eleĢtirilir ve evlilik öncesi flört ettiğinde ―hafif kadın‖ olarak damgalanır. Sözlük‘te yer alan ―Türk Kızı‖ kurgusu, özellikle ―Rus Kızı‖ ile zıtlaĢtırılarak gerçekleĢtirilir ve bu karĢılaĢtırmada Türk Kızı aĢağılanırken, Rus Kızı yüceltilir. Türk Kızı aĢktan da uzak durmaya davet edilir. Bu çeliĢkili gibi gözüken durum sadece ―Türk Kızı‖ için geçerli değildir. Kadın bedeni ve imajı üzerinden kültürel kimlik çatıĢmaları tarihin her döneminde ve her kültürde gerçekleĢmiĢtir. Örneğin, ―Ġrlandalı Kız‖ kalıp yargısı, 1920‘lerde postkolonyal Güney Ġrlanda Devleti‘nin oluĢumunda tezat değer yargıları bağlamında gündeme gelmiĢtir. Katolik kilisesi ve milliyetçi Ġrlanda ―modern kız‖ ya da ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ söylemini özgürleĢmeye çalıĢan Ġrlandalı kadını eleĢtirmek için kullanmıĢtır. 1920‘lerde Ġngiliz medyasından ve Holywood filmlerinden etkilenen Ġrlandalı kadın imajı kurgulanmıĢ ve ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ (flapper) aĢağılanarak milliyetçi proje gerçekleĢtirmeye çalıĢılmıĢtır (Ryan, 2002, s.38-39). DOĞUBĠLĠMCĠ (ġARKĠYATÇI) VE BATIBĠLĠMCĠ (GARBĠYATÇI) SÖYLEMLER ARASINDA Doğulu ya da Batılı gibi iki farklı kolektif özne kavrayıĢı sorunludur ve gerçekten uzaktır. Ama özellikle kadın imajı ve bedeni üzerinden kültürel farklılıkların kurgulanması Rönesans‘tan yirminci yüzyıla kadar süregelen bir olgu olmuĢtur (Chatterjee, 1986; Nira-Yuval Davis, 1997; Ryan, 2002; Yeğenoğlu, 1998). Belki de bu yüzden Sözlük‘te egemen olan eril dil de kendi kurgusunu ―gerçek‖ gibi sunmaya çalıĢmaktadır. Oryantalist söylem epistemolojik düalizm üzerine oturur. Oryantalist bilgi üretimi ötekinin kurgulanması bağlamında geliĢir. Varlığını merkeze koyan ―Batılı‖ özne, kendisini tanımlayabilmek için ―Doğulu‖‘yu kurgular. Turner Ģöyle demektedir (2002),Oryantalizm gerçekçi Batılı ve tembel Doğulu arasındaki zıtlık etrafında organize edilen bir karakter tipolojisi oluĢturmuĢtur. Oryantalizmin görevi,Doğu‘nun sonsuz karmaĢıklığını belli tipler, karakterler ve kurumlar haline dönüĢtürmektir (s.45). Yukarıda yer alan örneğe benzer bir biçimde, Sözlük‘te açığa çıkan DoğubilimcibakıĢ açısı ve belki de farkında olmadan bu söylemden hareket eden eril dil, Türk toplumundaki ataerkil cinsiyet rejimine dayanan hiyerarĢiyi, ―Türk Kızı‖ kurgusu ile yeniden üretmektedir. Buna bağlı olarak, hegemonik eril dil kendisini hiyerarĢinin tepesinde, kozmopolitan, üstün, rasyonel, nasıl davranılması gerektiğini bilen, ―Türk Kızı‖‘nı ise, ezik, yerel bağlarından kurtulamayan, aklını çalıĢtıramayan, nasıl davranılması gerektiğini bilemeyen kiĢi olarak kurgulamaktadır. Eril dile göre ―Türk Kızı‖ ―kolay kadın‖ olmamak ve ―zor kadın‖ olmak arasında bocalarken ―Kezban‖ a dönüĢmekte, yani, nasıl 79 davranması gerektiğini bilememektedir. Eril dil kentte yaĢayan bu kızın adabı muaĢeret kurallarını dahi bilmediğine iĢaret etmektedir. Örneğin, nasıl davranılacağını bilmeyen bu kız yol veren erkeğe teĢekkür etmez. Eril dil, Türk erkeğinin, yabancı dil bilmese de, birçok milletten kızla anlaĢabildiğini öne sürer. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir: Türk kızı kötü niyetli ve komplekslidir, her zaman onaylanma ihtiyacı duymaktadır. Arlı‘nın (2004) altını çizdiği gibi Doğubilimci söylem (Oryantalist), ―toplumsal bireylere sabitlenmiĢ dünya fotoğrafları sunmaktadır‖ (s.10). Ayrıca, tüm eleĢtirel okumalara rağmen, oryantalizmin ötekileĢtirici söylemi devam etmektedir. Arlı‘ya (2004, s.12) göre, Batıbilimci (Oksidentalist) söylemin içeriğinde ise kültürel ve teknolojik geliĢmeler temele alınarak tanımlanan ―benzersiz Batı‖ imajı yer almaktadır. Öte yandan, oksidentalist söylem oryantalist söylemin asimetrisi olarak tanımlanamaz. Çünkü, oryantalist söylem Batı-dıĢı toplum incelemeleri yapan bir akademi içinde geliĢmiĢtir. Ama oksidentalist söylem oryantalizm eleĢtirilerinden ortaya çıkmıĢ olan Batı imajına dayanmaktadır ve daha ziyade bir ―savunma hali‖ olarak anlaĢılabilir (ibid, s.73). Sözlük‘te göze çarpan Batıbilimci söylem ―Batı‖‘nın Türk toplumunda yaratmıĢ olduğu tahripkar etkilere odaklanmaktadır. Örneğin, 1980‘lerden itibaren Türk toplumunda yozlaĢmaların baĢladığından dem vurulmaktadır. 1980‘ler öncesinde doğmuĢ ve yetiĢmiĢ olan kadınların ―ruhen güzel‖ olduğu söylenirken, 1980‘ler sonrasında doğanların ―edepsiz‖ olduğu vurgulanmaktadır. Kimileri de ―Türk Kızı‖ nın futbola olan ilgisini gereksiz bulmaktadır. Futbol eskiden erkek habitus‘u içinde yer alırken, Türk kadınlarının futbola karĢı artan ilgisi erkek alanına yapılmıĢ bir müdahale olarak algılanabilmektedir. Bu düĢünceye göre ―erkek adam‖ futbol takımı tutar. Toplumumuzda erkek oyunu olarak kabul edilen futbolun taraftarları da erkek olmalıdır. Demez (2005, s.228), BeĢiktaĢlı taraftarların statlarda açtıkları ―erkek adam renkli takım tutmaz‖ ifadesine dikkatimizi çekmekte; bu temsille renkleri siyah beyaz olan BeĢiktaĢ kulübünün ne kadar ―erkek‖ bir takım olduğuna yapılan vurguya iĢaret etmektedir.Sözlükte ―Türk Kızı‖ ve ―Türk Erkeği‖ni yetiĢtirenlerin ―Türk Anası‖ ve ―Türk Babası‖ olduğu da dile getirilir. Türk Anası kızına erkeği sevmeyi öğretemediği için suçlanır. Türk Anası kızına kadınsılığı da öğretememiĢ; ona sadece kendisini çocuklarına adayan anne rolünü öğretmiĢtir. Türk Anası, kızının zengin bir koca bulmasını istemekte ve bu yüzden kızına, ara sıra, er ya da geç evlenmesi gerekeceğini hatırlatmaktadır. Türk Babası ise babalık yapmayı ―eve ekmek getirmek‖ olarak algılamakta ve geri kalan zamanlarda da maç izlemektedir. Böyle ana ve babanın yetiĢtirdiği ―Türk Kızı‖ ister istemez eksiklik duygusuna sahip olacaktır. Bu noktada anne ve baba adaylarına tavsiyeler devreye girer. Kızlarına ve oğullarına karĢı cinsi sevmeyi öğretmeleri gerekmektedir. ―Türk Kızı‖ kadar ―Türk Erkeği‖ de sevgisizlikten yakınmaktadır. Sözlükte hemcinslerine tavsiyede bulunan eril dil, Türk erkeklerinin er ya da geç Türk kızlarıyla evleneceklerini söylerken bile, yapacaksınız bu hatayı, bundan kaçıĢ yok der gibidir. Ayrıca, ―biraz yüksek eğitim gördü mü havasından geçilmeyen‖ ―Türk Kızı‖nın ―yabancı erkeklere kul köle‖ olduğundan Ģikayet edilmektedir. O zaman, genç eğitimli Türk erkeğinin arayıp da Türk kızında bulamadığı ama Batılı kızda bulduğu nedir? Batılı kızın cinsel özgürlüğüdür. Batı‘da cinsellik tabu olmadığı için Batılı kızın özgüven sahibi olduğu düĢünülür. ―Türk Kızı‖ cinsel özgürlüğü adına adım atmadığı için suçlanır. Genç kız özgürleĢmektedir; ama henüz yeterli adımları atamamıĢtır. Belki de eğitimli genç Türk erkeklerininTürk kızlarında aradığı özgürlük son kertede bir fantezidir. Çünkü geleneksel olarak, cinselliğe dayanan aĢk gündelik hayatın normal rutinlerini tehdit eden irrasyonel bir durumdur ve kültürel bir risktir (Turner & Rojek, 2001, s.134). Öte yandan, modernite ile birlikte karĢı cinsle olan yakın iliĢkilerde aranan erotizm, cinsel tatmin ve duygusal yakınlık arzusu kiĢisel mutluluğun belirleyicisi durumuna gelmiĢtir (Giddens, 1992, s.30). Oysa, Batılı kadın cinsel özgürleĢmeyle etkisiz hale getirilmektedir. Çünkü, cinsel özgürleĢmeyle kadın tüketilmekte, seksilik ve güzellik kadın için temel nitelikler olarak belirmektedir (Baudrillard, 1997, s.167). Baudrillard‘a (1997, s.155) göre insanlık cinsel özgürleĢme peĢinde koĢarken beden yeniden keĢfedilmiĢ ve bir arzu ve tüketim nesnesi haline getirilmiĢtir. Dolayısıyla, EkĢi Sözlük‘te ―Türk Kızı‖ tanımlanırken büyük oranda beden özelliklerine gönderme yapılması tesadüfî değildir. Türk kızları ―genelde boyu 1.57 cm olan bir ırk‖, yani kısa boylu olarak tanımlanır. Üstelik basenleri çok geniĢ olan bu kızın karbonhidrat ile beslenmesi ve az hareket etmesi eleĢtiri konusu olur. Osmanlı tarihinin son dönemlerine ve 80 Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerine göz attığımızda, ilerlemeci söylemden yararlanan kadınların yüksek öğrenim görmeye baĢladıklarını ve milliyetçi harekete destek verdiklerini görürüz. 1918 – 1919 yıllarında, Avrupa‘da baĢlayan birinci dalga feminist hareket sırasında yayımlanan ―Türk Kadını‖ dergisinde zamanın ruhuna uygun olarak milliyetçi ve erkek egemen bir söylem göze çarpar. Bu dergide ağırlıklı olarak yer bulan eril dil, kadınların birey olarak ortaya çıkmalarıyla değil, ―toplumsal ahlakı fazlaca zorlamayan kadınlar yaratmak‖ ile ilgilidir (Mahir-Metinsoy, 2010, s.XXVI). Milliyetçi-modernist erkekler tarafından çıkarılan, ağırlıklı olarak erkeklerin kadınlarla birlikte yazdıkları bu dergide Türk kadınının önce Türk, sonra kadın olduğu vurgulanır. Eğitimli kadınların yabancı etkilere açık olması bir tehdit olarak algılanır. Türk kadınlarının aynı toplumda yaĢayan ve ticaret yapan Levantenlere benzememeleri; özellikle modaya olan düĢkünlükleri ve ön kabul olarak düĢünülen ―iffetsizlikleri‖ nedeniyle Fransız kadınlara da benzememeleri gerektiği üstünde durulur. Buna karĢılık, Alman kadını tutumlu ve ev hanımı olması dolayısıyla Türk kadınına örnek gösterilir (Mahir-Metinsoy, 2010, s. XXVIII). Dergide yazan Türk erkeklerinin Türk kadınına haksızlık yaptığını düĢünen kadın yazarlar daha az sayıda da olsa vardır. ―Evli Barklı Hanımlar‖ adı altında kaleme aldığı makalesinde ġükûfe Nihâl Hanım devamlı surette Türk kadınlarını eleĢtiren, Alman kadınlarını onlardan üstün gören eril dile Ģöyle cevap verir (Talay-KeĢoğlu, 2005), Evvelâ Almanya gibi bizden birkaç asır ileriye gitmiş bir milletle kendimizi mukayese etmek için her iki milletin birbirine diğer husûsatta da ne derece yakın ve uzak olduğunu araştırmalıyız. Bakalım Türk medeniyeti, Türk harsı bugün Almanya‟daki kadar kat‟î, metin adımlarla ilerleyebilmiş mi? … Bilhâssa her Türk erkeği bir Alman kadar ciddî, vazîfeşinâs, zevcesine hürmetkâr mı?... (s.139). Aynı dergide ―Gençler Aradıklarını Niçin Bulamıyorlar?‖ baĢlıklı bir yazıda görücü usulü evlilik eleĢtirilir; gençlerin aile toplantılarında birbirlerini görüp tanıdıktan sonra evlenmeleri tavsiye edilir. Dönemine göre ileri sayılabilecek bu görüĢlere rağmen, kadınların özgürlüğü ve hareket sınırları aile kurumunun bekası ile belirlenmiĢtir. Aynı dergide yazan bazı kadınlar bile, ―cinsel hayattaki serbestliğin önceki dönemlere kıyasla artmasını, kadınların eĢlerini seçmek için aktif olmaya baĢlamalarını‖ eleĢtirir, bu gibi davranıĢları ―erkekleĢme‖ olarak niteler (s. XXXII). Yine aynı dergi kadınlara giyim kuĢamları konusunda, kıyafetlerde cilt renklerine uyum için hangi renkleri seçmeleri gerektiği hususunda tavsiyelerde bulunur (Talay-KeĢoğlu, 2005, s.5). Dönemin adı geçen sosyologlarından ve Türk Kadını Dergisinin yazarlarından Edhem Nejâd‘ın ―Ev Sâhibesi Olursam Ne Yapacağım‖ baĢlığı ile kaleme aldığı yazıda Türk kadınlarına Ģu tavsiyesi güzel bir örnektir (TalayKeĢoğlu, 2005): Ben ev hanımı olduktan sonra da dâimâ süslü olmak istiyorum. Maamâfîh şuna da kaniyim ki ev sâhibesi hanıma sâde, ağır, kibâr, nezîh tuvalet yakışır… Viyana‟nın, Paris‟in sokak ve şantan tuvaletinin bir aile tuvaleti olmasını hiçbir vakit muvâfık görmem (s.145). Kısacası, Türk kadını eğitimli, bakımlı, tutumlu, ideal anne ve eĢ olmak durumundadır. Ne var ki, Türk Kadını dergisinde alt sınıftan kadınların savaĢ koĢullarında nasıl ayakta kaldıklarına yer verilmemiĢtir. Türk Kadını dergisi kadınların özgüleĢme taleplerine orta-üst sınıf kadınların bakıĢ açısıyla yaklaĢmıĢtır.Daha ziyade orta sınıf gençlerin sanal ortamda buluĢma mecralarından olan EkĢi Sözlük‘te de, benzer bir biçimde, Türk kızına tavsiyelerde bulunan eril dil sayesinde cinsellik, güzellik, beden temalarının ön plana çıktığı bir yazıĢma sürdürülür. Türk kızı giyinmesini bilmediği için eleĢtirilir. KarĢı cinsle iletiĢim kurmada zorluklar çıkardığı için eleĢtirilir. Ne var ki Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerinden farklı olarak, 2000‘li yıllarda daha fazla cinsel özgürlüğünü eline alması beklenen Türk kızı, ne istediğini bilmez tavrı yüzünden, mahalle baskısını Ģikâyet ettiği için eleĢtirilir. Zaman, zaman kendisini belli eden diĢi dil bütün bu suçlama ve eleĢtirilere savunma psikolojisi içinde cevap verir. Türk kızı zor durumdadır. Çünkü eril dil bir yandan, ―evlenirsek karım, evimin direği olacaksın, ben sana dokunamam‖ demektedir. Öte yandan, aynı erkek ―çok nazlanma, cinsellik 81 olmadan iliĢki olmaz‖ demektedir. Bir üçüncüsü ve en kötüsü, Türk kızına tecavüz ettikten sonra dahi,―sen zaten bakire değildin ki‖ diyebilmektedir. YazıĢmada yer alan kadın öznelerin yanı sıra, bazı erkek özneler Türk kızına fazla yüklenildiğinin ve ortaya çıkan çeliĢkilerin farkındadır. Onlara göre Türk erkeği neyse, Türk kızı da odur. Türk kızından hem ―hanım kız‖ olması, hem de iliĢkilerde insiyatif alması beklenecekse, Türk erkeğinden de hem nazik, hem de giriĢken olması beklenecektir. Belirsizlik o duruma gelmiĢtir ki, kadın erkek eĢitliği adına, artık erkekler toplu taĢıtlarda kadına yer vermemektedir. KARġILIKLI BELĠRLENEN “TÜRK KIZI” VE “TÜRK ERKEĞĠ” ĠMGELERĠ Demez (2005), ―Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi‖ adlı çalıĢmasında erkek imgesini konu edinen bir araĢtırmanın kadına tersten bakıĢ anlamına geleceğini söyler. Çünkü, ―…birinin konumu diğerinin duruĢuna göre belirlenir‖ (Demez, 2005, s.20). Bu çalıĢmada, genellikle üniversite mezunu olan ve profesyonel iĢlerde çalıĢan erkeklerin dayanıĢma için oluĢturdukları erkek adam.com sitesindeki yazıĢmalar baĢka sanal sitelerin yanı sıra analiz edilmiĢtir. Bu sitede yazıĢan erkekler ―kadına bağımlı erkekler olarak değil, kendine yeten bireyler olarak yaĢamak istediklerini…‖ ifade etmektedir (Demez, 2005, s.189). Bu erkeklere göre, ―erkek çocuk yetiĢtirilme sürecinde yaĢamasını sürdürmesini sağlayan günlük iĢleri bile yapmaktan alıkonmakta, kendine yetmesi engellenerek, önce annesine sonra karısına bağımlı duruma getirilmektedir‖ (Demez, 2005, s.191). Geleneksel rollerinden Ģikayet eden bu erkekler, kadınların Ģefkat ve sevgi beklediklerini söylediklerini, ama gerçek yaĢamda bu davranıĢların tersini sergileyen maço davranıĢlı erkeklerle birlikte olmayı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Demez (2005, s.195) bu cümleyi Ģöyle yorumlamaktadır: ―… erkekler maço olmak istemezler ama kadınlar onları bu yola iterek, kendilerini de erkekleri de içsel çatıĢmalara sürüklüyorlar‖. EkĢi Sözlükte de Türk erkeğinin aslında kültürel kodlar yüzünden mağdur durumda olduğunun altı çizilir. Sözlükteki eril dile göre, ―Türk Kızı‖ bir yandan özgür olduğunu ilan eder; öte yandan ise hesabı erkeğin ödemesini bekler. Erkek kadınını rahat ettirmeli görüĢündedir. Erkeğinin arabalı olmasını bekleyen ―Türk Kızı‖ bir yandan da erkeğinden sertlik bekler. Genç Türk erkeğinin baĢka bir Ģikayeti de Türk kızının iliĢki kurmada inisiyatifi sürekli erkeğin almasını beklemesidir. Connel‘a (1998, s.249) göre, hegemonik erkeklik ile kadınların beklentilerinin uyuĢması söz konusudur. Kadınlar farkında olmadan alıĢık oldukları ataerkil değerleri koruyabilmekte, ya da yeniden üretebilmektedir. Kadınlar erkekler gibi rekabete giremez ve seçilmeyi bekler.Genç Türk erkeği bir taraftan ―özgürce‖ cinsel tatmin ve Ģefkat duygularını paylaĢacağı ideal kızı ararken, öbür taraftan günün birinde annesinin tasvip edeceği bir Türk Kızı ile evleneceğinin de beklentisi içindedir. Gane, evliliğin tutkuyu dizginleme iĢlevini yerine getirerek erkeği huzursuzluktan kurtardığını dile getirmektedir. Evlilik erkeklerin zihinlerinin dağılmaması ve düzenli bir yaĢam için gereklidir (Gane‘den aktaran Demez, s.105). Dolayısıyla evlilik ve aile her iki cins için mutluluk kaynağı olmanın ötesinde özellikle erkek için gerekli bir kurumdur. Kandiyoti (1998, s. 109-110) Türk toplumunda kadın erkek iliĢkileri bağlamında bir çifte söylemin geçerli olduğuna vurgu yapar. ġöyle ki, korumacı ve kontrolcü geleneksel erkeklik modernleĢmeci paradigma tarafından kadının ezilmiĢliği olarak algılanır. Aynı zamanda da ―popüler söylem‖ erkekliğe atfedilen bu değerleri idealize eder. Kandiyoti‘ye göre Türk toplumunda hegemonik erkeklik bu çifte söylem tarafından belirlenmektedir. Yumul‘a (2000, s. 42) göre, bu çifte söylemin bir tarafı eksik kaldığı zaman Türk toplumundaki hegemonik erkeklik kırılganlaĢmaya baĢlamaktadır. Yumul Türk toplumunda ―dıĢı Batılı, içi Doğulu‖ ya da ―melez erkek‖ idealinin hâkim olduğuna vurgu yapar. Örneğin, bu erkek kadının dıĢarıda çalıĢmasını kabul eder ama ev içinde karısına yardım etmez. Özbay (2013, s.188) ise, ―Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak‖ adlı makalesinde Türkiye‘de hegemonik erkekliği tespit etmenin değil, ―farklı erkekliklerin hangi doğrultularda yaygınlaĢtığını ya da kuvvet kazandığını anlamaya çalıĢmanın‖ daha yerinde bir sosyolojik uğraĢ olacağından bahseder. SON SÖZ YERĠNE: ERĠL DĠLĠN KURDUĞU SEMBOLĠK ĠKTĠDAR Erkekliğin kurduğu iktidar biçimleri üzerine az tartıĢılmıĢtır. Oysa erkeklik, farklı ortamlarda, kadınlığı kontrol ederek, disipline ederek, terbiye ederek ve eğiterek iktidarını kalıcı kılmaya çalıĢmaktadır. Bu makalede, Osmanlının son dönemlerinden bu yana, doğubilimci ve batıbilimci söylemlerin etkisinde ve günümüzde sanal ortamda ―Türk Kızı‖ ya da ―Türk Kadını‖ nın nasıl olması gerektiği üzerine bitmez tükenmez tartıĢmalar içinde olan eril dilin hâkimiyetine dikkat çekilmiĢtir. 82 EkĢi Sözlük‘te eğitimli, orta sınıf gençler arasında yer alan tartıĢma, eril dilin diĢi cins üzerinde nasıl sembolik bir iktidar kurmaya çalıĢtığına örnek olarak analiz edilmeye çalıĢılmıĢtır. Sanal ortamda konuĢma dili, özellikle erkekler arasında, argo kullanımını da içermektedir. Dolayısıyla, bu mecrada tartıĢılırken zaman, zaman aĢağılanan diĢi cins imgesi üzerinden sembolik bir Ģiddet üretilmektedir. Sözlükte tartıĢan erkek öznelerin ve bazı kadın öznelerin farkında olmadan ürettikleri sembolik Ģiddet, toplumda erkek iktidarını pekiĢtirmekte dolaylı da olsa rol oynamaktadır. ―Türk Kızı‖, ya da ―Türk Erkeği‖ deyimleri diĢi ve eril cinsi homojenleĢtirici bir iĢlev gördüğü için sorunludur.―Türk Kızı‖‘nın ‗ötekisi‘ ‗Batılı Kız‘ olagelmiĢtir. Bu bağlamda ataerkil cinsiyet rejimi iktidarını doğubilimci söylemi kullanarak yeniden üretegelmiĢtir. Buna karĢılık Türk erkeği nadiren sorgulanmıĢ ve ―Batılı Erkek‖ Türk erkeğinin ötekisi olarak düĢünülmemiĢtir. Batıbilimci söylem, Batı imajının kentsoylu özelliğini mutlaklaĢtırarak, Doğubilimci söylemin homojen ―Doğu‖ imajını kurgulamasına yardımcı olmuĢtur. Dolayısıyla, Doğubilimci söylem, Batıbilimci söylem ve hegemonik eril dil iç içe geçerek, ―Türk Kızı‖ imajı üzerinden bir ötekileĢtirme gerçekleĢtirmekte ve diĢi cinsin erkek cinsinden daha aĢağıda konumlanmasına ve değersizleĢtirilmesine neden olmaktadır. KAYNAKÇA Arlı, A. (2004). Oryantalizm Oksidentalizm ve ġerif Mardin, Ġstanbul: Küre. Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Chakrabarty, D. (1992). The Death of History? Historical Consciousness and the Capitalism. Public Culture: 4/2, 47-66. Culture of Late Chatterjee, P. (1986). Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative London: Zed Books. Discourse, Connel, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar, Cem Soydemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Demez, G. (2005). Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi, Ġstanbul: Babil. Giddens, A. (1992). The Transformation of Intimacy. Sexuality, Love and Eroticism in Modern Societies, Cambridge: Polity. Kandiyoti, D. (1998). Modernin Cinsiyeti: Türk ModernleĢmesi AraĢtırmalarında Eksik Boyutlar. Türkiye‘de ModernleĢme ve Ulusal Kimlik, (derl.) Sibel Bozdoğan ve ReĢat Kasaba, Ġstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Mahir-Metinsoy, E. (2010). Kadın Tarihi AraĢtırmaları Açısından Türk Kadını Dergisi. Türk Kadını (1918-1919), (hazırl.) Birsen Talay KeĢoğlu ve Mustafa KeĢoğlu, Ġstanbul: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı. Nadel-Klein, J. (2003). Occidentalism as a Cottage Industry: Representing the Autochthonous ‗Other‘in British and Irish Rural Studies. Occidentalism. Images of the West, (ed.) James G. Carrier, Oxford: Clarendon Press. Nira-Yuval, D. (1997). Gender & Nation, London: Sage. Özbay, C. (2013). Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak. Doğu Batı. Toplumsal Cinsiyet, 63, 185-204. Ryan, L. (2002). Flappers & Shawls: The Female Embodiment of Irish National Identity in the 1920s. Women as Sites of Culture. Women‘s Roles in Cultural Formation from the Renaissance to the Twentieth Century, (ed.) Susan Shifrin, Aldershot: Ashgate. Said, E. (1978). Orientalism, New York: Vintage Boks. Talay-KeĢoğlu, B.ve KeĢoğlu, M. (2010). Türk Kadını (1918 – 1919), Ġstanbul: Kadın Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi. Eserleri Turner, B. S. & Rojek, C. (2001). Society & Culture. Principles of Scarcity & Solidarity, London: Sage. 83 Turner, B. S. (2002). Oryantalizm, Globalizm ve Postmodernizm, Ġbrahim Kapaklıkaya (Çev.). Ġstanbul: Anka Yayınları. 84 „SINIR‟DA KADIN OLMAK Latife AKYÜZ1 ÖZET Bu çalıĢmada, sınır bölgelerinde, sınır ekonomisiyle ortaya çıkan yeni toplumsal dinamiklerin bu bölgelerde yaĢayan kadınlar tarafından nasıl deneyimlendiği ve bu kadınların yaĢamlarında ne tür farklılıklar yarattığı Türkiye-Gürcistan sınırındaki Hopa ilçesi örneği üzerinden değerlendirilecektir. ÇalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyet biçimlerine sahip olduğu – kaçakçılık ya da sınırötesinden gelen kadınlar üzerinden ortaya çıkan eğlence sektörü gibive bu ekonominin etkilerinin en açık biçimiyle etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarının grup içi ve gruplararası iliĢkilerinde izlenebileceğidir. Bu çalıĢma, 2007-2011 yılları arasında Hopa merkez, Sarp sınır köyü ve KemalpaĢa ilçesinde yapılmıĢ 52 kaydedilmiĢ ve sayısız kayıt altına alınmamıĢ derinlemesine mülakata, odak grup görüĢmelerine ve görüĢmecinin gözlemlerine dayanmaktadır. ÇalıĢmada hem yerel kadınların hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadınların deneyimleri kendi anlatıları üzerinden ve sınır çalıĢmaları içerisindeki toplumsal cinsiyet tartıĢmaları ıĢığında analiz edilecektir. Sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyet ve etnik gruplarla kesiĢme noktaları ve bu kesiĢme noktalarında ortaya çıkan yeni eĢitsizlikler tartıĢılacaktır. Anahtar Kelimeler: Sınır, Sınır Ekonomisi, Toplumsal Cinsiyet, Etnik Grup ABSTRACT In thisstudy, how the new Dynamics that appear with the border economy experienced by women wholive in theseregions and what kind of differences are occured in their daily life with this economywill be explained. Main argument of this study is that border regions have economic activities unique to themselves- smuggling, entretainment sector based on sex worker come from other side of border-and this economy reflects itself in the intra-group and intergroup relations of ethnic groups and gender.This research is based upon 52 recorded (voice recording and note taking) and countless unrecorded interviews that were conducted at different times between the years 2007-2011, at central Hopa, the border village of Sarp and the district of Kemalpasa and the observations of the interviewer. In this study, both the experiences of local women and the migrant women coming from otherside of the border will be analyzed with the irnarratives and in the light of gender discussions in border studies. Then ewin equalities that appear with the intersection of gender and ethnicity with border economy will also be analyzed. Keywords: Border, Border Economy, Gender, Ethnic Groups GĠRĠġ Sınırların bir akademik disiplin içerisinde tartıĢılmaya baĢlanması Birinci Dünya SavaĢı‘nı izleyen yıllara denk gelmektedir. Genellikle politik coğrafyacılar tarafından ve ulus-devlet tartıĢmaları ve egemenlik, ulusal kimlik, vatandaĢlık gibi kavramlar üzerinden devam eden tartıĢmalar son 30 yılda yeni boyutlar kazanmıĢtır. Sovyetler Birliği‘nin dağılıp, ikili dünya düzeninin sona ermesiyle ortaya çıkan yeni devletler sınırların ideolojik ve kültürel boyutlarını tartıĢmaya açmıĢtır. Avrupa Birliği‘nin geniĢleme politikaları ve yeni devletlerin vatandaĢlarının kültürel entegrasyonu gibi konular gündeme oturmuĢtur. Sınır bölgeleri artık sadece ulus-devletlerin egemenlik alanlarını belirleyen çizgiler değil, kültürlerin karĢılaĢtığı, çatıĢtığı, sosyal ve kültürel kimliklerin yeniden kurulduğu yaĢayan mekânlar olarak ele alınmaya baĢlanmıĢ ve kültür, kimlik, yer/mekân gibi kavramlar sınırdaki görünüĢleriyle tartıĢmaya açılmıĢtır.Türkiye-Gürcistan sınırının geçiĢlere yeniden açılması da bu politik geliĢmelerin bir sonucudur. 1 ArĢ.Gör., ODTÜ, Sosyoloji Bölümü, latife@metu.edu.tr. 85 TÜRKĠYE-GÜRCĠSTAN SINIRI Hopa ve çevresi tarih boyunca hep sınır savaĢlarına maruz kalmıĢ bir bölgedir. Son olarak 1921 yılında imzalanan Kars AntlaĢması ile Hopa Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliğinin sınırı iken, SSCB`nin dağılma sürecinin ardından 1991 yılında Gürcistan`ın bağımsızlığını ilan etmesiyle de Türkiye-Gürcistan sınırı haline gelmiĢtir. 1937-1988 yılları arasında tüm geçiĢlere kapatılmıĢ olan bu sınır, 1988 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberalism dalgasının bir sonucu olarak yeniden araç ve yolcu geçiĢine açılmıĢtır. Bu çalıĢmada, 1988 yılında sınırın yeniden açılmasından sonraki süreçte yaĢananlara odaklanılmıĢtır. Türkiye-Gürcistan sınırı hem bölgedenin politik arenasında meydana gelen geliĢmelerin ve hem de sınır bölgelerinin kendine özgü yaĢamının izlenebileceği bir yer olmuĢ ve 1921 yılında sınırın çizilmesinden günümüze kadar olan süreçteki politik ve sosyal geliĢmeleri ve değiĢimleri yansıtmıĢtır. Sarp Sınır Kapısı Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan "Uluslararası Kara TaĢımacılığı AnlaĢması" gereğince 31.08.1988 tarihinde trafiğe açılmıĢtır. Bu sınır sadece iki ülke arasına çizilmiĢ bir sınır değil, aynı zamanda iki farklı ekonomik ve ideolojik düzen arasına çizilmiĢ bir sınırdır. 1988 yılında sınırın yeniden açılması, sınırın her iki tarafında da o güne kadar görülmemiĢ bir hareketliliğe yol açmıĢtır. Ġnsanlar çeĢitli nedenlerle ve ençok da ellerinde varolan eĢyaları satmak üzere sınırı aĢıp Hopa`ya gelmiĢ ve Rus pazarları ve bavul ticaretiyle baĢlayıp, eğlence sektörünün doğusuna kadar sürecek yeni ekonomik yaĢam hem Hopalılar hem de sınırın diğer tarafından gelenler için baĢlamıĢtır.Sınırın diğer tarafında yaĢanan dönüĢümün de bir göstergesi olarak açılan bu kapı onlar için aynı zamanda kapitalizme açılan kapı olmuĢtur. Bağımsızlığını yeni ilan etmiĢ yoksul bir ülkenin vatandaĢları, altüst olmuĢ bir ekonomik ortamın neden olduğu yoksulluktan kurtulma yolunu sınırın bu tarafına geçip, elinde ne var ne yoksa satmakta bulmuĢ ve Hopa‘dan Trabzon‘a uzanan Rus pazarları böylece ortaya çıkmıĢtır. Çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Hopa‘da ekonomik, kültürel ve sosyal yaĢamda en etkili ve en fazla nüfusa sahip olan iki grup vardır. Bunlar Lazlar ve HemĢinlerdir. Bu çalıĢmada bu nedenle bu iki grup değerlendirilmiĢtir. Bu çalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyetlere sahip olduğu ve bu ekonominin kendini en çok etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarınıngrupiçi ve gruplararası iliĢkilerinde yansıttığıdır. Yukarıda bahsettiğimiz iki etnik grubun sınır ekonomisiyle ortaya çıkan süreçleri nasıl deneyimledikleri bu çalıĢmada ele alınmamıĢ, kadınların deneyimleri tartıĢılmıĢtır. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bu gruplar arasında varolan kültürel sınırlar devam etmekle kalmamıĢ, sınırın yarattığı yeni sosyal ve ekonomik dinamikler, bu iki grup arasında yeni ötekileĢtirme söylemleri ortaya çıkarmıĢtır. Etnik grupların birbirleriyle olan iliĢkilerinde yaĢanan bu durum, toplumsal cinsiyet gruplarının iliĢkilerinde de benzer bir biçimde karĢımıza çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyet iliĢkilerindeki dinamikler çok boyutlu, çok katmanlı ve birbirleriyle içiçe geçmiĢ bir iliĢki yapısı ortaya çıkarmıĢtır. SINIR‟DA KADIN Hopa‘da sınırın yarattığı kaotik süreçleri en fazla hissedenler kadınlar olmuĢtur. Burada hem yerelHopa‘lı kadından, hem de sınırın diğer tarafından çalıĢmak ya da yerleĢmek üzere Hopa‘ya gelen göçmen kadından bahsetmek gerekmektedir. Bu kadınların süreci deneyimleme biçimleri elbette ki birbirinden farklı olmuĢtur. Ancak en temelde hepsi için ortak olan ve Ģiddet, ezilmiĢlik ve yoksayılma üzerine kurulmuĢ bir yaĢam ortaya çıkmıĢtır. Hem yerel kadının hem de göçmen kadının hayatını belirleyen Ģey ‗eğlence sektörü‘ olmuĢtur. Seks iĢçisi olarak gelen göçmen kadın, bu sektörün temel bileĢeni iken ve sektörün yarattığı sömürü ve eĢitsizlikten doğrudan etkilenirken, yerel kadın kocasının eğlence sektörüne giriĢi ve ‗öteki‘ kadınla iliĢki kurma biçimi üzerinden etkilenmektedir. Yerel kadının kocasıyla, ailesiyle ve çocuklarıyla kurduğu iliĢkileri ve sosyal yaĢamdaki statüsü yeniden belirlenirken, göçmen kadının daha somut bir biçimde ‗bedeni ve can güvenliği‘ sözkonusu olmaktadır. Özellikle sınırın ilk açıldığı zamanlarda, henüz bir sektöre dönüĢmemiĢken, sınırın diğer tarafından seks iĢçisi olarak gelen kadınlara karĢı Ģiddet, dağa kaldırma, para vermeden cinsel sömürü aracı olarak kullanma olayları yaĢanmıĢtır. Dövülme, tecavüze uğrama vakaları da ortaya çıkmıĢtır. Daha sonra ise kuralların konduğu, kadınların görece daha güvenli ortamlarda (oteller gibi) 86 çalıĢtırıldığı bir sektöre dönüĢmüĢtür. Bu kadınlar, üzerinden para kazanılabilir bir meta haline gelmiĢtir. FuhuĢ, izbe evlerden, kötü otellerden daha sistematik iĢleyen bir sektöre dönüĢmüĢtür. Sınır ekonomisine dahil olma biçimleri yereldeki kadınla, dıĢarıdan gelen ‗göçmen‘ kadın için çok farklı bir yol izlemektedir. DıĢarıdan gelen kadın bu ekonominin ‗belkemiği‘ olurken, Hopa‘lı kadın bu ekonomiye dahil olamadığı gibi, bunun tüm etkilerini kendi yaĢamında, eĢiyle, ailesiyle ya da çocuklarıyla olan iliĢkilerinde deneyimlemektedir. Özellikle daha önce köyde yaĢamıĢ, köy yaĢamında söz sahibi olan ve aile ekonomisinde önemli bir rol oynayan kadınlar, Ģehir merkezine göç ettikten sonra, ailedeki söz haklarını büyük oranda yitirmiĢlerdir. Ekonomik iliĢkilerde atıl duruma düĢen kadınlar, ev içinde de sadece evislerini yapan, çocuklara bakan ve kocasının eve para getirmesini bekleyen bir konuma gerilemiĢlerdir. Çay üretimine ve köydeki diğer üretimlere bağlı olan aile ekonomisi, sınırın açılmasından sonra bu niteliğini kaybedip sınır ekonomisine bağlı hale gelmiĢtir. Dolayısıyla kadının çay üretimindeki emeği açığa çıkmıĢ ama sınır ekonomisine de dahil olamamıĢtır. Kandioti (1988:7)‘ye göre kadının statüsünün üretime katkısı üzerinden değiĢtiğini iddia etmek basit bir ekonomist yaklaĢımdır ve Türkiye‘de kadının ailedeki yerini belirleyen temel etmenler doğurganlık, yaĢ, taze gelin olmak ya da kaynana olmak gibi ekonomi dıĢı etmenlerdir. Bu aile iliĢkilerinin ekonomiden bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir ona göre ama bu ekonominin yerel yapılarla etkileĢimi gözardı edilmemelidir. Ancak bu ‗basit ekonomist‘ yaklaĢım bizim örneğimizde kadının ailedeki yerinin belirlenmesinde temel etmen olmuĢtur. Hopa‘lı kadın sınır ekonomisinin yarattığı ekonomik faaliyetlere katılamadığı ve topladığı az miktardaki çayın ekonomik değeri olmadığı için hem eĢiyle olan iliĢkisinde hem de geniĢ aileyle devam eden iliĢkisinde varolan söz hakkını kaybetmiĢtir. Hopa‘da sınırın açılmasından sonra ortaya çıkan bu yeni sosyal dinamiklere kadınların uyum sağlama yollarını anlamak ve ortaya çıkan yeni mağduriyetleri değerlendirmek için yine Kandiyoti‘nin ‗ataerkil pazarlık‘ kavramına bakmakta yarar vardır. Kandiyoti‘ye (1988:13) göre, Bütün egemenlik sistemlerinde olduğu gibi erkek egemenlik sistemlerinin de hem koruyucu hem de baskıcı öğeleri vardır ve her sistem içinde kadınların da kendi güç ve özerklik kaynakları mevcuttur. Dolayısıyla onları eziyormuĢ gibi görünen sistemlere kadınlar da erkekler kadar bağlı olabilir. Ancak ―ataerkil pazarlık‖lar birtakım karĢılıklı beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır ve bu beklentilerin niteliği toplumdan topluma değiĢebilir. Evlerine hapsedilen Hopa‘lı kadınların pazarlığı ise, kocasının evini geçindirecek parayı kazanmasına karĢılık, sınır ekonomisinin yarattığı herhangi bir ticaret biçimine girmesine gözyummak ve bunun sonuçlarını kabullenmek olmuĢtur. Karadeniz Bölgesindeki kırsal dönüĢüm,Kandiyoti‘nin dediği gibi erkekler arasındaki tabakalaĢmayı derinleĢtirmiĢ, sınırın açılmasıyla farklı bir boyut kazanan bu değiĢim süreci aynı zamanda kadınla erkek arasında varolan eĢitsizlikleri de derinleĢtirmiĢtir. Kadının varoluĢu erkeğin sınır ticaretinin yarattığı koĢullara dahil olma biçimine göre Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Kırsal yaĢamında üretim sürecine katılarak ya da bu sürecin tamamını yüklenerek elde ettiği söz hakkından da Ģehirde evlere mahkûm edilerek mahrum bırakılmıĢtır. Geleneksel, toprağa dayalı ataerkil sistemin çözülüĢü, Kandiyoti‘ye göre (2011:50) her ne kadar kadınları özgürleĢtirici bir potansiyele sahip olsa da, bu sadece bir potansiyel olarak kalmakta, ―kadınlar geleneksel uğraĢılarından kopup boĢ zaman sahibi olmaya baĢladıklarında, üretken üyeler olarak topluma girmektense, gösteriĢçi tüketim yoluyla erkekler için bir ‗prestij simgesine‖ dönüĢmektedirler. Üstelik bizim örneğimizdeki gibi, sınırın diğer tarafından gelen ‗bakımlı, güzel giyimli, genç‘ kadınların seksiĢçisi olarak ortamda bulunduğu durumda iĢler zorlaĢmakta eĢitsiz bir rekabet ortamı ortaya çıkmaktadır. Bu ortamda erkeği için bir ‗prestij simgesi‘ haline gelebilmek neredeyse imkansız olmaktadır. Kadınlığını bu göçmen kadınlara göre yeniden tanımlamak ve buna göre kurmak zorunda kalmaktadır. Ya daha güzel giyinerek, daha güzel görünerek, kocasının cinsel ihtiyaçlarına daha fazla cevap vererek kocasını evde tutmak ya da kocasını baĢka kadınlarla paylaĢmaya razı olmak zorundadır. Bugün Hopa‘daki kadınlara dayatılan durum budur. Kadınlar kocasının sınır ticaretinden kazandığı paraya mahkûm duruma gelmiĢ, eve getirilen bu paraya karĢılık 87 çoğunlukla ‗kadınlıklarından‘ vazgeçmiĢlerdir. Kandiyoti (2011:126) ‗sınıf, kast ve etnik kökene bağlı olarak çeĢitlilik sergileyebilen herhangi bir verili toplumda, kadınların hayat stratejilerini içinde bulundukları sistemden kaynaklanan bir dizi somut zorunluluk çerçevesinde kurduklarını ileri sürmüĢ ve bunlara ataerkil pazarlık terimini yakıĢtırmıĢtır. Ona göre ataerkil pazarlık; Ġki cinsiyetin de uzlaĢtığı ve rıza gösterdiği ama bununla birlikte karĢı koyulabilen, yeniden tanımlanabilen ve gözden geçirilebilen cinsiyet iliĢkilerini düzenleyen bir kurallar dizisinin varlığına iĢaret eder. Bu ataerkil pazarlıklar, hem kadınların öznelliklerini hem de farklı bağlamlarda toplumsal cinsiyet ideolojisinin niteliğini saptamakta güçlü bir etki yaparlar. Aynı zamanda kadınların aktif ya da pasif direniĢinin hem gerçek hem de potansiyel biçimlerini etkilerler. En önemlisi, ataerkil pazarlıklar tarih dıĢı ya da sabit değildirler; toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin yeniden müzakeresi ya da mücadele için yeni alanlar açan tarihsel dönüĢümlere açıktırlar. Kadınların değiĢen ataerkil iliĢkiler içerisinde ‗pasif direniĢi bu ataerkil pazarlık çerçevesinde kendi paylarını istemek biçimini alır: ‗itaat, uyumluluk ve erkek onurunun aslında kendi saygın davranıĢlarına bağlı olduğunun onaylanması karĢılığında korunma ve güvence‘ (Kandiyoti; 2011:139). Kalaycıoğlu ve Tılıç (1988:235), ev hizmetinde çalıĢan kadınlar üzerine yaptıkları araĢtırmalarında, kadının iĢ yaĢamındaki durumunu ele alırken sadece kapitalizm ya da ataerkillik gibi egemenlik iliĢkileri içerisinde değerlendirmenin çoğunlukla kadını bir birey olarak yok saymaya neden olduğunu söylemektedirler. Bir birey olarak kadın Kalaycıoğlu ve Tılıç‘a göre, [T]üm ideolojik etkileri kendi potasında yoğurup, olayları, iliĢkileri ve ortamı kendi koĢullarına uygun ve kendini daha mutlu kılacak stratejiler saptamasıdır. Üstelik bu, bireyin her gün, her an sürekli yaĢadığı bir meĢrulaĢtırma sürecidir. Bu meĢrulaĢtırma süreci, kadının aile ve toplum içindeki konumunun belirlenmesindeki ana etkendir. Her gün kocasının baĢka bir kadınla birlikte olduğunu bilerek yaĢamak ve bunu kabullenmek için Hopa‘lı kadının da bir meĢrulaĢtırmaya ihtiyacı vardır. Bunu kimi zaman görmezden gelerek yaparken, kimi zaman da bildiği halde çocukları için kaldığını söyleyerek meĢrulaĢtırmaktadırlar. Bu söylemler, kadının sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı koĢullarla baĢetme yöntemi, ataerkiyle yaptığı bir pazarlıktır. Bir taraftan köyden kente göç ederek köydeki birçok ağır iĢten kurtulmuĢ, ekonomik olarak daha iyi koĢullarda yaĢamaya baĢlamıĢtır ancak bunun için kadınlığından vazgeçip, çoğu zaman sadece bir anne olarak hanede varlığını devam ettirmek zorunda kalmıĢtır. Erman‘ın (1998:211)‘ın da belirttiği gibi köyden kente göç, köy kadınları için arzulanan, büyük beklentiler içeren, daha iyi, daha rahat bir yaĢantı vaadini taĢıyan bir olgudur. Kent bu kadınlar için; [K]ocasının aile ve akrabalarının baskısından uzaklaĢabileceği, çocukları ve kocasından oluĢan kendi ailesini kurabileceği, köyün ağır iĢlerinden, hem evde hem tarlada ‗köle‘ gibi çalıĢmaktan kurtulabileceği, kocanın ‗kazak‘lığının yumuĢayabileceği, ayrıca çocuklarının eğitim olanaklarına kavuĢacakları, ailenin kentin sağlık ve diğer hizmetlerinden yararlanabileceği bir ortamdır. Köyden ilçe merkezine göç eden HemĢinli kadınlar da kayınvalideleri ve kayınbabalarıyla birlikte yaĢamak zorunda oldukları, hem çay bahçesinde hem tarlada çalıĢıp hem de eviçi iĢleri yapmak zorunda kaldıkları bir köy yaĢamından kurtulmuĢlardır. Ancak büyük Ģehre değil, ilçe merkezine göçmüĢ olmak mekân kullanımlarını kısıtlamıĢ, üstüne bir de sınır ilçesinde olmanın yarattığı ve yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla da baĢetmek zorunda kalmıĢlardır. Belki de merkezde karĢılaĢtıkları bu sorunlar nedeniyle, görüĢme yaptığım kadınlar köy yaĢamına duydukları özlemi sıklıkla dile getirmiĢlerdir. Sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı yeni yaĢam dinamiklerini tartıĢırken, HemĢinli kadınlarla Laz kadınların süreci deneyimleme biçimlerindeki farklılıklara da değinmek gerekmektedir. Çünkü sınırla beraber köyden Ģehir merkezine göç etme durumu HemĢinli kadınlar için söz konusu olmuĢtur. Eğitim almamıĢ, hayatı boyunca da sadece çay ve tarla iĢlerinde çalıĢmıĢ HemĢinli kadınların karĢısına merkezde kendilerine göre daha eğitimli, ‗Ģehirli‘, onların söyleyiĢiyle ―sosyete‖ Laz kadını çıkmıĢtır. Üstelik buna bir de, sınırın diğer tarafından gelen kadınlar eklenince bu 88 hiyerarĢide HemĢinli kadın en altta kalmıĢtır. EĢlerinin sınır ticaretinden daha fazla para kazanması, aile ekonomisinin düzelmiĢ olması onların sosyal yapıda en altta olma durumunu çok da değiĢtirmemiĢtir. Sınırla birlikte ortaya çıkan ve Hopa`ya ve daha doğrusu Karadeniz sahiline genellenebilecek bir gerçeklik de, kadının içine düĢtüğü bu durumun, tuttuğunu koparan, güçlü ve söz sahibi Karadeniz kadını anlayıĢının yıkılmıĢ olmasıdır. Elbette ki sınırdan önce kadınlar çok rahat koĢullarda, evin içinde kocalarıyla eĢit bir iliĢki sürdürmemiĢlerdir ancak kadınların üretim sürecinde yer almaları onlara bazı durumlarda söz hakkı sağlamıĢtır. Sınırın açılması kadın için zaten çok az olan bu alanı da ellerinden almıĢtır. Bugün, çalıĢma olanaklarının olmaması, topladıkları çayın da ekonomik olarak bir getirisinin kalmamıĢ olması bu kadınları evlere hapsetmiĢtir. Laz ve HemĢinli kadınların sınır ekonomisiyle iliĢkisi ve bu ekonominin ortaya çıkardığı dinamiklerden etkilenmesi dolaylı bir biçimde, kocalarının bu ekonomiye giriĢ biçimine bağlı olarak Ģekillenmektedir. Bu etkilenme biçimleri, Laz ya da HemĢinli olmaya yani etnik kimliğine ve kocasının bu ekonomik iliĢkilere hangi biçimde girdiğine bağlı olarak değiĢmektedir. Laz kadınlar, bu ekonomik iliĢkilerin sonuçlarından daha farklı bir biçimde etkilenmiĢtir. Çünkü Laz erkekler toprak sahibi olmaları avantajını kullanarak büyük otel sahibi olmuĢ ya da zaten dükkân sahibi oldukları için esnaflık yapmaya devam etmiĢlerdir. Gümrük Ģirketlerini HemĢinliler kurmuĢ ya da tır sahibi HemĢinliler olmuĢken, Lazlar Esnaf ve Sanatkârlar Odası baĢkanlığı ya da Ticaret ve Sanayi Odası BaĢkanlığı yapmıĢlardır, yani resmi kurumlarda, daha ‗temiz‘ iĢlerde çalıĢmıĢlardır. Dolayısıyla sınırın diğer tarafına yapılan küçük ölçekli ticaretle, Ģoförlükle ya da eğlence sektöründeki gene küçük ölçekli iĢlerle uğraĢmamıĢlardır. FuhuĢ için bu mekânları iĢleten olmamıĢ, dolayısıyla da Laz kadınlar bu sektörlerden sistematik bir biçimde değil, daha çok kocalarının seks iĢçileriyle kurduğu bireysel iliĢkiler üzerinden etkilenmiĢlerdir. Oysa HemĢinli kadınlar için süreç tam tersine bir biçimde iĢlemiĢtir. Üstelik HemĢinli kadının sadece çekirdek ailesi değil, geniĢ ailesi yakın akrabaları da bunlardan etkilenmiĢtir. Çünkü HemĢinli erkekler, sınırın açılmasından önce de yaptıkları Ģoförlük mesleğini sınırın açılmasından sonra daha da arttırmıĢ, aile ve akraba yardımlarıyla kamyonlarını tır‘a çevirerek iĢin sadece çalıĢanı değil sahibi haline de gelmiĢtir. Ayrıca Hopa merkezdeki daha küçük mekânlarda bar, lokanta, küçük otel sahipliği yaparak eğlence sektörünün tüm alanlarında kendini var etmiĢtir. Sınırın diğer tarafındaki kadınlarla hem sınırın diğer tarafında hem de Hopa‘da iliĢki kurmuĢ ve HemĢinli kadın bu kadınlarla kurulan iliĢkilerin etkilerine sürekli olarak maruz kalmıĢtır. Sınır ilk açıldığı zamanlarda yükselen boĢanma oranları zaman içerisinde düĢüĢe geçmiĢtir. Kadınlar ‗yuvalarını bozmamak‘, ‗çocuklarını bırakmamak‘ için kocalarını terk etmediklerini söyleseler de, bir yandan da kocalarının sınır ekonomisi üzerinden sağladığı ekonomik kazançla daha rahat hayatlar elde etmiĢlerdir. Kandiyoti (1988)‘nin ataerkil pazarlık olarak tanımladığı ve yukarıda ele aldığımız bu durum, HemĢinli kadının sınır ekonomisinin yarattığı bu iliĢkiler içerisinde kendi durumunu meĢrulaĢtırma biçimidir. HemĢinli ve Laz kadının arasındaki iliĢkilerde ortaya çıkan bu ayrım, göçmen kadınla karĢı karĢıya kalındığında, bu kez her ikisi içinde ortak bir durum, bir rekabet ortamı yaratmaktadır. DıĢarıdan gelen kadın her ikisinin ortak ―öteki‖si olmaktadır. Bakımlı, güzel ve eĢlerinin kolayca ulaĢabildikleri göçmen kadınlarla kamusal alanda biraraya gelmemelerine rağmen, kocalarının bu kadınlarla kurduğu iliĢkiler ve erkeklerin bu kadınlara dair anlatıları üzerinden bir karĢılaĢma gerçekleĢmektedir. ġöyle ki, hem HemĢinli hem de Laz erkekler için, eğitimli, kültürlü, konuĢmayı bilen, bir görüĢmecinin dediği Ģekliyle ‗insan ömrünü uzatan‘ bu kadınların gelmesi kendi kadınlarını da değiĢime zorlamaktadır. Daha önce ‗yiyip, içip, çocuk doğurup ĢiĢmanlayan‘ Karadeniz kadınları erkeklerini kaptırmamak için kendilerine ‗çeki-düzen‘ vermek zorunda kalmıĢlardır bu erkeklerin söylemlerine göre. Bu kadar eĢitsiz bir rekabet ortamı, ataerkil sistemin kadınlara yüklediği sorunlara ve atfettiği sorumluluklara yenilerini eklemiĢtir. Üstelik köyden Ģehir merkezine yakın zamanda göç etmiĢ ve eğitimsiz bıraktırılmıĢ HemĢinli kadınlar için bu eĢitsizlikler katmerlenmiĢtir. ġehir merkezine göç ettikten sonra çalıĢma yaĢamında yer bulamayan, köyle iliĢkisi de asgari düzeye inen HemĢinli kadınlar için evlerinde oturup ‗kocalarını beklemek‘, gün düzenlemek ve rutin eviĢlerini yapmak dıĢında bir yaĢam alanı kalmamıĢtır. Laz kadınlar için ise hep Ģehirde yaĢamıĢ olmaktan, eğitimli olmaktan ve dolayısıyla iĢ yaĢamında daha fazla Ģansa sahip olmaktan kaynaklı bir avantaj ortaya çıkmıĢtır fakat Hopa`nın istihdam koĢulları düĢünüldüğünde bunun çok da büyük bir avantaj olmadığını gözden kaçırmamak gerekmektedir. 89 Yerel kadın için haksız rekabeti yaratan, bu hikâyenin ‗kötü karakteri‘ olarak görülecek göçmen kadının hikâyesi ise bir baĢka sömürü ve mağduriyet öyküsüdür. Sınırın yarattığı ekonomik ortama farklı biçimlerde katılan bu kadınlar da küresel ekonominin ve ataerkinin kurbanı olmuĢlardır. Sınırın açıldığı zamandan günümüze kadar geçen sürede, sınırı geçip gelen ve sınırdaki ekonomik yaĢama dahil olan dört farklı göçmen kadın tipinden bahsetmek mümkündür. Bunlar; bavul ticareti için gelen kadınlar, evlenip yerleĢen kadınlar, seks iĢçisi kadınlar ve temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı gibi eviçi iĢlerde çalıĢmak üzere gelen kadınlardır. Sınır ilk açıldığı zamanlarda bavul ticareti olarak adlandırılan ve çoğunlukla da günübirlik yapılan ticaret için sınırı geçen ve elindeki ürünleri satıp ülkesine dönen kadınlar hem `satıcı` hem de `alıcı olarak Hopa`daki ekonomik yaĢama katılmıĢlardır. Bu kadınlar çoğunlukla aileleriyle beraber ve evlerindeki eĢyaları satmak üzere gelmeye baĢlamıĢ, daha sonra ise Karadeniz sahilinden Ġstanbul Laleli`ye doğru kayan bavul ticaretinin bir parçası olarak devam etmiĢlerdir. Sınırın diğer tarafından gelen kadının Hopa‘daki günlük yaĢama entegre olabilmesinin en önemli araçlarından birinin evlilik olduğu söylenebilir. Sınır açıldıktan sonra evlenerek sınırın bu tarafına yerleĢenlere, hem sahte evlilik yapıp vatandaĢlık alanları hem de gerçekten evlenip gelenleri dahil etmek gerekmektedir. Hopa`da sahte evlilik yapıp Türk vatandaĢlığını alanların birçoğu Hopa`da kalamayip çalıĢmak üzere daha büyük Ģehirlere gitmiĢlerdir. Nüfus müdürünün verdiği bilgiye göre, sınırın diğer tarafından evlilik yapıp gelenlerin sayısı 2004 ten sonra düĢüĢe geçmiĢtir. Çünkü, 2004 yılına kadar, evlilik yapanlar bir günde Türk vatandaĢlığına geçebilmiĢlerdir. Bu nedenle o dönemde paravan evlilikler çok olduğunu belirten nüfus müdürü, bugün ise vatandaĢ olabilmek için 3 yıl ikametgah zorunluluğu bulunduğunu ve vatandaĢlık iĢlemlerinin zorlaĢtırıldığını belirtmiĢtir. Bu nedenle sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla evlenme oranı düĢmüĢ gibi görünmektedir. Ancak bu noktada insanların genelde resmi evlilik yapmadan, nikahsız bir biçimde birlikte yaĢadıklarını da belirtmek gerekmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen ve evlenip yerleĢen bu kadınlar için sürecin farklı zorlukları vardır. Evlenip geldikleri ailelerdeki özellikle yaĢlı aile üyeler isimlerini değiĢtiriğ, Türkçe isim koyarak onları sahiplenmeye ya da topluma kabul ettirmeye çalıĢmıĢlardır. Ayrıca bu kadınların kendilerini aileye ve topluma kabul ettirebilmek için din değiĢtirdikleri de bilinmektedir. Son dönemlerde sıklıkla bahsedilen bir baĢka durum ise, temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı için sınırı geçen kadınlar olgusudur. Hopa‘da artık yaygın bir biçimde evlerde çocuk ya da yaĢlı bakımı için gelip çalıĢan ve çoğu zaman da yatılı olarak kalan Gürcü kadınlara rastlamak mümkündür. Kimileri çocukları için müzik dersleri aldırırken, birçoğu da temizlik ve yaĢlı bakımı için bu kadınları evlerine almakta ve bu kadınların birçoğu bu evlerde yatılı olarak kalmaktadır. Bu durum, göçmen kadınlara karĢı algıların yumuĢamasını sağlayan bir ortam yaratmıĢ aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlar, Hopa‘lı kadınlar için artık ―yabancı‖ değildir ve onları evlerinde yatıracak kadar güvenmektedirler. Oysa, sınırın diğer tarafından gelen ‗yabancı‘yla kurulan bu iliĢki, daha önce de bahsettiğimiz gibi yüzyıllardır birarada yaĢayan Laz ve HemĢinli kadınlar arasında kurulamamıĢtır. Dünyadaki baĢka sınırlar ve bu sınırlardaki kadınlar tartıĢılırken daha çok eğlence sektörüne girmiĢ ve seks iĢçisi olarak çalıĢan kadınlar konu edilmektedir. Hopa içinde durum çok farklı değildir. Bugün, Hopa‘da yaĢayan kadınlarla, sınırın diğer tarafından gelen seks iĢçisi kadınların kamusal alanda karĢılaĢma ihtimalleri oldukça düĢüktür. Çünkü kurallar içerisinde, belli mekanlarda, belli sokaklarda ve akĢam belli bir saatten sonra yapılan bir ticaret sözkonusudur artık. Seks iĢçisi kadınların gittiği kuaförlere yerli kadınlar gitmemekte, mümkün olduğunca aynı dükkanlardan alıĢveriĢ yapmamaktadırlar. Her ne kadar yerel kadınlar seks iĢçisi bu kadınlarla iletiĢim kurmasa da, onlara karĢı bir nefret söylemi de yoktur. Burada seks iĢçisi bu kadınlara yönelik yaklaĢımda sol söylemle bir eklemlenme gözlemlenebilir. Bu kadınlar genel olarak çok da ―kötü‖ algılanmamaktadır. Hemen herkeste ―onlar da insan‖, ―öbür tarafta yoksulluk çok, mecburen bu iĢi yapıyorlar‖ gibi ortak bir söylem bulunmaktadır. Yerel kadın eve hapsolduğu için ve dıĢarıdan gelen kadında yukarıda da belirttiğimiz gibi otellerde hapsolduğu için bu kadınların karĢılaĢma ve iliĢki kurma olasılıkları oldukça düĢük olmaktadır. Ancak yerli kadınlar ailesindeki erkeklerin (eĢinin, babasının, ya da oğlunun) bu kadınlarla kurduğu iliĢkilerin etkilerini günlük yaĢamlarının her alanında deneyimlemektedirler. 90 Özgen, (2006) Iğdır‘da, sınırın diğer tarafından gelen kadınlara dair söylemler üzerinden ―kadın bedeni üzerinden ötekileĢtirilen ve ötekileĢtiren millet‖ tartıĢması yapmaktadır. Iğdır örneğinde Kürtler bu kadınların Türk olduğunu, Türkler ise Kürt olduğunu iddia ederek milliyet üzerinden yeni ötekileĢtirme söylemleri yaratmaktadırlar. Bizim örneğimizde de sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar üzerinden derinleĢtirilen bir ayrımcılık vardır. Bu etnisite ile toplumsal cinsiyetinkesiĢtiği bir diğer nokta olmuĢtur aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar ‗öteki‘, bu kadınlara giden ya da bu kadınların çalıĢtığı mekânları iĢleten de bir kez daha dıĢlanması gereken HemĢinliler olmuĢtur. SONUÇ YERĠNE Sarp sınır kapısının 1988 yılında insan ve araç trafiğine yeniden açılması ile baĢlayan süreç, Hopa‘da özellikle kadınların günlük yaĢam deneyimlerinde derin etkiler bırakmıĢtır. Sınır hem köyden kente göç eden HemĢinli kadının, hem Hopa merkezde yerleĢik olan Laz kadının ve hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadının hayatında yeni deneyimler yaratmıĢtır. Hiç kimse ne tamamen kaybetmiĢ ne de kazanmıĢtır. Kadınlar, çocukları ya da ailesinin bütünlüğünü devam ettirmek için feda ettiği Ģeyler karĢısında özellikle yaĢamlarını kolaylaĢtıracak maddi kazançlar elde etmiĢ, sınır ekonomisinin yarattığı ekonomik olanaklardan eĢi üzerinden de olsa kadınlar da yararlanmıĢlardır. Buna karĢılık toplumsal yaĢamlarında yeni kısıtlamalara ve statü kayıplarına maruz kalmıĢlardır. Bütün kadın görüĢmecilerin dile getirdiği bu mağduriyetler ve maruz kaldıkları eĢitsizlikler konusunda bireysel bir takım müdahaleler dıĢında bir çözüm arayıĢı da yoktur. Hopa`da sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyetle kesiĢtiği noktada kadınlar için yeni eĢitsizlikler ortaya çıkmıĢtır. Farklı etnik kimliğe sahip olsa da, dıĢarıdan gelen kadın karĢısında ortak bir küçümsenmeye ve aĢağılanmaya maruz kalan Laz ve HemĢinli kadın, buna rağmen birbirine yaklaĢmamıĢ, birbirlerinin ―ötekisi‖ olmaya ve hatta bu yeni ortama uygun yeni ötekileĢtirme söylemleri geliĢtirmeye devam etmiĢlerdir. Yerel kadın eğlence sektörünün yarattığı ortamda eve hapsolurken, dıĢarıdan gelen kadın aynı sektörün bir nesnesi, bedeni üzerinden pazarlık yapılan bir metası haline dönüĢmüĢ, o da otellere hapsolmuĢtur. Çay toplayan, tarla-bahçe iĢlerini yapan, çocuklara bakıp, bütün ev iĢlerini yüklenen Hopa‘lı kadınlar, geçmiĢte geniĢ aile içerisinde yine de daha fazla saygı görüyorken, bugün sarf ettikleri emek ‗görünmez‘ hale gelmiĢtir. Üstelik maddi durumu iyi olan ailelerde yaĢlı ve çocuk bakımı, ev temizliği gibi iĢler için Gürcü kadınların çalıĢtırılıyor olması –eğer bir de koca dıĢarıda baĢka kadınlarla birlikte oluyorsa- kadının evde ‗anlamsız bir nesne‘ye dönüĢmesine neden olmuĢtur. Üstelik sınırın diğer tarafından gelen bakımlı, genç, cilveli ve kocalarının her an ulaĢabileceği seks iĢçileriyle rekabet etmek zorunda kalmıĢlardır. Hem eviĢleri yapmak, çocuklara bakmak, çay toplamak vb. yüzyıllardır üzerlerine yapıĢmıĢ kadınlık görevlerini devam ettirmek, hem de güzelleĢmek, bakımlı olmak ve kocalarını memnun edip evde tutmaya çalıĢmak zorunda kalmıĢlardır. Bu kadar haksız bir rekabet ortamının bu kadar kolay kabullenilmesi acıklı bir durumdur. Üstelik bunun yarattığı sosyo-psikolojik etkilerin kadınlar ve çocuklar için çok daha derin sonuçlar doğuracağı da açıktır. Sınırın ilk açıldığı zamanlarda, çok net rakamlara ulaĢmak mümkün olmasa da, boĢanma oranlarında çok ciddi bir artıĢ meydana geldiği bilinmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla bu tarafta yapılan evlilikler ya da sınırın diğer tarafında yapılan evlilikler, evlilik dıĢı çocuklar herkesin dile getirdiği ve bugün neredeyse kanıksanmıĢ bir durumdur. Bugün boĢanma oranlarında düĢüĢ olsa da aile içindeki iliĢkilerde yaĢanan çözülmeler devam etmektedir. Türkiye‘de son yıllarda artan bir biçimde kadınların eĢleri, sevgilileri ya da eski eĢleri tarafından öldürüldüğü haberleri yapılmaktadır. Sayıları tespit edilemeyecek kadar çok kadın ise yine aynı kiĢiler tarafından Ģiddete uğramaktadır. Can güvenliğinin bulunmayıĢının yanında, kadınların mağduriyetlerin bir baĢka boyutu ise, ataerkil sistemin kapitalist sistemle kesiĢtiği noktada ortaya çıkan ve kadının yaĢamın ekonomik, sosyal ve kültürel her alanında ezilmesiyle, yok sayılmasıyla ve kamusal alandan dıĢlanmasıyla sonuçlanan günlük yaĢam deneyimleridir. Bu çalıĢmaya inceleme konusu olan sınır bölgeleri de kendilerine özgü yaĢam koĢulları nedeniyle bu bölgelerde yaĢayan hem yerel hem de göçmen kadınların bu mağduriyetleri fazlasıyla yaĢadıkları yerlerdir. Bu bölgelerdeki göçmen kadınların ekonomik yaĢamda baĢat bir rol oynaması (bavul ticareti ya da seks iĢçiliği yaparak), göçmen kadınların bu varoluĢ biçimlerinin yerel kadınların hemen bütün yaĢam pratiklerini 91 etkilemesi ve kapitalizmin ataerkiyle kesiĢtiği noktada kadın olmaktan kaynaklı yaĢanan mağduriyetlerin kolayca izlenebilmesine olanak yaratmıĢtır. Sınır bölgesinde kadın olmak, Türkiye‘nin herhangi bir yerinde kadın olmaktan daha farklı zorlukları barındırmaktadır. Sonuç itibariyle, bir tarafta evlerine hapsedilmiĢ yerel kadınların, diğer tarafta ise otellere hapsedilmiĢ göçmen kadınların olduğu ve Ģekil değiĢtirmiĢ olsa bile herbiri için erkeklere bağımlı yaĢamın devam ettiği bir ortam yaratmıĢtır, sınır ekonomisinin ortaya çıkardığı eğlence sektörü. Ancak buradan sınırın sadece dezavantajlar yarattığı sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Bu çalıĢma göstermiĢtir ki, sınır, varolduğu bölgelerde, bu bölgelerde yaĢayan insanlar için avantajlar ve dezavantajlar yaratmaktadır. Bu bölgede yaĢayanlar ne sadece mağdurdur ne de sadece yararlanıcıdır(beneficiar). Aynı sınır kapısı zaman zaman olanaklar yaratıp, kimi zaman da büyük olumsuzluklara ve olanaksızlıklara neden olabilmektedir. Sınırın yarattığı bu olanaklardan faydalanma ya da olumsuzluklardan zarar görme durumunda kiĢinin cinsiyeti, ya da etnik kimliği önemli olmaktadır. KAYNAKLAR Erman, T. (1998). Kadınların bakıĢ açısından köyden kente göç ve kentteki yaĢam. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları. Kalaycıoğlu, S. &Rittersberger, H. (1998). ĠĢ iliĢkilerine kadınca bir bakıĢ: Ev hizmetinde çalıĢan kadınlar. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları. Kandiyoti, D. (1988). BargainingwithPatriarchy. GenderandSociety, Vol. 2, No. 3, Special IssuetoHonorJessie Bernard. pp.274-290. Kandiyoti, D. (2011) Cariyeler, bacılar, yurttaĢlar: kimlikler ve toplumsal dönüĢümler. ĠST: Metis Yayınları. Özgen, N. (2006). Öteki‘nin kadını: Beden ve milliyetçi politikalar. Toplumbilim, 19, 125-137. 92 HAKKÂRĠ‟DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ Tuğba METĠN1 ÖZET Toplumsal cinsiyet, sosyalizasyon süreciyle elde edilen ve bireylerin bu bağlamda içselleĢtirdiği davranıĢ örüntülerini içerir. Bu çerçevede, bu makalenin ana savı kadınların toplumsal hayata katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri fazla etkilenmemektedir. Pierre Bourdieu‘nun kuramsal yaklaĢımından, habitus ve sosyal sermaye kavramından hareketle çalıĢma sonucunda, kadınların sosyal sermayesi artıkça, geleneksel kadın ve erkek rollerine iliĢkin tutumlarının fazla değiĢmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu argüman, Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar üzerine yapılan bir araĢtırma temelinde tartıĢılacaktır. Kadınların geleneksel cinsiyet rollerine bakıĢ açısı ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ve ―erkek ailenin reisidir‖argümanlarına yaklaĢımları ile ölçülecektir. Toplumsal hayata katılım ise eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma, değiĢkenleri ile analiz edilecektir. Nicel bir çalıĢma olan araĢtırmanın örneklemini, evreninin %1,5 temsili ile 1177 kadın katılımcı oluĢturmuĢ ve anket ile veriler toplanmıĢtır. Bulgulardan hareketle araĢtırmanın en önemli politik çıkarımı kadınların sosyal hayata katılımına yönelik politikalar geliĢtirmek önemli olsada, içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinin değiĢimi için daha uzun vadeli toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulduğudur. Anahtar Kelimeler: Toplumsal cinsiyet, sosyal hayata katılım, ataerkil cinsiyet rolleri, ataerkil ideoloji, sosyal sermaye ABSTRACT Gender is gained via socialization and involves the behaviors that people internalize in this concept. From this point of view, this article‘s main argument is that although women have roles in social life, their internalization of these roles by means of gender is not affected. With reference to Pierre Bourdieus‘ habitués and social capital terms in his theoretical approach, it is concluded that whilst women get more social capital, their attitudes towards gender roles do not change so much. This conclusion will be discussed on the base of a research on women above 15 in Hakkari. Women‘s attitudes to traditional gender roles will be analyzed around their approaches to the arguments ―Woman must obey her husband all the time.‖ and ―Man is the head of the household.‖ Participation in social life will be analyzed around the variables education, working conditions, attending a course and spending free time in an association. The sample of the research constitutes 1177 women, which represents %1.5 of the population and the data is collected with questionnaire used in quantitative research technique. The most obvious political implication of our findings is that while it is important to develop some politics related with the women‘s participation in social life, there is a need for social engineering in the long term to change internalized gender roles. Keywords: Gender, participation in social life, patriarchal gender roles, patriarchal ideology, social capital. 1 ArĢ.Gör.,Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, tugba.metin@ibu.edu.tr 93 GĠRĠġ “…Batılı Kadınlar için Kadın işi annelerin çocuk doğurmaları, evlerine ve ailelerine bakmaları, gönüllü işler ve el işleri yapmaları anlamına geliyordu. Erkek işi ise babaların evin dışında işlerde çalışmaları, para kazanmaları, ailede, toplumda ve ülkede baskın konumda olmaları demekti…” H.R. Bell; Erkek işi/ Kadın İşi, Psilon Yayınları, İstanbul, s. 18 Biyolojik farklılıkları açıklayan bir kavram olan cinsiyet, kadın ve erkek olarak iki ayrı cinsi ifade etmektedir. Batı‘da cinsiyet (seks) kavramından ayrı olan, feminist yazın literatürde önemli bir yere sahip olan ―gender‖ kavramı ise kültürel ve sosyo-psikolojik olanın farklılığını belirtmek için kullanılmaktadır (BaĢak, 2010; Mottier, 2002). Bireylerin toplumsal cinsiyeti ise sosyalizasyon sürecinde elde edilmiĢtir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet toplum tarafından kurgulanmıĢ, kadın ve erkek için farklı rol tahsisi içermektedir. Kadının evine (özel alan) ait olması gerektiği, erkeğin ise dıĢ dünya (kamusal alan) ile iliĢkisi olması gerektiği düĢüncesi yüzyıllardan beri toplumlara egemen olan bir anlayıĢtır. Fakat toplumların geçirdiği değiĢim ve dönüĢümler toplumsal hayatın tüm alanlarında olduğu gibi toplumsal cinsiyet alanını da etkilemiĢtir. Bu değiĢimlerden en önemlisi kuĢkusuz sanayileĢmedir. SanayileĢmeden önce üretim aileler tarafından kendi üretimleri için yapılırken endüstri devrimiyle baĢlayan süreçte iĢ yerleri, ev ve aileden ayrılarak üretim bunların dıĢındaki organizasyonlarla gerçekleĢmeye baĢlamıĢtır (Kapız, 2003): Bu noktadan itibaren iki ayrı alan olarak ele alınmaya baĢlayan iĢ yeri ve ev, kadın ve erkeğin etkinlik göstereceği alanlar olarak ayrılmıĢtır. Aydınlanmacı Liberal Feminizm özel alan ve kamusal alan ayrımına Ģiddetle karĢı çıkarak kadın ve erkeğin eĢit haklara sahip olması gerektiğini savunmuĢtur. Kadınların erkeklerden ontolojik olarak farklı olmadığını, farklılığın toplumsal olarak inĢa edildiğini belirterek, kadınların erkekler gibi eğitim almasının, demokratik haklara (oy verme) ve hukuki haklara (boĢanma, mülk edinme vb.) sahip olmasının kadınları özgürleĢtireceğini belirtmiĢlerdir Böylece kadın gelenekselliğin hurafelerinden kurtularak özgürleĢecektir (Donovan, 2010:45).Yani kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal alandaki eĢitsizliklerin ortadan kaldırılması kadınların içselleĢtirdiği rolleri de etkileyerek onların erkekler ile aynı konumda olmasını sağlayacaktı (Connell, 1998:60). Günümüzde kadınların elde ettiği hukuki ve demokratik haklar ve buna bağlı olarak kamusal alanda etkinlik göstermeye baĢlaması geleneksel ataerkil düzen içerisindeki konumlarını değiĢtirmeye yetmemiĢtir. Oysa cinsiyet eĢitsizliğin kökenini daha farklı yerlerden aramak gereklidir. Kadın ve erkeğe iliĢkin geleneksel roller yeniden ve yeniden kurgulanmaktadır. Günümüzde yapılan tartıĢmalar özel alan ile iliĢkilendirilen kadının kamusal alanda daha fazla yer almasıyla geleneksel rolleri konusundaki tartıĢmaları beraberinde getirmiĢtir. Aile iliĢkilerinin eĢitsiz yapısı, bir yandan toplumsal ve siyasal uzantılara sahip iken öte yandan bunları yeniden üreten bir özellik gösterir (Bora ve Üstün, 2005:13).. Bu bağlamda araĢtırmanın konusunu Hakkâri‘de yaĢayan kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinin geleneksel rol sahiplenmelerine etkisidir. Kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri hususunda birtakım etkenlerin olduğu açıktır. Bu bağlamda bu araĢtırmanın problemi bu dinamiklerin neler olduğudur. AraĢtırmanın amacı ise toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından kadınların geleneksel rol sahiplenmelerinin ne Ģekilde etkilendiğinin tespitidir. 1. KURAMSAL YAKLAġIM: ERKEK EGEMEN YAPININ TOPLUMSAL YENĠDEN ÜRETĠMĠ Kadın ve erkek arasındaki toplumsal olarak kurgulanan suni eĢitsizliğe karĢı duran bir ideoloji olan feminizm, bu eĢitsizliğin kökenlerini sorgular. Bu araĢtırmanın konusu olan Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri ile toplumsal hayat katılımları arasındaki iliĢkinin kuramsal yaklaĢımını oluĢturan Bourdieu‘nun kuramına geçmeden önce kendisinden önce Feminist kuram literatüründe bu konuyla ilgili yapılan tartıĢmalara bakılacaktır. 94 Kadın ve erkek arasındaki eĢitliği sağlamaya yönelik bir ideoloji olan feminizmin ilk dalgasında Aydınlanmacı Liberal feministler, kadının özel alan ile sınırlandırılmasına karĢı çıkarak, toplumsal dönüĢümün kadının öncelikle eğitim alması gerektiğine özellikle vurgu yapmıĢlardır. Daha sonrasında ise oy verme hakkı ve piyasada erkekler ile birlikte eĢit konumda olmak gibi (eĢit iĢe eĢit ücret) hak taleplerinde bulunmuĢlardır (AltınbaĢ, 2006). Erkek ve kadın arasında toplumsal olarak kurgulanan eĢitsizliğe karĢı çıkan bir ideoloji olan feminizmin eĢit haklar mücadelesinin bu ilk dalgasında kadınlar kamusal alanda büyük mücadelelerin sonucunda önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen cinsiyet ayrımcılığını özsel olarak değiĢtirmekte baĢarısız olunmuĢtur (Karadağ ve Sabancılar, 2012). 1968‘li yıllara kadar süren Birinci Dalga Feminizm bundan sonra yerini ikinci dalga feminizme bırakmıĢtır (Özsöz, 2008). Ġkinci dalga feminizm ile birlikte sorgulanmaya baĢlanan toplumsal cinsiyet rolleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iĢ bölümü, kamusal alan ve özel alan kavramları ile liberal demokrasi anlayıĢına getirilen eleĢtiriler bu akımın temel karakteristiğini oluĢturmaktadır (Morsünbül). ModernleĢme projesinin bir bileĢeni olarak ortaya çıkan Birinci Dalga Kadın Hareketini Yaraman (2008) kadını erkekleĢtirme projesi olarak adlandırmıĢ, bunun da ikinci dalganın çıkıĢ noktası olduğunu belirtmiĢtir. Kadının ikincil konumda olmasının varoluĢsal nedenlerini ele alan Simone de Beaviour ikinci dalga kadın hareketinin en etkili ismidir. VaroluĢsal bakıĢ açısını feminist hareket ile sentezleyerek toplumsal olarak kurgulanan kadın-erkek eĢitsizliğine açıklama getirmeye çalıĢmıĢtır. ―Kadın doğulmaz, kadın olunur‖ sözü 1970‘lerden itibaren bu konuda yapılan feminist çalıĢmaların anahtar kavramı olan biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımını en iyi açıklayan söz olarak Feminist literatürde yerini almıĢtır (Gezgin, 2012). Ġnsan hakları bakımından erkeklerle eĢit düzeyde sağlanmaya çalıĢılan biçimsel eĢitlik erkek egemenliğini yalnızca yasalarla sınırlamıĢ, özsel olarak ise erkek egemenliği devam etmiĢtir (Yaraman, 2010). Modernliğin eleĢtirisi noktasından hareketle baĢlayan ikinci dalga kadın hareketi ile birlikte ataerkilliğin yeniden üretimiyle ilgili tartıĢmalar yavaĢ yavaĢ sosyal bilimler literatüründe yer almaya baĢlamıĢtır. Bunlardan en önemlisi Bourdieu‘nun ―Masculen Dominatin‖ (2001) ve Connell‘ın ―Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar‖ (1998) adlı çalıĢmalarıdır. Her ikisi de ataerkil yapının gündelik yaĢam içerisinde nasıl kurgulandığını ve kadınların üzerinde hegomonik bir etki yaratarak kadınların bunu nasıl içselleĢtirdiklerini ele almaktadır. Feminist teorideki tartıĢmalarının ekseninin ataerkil sistem, sınıfsal konum ve sosyalizasyon süreci gibi etkenlerin toplumsal yapı içerisinde kadınları baskı altına altığı ve ezdiği görüĢünden toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢim ve dönüĢümüne kayması Bourdieu‘nun kuramının feminist teori içerisinde etkinliğini arttırmıĢtır (Mcnay, 2000, akt.Öztimur, 2010:589). Feminist teori tartıĢmalarında önemli bir yere sahip olan Bourdieu‘nun ―Habitus‖, ―alan‖ ve ―sermaye‖ (sosyal, kültürel, ekonomik ve simgesel), ―simgesel Ģiddet‖ kavramları toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin analizinde kilit kavramlardır (Mcnay,1999; Ashall, 2004). Ayrıca kullandığı oyun metaforu Bourdieu‘nun faillerin (aktif ve eyleyen olarak) toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde katıldıklarını anlamaya olanak tanır. Fakat Bourdieu için faillerin eylemleri ne sadece toplumsal olarak sınırları çizilmiĢtir ne de eyleyenlerin tamamen özgür iradesine bırakılmıĢtır (Öztimur, 2010:585). ĠĢte bu noktada kadınların, toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirerek sistemin yeniden üretimine katkıda bulunmaları noktası önem kazanmaktadır. Dolayısıyla bu araĢtırmanın ana savı olan kadınların toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından (eğitim, çalıĢma durumu, kursa girme ve dernekte çalıĢma gibi) avantajlı konumda olsalar dahi içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı erkek egemen yapının hegemonik baskısından kurtulamamaktadırlar. Pierre Bourdie‘nun toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin kuramsal yaklaĢımına geçmeden önce kullandığı temel kavramlara göz atmak gerekir. Bourdieu habitus, sermaye ve alan kavramlarını kullanarak hem toplumsal iliĢki kalıplarını ortaya koymak hem de bireylerin algılarını araĢtıran ―inĢa‖cı bir bakıĢ açısı sağlama çabası içerisindedir (Wacquant, 2007:61). Bourdie‘nun terminolojisinde alan kavramı oyun metaforu ile benzerlik kurularak açıklanır. Yani eyleyenlerin (faiillerin) farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda, o alanın kurallarına uygun olarak birbirleriyle mücadele ettikleri yerdir. Bourdieu bu anlamda alanı Ģu Ģekilde tanımlar: 95 Çözümleyici açıdan alan, konumlar arasındaki nesnel bağıntıların konfigürasyonu ya da ağı olarak tanımlanabilir. Bu konumlar, varoluĢları ve kendilerini iĢgal edenlere, eyleyicilere ya da kurumlara dayattıkları belirlenimler açısından, farklı iktidar (ya da sermaye) türlerinin dağılım yapısındaki mevcut potansiyel durumlarıyla (situs), ayrıca diğer konumlara nesnel bağıntılarıyla (tahakküm, itaat, benzeĢme vb.) nesnel olarak tanımlanır. Söz konusu iktidar (ya da sermaye) türlerine sahip olmak, alanda elde edilebilecek özgül faydalara eriĢimi belirler. (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 81) Bir duygu olarak ele alınan habitus ise failin kim olduğu, dünyada nasıl var olduğunu, karakteristik eylemler setini anlatır (Calhoun, 2010: 103). Bu anlamda habitus alan tarafından yapılandırılarak, bedenleĢmiĢ toplumsallık olarak nitelendirilir (Bourdieu ve Wacquant, 2007:118). Kurumlar ve benden arasında bir kesiĢim noktası olan habitus, bireyin salt biyolojik varlık olmanın ötesine geçirerek sosyo-kültürel düzene uyum sağlamasına olanak tanır (Calhoun, 2010:104). Yani oyuna katılmak için habitus önemlidir. Çünkü oyunlar belli kurallara uymayı gerektirir. Habitus fail için dıĢsal toplumsal yapıların içselleĢtirilmesiyle ortaya çıkmaktadır (Tatlıcan ve Çeğin, 2010:315). Habitus Bourdieu‘nun bir anlamda terminolojisinde farklılıkları üreten ve dolayısıyla eĢitsizliklere neden olan bir faktör olarak karĢımıza çıkmaktadır (Öztimur,2010:586). Bourdieu, toplumda cinsiyetler arası eĢitsizliği de yine bu kavramla açıklamaya çalıĢır. Pierre Bourdieu (2001) erkek egemenliğinin toplumsal olarak yeniden üretimini ―MasculenDomination‖ adlı eserinde incelemiĢtir. Alan, habitus, simgesel Ģiddet ve simgesel iktidar kavramları kullanarak kadınların toplumsal cinsiyet rollerini nasıl içselleĢtirerek ataerkil sistemi yeniden inĢa ettiklerini açıklar. Cezayir kabilelerinde yaptığı etnografik çalıĢmaların bulgularını içeren bu çalıĢmada Bourdieu toplumsal cinsiyetin nasıl inĢa edildiğini Ģu Ģekilde açıklar: Bu düzen bir yandan zaman ile mekânın toplumsal örgütlenmesinde ve cinsler arası iĢbölümünde ifade edildiği Ģekliyle toplumsal yapılar, diğer yandan bedenlerde, zihinlerde kazılı biliĢsel yapılar arasında kurulan neredeyse kusursuz ve doğrudan uyum sayesinde son derece doğal kabul edilir. Aslında ezilenler yani kadınlar, toplumsal ve doğal dünyanın her nesnesine, özellikle içinde yer aldıkları tahakküm bağlantısına, aslında bu bağıntının gerçekleĢtiği kiĢilere, üzerinde düĢünülmeyen düĢünce Ģemaları uygularlar. Söz konusu Ģemalar bu iktidar bağıntısının kelime çiftleri halinde (yukarı/ aĢağısı, büyük/ küçük, dıĢarısı/içerisi, düz/eğik vb.) içselleĢtirmesinin ürünüdür, dolayısıyla onları bu bağıntıyı tahakküm edenlerin bakıĢ açısından, yani doğalmıĢ gibi kurmaya yöneltir. (Bourdieu ve Wacquant, 2007:171) PatriarĢinin yani erkek egemen sistemin kadını baskı altına alıĢına dair literatürde farklı kuramsal yaklaĢımlar bulunmaktadır. Örneğin Walby (1989)‘nin toplumsal yapının bir sistemi olarak tanımladığı patriarĢi yani ataerkillik, erkeğin baskın ve egemen olduğu, bu yolla kadını sömürdüğü bir sistemdir. Walby ataerkilliği özel ve kamusal olarak ikiye ayırarak sistemin toplumsal yapının geniĢ bir kısmını kapsadığını belirtir. Kadınlar ise kendilerini ezen ve sömüren sisteme uyum sağlamak zorundadır. Bourdieu‘nun feminist teoride ilgi uyandırmasının nedeni ise ―eyleme‖ kavramının toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢme ve dönüĢme sürecinde etkisini ele almasıyla alakalıdır (Öztimur, 2010:589). Salt toplumsal belirlenimlere sahip eylemlerde bulunmayan faillerin strateji geliĢtirme potansiyelleri bulunmaktadır (Öztimur, 2010:587). Bunun için Kandiyoti (2011) kadınların var olan uyum ve direniĢ stratejilerini, ―ataerkil pazarlık‖ kavramını kullanarak açıklamaya çalıĢmıĢtır. Erkek egemenlik sisteminin baskıcı öğeleri olmasına rağmen kadınların da güç kaynakları mevcuttur, bu yüzden aslında kadınları eziyor gibi görünen bu sisteme kadınlar da erkekler kadar bağlıdır. .Kurallarını erkeklerin belirlediği bu sistemde kadınlar yer alabilmek için bu kuralları benimseyerek bir takım davranıĢlarda bulunmaktadır (Demren, 2003). Öyleyse kadınlar sistemin yeniden inĢasında aktif rol oynarlar. Sosyal ve kültürel sermaye, erkek ve kadının davranıĢlarını, kararlarını ve tutumlarını belirleyen bir alan olan toplumsal cinsiyet habitusunu oluĢturur (Ashall, 2004). Eril tahakküm kadınlar tarafından toplumsal düzenin doğal bir parçası olarak kabul edilir. Bourdieu tahhaküm çözümlemesinde önemli 96 bir nosyon olan Simgesel Ģiddeti Ģu Ģekilde açıklar: ―Eyleyiciler, kendilerini belirleyeni yapılandırdıkları kadar kendilerini belirleyenin etkililiğini üretmeye katkıda bulunan eyleyicilerdir‖. Kadınların kendi habituslarında meĢrulaĢtırarak içselleĢtirdikleri ve yeniden ürettikleri bu durumu, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü olarak Bourdieu ―sembolik Ģiddet‖ olarak kavramsallaĢtırır (aktaran, Öztimur, 2010). Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ve kadınların bunu içselleĢtirmeleri noktasında Connell‘ın ―hegomonik erkeklik‖ kavramına değinmek gerekir. Connell Bourdieu‘nun kavramlarından yola çıkarak toplumsal cinsiyet eĢitsizliğini açıklamaya çalıĢır. Connell (1998:172)‘a göre bir ailenin toplumsal cinsiyet rejimi Ģu üç yapı tarafından belirlenir: duygusal iliĢkiler, ücret ve mesleğin belirlediği iktidar, iktidarın belirlediği iĢbölümü. Bu durumda Hegomonik erkeklik ortaya çıkmaktadır. Hegemonik erkeklik kavramı Connell‘ın çalıĢmalarında sıkça rastlanılan bir kavramdır. Gramsci‘nin Ġtalya‘daki sınıf iliĢkileri analizinde var olan toplumsal üstünlüğü belirtmek için kullandığı hegemonya kavramı Connell‘ın toplumsal cinsiyet analizinde erkeğin kadına üstünlüğünü açıklamak için kullanılmıĢtır (Connell, 1998:247). Connell hegemonik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık arasındaki uyumun, ―erkeğin kadın üzerindeki egemenliği kurumsal bir hale getiren pratiklerden kaynaklandığını‖ belirtir (1998:251). Yani toplumsal cinsiyet iliĢkileri günlük yaĢamda kültürel pratikler vasıtasıyla yaratılmaktadır. Sonuçta ise kadınların bunları içselleĢtirmesiyle meĢru hale gelmektedir. Connell gibi Bourdieu da patriarĢik toplumsal cinsiyet düzenin belli kadınlık ve erkekliği bireylere dayattığını savunur. Ġktidar iliĢkilerinin oluĢtuğu ve yeniden üretildiği alan olarak gündelik yaĢam Bourdieu‘nun kuramsal analizinde önemli bir yere sahiptir (Öztimur, 2010:584). Connell (1998)‗ın da belirttiği gibi toplumsal cinsiyetin kurumsallaĢması, yeniden üretim aracılığı ile döngüsel pratikler tarafından biçimlendirilmesine bağlıdır. Cinsiyet farkları her bir cins için ―habitus‖ alanı yaratarak bir sistem oluĢturur ve ortaya çıkan ―eril tahakküm‖ cinsiyete dayalı bir iĢbölümü olarak toplumsal yaĢamda tezahür eder (Sancar, 2011:190). Yani habitus toplumsal farklıkları ve eĢitsizliği toplumsal yaĢamda ortaya çıkaran bir etkendir (Öztimur, 2010). Kadınları sınırlayan cinsiyetçi habituslar, onların ev içi roller ve edilgin davranıĢ kalıplarını benimsemeleri sonucunu ortaya çıkarır. Böylece ataerkil sistem kendini yeniden üreterek varlığını sürdürür (Yaraman, 2008). Bu araĢtırmada da geleneksel toplumlarda yaygın bir görüĢ olan ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumları Hakkâri özelinde ele alınacaktır. Kadınları sınırlayan bu cinsiyetçi habitusların kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinden nasıl etkilendiği ortaya konulmaya çalıĢılacaktır. 2. LĠTERATÜR TARAMASI Günümüzde toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanması amacıyla Dünyada ülkelerin resmi politikası haline gelen atılımlar söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin erkekleri de olumsuz yönde etkilediği yaklaĢımından hareketle Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler tarafından devlete bağlı birimler ve konseyler oluĢturulmuĢtur (Sayer, 2011). Bu politikaların hedefi toplumsal cinsiyet eĢitliğine erkeklerin de katılmasını sağlayarak bir değiĢim ve dönüĢüm sağlamak hedeflenmektedir. Türkiye‘de ise kadınların toplumsal fırsatlardan erkekle ile eĢit biçimde yararlanmasının sağlanması ve kadının insan haklarının korunmasına yönelik olarak Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı (2008-2012) yürürlüğe girmiĢtir. Ulusal bir mekanizma olarak baĢbakanlığa bağlı olarak kurulan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen projede kadınların eğitim, sağlık ve istihdam gibi alanlarda fırsat eĢitliğini sağlamaya yönelik farklı kurum, kuruluĢ ve üniversitelerle iĢbirliği çerçevesinde çalıĢmalar yürütülmeye baĢlanmıĢtır (KSGM, 2009). Türkiye‘de toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair mevcut duruma bakıldığında ise, dünya genelinde yapılan araĢtırmalarda Türkiye‘nin toplumsal cinsiyet eĢitliği bakımından oldukça geri sıralarda olduğu görülmektedir. UNDP (BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma Programı)‘nın her yıl yayınladığı ülkelerin Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksine göre Türkiye 148 ülke ve bölge arasında 68. Sırada yer almaktadır. UNDP‘nin 2013‘teki Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksi raporuna göre, Türkiye yaĢayan kadınların baĢta eğitim olmak üzere, siyasi katılım, mecliste kadın temsili, iĢ hayatına katılım konularında oldukça geri sıralardadır (UNDP, 2013). Görüldüğü toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair kamusal alanda kadınlara erkeklerle aynı fırsat eĢitliğinin sağlanması, köklü bir toplumsal değiĢim ve 97 dönüĢüm için yeterli değildir. Bundan dolayı bu sorunun temeline inen araĢtırmalara daha fazla ihtiyaç olduğu görülmektedir. Toplumsal cinsiyet düzeninde cinsiyetler arası iĢbölümü kadının rolünü ev içinde (özel alanda) tanımlarken, erkeğin rolünü dıĢarıda, ailesini geçindirmek ile tanımlanmıĢtır. Böylece evi geçindirme erkeğin görev alanı içerisine alınmıĢtır. Kadınların aile reisi yani evi geçindirdiği durumlar genellikle erkek reisin olmadığı durumlarda söz konusudur ( Dedeoğlu, 2000). AĢağıda toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar tarafından içselleĢtirilmesi ve buna eğitim, istihdam ve bir sivil toplum kuruluĢunda çalıĢma gibi toplumsal hayata katılım dinamiklerinin etkisinin incelendiği çalıĢmalar ele alınmıĢtır. Kadının ev içi rol ve sorumluluklarında eğitimin değiĢime yol açtığını belirten araĢtırmalar bulunmaktadır. Ersoy (2009) tarafından Malatya ilinde 288 kadın ile yapılan araĢtırmanın bulgularına göre ―erkeğin üstün olması ve evde sözünün geçmesi‖ tutumuna, kadınların eğitim seviyesi arttıkça karĢı bir tavır takındıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde okuma-yazma bilen fakat okul bitirmemiĢ kadınların %33,3‘ü bu düĢünceye karĢı iken, yüksekokul mezunu kadınların ise %89,4‘ü bu düĢünceye karĢı çıkmıĢtır. Öte yandan Günindi-Ersöz (2012) eğitim seviyesinin artmasının toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumları değiĢtirmeyeceğine iĢaret etmiĢtir. Gazi üniversitesinde öğrenim gören 837 kadın ve erkek öğrenci ile gerçekleĢtirilen çalıĢmada, toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumların yer aldığı sorular öğrencilere öncelikle birinci sınıfta, daha sonrasında dördüncü sınıfa geldiklerinde yöneltilmiĢtir.ÇalıĢmanın bulguları göstermiĢtir ki öğrenciler dördüncü sınıfta belirttikleri görüĢ ile birinci sınıfta belirttikleri görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Günindi-Ersöz (2012) bu durumu mevcut eğitim sisteminin parçası olduğu sosyal yapı tarafından belirlenmesine bağlar. Var olan toplumsal iliĢki ve pratikleri meĢruiyet kazandıran eğitim sonuç olarak bağlı bulundukları toplumun niteliğini taĢırlar (Ökten, 2009) Günay ve Bener (2011) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde aile içi yaĢamı algılama biçimlerini belirlemek amacıyla, Ankara‘da oturan toplam 575 evli kadınla anket çalıĢması yapılmıĢtır. Yapılan çalıĢmanın bulgularına göre öğrenim ve çalıĢma durumu ile ―ailenin geçimini sağlamak erkeğin sorumluluğudur‖ tutumu arasında anlamlı bir iliĢki tespit edilmiĢtir. Buna göre kadınların ailede temel sosyal ve ekonomik faaliyet alanlarını toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde değerlendirmedikleri tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla kadınların öğrenim düzeyinin artması ve herhangi bir iĢte çalıĢması geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini değiĢtirmektedir. Yine Bener ve Günay (2012) tarafından Karabük Üniversitesinde okuyan öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarının incelendiği çalıĢmada öğrencilere ―aile reisi erkektir‖ önermesi sunulmuĢtur. Sonuç olarak kız öğrencilerin öğrenim düzeyi yükseldikçe evlilik ve aile yaĢamına iliĢkin tutumlarının geleneksel bakıĢ açısından uzaklaĢtığı, fakat kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre evlilik ve aile yaĢamına yönelik olarak daha gelenekselci bir tutum içerisinde oldukları tespit edilmiĢtir. Yani kadınlar Bourdieu‘nun toplumsal cinsiyet düzenine kuramsal yaklaĢımıyla, eril tahakküm gücünü egemenlik altına aldığı kadınların, bu durumu kendi rızalarıyla fakat bilinçsiz bir Ģekilde kabullenmelerinden alır (Öztimur, 2010:595). Yaraman (2010)‘ın ataerkil düzeni değiĢtirmek ve kadının özgürlüğü için çalıĢan kadın aktivistlerle yaptığı çalıĢmanın bulguları ise oldukça dikkat çekicidir. GörüĢülen kadınların kamusal alanda varlık göstermelerine ve kadınlar için mücadele etmelerine karĢın ev içindeki rollerden öncelikle kendilerini sorumlu görmeleri bir çeliĢki yaratmaktadır. Yaraman (2010)‘a göre geleneksel ataerkil yapı kendini yeniden üreterek etkinliğini sürdürmekte ve ―toplumsal erkekcilik‖in oluĢmasına neden olmaktadır. Alican (2007) tarafından kamu memur sendikalarında yönetici olarak görev yapan kadınlarla ilgili yapılan çalıĢma da yine kadınların kamusal alan aktif olarak katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirdiklerini ortaya koymaktadır. ÇalıĢma sonucunda kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin iĢ ve yöneticilikten daha önce geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yine Gupta ve diğ. (2009) tarafından yapılan, sosyal olarak inĢa edilen toplumsal cinsiyetçiliğin, erkek ve kadınların giriĢimcilik niyetleri üzerindeki etkisini inceleyen bir çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda kadınların giriĢimcilik niyetlerinin yüksek olmasına, erkeklerle aynı deneyim ve eğitim düzeyine sahip olmalarına rağmen basmakalıp toplum cinsiyet yargıları nedeniyle giriĢimcilik niyetlerinin olumsuz etkilendiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Çünkü kadınlar tarafından giriĢimcilik erkek egemen bir özellik olarak algılanmaktadır. 98 Güneydoğu Anadolu Bölgesinin toplumsal cinsiyet yapısına genel itibariyle bakıldığında kadın cinselliği ve bedeni üzerine bölgenin sosyokültürel yapısına göre Ģekillenen bir anlayıĢın olduğu söylenebilir (Ökten, 2009). Hassapour (2005:307)‘a göre kadın cinselliğini kontrol etme hakkı aile, aĢiret, cemaat, modern devlet ve milletin erkek üyelerine verilmektedir. Bölgede yapılmıĢ çalıĢmalara bakıldığında toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin çarpıcı sonuçlara ulaĢılmıĢtır. Bayram vd. (1998) yılında yapılan bir çalıĢmanın bulgularına göre kadınların üretime katılsa bile ev içi konumlarında bir değiĢmenin yaĢanmadığını göstermektedir. Hane halkı reislerinin %80‘i eĢini ev hanımı olarak tanımlar iken, yalnızca 17,8‘lik bir kısmı eĢini tarım iĢçisi olarak tanımlamıĢtır. Oysa kadınlar tarımsal üretiminin ve hayvan bakımının her alanında aktif bir Ģekilde yer almaktadır (akt. Ökten, 2009). Kahraman (2010) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet eĢitsizliğine yönelik tutumlarını belirlemek amacıyla yapılan anket çalıĢmasında ―evlilikte kadın-erkek iliĢkisi nasıl olmalıdır‖ sorusu yöneltilmiĢtir. Katılımcıların %71,1‘i ―kadın ve erkek eĢittir, bütün iĢler eĢit olarak yapılmalıdır‖ yanıtını verirken, katılımcıların %13,5‘i ―erkek ailenin reisidir, bu yüzden karar verici odur‖ yanıtını vermiĢlerdir. Yapılan çalıĢmalara genel olarak bakıldığında eğitim düzeyi, istihdam durumu baĢta olmak üzere sosyal hayata katılım dinamikleri göz önüne alındığında kadınların toplumsal cinsiyet rollerine dair içselleĢtirmelerinde önemli bir değiĢiklik yaratmadığı söylenebilir. 3. ARAġTIRMANIN YÖNTEMĠ 3.1. Evren ve Örneklem AraĢtırmanın evrenini Hakkâri merkez ve Hakkâri‘nin bütün ilçelerinde yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar oluĢturmaktadır. TUĠK (2011) adrese dayalı nüfus kayıt sistemi veri tabanından elde edilen verilerden hareketle 2011 yılında 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı tespit edilmiĢtir. Buna göre Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı 76.876‘dır. Örneklem büyüklüğü ise % 1.5 temsil oranı ile 1.223 kiĢi olarak belirlenmiĢtir. Ancak verilerin SPSS‘e giriĢi sırasında, verilen cevapların Ģüpheli olduğu düĢünülen 45 anket değerlendirmeye alınmamıĢtır. Örneklem sayısı sonuç itibariyle 1.177 olmuĢtur. %1,5 örneklem temsiliyeti toplam nüfus içerisindeki yaĢ gruplarının, ilçelerin ve mahallelerin toplam nüfus içerisindeki oranları da göz önünde bulundurularak sağlanmıĢtır. Örneklem seçimi yapılırken Katmanlı Örnekleme Tekniği kullanılmıĢtır. Katmanlı Örnekleme Tekniğinde nüfus alt nüfuslara (katmanlara) bölünür (Neuman, 2012:327). Bunun için evren yaĢ grubuna göre 15-24, 25-34, 35 yaĢ ve üzeri olmak üzere üç ayrı tabakaya ayrılarak yaĢ grupları arasında eĢit temsiliyet sağlanmaya çalıĢılmıĢtır. Neuman (2012:351)‘ın araĢtırma yapılacak evrenin toplam nüfusuna göre örneklem belirlerken önerdiği örneklem büyüklüğü temel alınarak %1,5 temsil oranı kabul edilmiĢtir (Örneğin nüfusu 100.000 olan bir yer için örneklem büyüklüğü %1,2 temsil oranı ile 1.173 kiĢi). Bu aĢamadan sonra Hakkâri Merkez, Çukurca, ġemdinli ve Yüksekova ilçe ve mahallerini toplam nüfusu Hakkâri Nüfus Müdürlüğü‘nden alınarak örneklem dağılımı yapılmıĢtır. Bu dağılımlar yapılırken ilçenin toplam nüfus içerisindeki oranına bakılarak, her ilçe için örneklem sayısı belirlenmiĢtir. Yine aynı Ģekilde her ilçedeki mahallenin de o ilçenin toplam nüfusa oranı göz önüne alınarak araĢtırmaya dâhil olacak örneklemi belirlenmiĢtir. 3.2. Veri Toplama ve Analiz Teknikleri AraĢtırma niceliksel araĢtırma metodu olan anket çalıĢmasına dayanmaktadır. Kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarını ortaya koymak amacıyla katılımcılara ―Erkek ailenin reisidir‖ ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ önermelerine iliĢkin tutumları sorulmuĢtur. Yanıtlar ―Katılıyorum‖, ―Bilmiyorum‖ ve ―Katılmıyorum‖ Ģeklinde sunulmuĢtur. 99 Sosyo-demografik sorular ve toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin sorulardan oluĢan anket formuyla toplanan verilerin analizi SPSS 16.0(StaticalPackageForSocialScience) paket programı kullanılarak yapılmıĢtır. AraĢtırmanın hem betimleyici hem de değiĢkenler arasındaki iliĢkinin anlamlılığını test etmek amacıyla Ki Kare (Chi-Kare) testi uygulanmıĢtır. Yapılan analizlerden elde edilen bulguların güvenilirlik düzeyi % 95 olarak alınmıĢ, % 5‘lik hata payı ile test edilmiĢtir. 3.3. Varsayım Ve Hipotezler Bu araĢtırmanın temel varsayımı toplumsal bir kurum olarak ailenin kadın ve erkek rollerinin inĢa edildiği ve yeniden üretildiği en önemli alan olmasıdır. Geleneksel toplumlarda kadının yeri özel alan ile sınırlandırılırken erkeğin yeri kamusal alanda tanımlanmıĢtır. Bu çalıĢmada kadınların toplumsal yaĢama katılımları eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma Ģeklinde operasyonelleĢtirilmiĢtir. Bu bağlamda araĢtırmanın hipotezleri Ģunlardır: ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık göstermektedir. ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık göstermektedir. ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık göstermektedir. ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermektedir. ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık göstermektedir. ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık göstermektedir. ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık göstermektedir. ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermektedir. 4. BULGULAR AraĢtırmanın bulguları katılımcıların sosyo-demografik özelliklerinin ele alındığı bölüm ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―erkek ailenin reisidir‖ argümanlarına verilen cevapların betimsel ve istatistiksel analizlerinin ele alındığı bölüm olmak üzere iki bölümde sunulmuĢtur. 4.1. Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri Bu çalıĢmada katılımcıların Sosyo-demografik özellikleri olarak yaĢ, eğitim durumu, medeni durum ve çalıĢma durumu ele alınmıĢtır. Tablo.1: Katılımcıların YaĢı Katılımcıların YaĢı 15-24 25-34 35 yaĢ ve üzeri TOPLAM Sayı 417 325 435 1177 Yüzde %35,4 %27,6 %37 %100 100 Katılımcıların yaĢ dağılımlarına bakıldığında 15-24 yaĢ arası katılımcılar örneklemin %35,4‘ünü, 25-34 yaĢ arası katılımcılar % 27,6‘sını, 35 yaĢ ve üzeri katılımcılar ise % 37‘sini oluĢturmaktadır. Görüldüğü gibi yaĢ grupları arasında hemen hemen dengeli bir dağılım söz konusudur. Tablo.2: Katılımcıların Eğitim Düzeyi Katılımcıların Eğitim Düzeyi Hiç eğitim almamıĢ olanlar Ġlkokul ve ortaokul mezunu olanlar Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanlar TOPLAM Kayıp veri:14 Sayı 479 Yüzde %41,2 409 %35,2 275 %23,6 1163 %100 Katılımcıların eğitim durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında hiç eğitim almamıĢ olanların oranı % 41,2, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların oranı % 35,2, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların oranı ise % 23,6‘dır. Görüldüğü gibi örneklemi oluĢturan katılımcıların büyük bir bölümü hiçbir eğitim almamıĢ olanlardan oluĢmaktadır. Tablo.3: Katılımcıların Medeni Durumu Medeni durum Bekar Resmi nikahla evli Dini nikahla evli BoĢanmıĢ/dul TOPLAM Kayıp veri:5 Sayı 440 623 58 51 1172 Yüzde %38 %53 %5 %4 1172 (%100) Tablo.3‘den katılımcıların medeni durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında bekâr olanlar örneklemin % 38‘ini, resmi nikâh ile evli olanların % 53‘ünü, dini nikâhlı olanların % 5‘ini, boĢanmıĢ/dul olanların ise % 4‘ünü oluĢturduğunu görülmektedir. Tablo:4: Katılımcıların Ġstihdam Durumu Ġstihdama katılanlar Ġstihdam dıĢı olanlar TOPLAM Kayıp veri3 Yüzde %8 % 92 1174 (% 100) Tablo.4‘e bakıldığında katılımcıların % 92‘sinin istihdam dıĢı, yalnızca % 8‘inin ise istihdama katıldığı görülmektedir. 4.2. “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır. Tablo.5: Eğitim düzeyine göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı Hiç eğitim almamıĢ olanlar Ġlkokul ve ortaokul mezunu Lise ve üzeri eğitim almıĢ 101 çıkmaz Kayıp veri:22 Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM 2 x =1.223 df=4 olanlar % 85,5 % 68,6 % 2,5 % 4,2 % 12 % 27,2 % 100 (475) % 100 (408) p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 olanlar % 47,4 % 8,5 % 44,1 % 100 (272) Tablo.5‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde hiç eğitim alamamıĢ olanların %85,5‘i bu görüĢe katıldığını belirtirken, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların %68,6‘sı, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir. Ersoy (2009)‘un Malatya ilinde yaptığı çalıĢmada da eğitim düzeyinin artmasının ―erkeğin sözünün geçmesi‖ tutumuna karĢı bir tavra yol açtığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. Dolayısıyla eğitim düzeyi yükseldikçe kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri azaldığı söylenebilir. Tablo.6: ÇalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz Herhangi bir iĢte Herhangi bir iĢte çalıĢanlar çalıĢmayanlar % 53,3 % 72,1 Katılıyorum % 3,3 % 4,7 Bilmiyorum % 43,5 % 23,2 Katılmıyorum % 100 (92) % 100 (1073) TOPLAM Kayıp veri:11 x2=19.101 df=4 p=0,001 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.6‘ya bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcıların çalıĢma durumlarına göre ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında herhangi bir iĢte çalıĢanların %53,3‘ü, herhangi bir iĢte çalıĢanların % 72,1‘i bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir. Tablo.7: Kursa gitme durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı Katılıyorum çıkmaz Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri: 9 x2=27.861 df=2 Kursa gidenler Kursa gitmeyenler % 60,2 % 74 % 3,4 % 4,9 % 36,4 % 21,1 % 100 (294) % 100 (874) p=0,000Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.7‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %60,2‘si, kursa gitmeyenlerin ise %74‘ü bu argümana katıldığını belirtmiĢtir. Bu bağlamda kadınların kursa gitmesinin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini fazla etkilemediği sonucuna ulaĢılabilir. Tablo.8: Dernekte çalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum Derneklerde çalıĢanlar % 45,2 % 3,2 % 51,6 Derneklerde çalıĢmayanlar % 71,2 % 4,6 % 24,2 102 Kayıp veri:9 TOPLAM x =12.141 df=2 2 % 100 (31) %100 (1137) p=0,002 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.8‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 45,2‘si bu görüĢe katıldığını belirtirken, derneklerde çalıĢmayanların %71,2‘si katıldığını belirtmiĢtir. 4.3. “Erkek ailenin reisidir” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır. Tablo.9: Eğitim durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Erkek reisidir Hiç eğitim Ġlkokul ve Lise ve almamıĢ olanlar ortaokul mezunu üzeri eğitim olanlar almıĢ olanlar ailenin Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri:29 x2=82.517 % 92,6 % 1,7 % 5,7 % 100 (476) df=4 % 83,7 % 2,7 % 13,5 % 100 (476) % 66,9 %6 % 27,1 % 100 (266) p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.9‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde hiç eğitim almamıĢ olanların %92,6‘sı, ilkokul mezunu olanların %83,7‘si, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların %66,9‘u katılıyorum yanıtı vermiĢtir. Eğitim durumuna göre katılımcıların ―argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında (bkz. Tablo-5) katılımcıların bu konuda daha esnek oldukları göze çarpmaktadır.‖ kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne, örneğin lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü katılıyorum yanıtı verirken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ― erkek ailenin reisidir‖ sözüne Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 66,9‘u katılıyorum yanıtını vermiĢtir. Söz konusu kadına iliĢkin bir tutum olduğunda kadınların daha esnek bir tutum izledikleri görülürken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ise kadınların daha katı bir tutum takındıkları görülmektedir. Erkeklere ve kadınlara iliĢkin kültürel tutumların bedenselleĢtirilmesi, erkek bedenlerinin erkeksileĢtirilmesi, kadın bedenlerinin ise kadınsılaĢtırılması vasıtasıyla gerçekleĢtirilir . Böylece bu ikili farklılaĢtırma kadınlar ve erkeler arasında farklı eğilimler yaratır (Bourdieu, Wacquant, 2007:172). Erkeğin evin reisi olması durumu, erkekliğin toplumsal olarak temel bileĢeni olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Tablo.10: ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Erkek ailenin reisidir Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum Herhangi bir iĢte çalıĢanlar % 76,1 % 1,1 % 22,7 Herhangi bir iĢte çalıĢmayanlar % 84,2 % 3,3 % 12,5 103 Kayıp veri:18 TOPLAM x =8.394 df=4 2 p=0,078 % 100 (88) % 100 (1070) Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.10‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerinde herhangi bir iĢte çalıĢanların %76,1‘i, herhangi bir iĢte çalıĢmayanların ise % 84,2‘si katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların çalıĢma durumuna göre ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.6‘ya bakıldığında kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ önermesine göre daha esnek oldukları görülmektedir. Örneğin herhangi bir iĢte çalıĢanların % 53‘ü ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne katıldıklarını belirtirken, herhangi bir iĢte çalıĢanları % 76,1‘i ―erkek ailenin reisidir‖ sözüne katıldıklarını belirtmiĢlerdir. Görüldüğü gibi çalıĢan kadınlar ev bütçesine katkıda bulunmalarına rağmen büyük çoğunluğu erkeği ailenin reisi olarak kabul etmektedir. Simon De Beauvoir (1981:16)‘in ifadesiyle erkeğin, ekonomik olarak ailenin baĢında olması ailenin toplumdaki temsilcisi olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla erkeğe biçilen bu rolü kadınların bu denli benimsemesi aile ve erkek arasındaki diyalektik iliĢkiden kaynaklanmaktadır. Tablo.11: Kursa gitme durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM 2 Kayıp veri: 16 x =8.687 df=2 Erkek ailenin reisidir Kursa gidenler Kursa gitmeyenler % 78,1 % 85,4 % 3,8 % 2,9 % 18,2 % 11,7 % 100 (292) % 100 (869) p=0,013 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.11‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %78,1‘i, kursa gitmeyenlerin ise %85,4‘ü katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. Yine kursa gitme durumuyla ilgili soru olan ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.7 ile karĢılaĢtırıldığında ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına yaklaĢımlarında daha katı bir tutum izledikleri görülmektedir. ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına kursa giden kadınların % 60‘ı katılıyorum yanıtını verirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran % 78,1‘e çıkmaktadır. Tablo.12: Dernekte çalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Katılıyorum Erkek ailenin Bilmiyorum reisidir Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri: 16 x2=4.301 df=2 Derneklerde çalıĢanlar Derneklerde çalıĢmayanlar % 70 % 84 % 6,7 %3 % 23,3 % 13 % 100 (30) % 100 (1131) p=0,116 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.12‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 70‘i, derneklerde çalıĢmayanların ise % 84‘ü katılıyorum yanıtı verdikleri görülmektedir. Önemli bir sosyal hayata katılım dinamiği olan dernekte çalıĢma durumu söz konusu olduğunda bile kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarında önemli bir değiĢim olmadığı görülmektedir. Tablo.8‘deki dernekte çalıĢma durumuna göre ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarıyla ―erkek ailenin reisidir‖ 104 argümanına iliĢkin tutumları kıyaslandığında, erkeğin rolüne iliĢkin tutumlarının yine daha katı olduğu görülmektedir. Dernekten çalıĢan kadınların % 45,2‘si ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına katıldığını belirtirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran %70‘e çıkmaktadır. Kadınların toplumca kendilerine tanımlanan rol ve tutumlarında, eğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve derneklerde çalıĢma gibi sosyal hayata katılım dinamiklerinin etkisiyle biraz daha değiĢebilir olduğu görülmektedir. Fakat erkeğe iliĢkin toplumca biçilen rol ve tutumlarda daha katı değer yargılarına sahiptirler. SONUÇ: Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rollere iliĢkin tutumları ile sosyal hayata katılımları arasındaki iliĢkinin incelendiği bu çalıĢmada Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır: ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim, çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumuna göre farklılık gösterdiği tespit edilmiĢtir. Kadınların eğitim düzeyinin yüksek olması, çalıĢma hayatına katılması, kursa gitmesi, derneklerde çalıĢması gibi dinamiklerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini azalttığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. ―Erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre farklılık gösterdiği, fakat çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermediği tespit edilmiĢtir. Öte yandan araĢtırma bulgularına göre kadına dair ataerkil yargıların erkeğin rolüne dair ataerki yargılarla kıyaslandığında daha esnek ve değiĢime açık olduğunu gözlenmektedir. Bu durumu Yaraman (2010) çalıĢmasında Ģu Ģekilde açıklar: Ataerkil kültürel kodlar erkeğe ait değerlerin yüceltilmesinden oluĢur ve tabii ki böylece cinsiyetler arasında bir hiyerarĢi yaratır. Erkeğe atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumlandığı, kadına atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumsuzladığı yahut kadının erkeğe tabiiyetini meĢrulaĢtırdığı kültürel atmosferdir söz konusu olan. Bu anlamda kadının erkeğe bağımlılığının olağan kabul edildiği ataerkil yapıda erkeğe ait değerlerin yüceltilmesi Bourdieu‘nun kavramsallaĢtırdığı ―eril tahakküm‖ hâkimiyetini cinsiyetler arası farklılıktan aldığı söylenebilir. Kadınlar ise bu hâkimiyeti olağan aynı zamanda zorunluluk hissetmeden fakat bilinçsiz bir biçimde kabul ederler (Öztimur, 2010:595). Kadının eğitim düzeyi, çalıĢma durumu, dernekte çalıĢması veya kursa gitmesi yani sosyal sermayesinin kültürel sermayesi ile iliĢkisi bu anlamda toplumsal alanda erkekler eĢit konumda olma bakımından bir avantaj sağlamamaktadır. Bourdieu‘nun alan kavramını hatırlanacak olursa, faillerin farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda mücadele etmeleri olarak tanımlanmıĢtı (Bourdieu ve Wacquant, 2010,103). Bu anlamda bakıldığında Hakkâri‘de yaĢayan kadınların sosyal sermayesi ve kültürel sermayesinin toplumsal alanda erkekler ile eĢit konumda olmasında bir etkisinin olmadığı hatta kültürel sermayesinin bu eĢitliğin sağlanmasına ket vurucu bir nitelik gösterdiği görülmektedir. Kadınların içselleĢtirdiği toplumsal cinsiyet rollerinin zorlama ile değil Connell‘ın ifadesiyle hegomonik olduğu söylenebilir. Connell‘a göre erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetihegomoniktir, yani zora ve güce dayanmaz, bunun yolu da kültürel dinamikler vasıtasıyla sağlanır (aktaran, BaĢak, 2010). Toplumun en küçük birimi olan aile içerisinde pratikler ile yeniden üretilen ataerkil yapının uzantılarını kadınlar diğer bütün toplumsal yapılarda yansımalarını deneyimlemektedir. Erkeklerin ev içi alandan, kamusal alandaki tüm karar alma mekanizmalarına kadar hegomonik gücü ataerkil yapının yeniden üretimini sağlamaktadır. Kadınlar da Bourdieu (2001)‘un kavramsallaĢtırdığı ―sembolik Ģiddet‖i kendi habituslarında içselleĢtirerek sistemin devamlılığını sağlamaktadırlar. Erkeğin kadın üzerindeki hegomonik gücünün yeniden üretiminde, ataerkil yapının yansıması olan eğitim sistemi (Arslan, 2000; Helvacıoğlu, 2006; GüneĢ-Ayata ve Acar, 2012), karar alma mekanizmalarındaki erkek egemen yapı (Alican, 2007;ġentürk, 2012), medya (özellikle reklamlar ve diziler) (Timisi, 1997; Mora, 2005) gibi toplumsal yapılar önemli bir yere sahiptir. Bu yapıların hemen 105 hemen her alanına sinmiĢ olan cinsiyetçilik sistemin devamlılığını sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır. Bu anlamda bakıldığında erkeğin rolünü belirleyen ve bunun üzerinden kadını kısıtlayan yargılarla savaĢmak daha zor gibi görünmektedir. Ama baĢlangıç olarak kadın rollerinin değiĢimine yönelik politikalar geliĢtirmek anlamlı olabilecektir. Özellikle Hakkâri ili özelinde kadınların toplusal alanda eĢitliğini sağlamaya yönelik eğitim, istihdam ve sosyal hayata katılıma yönelik atılımların gerçekleĢtirilmesi gerek bölge özeli gerekse ülke için önemli bir husustur. Fakat yukarıda tartıĢılan içselleĢtirilmiĢ rollere bakıldığında bunun kendi baĢına yeterli olmadığını görülmektedir. Bunun için ise uzun vadeli bir toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Kadınların politika üretme ve karar alma sürecine tam katılımının sağlanması toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik atılacak en önemli adımdır. KAYNAKÇA Alican, A. (2007). Kamu Memur Sendikalarında ÇalıĢan Yönetici Kadınlar. Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. AltınbaĢ, D. (2006). Feminist TartıĢmalarda Liberal Feminizm. Kadın AraĢtırmaları Dergisi syf: 2152, sayı:9. Arslan, ġ. A. (2000). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik. BaĢbakanlık. Ashall, W. (2004). Masculine Domination: Investing in Gender. Studies in Social and Political Thought, 21-39, http://musicdoc.org.uk/cspt/documents/issue9-2.pdf alanından eriĢim 23.07.2013. BaĢak, S. (2010). Cinsiyet Rolleri FaklılaĢması ve Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliği. Kamuda Sosyal Politika Dergisi, yıl:4, sayı/no:12. Beauvoir, S. De (1981). Kadın Evlilik Çağı. (Çev.) B. Onaran, Payel Yayınları, Ġstanbul. Bener, Ö, Günay, G. (2012). Gençlerin Evlilik ve Aile YaĢamına ĠliĢkin Tutumları. Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:2, sayı:1. Bora, A. ve Üstün, Ġ. (2005). Sıcak Aile Ortamı: DemokratikleĢme Sürecinde Kadın ve Erkekler. Tesev Yayınları, Ġstanbul. Bourdieu, P. (2001).Masculen Domination. Stanford University Press Bourdieu, P, Wacquant, L.J.D. (2007). DüĢünümsel Bir Antropoloji Ġçin Cevaplar. (çev) Nazlı Ökten, ĠletiĢim Yayınları, Ankara. Calhoun, C. (2010). Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 77-131, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar.çev: C.Soydemir, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul. Dedeoğlu, S. (2000). Türkiye‘de Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye‘de Aile ve Kadın ve Emeği. Toplum ve Bilim Dergisi, sayı:86, syf: 139-171. Demren, Ç. (2003). Erkeklik, Ataerkillik ve Ġktidar ĠliĢkileri. Toplumsal Cinsiyet, Sağlık ve Kadın. Donovan, J. (2010). Feminist Teori: Amerikan Feminizminin Entelektüel Kökenleri. çev: A.Bora, M. Gevrek ve F.Sayılan, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Ersoy, E. (2009). Cinsiyet Kültürü Ġçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği: Malatya Örneği. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:19, sayı:2, sayfa:209-230. Ersöz, A. G. (2012). The Role of University Education in The Determination of Gender Perception: The Case of Gazi University. Procedia-Social and Behavioral Sciences , 401-408. Gezgin, E. (2012). Simone De Beauvoır‘da Ġkinci Cins ve AĢkınlık Kavramı. Sosyoloji Notları Dergisi, 39-47. 106 Gupta, V. K. , Turban D.,Vasti, A. ve Sikdar A. (2009). The Role of Gender Stereotypes in Perceptions of Entrepreneurs and Intentions to Become and Entrepreneur. Entrepreneurship Theory and Practice, vol.33 (2), pp: 397-417. Günay, G. & Bener, Ö. (2011). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile Ġçi YaĢamı Algılama Biçimleri. Türkiye Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, (3), 157-171. GüneĢ-Ayata, A.,Acar F. (2012). Disiplin, BaĢarı ve Ġktidar: Türk Ortaöğretiminde Toplumsal Cinsiyet ve Sınıfın Yeniden Üretimi. D. Kandiyoti ve A.Saktanber (ed.). Kültür Fragmanları içinde 101-123, Metis Yayınları: Ġstanbul. Hassanpour, A. (2005). Kürt Dilinde Ataerkilliğin (Yeniden) Üretilmesi. Devletsiz Ulusun Kadınları: Kürt Kadını Üzerine AraĢtırmalar içinde:307-356, Avesta Yayınları, Ġstanbul. Helvacıoğlu, F. (1996). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik, 1928-1995 (Vol. 179), Kaynak Yayınlar. Kahraman, D.S. (2010). Kadınların Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliğine Yönelik GörüĢlerinin Belirlenmesi. Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, (3) 1, 3035. Kandiyoti, D. (2011). Cariyeler, Bacılar, YurttaĢlar: Kimlikler ve Toplumsal DönüĢümler. Ġstanbul: Metis Yayınları. Kapız, Serap S. (2002), ―ĠĢ ve Aile YaĢamı Dengesi ve Dengeye Yönelik Yeni Bir YaklaĢım: Sınır Teorisi‖, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:4, sayı:3. Karadağ, A., Sabancılar, S. (2012). Toplumsal Cinsiyet‖ten ―Çoklu-KesiĢen Farklılıklar‖a KüreselleĢme ve Kadın. Turgut Özal Uluslararası Ekonomi ve Siyaset Kongresi-II: Küresel DeğiĢim ve DemokratikleĢme, 90-101. KSGM (2009). Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı. TC. BaĢbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. Mcnay, L. (1999). Gender, Habitus an The Field: Pierre Bourdieu and the Limits of Reflexivity. http://tcs.sagepub.com/content/16/1/95 alanından erişim: 19.07.2013 Mora, N. (2006). Kitle iletiĢim Araçlarında Yeniden Üretilen Cinsiyetçilik ve Toplumda Yansıması. International Journal of Human Science , 2(1). Morsünbül, B. C. Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Feminist Etik: Kramer Kramer‘e KarĢı Filminin Özen Etiği (Care Ethic) Bağlamında Ġncelenmesi. http://eviciadalet.org/attachments/article/84/%C3%96zen%20Eti%C4%9FiKramer%20Kramer'e%20Kar %C5%9F%C4%B1%20Bilgen%20Cennet%20Mors%C3%BCnb%C3%BCl.pdf alanından eriĢim: 21.07.2013. Mottier, V. (2002). Masculen Domination: Gender and Power in Bourdieu‘ Writings.http://fty.sagepub.com/content/3/3/345.short alanından eriĢim: 23.07.2013 Neuman, W.L. (2012). Toplumsal AraĢtırma Yöntemleri: Nitel ve Nicel YaklaĢımlar. çev: Sedef Özge, Yayınodası Toplumbilim Dizisi, Ġstanbul. Ökten, ġ. (2009). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar: Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Toplumsal Cinsiyet Düzeni. Uluslar arası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, sayı 2/8, syf: 302-312. Özsöz, C. (2008). Kültürel Feminist Teori ve Feminist Teorilere GiriĢ. Sosyoloji Notları Dergisi, 5156. Öztimur, N. (2010), ―Feminist Teoride Pierre Bourdieu TartıĢmaları‖, Ocak ve Zanaat: Pieerre Bourieu Derlemesi içinde:581-605, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Sancar, S. (2011). Erkeklik:Ġmkansız Ġktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. Metis Yayınları, Ġstanbul Sayer, H. (2011). Toplumsal Cinsiyet EĢitliğine Erkeklerin Katılımı. Uzmanlık Tezi Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. 107 ġentürk, Ġ. (2012). Üniversitede Kadın Olmak: Akademik Örgütte Toplumsal Cinsiyet Sorunu: Nitel Bir ÇalıĢma. Kadın/Woman, cilt:13, sayı:2, 13-46. Tatlıcan, Ü. ve Çeğin, G. (2010),‖Bourdieu ve Giddens: Habitus veya Yapının Ġkiliği‖, Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 303-367, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Timisi, N. (1997). Medyada Cinsiyetçilik. TC BaĢbakanlık Kadının Sorunları ve Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. TUĠK (2011),http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2&ENVID=adnksdb2Env&report=wa _turkiye_il_yasgr.RDF&p_il1=30&p_kod=2&p_yil=2011&p_dil=1&desformat=html UNDP (2013), 21.07.2013 http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=4946alanından eriĢim: Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, Eserleri ve Entelektüel GeliĢimi. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (53-77) der. (G. Çeğin ve diğ.). ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Walby, S. (1989). Theorising Patriarchy.http://soc.sagepub.com/content/23/2/213 alanından eriĢim 20.07.2013. Yaraman, A. (2008). Yanılsamanın Neresindeyiz? ĠçselleĢtirilmiĢ Cinsellikten Farkındalığa. KüreselleĢme, DemokratikleĢme ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu Bildiri Kitabı, Gazi Kitabevi, Ankara. Yaraman, A. (2010). Modern Ataerkil ToplumsallaĢma: ―Erkeksi‖, ―Erkekçi‖ Kadınlar , F. ÇobanDöĢkaya (Ed.) 21. Yüzyılın EĢiğinde Kadınlar, DeğiĢim ve Güçlenme, Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Ġzmir, syf: 257-265. 108 AMFĠ 9 OTURUMU ÇALIġMA-EMEK-III: ÜCRETLĠ KADIN EMEĞĠ 109 110 KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR1 Miki SUZUKĠ HĠM2 ÖZET Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınlar tarım ve hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerine de katılır. DıĢarıya ağ ören balıkçı eĢleri olduğu gibi zaman zaman eĢleriyle balığa çıkan kadınlar da vardır. Bölgede ayrıca kadınlar balık temizleme ve paketleme gibi üretim faaliyetleri yapan firmalarda istihdam edilir. Rapana Venosa (deniz salyangozu) üretiminde kadınların çalıĢması da benzer bir istihdam alanını oluĢturur. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosa deniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer alır. 1980‘lerden sonra küresel yeni dünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve ülkeler arası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu. Bu yaklaĢım Rapana Venosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul balıkçılara ve kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsayar. Bu yaklaĢımdan hareketle çalıĢma Türkiye ve Japonya arasında yer alan Rapana Venosaküresel üretim zincirini ve bu zincirde kırsal kadının konumunu araĢtırmaktadır. AraĢtırma iki aĢamada yürütülmüĢtür. Birinci aĢamada Samsun kırsalında yer alan Rapana Venosa üretim iĢletmelerinde Karaağaç ve Ayvancık köylerinden gelen kırsal kadınların sosyo-ekonomik konumları iĢletme sahipleri, çalıĢan kadınlar ve yetkililerle derinlemesine yapılan yüz yüze mülakatlarla irdelenmiĢtir.3 Ġkinci aĢama ise Tokyo‘da 2012 yazında gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu aĢamada Japonya‘daki üretim zincirine yönelik veriler elde edilmiĢ ve üretim zincirindeki kadın emeğinin payı irdelenmiĢtir. . AraĢtırma bulguları küresel Rapana Venosa üretiminin kayıtlı ekonomik bir sektör olmadığını yansıtmaktadır. Ayrıca bu esnek üretim zinciri ucuz kırsal kadın emeğine dayanmasına rağmen, bu emekte esnek ve görünmezdir. ABSTRACT In Black Sea rural areas, there are women who participate in non-agricultural production. While there are fishers‘ wives who wave fishing nets for market, some women go out to sea for fishing with their husbands. Some women are employed in seafood-processing factories.RapanaVenosa (whelks) productionis also a sector where rural women are employed. RapanaVenosa, which arrivedin the Black Seafrom Far East Asian seas by ballast water in the 1940s, arecategorised as a ―marine invader.‖They are considered to be endangering native species by consuming large numbers of mussels and other bivalves and threatening the Black Sea‘s ecological balance.In the context of the diversification of export-oriented products and the globalisation of production since the 1980s, RapanaVenosa began to be exported to Japan, Korea and China. This specific ―case‖ is thus a crossroad of ecology and rural development. These two approaches assume that the exportation of RapanaVenosa reduces their ecological pressure in the Black Sea and create employment opportunities for poor rural women. Our study explores the global production chain of RapanaVenosa between Japan and Turkey and rural women‘s position in this process. The research was conducted in two phases. In the first phase, women workers‘ socio-economic statuses were investigated through in-depth interviews with owners, managers and women workers of the factories in KaraağaçandAyvacık villages in Samsun. A research in the second phase was conducted in summer 2012 in Tokyo. Data regarding the RapanaVenosa production chain in Japan were collected in this research. Research findings show that the global 1 Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, hosgor@metu.edu.tr Yrd.Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, mikihim@omu.edu.tr 3 AraĢtırma AB 7. Çerçeve Programı KnowSEAS projesi kapsamında yürütülmüĢtür. 2 111 RapanaVenosa production bears many characteristics of informal economy. The flexible production chain relies on rural women‘s cheap labour which is flexible and invisible. Keywords: Globalisation, Rural Women‟s Labour, Black Sea, Japan, RapanaVenosa GĠRĠġ Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Kadınlar tarım ve hayvancılık gibi tarımsal üretim faaliyetlerine katılıyor.AraĢtırmalar, özellikle son yarı yüzyılda erkeklerin köy dıĢı emek göçüne katılmalarından ötürü geride kalan kırsal kadınların iĢ yüklerinin arttığını yansıtıyor. Yine de kırsal ekonomide kadın emeği değerin altında yansımakta ve görünmez emek ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak sınıflandırılıyor ve kadınların ekonomik kaynaklara sınırlı eriĢimleri devam ediyor. Son yıllarda tarım faaliyetlerinin yanı sıra kırsal kadın emeği küresel üretim süreçlerine de katılıyor. Benzer biçimde Karadeniz bölgesinde deniz ürünleri iĢletmelerinde, özellikle hamsi ve deniz salyangozu (Rapana Venosa) üretiminde, köylerden kadınlar istihdam ediliyor. Kırsal kadının tarım dıĢı ekonomiye katılımı yeni istihdam biçimini ve kırsal ekonomide, sosyal yaĢamda bazı değiĢiklikleri de iĢaret ediyor. Ancak, Türkiye‘de kırsal kalkınma yazınında cinsiyete dayalı iĢ bölümü üzerine önemli araĢtırmalar bulunmasına rağmen; yine de kırsal kadının tarım dıĢı ekonomik iĢgücüne ücretli katılmasının üzerine yeterli çalıĢmaya rastlamıyoruz. ĠĢte bu boĢluktan hareketle, mevcut çalıĢma ücretli kırsal kadın emeğinin yerel ve küresel boyutta durumunu araĢtırmayı hedefliyor. ÇalıĢmada Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınların tarım ve hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerinden biri olan Rapana Venosa (deniz salyangozu) küresel üretiminde istihdam deneyimleri, bunun toplumsal yansımalarını ve küresel emek zinciri irdeleniyor. KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1950‘ ler den itibaren süregelen kırsal dönüĢüm küresel ekonomiye, tarımda makineleĢmeyi ve kırdan kente göçü içerdi. Kırsal kadın ise ne yazık ki bu sürecin oldukça dıĢında kalmıĢtır. AraĢtırmalar arazinin, modern tarım teknoloji kullanımının, piyasa ve paraya ulaĢımının erkekler tarafından kontrol edildiğini yansıtıyor (Morvaridi 1993; Sirman 1995; Ertürk 1995). Ancak, 1970‘lerden itibaren yeni uluslararası iĢbölümünün etkisiyle kalkınmakta olan ülkelerdeki kadınlar bu sürece katılmaya baĢladı.. Karadeniz Bölgesi‘ndeki kırsal kadında bu küresel emek sürecin parçası oldu (Gündüz HoĢgör, 2011). 1990‘lardan itibaren dondurulmuĢ deniz salyangozu Karadeniz Bölgesi‘nden Doğu Asya‘ya ihraç ediliyor. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosadeniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer aldı. 1980‘lerden sonra küresel yenidünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve ülkelerarası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu. Bu yaklaĢım RapanaVenosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsaydı. Deniz salyangozu Türkiye‘de tüketilmiyor ve Bu canlı türüne Doğu Asya denizlerinde az miktarda olmakla birlikte hala rastlanıyor. Yine de, deniz salyangozu Karadeniz bölgesinde toplanması ve kırsal kadın tarafından ayıklanıp, paketlenip ve dondurulmuĢ gıda olarak Doğu Asya‘ya ihraç edilmesinde kırsal kadının ucuz ve esnek emeği önemli katkı sağlıyor (Gündüz HoĢgör ve Suzuki Him, 2012). Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Hane içi emeğin yanı sıra tarım ve hayvancılıkla ilgili faaliyetleri yürütür. Özellikle 1970‘ lerden itibaren kırsal alandan erkeklerin kentlerde çalıĢma nedeniyle göç etmeleri kırsal alanda geride kalan kadınların yükünü arttırdı. (Azmaz 1984; Incirlioğlu 1993). Fakat, tüm bu ağır çalıĢmaya rağmen kırsal alanda kadın emeği hala görünmez; kadınların kaynaklara ulaĢımları sınırlıdır. Son otuz yılda ĢehirleĢme ve tarım sektörünün gerilemesinden ötürü hem kadın hem de erkeklerin iĢgücüne katılım oranları azaldı (Gündüz-HoĢgör 2011). Yine de iĢgücüne katılan her iki kadından birisi kırsal alanda ücretli aile iĢçisi konumunda 112 istihdam ediliyor (Gündüz-HoĢgör and Smits 2008). Yani, kırsal kadının tarım dıĢı ücretli iĢi geleneksel olarak henüz bilinmemekte ve kırsal ekonomi ve sosyal yaĢamda değiĢim iĢaret etmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢbölümüyle ilgili önemli bir yazın bulunmasına rağmen, kırsal kadının ücretli tarım dıĢı faaliyetlerinde çalıĢması nadir araĢtırma konusu oluĢturmaktadır. Kadının ücretli iĢgücüne katılması ve güçlenmesi kalkınma ve toplumsal cinsiyet yazınında önemli konular arasında yer alır. Bugün kadın iĢgücü ve kadının güçlenmesi arasındaki iliĢki hakkında bildiklerimiz karmaĢıklık ve çeliĢkileri içerir. Kalkınma kuramında kadın konusu üzerinde üç yaklaĢımdan bahsetmek mümkündür: Kalkınmada Kadın Yaklaşımı (Women in Develpment, WID); Kalkınma ve Kadın Yaklaşımı (Women and Development, WAD); ve Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma (Gender and Development, GAD) YaklaĢımı. Kalkınmada Kadın yaklaĢımı (WID) ModernleĢme Teorisine dayanır. Bu yaklaĢım kadının görünmez ancak anlamlı katkısının altını çizer. Kadınların daha etkin biçimde ekonomiye katılmalarını vurgular. Kadınların düĢük toplumsal statülerini geleneksel kültürel değerlere bağlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin modernleĢme ile ortadan kalkacağını varsayar. Kalkınma ve Kadın yaklaĢımı (WAD) ise Marksist-Feminist kurama dayanır ve kadınların gelir getirici faaliyetlere katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizliğin giderilebileceğini vurgular. Bu kuram ise kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarının hem evde (yeniden üretim sürecinde) hem de dıĢarıda (üretim sürecinde) çalıĢmalarından ötürü ―ikili bir yük‖ oluĢturacağı gerçeğini göz ardı eder (Boserup, 1970). Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma yaklaĢımı (GAD) ise sosyalist-feminist kurama dayanarak cinsiyete dayalı ev içi ve ev dıĢı eĢitsiz iĢbölümünün altını çizer. Sadece kadınların ev dıĢındaki ücretli iĢgücüne katılmalarının yeterli olmadığını; aynı zamanda erkeklerinde ev içi iĢleri üstlenmelerinin gerekliliğini öne sürer (Gündüz-HoĢgör 2001). Yalnız kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizlik giderilememektedir. Yine de bu durum geleneksel sosyal yapıda bazı değiĢimleri beraberinde getirir. Bu değiĢimlerin kadınların hayata yansıma biçimi sosyal ve kültürel içeriklere göre farklılık gösterir. Tüm bu nedenlerden ötürü araĢtırmalar aracılığıyla derlenecek yeni bilgi önemlidir. ĠĢte bu çalıĢma böyle bir amaca yönelik tasarlanmıĢtır. YÖNTEM Bu araĢtırma kırsal kadının deniz ürünleri iĢletmelerinde ücretli olarak çalıĢmasının kadının statüsü üzerine etkisini ve küresel değer içerisindeki yerini araĢtırmayı hedeflemektedir. AraĢtırmanın iki hedefi vardır. Ġlk hedefi, deniz ürünleri iĢletmelerinde kırsal kadınların ücretli çalıĢma koĢulları (çalıĢma saatleri, ücretler, çalıĢma koĢulları, sosyal güvenlik, kadınların çalıĢmalarına yönelik algıları ve zor olan çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejileri) irdelemektir. Ġkinci hedefi ise kadın emeğine dayalı ürünün küresel değer zinciri incelemektedir. Bu bir ―vaka‖ inceleme çalıĢmasıdır. Bu çalıĢmanın bulguları genellenemez, ancak kırsal kadının ücretli çalıĢması hakkında geçerli yeni bilgi sunar. AraĢtırma üç alanda yürütüldü; Sinop-Karaağaç köyü, Samsun/ÇarĢamba-Ayvacık köyü ve Tokyo/Japonya. Sinop-Karaağaç ve Samsun-Ayvacık köylerindeki deniz ürünleri fabrikasında çalıĢan 31 kadınla ve 3 fabrika yöneticisiyle yüz yüze görüĢmelerle yürütülen çalıĢmada araĢtırmanın ilk sorunsalı incelendi. Bu aĢamada kadınların geldikleri köyler ayrıca ziyaret edildi ve daha önce çalıĢan bazı kadınlarla da görüĢmeler gerçekleĢtirildi. Kadınların görüĢmelere dahil olmasında kartopu örneklem yöntemi kullanıldı. Yani kadın iĢçiler rastgele seçilmedi. Ancak, görüĢmelerde iĢ deneyimi farklarını anlayabilmek için farklı yaĢ grubundan kadınlar örnekleme dâhil edildi. Makalede bu veriler ile alanda derinlemesine mülakatlara dayanarak elde edilen bulgular karĢılaĢtırılarak sunulacaktır. Ġkinci aĢamada ise bu bulgulara Japonya‘da ki alan çalıĢması mülakat sonuçları eklenecektir. Böylece, Türkiye‘de kırsalından derinlemesine görüĢmelerden elde edilen nitel bulgular Tokyo pazarına yönelik Japonya‘da elde edilen bulgularla eklemlenerek ve karĢılaĢtırılarak analiz edilecektir. Karaağaç Köyü Samsun-Sinop yolu üzerinde Dikmen ilçe sınırı içerisinde yer alır. Köyün ortalama hane büyüklüğü 4-5 arasındadır; köy ortalama 2000 nüfusa sahiptir. Köyden Ġstanbul, Samsun gibi büyük kentlere göç etmiĢ haneler vardır; bazı hanelerin ise Almanya‘ya iĢçi olarak gitmiĢ 113 yakınları bulunmaktadır. Köydeki kadınlar temel tarım üretimi olarak fındık ve buğday üretimine katılmaktadır. Deniz Ürünleri fabrikası Sinop-Durağan ilçe sınırında dağın yamacındadır. Fabrikada yukarı dağ köylerinden gelen iĢçi kadınlarda istihdam edilmektedir. Bu kadınlar göreceli olarak daha yoksul hanelerden gelen kadınlardır (Gündüz-HoĢgör, 2000). Ayvacık-ÇarĢamba fabrikası ise Samsun ile Ordu arasında yer almakta ve köyün altyapısı ve konumu Karaağaç-Sinop köyünden göreceli olarak daha iyi konumdadır. Ġki yerleĢkede de kadınlar özel minibüslerle fabrikalara taĢınmaktadır. Özel ulaĢım köylerin Muhtarları tarafından organize edilmektedir; örneğin Ģoförler muhtarın ailesinden biri ya da akrabasıdır. Muhtarlar bir biçimde ―aracı‖ konumunda fabrikaya kadın iĢçi bulma ve taĢıma fonksiyonunu yürütmektedir. Bu durum özellikle fabrika sahibi (iĢveren) ile iĢçinin ―güvenliği‖ açısından önemlidir. Kadınların kolay iĢ bulmalarını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onların üzerinde sosyal baskı ve kontrol yaratabilmektedir. Örneğin, bazı kadınlar iĢveren ya da muhtarın yanında konuĢmaktan çekinmiĢ ve araĢtırmaya katılmayı ret etmiĢtir. Özellikle mülakatların ses kayıtlarının alınmasında zorluk yaĢanmıĢtır. GörüĢmeler yarım saat ile 3 saat arasında değiĢmiĢtir. AraĢtırmanın yöntem açısından bir diğer önemli boyutu ise etnografik saha çalıĢması içermesidir. Örneğin, kadınlar fabrikada çalıĢırlarken yapılan iĢin her aĢaması gözlenmiĢ; çalıĢma koĢulları (sıcaklık, kötü koku vs.) bizzat deneyimlenmiĢtir. BULGULAR AĢağıdaki bölümde temel bulguları üç bölümde tartıĢacağız. Ġlk bölümde, Karadeniz Bölgesi kırsalındaki deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢan kadınların deneyimleri sunacağız. Ġkinci kısımda ise bu ürünün Türkiye-Japonya değer zinciri aktaracağız. Böylece kadın emeğinin küresel üretimdeki yerinin tartıĢmamız mümkün olacaktır. a) Rapana Venosa KüreselÜretim Zincirinde Karadeniz Kırsal Kadınının Ġstihdamı ÇalıĢma KoĢulları Kırsal kadının tarım dıĢında deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢma nedeninin baĢında para kazanmak ve yoksullukla mücadele etmek yer almaktadır. Karaağaç-Sinop köyünde yaklaĢık 80 kadın çalıĢırken, Ayvacık-Samsun üretiminde ortalama 100 kadın istihdam edilmektedir (Tablo 1). GörüĢmelerde, geçmiĢte bu fabrikada çalıĢan kadınların sayısının 250‘e ulaĢtığı belirtilmiĢtir. Kadınların yaĢ dağılımları değiĢmekle birlikte birçoğu genç ve bekârdır. Bazıları iĢletmelerde 1012 yaĢlarında çalıĢmaya baĢladıklarını iletmiĢtir ki bu durum geçmiĢte ―çocuk iĢçi‖ çalıĢtırıldığını yansıtmaktadır. Günümüzde fabrikalarda çalıĢan kız çocuklarına nadir rastlanmaktadır. ÇalıĢan kadınların çoğunluğu okul terk ya da ilkokul mezunudur. Rapana VenasaiĢlenmesi son derece zor koĢullarda gerçekleĢmekte, monoton, tekrara dayalı rutin iĢ gerektirmektedir. Örneğin, 100 derece üzerinde olan suya kabuklu Rapana bırakılmakta; haĢlananmıĢ Rapanalar üretim bandının üzerine dökülmekte ve kadınlar tarafından kabukları tek tek ayıklanmaktadır.. Bu iĢ ortalama 8 saat sürmekte ve bazen gece vardiyası gerekmektedir. Bir yöneticiye göre bu iĢe kadınların alınması ―erkeklerin bu kadar uzun süre ayakta, sıkılmadan, böyle rutin bir işi yapamamalarından‖ kaynaklanmaktadır. Ayrıca, yöneticiye göre ―kadınların küçük parmakları küçük Rapanaları kabuklarından ayırmak için daha uygundur‖. 114 Tablo 1: Sinop, Karaağaç Köyü ve Samsun, Ayvacık Köyü Kadın Ġstihdamı ÇalışanKadınSa yısı YaşDağılımı EğitimDurumu Ne üretiyorlar ÇalışmaSaatleri ÇalışmaOrtamı Ücretler SosyalGüvenlik Algı Coping Strategies Bust with KaraağaçKöyüĠĢletmesi 80-90 kadın; yoksuldağköylerinden AyvacıkKöyüĠĢletmesi 100 kadınyakınköylerden 15 – 60 arası ; Çoğunluğugençbekarkadınlar Bazısı 12 yıldırçalıĢıyor GeçmiĢte- çocukiĢgücü Ġlkokulterkya da mezun Rapana (Japonya, Kore) / DondurulmuĢ hamsi 07:00- 17:00; Gerekirsegecevardiyası Ayda 20 günçalıĢma ġirketservislerleköylerdeniĢyerinetaĢınmayısa ğlıyorve öğleyemeği veriyor Aracılar: muhtarlar ĠĢsözleĢmesiyok YöneticitarafındaniĢyerikamerlarlaizleniyor. ÜretimbandınınetrafındaayaktaçalıĢma Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ Ortalamagünde150 kg rapanatemizleniyor Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor 1 kg baĢına 2 TL (gündeortalma 20- 35 TL) Kazançaileyeveriliyorya da kendiihtiyaçlarıiçinharcanıyor BireyselçalıĢma/ Rekabetcokfazla Kollektifhareket yok ancakkazançgöreceliolarakyüksek Sosyalgüvenlikyok Sağlık: yeĢil kart Kötükoku- stigma Yoksulluk Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil Sağlıklıdeğil Evlenme- iĢibırakma KöydıĢındanbiriyleevlenme Kenteya da uluslarası GÖÇ 18-30 arasıbekarkadınlar Bazısı 10 yıldırçalıĢıyoGeçmiĢteçocukiĢgücü Ġlkokulmezunuveyaüstü DondurulmuĢ hamsi (Yerli pazar, AB) Rapana (olursa) 08:00- 18:00; Gerekirsegecevardiyası 10.5 ay boyuncaayda 20 günçalıĢma ġirketservislerleköylerdeiĢyerinetaĢınmayısa ğlıyorve / öğleyemeğiveriyor Aracılar: muhtarlar ĠĢsözleĢmesiyok They are watched from manager‘s room Bazısıayakta; bazısıoturuyor Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ Bilgiyok Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor Günlükortalama15 TL Ödemelerylıkyapılıyor Kendiihtiyaçlarıiçinya da çeyizparasıolarakbiriktirme Grup çalıĢması/Rekabetaz Kollektifhareketvar; kaznaçdüĢük Yarısosyalgüvenlik Sağlık: yeĢil kart Kötükoku Göreceyoksulluk Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil Sağlıklıdeğil Evlenme- iĢibırakma Göreceliyükseközgüven GiriĢimcilik-kendiiĢinikurma Karağaç-Sinop fabrikasında kadınlar 07:00-17:00 arasında çalıĢırken; Ayvancık-Samsun‘da iĢe bir saat geç baĢlamakta ve bir saat geç paydos etmektedir (08:00-18:00). Ancak, bu bitiĢ saatleri esneklik içermektedir. Rapana üretimi olmadığı durumlarda iki üretim alanında da hamsi ayıklanmakta ve iĢlenmektedir. Rapana üretiminde kadınlar daha çok tek ve zamana karĢı adeta yarıĢır gibi çalıĢmakta ve temizledikleri miktar kadar ücret almaktadır. Hamsi üretiminde ise kolektif çalıĢmaları mümkündür. Bu durumu kadın iĢçiler iĢverenlerle yaptıkları pazarlıklar sonucunda elde etmiĢtir. Grup olarak çalıĢan kadınlar, aldıkları iĢi grup olarak bitirmekte, ancak sabit ücret almaktadır. Bir diğer ifadeyle, bu üretimde kadınlar Karaağaç iĢletmesiyle karĢılaĢtırıldığında az kazanmakta ancak kolektif ve daha sağlıklı konumda çalıĢmaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere, kadınlar fabrikalara özel otobüslerle getirilmektedir. Kadınların çalıĢma talepleri önce Muhtarlara iletilmekte; muhtarlar yöneticilerle bağlantıya geçmekte ve iĢ talebini bildirmektedir. Muhtarın onaylamadığı durumda kadın iĢçinin istihdam edilmesi mümkün olamamaktadır. 115 Ġki fabrikada da kadınlar montaj bandında seri üretim Ģeklinde çalıĢmaktadır. ÇalıĢtıkları odalar kameralarla yöneticiler tarafından gözetlenmektedir. Bu durum Foucault‘un ―panoptikan‖ kavramını hatırlatmaktadır; öyle ki gözetleyen (yönetici) kadınları haberleri olmadıkları her an gözetleyebilmektedir.. AraĢtırma sırasında kadınlar durumdan son derece rahatsız oldukları ve üzerlerinde güçlü kontrol yaratıldığını belirtmiĢtir. Örneğin, gözetlenme korkusundan ötürü iĢ yaparken birbirleriyle konuĢmamaktadırlar; konuĢmaları yöneticinin odasındaki kameralardan TV ekranına yansıdığı durumda sözlü olarak tüm odanın duyacağı Ģekilde uyarılmaktadırlar. Kadınlar adeta ―robot‖ gibi çalıĢıyor olmaktan yakınmakta ve eğer uyarıldıkları davranıĢ devam ederse iĢten çıkartılma korkusu yaĢadıklarını ifade etmiĢlerdir. Böylece kadın iĢçilerin örgütlü hareketi engellemektedir. Kadınların kameralarla gözetlenmelerinin bir diğer ilginç olumsuz etkisi daha vardır. Ġki fabrikada iyi koĢullarda -iĢten önce ve sonra kullanılabilecekleri - banyolar bulunmaktadır; ancak kadınlar bu imkânları kullanmamaktadır. Oysa fabrikalardaki ağır ―koku‖ bir sonraki bölümde tartıĢacağım gibi kadınlar açısından son derece rahatsız edici ve toplumsal sitigma yaratan bir durumdur. Buna rağmen kadınlar iĢ sonrası yıkanmadan fabrikalardan ayrılmayı tercih etmektedir. AraĢtırma sırasında bu durumun nedenini çalıĢan bir kadın çarpıcı biçimde yanıtlamıĢtır: “.. orada da kamera olmadığı nerden bilebiliriz ki !..‖ Ücretler Ġki iĢletmede ücretler açısından da farklar vardır. Karaağaç-Sinop‘da kadınlar tek çalıĢmakta ve kilo baĢına 2 TL ücret almaktadır. Bir günde en az 10 en fazla 15 kg. Rapana temizleyebilmekte; ortalama 20 TL ile 30 TL (10-20 euro) arasında günlük kazanç elde edebilmektedirler. ÇalıĢma ortamı oldukça rekabetçi bir yapıya sahip olduğundan kadınlar arasında dayanıĢma bulunmamaktadır. Ayvacık-Samsun ĠĢletmesinde ise kadın iĢçiler iĢverenle pazarlık etmiĢ ve günlük 15 TL ücrette anlaĢmıĢtır. AntlaĢmanın koĢulu günlük iĢi bitirmektir. Bunun için kadınlar gruplara ayrılmakta ve iĢ bitine kadar hep birlikte çalıĢmaktadır. ĠĢi yavaĢlatan kadın iĢçide diğerleriyle birlikte aynı saatte iĢyerinden ayrılabileceği için iĢ yavaĢlatmayı tercih etmemektedir. Kadınların Karaağaç-Sinop iĢletmesinden daha düĢük ücret almalarına rağmen bu yöntemi daha fazla benimsedikleri gözlenmiĢtir. Böylece, kollektif çalıĢabilmekte, hasta olan zor durumu bulunan kadınlar korunabilmekte, daha da önemlisi kadınlar sosyalleĢebilmektedir. Bu bir biçimde zor çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejisidir. Ġki iĢletmede de ulaĢım ve öğlen yemekleri iĢverene aittir. Kadınlar aylık ortalama 450 TL (300 Euro) kazanmaktadır. Ailenin yapısına bağlı olarak kadınlar kazançlarını kendilerine harcadıklarını belirtmiĢtir; genç kadınlar için ise temel amaç ―çeyiz‖ parası biriktirmek ve evlenirken aileye yük olmamaktır. Ancak, bazı mülakatlardan gerektiği durumda genç kadınların kazançlarını ailenin ihtiyacına harcadıkları anlaĢılmaktadır. Örneğin; “İşletmede 13 yaşında çalışmaya başladım. Şimdi 21 yaşındayım. İşte önce eti kabuğundan ayırırız, bağırsaklarını temizleriz, yıkarız. Sonra kızlar büyüklüklerine göre sınıflandırırlar.. Fabrikada çalıştığım zamanlar evişi yapmam. Genellikle sabah 08:00 de geliriz, akşam 6‟ya kadar çalışırız. Geçmişde gece vardiyası yaptığımızda oldu. Vardiya zamanı genellikle sabah saat 05:00‟e kadar çalışırdık.. Bazen aynı gün öğlene kadarda devam ederdik. Şimdilerde geceleri çalışmıyoruz zira Rapana tutamıyorlar miktarı azaldı. Yeterince iş olmuyor..Ortalama günlük 15 TL kazanıyorum. Kendi ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Geçmişte kazancımı aileme verirdim ama. Önce, mobilya aldık, sonra bu evi yaptık. Bütün kız kardeşlerim benim gibi çalışırdı. Babam şoför, annem evde ya da fındığa gider. Ama artık çalışmak istemiyorum, hastalandım, geceleri rüyamda hep o böcekleri görüyorum, uyuyamıyorum..” Sosyal Güvenlik Kadınların Rapana üretiminde istihdam edilmeleri Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü savıyla açıklanabilir. Bu kadınlar istihdam piyasasında birçok engelle karĢılaĢmakta, çok düĢük ücretlerle istihdam edilmektedirler. Kadınların kolektif hareketlere katılımları da zayıftır. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları yoktur. Ücretler asgari ücretin altındadır. ĠĢgücü 116 esnektir; iĢe alınmaları iĢten çıkartılmaları esnektir. Tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtmaktadır. Kadınların Çalışmalarına Yönelik Algıları Deniz salyangozu iĢletmelerinde çalıĢan kadınlar son 12 yıldır çalıĢmalarına rağmen, yaptıkları iĢe hala bir ―değer‖ atfetmemektedirler. ĠĢe girerken kontrat imzalanmamakta ve ücretler geçici gündelikler üzerinden hesaplanmaktadır. Kadınların kendilerinin çalıĢmalarına yönelik algılarıda benzerlik içermektedir: ―çalıĢıyoruz çünkü yoksuluz..‖ Kadınlar evlilik açısından da ―Ģanslarının‖ az olduğunu düĢünmekte ve ilginç bulgu olarakta bu durumu Rapana ve/veya hamsi üretim Ģirketlerinde çalıĢtıkları için ―kötü kokmalarına‖ bağlamaktadırlar. ―Balık‖ gibi koktukları için ―iĢletme çalıĢanı‖ olarak sınıflandırıldıklarını; bu nedenle çevrelerindeki erkeklerin evlenmek için kendilerini tercih etmediklerine inanmaktadırlar. Koku bir tür sosyal dıĢlanma ve olumsuz etiketleme (sitigma) yaratmaktadır. Bununla ilgili bir diğer inanıĢ ise çok uzun saatler ve zor koĢullarda çalıĢtıkları için sağlık problemlerinin olması, bu nedenden ötürü de kadınların ―iyi‖ gelin adayı olmadıkları doğrultusundadır. Genellikle, göç kadınların kırsal istihdamdan çıkmaları –kendi ifadeleriyle ―kurtulmaları‖ için bir araçtır. Nitekim Ġstatistikler Batı Karadeniz Bölgesinde kır nüfusunun 1990‘da 12.6 % iken 2000‘lerde oranın 10.4% düĢtüğünü yansıtmaktadır (Dünya Bankası, 2007). Rapor aynı zamanda göç eden kadınların göç etmeyen kadınlardan ortalama olarak daha genç olduğunu vurgulamaktadır ; bir diğer ifadeyle evlenerek göç eden kadınlar daha genç kadınlardır. Benzer biçimde balık üretim iĢletmelerinde çalıĢan kadınlarında en büyük beklentileri/hayalleri ―kentten biriyle evlenmek ve göç etmektir. b) Rapana Venosa KüreselÜretim Zinciri AraĢtırmamızın ikinci bölümünde yukarıda sözü geçen kırsal kadınların önemli ölçüde üretimde yer aldığı Rapana Venasa üretim zincirini tartıĢacağız. Ġhracata dayalı bu üretim biçimi birçok ülkenin katılımıyla yürümektedir. Türkiye‘den ihraç edilen ürünün pazarını Doğu Asya ülkeleri; özellikle de Japonya, Kore ve Çin oluĢturmaktadır. Türkiye‘nin yanı sıra Bulgaristan‘da benzer biçimde üretimin ―arz‖ boyutunda yer almaktadır. Bu ülkede de Türkiye‘de olduğu gibi yoksul balıkçı erkekler avlanmada, ürünün iĢlenmesinde ise yoksul kadın emekçiler yer almaktadır (Knudsen ve Koçak, 2011). Ancak, konu hakkında yürütülmüĢ araĢtırmalarda pazarın ―talep‖ boyutu yeterince irdelenmemiĢtir. Rapana Venasa tüketiciye ulaĢana kadar hangi aĢamalardan geçmektedir? Ve üretim zincirinin diğer aĢamaları nasıldır? Diğer önemli soruda Rapana Venosa tüketimine yönelik talepte nasıl değiĢimler yaĢanmaktadır? Tablo 2 Türkiye‘den ve Bulgaristan‘dan Japonya‘ya ihraç edilen dondurulmuĢ kabuklu deniz ürünlerinin istatistiklerini yansıtmaktadır. Bu tabloya göre Türkiye‘den ihracat 1990 yılında baĢlamıĢ; 1997 yılında itibaren önemli bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Ancak 2011 yılında ihracat oldukça gerilemiĢtir. Rapana Japonca‘da Akanishi olarak adlandırılmaktadır. . Rapana‘nın Japonya‘da Aichi Bölgesi dıĢında tüketimi yaygın değildir. Sadece yakalamıĢ ve denemiĢ olanlar Rapana‘yı tanımaktadır. Ancak, Rapana bazı durumlarda sahte olarak iĢlenmiĢ Sazae salyangozu (Turbo cornutus) yerine satılmaktadır. Sazae daha değerli ve daha pahalı bir deniz salyangoz türüdür. Görüntüsü Rapana‘ya benzemekte ve ikisinin arasındaki tat farkını ayırt etmek- özellikle soya sosu ile piĢirildiği durumlarda- pekte mümkün değildir. Japonya‘da Rapana sahte Sazae olarak pazar bulmaktadır. Hatta market ilanlarında Rapana ―Japon Sazae fiyatının beşte biri kadar ucuz olduğu‖ yer almaktadır. Özetle, Rapana ucuz restoranlarda, tavernalarda ve iĢlenmiĢ gıda fabrikalarında satılmaktadır. Yalnız, 2000 yılında tüketicilerin Ģikayeti üzerine Fair Trade CommissionRapana ürünlerine Sazae adını kullanmamak için üreticileri uyarımıĢtır. Bunun ardından Rapananın satıĢ için pazar daralmıĢ ve üreticer zorlanmıĢtır. 117 Tablo 2: Türkiye‟den ve Bulgaristan‟dan Japonya‟ya Ġhraç Edilen DondurulmuĢ Kabuklu Deniz Ürünleri Yıllar Türkiye (kg) Türkiye (US/kg) 1990 1150,394 1997 2,046,251 5.2 1999 2,092,435 4.4 2001 957,359 3.7 2003 1,261,314 3.4 2005 776,715 4.7 2007 743,054 6.6 2011 212,956 Kaynak: Japonya Balık Üretim Ġstatistikleri: Ġhracat Bulgaristan (kg) 0 381,567 714,006 786,160 541,912 851,005 615,416 525,527 Bulgaristan (US/kg) 5.4 4.8 4.1 3.4 4.9 6.5 - Rapana Venesa Türkiye‘de avlanma ile tüketiciye ulaĢma aĢamasında ortalama 12 el değiĢtirmektedir (ġekil 1). Aracılar balıkçılardan ortalama kilo baĢına 0.78 Euro‘yasatın aldıkları Rapana‘yı yukarıda detaylı tartıĢtığımız kırsal kadın iĢçilerin çalıĢtıkları iĢletmeler satmaktadır. Avlanma ve aracıların tamamı erkeklerden oluĢurken, özellikle kabuklarından Rapana‘nın çıkartılması ve pazara iĢlenmiĢ olarak sunulması kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu iĢletmelerde yöneticiler ve Rapanayı kaynatanlar yine erkeklerdir. Sektörde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü vardır. Fabrikalarda iĢlenmiĢ Rapana‘nın kilogramı 5 Euro dan Japonya‘ya satılmaktadır. Japonya‘ya ihraç edilen Rapana ilk önce ―ihracatçıların‖, ardından ―dağıtıcıların‖ (distribütörler) eline geçmektedir. Dağıtıcılar Rapana‘yı internet üzerinden pazara sunabildikleri gibi gıda üreticilerine de satabilmektedir. Her iki durumda müĢteriye kilosu 19 Eurodan ulaĢmaktadır. Taverna, lokanta ya da süpermarketlerde deniz ürünleri salatasının 90 gramı ise 2.87 avrodan satılmaktadır. Bu ürünün 1 kilogramı ise 31.9 Euro‘ya ulaĢmaktadır. Özetle, avlandığında kilosu 0.78 Euro olan Rapana‘nın Japonya‘da ki son market değeri 19 Euroya (yaklaĢık 20 katına) ulaĢmaktadır. Üretim zincirinde kadın emeğinin değeri ise çok düĢüktür (1kg/2TL (1.4 Euro). Tablo 2‘nin yansıttığı üzere ürünün pazarı, üretimi gibi son derece esnektir. Özellikle Japonya‘ya ihraç edilen ucuz hayvansal gıdanın etkisiyle deniz ürünlerinin tüketimi azalmaktadır. Yine de Japonya‘nın pazar olmaktan çıkması durumunda bile Çin ya da Kore gibi yeni pazarların bulunması söz konusu olabilmektedir. SONUÇ AraĢtırmada Rapana Venasa küresel üretimin zincirinde ücretli çalıĢan kırsal kadının yeri inceledik. Bulgular kırsal alanda tarım dıĢı ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin zayıf olduğunu yansıtıyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanması üzerinden kadınların esas rollerinin ―eĢ ve anne olma‖, ―ev kadınlığı‖ ve ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak devam ettiğini görüyoruz. Yani kadınların hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde tahayyül ediyor. Kadınların ücretli iĢgücüne katılmaları hem kendileri hem de aileleri tarafından geçici, ikincil ve önemsiz olarak algılanmalarının yanı sıra bu durum küresel üretime de yansıyor. Son derece zor ve ağır Ģartlarda sosyal güvenceden yoksun çalıĢan kadınlara 1kg. Rapana pazar değerinin sadece % 7 ‗si ( 1.4/19=0.07 euro) ödeniyor. Bu durum Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü varsayımıyla örtüĢüyor. Kadınlar iĢ piyasasında birçok engelle karĢılaĢıyor, asgari ücretin altında düĢük ücretlerle istihdam ediliyor; kolektif davranmaları zayıf. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları bulunmuyor. Özetle, Sömürü yaklaĢımının öne sürdüğü gibi Rapana üretiminde kadın iĢgücü esnek ve tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtıyor. 118 Ayrıca, araĢtırma bulguları kırsal alanda ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin zayıf olduğunu vurguluyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanabileceğini varsayımı üzerinden, kadınların hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde karĢımıza çıkıyor. ġekil 1: Türkiye‟den Japonya‟ya Rapana Venosa Üretim Zinciri TÜRKĠYE ÜRETĠCĠLER ĠĢletme sahipleri, yöneticiler BALIKCILAR YEREL ARACILAR Erkek ĠĢçiler (Kaynama Sorumluları) € 0.78/kg Kadın ĠĢçiler (Ayıklama, sıralama, paketleme) € 5/kg ĠHRACATCILAR GIDA ÜRETĠCĠLERĠ DAĞITICILAR JAPONYA INTERNET DAĞITICILARI € 19/kg PERAKENDECĠ SÜPERMARKET INTERNET SATIġI TAVERNA RESTORAN SOKAK TEZGAHI TÜKETĠCĠ DENĠZÜRÜN SALATASI€ 2.87 /pk (90 g) 119 KAYNAKÇA Azmaz, A.(1984). Migration and Reintegration in Rural Turkey: The Role of Women Behind, Gottingen: Heredot GmbH. Boserup, E.(1970). Women‘s Role in Development, London: Earthscan. Ertürk, Y.(1995). ‗Rural Women and Modernization in South-eastern Anatolia‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 141152. Gündüz HoĢgör, A. (teslimedilmiĢ) ―Rural Women Employment in RapanaVenosa Production in Western Black Sea Coast, Turkey‖. Gündüz HoĢgör, A.(2012). ―KaradenizBölgesiKalkınmaPolitikalarındanYansımalar: RapanaVenosaÜretimindeKırsalKadınınRolü‖. 7. BölgeselKalkınmaveYönetiĢimSempozyumu: KırsalKalkınmaveYönetiĢim. TEPAV.13-14 Aralık 2012.Ankara. Gündüz-HoĢgör, A.(2011). ‗Kalkınma ve Kırsal Kadının DeğiĢen Toplumsal Konumu: Türkiye Deneyimi Üzerinden Karadeniz Bölgesindeki Ġki Vaka‘nın Analizi‘, S. Sancar (Der.) BirKaçArpaBoyu ...: 21. Yüzyıla Girerken Türkiye‘de Feminist ÇalıĢmalar, Ġstanbul: KoçÜniversitesiYayınları, pp. 219-248. Gündüz Hosgör, A.(2010). ―Gender, Globalization and Fisheries Management: Rural Women Employment in Rapana Production in the Black Sea; Turkey.‖Poster Presentation.Knowseas EU 7th Framework Project 1st. Annual Scientific Meeting. Spain. Gündüz HoĢgör A., Him,M.S.( 2012). ―Commodity Chain of Rapana Venosa from Turkey to Japan‖. Poster Presentation. Knowseas EU 7th Framework Project 4th.Annual Scientific Meeting. 27 November-2 December 2012. Spain. Gündüz-HoĢgör, A.,Smits,J.(2008). ―Variation in Labor Market Participation of Married Women in Turkey‖, Women‘s Studies International Forum 31:2:104-17. Ġncirlioğlu, E. O.(1993). ‗Marriage, Gender Relations and Rural Transformation inCentral Anatolia‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp.113-125. Morvaridi, B.(1993). ‗Gender and Household Resource Management in Agriculture: Cash Crops in Kars‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp. 80-94. Sirman, N.(1995). ‗Friend or Foe? Forging Alliances with Other Women in a Village of Western Turkey‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 199-218. 120 KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ Ahmet ELNUR1 ÖZET KüreselleĢmenin bir sonucu olarak, ülke ekonomileri dünya çapındaki sermaye, mal ve hizmetlerin hareketliliğinden doğrudan etkilenmektedir. Ülke ekonomileri söz konusu hareketlilikten olumlu etkilenseler bile ekonomik ürünün bölgelere, sınıflara, etnik gruplara ve toplumsal cinsiyete göre dağılımı eĢit olarak gerçekleĢmemektedir. Küresel ekonomi, yaĢlıların, yoksulların, engellilerin, kadınların ve farklı etnik grupların temsilcilerinin ―görünmez‖ kılınmasına neden olmaktadır. Özellikle 1990‘lı yıllardaki ekonomik krizlerden sonra küresel ekonominin olmazsa olmazları arasında yerini almıĢ olan enformel iĢ gücü sürekli olarak görünmezlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Enformel ekonomide çalıĢanların çoğunluğunu oluĢturan kadınlar istikrarsız ve güvencesiz çalıĢma koĢullarını zorunlu olarak kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Kadınların seks iĢçisi olarak çalıĢtırılmak üzere seks ticaretinin bir nesnesi olarak alınıp satılması, bir ülkeden baĢka ülkeye götürülmesi seks endüstrisinin küreselleĢmesi Ģeklinde tezahür etmektedir. Her Ģeyin piyasaya açılarak alınıp satılan bir meta haline geldiği kapitalist küresel ekonomide seks endüstrisinin boyutları sürekli geniĢlemektedir. ÇalıĢmada küreselleĢme ve toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramlarına değinildikten sonra; küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü enformel sektör, seks endüstrisi özelinde incelenmiĢ, bu sürecin erkek egemen sistemin bir ürünü olarak sürekli toplumsal cinsiyet düzenine göre kodlandığı saptanmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, toplumsal cinsiyet, kadın emeği, iş bölümü, enformel sektör ABSTRACT As a result of globalisation, national economies are directly affected by the flow of capital, goods and services around the world. Even though national economies might be positively affected by this flow, economic resources aren‘t distributed evenly among regions, social classes, ethnic groups and gender. The global economy causes the elderly, the poor, the disabled, women and representatives of different ethnic groups to remain "invisible". Especially after the economic crises in the 1990s informal labour became one of the sine qua non of the global economy, but is constantly overlooked. Women constitute the majority in the informal economy and often have no choice than to accept unstable and precarious working conditions. The trafficking of women as sex workers, corresponding to a commodity of this trade, can be seen as a manifestation of the globalisation of the sex industry. The size of the sex industry is continuously expanding in a global capitalist economy where everything has become a commodity that can be bought and sold on the market. After describing the concepts of globalisation and gender division of labour in the study, the role of the globalisation process in the formation and shaping of gender division of labour was analysed within the context of the informal sector and the sex industry. As a product of the male-dominated system, this process is continuously being encoded according to the gender order. Keywords: Globalisation, gender, women‟s labour, division of labour, informal sector 1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Anabilim Dalı, ahmet.elnur@gmail.com 121 GĠRĠġ Son on yıllarda dünyayı kuĢatan küreselleĢme süreçlerinin sürekli tartıĢılmasına rağmen bu olguyu ve etkilerini tam olarak açıklayan tek bir kavram oluĢturulamamaktadır. Genellikle küreselleĢmeyi açıklama yolunda merkezi ekonomik güçlerin ve yeni iletiĢim teknolojilerinin sunduğu olanaklar sayesinde herkes için seçim çeĢitliliği fırsatlarının oluĢturulduğu ifade edilmektedir. KüreselleĢme süreci yeni fırsatlar sunmakla beraber yeni sorunlara da neden olmaktadır. ÇalıĢma kapsamında küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü incelenmiĢ, söz konusu sürecin ataerkil ideolojinin etkisi altında kaldığı ortaya konulmaya çalıĢılmıĢtır. Birinci bölümde, küreselleĢme süreciyle ilgili genel bir çerçeve çizilmiĢtir. Ġkinci bölümde, toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramına kısaca değinildikten sonra; çalıĢmanın üçüncü ve son bölümünde, küreselleĢme sürecinde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü incelenmiĢ, ataerkil sistemin bu süreç üzerindeki etkisi vurgulanmıĢtır. 1. KÜRESELLEġME KüreselleĢme; ulaĢım, haberleĢme ve bilgi iĢlem teknolojisindeki geliĢmeler sonucunda, toplumsal ve kültürel düzlemler üzerinde, mekansal uzaklıklardan kaynaklanan farklılıkların ortadan kalktığı toplumsal bir süreçtir (EĢkinat, 1998: 7). KüreselleĢme; farklı ulusal ekonomilerin bileĢimi anlamına gelen uluslararası ekonomiden tek tip kurallar tarafından yönetilen bir ―gezegensel piyasa ekonomisine‖ geçiĢtir (De Benoist, 1998: 171). KüreselleĢme, kapitalizmin geliĢmesinde bir aĢama, sözcük olarak dünyanın bütünleĢmiĢ tek bir pazar haline gelmesini ifade etmektedir (Kansu, 1996: 11). Bu bağlamda, küreselleĢme olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecini doğuran temel paradigmaları Ģöyle belirlenebilir; GeliĢmiĢ ülkelerde yatırım maliyetlerinin sürekli olarak artması, buna bağlı olarak karlılığın düĢmesi, GeliĢmiĢ ülkelerde pazarın doyumu sebebiyle yeni pazar oluĢumlarının zorunlu hale gelmesi, GeliĢmiĢ ülkelerde yığılan sermayenin riski dağıtmak istemesi, Kitle iletiĢim araçlarında ve ulaĢım alanında baĢ döndürücü geliĢmelerin yaĢanması, GeliĢmiĢ ülkelerin sanayi yatırımları sonucunda oluĢan çevre sorunlarına duyarlılığı nedeniyle bu yatırım alanlarının az geliĢmiĢ ülkelere kaydırma gerekliliğinin doğması, Uluslararası sermayenin ülkeleri kontrol etmede temel faktör olmaya baĢlaması, Teknolojik buluĢlar ve eldeki eski teknolojilerin değerlendirilmesi amacıyla az geliĢmiĢ ülkelere pazarlanmasının istenmesidir (IĢıldak, 2003: 9-10). Özellikle son çeyrek yüzyılda daha fazla kullanılmaya baĢlanan bir kavram olmasına rağmen küreselleĢmenin kökenlerinin Christopher Columbus‘un yeni kıtayı bulduğu ve Ġlk Avrupa Sömüreciliği‘nin baĢladığı 15.yüzyıla kadar uzandığını ifade etmek daha doğru bir yaklaĢım olmaktadır. Yayılmacılık ve sömürgecilikle baĢlayan, daha sonra dünyadaki ticari, ekonomik iliĢkilerin Avrupa merkezli olarak yeniden düzenlenmesi ve sosyal kurumların, normların, değerlerin yeni toplumlara göçünün gerçekleĢtirildiği süreç küreselleĢmenin temellerini oluĢturmaktadır. KüreselleĢmenin neoliberalizm doğrultusunda gerçekleĢmesiyle sosyal refah devleti fikri gölgede kalmaktadır. Rekabetin, karlılığın, makro ekonomik göstergelerin korunmasının devletin öncelikli görevleri haline gelmesiyle beraber, devlet ve piyasa, siyaset ve ekonomi arasında iliĢkiler yeniden tanımlanmaktadır. Devlet bütçesi konsolidasyonunun birincil ekonomik ve politik hedef olarak belirlenmesi vatandaĢların refahının görmezden gelinmesi sonucunu doğurmaktadır. Üretim, ticaret, yatırım faaliyetlerinin sermayenin karlılığına endeksli olarak yapıldığı parasal ekonomi tüketim malları üreten ekonominin yerini almaktadır. Sauer‘e göre küresel yeniden yapılanma sürecinde sosyal politikalar, çevrenin korunması, kültür gibi siyasetin ―yumuĢak‖ alanları güç kaybetmekteyken, finans, güvenlik gibi ―sert‖ alanları ise daha fazla güç kazanmaktadır (Scharenberg, Schmidtke, 2003: 106). 122 KüreselleĢme sürecinde yeni piyasa riske, rekabete hazır iktisadi insan (homo economicus) üzerine kurulmakta ve sürdürürlüğünü sağlamaktadır. Ekonomik büyüme, sermaye hareketlerinin inanılmaz boyutlarda bir geliĢme gösterdiği günümüzde aynı geliĢmeyi gösterememektedir. Ekonomik büyüme gerçekleĢse bile iktisadi ürünlerin toplumun tüm kesimlerine eĢit Ģekilde dağıtılması sağlanamamaktadır. YaĢlılar, yoksullar, engelliler, kadınlar ve farklı etnik grupların temsilcileri küresel ekonomi tarafından ―görünmez‖ kılınmaktadır ve artık yoksullukla mücadele devletin öncelikli hedefleri arasında yer almamaktadır. Toplumsal çeliĢkiler ve eĢitsizliklerin giderilmesi için makro ekonomik göstergelerin düzeltilmesi gerekmektedir. KüreselleĢme sürecinden etkilenen ve sayısı her geçen gün artmakta olan insanların eĢit güç pozisyonlarına sahip olmadıkları için küreselleĢmenin olumlu veya olumsuz etkilerini kontrol etmeleri imkansız hale gelmektedir. Ulus devletlerin sınırlarının ötesinde geliĢen yeni toplumsal iliĢkilerin Ģekillenmesini sağlayan çok yönlü süreç küreselleĢmenin günümüzde gelinen aĢamasını göstermektedir. Bu sürecin temelinde neoliberalizmin ekonomik, siyasal olarak kurumsallaĢması ve serbest ticaret doktrininin uygulanması yatmaktadır. Doğal olarak, kadın ve erkekler de mikro ekonominin aktif aktörleri olarak söz konusu geliĢmelerden doğrudan etkilenmektedir. Bu etkilenme süreci toplumsal cinsiyet sisteminden beslenmekte olan toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü çerçevesinde gerçekleĢmektedir. 2. TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ToplumsallaĢma sürecinde öğrenilmekte olan kadınlık ve erkeklik rolleri bireyler tarafından içselleĢtirilerek davranıĢ haline getirilmektedir. Toplum tarafından kadın ve erkek arasındaki keskin ayrım üzerine sürekli yeniden üretilen bu roller toplumsal cinsiyet sistemini oluĢturmaktadır. Toplumu oluĢturan tüm bireylerin kendilerine atfedilen toplumsal cinsiyet rollerine uymaları beklenmektedir, aksi takdirde toplum tarafından dıĢlanma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmaları kaçınılmaz hale gelmektedir. Kitle iletiĢim araçlarının yaygınlaĢmasıyla toplumsal cinsiyet düzeninin küreselleĢmesi gerçekleĢmektedir. KüreselleĢmeyle beraber değiĢen dünya düzeninde etkin rol oynayan ABD ve Avrupa ülkelerinin toplumsal cinsiyet değerlerinin diğer coğrafi bölgelere aktarılması medya aracılığıyla gerçekleĢmektedir. Otoriter erkeklik, cinsel açıdan çekici kadınlık gibi Batı‘ya özgü tanımlamaların yayılmasıyla söz konusu erkeklik ve kadınlık kalıpları küresel standart haline gelmektedir. Pop yıldızları, sinema yıldızları gibi ünlü kadınlardan 90-60-90 ölçülerini sağlamaları, aynı anda elbiselerinin de cinsel açıdan çekicilik doğrultusunda seçilmesi beklenmektedir. Küresel medya, etnik ve kültürel gelenekleri tamamen farklı olan Batı dıĢı toplumlardaki kadınların ve erkeklerin bu ―güzellik standartlarını‖ benimsemesini sağlamaktadır. Doğumdan itibaren öğrenilmekte olan toplumsal cinsiyet rolleri yaĢamın tüm alanlarında olduğu gibi, çalıĢma hayatının düzenlemesinde de doğrudan etkili olmaktadır. Kadınların ve erkeklerin hangi meslekleri icra edecekleri veya edemeyecekleri kiĢisel tercihlerine, yeteneklerine göre değil, toplumsal olarak kurgulanmıĢ cinsiyet düzenine göre belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü, bireylerin çalıĢma hayatının kendilerinden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet kalıplarıyla düzenlenmesini ifade etmektedir. Kadınlar ve erkekler üretim çalıĢmalarında bulunsalar da toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü varlığını korumaktadır. Erkekler daha nitelikli ve yüksek ücretli iĢlerde çalıĢmaktayken kadınların üretim faaliyetleri genel olarak evde yaptıkları iĢlerin uzantısı doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Kadınların tarım sektöründe çalıĢması ev iĢlerinin bir uzantısı olarak görüldüğü için ekonomik hesaplara yansıtılmamaktadır. Erkeklerin istihdamına daha çok önem ve öncelik verilmektedir, çünkü ataerkil ideolojiye göre, erkek ekmeği kazanan asli unsur ve ev halkının reisi olarak görülmektedir (Bhasin, 2003a: 28). Dolayısıyla kadınların iĢe alınması ve çalıĢması tamamen önemsizmiĢ gibi sürekli ikinci plana atılmakta veya hiç düĢünülmemektedir. Kadınların çalıĢma hayatında temsili toplumsal cinsiyet bağlamında kendilerine atfedilen duygusallık, sakinlik, etkileyicilik, sabırlılık gibi özellikler doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Evde güç ve denetim sahibi olan erkekler ise dıĢarıda da bu özelliklerin gerekli olduğu ifade edilen mesleklerle temsil edilmektedirler. 123 Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün yeteneklerin de toplumsal cinsiyete göre taksim edilmesine neden olduğunu belirten Bhasin‘e göre (2003b: 28), erkekler ve kadınlar, kız ve erkek çocuklar, yalnızca kendi toplumsal cinsiyetlerine uygun olduğu varsayılan becerileri öğrenmekte ve bu konularda uzmanlaĢmaktadırlar. Kadın ve erkeklerde yaratılan farklı beceri ve yetenekler aynı anda toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün de temelini oluĢturmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün aynı zamanda emeğin ücretlendirilmesi konusunda da eĢitsizliklere yol açtığı, kadınların ve erkeklerin emeklerinin eĢit ücretlendirilmediği gözlemlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünde kadınlara ve erkeklere tahsis edilen görevlerin, aynı zamanda kaynaklar ve emek ürünleri üzerinde emir, kumanda yetkisinin sonucunda, erkekler toprak, teknoloji, ürün satıĢından elde edilen nakit ya da kredi üzerinde denetime sahip olmak, kadınlar ise sadece geçimlerini sağlayabilmek için üretim sürecinde yer almaktadırlar. KüreselleĢme süreci doğrultusunda yaĢanan ekonomik geliĢmeler kadınların iĢ gücüne katılımı oranlarını doğrudan etkilemektedir. 1980‘lerin ortasından itibaren birçok ülkede yaĢanan ekonomik kriz, kadınların iĢ gücüne katılımını büyük oranda artırdığında, ―iĢ gücünün feminizasyonu‖ süreci yaĢanmıĢtır. Kadınların bu kriz döneminde iĢ gücüne katılımının nedeni; sermayenin herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, sınıf bilinci taĢımayan ucuz emeğe gereksinim duymuĢ olmasıdır (Ecevit, 1997:41). Kadınların ucuz iĢ gücü olarak kullanılması, devletin sermaye odaklı politika ve uygulama tercihlerinin sürdürülebilirliği için toplumsal cinsiyetin bir kaynak konumunda olduğunu göstermektedir. 3. KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ Küresel ekonomik düzenin sonucunda yoksulluğun artıĢı ve yoksulluğun feminizasyonu karĢımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasını ve çalıĢan nüfusun üçte birini oluĢturan kadınlar; dünya gelirinin onda birine, yeryüzü malvarlığının ise sadece yüzde birine sahiptirler. Kadının toplumsal statüsü ile doğrudan ilgili olan bu durum, kadınların her alandaki insan haklarından erkeklerle eĢit ölçüde yararlanmalarını engellemektedir. (Vefikuluçay ve diğerleri, 2007: 32). Toplumsal cinsiyet politikaları ve küresel toplumsal cinsiyet düzeni uluslararası iliĢkiler, uluslararası ticaret, küresel piyasalar gibi alanlarda yeniden, ama eski prensipler doğrultusunda inĢa edilmekte, böylece toplumsal cinsiyet tarafsızlığının varlığı neoliberal ekonomide sadece görünüĢte kalmaktadır. Küresel sistemin egemen kurumları ekonomik ve siyasi giriĢimciler olan erkekler tarafından yönetilmektedir. Connell‘ın (2000: 52) ―ulus aĢırı iĢ erkekliği‖ olarak ifade ettiği bu yeni hegemonik erkeklik için benmerkezcilik, baĢkalarına karĢı sorumluluk duygusunun azalması veya tamamen kaybolması, iĢ hayatı ve cinsel iliĢkilerde daha az sadakat gösterme eğiliminin oluĢması, tüketime düĢkünlüğün daha fazla artmasıyla kadınların da tüketim nesnesi olarak görülmesi söz konusu olmaktadır. Sermaye ve finansın küreselleĢmesi cinsiyet ve ırksal farklılıklara dayalı bir yapı üzerinde inĢa edilmektedir. Wallerstein‘a göre kapitalizmin iki temel özelliğinden birincisi, artı değeri artırmak için ücretli emekle çalıĢanların çoğalmasıdır. Buna bağlı olarak ikinci özelliği ise emek gücünün değerini azaltmak için ücretli emek arasında yapısal bir takım tabakalaĢmalar oluĢturmaktır. Bu anlamda cinsiyetçilik, ırk ayrımcılığı türünden ayrımlar kapitalizmin lehine olarak tabakalaĢmıĢ ve farklılaĢmıĢ bir ücretli emek yaratmaktadır. KüreselleĢme sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm bir taraftan bütün insanların ücretli emeğe katılımını sağlarken, diğer taraftan emek gücü arasında ırkçı, cinsiyetçi vb. ayrımlar üretmektedir (akt., CoĢkun, 2006: 74). Ġhracata dayalı küreselleĢme politikaları iĢ gücü piyasalarında yarı zamanlı, geçici, enformel istihdam olarak ifade edilen standart dıĢı istihdam biçimlerinin yaygınlaĢmasını sağlamaktadır. 1970‘li yıllardan itibaren dünya haritası üzerinde ucuz iĢ gücü olan ülkelerde ortaya çıkmaya baĢlayan ―dünya pazarı fabrikaları‖nda ağırlıklı olarak kadınlar istihdam edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin Amerika‘nın ihracata yönelik bölgelerindeki bu fabrikalarda iĢçilik maliyetleri daha az olduğu için kadınların erkeklere tercih edilmesi erkeklerin iĢsizliğinin artmasına ve kadınların da hak ettikleri ücretlerin çok altında çalıĢmasına neden olmaktadır. Ailelerinin geçimini sağlamak için düĢük maaĢlarla ihracata yönelik üretimde yer almaları, kadınların toplumdaki geleneksel konumlarında kayda değer bir değiĢimle sonuçlanamamaktadır. 124 Birçok geliĢmekte olan ülkenin hükümeti yabancı sermaye ve özellikle çok uluslu Ģirketlerin ilgisini çekmek için çalıĢma standartlarını belirlerken Uluslararası ÇalıĢma Örgütü (ILO) sözleĢmelerini doğrudan ihlal etmektedir. Kadınlar ataerkil toplum tarafından kendilerine aĢılanan güçsüzlük, itaatkârlık gibi geleneksel özelliklere paralel olarak iĢ gücü piyasasında ücret ayrımcılığına uğramaktadır. KüreselleĢen ekonomide kadınların uğradığı bu ayrımcılık genellikle evin geçimini sağlayan kiĢinin erkek olması, kadının ise böyle bir görevi bulunmadığı, ev bütçesine çok az katkıda bulunmasının da yeterli olabileceği düĢüncesiyle açıklanmaya çalıĢılmaktadır. II. Dünya SavaĢı sonrasında fordizmin sunduğu aile modeline göre de tam gün çalıĢan erkekten kazandığı para ile ailenin tüm geçimini sağlanması beklenirken, kadından ise ücretsiz olarak ev emeğini icra etmesi ve ailenin devamlılığının sağlanması için çocuk doğurması beklenmektedir. ÇalıĢan orta sınıf kadınların kendilerinin ücretsiz yaptıkları ev iĢleri için hizmetçi bulmaları durumunda söz konusu iĢler ücretli hale gelmektedir. Ev içi emek ihtiyacı genellikle Güneydoğu Asya veya eski Sovyetler Birliği kökenli kadınlar tarafından karĢılanmaktadır. Bu uluslararası iĢ bölümü sürecini ―küresel bakım zinciri‖ olarak kavramsallaĢtıran Ehrenrich ve Hochschild‘e göre, yeniden üretim emeğinin uluslar arası iĢ bölümü sayesinde ‗batılı‘ ülkelerde kadınlar daha kolay Ģekilde ücretli emeğe baĢlayabilmektedir. Çünkü ücretli emeğe giren kadınlar, kendi bakım emeklerini gidermek için baĢka kadınların emeğini satın almaktadırlar (akt., Özer, 2010: 20). Bakıcı veya hizmetçi çalıĢtırmaya maddi olarak gücü yetmeyen kadınların ise ev içindeki sorumlulukları tam gün çalıĢmalarını engellemekte ve onları yarı zamanları iĢlerde çalıĢmaya mecbur bırakmaktadır. Güneydoğu Asya'daki ―dünya pazarı fabrikaları‖nda kadınlar iĢe alınmadan önce kendileriyle 5 yıl boyunca evlenmelerini yasaklayan ve süre bitiminde uzatma haklarının bulunmadığı özel sözleĢmeler yapılmaktadır (Truong, 1999: 148). Kadın iĢçiler zorunlu gebelik testi, zorunlu doğum kontrolü, hatta kısırlaĢtırma gibi insan hakları ihlalleriyle karĢılaĢmaktadır. Kadınların ucuz iĢçi olarak çalıĢtırıldığı dünya pazarında iĢyerinde cinsel taciz ve Ģiddet bir yapısal özellik olarak karĢımıza çıkmaktadır. Zor Ģartlarda, uzun saatler boyunca, izinsiz çalıĢılan birkaç yılın sonunda kadınların güç ve sağlık kaybına uğraması onların iĢlerine son verilmesi ve yerlerine daha genç kadınların iĢe alınmasıyla sonuçlanmaktadır. Truong‘a göre (1999: 158) Güneydoğu Asya'da ekonomilerin hızla büyümesinin arkasında yatan asıl neden toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürecidir. Kadınlar sadece fabrikalarda değil, aynı anda yazılım geliĢtirme gibi alanlarda çalıĢan çok uluslu Ģirketlerde de ayrımcılığa uğramaktadır. Hindistan, Latin Amerika, Doğu Avrupa‘da söz konusu teknolojik alanlarda çalıĢmak için kadınlar erkeklerle aynı eğitim ve beceri düzeyinde olmalarına rağmen düĢük vasıflı iĢlerin %70‘ini, erkekler ise yüksek vasıflı iĢlerin %80‘ini yerine getirmektedir. ILO‘nun 2005 ve 2012 verilerine göre, dünya genelinde seks iĢçiliği, eğlence, ev hizmetleri, tarım, inĢaat gibi çeĢitli sektörlerde yer alan zorla çalıĢtırılma mağduru sayısı 12,3 milyondan 20,9 milyona yükselmiĢtir. Zorla çalıĢtırılanların %55‘ini oluĢturan kadınların %98‘inin seks amaçlı insan ticareti mağduru olduğu belirtilmektedir (www.state.gov/documents/ organization/192587.pdf). Uluslararası örgüt ve giriĢimler tarafından yönetilen seks amaçlı kadın ticareti, boyutlarının her geçen gün artmasıyla küresel ekonominin hızlı büyüyen sektörlerinden biri haline gelmektedir. Güneydoğu Asya ülkelerinde erkek egemenliği, kadınları daha farklı pratiklerle ezebilmekte ve özellikle kız çocuklarından evi geçindirmeleri beklenebilmektedir. Kadınlar göç ederek seks iĢçiliği veya ev hizmetlerinde çalıĢarak ailenin geçimini üstlenmektedir. Göç veren Asya ülkelerinin hükümetleri de kadınların göç akımlarının geliĢtirilmesinde aktif bir rol üstlenmektedirler. Sovyet Sisteminin çöküĢü ortamında yaĢanan ekonomik ve sosyal buhranla baĢlayan kadınların Batı Avrupa, Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerine göçü her geçen gün artarak devam etmektedir (UlutaĢ ve Kalfa, 2009: 14). Göç ettikten sonra seks iĢçiliğinde çalıĢtırılan kadınların bedenlerinin tüketim kültürünün bir nesnesi haline gelmesiyle küresel seks endüstrisi oluĢmaktadır. Ülkelerinden çeĢitli vaatlerle kandırılarak baĢka ülkelere götürülen kadınların doğrudan seks iĢçiliğine zorlanması, pornografi ve seks turizmiyle küresel seks endüstrisinin sürekliliğini sağlanmaktadır. Hedef ülkelerde yoğun sömürü koĢullarında çalıĢtırılan kadınlar, çok çeĢitli sorunlar yaĢamaktadırlar. Büyük oranda ekonomik kaygılarla göç ettikleri hedef ülkelerde borç batağına sürüklenerek çoğu zaman kazançlarının tümüne el konmakta, yaĢadıklarından ötürü psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar geçirmektedirler. Ülkelerine geri dönebilseler bile, bu kez de seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları için damgalanmaktadırlar (Kalfa, 2008: 182). Seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları öğrenilen kadınlar toplum tarafından dıĢlanarak, 125 aĢağılanarak, ayrımcılığa maruz kalarak adeta aforoz edilmektedirler. Ülkelerinde toplum tarafından kabul edilmemeleri onları tekrar göç etmeye mecbur edebilmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde küresel ekonominin ayrılmaz parçası haline gelmiĢ olan enformel sektörde ürün ve hizmetlerin üretimi devlet denetimi, vergilendirme ve sosyal güvence olmaksızın gerçekleĢtirilmektedir. ĠĢgücü maliyetlerinin azaltılması amacıyla ağırlıklı olarak kadınlardan yararlanılan enformel sektörde kriz dönemlerinde de öncelikle kadınların iĢlerine son verilmektedir. ĠĢe girme konusunda erkeklere öncelik tanınması ve kadınların genellikle yarı zamanlı iĢlerde çalıĢtırılması toplumsal cinsiyete dayalı küresel ekonominin sürekliliğini sağlamaktadır. SONUÇ ÇalıĢma kapsamında ele alınan küreselleĢme sürecinin ataerkil ideolojinin Ģekillendirdiği toplumsal cinsiyetle karĢılıklı etkileĢim halinde olduğu görülmektedir. KüreselleĢme süreci sadece kadın ve erkekleri farklı Ģekilde etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda toplumsal cinsiyet düzeni üzerinden gerçekleĢmektedir. Küresel toplumsal cinsiyet düzeni erkeklere ayrıcalık tanıdığı için ataerkil nitelik taĢımaktadır. Ataerkil sistem; kamusal ve özel alan ayrımıyla kadınların sosyoekonomik bağlamda faaliyetlerini, emek, ücret, mülkiyet, kültürel ve cinsel haklarını geleneksel toplumsal cinsiyet kimliklerine göre belirlemektedir. Aynı zamanda, küreselleĢme karĢıtı direniĢ sırasında oluĢan, yerelleĢme olarak ifade edilen milli, dinsel, etnik köktenciliğin de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, iktidar ve denetim biçimlerini onayladığı görülmektedir. Yerel ataerkil elit sınıfı tarafından milliyetçilik temelinde yeni kimlik oluĢturulmaya çalıĢıldığında kadın bedeni annelik ve cinsel paklık söylemleri için bir sembol olarak kullanılmaktadır. Wichterich‘in (2004: 14) de ifade ettiği gibi, cinsiyetler arasındaki haksızlıklar göz ardı edilerek ―bir baĢka dünya‖ mümkün değildir ve olmayacaktır. KüreselleĢmenin sadece bir ekonomik determinizme indirgenmemesi, karanlıkta kalan insani yüzünün ortaya çıkarılması gerekmektedir. Küresel boyutta toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik yasal düzenlemelerin yapılmasına ve uygulanmasına önem verilmelidir. Türkiye‘nin son 6 yılda 105.sıradan 124.sıraya gerilediği Cinsiyet EĢitsizliği Endeksi‘nden (www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf) sadece küresel ekonomik forumlarda bahsedilmemeli, aynı anda söz konusu endeksteki durumu iyileĢtirmek üzere ekonomik revizyonlar gerçekleĢtirilmelidir. Yaptırımcı önlemler alınmadığı takdirde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürekli yeniden üretilerek varlığını sürdürecektir. KAYNAKÇA Bhasin, K. (2003a). Ataerkil Sistem.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav. Bhasin, K. (2003b). Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav. Connell, R. (2000). The Men and the Boys. Berkeley: University of California Press. CoĢkun, M. K. (2006). ‗‘Süreklilik ve KopuĢ Teorileri Bağlamında Türkiye‘de Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler‘‘. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61 (1): 68-102 De Benoist, A. (1998). ‗‘KüreselleĢmenin Gerçek Yüzü‘‘. Doğudan Batıdan Uluslararası Konferanlar Dizisi III, Ġstanbul: Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Yayınları. Ecevit, Y. (1997). ‗‘KüreselleĢme, Yapısal Uyum ve Kadın Emeğinin Kullanımında DeğiĢmeler‘‘. Küresel Pazar Açısından Kadın Emeğinde ve İstihdamında Değişmeler: Türkiye Örneği,(Der: Ferhunde Özbay), Ġstanbul: Ġnsan Kaynağını GeliĢtirme Vakfı. EĢkinat, R. (1998). ‗‘Küreselleşme ve Türkiye Ekonomisine Etkisi‟‟. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, No:1036 IĢıldak, D. (2003). Küreselleşme ve Ulus Devlet Boyutunda Türkiye, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Kalfa, A. (2008). Eski Doğu Bloku Ülkeleri Kaynaklı İnsan Ticareti ve Fuhuş Sektöründe Çalışan Kadınlar, Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek 126 Lisans Tezi. Kansu, I. (1996). Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: Kamu ĠĢletmeciliğini GeliĢtirme Merkezi Vakfı Özer, E. N. (2010). Türkiye‘de İnsan Ticareti Mağdurları Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Scharenberg, A., Schmidtke, O. (2003). Das Ende der Politik? Globalisierung und der Strukturwandel des Politischen, Münster: Westfaelisches Dampfboot Truong, T.D. (1999). The Underbelly of the Tiger: Gender and the Demystification of the Asian Miracle, Review of International Political Economy, 6 (2): 133-165 UlutaĢ, Ç. U.,Kalfa, A. (2009). Göçün kadınlaĢması ve göçmen kadınların örgütlenme deneyimleri, Fe Dergi, 1 (2): 13-28 Vefikuluçay, D., Demirel, S., TaĢkın, L., Eroğlu, K. (2007). Kafkas Üniversitesi Son Sınıf Öğrencilerinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Bakış Açıları. Hacettepe Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Dergisi, 14 (2): 26-38. Wichterich, C. (2004). Küreselleştirilen Kadın: Eşitsizliğin Geleceğinden Raporlar (Çev: Tunç Tayanç, Füsün Tayanç), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, http://www.state.gov/documents/organization/192587.pdf EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00. http://www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00. 127 B10 OTURUMU KÜRESELLEġME-II: KAMUSAL-ÖZEL ALAN VE ĠLĠġKĠLER 128 ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ Ahmet ÖZALP1 ÖZET Ulusçuluğun toplum hayatında önemli bir yer edinmeye baĢlaması ile ulusçuluk toplumları siyasi, ekonomik, sosyal ve daha birçok yönden etkilemiĢtir. Çok uzun süreçlerle ifade edilemeyecek bu süreç daha sonralarında ise küreselleĢme ve sanayileĢmenin etkisi ile toplumları etkileyecek, yerini çokkültürlülüğe bırakacaktır. Toplumlar, içerilerindeki farklılıkları fark etmeye baĢlaması ile onları psikolojik yönden de etkileyecek birbirleri ile etkileĢimlerini arttıracak ve bu farklılıkların sonucunda ortaya çıkacak sorunları da çözmeye çalıĢacaklardır. Ġmparatorlukların yıkılıp yerlerine ulus devletlerinin kurulması, ulusçuluk fikrinin oluĢmaya baĢlaması daha sonrasında bunun tekrar yerini çokkültürcülüğe bırakmaya baĢlaması makalenin konusunu oluĢturacaktır. ÇalıĢma, belgeleme yöntemi ile yapılmıĢ, tarihsel örnekler verilerek kavramlar yorumlanmaya çalıĢılmıĢtır. Önceleri çalıĢmada ulusçululuk, milliyetçilik, çokkültürcülüğün tanımı daha sonrasında ise bu kavramların toplum hayatında tarihsel olarak hangi süreçlerle yer edinmeye baĢlaması incelenmiĢtir. ÇalıĢmada Avrupa Birliği örnekleminden de yararlanılmıĢtır. Birliğin bu süreci nasıl yaĢadığı ve bu süreçte yaptığı bazı düzenlemeler incelenmiĢtir. ÇalıĢmada esas amaç bu kavramsal süreçleri Tarihsel Sosyolojik açından inceleyerek günümüz sürecini açıklamaya çalıĢmaktır. Anahtar Sözcükler: Ulusçuluk, Çokkültürlülük, Küreselleşme, Sanayileşme ABSTRACT With the start of obtaining an important place in social life, nationalism has influenced societies in many ways such as political, economical andso on. This process, which cannot be defined as very long, will affect societies by means of industrilization and globalization and leave its place to multiculturalism. When the societies realize the differences among them, they will try to solve the problems that will affect them psychologically, rise the transmission with each other and appear from these differences. The theme of the essay is the collapse of empires and coming of the national states instead of them, developing the idea of nationalism and then appearing of the multiculturalism. This study is done bymeans of documentationmethodandhistoricalexamplesaregivenandconceptsaretriedto be interpreted. First, the definition of nationalism and multiculturalism is given, and then it is tried to be investigated in which process these concepts take place in social life as historically. In the study, it is also benefited from the sample of European Union. How the union lived this process and some arrangements which were made in this process are also investigated. The main aim of the study is to explain the process of today by means of studying these conceptual processes in terms of history and sociology. Keywords: Nationalism, Multiculturalism, Globalisation, Industrilization I. GĠRĠġ Yüzeysel olarak incelendiğinde ulus ve millet kavramları eĢ değer olarak görülür. Oysa ki: Ulus, ―Aynı devlet içersinde barınan insanları iĢaret ederken millet, ― Bir devlet içerisinde olsun ya da olmasın, ortak bir dine inanan olan, aynı bir dili konuĢan ve ortak bir tarihe sahip olarak etki altında olmayan politik bir unsur olarak bir arada hayatlarını idame ettirmeyi isteyen insan topluluğu anlamında kullanılır. Üzerinde kesin bir fikir birliğine varılamamıĢ bir kavram olan ulus, genel olarak Fransız ihtilalinin bir sebebi olmaktan daha çok bir sonucu olmuĢtur. Gellner, modern toplumların kültürel benzerlik ihtiyacının ulus kavramının ortaya çıkmasına neden olduğunu ve milliyetçiliklerin de tarım toplumundan, endüstri toplumuna geçiĢte kültürel uyumunu sağlayan modern bir kurgu 1 Doktora Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, ozalpahmet1988@gmail.com 129 olduğunu savunmaktadır.Gellner‘de, modern ulus, modern devletle birlikte var olan tarihsel bir kategori ve siyasal ve sosyolojik örgütlenme biçimi‘ olarak kabul edilmektedir (Gellner, 1998:9-12). Hobsbawn, modern ulus içinde olmak üzere çoğu Ģeyin, uygun ve genelde çok yakın zamanlı göstergeler ve bunlara uydurulmuĢ söylemlerle ‘‘ulusal tarih‟ iliĢkilendirildiği için, geleneğin icadına gerekli dikkat gösterilmeden ulus olgusunun üzerinde hakkıyla durulamayacağını söylemektedir (Hobsbawn, 2005:17-18). Semantik mana yönünden incelendiğinde ise, ―ulus‖un Arapça kaynaklı ―millet‖ sözcüğünden geldiği genel olarak kabul edilmekle birlikte, kelimenin etimolojisi hakkında daha değiĢik düĢüncelerde bulunmaktadır. Bernard Lewis, millet kelimesinin Aramice‘den geldiğini ve ―bir söz‖ anlamına gelen ―milla‖ kökenine kadar gittiğini belirtmekte ve ―bir kutsal kitabı kabul eden insan topluluğunu kavramını karĢıladığını söylemektedir. Kökenbilimindeki dinsel anlam doğrultusunda millet kelimesi daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen ve ―nation‖ sözcüğünü karĢılamak için kullanılan ―ulus‖ kelimesi anlam olarak daha çok, değiĢik bir etnik topluluğu belirtmektedir. Ulus olmanın, oluĢturmanın bilinci ve dünya toplumlarının, ulus öncesi toplumsal yapılardan ulus olma seviyesine ulaĢma sürecinin hem bir ürünü hem de kuramsal aracı olarak tanımlanabilecek olan ―milliyetçilik‖ ise bir terim olarak ilk defa 1774 yılında Johann GottfriedHerders tarafından ortaya atılmıĢtır (Karyelioğlu, 2012:143-144). Çokkültürlülük; Ġlk kez Avrupa‘da ortaya çıkan ve niyeti; etnik, kültürel ve dilsel farklılıkları aynı kazan içerisinde eriterek tek bir tarih, dil ve kültüre dayalı bir ulus yaratmak olan ulus-devlet projesi ile karĢı karĢıya kalmıĢtır. Çokkültürlülük olarak ifade edilen manzume bazen de çokkültürcülük olarak isimlendirilmiĢ ve bu karĢı gelme, özü itibariyle toplumda her türlü tekdüzelik, birlik ve ortaklığı bozan ―farklılaĢma‖ karvamının altını çizmektedir. Özellik olarak farklı olmakla birlikte Avrupa‘da farklılaĢtırma olgusu en az üç temelden beslenmektedir. Ġlk temel, var oluĢ tarihleri Avrupa‘daki toplumların tarihi kadar eski olan ve halen de önemli oranda varlığını devam ettiren yerli azınlıklardır (Canatan, 2009:83). AlainTouraine, günümüzde kültürel değerlerin toplumsal ya da politik\siyasal değerler üzerinde yükselen bir önceliği olduğunu ve büyük çatıĢmalar, yüksek tercihler, yüksek karĢıtlıkların büyük kültürel sorunlar düzeyinde kendini gösterdiğini belirtir. Çokkültürlülük de bu artmakta olan kültürel sorunların önemli parçasını değerlendirip inceleme yapmaya ve cevap vermeye çalıĢırken kullanılan ve yaygınlaĢan kavramlardan biridir. Avrupa'da ve çeviriler yoluyla da Türkiye'de, çokkültürlülük kavramı çevresinde geliĢen edebiyat giderek artmaktadır. Her yeni uğraĢ ve çalıĢma da kavramın ve çalıĢma alanının kapsamının ne olduğuna dair farklı ve güncel ifadeler getirmektedir. Parekh ise kitabında çokkültürlüğü, kültürel farklılıklara olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal kuramın ana unsuru olarak kavramsallaĢtırma uğraĢındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek baĢına çeĢitlilik ve kimlikle ilgili değil, kültürle iç içe geçmiĢ ve ondan faydalanan çeĢitlilik ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, kiĢisel ve birlikte yaĢamlarını idame ettirmekte kullandıkları yöntemler bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Aslında ifade edilmeye çalıĢılan ve vurgulanan yer, kiĢisel yönelimlerden beslenen değil, kültürden kaynaklanan çeĢitliliklerin çokkültürlülükle alakalı olduğudur (Sarı, 2003:168). Çokkültürlülük kelimesi ilk olarak okul müfredatları etrafındaki karĢıtlıklarıyla ilgili olarak kullanan Amerika‘da ulusal beraberlik isteğinin ve temelindeki çeĢitliliği de ortaya koymak için ortaya kullanılmıĢtır. Günümüzde çokkültürlülük daha geniĢ bir anlamıyla ayrımcılığın ve ötekileĢtirmenin olmadığı, hiçbir kültürel kaynağın öbüründen daha farklı ve üstün olmadığı ve ulusal kimliğin dünyanın farklı yerlerinden gelen kültürel temaların karmaĢık bir birlikteliği sonucunda meydana geldiği, daha iyi bir Amerika‘nın sözlük karĢılığı olmuĢtur. Fakat çokkültürlülük konusunda sosyalist yönetimlerin konumu ise tam karĢılığının ifade edilmesi zordur. Doytcheva (2009:141)‘ya göre, çokkültürlülük bir realite ya da hayata geçirilecek bir yöntem olmaktan çok, bir heves, bir aldatmacadır. Bu, kültürel sömürünün eski zenginliğin yerine koyduğu modernite ile bezenmiĢ bir boĢluk kültüründen ibarettir. Ayrıca bazı Avrupa ülkelerinde de çokkültürlülük ne geniĢ bir kitleye hitap ediyor ne de olumlu karĢılanıyor. Çokkültürlülük çok zaman, demokrasi geleneğine yabancı, toplulukçu ve farklılaĢtırıcı bir geniĢ görüĢlülüğe sahip bir Anglosakson keĢfi olarak görülüyor (Yıldırım, 2011:240). 130 ULUSÇULUK, ULUS-DEVLET VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜN TARĠHSEL GELĠġĠM SÜRECĠ Fransız Devriminden hemen önce ve sonra oluĢan ulusçuluk, burjuva grubunun üstünlüğü, aristokrasiden alıp ulus‘a devretme kendi yönetimini sistemleĢtirme sürecinin fikirlerini ve görüĢlerini yansıtır. Önceki toplum yapılarında böyle bir durumdan söz etmek olanaksızdır.Modern ulusçuluk fikrinin geliĢimi Fransa, Ġngiltere ve Almanya gibi köklü tarihleri olan devletlere çok Ģey borçludur. Fransa ve Ġngiltere‘de geliĢen ulus fikri, ulusal krallıkların doğuĢuyla birlikte bulunan topraklar üzerindeki insanların beraber olmalarını sağlamıĢtır. Ancak, ulusçuluk Fransız kökenli ulusçuluk olarak adlandırılmıĢtır (Aksoy vd, 2010:32). Ulus, Orta Çağ‘ın sonu ve Yeni Çağ‘ın baĢlangıcı ile Avrupa‘da ortaya çıkmaya baĢlayan, üretim iliĢkileri sisteminin parçası olan bir yapı. Bir mal biriktirme ve üretim iliĢkileri sisteminin değiĢme sürecine iĢaret eden ulus, kapitalizm ile aynı tarihlerde geliĢen bir oluĢum. Üretimin küçük ölçekten büyük alana yayılması, bu anlamda yeni toplumsal etkileĢimlerin ve kurumların kurulmasında temel oluĢturan ulus, kiĢilerin özgürleĢtirilmesinin yolunu açtı. Önemli üç Ģart vardır. Bu üç Ģart (toprak birliği, dil birliği, ekonomik fayda birliği), bir toplumun bir ulus haline dönüĢmesi için yeterli olmuyordu. Ulus olarak birleĢmiĢ insanların, ulus bütünlüğünü korumak için aynı toplumsal ruh yapısını ve aynı kültürel özellikleri taĢımaları da gerekiyordu. Bu ise, ortak bir tarih bilincine ulaĢarak ve ortak bir tarih yeniden temellendirilmesine doğru yönelerek, ortak bir gelecek ve kader ortaklığı etrafında bir araya gelerek, ―tarihsel‖ ve ―ahlaksal‖ yakınlığı oluĢturmak sayesinde olacaktı. Bu yakınlık daha da ileriye taĢındı ve hukuktan eğitime uzanan geniĢ bir çerçevede de kültürel, ruhsal ve manevi birliktelik sağlanmıĢ oldu. UluslaĢma süreci, Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizmin geliĢmesine paralel olarak gerçekleĢmeye devam etti. MüĢterekler ve ortak bir geçmiĢ ve gelecek etrafında bir halk bir araya gelerek devletlerini oluĢturamaya baĢladı (Habernas, 2002:7-8). Ulus-devletin, ulus egemenliği etrafında tanımına dair tarihsel süreç 12. yüzyıla kadar dayanmakla beraber, Westfalya AntlaĢması‘nın konuya iliĢkin tarihi bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir. 1648'de imzalanan Westfalya AntlaĢması, ulus devletin uluslararası düzende ön plana çıkması ve kendi sınırları içinde ne kadar büyük bir güce sahip olduğuna iĢaret etmesi bakımından bu durumun daha farklı bir boyuta taĢınmasıdır. Westfalya modeline göre, devletler, devletlerarası hukukta ‗‘eĢit yapılar‘‘ olarak yer alan siyasi aktörlerdir (Cebeci, 2008:25). Çokkültürlülüğün ne olduğu, özünde ne tür tartıĢmalar eĢliğinde gündeme geldiği öncelikle kavramsal bir analizi gerekli kılar. Dünyada çokkültürlülük kavramı ilk olarak 1957‘de Ġsviçre‘de kullanılsa da, 1960‘ların sonunda günümüzde herkes tarafından kabul edilen anlamını Kanada‘da buldu. Kavram seri bir Ģekilde diğer Ġngilizce konuĢan ülkelere yayıldı ve bu ülkelerde tartıĢılmaya baĢladı. Dolayısıyla modern manada çokkültürlülük, Kuzey Amerika menĢeli bir kavramdır. ABD ve Kanada‘da farklı bir dili konuĢan ve kendilerine ait olduğuna inandıkları topraklarda yaĢayan insanlar, kültürel kimliklerinin tanınmasını istemiĢlerdir. Çokkültürlülük kavramı bu tanınma isteğine bir cevap olarak ortaya çıktığı söylenebilir (Özensel, 2012:59). KurtuluĢu modernizmde bulan düĢünce, 1960'lı yıllara kadar tartıĢılmaz etkinliğini sürdürmüĢtür. 1960'lı yıllar ile birlikte hızlı bir Ģekilde artan küresel Batı hegemonyasının dünya ülkeleri arasında yarattığı siyasal\politik ve ekonomik farklar, zengin ve fakir ülkeler arasında açılan uçurum ile modernizmin en çok eleĢtiriye açıldığı ve görünüĢte bütün kültürlere saygıyı, temelinde ise "ötekileri"kendi hallerine terk etmeyi ifade eden postmodernist kuramların geliĢtiği yıllardır. BaĢka bir yönden bakıldığında ise bu durum yine modernizm temelinde, Batı medeniyetlerinin mega ifadesine karĢı artan tepkinin asıl sebebi, dıĢarıda bıraktığıyla da görünmez olarak Ģekillendirdiği Ģeyler konusunda bilinçlenmenin artması örneği gösterilerek eleĢtirilebilir. Her ne kadar imparatorluklar bunu fark edip bir kültür etrafında diğer kültürlerin varlıklarını korumalarına imkân oluĢturan kendi yapılarını devam ettirseler de modern çağ için imparatorluk tarzı bir kültürel çoğulculuk anlayıĢından bahsetmek olanaklı ve kaynaksal değildir. Modern zamanların bir politika olarak çokkültürlülük uygulamasına ilk olarak Kanada‘da rastlarız (Temizkan, 2008:2). KüreselleĢme, Ulus-Devlet ve Çokkültürlülük KüreselleĢme, dünya düzeyinde ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel birliktelik, fikirlerin, düĢüncelerin, uygulamaların, teknolojilerin global düzeyde kullanılması, para dolaĢımının 131 globalleĢmesi, ulus-devlet sınırlarını aĢan yeni iliĢki ve etkileĢim biçimlerinin meydana gelmesi, uzamın yakınlaĢması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest ticaret\dolaĢım, pazarın dünya ölçeğinde geniĢlemesi ve milli sınırların dıĢına çıkması, kısaca dünyanın tek sınır veya pazar haline gelmesidir (Balay, 2004:63). Sosyo-politikten siyasete, kültüre değiĢimi anlamlandırmak için kullanılan geniĢ ve önemli geçiĢleri olan bu ifade hakkında oldukça değiĢik yorumlamalar yapılmıĢ değiĢik boyutları ön plana çıkarılmıĢtır. Balay (2004:64)‘ın yaptığı araĢtırmaya göre 1960‘ta M. McLuhan‟ın, ―Global Köy‖ deyimi ilk kez ―ĠletiĢimde Patlamalar‖ adlı kitabında literatüre girmiĢ ve tüm dünyada kullanılır hale gelmiĢ, küreselleĢme konusu tartıĢılır olmuĢtur. Yenidünya düzenini ifade eden küreselleĢme, mal, hizmet, sermaye, teknoloji ve iĢ gücünün dünya çapındaki gücünü ve yaygınlığını artması sürecidir. Bu zaman içerisinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda oluĢan bazı ortak değerlerin tüm dünyaya egemen olması söz konusudur. KüreselleĢme boyutları açısından incelendiğinde üç kategoriye ayrılır. Bunları sıralamak gerekirse; ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlar olmak üzere. Ekonomik açıdan küreselleĢme; Modern açıklamada globalleĢmeyi ortaya çıkaran etmenlerden baĢta geleni çok kültürlü ve milletli Ģirketlerdir. Çok uluslu Ģirketlerin oluĢumu ve geliĢimi ile süreç içerisinde ulusal ekonomik planlamalar yerini çoğunlukla uluslar arası ya da küresel planlamalara bırakmıĢtır. Birden çok uluslu Ģirketlerin geliĢim sürecinde, sadece endüstrileĢmiĢ ülkelere bir yönelim ile karĢılaĢılmamıĢ, aynı zamanda geliĢmiĢ ülkelerden geliĢmekte olan ülkelere doğru da bir yabancı sermaye giriĢi ve bu yabancı sermayenin de çokuluslu belirginliği de oldukça yüksek seviyelerde olmuĢtur. Tarihsel Sosyolojik bir bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle 1960–1980 zaman aralığında, geliĢmekte olan ülkelerin, uyguladıkları sanayileĢme politikalarıyla birlikte, çok uluslu Ģirket olarak tanımlanabilecek bu yabancı sermayeyi çekebilmek için önemi mevzuat düzenlemelerine yöneldikleri görülmüĢtür (Balkanlı, 2002:15). Özellikle sayısal olarak incelemek istersek 1980 ve 1990 yılları arası çokuluslu Ģirketler dikkate değer olacaktır. Tağraf (2002:38)‘ınyaptığı araĢtırmada belirttiği üzere küreselleĢme süreci ile eĢdeğer bir süreçte dünyada çokuluslu Ģirketlerin sayısı ve aktifliğinde büyük artıĢlar meydana geldi. Bu tür Ģirketlerin dünyadaki toplam sayısı 37.000‘e yükseldi. Çokuluslu Ģirketlerin dünyanın çeĢitli ülkelerindeki merkez ya da temsilciliklerinin sayısı 450.000‘e kadar yükselmiĢtir. Bankalar ve mali kuruluĢlar hariç, çokuluslu en büyük 100 Ģirketin varlıkları 1,8 trilyon dolara, yıllık satıĢları ise 2,5 trilyon dolara ulaĢmaktadır. 1996 yılında gerçekleĢen bu satıĢlar, Çin, Hindistan, Güney Kore, Malezya, Singapur ve Filipinler‘ in gayri safi milli hâsılaları toplamını aĢmaktaydı. Siyasal anlamda küreselleĢme ise; demokrasi küresel bir ahlaki değer olarak daha çok ön plana gelmektedir. Ekonomik noktada özgürlükçü ekonomik düzen, siyasi alanda ise demokrasiye dayalı bir politik yöntem tüm dünyada kabul görmektedir. Özgürlükçü Demokrasi adı verilen, yeni bir politik ve ekonomik düzen dünyada hızla yayılmaktadır (Bayraç, 2003:47). Diğer bir Ģekilde ifade edilmek gerekirse, siyasal anlamda küreselleĢme devlet ve onun alt yapıları arasındaki iliĢki ve oynanacak rollerin tekrardan yeni bir hal alması gerekmekte, ulus devletin önünde milletler ya da ulus devletler üstü yapılarla birlikte, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme yönünde bir yükseliĢ sağlamaktadır. 1950‘lerin baĢından beridir ekonomik ve sosyal birlikteliğini olumlu bir Ģekle getiren Avrupa Birliği‘nin bugün konfedere bir birleĢik Avrupa yaratma çabası, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve birlik içerisinde bir bloklaĢma, ulus üstü uyum çabalarını da içerdiğinin en çarpıcı örneğidir. Siyasal globalizasyon ulus devlet içinde bir benzeĢme ekseninde bir temsil mekanizması varsayılması sebebi ile zaten kendini zor ifade eden demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir yapıya dönüĢmesini de sağlamaktadır (Demirel, 2006:108). KüreselleĢmenin kültürel boyutuna bakılınca aslında en önemli noktası da toplum yaĢamı için bunu oluĢturacaktır. Kültürel boyut toplumsal değiĢme ve yönelime sebep olacaktır. Uzun süreçlerin ürünü olan toplumsal değiĢme küreselleĢmenin de kültürel yayılmacı etkisi ile kendini gösterir. Tarihsel Sosyolojik bir noktadan baktığımızda Mahiroğulları (2005:1277)‘nın yaptığı bu konudaki önemli araĢtırmada Endüstri Devrimi‘nin meydana gelmesine sebep olan veya bu devrime etkisini göstermemiĢ batı ülkeleri, devrimin kendilerine yararlandırdığı çoğu avantajlar nedeniyle ekonomik ve 132 sosyal ilerlemelerini sonuca ulaĢtırarak dünya ekonomisini ve siyasetini yeniden Ģekillendirmeye baĢlamıĢlardır. Bu noktadaki ülkeler, baĢlangıçta sanayilerinin hammadde ihtiyaçlarını karĢılama, ürettikleri iç tüketim fazlası mallara yeni yerler arama ve siyasi anlamda yeni geliĢim sahaları geniĢletme adına sömürge faaliyetlerine yönelmiĢ; ulusal duruĢ sergileyemeyen kimi ülkeleri çeĢitli noktalarda kendilerine bağımlı kılabilmiĢlerdir. Batılı güç (power) kapitalleri, daha sömürgeleĢtirme sürecinde, bu tip ülkelerde hegemonyalarını sürekli etki halinde tutabilmek için, 19. yüzyılın baĢlarından itibaren misyonerleri kullanarak kendi kültürlerini ve dini yaĢantılarını bunlara ahlaki değerleri de ekleyebiliriz, sömürge ülke halkına zorla ya da istem yolunu da izlemiĢlerdir. Misyonerler, sahipleri oldukları ülkeler adına bulundukları ülke insanlarına özellikle kendi kültürlerini tanıtmak ve yaymak, dolayısıyla bu ülkelerde kendi dillerini konuĢan, kendileri gibi düĢünen taraftarlar oluĢturmak tarzında faaliyetlerde bulunmuĢlardır. Bununla birlikte, kültürel küreselleĢme, sömürgecilikle yeni bir ivme ve hareket kazanmıĢ; misyonerlik faaliyetlerinin içinde önemli bir yer tutarak, insanlarla kurulan yüz yüze iliĢkilerle 19. yüzyılda kısmen de olsa ilerleme kat etmiĢ; 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöntem değiĢtirerek hızını olağanüstü bir boyutta artırma fırsatı bulmuĢtur (Mahiroğulları, 2005:1278). KüreselleĢme aslında bir yönüyle hiç yeni bir Ģey değil; aslında ilk ortaya çıkıĢı Rönesans‘taki coğrafi keĢiflere ve dünyanın her yanının tanımasına kadar uzanıyor. Olgunun ilk adımı bu; ikinci adımı Birinci Sanayi Devrimi‘nden, üçüncü adımı Ġkinci Sanayi Devrimi‘nden geçiyor. Yukarıdaki analiz gösteriyor ki; bilimsel buluĢların getirdiği küreselleĢme sermayenin küreselleĢmesinin baĢlıca kaynağı ya da dayanağı değildir. Bu ikinciyi yaratan baskılar ayrıdır. Tabii ki, teknolojik geliĢmelerin haberleĢme-ulaĢtırma alanında kazandığı ivme, sıcak paranın hareketini hızlandırıyor, kolaylaĢtırıyor. Ancak aynı teknolojik imkânlar 1850‘lerden 1. Dünya SavaĢı‘na kadar geçen zamanda sermayeyi küreselleĢtirirken, 1970‘li yılların ortasına kadar uzanan süreçte çok daha geniĢ teknolojik araçlar denetimli ekonomiyle birlikte yaĢanmıĢtı. Ekonomide ulus-devletin gücünü yok etme düzeyine varan özelleĢtirme baskılarını ‗sanki dıĢarıdan verili teknolojideki geliĢmelerin sonucu diye dayatmak; kavram kargaĢası yaratmak olarak ya da sanal gerçekliğe uyum olarak da düĢünülebilir (Kaymakçı, 2007:4). KüreselleĢme sürecinde kapitalizmin bugünkü boyutu, ulus-devleti, ekonominin ilerlemesi ve büyümesi için uygun bir ölçek olmaktan uzak kalmıĢtır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında hâkim olan soğuk savaĢ ulus-devleti yıkılmaktan korurken, 1990‘larla birlikte soğuk savaĢın sona ermesi, ulus-devletin temellerini sarsan bir diğer sebep olmuĢtur. Sovyetler Birliği‘nin dağılması ile ABD‘nin tek güç haline gelmesi, küreselleĢmenin temel siyasi ilerlemesini anlatmakta; doğal olarak da egemen siyasi aktör ulus-devleti tamamen yok etmiĢ olmasa da, büyük oranda değiĢime uğratmaktadır. Bu geliĢmeyle birlikte otoritesi sarsılan devletin, etkin ve sınırlı bir yapıya kavuĢturulması üzerine tartıĢmalar artmıĢtır. Bu anlamda küreselleĢme, ulus devletin potansiyel öneminin ve bağımsızlığının büyük ölçüde azaldığı bir görüngü olarak ortaya çıkmıĢtır. KüreselleĢmeyle birlikte klasik sınırların ortadan kalkması, çok uluslu Ģirketler, bölgesel bütünleĢmeler, özel sektördeki kuruluĢlar gibi yeni küresel ve bölgesel aktörlerin ortaya çıkıĢını da sağlamıĢtır (Cebeci, 2008:27). KüreselleĢme sürecinde ulus–devletlerde yıpranma ve yenileĢme birçok farklı alanda oluĢmasına rağmen en çok da egemenlik, idari yapılanma, kimlik ve ulusta yaĢanmıĢtır. Bu yıpranma ve yenileĢmenin sıklıkla görüldüğü alan ulus-devletlerin egemenlik meselesidir. Ulusal sınırların bazı alanlarda sembol haline dönüĢmesi ve küreselleĢmenin iktidar erimesini hızlandırıĢı ile egemenlik anlayıĢı değiĢmiĢ, ulus– devleti tartıĢma konusu haline getiren baĢlıca etmenlerden birini ortaya çıkarmıĢtır. KüreselleĢme ile bütün ülkelerin egemenlik alanlarında bir daralma olmuĢ, küresel bir topluluğun varlığı ve uluslararası hukukun kurumsal bir yapı halini alması ile yaĢanılan bağımlı ekonomik süreçler bu daralma için uygun koĢulları hazırlamıĢtır. Yani küreselleĢme sürecine ulus-devletin yıpranma süreci de denilmesi gayet uygun düĢer (Sayın, 2009:3). Kültürel, ekonomik ve politik etkilerin bir bileĢkesi tarafından yönlendirilen karmaĢık bir süreç olan küreselleĢme yeni bir uluslararası güç ve sistem oluĢturur ve özellikle geliĢmiĢ ülkelerde sürekli değiĢmekte olan bir süreçtir. KüreselleĢme kavramını bir bütün olarak ele alındığımızda çağdaĢ politika zemininden daha fazla anlamı, toplumun kurumsal yapısını ifade ettiğini ve toplumun kurumsal yapısını değiĢtirdiğini fark ederiz. Bir baĢka deyiĢle içinde bulunduğumuz küreselleĢme süreci zamansal ve mekânsal bir yapıya, kendi içinde bir cogitoyu barındıran evrenselci bir yapıya karĢılık bulur. Bu bağlamda modern döneme ait olan ve modernite içinde siyasetin zamansal ve mekânsal kurulmuĢluğunu ifade eden ―ulusal ve alansal boyutun‖ sorunlu bir özellik kazanması sorusunu akıllara getirmektedir. Çünkü küreselleĢme ile birlikte, ulus devlet 133 denilince düĢünülen merkezci ekonomik yapıyı kırılmakta ve liberalizmle yenilenen toplumlardaki kimlik anlayıĢının oluĢumunda zorunlu etken görevi görmektedir (Eken, 2006:261). KÜLTÜREL ÇEġĠTLĠLĠK BAĞLAMINDA ÇOKKÜLTÜRLÜ ULUS DEVLET VE TÜRKĠYE‟DE ETNĠK YAPI Katı gruplandırılmıĢ bir yaklaĢım içinde, farklılıkları içerisinde kabul etmeyen, benzerleĢmiĢ ve tam olarak bütünleĢmiĢ bir küresel kültürden söz etmek oldukça zor hatta imkânsızdır. Ancak kültürü, sürekli değiĢmekte olan, çok değiĢkenli ve süreçlere tabi bir olgu olarak anlamlandırırsak, kültürün küreselleĢmesinden söz etmek mümkündür. Ulus-devletler arasındaki süregelen iliĢkiler Ģekillerinin ötesinde dünyanın değiĢik yerlerinde yaĢayan gruplar, gruplar ve kiĢiler arasında farklı Ģekillerde artarak geliĢen iliĢkiler ve etkileĢim, var olan kültürleri durağan bir yapı içinde tutmayı adeta olanaksız kılmıĢ ve bu çok çeĢitli ve farklı süreç içinde ―üçüncü kültürler‖ denebilecek analizler oluĢmaya baĢlamıĢtır. Bu bakıĢ açısına uygun olarak değiĢik kültürleri tüm Ģekilleri birlikte yeryüzünden silen ve yalnızca Batı kaynaklı bir batı kültürünün mutlak egemenliği anlamında bir küresel kültürden söz etmek tam anlamı ile olanaklı değildir. Dolayısıyla kültürün küreselleĢmesi önermesi zorunlu olarak otantik kültürlerin yok olmasını gerektirmemektedir (Nezihoğlu, 2006:20). Kongar (1997:1)‘ın bu konuda söyledikleri dikkate alındığında; kiĢilerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda kiĢisel haklarını ve özgürlük alanlarını daraltmakta, ama benzer Ģekilde bir kimlik iĢlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve davranıĢlarının farklılıklarına izin verilen hareket alanının geniĢliği bakımından karĢıt bir korelatif iliĢki söz konusudur. Bir baĢka yolla ifade etmek gerekirse, katı bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel kimlik bakımından yapması beklenen inanç ve davranıĢları büyük ölçüde kendisine baskı ile kabul ettirir ve böylece "kiĢisel hak alanı" önemli ölçüde daralmıĢ olur. Bunun yanında ona göre yumuĢak bir kültürel kimlik, bireyin inanç ve davranıĢlarına daha az etki ettiği için, onun "kiĢisel hak alanı" daha geniĢ bir çerçeveye taĢır. Burada, bir kültürel kimliğin "savunucu (militanı)" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı inanç ve davranıĢları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer ve böylece toplumsal etkileĢimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluĢum ortaya çıkar. Buna karĢılık, yumuĢak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaĢadığı öteki kimlik sahiplerine de hoĢgörü ile bakma eğilimindedir. Böylece yumuĢak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin özgürlük alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaĢama dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileĢim miktarı kısıtlanmamıĢ, dolayısıyla toplumun iĢleyiĢi bozulmamıĢ olur (Kongar, 1997:2). Canatan‘ın yaptığı araĢtırmadan bazı istatistikler verildiğinde Avrupa örneğinde göçün neden olduğu kültürel çeĢitlilikte; Resmi istatistiklere göre Avrupa‘da en az 21 milyon göçmen yaĢamaktadır. Göçmen nüfusun dörtte üçü Almanya (7.343.591), Fransa (3.596.600), Ġngiltere (2.281.000), Ġsviçre (1.406.630) ve Ġtayla (1.116.394) olmak üzere belli Avrupa ülkesinde yoğunlaĢmıĢ durumdadır. Yoksulluğun ve bu yolla aile birleĢimlerinin devam ettiği düĢünülürse bu yoğunluğun çok daha üst seviyelere çıkıp artacaktır. Göçmen ailelerin sahip olduğu çocuk sayılarının o ülkelerde verilen destekler yüzünden daha fazla olduğu düĢünülürse bu sayı Avrupalı ailelerden daha yüksek seyretmektedir. Avrupa‘da çokkültürlülüğü artıran saydığımız sebeplerin dıĢında da bir göç yolu vardır, bu da Avrupa Birliği çerçevesinde serbest dolaĢımın ürünü olan iç göçtür. 1990 yıllardan bu yana çoğu Avrupa ülkesine yönelik iç göç giderek artmıĢtır. Bugünkü koĢullar itibariyle her yıl Avrupa içinden kaynaklanan göç oranı, dıĢarıdan gelen göç oranının çok üstündedir. Sözgelimi 1999 yılında toplam göç içinde iç göç oranları yüzde 33,2 (Ġngiltere) ile yüzde 97,9 (Slovenya) arasında değiĢmektedir. Her halükârda iç göç oranı, Avrupa dıĢından kaynaklanan göç oranının kat kat üzerinde seyretmektedir (Canatan, 2009:81). Burada ifade edilmesi gereken unsur UNESCO‘nun Ulus devletler içinde ve diğer devletler içinde aldığı kültürel çeĢitliliği korumak için kararlar vardır. UNESCO tarafından kültürel çeĢitliliğe ve kültürel hakların kullanılmasına iliĢkin olarak kabul edilen uluslararası belgelerin hükümlerine ve özellikle 2001 tarihli Kültürel ÇeĢitlilik Evrensel Bildirisi‘ne atıfta bulunarak, 20 Ekim 2005 yılında anlaĢmayı kabul etmiĢtir. Bu maddeler sıralanırsa (DKP, 2006:32) ; 1. Ġnsan Haklarına ve Temel Özgürlüklere Saygı Ġlkesi 134 2. Egemenlik Ġlkesi 3. Bütün Kültürler için EĢit Ġtibar ve Saygı Ġlkesi 4. Uluslararası DayanıĢma ve ĠĢbirliği Ġlkesi 5. Kalkınmanın Ekonomik ve Kültürel Yönlerinin Tamamlayıcılığı Ġlkesi 6. Sürdürülebilir Kalkınma Ġlkesi 7. Hakkaniyete Uygun EriĢim Ġlkesi 8. Açıklık ve Denge Ġlkesi 9. Uygulama Alanı Önemle belirtilmesi gereken nokta Ülkemizde toplumsal yapı çeĢitliliği üzerinde Konda araĢtırma Ģirketi tarafından 2006 da yapılmıĢ ‗‘Biz Kimiz‘‘ adlı önemli bir anket çalıĢmasının tablosal verilerine bakarsak;kiĢilerin etnik kimliklerine dair soru Ģu Ģekildeydi: ―Hepimiz Türk vatandaĢıyız, ama değiĢik kökenlerden yörelerden olabiliriz; siz kendinizi, kimliğinizi ne olarak biliyorsunuz veya hissediyorsunuz?‖ AraĢtırmada kendi bildiğimiz veya yaygın kullanılan adlandırmalar yerine, halkın kendini nasıl bildiğini, nasıl tanıtmak istediğini tespit etmeye önem verdik. Bunun için, kimliğe dair sorduğumuz sorularda seçenek sunmadık ve herhangi bir yönlendirme yapmadık. Anketörlerden kiĢilerin kendi verdikleri ilk cevabı anket formlarına yazmalarını istedik. Denekler bu soruya 100‘ün üzerinde farklı cevap verdi. Daha sonra bu cevapların benzerliklerini ve sıklıklarını inceleyerek belli gruplar oluĢturduk. Tablo 1 de araĢtırmaya katılan deneklerin illere göre dağılımı verilmiĢ ayrıca aĢağıda yer alan Tablo 2‘de ise deneklerin cevaplarına göre oluĢturulan kimlik grupları ve bu gruplardaki kimliklerin söylenme oranları yüzde olarak yer almaktadır (Konda, 2006:2). Tablo-1: Deneklerin Ġkamet Ettikleri Ġllere Göre Sayıları (Konda, 2006: 4) Bu araĢtırmada büyük iller dikkate alınmıĢ, veriler dikkate alındığında genel bir yorum yapılmak gerekirse AraĢtırma sonuçlarına göre Türkler‘in yüzde 57,6′sı gelin veya eĢ olarak, yüzde 53,5′i iĢ ortağı olarak, yüzde 47,4′ü komĢu olarak bir Kürt‘ü istemiyor. Buna karĢılık Kürtler‘in de yüzde 26,4′ü gelin veya eĢ olarak, yüzde 24,8′i iĢ ortağı olarak, yüzde 22,1′i komĢu olarak bir Türk‘ü istemiyor. 2006′daki araĢtırmada Kürt ve Zaza olduğunu söyleyenlerin nüfus içindeki oranı yüzde 15,7′yle 11 milyon 445 bin iken, bu sayı 2010′da yüzde 18,3′e çıkarak 13 milyon 261 bine ulaĢtı. Sadece Kürt kimliğini söyleyenlerin oranı 2006′da yüzde 13,4′ken, dört yılda bu oran sadece yüzde 1,3 arttı. Zaza kimliğinde artıĢ ise, 1,4. Aynı Ģekilde, kendi kimliğini Türk olarak tanımlayanların oranı 2006′da yüzde 76.7 iken, bu oran 2010′da yüzde 78.1 çıktı. Türk, Kürt ve Zaza kimliklerindeki artıĢın, ‗diğer kimliklerle tanımlamadaki azalıĢında etkili olduğu görüldü. Kürtlerin dağılımı, Güneydoğu‘da yüzde 27, Doğuanadolu‘da yüzde 39, Ġstanbul‘da yüzde 18′ken, tüm Karadeniz‘de sadece yüzde 0,3 oranında kalması dikkat çekti. Tüm Türkiye nüfusu içinde Türkler yüzde 73,6 ile 53 milyon 377 bin, 135 Kürtler ve Zazalar yüzde 18,3 ile 13 milyon 261 bin, diğer etnik grupların toplamı ise yüzde 8,2 ile 5 milyon 915 bin. Türk-Kürt arasında akrabalık iliĢkisi olanlar da 3 milyon 500 bin dolayındadır (Konda, 2006:17). Tablo-2: Denekler Tarafından Belirtilen Kimliklere Göre YetiĢkinlerde Etnik Kimlik Dağılımı (Konda, 2006:14) Bu araĢtırma toplamda 53,224 örneklem üzerinde yapılmıĢtır. AraĢtırmada dikkate değer unsur Türk Ulus devleti içerisinde kendini Türk olarak ifade eden kesimin yüzde 81,33 bir değer ifade etmesidir. Bunun hemen arkasından yüzde 9,02 lik bir oranla kürt nüfusu gelmektedir. Görüldüğü gibi Türkiye‘de de etnik çeĢitlilik fazladır. Ulus Devletin DönüĢümü ve Çokkültürlü Avrupa Birliği Örneği BaĢlangıcında Avrupa‘daki toplulukları ve sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk hareketlerinin ilk ortaya çıkıĢ noktası olarak 1789 Fransız Ġhtilali kabul edilmektedir. Ulusçuluk gibi dinsel bağnazlık ve yobazlık da daha Ortaçağ‘da, yine Avrupa‘da ortaya çıkmıĢtır. Ayrıca insan hakları özellikle de kadın ve çocuk hakları ihlalleri ve bu ihlallere karĢı mücadeleler de yine bu kıtada, özellikle de Sanayi Devriminin yaĢandığı zamanlarda Ġngiltere‘de sık olarak yaĢanmıĢtır. Sonuçta bütün bu ve benzeri sorunlar sebebi ile 20. yüzyılın ortalarına kadar çatıĢma ve savaĢların en yoğun yaĢandığı yer Avrupa kıtası olmuĢtur. 18. yüzyıl ile baĢlayan küreselleĢmenin geliĢimi döneminde küreselleĢme sürecinin hızlanmasının en önemli etkenini de Avrupa Ģiddeti oluĢturmuĢtur. Çünkü ekonomik kazanç ve siyasal güç elde etme amacıyla baĢlayan sömürgecilik yarıĢı sırasında gidilen topraklarda yaĢayan yerli halk ile Avrupalı halklar eĢdeğer insanlar olarak görülmemiĢtir (Gürkaynak, 2011:6).Avrupa ülkelerindeki çeĢitliliği, doğal olarak ulusal azınlıklar ve göçmenlerle sınırlamak doğru değildir. Avrupa, Reformlardan günümüze kadar gelen süreçte dini bakımdan büyük bir çeĢitlilik sergilemiĢtir. Uzun bir süre boyunca kendi aralarında kavgalı olan Katolik ve Protestan gruplar, ancak geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren yakınlaĢmaya baĢlamıĢ ve ekümenik diye tarif edilen bir hareket ortaya çıkmıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘nda yaĢanan derin acılar sonunda azalmaya ve dostluğa dönüĢmeye baĢlamıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan bu yana devam eden göçlerle birlikte var olan dini çeĢitliliğe farklı bir boyut daha eklenmiĢtir. Bu sayede Avrupa, daha önceleri kendi içinde mevcut olmadığı için yüz yüze iliĢki kuramadığı Ġslam, Hinduizm, Budizm gibi dinlerle yüz yüze iliĢkiler kurmaya ve aynı topraklarda yaĢamaya baĢlamıĢtır. Temelleri ve özellikleri ne olursa olsun 136 bugün Avrupa‘da çokkültürlü ve çokdinli bir toplumsal yapı oluĢmuĢtur (Canatan, 2009:81-82). Bütün bunlar ile beraber çokkültürlü yapıya bir alternatif olarak bir üst kimlik oluĢturma zorunluluğu hissetmiĢtir. Avrupa Birliği, farklı ulus devletler, farklı kültür, din ve dillerden oluĢmuĢ bir mozaik olarak bütün toplum projelerinde ve çeĢitli zirvelerin sonunda yayınladığı bildirgelerinde bir yandan kültürel çoğulculuğun önemi üzerinde dururken diğer yandan da ortak bir Avrupa kimliği yaratma çabası içine girmiĢtir. Bu çeliĢkili durumu, bir baĢka deyiĢle, farklı kültürlerin üstünde bir ortak üst Avrupa kimliği oluĢturma çabasını Avrupa‘nın köklerindeki kutsal Roma-Grek kültürünün yeniden hayata geçirilmesi olarak açıklamıĢtır (Tekinalp, 2005:78). Ayrıca çokkültürcülük tartıĢmaların özüne bakıldığında bu olgunun aslında yirminci yüzyılın içinde ortaya çıkan büyük göç dalgaları ve çöken sömürge imparatorluklarının kalıntıları sayılabilecek büyük etnik çeĢitlilikle temelden ilgili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Avrupa‘nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurmuĢ olduğu kolonyalist hegemonyanın sona ermesi ve bunun sonucunda sömürgelerin özgürlüklerini kazanması, sömürge halklarının yerel ve azınlık kültürlerine fikir bildirme Ģansı veren süreçlerin iĢlemesini kolaylaĢtırmıĢtır. Böylelikle, 18 ve 19. yüzyıl Avrupa‘sının akıl ve ilerleme için sürdürdüğü mücadele olan evrensellik fikri önemini yitirirken toplum artık beraberliğini de kaybetme sürecine girmiĢtir (ġan, 2006:77). Devlet–toplum–birey arasındaki iliĢki ve görevlerin yeniden düzenlenmesini gerektirmekte, ulus devlet karĢısında uluslar üstü düzenlerle beraber, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme çizgisinde bir ilerleme sağlamaktadır. 1950‘lerden itibaren ekonomik birleĢmenin farklı adımlarını baĢarıyla tamamlayan Avrupa Birliği‘nin bugün geleneksel ve kurumsal federatif bir birleĢik Avrupa yaratma uğraĢı, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve ulus üstü bütünleĢme çabalarını da içerdiğinin en iyi örneğidir. Siyasal küreselleĢme ulus devlet içinde dengelenme çizgisinde bir temsil mekanizması öngörülmesi nedeniyle zaten kendini ifade etmekte zorlanan demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir renge bürünmesini de sağlamaktadır (Yalçınkaya vd, 2012:5). Avrupa Birliği içerisinde çokkültürlü yapı kendisini etnik azınlıklar Ģeklinde göstermektedir. Yoğun göçler, ekonomik sıkıntılar, savaĢlar gibi nedenlerden dolayı Avrupa sürekli göç almakta ve azınlık problemleri ile uğraĢmaktadır. Örnek olarak Fransa bu süreçte, 59 milyon nüfusa sahip olan Fransa‘da göçmenlerle birlikte çoğunluktan farklı yaklaĢık 10 milyon kiĢi yaĢamasına rağmen, ülke içerisinde resmen azınlık olarak kabul edilmiĢ bir grup bulunmamaktadır. Tablo–3 Fransa‟da YaĢayan Etnik Gruplar (BaĢbilen, 2008:48) Etnik Grup Alsaslılar (Almanca) Basklar Brötanlar Çingeneler Katalanlar Korsikalılar Hollandalılar Oksitanlar Lüksemburg dil azınlığı (Lorenler) Türk Sayıları 1.600.000 260.000 4.300.000 310.000 200.000 350.000-400.000 80.000 500.000 30.000-40.000 500000-600000 Fransa‘da kültürel ve etnik çeĢitliliklerin kabulü konusundaki karĢılıklı tartılmalar 1980‘li yıllarda ortaya çıkmıĢtır. Geleneksel bakıĢ açısına sahip olanlar, laik devlete destek vererek ve savunarak, çokkültürlülük yönünde siyasal uygulamaların uygulanmasına karĢı çıkmıĢlardır. Bununla birlikte, azınlık kültürlerinin tamamen olmasa da var kabulünü savunan modern bir çokkültürlü demokrasi anlayıĢı da meydana gelmiĢtir. Yine aynı dönemde Ġslami kesimin oluĢturduğu azınlık devlete ve cumhuriyete yönelik tehlike olarak görülmesi, pek çok fikrin tekrardan gözden geçirilmesine neden olmuĢtur. Fransız Devrimi‘nden kalma özgürlük, eĢitlik, kardeĢlik teması tekrardan tartıĢılmaya ve 137 1980‘lerin sonunda cumhuriyetçi uyum modelinin krizinden bahsedilmiĢ ve çokkültürlü toplumdan uzaklaĢılma politikaları izlenmeye baĢlanmıĢtır. (BaĢbilen, 2008:49). Avrupa Birliği içerisinde konuĢulan diller dikkate alındığında dillerin sadece o devlete ait coğrafya içerisinde konuĢulmadığı, bir ülke de dahi birden çok dilin resmi dil olarak kullanıldığı gözlemlenmektedir. Yirmi dört resmî dil ile birlikte, Avrupa Birliği sınırlarında yaklaĢık elli milyon kiĢi tarafından ortalama 150 yerel dil ve azınlık dili konuĢulmaktadır. Bunlar arasında, yalnızca Ġspanya'da konuĢulmakta olan bölgesel dillerden Baskça, Katalanca ve Galiçyaca ile Avrupa Birliği vatandaĢları birliğin resmî kurumlarına baĢvuruda bulunabilirler (Wikipedia, 2013:2). Avrupa Birliği kısmen de olsa özel programlarla azınlık dillerini ya da yerel dilleri desteklese de grupların dil haklarını korumak üye devletlerin kendi sorumluluğundadır. Birçok yerel dilin yanında, dünyanın pek çok ülkesinden Avrupa'ya gelmiĢ göçmen bireylerce konuĢulan bir o kadar da azınlık dili vardır. Türkçe, Magrib Arapçası, Rusça, Urduca, Bengalce, Hintçe, Tamilce, Ukraynca ve çeĢitli Balkan dilleri Avrupa Birliği'nin pek çok noktasında konuĢulur. Bu göçmen gruplar genelde hem kendi dillerini hem de içinde bulundukları ülkenin resmî dilini konuĢan çok dilli kiĢilerdir. Göçmen dilleri henüz Avrupa Birliği içinde ya da üye ülkelerden herhangi birinde resmî bir statüye sahip değildir. Ancak Avrupa Birliği'nin YaĢam Boyu Öğrenme Projesi dâhilinde 2007 yılından itibaren özel destek görebilirler. Türkçe Kıbrıs'ta, Lüksemburgça Lüksemburg'da resmî dil statüsünde olmasına karĢın bu ülkelerde, birliğin mevcut dillerinden en birisinin zaten resmî dil olmasından dolayı (Lüksemburg'da Fransızca, Almanca, Kıbrıs'ta Yunanca) bu diller Avrupa Birliği dilleri içine alınmamıĢtır (EuropeanCommission, 2004:30). Tüm veriler dikkate alındığında, Tablo-4 Avrupa Birliği‟nde Kültürel ÇeĢitliliğin Ülkelere Göre Dağılımı (Wollf, 2010: 2) Bu sonuç incelendiğinde Avrupa‘da en yüksek derecede kültürel çeĢitlilik Bosna ve Hersek‘te görülmektedir. Bosna içerisinde birden çok kültürel çeĢitliliğin yaĢandığı ve bu ülkede bir bütünü oluĢturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır: BoĢnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. Ġngilizce'de ve daha birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak Türkçe'de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiği anda BoĢnaklar yani Bosnalı Müslümanlar terimi kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği vurgulamak için kullanılır. Sonrasında ise Letonya, Sırbistan ve Ġsviçre gelmektedir. Bu ülkedeki azınlıkların durumu ayrı bir araĢtırma konusu olarak da göze çarpmaktadır. 138 SONUÇ Tüm dünyada sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiĢ sürecinin temel taĢlarından biri olan küreselleĢme kavramı ekonomik, siyasal ve çokkültürelkavramların tüm altyapılarıyla iç içe geçmiĢ görüngünün önde giden kavramlarından birini oluĢturmaktadır. Günümüzde sıkça kullanılmaya baĢlanan bu kavram, etkilerini hayatın her noktasında hissettirmektedir. On sekizinci yüzyılda baĢ gösteren ulus devlet olgusu, kendisinden önceki siyasi ve toplumsal yapılanmaların üzerinde yükseldikçe iktidar yapısında merkezileĢme, kültürde standartlaĢma, hukukta eĢitleme ve ekonomide bütünleĢme sürecine girerek bireylerden talep ettiği sadakat alanında da geniĢleme meydana gelmiĢtir. Bu bağlamda devlet, nüfuz etme (kurumsallaĢmanın artıĢı), standartlaĢma (ulusal kimliğin oluĢumu), katılma (siyasal sosyalleĢme ile politik yurttaĢlığın inĢası), kaynakların yeniden dağılımı (sosyal yurttaĢlığın geliĢimi) gibi unsurlarla kiĢileri yurttaĢa dönüĢtürmüĢtür. Ulus kavramı, eĢit grupsal kimlikler üretmiĢ ve bu kimlikleri kiĢiselleĢtirmiĢtir, yani her milletin karakteristik özelliklerinden söz etmeyi mümkün kılmıĢtır (Yalçınkaya, 2012:11). Ulus-devlet kendi sınırları içerisinde baĢka bir egemenlik kabul etmemektedir. KüreselleĢme ile birlikte ise sözü geçen kavramların gerek anlamında gerekse pratik olarak temsil ettikleri değerlerde önemli dönüĢümler meydana gelmiĢtir (Cebeci, 2008:35). Bu dönüĢümden en önemlisi de çokkültürlü ulus-devlet yapısıdır. Çünkü ModernleĢme ve KüreselleĢme ulus-devlet yapısını etkilemiĢ, bu yapıyı yok etmese de yıpratmıĢtır. Ayrıca bunun yanında Çokkültürlülük, birkaç istisna dıĢında bütün toplumlar için bir tarihsel antropolojik gerçekliktir. Zaten Çokkültürcülük ideolojisi kültürleri bölümlere ayırma eğilimindedir. Bunun yanı sıra, kültürleri etnik gruplara bağlı, kendi içinde tutarlı, birleĢik ve yapısal bütünlükler olarak kabul eder. Çokkültürcülük, kültür kavramını bir etnik grubun mülkiyeti olarak tözselleĢtirerek, kültürleri bağımsız birimler olarak ĢeyleĢtirme ve farklılıkları aĢırı vurgulama riskini taĢır (Çelik, 2008:330). Sonuç olarak Fransız Devriminden günümüze temel siyasi aktör olan ulus-devlet, halen varlığını koruyor olsa da, temelini oluĢturan birçok dayanağını kaybetmiĢ, genel anlamdaki egemenlik yetkisini büyük oranda yitirmiĢ ve küreselleĢmenin devleti olma yönünde önemli bir değiĢime uğramıĢtır (Cebeci, 2008:36). Ayrıca Avrupa Birliği‘nde çokkültürlü yapı coğrafi keĢiflerin etkisi ile de baĢlaması, hammadde, dıĢarının zenginliği Avrupa Birliğinin tarihinden önce bir akın olarak da gözlenmektedir. Avrupa‘nın devrimlerle geliĢmeye baĢlaması dıĢarıdan göç almasına sebep olmuĢ, buna da en büyük etkiyi sanayi inkilabı yapmıĢtır. Avrupa sınırları içerisinde yaĢayan etnik unsurlar sınırları çoğu ülkeye göre küçük olan Avrupa ülkeleri içerisinde farklı dilleri konuĢmakta, farklı folklora sahip olmaktadırlar. Bu da geçmiĢten gelen bir Avrupa yabancı sorununu oluĢturmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği yabancı sorunları konusunda bazı giriĢimlerde bulunup düzenlemeler yapsa da Avrupa‘da meydana gelen yabancı düĢmanlığı bu yapılanları gölgelemektedir. Son dönemde Fransa‘nın Romen göçmenleri sınır dıĢı etmesi de söylediklerimize dayanaktır. Ancak küreselleĢme süreci içerisinde sınırların daha da ortadan kalkması ile çokkültürlülük daha da artarak devam edecek yerele hapis olan kültürel mozaikler görülmesi muhtemel olacaktır. KAYNAKÇA Aksoy, N. D., ArslantaĢ, H. A. (2010). ‗‘Ulus, Ulusçuluk ve Ulus-Devlet‘‘. Türklük Bilimi AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 28, ss: 31-39. Balay, R. (2004). ‗‘KüreselleĢme, Bilgi Toplumu ve Eğitim‘‘. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004, Cilt: 37, Sayı: 2, ss: 61-82 Balkanlı, A. O. (2002). ‗‘Küresel Ekonominin Belirleyici Faktörleri Üzerine‘‘. Uludağ Üniversitesi, Ġktisadi Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21(1), ss: 13-26. BaĢbilen, P. (2008). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Etnik Ve Dini Kimliklere YaklaĢımı: Güneydoğu Anadolu Bölgesi Örneği‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Bayraç, H. N. (2003). ‗‘Yeni Ekonomi‘nin Toplumsal, Ekonomik ve Teknolojik Boyutları‘‘. Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1).ss :41-62 139 Canatan, K. (2009).‘‘ Avrupa Toplumlarında Çokkültürlülük: Sosyolojik Bir YaklaĢım‘‘. Uluslararası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, Sayı 2/6, ss:81-87 Cebeci, K. (2008). ‗‘KüreselleĢme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün DönüĢümü‘‘. SayıĢtay Dergisi, Sayı:71. ss:23-39 Çelik, H. (2008). ‗‘Çokkültürlülük ve Türkiye‘deki Görünümü‘‘. U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 15, ss: 319-332 Demirel, D. (2006). ‗‘Küresel Eksende Devletin Yeni Kimliği:―Etkin Devlet‖, SayıĢtay Dergisi, (60), ss:105-128. Devlet Planlama TeĢkilatı MüsteĢarlığı Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Kültür ve Özel Ġhtisas Komisyonu Raporu, http://plan9.dpt.gov.tr/oik48_48kultur.pdf, EriĢim tarihi: 10.06.2013 Doytcheva, M. (2009).Çokkültürlülük. (Çev.). Tuba Akıncılar OnmuĢ. Ġstanbul:ĠletiĢim Eken, H.(2006). ‗‘KüreselleĢme ve Ulus Devlet‘‘. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 16, ss: 243-263 EuropeanComission (2004). EuropeansandTheirLanguages, http://ec.europa.eu/public_opinion archives/ebs/ebs_243_sum_en.pdf (EriĢim Tarihi: 02.03.2013) Gellner, E. (1992). Uluslar ve Ulusçuluk. (Çev.). BüĢra Ersanlı vd.Ġstanbul:Ġnsan Gürkaynak,M. (2011). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Ulusçuluk ve BütünleĢme Paradoksu‘‘. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2011, Sayı:24, ss:1-12 Habermas, J. (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. (Çev.) Medeni BeyaztaĢ, Ġstanbul:BakıĢ. Hobsbawn, E. J. (2005). Geleneğin İcadı. (Çev.), M. Murat ġahin. Ġstanbul:Agora. Karlelioğlu, S. (2012), ‗‘ Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve KüreselleĢmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri‘‘, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Ocak, 5(1), ss:143-144 Kaymakçı, O. (2007). Küreselleşme ve Ulus Devlet. Bursa: Ekin. Konda AraĢtırma ve DanıĢmanlık, (2006). Toplumsal Yapı AraĢtırması, Biz Kimiz Raporu, http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/2006_09_KONDA_Toplumsal_Yapi.pdf, EriĢim Tarihi: 10.06.2013 Kongar, E. (1997). ‗‘KüreselleĢme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür‘‘. Ġnternet Kaynağı; http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php, (EriĢim: 10.06.2013) Mahiroğlları,A. (2010). ‗‘KüreselleĢmenin Kültürel Değerler Üzerine Etkisi‘‘. Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, (50). ss:1275-1288 Nezihoğlu, H. (2006). ‗‘KüreselleĢme ve Kültür‘‘. AlatooAcademicStudies, Sayı:1, Cilt:1. ss:18-23 Özensel, E. (2012).‘‘ Çokkültürlülük Uygulaması Olarak Kanada Çokkültürlülüğü‘‘. Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, ss:55-70 Sarı, E. (2003).‘‘ Çokkültürlülüğü Yeniden DüĢünmek‘‘. Ġlim AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 1(1), ss:167-172 ġan, M. K. (2006). ‗‘Farklılık ve Çokkültürlülük Siyasetleri Üstüne Bir Deneme‘‘. Milel ve Nihal Kültür AraĢtırmaları Dergisi, Yıl :3, Sayı : 1-2: ss: 70-117 Sayın, Y.(2009). ‗‘Ulus ve Ulus Devlet‘‘. http://yusufsayin.com/makaleler/ulusveulusdevlet.pdf (EriĢim: 16.01.2013) Tağraf, H. (2002). ‗‘KüreselleĢme Süreci ve Çokuluslu ĠĢletmelerin KüreselleĢme Sürecine Etkisi‘‘. CÜ Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Dergisi, Cilt, 3, 2.Ss: 33-47 140 Tekinalp, ġ. (2005). ‗‘KüreselleĢen Dünyanın Bunalımı: Çokkültürlülük‘‘. Ġstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, Sayı:1 ss:75-87 Temizkan, Ö. (2009). ‗‘Modern Toplumda Çokkültürlülük‘‘. http://www.academia.edu/1744248/Modern_Toplumda_Cokkulturluluk, (EriĢim: 15.01.2013). Wolff, S. (2010). EthnicMinorities in Europe: The Basic Facts, Centrefor International Crisis Management andConflictResolutionUniversity of Nottingham, England, Ġnternet Kaynağı: http://www.stefanwolff.com/files/min-eu.pdf, (EriĢim: 12.06.2013) Yalçınkaya, M. H., Cılbant,Ç.,Yalçınkaya,N. (2012). ‗‘ KüreselleĢme Ġle Yeniden ġekillenen UlusDevlet AnlayıĢı‘‘, International Journal of EconomicandAdministrativeStudies, Year:4 Number: 8, pp:1-26, Yıldırım, T. (2011). Kitap Tanıtm ve Değerlendirmeleri, Hitit Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt. 10, Sayı: 19, ss: 239-242 141 C10 OTURUMU SĠYASET-II: TÜRKĠYE 142 TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ Meral S. ÖZTOPRAK1 ÖZET Burada, demokrasilerde, muhalefetin ‗olmazsa olmazlığı‘ ön kabulünden hareketle, 2002 sonrası Türk siyasetinde, AKP‘nin kesintisiz onbir yıllık tek parti iktidarı karĢısındaki muhalefetin durumu ele alınacaktır. Bunun için öncelikle siyasetin değiĢen doğası, genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde oy verme saiklerinin - sunulan hizmet ve adayların kim olduğu ile daha yakından ilgili olması gibi- özgün yanları, 2002 sonrası seçim sonuçları ve değiĢen BüyükĢehir Yasası üzerinde durulacaktır. ÇalıĢmamızda yürüteceğimiz analizlere dayanarak, yapılan her seçimde oylarını artırmıĢ, nihayetinde seçmenin yarısının oylarını almayı baĢarmıĢ bulunan AKP karĢısında, ana muhalefet CHP baĢta olmak üzere, diğer muhalefet partilerinin 2014 yerel seçimlerinde baĢarı ön koĢulları değerlendirilecek, muhalefet partilerinin siyasal kimliklerini muhafaza ederek yapacakları seçim iĢbirliğinin, Türk demokrasisinde iktidar-muhalefet dengeleri bakımından stratejik önemine vurgu yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Türkiye‟de Demokrasi, Yerel seçimler, Muhalefet, AKP, stratejik uzlaşma ABSTRACT Here, by moving from the idea of ― opposition is the 'sine qua non' part" of democracy‖,the status of the opposition will be discussed againist - the eleven years uninterrupted one-party rule- of AKP, in Turkish politics after 2002. For this, it will be referred to the changing nature of politics, the specific reasons of voting in local elections unlike general elections, the results of the elections held after 2002 and changing Metropolitan Law. Based on the analysis, in the sake of democracy, preconditions for success of the opposition parties to be held in 2014 local elections will be evaluated and highlighted the strategic importance of cooperation among the opposition parties with their own identity. Keywords:Democracy in Turkey, local elections, opposition parties,strategic consensus, AK TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE Demokrasi, pek çok tanımı yanında ―muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu‖ bir yönetim biçimi olarak da tarif edilebilir. Modern toplumda insanların siyasal yaĢama doğrudan katılabilmelerinin olanaksızlığının bir sonucu olarak doğan temsili demokrasi, esasen ulusal karakterlidir. Ancak, 80‘li yıllardan itibaren giderek artan bir hızla yükselen küreselleĢme süreciyle toplumlar daha karmaĢık bir hale gelmiĢtir. KüreselleĢme, ulus kavramını yeniden üretirken kimlik/farklılık kavramlarını vatandaĢ kavramının önüne geçirmekte, siyasal yapıları değiĢtirmekte ve dönüĢtürmektedir. …EvrenselleĢmeyle yerelleĢmenin eĢ zamanlı olarak yaĢandığı, ―ulusal ölçekte yaĢananları anlamak için …yerleĢik modern-geleneksel ayrımının yetersiz kaldığı bu ortamda yeni anlamlandırma araçlarına gereksinim duyuldğu görülmektedir (CoĢar, 2002-03:114). 1 Yeditepe Üniversitesi, ĠĠBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 143 Özellikle 90‘lardan itibaren (sivil toplum örgütleri, yeni sosyal hareketler, yerel vatandaĢlık inisiyatifleri…gibi), siyasal aktörlerin sayısı artarken siyasetin ekseni vatandaĢlık, sağ ve sol gibi ideolojik kalıpların dıĢına çıkmıĢ/taĢmıĢ görünmekte, yerel yönetimler demokratik süreçlerde önem kazanmaktadır. Siyasetin bu değiĢimi, sosyal bir olgu olarak ―kimlik‖lerin öne çıkmasını ve buna bağlı olarak da―ötekileĢtirme‖yi tetiklemiĢtir. Ancak, modern toplumun gerçekliğinden doğmuĢ bulunan temsili demokrasinin, küreselleĢme ve modern-ötesi toplumların gereksinimleriyle uyumsuzluğu temsil krizlerine yol açarken, geliĢmekte olan çoğulcu/katılımcı demokrasinin inĢa süreci, Canovan‘ın ifadesiyle, ‗her biri eyleyebilen ve yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar arasında gerçekleĢtiği‘ özgürlükçü düĢünce çıkıĢ noktası alındığında, demokrasinin güncel gereklerine uygun esneklik ve siyasal fırsatları da getirebilir (CoĢar, 2002-03:114). Modern demokrasilerde siyasal temsil kavramı açısından en önemli kurum hiç kuĢkusuz parlamentolardır. Parlamentolar açısından temsili ortaya çıkaran durum ise milletvekillerinin belirlendiği genel seçimlerdir. Bu nedenle parlamentonun temsil niteliği büyük oranda anayasal düzen ve ona bağlı olarak oluĢturulan seçim kanunları ile yakından ilgilidir. Ülkemizde bilindiği üzere temsil krizi tartıĢmalarına neden olan önemli konu, ülke genelinde uygulanan % 10 barajıdır. Anayasanın 67. maddesinin 5. fıkrası ise seçim kanunlarının, ―temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaĢtıracak biçimde‖ düzenleneceğini öngörmektedir. Bu oranın demokratik temsili ciddi bir biçimde zedelediğini düĢünenlerin yanında ―siyasi istikrar‖ veya ―ülke bütünlüğü‖ gibi gerekçelerle barajdan yana olanlar da vardır. Sonuç olarak, uygulanmakta olan % 10 barajı Türkiye‘deki parlamento kompozisyonunu ve dolayısıyla hükümetlerin nasıl teĢekkül edeceğini belirleyici olması bakımından önemli bir tartıĢma konusudur (Tekin-Çiftçi,2006) . Anayasa hükmü dayanak alınarak uygulanan ülke barajı çok sayıda partinin ve dolayısıyla bu partileri destekleyen vatandaĢların ekonomik, siyasal, kültürel vb. taleplerinin parlamentoda temsil edilmesine engel teĢkil etmekte, seçim barajının olmadığı yerel seçimler de bu bakımdan çok daha önem kazanmaktadır. TÜRK DEMOKRASĠSĠNĠN GERĠLĠMLERĠ Türk demokrasisinin, temel gerilimlerinden biri, laiklik ve irtica gerilimidir. Cumhuriyet‘in baĢlangıcından itibaren varolan bu kutuplar arasındaki mücadele, Cumhuriyetin dini temelli bir tehdit algısını sürekli kılmıĢ, çok partili yaĢama geçiĢle de 1950-60 arasındaki Demokrat Parti (DP) iktidarında, iktidar partisi ile Cumhuriyetin kurucu elitlerinin muhalefetteki partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki mücadelenin temelini oluĢturmuĢtur‖ (Çarkoğlu-Toprak,2006). Çok partili dönemden sonra, merkez sağ partilerin dine siyaseten yakın durmalarını saymazsak, ilk kez –daha- açık biçimde islam referanslı bir parti olarak kurulan Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Nizam Partisi (MNP), 1970‘de Anayasa Mahkemesi‘nin faaliyetlerini laikliğe aykırı bulması üzerine kapatılmıĢtır. Kapatılan MNP'nin kadroları, daha sonra MNP gibi Milli GörüĢ çizgisinde Millî Selamet Partisi (MSP) adıyla bir parti kurmuĢlardır. MSP, 14 Ekim 1973 seçimlerinde 1.2 milyon oy alarak, %11'lik bu oyla kazandığı 48 milletvekiliyle meclise girmiĢ, Senato seçimleri sonucunda ise 3 senatörlük elde etmiĢtir. MSP, 1974‘de CHP-MSP koalisyonunda ve daha sonra 1.ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer almıĢ bir partidir. 70‗li yıllarda MSP olarak koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olan Milli GörüĢ çizgisi, 1980 darbesinden sonraki süreçte yine Erbakan liderliğinde, Refah Partisi (RP) etrafında örgütlenmiĢ ve 1994 Genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıĢtır. ―Seçmenlerin tercihlerinde yükselen Milli GörüĢ geleneği ülkede siyasal Ġslamın yeniden tehdit olarak algılanması sürecine hız katmıĢtır. 1970‘li yıllarda marjinal bir kesimden destek bulan MSP‘nin devamı niteliğindeki RP, etkin bir parti örgütlenmesiyle, kentli alt sınıflar gözünde çekiciliğini kaybetmiĢ sol hareketin bıraktığı boĢluğu doldurmuĢtur. Geleneksel olarak küçük Anadolu çevre cemaatlerinden destek bulan bu hareket, kentlileĢen seçmen tabanı ile birlikte merkez sermayesine karĢı geliĢen bir çevre sermaye kesiminden de destek bulmuĢ ve Ġslami imgelerle muhafazakar bir ahlaki çerçeve etrafında birleĢmiĢ görünen bir ―karĢı elit‖i ortaya çıkarmıĢtır‖ (Çarkoğlu144 Toprak,2006). ―KarĢı elit‖ Gramscian perspektifle okunucak olursa, Milli GörüĢ Hareketinin iktidarın parçası olmaktan, iktidar olma pozisyonuna yol aldığı süreçte önemli bir olgudur. Nitekim, 1995 seçiminin ardından kurulan koalisyon hükümetinde büyük ortak olarak yer alan RP‘nin icraatları süresince ülkede siyasi kutuplaĢma ciddi Ģekilde artmıĢtır. Bu kutuplaĢma sonunda ülkeyi ―28 ġubat‖ sürecine sürüklemiĢ, Anayasa Mahkemesince kapatılan RP yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) de kapatılınca hareket ikiye bölünerek, Milli GörüĢ etrafında birleĢmiĢ kadrolar Saadet Partisinde kalırken, ―yenilikçiler‖ diye adlandırılan kadrolarla kurulan AKP 2002 seçimlerinde tek baĢına iktidara gelmiĢtir. AKP‘nin Genel Seçimlerde gösterdiği baĢarı, bir yandan yeni bir sentezin (muhafazakarlık ve demokratlık) sonucu gibi dururken, diğer yandan, Türk siyasetinde baĢarısız olanların (Çiller, Yılmaz gibi) tasfiye olmasıyla yeni bir ―merkez‖ inĢası olmaktan ibaret yüzeysel bir yenilik olarak da okunup okunamayacağı da yanıtını zamanın vereceği bir ikilem olmuĢtur (CoĢar, 2002-03:103). Liderlerinin ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımladığı AKP, Ġslami geleneklere bağlı, bu bağlamda muhafazakar değerleri savunan, ekonomi politikaları bakımından Batı‘yı esas alan ve küresel ekonomiyle uyumlu bir parti olarak, 2002, 2007 ve 2011 Genel Seçimlerinde her seçimde oylarını artırarak (%34.28-%34.43-%46.66) iktidarda kalmıĢtır. Temel gerilim açısından bakarsak (laiklik-irtica), 2002 Seçimlerinden sonra, Erdoğan‘ın ―Milli GörüĢ gömleğini çıkarıp çıkarmadığı‖ konusundaki tereddütler ve laiklikle ilgili endiĢeler,-baĢta CHP‘lilerde- olmak üzere yükselmiĢtir. Ancak, 2007 ve özellikle de 2011 seçimlerinden sonra genel olarak muhalefetin laiklik kaygısının üstüne, hegemonik bir tek parti yönetimiyle demokrasinin yitirilmekte olduğu endiĢesi gündeme yerleĢmiĢtir. 2004 VE 2009 YEREL SEÇĠMLERĠNDEN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNE Gezi olayları, muhalefet yelpazesinin yalnızc a geniĢliğini, çeĢitliliğini, siyasal partilerin de dıĢında kalan muhalefet unsurlarını değil, hepsinden önemlisi, partili partisiz, politik, apolitik... farklı toplum kesimlerinin kendi kimlikleriyle var olarak ortak bir hedefe demokratik bir talebe- doğru bir araya gelebilme yeteneğini ortaya koydu. Bu yazının amacı (Gezi DireniĢinde de görünürlük) kazanan muhalefetin nicel ve nitel kapsamını dikkate alarak, AKP‘nin katıldığı -genelden çok- yerel seçim sonuçlarının okunması ve ―Arap Baharı‖ diye adlandırılan -sivil itaatsizlik ya da direnme hakkı olarak okunmaya elveriĢli görünengeliĢmelerden çıkarılacak derslerle Türkiye‘de muhalefetin gücünü demokratik sürece dahil edebilme olanak ve olasılıklarını tartıĢmaya açmaktır. Modern toplumun, iktidar partisi, muhalefet partisi, vatandaĢlık gibi... özneleri ve temsili demokrasi kurallarıyla, yazının baĢında kavramsallaĢtırılan ‗muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu bir rejim‘ biçimindeki demokrasi tanımının iĢlemesi olanağı mümkün görünmemektedir. Ġktidarın el değiĢtirebilecek olma olasılığını; modern ötesi toplumun çoğulculuk anlayıĢı çerçevesinde, yerel yönetimlerin çağdaĢ demokrasi bakımından kazandığı önem, baraj engelinin burada sözkonusu olmaması ve genel seçimlerde parti etkisi öndeyken yerel seçimlerde aday etkisinin genel seçimlerden daha önemli olması gibi etkenleri bir arada düĢünmek demokratik dengeler bakımından sağlam bir güvence olarak görünmektedir. 2014 Yerel Seçimlerinde, ana muhalefet partisi ve diğer muhalefet partilerinin seçim öncesi varacakları bir uzlaĢmayla, hangi partiden olursa olsun tabanın benimsemekte zorlanmayacağı adaylarla seçimlerde ‗ aday ve parti etkisini‘ optimalize ederek, her yörede belli ortak adayları desteklemeleri tek parti hegemonyası tehdine yönelik bir demokratik refleks olarak düĢünülebilir. Yerel seçimlerde ‗aday etkisi‘ nin önemi konusunda yapılan bir çalıĢmada 2009‘da yapılan yerel yönetim seçimlerinde belediyelerin yüzde 40‘ında adayların, yüzde 60‘ında ise partilerin etkisinin öne çıktığına iĢaret edilmektedir (Tüzün, 19 Ağustos 2013). Demokrasilerde alınan oy, meĢruiyetin temeli olmakla birlikte, seçim sisteminden kaynaklanan nedenler, alınan oyların temsil yeteneğini zaafiyete uğratabilmektedir. Özellikle günümüzde yükselen bir değer olan çoğulculuğa olanak tanımayan, çoğunlukçu sistemlerde, alınan oyla temsil gücü arasında doğrusal bir iliĢki olmayabilmektedir. Eğer meĢruiyet verilen oylar da aranacaksa, dıĢarda kalan oyların temsil gücü kazanmasının yol ve yöntemleri aranmalıdır. Zaten çoğulculuk etiği de bunu gerektirir. 145 2004 ve 2009 yerel seçimlerine bu çerçeveden baktığımızda, parçalı olmakla birlikte muhalefetteki oyların, AKP‘nin oylarından daha fazla olduğu görülecektir. Bu bir bakıma, demokrasi için duyulan endiĢeleri gereksiz kılarken, muhalefetin ortak bir seçim stratejisinin önemini de ortaya koymaktadır. Tablo 1 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.017.424 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.066.859 Belediye BaĢkanlığı Sayısı 1750 467 388 247 100 64 63 52 30 13 10 5 2 1 1 0 0 0 0 0 0 3.193 Katılım Oranı: %73.26 Alınan Geçerli Oy Sayısı 9.674.306 4.988.427 2.268.599 2.441.190 712.439 1.129.049 1.148.920 249.422 468.777 581.891 150.429 53.963 24.711 77.146 3.624 27.475 25.963 24.321 11.991 10.989 395 24.074.027 Oy Oranı (%) 40.18 20.72 9.42 10.14 2.95 4.69 4.77 1.03 1.94 2.41 0.62 0.22 0.10 0.32 0.01 0.11 0.10 0.10 0.05 0.04 0.00 100.0 2004 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 20 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo1‘de görülen ve YSK‘nın WEB sayfasından elde edilen verilere göre, 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde, %73.26 oranında katılım ve 24.074.027 oyla, toplam 3.193 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye baĢkanlığı sayısı 1.750‘dir. Tablo 22004 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.213.138 Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.067.950 Katılım Oranı: %73.27 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP Alınan Geçerli Oy Sayısı 9.635.145 4.912.313 2.286.020 2.500.000 682.264 1.204.431 1.111.017 39.968 484.555 607.847 179.090 Seçilen Üye Sayısı Seçilen Üye Oranı (%) 16.637 5.631 4.747 3.401 1.105 1.067 961 17 385 183 215 48.25 16.33 13.76 9.86 3.20 3.09 2.78 0.049 1.11 0.53 0.62 146 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam 56.912 29.269 66.582 3.742 33.770 28.011 12.139 12.223 7.366 391 23.893.656 48 21 23 11 5 13 0 3 0 4 34.477 0.13 0.06 0.06 0.03 0.01 0.03 0.05 0.00 0.00 0.01 100.00 Tablo 32004 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 43.552.931 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.211.457 Alınan Geçerli Oy Sayısı 13.477.287 5.882.810 3.216.213 3.372.249 807.761 1.662.280 1.297.681 234.443 683.266 839.856 374.125 79.584 12.379 154.495 7.837 79.774 18.685 85.178 8.711 3.872 0 32.268.496 Katılım Oranı: %76.25 Seçilen Üye Sayısı Seçilen Üye Oranı (%) 2.276 392 156 178 26 129 19 9 9 4 7 0 0 0 2 0 1 0 0 0 0 3.208 70.94 12.21 4.86 5.54 0.81 4.02 0.59 0.28 0.28 0.12 0.21 0.0 0.0 0.0 0.06 0.0 0.03 0.0 0.0 0.0 0.0 100.0 Belediye Meclisi seçimlerinde katılım oranı %73.27, geçerli oy sayısı 23.893.656‘dır.Seçilen toplam üye sayısı 34.477 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 16.637‘dir. Ġl Genel Meclisi üyelikleri için katılım oranı %76.25, geçerli oy sayısı ise 32.268.496‘dır. Seçilen toplam üye sayısı 3.208 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 2.276‘dır. 147 Tablo 4 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.717.580 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi) 11.ÖDP 12.DTP(Demokratik Toplum Partisi) 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi) 20.HYP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı: 33.430742 Katılım Oranı: %87 Belediye BaĢkanlığı Sayısı 1442 503 483 148 80 60 45 20 16 4 4 96 4 0 0 0 0 0 0 0 2903 Alınan Geçerli Oy Sayısı Oy Oranı (%) 12.449.187 7.960562 5.315.180 1.164858 1.729.182 925.575 239.849 384.483 196.049 101.090 21.745 1.661.117 15.298 28.101 8.608 5.670 5.772 867 151 8.192 32.221.536 38.64 24.70 16.50 3.62 5.37 2.87 0.74 1.19 0.61 0.31 0.07 5.16 0.05 0.09 0.03 0.02 0.02 0 0 0.03 100.0 2009 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 19 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo 4‘de görülen verilere göre, 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde %87oranında katılımla ve 32.221.536 oyla, toplam 2903 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye baĢkanlığı sayısı 1.442‘‘dir (Tablo 4). Tablo 5 2009 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.787.986 Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.447.257 Katılım Oranı: %84.06 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi) 11.ÖDP 12.DTP(Demokratik Toplum Partisi) Alınan Geçerli Oy Sayısı 12.237.325 7.966.710 5.336.695 1.181.074 1.807.745 945.722 43.633 508.055 202.976 82.848 25.557 Kazanılan Üyelik Sayısı 14.732 6.125 6005 1.843 1.081 774 14 294 240 45 35 1.687.773 1169 Kazanılan Üyelik Oranı (%) 45.48 18.91 18.54 5.69 3.34 2.39 0.04 0.91 0.74 0.14 0.11 3.61 148 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi) 20.HYP Toplam 21.100 3.409 2.451 4.618 6.685 2.258 23 2 1 0 2 3 0.07 0.01 0.00 0.00 0.01 0.01 203 0 0.00 5.566 32.072.363 4 32.392 0.01 100.00 Tablo 6 2009 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 48.049.446 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP 11.ÖDP 12.DTP 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP 20.HYP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı: Alınan Geçerli Oy Sayısı 15.353.553 9.229.936 6.386.279 1.536.847 2.079.701 1.139.878 172.279 943.765 304.361 167.986 67984 2.277.777 48.939 85.507 2285 29.392 41.818 114.243 36 172.279 39.988.763 Katılım Oranı:%85.33 Kazanılan Üyelik Sayısı Kazanılan Üyelik Oranı (%) 1.889 612 414 45 29 26 7 18 4 1 0 235 1 0 0 0 0 0 0 0 3.281 57.57 18.65 12.62 1.37 0.88 0.79 0.21 0.55 0.12 0.03 0.00 7.16 0.03 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 100.0 Tablo 7 2004 ve 2009 Yerel SeçimlerindeAKP ve Diğer Partilerin Aldıkları Oyların KarĢılaĢtırılması 2004 2009 Bld .Mec. Ġl.Gnl. Mec. Bld. BĢk. Bld .Mec. Üyeliği Üyeliği Üyeliği Toplam Geçerli Oy 24.074.027 23.893.656 32.268.496 32.221.536 32.072.363 Bld. BĢk. AKP Diğer Oyların Top. 9.674.306 9.635.145 13.477.287 (% 40.18) (%48.25) (%70.94) 14.399.721 14.258.511 18.791.209 12.449.187 12.237.325 (%38.64) (%45.48) 19.772.349 19.835.325 Ġl.Gnl. Mec. Üyeliği 39.988.763 15.353.553 (%57.57) 24.635.210 149 AKP 2004‘de Belediye BaĢkanlığı seçimlerinde %40.18, Belediye Meclisi seçimlerinde %48.25 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %70.94 oranında oy almıĢtır. 2009 Yerel Seçimlerinde AKP‘nin Belediye BaĢkanlığı için aldığı oy oranı %38.64, Belediye Meclisi seçimlerinde %45.48 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %57.57 oranında oy almıĢtır. AKP‘nin, 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi ile (seçmen sayılarındaki artıĢın etkisini dıĢarda bırakarak) 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi oranlar üzerinden karĢılaĢtırıldığında, genel seçimlerdeki artıĢın aksine yerel seçimlerde (belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği ve ilgenel meclisi üyeliği seçimlerinin hepsinde) oyların düĢme eğilimi görülmektedir.Bir baĢka nokta, 2009 yerel seçimlerine katılım oranı 2004 seçimlerinden yüksek iken, AKP‘nin aldığı oylar düĢmüĢtür. Ancak, 12 Kasım 2012‘de TBMM‘den geçip, 6 Aralık 2013‘de Resmi Gazete‘de yayınlanan ve 30 Mart 2014 Yerel Yönetim Seçimleriyle yürürlüğe girecek olan 6360 sayılı BüyükĢehir Yasası ile oluĢturulan yeni BüyükĢehirler, kır ve kentiyle bir bütün olarak Belediye tarafından yönetilebilme özelliği kazanıyorlar. Yeni BüyükĢehir Yasası, nüfusu 750 bin ve üzeri olan illere BüyükĢehir statüsü kazandırmaktadır.Bu yasayla, BüyükĢehir Belediyelerinin il mülki sınırlarına uzanan yapısıyla köyler ve belde belediyeleri kaldırılıp, mahalleye dönüĢtürülerek belediye sınırları içerisine katılmıĢtır. Bu durum, ilin geneli için olduğu gibi, ilin tüm ilçeleri için de geçerlidir. BüyükĢehirlere bağlı ilçe belediyeleri de ilçe sınırlarının tamamına yönelik hizmet verecek yerinden yönetim birimlerine dönüĢmüĢ oluyor. Köyler mahalleye dönüĢürken, en küçük mahalle nüfusunun 500‟den az olamayacağı da hükme bağlanıyor. Böylece, hem büyükĢehir, hem de ilçelerin seçilmiĢ Belediye BaĢkanları, artık sadece kentsel alanlarda yaĢayanların değil, il ya da ilçede yaĢayanların tamamının Belediye BaĢkanları oluyorlar. Aynı süreçte alınan bir baĢka kararla, Ġl Özel Ġdareleri kaldırılarak, bu idarelerin yetkileri Valiliğe devri sözkonusu. Ayrıca ilin merkezi devlet yönetimiyle bağlantısını kurma, koordinasyon sağlama ve süreci izleme göreviyle illerde Valiye bağlı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Kurulları oluĢturulmaktadır. Bu kurulların yönetmeliğini hazırlama görevi ise ĠçiĢleri Bakanlığı‘na veriliyor. Böylece, BüyükĢehir niteliği kazanmıĢ ilin yönetimi için seçilmiĢ bir BüyükĢehir Belediye BaĢkanı ve bir de iktidar adına yatırımları hem izlemek, hem de koordinasyonunu sağlamak üzere atanmıĢ Valisi olmuĢ oluyor (Sezgin Tüzün,bianet,5 Ağustos 2013). Bu yeni yasanın getirdiği köklü değiĢiklik nedeniyle önceki yerel seçimlerle 2014 Yerel seçimlerinin karĢılaĢtırılmasının sağlıklı olmayacağı açıkça görülmektedir. Yasaya göre, 30 ilde yapılacak yerel yönetim –belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği-seçimlerinde, tüm ilin seçmenleri kır-kent ayırımı olmadan oy kullanacaktır. Bu da 2014 yerel seçimlerinde 2009 belediye seçimlerine göre önemli oranda seçmen artıĢıyla karĢılaĢılacağını ortaya koyuyor. Türkiye‘deki kayıtlı her dört seçmenden üçü 2014 yerel yönetim seçimlerinde BüyükĢehir seçmenlerini oluĢturacak.Bu seçmenlerin de yarısına yakın kısmı, yeni BüyükĢehir statüsü gereği, BüyükĢehir seçmeni olmuĢ eski kır seçmenleri ve ilçe Belediye BaĢkanlığı için oy kullanmıĢ kent seçmenlerinden oluĢuyor. Dolayısıyla 2009-2014 Belediye BaĢkanlığı seçimleri –hem büyükĢehir hem de ilçeler için- kapsamları bağlamında karĢılaĢtırılabilir seçimler olma özelliklerini yitirmiĢ oluyorlar. Belediye sınırlarının ilçenin kent merkezinden ilçenin ilçenin mülki sınırlarına taĢınması durumunda karĢılaĢtırma için kullanılabilecek tek veri, ilçe Ġl genel Meclisi seçim sonuçları olabiliyor. Bu sonuçlar AKP ve diğer partilerin kazandıkları Belediye BaĢkanlığı sayıları açısından karĢılaĢtırmalı olarak irdelenecek olursa: 1. AKP 508 ilçenin 250‘sinde Belediye BaĢkanlığı kazanmıĢken, seçim ilçe sınırlarını kapsar biçimde geniĢletildiğinde ve Ġl genel Meclisi seçimlerinde AKP‘nin birinci olduğu ilçeler gözönüne alınarak yeni dağılım hesaplandığında AKP 97 ilçede daha Belediye BaĢkanlığı kazanabilecek konuma gelmiĢ oluyor. 150 2. Diğer partiler ve bağımsızlar 258 Belediye BaĢkanlığı kazanabilmiĢken, seçim kapsamı ilçenin tamamına dönüĢtüğünde ortaya çıkan ilçenin birinci partisinin AKP dıĢında bir parti olması durumunda kazanılabilen Belediye BaĢkanlığı sayısı 161‘e geriliyor (Sezgin Tüzün, Bianet,5 Ağustos 2013). Yeni BüyükĢehir yasasının yönetsel bakımdan değerlendirilmesini bir yana bırakırsak, 2014 Yerel Seçimlerinde siyasal bakımdan iktidar partisinin elini güçlendireceği görülüyor. SONUÇ Türkiye‘de demokrasinin meĢruiyetini çoğunlukçulukta bulan anlayıĢtan, zamanın ruhuna uygun bir katılımcı/çoğulcu anlayıĢa evrilmesi, güçlü bir iktidarın karĢısında güçlü bir muhalefetin varlığını gerektirir. 2000‘li yıllardaki Türk siyasetinin anahtar sözcüklerinden birinin ―istikrar‖ olmasının, her ne kadar 90‘lı yılların siyasal istikrarsızlığına dönük bir toplumsal refleks yanı da olsa, temsilde adaletin siyasal istikrar uğruna görmezden gelinmesi demokrasi bakımından bir tehdittir. Bu tehdit, muhalefet unsurlarının konumlarının farkındalığı ve Gramsci‘nin hegemonya kuramından ilhamla, kendilerini ―toplumsal nesne değil‖, ―toplumsal özne‖ olarak görmeleriyle berteraf edilebilir. Burada, öncelikle, bu durumun pratik karĢılığı olarak, iktidarda olanların benimsemeye daha fazla yatkın olduğu ―en fazla oy alanın meĢruluğu‖nun radikal eleĢtirisi bir yana, kendi mantığı içindeki çeliĢkisi dikkat çekicidir. Demokrasiyi ―en fazla oy‖ mantığına indirgediğimizde, iktidarın aldığından daha fazla oy/daha fazla irade dıĢarıda ise, bunun nedenleri (temsili demokrasi, seçim sistemi, seçim barajı, siyasal partiler yasası...vs. ) ve daha da önemlisi, verili koĢullardaki pratik olanaklar üzerinde düĢünmekte yarar olmalıdır. Çünkü, demokrasilerde, kurumsal düzenlemelerden ötede, nihai olarak iktidarın gücünü dengeleyen muhalefettir. (Ayrıca, ―kiĢisel olan siyasaldır‖ anlayıĢıyla bakılsa bile her siyasal yapılanmanın temsili fiilen olanaklı değildir. Bu anlamda mesele pratik çözüm arayıĢları bir yana, yukarıda da ifade edilebildiği gibi, muhalif bir düĢüncenin iktidara gelebilme Ģansının/yollarının açık olmasıdır). Türkiye‘de muhalefet partilerinin durumu (2004 ve 2009 yerel seçimlerine katılan partilere baktığımızda) parçalı olması, ideolojik farklılıkları ve seçim barajı gibi kısıtlarının olması ve böylece parlamentoda temsil Ģansları olmamasının yanında, iktidarın hegemonik gücünün artmasını kolaylayan, hatta bir bakıma destekleyen bir olgu görünümündedir. Aralarında ideolojik uzlaĢı olasılığı son derece zayıf, hatta olanaksız görünen bu partilerin, ―demokratik varoluĢ refleksi‖yle ve ―kendi kimlikleri‖ ile iktidara karĢı bir yerel seçim iĢbirliği yapabilmeleri olasılığı görece daha kuvvetlidir. Nitekim ĠĢçi Partisi‘nin Milli Merkez yaklaĢımı benzer bir arayıĢın sonucudur. Ancak, ―yerel seçimler için stratejik ve demokratik uzlaĢı‖ nın ikna yeteneği, kendileri (milli merkez gibi) baĢlı baĢına bir ideolojik duruĢ ya da tercihin tezahürü olan kavramsallaĢtırmalardan daha güçlü görünmektedir. Burada siyasal partilerin ve tabanlarının ideolojik kaygılarını azaltabilecek bir baĢka konu, böyle bir iĢbirliğinin liderliğini kimin yaptığıyla da yakından ilgili görülebilir. Bu nedenle, seçim iĢbirliğine liderlik yapacak partinin ideolojik kimliğinden daha önde durması gereken siyasal pozisyonudur ki, bu da liderlik rolü için ana muhalefet partisini iĢaret eder. Son olarak, Yeni BüyükĢehir Yasası‘nın olumlu ve olumsuz eleĢtirileri mümkün olmakla birlikte, özellikle zamanlama açısından pratik bir okuması iktidar partisinin katıldığı yerel seçimlerdeki oylarının düĢüĢ eğilimini tersine çevirme gayretinin bir sonucu olduğudur denilebilir. Bu ise, demokrasi için seçim iĢbirliğinin önemini artırmaktadır. KAYNAKÇA Besley,T.,Coate,S. (1988).Sources of in a Representative Democracy: A Dynamic Analysis,The American Economic Review, Vol.88,No.1(Mar.), 139-156 Çarkoğlu,A.,Toprak,B.(2006).Değişen Türkiye‟de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV Yayınları. CoĢar, S. (2002).Türkiye Bağlamında Yeni Siyaset:Yeni Bir Siyasal Etiğe Doğru, Doğu-Batı Dergisi, Yeni Devlet Yeni Siyaset, 03,s.103-115 151 Tekin,Y.,Çiftçi,S.(2006).Temsil Krizi Tartışmalarına Bir Katkı: 22. Dönem TBMM‟nde Yapılan Bir Alan Araştırmasının Sonuçları Işığında Türk Siyasal Yaşamında Demokratik Temsil İlkesinin Görünümü, SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ ĠKTĠSADĠ VE ĠDARĠ BĠLĠMLER FAKÜLTESĠ DERGĠSĠ, Sayı: 11, 69-90, (2006). Tüzün,S.(2013).Yeni Düzenlemelerin Yerel Yönetim Seçimlerine Etkileri, www.bianet.org/05 Ağustos 2013 Tüzün,S.(2013). Belediye Başkanlığı Seçimlerinde Aday Etkisi, www.bianet.org www.ysk.gov.tr 152 ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ Mezher YÜKSEL1 ÖZET Bu çalıĢma 2002 yılından beridir Türkiye‘de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKParti) toplumsal kökenleri ile ilgilenmektedir. Bu amaçla üç dönem üst üste parti saflarında parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç milletvekilinin doğum yeri, cinsiyeti, eğitim durumu gibi özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin verilerden hareketleAKPartinin toplumsal niteliği ortaya konulmaktadır. Diğer bir ifade ile, on yılı aĢkın bir süredir siyasal alanda egemen aktörler olarak yer alan bu yeni seçkinlerin toplumsal kökenlerine, sahip oldukları sosyo-kültürel sermayelerine ve sınıfsal aidiyetlerine iliĢkin sosyolojik bir analiz yapılmaktadır. ÇalıĢmanın AKParti döneminde uygulanagelen temel politikaları açıklama ve anlama çabalarına ve Türkiye‘de genel olarak siyasal alanın daha özelde ise parlamenter seçkinlerin geçirdiği değiĢimi tarihsel bir bağlam içerisinde değerlendirmek amacıyla yapılacak araĢtırmalara katkıda bulunması da hedeflenmektedir. Anahtar Kavramlar: Adalet ve Kalkınma Partisi, siyaset, parlamenter seçkinler. ABSTRACT This study is about the social origins of the deputies of the Justice and Development Party (JDP) that has been in power in Turkey since 2002. In this research I attempt to demonstrate social characteristics of the JDP with a specific attention to the 73 Members of Parliament, who have been elected as MPs for the three periods that the JDP has been in power. I will focus on the following demographic characteristics of these 73 MPs: place of birth, gender, and educational status along side their previous jobs and Professional backgrounds before they were elected to the Parliament. In other words, with particular attention to their social origins, socio-cultural capital and social class, I attempt a sociological analysis of these new elites that have been holding political power in Turkey forover a decade. This study is an original contribution to the field in tworespects. First, it helps us beter understand and explain the policies that have been put into effect by the JDP. Secondly, this researchs hed slight on the historical contextualization of the political sphere in Turkey in general and the change that Turkish parliamentary elites have undergone throughout the Republican history, in particular. Keywords: Justice and Development Party (JDP), politics, parlamentarian elites. ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ Türkiye‘de 2002 yılında yapılan genel seçimler sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yüzde otuz beĢ oy alarak iktidara geldi. Daha sonra yapılan iki genel seçimi de kazandı ve çok partili dönemde ülkeyi en uzun süre yöneten parti oldu2.Partinin kurucu ve ileri gelenleri partilerini muhafazakar-demokrat bir kitle partisi olarak tanımlamakta3, daha önce Demokrat Parti (DP) veAnavatan Partisi (ANAP)ile temsil edilen merkez sağ siyasal geleneğin temsilcisi olduğunu vurgulamaktadırlar. Öte yandan partinin güçlü bir milli görüĢ mirasına sahip olduğu da bilinmektedir. 1 Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,mezheryuksel@yahoo.com AKParti oy oranınıönce 2007 yılında % 47‘ye daha sonra 2011 yılında ise % 50‘ye çıkardı ve 1950-1960 arasında iktidarda olan DP‘yi geride bırakarak çok partili dönemde en uzun süre ülkeyi yöneten parti oldu (TÜĠK: 2012). 3 Bu konuda kapsamlı ve içeriden bir çalıĢma için aynı zamanda baĢbakanın danıĢmanlığını da yapan Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan‘ın (2004) Muhafazakar Demokrasi isimli çalıĢmasına bakılabilir. 2 153 DeğiĢtiklerini belirtseler de4 baĢta partinin kurucu baĢkanı ve baĢbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere partinin önde gelen üyelerinin önemli bir kısmı milli görüĢ geleneği içerisinde yer almıĢ, aktif siyaset yapmıĢ kimselerdir5. Merkez sağ gelenek ile milli görüĢ siyasal tecrübesini bir araya getiren AK Partinin toplumsal kökenleri bu çalıĢmanın konusunu oluĢturmaktadır. Diğer bir ifade ile partinin öne çıkan sosyal özelliklerinin neler olduğu, ne tür bir beĢeri ve kültürel sermayeye sahip olduğu ve hangi sınıfsal dinamiklerden beslendiği gibi sorular bu çalıĢmanın cevabını aradığı sorulardır. Bu amaçlapartinin üç dönem üst üste parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç üyesinin doğum yeri, cinsiyet, eğitim gibi özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin veriler kullanılarak partinin toplumsal kökenlerine dair bir tartıĢma yürütülmektedir6. Ak Parti sözcüleri ve temsilcilerinin sıklıkla kullandıkları argümanlardan bir tanesi Türkiye partisi olduklarıdır. Bu argüman özellikle seçimlerin ardında elde ettikleri baĢarıyı vurgulamak, rakip siyasi partilerden daha geniĢ bir toplumsal ve bölgesel desteğe sahip olduklarını belirtmek üzere kullanılan bir argümandır. Seçim sonuçları göz önüne alındığında bu argümanın doğru ve haklı olduğu görülür. Örneğin 2011 yılında yapılan son genel seçimlerde aldığı yüzde elli oy oranı ile sadece Türkiye genelinde değil aynı zamanda bölgeler bazında da birinci olmuĢtur. Öte yandan çalıĢmamıza konu olan üyelerin doğum yeri verileri incelendiğinde AK Partinin Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri tabanlı bir parti olduğu görülmektedir. YetmiĢ üç vekilden yirmi bir tanesi Karadeniz, on yedi tanesi ise Ġç Anadolu Bölgesi doğumludur. Diğer bir ifade ile yüzde elliden fazlası iki bölgedendir. Buna karĢılık Ege Bölgesi doğumlu vekillerin oranı yaklaĢık olarak yüzde yedi Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde doğmuĢ olanların oranı ise yaklaĢık yüzde sekizerdir. Geriye kalan diğer iki bölgede, Doğu Anadolu ve Akdeniz, ise bu oranlar sırasıyla yüzde on iki ve on birdir. Doğum yeri bakımından dikkat çeken bir diğer nokta Trabzon ve Kayseri doğumluların yüksek temsil edilme oranıdır. BeĢer milletvekili ile en fazla temsil edilen bu iki il, Ege Bölgesi ile aynı sayıda Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleridoğumlu (6) olanlara ise yakın sayıda üyeye sahiptirler. Kurucu-önde gelen kadrolarının belli bir bölge ile sınırlı olması bakımından AK Parti ile Demokrat Parti arasında önemli bir benzerlik söz konusudur. 1950-1960 arasında kurulan Demokrat parti kabinelerinde yer alan vekillerin doğum yerlerine baktığımızda Ege Bölgesi doğumluların oranı yüzde otuz üç Marmara Bölgesinde doğmuĢ olanların oranının ise yüzde yirmi dokuz olduğunu görüyoruz. Mekânsal-bölgesel dağılımdan daha çarpıcı olanı üyelerin cinsiyetlere göre dağılımıdır. Bu itibarıyla bakıldığında kadın vekil sayısının ve temsil oranının oldukça düĢük olduğu görülmektedir. YetmiĢ üç milletvekilinden sadece üç tanesi kadındır. Esasen kadınların genel olarak siyasette daha özelde ise parlamentoda düĢük oranda temsil edilmesi AK Partiye özgü bir durum olmayıp Türkiye genelinde gözlenen bir durumdur. Örneğin çok partili dönemin ilk elli yılı ortalaması yüzde ikinin altındadır (TÜĠK: 2012:5). Bu durum 2000‘lerden sonra değiĢmeye baĢlamıĢ ve önce 2007 yılında yüzde dokuza daha sonra 2011 yılında ise yüzde on dörtün üzerine çıkmıĢtır. AB üyesi ülke değerleri7 ile karĢılaĢtırıldığında bu oranların da çok düĢük kaldığı görülmektedir. Siyasal temsildeki bu erkek egemen tabloda 2000 sonrası dönemde ortaya çıkan değiĢimde AK Partinin önemli katkısı vardır. 2002-2011 arası dönemde yapılan üç genel seçim sonunda meclise giren 4 DeğiĢtikleri yönündeki açıklamalar zaman içinde azalmıĢ olsa da iktidarlarının ilk iki döneminde milli görüş gömleğini çıkardık Ģeklinde özetlenen bir Ģekilde basında sıklıkla yer alıyordu. 5 2007 yılında cumhurbaĢkanı seçilmesi üzerine parti ile yasal bağları kopmuĢ olsa da bugün parti tabanında saygı ve kabul gören Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi ilk defa milli görüĢ çatısı altında siyasete atılanlar ve Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi siyasete ANAP‘ta baĢlamıĢ ancak daha sonra milli görüĢ partilerine geçmiĢ olanlar buna bir kaç örnektir. 6 Milletvekillerine ait burada yer veriler için Ģu kaynaklar kullanıldı; TBMM: 2010 ve 2012. 7 AB üyesi ülkelerdeki oranlar yüzde yirmi ile kırk beĢ arasında değiĢmektedir. Özellikle kuzey Avrupa ülkelerinde yüzde kırklar düzeyinde olup en yüksek temsil oranına sahip ülke yüzde kırk beĢ ile Ġsveç‘tir (TÜĠK: 2012: 5). 154 toplam yüz elli üç kadın milletvekilinden seksen dokuzu AK Partilidir. Bu sayı 1950-1995 arası kırk beĢ yıllık dönemde oluĢan on iki parlamentoda görev alan kadın milletvekili toplamından daha fazladır. Kadınların parlamentoda temsili meselesinde AK Partinin katkısı sayı ve oran ile sınırlı değildir. Daha önceki çok partili parlamentolarda görev alan kadın milletvekillerinin büyük bölümü metropol kentleri temsilen seçiliyorken AK Parti ile birlikte bir çok taĢra kentini temsilen ilk defa kadın vekil parlamentoya girmeye baĢlamıĢtır. Ağrı, Aksaray, Denizli, Gaziantep, Mardin ve Van gibi illerde cumhuriyet tarihinde,Erzurum, Konya, Malatya, Trabzongibi illerde ise çok partili döneme geçildikten sonra ilk defa kadın milletvekili seçilmiĢtir. TaĢra kentlerinin kadın milletvekilleri tarafından temsil edilmesi esasen tek-parti dönemi siyasal pratiğidir. Örneğin 1935 seçimlerinde cumhuriyetin ilk kadın milletvekilleri olarak parlamentoya giren on sekiz kadın üyeden on beĢ tanesi Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir dıĢında kalan kentleri temsil etmek üzere seçilmiĢlerdir. Bu kentler Edirne‘den Erzurum‘a, Afyon‘dan Diyarbakır‘a, Balıkesir‘den Sivas‘a Türkiye‘nin değiĢik bölgelerinden illerdir (TÜĠK: 2012: XI). AK Partinin kadınların siyasal yaĢama daha fazla dahil edilmesi yönündeki siyaseti milli görüĢ geleneğinin 1990‘lardaki tecrübesinden izler taĢımaktadır. Söz konusu tecrübe büyük ölçüde siyasal propaganda çalıĢmalarında kadın üyelerinin aktif görev alması ve bunun için gerekli olan kadın örgütlenmesi ile sınırlı idi. Diğer bir ifade ile bu pratik kadınların parti yönetiminde veya yerel ve ulusal meclislerde görev almasından ziyade yerel ve genel seçim süreçlerinde propaganda faaliyetlerinde yer almasını içermekteydi. Erdoğan‘ın partili kadınların örgütlenmesine özel bir önem verdiği ve RP Ġstanbul il baĢkanlığı döneminde otuz iki ilçede kadın kolları kurduğu belirtilmektedir (Besli ve Özbay: 2010: 66). Kadınların siyasal yaĢama daha fazla katılımı yönündeki bu tutum ve buna bağlı olarak partide ve parlamentoda artan kadın varlığı cinsiyet eĢitliği kapsamında kadınlar lehine önemli yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesini sağlamıĢtır. Bir kısmı AB uyum sürecinin gereği olarak yapılmıĢ olsa da baĢta ceza ve çalıĢma yasaları olmak üzere çeĢitli yasalarda yapılan düzenlemeler ile kadınlar lehine önemli değiĢiklikler gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha önce aile ve toplum düzenine karĢı suç olarak kabul edilen cinsel suçların bireye yönelik suçlar kapsamına alınması, bekaret kontrolünün yargı kararına bağlanması, evlilik içi tecavüz ve cinsel tacizin yasa kapsamına alınması, evlilikte mal rejimi kadının lehine değiĢtirilmesi, çalıĢma yasasında eĢit iĢe eĢit ücret ilkesi getirilmesi bunlardan bazılarıdır. (AK Partinin kadın politikası hakkında genel bir değerlendirme için bakınız; Bora: 2012). Eğitim düzeyleri ve Türkçe dıĢında bildikleri dil gibi verilerden hareketle milletvekillerinin entelektüel birikimleri ve kültürel sermayelerine iliĢkin bir değerlendirmeyapmak mümkündür. Söz konusu veriler milletvekillerinin siyasal kimlikleri ve siyasi yelpazedeki konumları hakkında doğrudan bir fikir vermese de özellikle kültürel coğrafyadaki yerleri ve kültürel beslenme kaynakları hakkında fikir verebilecek önemli bir göstergedir. Bu çerçevede eğitim durumlarına bakıldığında iki milletvekili iki diplomaya sahip olmak üzere yetmiĢ iki vekilin üniversite mezunu olduğu görülmektedir. Bunlardan on altısı yüksek lisans on üçü ise doktora derecesine sahiptir. Üniversite mezunlarının bitirdikleri bölümlere göre dağılımları Tablo 1‘de verilmiĢtir. Tablo 1‘de de görüldüğü üzereyirmi dört milletvekili ile hukuk fakültesi mezunlarıilk sırada gelmektedir. Ġkinci sırada bulunan mimarlık-mühendislik fakültesi mezunlarını iktisat, iĢletme, maliye ve ekonomi bölümü mezunları takip etmektedir.Siyasal bilgiler, ilahiyat, eğitim ve tıp fakültelerinden derece almıĢ olan vekillerin oranı yüzde onun altındadır. Diğer grubunda yer alan dört milletvekiliise insan kaynakları, kimya, Türk dili ve edebiyatı ile veterinerlik bölümlerinden mezun olmuĢlardır. 155 Tablo 1: Milletvekillerinin bitirdikleri fakülte veya bölümlere göre dağılımı Bitirilen bölüm veya fakülte Hukuk Fakültesi Mühendislik &Mimarlık Fakültesi Ġktisadi Ġlimler (Ġktisat & ĠĢletme & Maliye & Ekonomi) Siyasal Bilgiler & Kamu Yönetimi & Uluslararası ĠliĢkiler Ġlahiyat Fakültesi Eğitim Fakültesi Tıp & DiĢ Hekimliği Fakülteleri Diğer Toplam KiĢi 24 14 12 7 6 4 3 4 74* % 32,4 18,9 16,2 9,5 8,1 5,4 4,1 5,4 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu * Üniversite mezunlarının sayısı 72 olmakla birlikte iki milletvekili iki üniversite derecesine sahip olduklarından değerlendirme 74 üzerinden yapıldı. Milletvekillerinin sadece yüksek eğitim düzeyine sahip olmadığı aynı zamanda yüksek yabancı dil bilgisine de sahip oldukları anlaĢılmaktadır. Bu itibarlabakıldığında altmıĢ üçünün Türkçe dıĢında en az bir dil bildiği, baĢka bir dil bilmeyenlerin sayısının ise on olduğu görülmektedir. Diğer bir ifade ile yüzde seksen altısı en az bir farklı dil bilmektedir. Bunlardan en büyük grubu oluĢturan ve sadece bir dil bilenlerin sayısı kırk dört iken iki dil bilenler on beĢ, üç dil bilenlerin sayısı ise dörttür. Bilinen dillerin dağılımına bakıldığında ilk sırada Ġngilizce olduğu görülmektedir. Elli bir milletvekili Ġngilizce bildiğini beyan etmiĢtir. Diğer bir ifade ile milletvekillerinin yüzde yetmiĢi Ġngilizce bilmektedir. Ġkinci sırada on üç kiĢi ile Arapça bilenler gelmektedir. Onları on bir kiĢi ile Fransızca ve sekiz kiĢi ile Almanca bilenler takip etmektedir. Birer milletvekili ise Farsça, Japonca ve Abhazca bilmektedir. Türkçe dıĢında bilinen dillere iliĢkin verilerin ortaya koyduğu bir kaç husus vardır. Birincisi Arapça bilenlerin sayısının yüksekliğidir. Ġlahiyat fakültesi mezunu vekil sayısının altı olduğu göz önüne alındığında önemli oranda milletvekilinin özel bir ilgi ile Arapça öğrendikleri anlaĢılmaktadır. Öte yandan bu oranın AK Parti ortalamasından düĢük olduğunu belirtmek gerekir. Ġkinci husus genel olarak yerel diller daha özelde ise Kürtçe konusundaki bilgisizliktir. Örneğin aralarında kabinede görev alan bazı üyelerin de bulunduğu bazı vekiller Kürtçe bilmelerine rağmen bunu beyan etmemiĢlerdir. Son olarak milletvekillerinin yüzde seksen beĢten fazlası en az bir yabancı dil bilmesine karĢılık bilinen dillerin büyük kısmı batı dilleri olup çeĢitlilik bakımından zayıftır. Ak Partinin toplumsal kökenlerini açıklamak üzere baĢvurulabilecek en önemli araçlardan bir tanesi milletvekillerinin mesleklerine ve seçilmeden önce yaptıkları iĢlere iliĢkin verilerdir. Söz konusu verilerde öne çıkan hususları tartıĢmaya geçmeden önce genel görünümüne kısaca bakmakta fayda vardır. Tablo 2‘de de görüldüğü üzere ilk sırada hukukçular gelmektedir. Esasen hukuk fakültesi mezunu sayısı yirmi dört olmakla birlikte iki tanesi hukuk dıĢında mesleğe mensup olduklarını beyan etmiĢlerdir. Ġkinci sıradaki mühendis ve mimarları iktisatçı, iĢletmeci, ekonomist ve maliyecilerden oluĢan meslek grubu takip etmektedir. Daha sonra sırasıyla eğitimci, mülki amir, sanayici & tüccar, özel sektörde yönetici ve doktor & diĢ hekimi gibi mesleklere mensup milletvekillerinin toplam içindeki payı yaklaĢık yüzde yirmi beĢtir. Son olarak diğer grubunda yer alan ve sosyolog, siyaset bilimci, veteriner ve kimyager gibi farklı mesleklere mensup milletvekillerinin toplamı beĢtir. 156 Tablo 2: Meslekleri itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı KiĢi 22 14 10 7 5 4 3 3 5 73 Meslek Hukukçu Mühendis &Mimar Ġktisatçı & ĠĢletmeci &Ekonomist & Maliyeci Eğitimci Mülki Amir Sanayici &Tüccar Özel Sektörde Yönetici Doktor &DiĢ Hekimi Diğer Toplam % 30,1 19,2 13,7 9,6 6,8 5,5 4,1 4,1 6,8 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu Tablo 3 milletvekillerinin seçilmeden hemen önce yaptıkları iĢlere göre dağılımı vermektedir. Eğitim ve meslek bilgisi verileri ile de uyumlu olarak ilk sırada avukatlık gelmektedir.Ġkinci sırada müteĢebbis olarak tarif edebileceğimiz ve ticaret, sanayi ve müteahhitlikle iĢtigal edenler bulunmaktadır. Mülki amir, genel müdür, müsteĢar gibi kamuda üst düzey yöneticilik yapanların sayısı ise ondur.YaklaĢık tamamı üniversitede öğretim üyeliği olmak üzere on milletvekili seçilmeden önce eğitim-öğretim alanında görev yapmıĢtır. Yedi milletvekili en son yaptığı iĢ olarak yerel yöneticilik altı tanesi ise özel sektörde yöneticilik Ģeklinde beyanda bulunmuĢtur. Doktor, gazeteci ve mali müĢavir olarak hayatını idame ettirenlerin toplamı altıdır. Tablo 3: Seçilmeden önce yaptıkları son iĢ itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı En Son Yapılan ĠĢ Avukatlık Sanayi & Ticaret &Müteahhitlik Kamuda Yöneticilik Eğitimci Yerel Yönetici Özel Sektörde Yöneticilik Gazeteci Doktor Mali MüĢavir Diğer Toplam KiĢi % 18 13 10 10 7 6 2 2 2 3 73 24,7 17,8 13,7 13,7 9,6 8,2 2,7 2,7 2,7 4,1 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu Eğitim düzeyleri, mesleki geçmiĢleri ve seçilmeden önce yaptıkları iĢler birlikte ele aldığında bir kaç husus öne çıkmaktadır. Ġlki ve belki de en dikkat çekici olanı milletvekillerinin yaklaĢık üçte birinin hukuk eğitimi almıĢ, hukuk mesleğini icra etmiĢ olmasıdır. Bu oran sadece AK Partigrup ortalamasının değil aynı zamanda parlamento ortalamasının üstündedir. Parlamentoda veya herhangi bir siyasi partide hukukçuların, özellikle de avukatlarıngörece yüksek oranda temsil edilmelerinde bu meslek grubunun sahip olduğu çeĢitli mesleki avantajların rolü kuĢkusuz vardır. Benzer biçimde parlamenter bir hukuk devletinde yasama organında hukuk bilgisi ve tecrübesine sahip üyelerin görece yüksek oranda temsil edilmesi beklenebilir bir durumdur. Diğer bir ifade ile bir tür hukuk üretme 157 faaliyeti olan yasama faaliyetininhukuk bilgisine sahip üyelertarafından gerçekleĢtirilmesinde yadırganacak bir durum yoktur. Öte yandangerek TBMM‘deki vekillerin mesleki kompozisyonunda zaman içinde yaĢanan ve 1980‘lerden sonra hukukçuların payında düĢüĢ Ģeklinde meydana gelen değiĢimler gerekse 2002-2011 arası dönemde AK Parti gruplarındaki hukukçu üye oranlarında yaĢanan düzenli artıĢ8 ile birlikte ele alındığında partinin çekirdek kadrosundayüksek oranda hukukçuya yer verilmesinibir tür savunma refleksi veya tedbir olarak okumak mümkündür. Bilindiği gibi milli görüĢ geleneğine bağlı siyasi partilerin bir çoğuAnayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıĢtır. Dahası 2007 yılında iktidarda bulunduğu dönemde AK Parti de kapatılma talebiyle Anayasa mahkemesinde yargılanmıĢ ve bir oy farkla faaliyetlerine devam etmesine karar verilmiĢti. Ġkinci dikkat çekici husus partinin sınıfsal niteliği ile ilgilidir. YetmiĢ üç vekilden on üç tanesi seçilmeden önce yaptıkları son iĢ olarak sanayi, ticaret ve müteahhitlik faaliyetini beyan etmiĢtir. Son iĢ ile sınırlamadan baktığımızda bu sayının on sekize çıktığını görüyoruz. Son iĢ olarak altı, genel toplamda ise on bir milletvekili özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Kısacası yaklaĢık otuz milletvekili daha önce ya kendi iĢinin patronu olmuĢ veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Bu üyelerin meslek örgütü üyeliklerine baktığımızda dört tanesinin Müstakil Sanayici ve ĠĢadamları Derneği‘ne(MÜSĠAD) üye olduğunu görüyoruz.9MüteĢebbis veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢ üyelerin sadece parti içinde değil aynı zamanda hükümette de etkili olduğunu ve altı tanesinin kabinede görev aldığını görüyoruz. Öte yandan iĢçi sınıfının temsili açısından bakıldığında hiç iĢçi olmadığı ancak bir üyenin seçilmeden önce sendikacılık yaptığı görülmektedir10. Özel sektörde profesyonel yöneticilik yapmıĢ olanlar ile ticaret ve sanayi ile uğraĢanların neredeyse tamamı Anadolu sermayesi denilen görece küçük ve orta büyüklükteki iĢletmelerdir. Bu bakımdan da Milli görüĢ geleneğinden izler taĢır. Özellikle bu geleneğin gerek 1970‘lerde siyasal partileĢme sürecinde olsun gerekse 1990‘larda iktidara giden yükseliĢinde olsun Anadolu sermayesi olarak tanımlanan bu küçük ve orta ölçekli sermayenin rolü önemlidir11. Üçüncü bir nokta partinin sosyal özellikleri ve toplumsal kökenlerinden ziyade egemen siyaset paradigmasındaki değiĢime iliĢkindir. Tablo 1 ve tablo 2‘de de görüldüğü üzere üçüncü büyük grubu iktisat, iĢletme, ekonomi ve maliyeden oluĢan iktisadi ilimler kökenliler oluĢturmaktadır. Bu durum özellikle 1980 sonrası TBMM‘nin mesleki kompozisyonunda görülen değiĢme eğilimi ile de paralel olup siyaset algısında yaĢanan bir kırılmaya ve yükselen yeni siyaset algısına iĢaret etmektedir. 19501980 arası dönemde yüzde otuzlar düzeyinde seyreden hukuk kökenli üyelerin oranında 1980 sonrasında anlamlı düĢüĢ yaĢanırken buna karĢılık iktisadi ilimler kökenli üyelerin oranında dikkat çekici bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Bu değiĢimde baĢka etkenlerin de rolü kuĢkusuz vardır ancak bu değiĢim esasen siyaset algısında ve siyasete bakıĢta yaĢanan bir kırılmaya iĢaret etmektedir. Yeni algıda devlet bir Ģirket, siyaset ise Ģirket idaresidir.Neo liberal ekonomi politikalar ile uyumlu olarak devletin küçüldüğü, iĢlevlerinin yeniden tanımlandığı bu dönemde devlet bir tür iĢletmeye, siyaset ise söz konusu iĢletme veya Ģirketi idare etme, yüksek verimlilik ve kar ile yönetme sanatına evrilmiĢtir. Bir tür governmenttanmanegementa evrilmedurumu olarak tanımlamak mümkündür. 8 2002 seçimlerinde AK Parti üyesi olarak parlamentoya girenler arasında hukukçu oranı % 17 iken sonraki iki seçim sonunda bu oranlar artarak % 19 ve % 21‘e çıkmıĢtır. 9 AK Parti saflarında parlamentoya giren MÜSĠAD üyesi sayısının çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir. 2002‘de 23 olan MÜSĠAD kökenli AK Partili vekil sayısı 2007‘de 30, 2011 yılında ise 23 olarak gerçekleĢmiĢtir (Yankaya: 2012:37). Diğer bir ifade ile AK Parti milletvekillerinin yüzde yediden fazlası MÜSĠAD üyesidir. 10 Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, seçilmeden önce Hak-ĠĢ Konfederasyonunda genel baĢkan yardımcısı olarak görev yapıyordu. 11 Özellikle Milli Selamet Partisinin (MSP) ortaya çıkmasında Anadolu sermayesinin rolü ve MSP ile bu sermaye grubu arasındaki etkileĢimin sosyolojik bir analizi için bkz: Sarıbay: 1985. 158 Milletvekillerinin mesleki dağılımında ortaya çıkan dördüncü önemli husus mühendis kökenlilerin payıdır. Üyelerin yaklaĢık yüzde yirmisi mimarlık-mühendislik eğitimi almıĢ ve bu meslek grubuna mensuptur. Esasen mühendis kökenlilerin Türkiye siyasetinde oran olarak değil belki ama etki olarak önemli olmaya baĢlamaları 1960‘lardan sonradır. Bu dönem aynı zamanda ekonomide yapısal değiĢimlerin yaĢandığı, kentleĢmenin hızlandığı, nüfus hareketlerinin arttığı, toplumun sosyal ve kültürel yapısında önemli değiĢimlerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu süreç genel olarak toplumdaki ihtiyaç ve beklentilerin farklılaĢmasını,daha özelde siyasetten beklentiyi etkilemiĢ ve siyasal seçkinlerin kompozisyonunda önemli değiĢimleri beraberinde getirmiĢtir. Bu sürecin en önemli sonucu ise mühendis siyasetçilerin yükseliĢi olmuĢtur.Bu itibarla AK Partinin bu geleneği sürdürdüğü anlaĢılmaktadır. Mühendis kökenlilerin partide yüksek oranda temsil edilmesi cumhuriyet tarihi boyunca çeĢitli düzeylerde tezahür edegelen sosyal mühendislik olarak siyaset olgusunu gündeme getirmektedir. Gerek milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna gerekse iktidarı boyunca ortaya koyduğu çeĢitli uygulamalara baktığımızda AK Partinin sosyal mühendislik olarak siyaset geleneğini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Bununla birlikte AK Parti,geleneksel sosyal mühendislik tavrının salt yukarıdan emretme, yönetme usulünden farklı olarak, alttan gelen muhafazakar müdahaleci taleplerle üstten gelen otoriter müdahale ve özlemlerin eklemlendiği, çoğunlukçu bir görünüm alan bir sosyal mühendislik örneğini temsil ediyor(Ġnsel: 2010: 21). YetmiĢ üç vekilin önemli bir kısmı daha önce yerel veya ulusal düzeyde aktif siyasetin içinde yer almıĢtır. Yerel yönetimlerde belediye baĢkanı, meclis üyesi veya üst düzey yönetici olarak görev yapanların sayısı on altıdır. Diğer bir ifade ile yerel siyaset deneyimine sahip olanların oranı yüzde yirmi ikidir. Bunların arasında en dikkat çekici olanı baĢbakan Erdoğan‘dır. Bilindiği üzere Erdoğan 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi adayı olarak Ġstanbul BüyükĢehir Belediye baĢkanlığı seçimini kazanmıĢ ve dört yıl kenti yönetmiĢti. Belediye baĢkanlığı dönemde Erdoğan‘ın ekibinde yer alan bir çok kimse AK Partinin iktidara gelmesinden sonra kabine, parlamento veya partide önemli görevlerde bulunmuĢlardır.12Öte yandan on dört milletvekilinin ise daha önce merkez sağ partilerde (ANAP ve DYP) veya milli görüĢ saflarında (RP ve FP) parlamento deneyiminde sahip olduğunu görüyoruz. Gerek yerel gerekse ulusal düzeyde daha önce aktif siyasette yer alanların kompozisyonu AK Partinin siyasi yelpazedeki pozisyonu ile uyumlu bir tablo ortaya koymaktadır. Milletvekillerinin özgeçmiĢlerine baktığımızda önemli bölümünün seçilmeden önce sivil toplum faaliyetleri içinde aktif olarak yer aldığını görüyoruz13.Yirmi dörttanesi çeĢitli vakıf ve derneklerde üyelik veya yöneticilik yapmıĢlardır. Bu dernek ve vakıfların arasında birlik vakfı14 ve mazlum-der15 gibi etkili ve bilinen kuruluĢların yanı sıra faaliyet alanları belli bir bölge (il kültür ve yardımlaĢma derneği) veya belli bir meslek grubu ile sınırlı olan kuruluĢlar da yer almaktadır. Sivil toplum deneyiminin genel olarak devlet toplum iliĢkilerinin yeniden düzenlenmesi daha özelde ise bireysel hak ve özgürlüklerin tanımlanması sürecinde önemli katkısı olmuĢtur. AK Parti iktidarının özellikle ilk döneminde hayata geçirilen çeĢitli reformlar ile devlet toplum iliĢkilerinin bireyin lehine yeniden tanımlandığını, bireysel hak ve özgürlüklerin geniĢletilerek yasal güvence altına alındığını görüyoruz. BaĢta AB üyelik süreci olmak üzere çeĢitli iç ve dıĢ faktörlerin yanı sıra sivil toplum tecrübesinin de bu süreçte etkili olduğunu belirtmek mümkündür. 12 AK Parti kabinelerinin en uzun süre görev yapan üyelerinden ulaĢtırma, denizcilik ve haberleĢme bakanı Binali Yıldırım ile bir dönem içiĢleri bakanlığı yapmıĢ olan Ġdris Naim ġahin bunlardan sadece iki tanesidir. 13 Türkiye‘de milli görüĢ geleneği özelinde Ġslamcılık hareketinin iktidar ile sonuçlanan serüveninde sivil toplum deneyiminin yeri ve rolü bağlamında örnek bir çalıĢma için bakınız Tuğal: 2011. 14 Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) genel baĢkanlığı ve Refah-Yol hükümetinde kültür bakanlığı da yapmıĢ olan Ġsmail Kahraman tarafından 1985 yılında kurulan Birlik Vakfı‘nın kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ömer Dinçer, Ali CoĢkun gibi isimler vardır. Vakıf eğitim ve kültür faaliyetlerini desteklemek üzere kurulmuĢ olsa da aktif siyaset ile yakından ilgili olmuĢtur. Türkiye‘nin farklı illerinde bulunan ondan fazla Ģubesi ile faaliyetlerini devam ettirmekte olan vakıf hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://birlikvakfi.org.tr/index.php 15 Kısa adı Mazlum-der olan ĠnsanHakları ve Mazlumlar için DayanıĢma Derneği 1991 yılında aralarında gazeteci, yazar, iĢ adamı ve avukatların bulunduğu farklı mesleklere mensup bir grup tarafından kurulmuĢ olup ana faaliyet alanı insan haklarıdır. Dernek hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://www.mazlumder.org/ 159 Sivil toplum deneyiminin siyaset algısı, siyasete yüklenen anlam ve siyaset yapma amacı gibi hususlarda da yansımaları olmuĢtur. Millete hizmet, milletin hizmetkarı, halka hizmet-hakka hizmet gibi deyim ve tabirler partinin egemen siyasal söyleminin kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır16. Bu söylemde siyaset toplum yararına, gönüllülük esasına millete hizmet etmektir. Siyaset yapma ile sivil toplum faaliyeti yürütme arasındaki paralelliği mümkün kılan ve ikisine de benzer amacı yükleyen aynı kültürdür. Sivil toplum deneyimi ve geçmiĢi Ak Partinin siyaset yapma biçimine ve siyaset pratiğine de yansımıĢtır. Sivil toplum faaliyeti büyük ölçüdeyoksullukla mücadele, kırılgan ve dıĢlanma riski altındaki gruplar ile dayanıĢma ve yardım faaliyetleri olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Sivil toplum faaliyeti bir anlamıyla neo-liberal ekonomik düzende devletin ihmal ettiği veya yetiĢemediği ekonomik ve sosyal nitelikli kamu görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesi olarak gerçekleĢti veya bu türden faaliyetler yürüten STK‘lar daha fazla bilinir ve etkili oldu. Bunda 1980‘lerin sonlarında baĢlayan ve 1990‘lar boyunca derinleĢerek devam eden ekonomik krizlerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin rolü büyüktür. Bu tecrübenin gerek ulusal gerekse yerel yönetim düzeyinde AK Partinin icraatları ile politikalarında etkili olduğu anlaĢılmaktadır17. Ak Partili belediyelerin icraatları arasında sosyal yardım faaliyetlerinin önemli bir yeri vardır. Ulusal düzeyde de benzer sosyal politikalar takip edilmektedir. Bu çerçevede en yaygın ve sürekli uygulama yoksullukla mücadeleye iliĢkindir. Örneğin sosyal transferler için 2002 yılında bütçeden ayrılan pay GSYH‘nin %0,3‘ü iken bu oran 2012 yılına gelindiğinde % 1,43‘e çıkmıĢtır. Sosyal transferlerin yoksullukla mücadelede sürdürülebilir kalıcı bir araç olup olmadığı ayrı bir tartıĢmanın konusudur. Ancak söz konusu dönemde yoksulluk verilerinde önemli iyileĢmeler yaĢanmıĢ ve 2002 yılında % 1,35 olan gıda yoksulluğu 2009 yılında % 0,48‘e gerilemiĢ aynı dönemde % 27 olan gıda ve gıda dıĢı yoksulluk oranı ise % 18‘e düĢmüĢtür. Bununla paralel olarak günlük 4.3 doların altında yaĢayanların oranında da ciddi iyileĢmeler sağlanmıĢ ve 2002 yılında %30 olan bu oran 2011 yılında %3‘e düĢmüĢtür (SYDGM: 2012: 5). SONUÇ Buraya kadar yapılan tartıĢmalar kısaca değerlendirildiğinde bir kaç hususun ön plana çıktığı görülmektedir.Genel seçim sonuçlarının ortaya koyduğunun aksine AK Parti bölgesel bir partidir. Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri doğumlu olanların belirgin bir üstünlüğü vardır. Kadınların objektif olarak düĢük sübjektif olarak ise yüksek oranda temsil edildiği bir partidir. BaĢta AB ülkeleri olmak üzere geliĢmiĢ demokratik ülkelerdeki oranlar ile karĢılaĢtırıldığında kadın temsil oranının çok düĢük ancak cumhuriyet tarihi boyunca gözlenen oranlar ile karĢılaĢtırıldığında ise oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Zengin bir entelektüel birikim ve kültürel sermayeye sahiptir. ÇalıĢmamıza konu olan üyelerin neredeyse tamamı üniversite mezunu, yaklaĢık yarısı ise yüksek lisans ve doktora derecelerine sahiptir. Önemli bir kısmı akademik tecrübeyesahip ve yüzde doksana yakını ise en az bir yabancı dil bilmektedir. Öne çıkan önemli hususlardan bir tanesi de AK Partinin sahip olduğu sivil toplum deneyimi ve sivil toplum ile kurduğu güçlü bağdır. Bir diğer deneyim yerel ve ulusal düzeyde siyaset deneyimidir. Üyelerin önemli bir kısmı daha önce merkez sağ veya milli görüĢ temsilcisi partilerde yerel veya ulusal düzeyde aktif siyaset yapmıĢlardır. Sınıfsal karakteri itibariyle bakıldığında AK Partinin küçük ve orta ölçekli Anadolu burjuvazisini temsil ettiği görülmektedir. Son olarak,milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna bakıldığında özellikle hukuk, mühendis ve iktisadi bilimler kökenli vekillerin yüksek oranda temsil edildiği görülmektedir. Bu itibarlabaĢta 1980 sonrası olmak üzere cumhuriyet tarihinin çeĢitli dönemlerinde ortaya çıkan değiĢimler ve gözlenen çeĢitli eğilimler ile süreklilikler arz etmektedir. KAYNAKÇA Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi. Ġstanbul: Alfa Yayınları. 16 Milleti kutsayan ve yüksek düzeyde popülizm içeren bu söylemin DP‘den baĢlayarak hemen hemen bütün sağ partiler tarafından kullanıldığını, AKP‘ye has olmadığını, belirtmek gerekir. 17 AK Parti dönemi sosyal politikalarını yoksullukla mücadele ekseninde tartıĢan değerli bir çalıĢma için bakınız Buğra: 2011. 160 Besli, Hüseyin ve Ömer Özbay 2010 Bir Liderin DoğuĢu: Recep Tayip Erdoğan, Ġstanbul: Meydan Yayıncılık. Bora, A.( 2012). ―AKP ve Kadınlar: Fıtratları Yettiğince‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 58-61. Buğra, A.( 2011).Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye‟de Sosyal Politika. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Ġnsel, A.(2012). ―Güven Tesisinden Özgüven Patlamasına‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 15-22. Sarıbay, A. Y.( 1985). Türkiye‟de Modernleşme ve Din Parti Politikası: MSP Örnek Olayı.Ġstanbul: Alan Yayıncılık. Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Genel Müdürlüğü (SYDGM) 20122012 Sosyal Yardım Ġstatistikleri Bülteni, Ankara: SYDGM. TBMM 2010 TBMM Albümü 1920-2010, 3. Cilt 1983-2010, Ankara: TBMM. TBMM 2012 24. Dönem TBMM Albümü, Ankara: TBMM. Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi. Ġstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. TÜĠK (2012). Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara: TÜĠK. Yankaya, D.( 2012). ―28 ġubat, Ġslami burjuvazinin iktidarı yolunda bir milat‖, Birikim, Sayı: 278279, ss. 29-45 Elektronik Kaynaklar: http://birlikvakfi.org.tr/index.php http://www.mazlumder.org/ 161 162 TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF Türkan FIRINCI1 ÖZET Türkiye'de son yıllarda, özellikle de 2005 yılında tam üyelik müzakerelerinin baĢlamasıyla birlikte, Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen çalıĢmalarda niceliksel bir artıĢın olduğu gözlenmiĢtir. Bu çalıĢmaların büyük bir bölümü konuyu AvrupalılaĢma ekseninde incelemeye baĢlamıĢ ya da Türkiye'nin üyeliğine engel teĢkil eden problem alanları çerçevesinde değerlendirme eğiliminde olmuĢlardır. Bu makale sosyal bilimler alanı kapsamında Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen araĢtırmaları öncelikle odak temaları bakımından sınıflandırmakta ve son dönem çalıĢmaların metodolojik yaklaĢımına yönelik getirilen eleĢtirileri tanıtmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB iliĢkilerini anlamada sosyolojik yöntem ve analizin önemi tartıĢılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye, Avrupalılaşma, Tarihsel Sosyoloji. ABSTRACT Recently in Turkey after the full membership negotiations has started in 2005 in particular, it is observed that the number of the Turkey & EU relations themed studies increased dramatically. Most of these studies followed a trend to debatethe affairs focusing on Europeanization and/or to discuss the obstacles towards Turkey's accession to the EU.This paper aims to classify suchstudies of social sciences in terms of their focal themes and also tointroduce the critical view on their methodological approach. As for the conclusion the importance of sociological method and analysis on Turkey & EU relations is also debated. Keywords: European Union, Turkey, Europeanization, Historical Sociology. SOSYAL BĠLĠMLERĠN POPÜLER KONUSU OLARAK TÜRKĠYE VE AVRUPA BĠRLĠĞĠ ĠLĠġKĠLERĠ Türkiye'de özellikle de son yıllarda en önemli gündem baĢlıklarından biri haline gelen Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda çok sayıda araĢtırma bulunmaktadır. Konunun popüler yapısı bu çalıĢmalara olan ilgiyi daha da arttırmıĢtır. Türkiye‘nin AET‘ye 1959‘daki ilk üyelik baĢvurusundan günümüze uzanan yarım asırlık tarihsel kesitte gelinen son nokta, AB‘nin 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye için baĢlattığı katılım müzakereleri sürecidir. Müzakerelerin, diğer aday ülkelerinkinden farklı olacağı, Türkiye‘yi zorlu bir sürecin beklediği AB yetkili makamlarınca sık sık belirtilmekte, bu husus ayrıca, AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlarda da açıkça ortaya konulmaktadır. Bu durum konuyu sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Sadece Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kütüphanesi veritabanı baz alındığında AB'yi kendi disiplinleri çerçevesinde konu edinen tezlerin sayısının (19892012 yılları arasında) 2350 civarında olduğu görülmektedir. KuĢkusuz ki bu tezlerin tamamını incelemek ve değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Fakat dar kapsamı ile sosyoloji bilimini, geniĢ olarak ise sosyal bilim disiplinlerinin ilgi alanında olan bazı tezler gözden geçirilerek bu bölümde tanıtılmaktadır. ÇalıĢmanın ikinci bölümünde ise bu çalıĢmaların sosyolojik yaklaĢımdan yoksunluğu gösterilmekle birlikte özellikle de AvrupalılaĢma kavramı çerçevesinde ayrıca metodolojik zayıflıkları da yansıtılmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB iliĢkilerindeki sosyolojik yaklaĢımın önemi tartıĢılmaktadır. Sosyoloji disiplini kapsamındaki güncel çalıĢmalardan örneğin Öztürk'ün (2011) AB'nin tarihsel geliĢim sürecinde kültür politikalarını incelediği ve gelinen noktada bunların aday bir ülke olarak Türkiye üzerindeki etkilerini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin "çeĢitlilik içerisinde birlik" vurgusu sonuç bölümünde Türkiye açısından değerlendirilmektedir. 1 Dr. Türkan FIRINCI, Gazi Üniversitesi,Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü, turkanfirinci@gmail.com 163 Tamer'in (2009) Türkiye'nin AB'ye adaylık sürecinde sivil toplum kuruluĢlarını incelediği doktora çalıĢmasında, 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında AB'ye üyelik konusunda rolü artan STK'ların süreci destekleyici ya da karĢıt söylemi ön planda tutan oluĢumlar olarak AB'nin sivil toplum politikalarından nasıl etkilendikleri yönünde kapsamlı bir değerlendirme yer almaktadır. Bu çerçevede AB fonlarından yararlanan STK'ların rolü de tartıĢılmaktadır. Bu konuda Öksüz'ün (2008) doktora çalıĢması da dikkati çekmektedir: Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde resmi söylem karĢısında bir sivil toplum söylemi geliĢtiremediğini savunan bu tezde eleĢtirel bir bakıĢ açısıyla demokratikleĢme sürecinin sağlıksız bir biçimde AB'ye üyelik Ģartına indirgenmiĢ olduğu, geniĢ bir toplumsal uzlaĢı ve sivil kültür geliĢmeksizin Türkiye'de gerçek bir demokratikleĢmenin mümkün olamayacağı savunulmaktadır. Sosyal bilimler alanı bütünüyle kapsam olarak alındığında ise son yıllarda AB ile Türkiye iliĢkilerini konu alan bilimsel çalıĢmaların odağında çoğunlukla AB‘nin üyelik kriterlerinin yer almakta olduğu, ya da Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar (din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs sorunu vb.) referans alınarak değerlendirmeler yapıldığı gözlenmektedir. Bu türden çalıĢmalar arasında örneğin Onat (2008), BM kararları nezdinde AB'nin Kıbrıs sorununun çözümündeki etkisini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin bu konuda vaat ettiği sözleri yerine getirmemiĢ olduğu sonucuna varmaktadır. Akyüz (2008) ise Kıbrıs'ı Türkiye- AB iliĢkilerine etkisini konu yapmakta ve sorunun yorumlanmasında farklı politik duruĢları ortaya koymaktadır. Sonuç olarak ise Kıbrıs sorununun Türkiye‘nin AB müzakere sürecini çıkmaza soktuğu, ayrıca adanın konumu itibariyle küresel ve bölgesel güçlerin etkinlik kurmak istediği bir merkez konumunda olmasının ise sorunun çözümsüzlüğünü pekiĢtirdiğini vurgulamaktadır. Yurdigül (2007), Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusu ve ulusal kimliğin televizyon haberlerinde sunumu konulu doktora tezinde, kimliğinin oluĢum süreci ve Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusunu tartıĢmaya açmaktadır. Bu çalıĢmada anlatı bilim yöntemi ve görüĢme metodundan faydalanıldığı görülmektedir. AB bütçesi ve Türkiye‘nin üyeliğinin Birlik bütçesine olası etkilerini inceleyen GümüĢay (2005), Türkiye‘nin AB bütçesine etkilerini, olumsuz ve olumlu yönleri ile 2004‘e kadarki gerçekleĢmelerle irdelemekte, sonuç olarak ise Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin korkulanın aksine çok da büyük bir yük getirmeyeceğini ileri sürmektedir. Ġzlendiği gibi bu eksende yapılan AB çalıĢmaları genellikle fonksiyonalist bir yaklaĢıma sahip bulunmaktadır. Yine son 5 yılda yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri incelendiğinde bu çalıĢmaların da çoğunlukla AB ile Türkiye iliĢkilerinde din, eğitim, ekonomi, kültür ya da sosyal politika gibi tekil bir boyuta odaklandıkları gözlenmiĢtir. Örneğin Yıldırım (2007), Türk eğitim sisteminin AB eğitim politikalarına uyumunu konu edinen yüksek lisans çalıĢmasında; Genel Eğitim, Mesleki ve Teknik Eğitim, Yüksek Öğretim Özel Eğitim, Özel Öğretim ve Yaygın Eğitim alanlarında yapılan çalıĢmaları ortaya koyarak analiz etmekte, sonuç olarak ise AB politikalarının Türk Eğitim Sistemi'ne olumlu katkılar sağladığını ileri sürmektedir. Nacar ise (2008), AB'ye giriĢ sürecinde olan Türkiye‘nin sosyal politikasını incelediği doktora çalıĢmasında, son yıllarda bu alanda yapılan reformları ve özellikle risk gruplarının en baĢında gelen özürlülerin konumunu, sorunlarını incelemekte ve özürlülerin sosyal politika çerçevesinde sorunlarına çözüm önerileri üzerinde durmaktadır. KuĢkusuz ki Avrupa entegrasyonunu ve kurumsal reformunu ele alarak Türkiye ve AB iliĢkilerini çok dar bir kesitte inceleyen bu çalıĢmalar büyük bir öneme ve değere sahiptirler. Yine de sosyal bilimlerin geniĢ perspektifi çerçevesinde Türkiye‘nin AB‘ye üyeliğini ekonomik büyüme, kalkınma, dıĢ siyaset gibi konularla değerlendiren çalıĢmaların sayısı özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası iliĢkiler alanlarında artmaktadır. Buna karĢılık sosyoloji disiplini temelinde konuyla ilgili tarihsel perspektifi merkeze alan araĢtırmaların sayıca daha az olduğu gözlenmekte. Bunlardan örneğin Sever (2009) yüksek lisans çalıĢmasında Türkiye‘nin GB‘ye üyeliğini konu edinerek yaptığı tarihsel değerlendirmede Türkiye‘nin kısa ve orta vadede AB‘ye üyeliğinin mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır. 164 Bir diğer tarihsel çalıĢmada Özdemir (2007), Türkiye'deki AB karĢıtı düĢüncenin geliĢimini konu edindiği yüksek lisans tezinde, GB sonrası dönemi incelemekte ve Türk insanının AB sürecine daha çok ülkenin bölünüp parçalanması, kuruluĢ felsefesine aykırı düĢecek ve AB tarafından dayatılan değiĢiklik taleplerinin ağır maliyetlerinin olacağı yönünde karĢıt düĢünce geliĢtirdiği sonucuna varmaktadır. Yiğit (2006) tarihsel bir perspektifle AB kurumlarındaki değiĢimi odağa alarak geniĢleme sürecinde Türkiye‘nin AB ile iliĢkilerini çözümlemeye çalıĢmıĢtır. Bu çalıĢmada geniĢleme sürecinde AB kurumlarının değiĢimi de irdelenerek Türkiye‘nin tam üyeliği neticesinde olası sorunlara yönelik öngörüler de ortaya konmaktadır. Dikkati çeken bir diğer tarihsel çalıĢma ise Kılıç‘ın (2006) Türkiye-AB siyasi iliĢkilerinin tarihsel geliĢimini ele aldığı ve kronolojik bir derleme sunan çalıĢmasıdır. Müzakere sürecinin anlaĢılması ve izlenmesi gereken siyasi strateji konusunda önerilere yer veren bu çalıĢma tarih bağlamında siyasi geliĢim aĢamaları incelenmektedir. Uluslararası literatüre bakıldığında ise Visier (2009) Türkiye‘nin AB'ye adaylığı ile ilgili araĢtırmaların yapısında genellikle Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihinin açıklamasının verildiğini aktarmaktadır. Birçok araĢtırma ise Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendirme yolunu tercih etmektedir. Son yıllarda özellikle de AB geniĢlemesi konulu araĢtırmalarda da tarihsel kurumsalcı yaklaĢıma doğru bir değiĢim olduğu görülmüĢtür. Bu nedenle literatürde AB çalıĢmalarının tarihsel sosyoloji bağlamında ele alındığı; AB kurumlarının liderlik ve bilgi gibi çeĢitli durum ve kaynaklara bağlı olarak politika üretme sürecinde etkili bir unsur olarak görülmeye baĢlandığı gözlenmektedir (Bulmer, 1994; Pierson, 1996; Beach, 2005). AB‘nin kurumsallaĢması konusunda yürütülen tarihsel-sosyolojik çalıĢmalar arasında Avrupa entegrasyonu, kurumsal reform ya da kurumsal yapılar gibi konular üzerine odaklanan çalıĢmalar olduğu gibi (Annett, 2010; Sarıgil, 2009; Jenson & Merand, 2010; Liorakapi, 2007; Kıratlı, 2008); demokratikleĢme, AvrupalılaĢma ya da Avrupa kimliği gibi konuları odağına alan çalıĢmaların da sıklıkla yapılmıĢ olduğu dikkati çekmektedir (Yıldız, 2008; Vassallo, 2006; Özcan, 2010; Kubicek, 2009; Baban & Keyman, 2008; Müftüler Bac, 2005; Erdoğan, 2006). Yukarıda örnekleri verilen çalıĢmalar çerçevesinde Türkiye-AB iliĢkilerine yönelik araĢtırmalargenel hatlarıyla konuları bakımından sınıflandırılarak TABLO 2'de gösterilmiĢtir. TABLO 2: Türkiye-AB ĠliĢkilerini Konu Edinen AraĢtırmalar AraĢtırma Konuları AB‘nin üyelik kriterlerini temele alan çalıĢmalar Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar bakımından değerlendiren çalıĢmalar Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren çalıĢmalar. Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendiren çalıĢmalar AB geniĢlemesi perspektifi ile yapılan çalıĢmalar Avrupa entegrasyonunu, kurumsal reformları ya da kurumsal yapıları odağa alan çalıĢmalar Odak Tema Örnekleri Kopenhag Kriterleri, AB Müktesebatı vb. Din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs sorunu vb. Ġktisadi, kültürel, siyasi iliĢkiler vb. DıĢ Politika, Ekonomik Büyüme, Ġnsan Hakları vb. AvrupalılaĢma, Avrupa Kimliği, DemokratikleĢme vb. Ekonomi, eğitim, sağlık, hukuk, kültür, din vb. kurumlar. Kaynak: (Fırıncı, 2013: 28). 165 Türkiye-AB iliĢkileri konusu popüler niteliği ve karmaĢık yapısı nedeniyle çok sayıda araĢtırmacının ilgi odağı olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle tüm bu araĢtırmaların gerek konuları gerekse yöntemleri bakımından bir arada değerlendirilmesi gün geçtikçe zorlaĢmaktadır. Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren bütüncül araĢtırmaların önemi bu bakımdan büyüktür. AVRUPA ÇALIġMALARI VE METODOLOJĠK UNSURLAR Türkiye-AB iliĢkilerinin uzun bir tarihsel geçmiĢi bulunmaktadır. 1963 tarihli Ankara AntlaĢması'ndan günümüze kadar olan süreçte Avrupa kamuoyunun ve politik elitlerin Türkiye'nin katılımına iliĢkin görüĢleri farklılaĢmıĢtır: Bir yönüyle Türkiye'nin üyeliğinin sağlayacağı ekonomik faydalar olumlu algılanırken, AB'nin kendisinin ekonomik bir proje olmayı aĢarak politik bir birlik haline gelmiĢ olması karĢılıklı iliĢkiler açısından bir paradoksa neden olmaktadır. Bu durum iliĢkileri karmaĢık hale getirmekte ve konuyla ilgili akademik araĢtırmaları da metodolojileri bakımından çeĢitlendirmektedir. Bu bölümdedaha önce konuları bakımından sınıflandırdığımız Türkiye-AB iliĢkilerini inceleyen araĢtırmaların metodolojik geliĢiminden söz edilmekle birlikte sosyolojik perspektifin yokluğundan kaynaklanan metodolojik eksikliklerine değinilmektedir. Avrupa çalıĢmalarında uzun süre sosyolojik perspektifin ihmal edildiğini belirten Visier (2009: 2), Orta ve Doğu Avrupa'da yapılan analizlerindaha çok dıĢ politikaya bakılarak Avrupa geniĢlemesi (üye ülkelerin politik aksiyonu, üye ülkelerin politik aksiyonu, AB'nin politik aksiyonu konusunda) ya da aday ülkelerin kendi iç dinamiklerine odaklandığını tespit etmektedir. 2000'li yılların baĢına kadar olan süreçte Türkiye'de ise "Avrupa BütünleĢmesi" konusunda sınırlı sayıda çalıĢma olduğunu tespit eden Bac (2003), bu durumu siyaset biliminin epistemolojik ve metodolojik olarak Türkiye'de felsefeye yakın durması ve Türkiye'deki araĢtırmaların temelde iç politikaya, politik teoriye, demokratik bütünleĢmeye ve Ġslam'ın politikadaki rolüne odaklanmasıyla açıklamaktadır. Ayrıca, literatüre bakıldığında Türkiye-AB tarihsel iliĢkilerinin Türkiye'nin Avrupalı kimliği ve BatılılaĢma ile iliĢkileri nezdinde de sıklıkla incelendiği görülmektedir (Onis, 1999; Arıkan, 2006; Fırıncı, 2013).Bu çalıĢmaların Türkiye-AB iliĢkilerini genellikle statik olarak ve uluslararası bağlamıyla ele almakta olduğu tespitini yapmak mümkündür.AraĢtırmalar çoğunlukla iç politika değiĢkeninde kesin bir analiz faktörü kullanılarak yapılmaktadır. Bu analiz faktörü ise esasında ya bağımsız baĢka bir değiĢkenin ya da dıĢ politikayı etkileyen yapısal datanın bakıĢ açısını yansıtmaktadır (Visier, 2009). BaĢka bir deyiĢle yapısal-fonksiyonalist yaklaĢımın bu tür araĢtırmalarda hakim olduğu görülmekte. 90'ların sonu itibarıyla Türkiye-AB iliĢkilerinin analizi daha karmaĢık hale gelmiĢtir. Bazı araĢtırmaların öncelikle dıĢ ve iç politika arasındaki karĢılıklı dinamik iliĢkilere vurguda bulundukları, ikincil olarak ise AB ve Türkiye'nin dıĢ politikası çerçevesinde alınan aksiyonun - aralarındaki görüĢ farklılığını ortaya koymak ve iliĢkilerdeki karĢıtlığı vurgulamak suretiyle - dinamik karaktere dikkati çektikleri görülmüĢtür. Metodolojik olarak bu türden analizler tarihsel sosyolojik yaklaĢımı benimsemekte ve çoğunlukla politik süreç analizi gerçekleĢtirmektedirler (Fırıncı, 2013). Süreç analizi; sosyal etkileĢimlerin birbirine zaman ve mekânda nasıl etki ettiklerini araĢtırır. Zaman ve mekânı ek birer değiĢken olarak ele almak yerine, yer-zaman bağlantısının sosyal süreçleri belirlediğini varsayar ve bu sosyal süreçler yer ve zamanda kendi konumlarında farklı birer iĢlev olarak etki ederler (Tilly, 2001: 6754).Ġzlendiği gibi bu yaklaĢımda politik bir olay ya da olgunun (bu durumda Türkiye-AB iliĢkilerinde) nerede ve ne zaman meydana geldiği büyük bir önem kazanmaktadır. Böylece zamanlama konusundaki dikkatli bir analizle iliĢkilere etki eden alternatif açıklayıcı faktörler ve AB'nin etkisini ayırt etmek mümkün olabilmektedir (Haverland, 2006). 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye'nin adaylığının resmileĢmesini takiben AvrupalılaĢma çalıĢmalarında bir artıĢ olduğu da gözlenmiĢtir (Buhari, 2009). 2000'lerde AvrupalılaĢma kavramını kimi durumlarda kullanmaya dahi gerek duymadan kavramın anlamı ile örtüĢen çok sayıda çalıĢma yayınlanmıĢtır (Onis ve Türem 2002; Çarkoğlu ve Rubin, 2003). AvrupalılaĢma kavramı, Avrupa entegrasyonuyla ilgili çalıĢmaların odağını oluĢturmaktadır. AvrupalılaĢmanın esasen ne olduğuyla ilgili, özellikle de 90'lardan sonra ortaya çıkan büyük bir tartıĢma olmasına rağmen, genel olarak literatürde iç politik sistemin Avrupa tarafından etkilendiği durumlarda "AvrupalılaĢmak" tan söz edilmektedir. Bu nedenle AvrupalılaĢma özünde Avrupa 166 entegrasyonu nedeniyle oluĢan iç değiĢim olarak tanımlanabilir (Vink, 2002). Bu değiĢimler üye ülkelerde daha açık izlenebilse de aday ülkeler için de gözlenebilirdir (Moga, 2010). Bu farklılıklara referansla Featherstone (2003, 3-4), AvrupalılaĢmayı aktörleri ve kurumları, fikir ve çıkarları farklı Ģekillerde etkileyen yapısal değiĢim süreci olarak makro düzeyde yapısal değiĢime; daha dar bir tanımlamayla ise AB politikalarının etkisine iĢaret etmesi bakımından iki farklı yönüne dikkati çekmektedir. AvrupalılaĢmanın geniĢ ve dar tanımından hareketle, kavramın salt AB müktesebatının (Acquis Communautaire) üye/aday ülke tarafından benimsenmesi ve ulusal düzeyde karĢılaĢılan değiĢiklikler anlamında değil, geniĢ anlamda Avrupa değerlerinin, politika ve kurumlarının benimsenmesi gerektiği yönünde yaklaĢımlar da vardır. Bu durumda AvrupalılaĢma, kimlikler ve kurumlar arasındaki etkileĢimi de kapsadığından, sürecin salt politik değil kültürel ve sosyal bir perspektiften de incelenmesi gerektiği savunulmaktadır. Örneğin "Bazı siyaset yapıcılara göre AvrupalılaĢma ancak AB'ye aday olma ile gerçekleĢir. Bu yüzden de ‗Avrupa Birliği=AB‘lileĢme‘ olarak gündeme gelmektedir" (Keyman, 2005). Keyman'a göre (2005) ise AvrupalılaĢma demek Avrupa değerler sisteminin yaratılması demektir. Bu da Avrupa‘nın küresel bir aktör olarak demokratikleĢme ve ekonomik kalkınmayı dünyaya yaygınlaĢtırması, Avrupa‘nın kendi içinde çok kültürlü bir yapıya sahip olması, yani bir Avrupa değerler sisteminin oluĢturulması anlamına gelmektedir. Söz konusu bu araĢtırmalardaAvrupalılaĢma kavramına yönelik en belirgin özelliklerden birisi; ilgiyi uluslar-üstü kurumsal düzenden (AB) alarak Avrupa'nın kuruluĢundaki iç dönüĢümlere yönlendirmesidir. AvrupalılaĢma, uluslararası değiĢimlerin iç politika düzeyine etkisini vurgulayarak uluslararası yaklaĢımın merkezindeki perspektifiadeta tersine çevirmektedir. Böylece AvrupalılaĢma çalıĢmaları AB'nin Türkiye üzerindeki harekete geçirici etkisini ön plana çıkarmaktadır denebilir. Yine de AvrupalılaĢma yaklaĢımını benimseyen bu çalıĢmaların birçok eksikliği bulunmaktadır (Kahraman, 2000; Kaliber, 2008; Ozcan, 2008; Visier, 2009). EleĢtirel bir değerlendirme yapan Buhari (2009: 96-100) bu bağlamda 4 temel sınırlılık tespit etmektedir: 1. Bu çalıĢmalar AvrupalılaĢma sürecini AB'den Türkiye'ye basit ve doğrudan bir politika transferi olarak görerek tavandan-tabana yaklaĢımını (top-down approach) benimsemektedir. Bu yaklaĢım AB modellerini, Türkiye ile AB ya da IMF, World Bank gibi diğer uluslararası kuruluĢlarla arasındaki karĢılıklı etkileĢimi görmezden gelmektedir. Bu nedenle AB'leĢme ile AvrupalılaĢma arasındaki önemli ayrım da yapılamamaktadır. 2. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının çoğu politika adaptasyonu ve politikaları uygulamaya koyma arasındaki ayrımı görmezden gelmektedir. Öyle ki Türkiye'nin formel olarak adapte ettiği bazı reformları niçin pratikte uygulayamadığını ve bu konuda yapılan tartıĢmaları yok saymaktadır. Örneğin sivil-asker iliĢkileri, kültürel haklar, dini haklar ve azınlık hakları gibi konularda çalıĢan akademisyenler bu problemle karĢı karĢıya kalmaktadırlar. 3. AB'nin dıĢ iliĢkileri, geniĢleme dalgaları gibi AB içerisindeki geliĢmelerden büyük oranda etkileniyor olsa da literatüre bakıldığında Avrupa entegrasyonundaki iç dinamiklerin Türkiye-AB iliĢkilerine etkisini gözardı etmektedir. Gerçekten de AB'ni iç dinamikleri, bunlar açık bir biçimde engelleyici bir unsur haline gelmedikleri sürece Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda yapılan analizlerin dıĢında bırakılmaktadır. 4. En önemlisi, Türkiye-AB iliĢkileri bağlamında akademisyenlerce uzlaĢılan bir AvrupalılaĢma tanımı bulunmamaktadır. Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda literatürde üç ana eğilim vardır: a) Bir terim olarak Türkiye'nin kısa vadeli iç ekonomik çıkarları karĢısında bir araç olarak AvrupalılaĢma; b) Atatürk'ün muasır medeniyetler seviyesine ulaĢma ülküsü olarak tanımladığı modernleĢme projesinin bir parçası olarak AvrupalılaĢma; c) Kimlik inĢa etme süreci olarak ya da Türkiye'yi Batılı/Avrupalı bir ülke haline getirecek olan BatılılaĢma süreci olarak AvrupalılaĢma. 167 Tüm bu yaklaĢımlar genel olarak Türkiye-AB iliĢkilerini küresel kültürel çevreden ayrı tutma eğilimindedir. Bu bağlamda, "Avrupalılık" modelleri sorgulanmaksızın Türkiye ile iliĢkilerde referans olarak alınmaktadır. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının büyük bir bölümünde pozitivist metodolojinin benimsenmekte olduğu görülebilir. AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini bağımsız değiĢken olarak tanımlayan ve çoğunlukla da örnek olay olarak yapılan bu çalıĢmalarda aday ülkede gerçekleĢen iç değiĢim ise bağımlı değiĢken olarak ele alınmaktadır. Buradaki en büyük eleĢtiri bağımsız değiĢkenin, yani AB'nin aday üzerindeki etkisinin hemen her durumda mevcut olduğu örneklerin inceleme konusu edilmesidir (Haverland, 2006). Fakat böyle bir metodolojik kurguda AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini, mevcut olan iç veya küresel etkilerden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir (Buhari, 2009:113). KuĢkusuz ki bu yöndeki eleĢtiriler Türkiye-AB iliĢkilerini analiz etmede sosyolojik perspektifin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. SONUÇ YERĠNE Türkiye-AB iliĢkileri konusunda yapılan çalıĢmaların hem konuları hem de metodolojileri bakımından gittikçe çeĢitlenip karmaĢıklaĢtığı, buna karĢılık iliĢkilerin dinamik yapısı nedeniyle konunun sosyal bilimler alanındaki popülerliğini korumaya devam ettiği gösterilmiĢtir. Buna karĢılık Türkiye-AB iliĢkilerine sosyolojik perspektif ile bakmanın çoğu zaman ihmal edildiği vurgulanmıĢtır. Türkiye ile AB politik iliĢkilerinin analizinde tarihsel sosyolojik yaklaĢım bu bakımdan önemlidir. Tarihsel sosyoloji kısaca; toplumların nasıl olduğunu ve nasıl değiĢtiğini, geçmiĢlerini (tarihlerini) araĢtırarak bulmaya çalıĢan disiplin olarak tanımlanmaktadır. Yapılan bir baĢka tanımda ise tarihsel sosyoloji; zaman ve tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak yapılanan bir Ģey olarak, bir taraftan kiĢisel eylem ve tecrübe ile diğer taraftan sosyal organizasyon arasındaki iliĢkiyi anlama giriĢimi olarak görülmektedir. Bir diğer yorumunda ise tarihsel sosyolojiyi "genel anlamıyla sosyal süreçleri zaman ve mekânda ortaya koymak" olarak tanımlamak da mümkündür (Hobden, 1998: 21). Tüm politik analizler büyük ölçüde tarihsel bağlama önem verirler. Çünkü politik analizler; a) olgunun temellerine ve zaman-mekân kapsamındaki koĢullarına dayanırlar, b) politik süreçlerin bazı özellikleri insanların gözleminin dıĢında meydana gelirler ve bu durum tarihsel yeniden yapılandırmayı gerekli kılar, c) politik süreçler tarihle belirlenen yerel kültürleri içerirler, d) politik süreçler zaman içinde değiĢen dıĢ faktörlerin etkisi altındadırlar (komĢu ülkeler vb.) ve e) güzergâhabağlılık politik süreçleri etkiler (Goodin &Tilly, 2006). Yukarıdaki ilkeler araĢtırma konusuna, yani Türkiye-AB iliĢkilerine uygulandığında da tarihselsosyolojik yaklaĢımın politik süreçlerin analizi konusundaki elveriĢliliği daha iyi görülebilir. Böylece sosyolojik perspektifin konuya uygulanıĢında aĢağıdaki hususlar dikkati çekmektedir. Türkiye ile AB arasındaki iliĢkiler: a) Ġçinde bulunulan tarihsel koĢulların etkisi altındadır. Örneğin AET'ye ilk baĢvurunun yapıldığı yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, kültürel ve iktisadi yapısı dıĢ siyasetini de belirlemiĢ ve böyle bir kararın verilmesinde etkili olmuĢtur. b) Türkiye-AB iliĢkilerini etkileyen iç ve dıĢ faktörlerin yanında gözlem konusu edilemeyen önemli olaylar, politik yönelimler ya da kararlar, politik aktörler ya da gizli güçler gibi ikincil faktörler de etkilemektedir. Örneğin müzakere sürecinde alınan kararların en önemli etkilerinin bir süreliğine gecikmiĢ olabileceği, dolayısıyla öngörülemediği halde sürecin büyük ölçüde bundan etkileneceği düĢünülebilir. c) Siyasi partiler, sivil toplum ve medya organları yerel kültürler olarak politik iliĢkileri etkilemektedir. d) Ġçinde bulunulan uluslararası sistem ve uluslararası politik iklimdeki değiĢimler, örneğin Ġkinci Dünya SavaĢı'nın etkileri ya da Soğuk SavaĢ'ın bitmiĢ olması vb. olaylar politik süreçleri etkileyen dıĢ faktörlerdendir. 168 e) Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı Ankara AntlaĢması ile AB'ye adaylık sürecini hukuken baĢlatmıĢ ve bugün hala 60'lı yıllarda verilen bu kararın etkisiyle Türkiye üyelik güzergâhında AB ile iliĢkilerini sürdürmektedir. Sosyolojik perspektif kendine has problem alanlarıyla çoğu zaman yeni politik alanlara bakmayı da gerektirmektedir. Pasif olarak sadece AB'nin kurallarını ve yönergelerini temele almak yerine, karĢılıklı olarak sosyal ve politik aktörlerin de rollerine bakmak Türkiye-AB iliĢkilerini anlama ve açıklamada önem kazanmaktadır. Özellikle de Türkiye'nin adaylığı konusunda bireysel ve kollektif aktörlerin düĢünce ve eylemlerinin kurumsal düzeydeki etkileri vearalarındaki etkileĢime bakılarak Avrupa politik sistemindeki dönüĢümlere de ıĢık tutulabilir. KAYNAKÇA Akyüz, E. A. (2008). ‗‘BirleĢmiĢ Milletler ve Avrupa Birliği Kararlarında Kıbrıs sorunu ve bu sorunun Türkiye- Avrupa Birliği iliĢkilerine etkisi (2000‘den günümüze)‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası ĠliĢkiler Ana Bilim Dalı, Ankara. Annet, I. (2010). ‗‘Historical Institutionalism as a Regional Integration Theory: an Outline of Theory and Methodology‘‘. Paper prepared for the Fifth Pan-European Conference on EU Politics, 23-26 June, Porto-Portugal. Arıkan, H. (2006). ‗‘Turkey and the EU: An Awkward Candidate for EU Membership‘‘.England and USA: Ashgate Publishing Limited. Baban, F., Keyman, F. (2008). ‗‘Turkey and Postnational Europe: Challenges for Cosmopolitan Political Community‘‘. European Journal of Social Theory 11(1), 107–124. Bac, M. M. (2003).‘‘ Turkish political science and European Integration‘‘. Jounal of European Public Policy, (10) 4, 655-663. Bac, M. M. (2005). ‗‘Turkey‘s Political Reforms and the Impact of the European Union‘‘. South Europen Sociaty & Politics. 10 (1). 16-30. Beach, D. (2005). ‗‘The Dynamics of European Integration: Why and When EU Institutions Matter?‘‘. Palgrave: Basingstoke. Buhari, D. (2009). ‗‘Turkey-EU Relations: The Limitations of Europeanisation Studies‘‘. The Turkish Yearbook of International Relations. (40), 91-121. Bulmer, S. (1994). T‘‘he Governance of the European Union: A New Institutionalist Approach‘‘. Journal of Public Policy. (13), 351-380. Çarkoğlu, A., Bary, R. (Eds) (2003).‘‘ Turkey and the European Union, Domestic Politics‘‘. Economic Integration and International Dynamics, London, Frank Cass. Erdoğan, B. (2006). ‗‘Compliance with EU Democratic Conditionality; Turkey and the Political Criteria of EU‘‘. Paper Submitted for ECPR-Standing Group on the European Union Third Pan-European Conference on EU Politics, 21-23 September 2006, Istanbul, Turkey. Featherstone, K. (2003). ‗‘Introduction: In the Name of Europe, The Politics of Europeanization‘‘. Kevin Featherstone & Claudio Radaelli (Eds.), Oxford University Press. Fırıncı, T. (2013). ‗‘Türkiye ile Avrupa Birliği ĠliĢkilerinin Tarihsel GeliĢimi ve Bugünkü Durumu. YayınlanmamıĢ Doktora Tezi‘.Gazi ÜniversitesiEğitim Bilimler Enstitüsü-Felsefe Grubu Öğretmenliği Anabilim Dalı, Ankara. Garcia, L. B. (2011). ‗‘European Political Elites‘ Discourses on the Accession of Turkey to the EU: Discussing Europe through Turkish Spectacles‘‘. European Perspectives – Journal on European Perspectives of the Western Balkans, Vol. 3, 2 (5), 53-73. Goodin, R. E., Tilly, C. (Eds). (2006). The Oxford Handbook of Contextual Political Analysis. Oxford: Oxford University Press. 169 GümüĢay, A. (2005). ‗‘Avrupa Birliği Bütçesi ve Türkiye‘nin Üyeliğinin Birlik Bütçesine Olası Etkileri‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ġktisat Anabilim Dalı, EskiĢehir. Haverland, M. (2006). ‗‘Does the EU Cause Domestic Developments? Improving Case Selection in Europeanisation Research‘‘.West European Politics, 29 (1), 134–146. Hobden, S. (1998). International Relations and Historical Sociology: Breaking Down Boundaries. London & New York:Routledge. Jenson, J.,Merand, F. (2010). Sociology, Institutionalism and the European Union. Comperative European Politics, (8), 74-92. Kahraman, E. (2000). Rethinking Turkey-European Union Relations in the light of Enlargement, Turkish Studies, 1 (1), 1–20. Kaliber, A. (2008). Reassessing Europeanisation as a Quest for a New Paradigm of Modernity: The Arduous Case of Turkey, Paper presented at the annual meeting of the ISA's 49th Annual Convention, Bridging Multiple Divides, Hilton San Francisco, San Francisco, CA, USA, 26 March 2008. <http://www.allacademic.com/meta/p254652_index.html>. Keyman, F. (2005). Avrupa‘nın Geleceği, Türkiye‘nin Üyeliği. Etkinlikler-Voyvoda Caddesi Toplantıları 2005-2006. Osmanlı Bankası Müzesi. <http://www.obmuze.com/2008/metin_1008.asp> Kılıç, M. (2006). Türkiye-Avrupa Birliği Siyasi İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1951-2005). Ankara: Ankara Üniversitesi. Kıratlı, O. S. (2008). ‗‘Path Dependency Dynamics of Turkish-EU Relations‘‘. Paper presented at the annual meeting of the MPSA Annual National Conference, Palmer House Hotel, Hilton, Chicago, IL, April 03, 2008. Kubicek, P. (2009). ‗‘The European Union, European Identity, and Political Cleavages in Turkey‘‘. Paper presented at the EUSA 11th Biennial International Conference. Lıarokapı, M. C. (2007). ‗‘The Model of Path-Dependency and the Political Analysis of the EU Policy-Process‘‘. Political Perspectives, EPTU (2) 6, 1-32. Moga, T. L. (2010). ‗‘Connecting the Enlargement Process with the Europeanization Theory (the Case of Turkey)‘‘. CES Working Papers, II, (1). Center for Europen Studies: Alexandru Ioan Cuza University of IaĢi. Nacar, M. (2008). ‗‘Avrupa Birliğine GiriĢ Sürecinde Türkiye'nin Sosyal Politikası, Özürlülerin Konumu Sorunları ve Rehabilitasyonu‘‘.YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü-Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ġstanbul. Onat, A. E. (2008). ‗‘The Role of the European Union in the Solution of the Cyprus Dispute in the Light of the United-Nations- Led Settlement Efforts‘‘. Unpublished Master‘s Thesis. Department of International Relations. Ankara: Bilkent University. Önis,Z. (1999). ‗‘Turkey, Europe, and Paradoxes of Identity: Perspectives on the International Context of Democratization‘‘. Mediterranean Quarterly 10(3), 107-136. Önis,Z. ,Türem, U. (2002). ‗‘Entrepreneurs Democracy and Citizenship in Turkey‘‘. Comparative Politics, (35) 4, 439-456. Öksüz, O. (2008). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Üyelik Sürecinde Resmi Söylem KarĢısında Sivil Toplum Söylemi: 1990 Sonrasına EleĢtirel BakıĢ‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ege Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Genel Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara. Özcan, M. (2008). ‗‘Harmonizing Foreign Policy: Turkey‘‘. the EU and the Middle East, Ashgate, Burlington, VT. Özcan, S. (2010). ‗‘Historical Evolution of the Europeanization Process of Turkey‘‘. Portuguese 170 Journal of International Relations. Spring/Summer, 33-40. Özdemir, A. U. (2007). ‗‘Türkiye'de Avrupa Birliği KarĢıtı DüĢüncenin GeliĢimi- Gümrük Birliği AntlaĢması Sonrası‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Hacettepe ÜniversitesiAtatürk Ġlkeleri ve Ġnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara. Öztürk, G. (2011).‘‘ Avrupa Birliği Politikaları ve Türkiye'ye Etkileri. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi‘‘. Atılım ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ankara. Pierson, P. (1996). ‗‘The Path to European Integration: A Historical Institutionalist Analysis‘‘. Comparative Political Studies, 29(2), 123–63. Sarıgil, Z. (2009).‘‘ Paths are What Actors Make of Them‘‘.Critical Policy Studies, 3 (1), 121-140. Sever, Y. (2009). ‗‘Tarihsel Süreçte Türkiye Avrupa Birliği ĠliĢkileri‘‘. Yüksek Lisans Tezi. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi. Tamer, G. M. (2009). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Adaylık Sürecinde Sivil Toplum KuruluĢlarının Rolü‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Ankara. Tilly, C. (2001). ‗‘Historical Sociology. International Encyclopedia of the Behavioral and Social Sciences‘‘. Amsterdam: Elsevier. Vol. 10, 6753-6757. Vassalo, F. (2006). ‗‘EU‘s Commitment to Democracy, Turkey Accepts the Chellenge‘‘. Paper prepared for the Panel: Challenges of Future Enlargement, Jean Monnet Conference Europe‘s Democratic Challenges – EU Solutions?, School of International Studies, University of Trento, Italy. June 30 – July 1, 2006. Vınk, M. (2002). ‗‘What is Europeanization? And Other Questions on a New Research Agenda?‘‘ Paper for the Second YEN Research Meeting on Europeanisation, Milan: University of Bocconi. Visier, C. (2009).‘‘Turkey and The European Union: The Sociology of Engaged Actors and of their Contribution to the Candidacy Issue‘‘. European Journal of Turkish Studies, (9), Web:<http://ejts.revues.org/index3910.html> (2010, 2 Kasım). Yıldırım, Y. (2007). ‗‘Türk Eğitim Sisteminin Avrupa Birliği Eğitim Politikalarına Uyumu‘‘. YayımlanmamıĢ Yükseklisans Tezi.Fırat Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı. Elazığ. Yıldız, T. (2008). ‗‘European Sequentialism and Path Dependancy Lessons from Turkey‘‘. Paper presented at the 49th annual convention of the International Studies Association (ISA), Mar26-29, San Francisco. Yurdigül, Y. (2007). ‗‘Avrupa Birliği'ne Uyum Sürecinde Ulusal Kimlik Olgusu ve Ulusal Kimliğin Televizyon Haberlerinde Sunumu‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü - Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı, Ġstanbul. 171 D 10 OTURUMU PANEL: HUKUK 172 ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI Yasemin IġIKTAÇ1 ÖZET YaĢadığımız yüzyıl biyo-teknoloji yüzyılı olarak da isimlendirilmektedir. Birçok yeni teknik buluĢ tıp etiği alanındaki tartıĢmaların hukuk alanında yer bulmasına neden olmuĢtur. Biyo-teknoloji eli ile insan doğasının dönüĢtürülmesinden baĢlayarak, ilkecilik (principalism), özerkliğe saygı ilkesi, yarar ilkesi, zarar vermeme ilkesi ve adalet ilkeleri üzerinden oluĢan tartıĢmaların hukukun normatif alanında gerçekleĢme biçimleri üzerinde durulması bir zorunluluk halini almıĢtır. Hayatın baĢlangıcı, kürtaj, klonlama, gen analizi ve genetik müdahale, genetik mühendislik, yaĢamın patentlenmesi ile organ nakli, ötenazi ile ölümün bir hukuk kavramı olarak yeniden tanımlanmasının sosyal yaĢamda ortaya çıkarttığı son derece önemli etkiler vardır. Tüm bu baĢlıklarla birlikte tıbbi kaynakların dağıtımında hak ve adaletin korunması, etik kurullar ve etik kurallar ile biyo-teknolojinin hukuken düzenleme zorunlulukları üzerinde de durulmalıdır. Uluslararası hukuk açısından da Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsan Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi baĢta olmak üzere hukuki profilin değiĢen koĢullar açısından uygunluğunun sosyolojik olarak da ortaya konulması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Sosyal Gereksinim, Hukuki Profil, Biyo-Teknoloji, Gen Analizi, Yaşamın Patentlenmesi, Adalet İlkesi, Etik Kurullar ABSTRACT The century in which we live in is named as century of bio-technology. Many new technical inventions have caused controversies in the field of medical ethics take place in legal field. Starting from the transformation of human nature by the hand of biotechnology,the elaboration ofdebates constructed upon principlism, principle of respect for autonomy, benefit principle, no harm principle and justice principle about forms of realization in law‘s normative field has become a necessity. Redefinition of the inception of life, abortion, cloning, gene analysis and genetic intervention, genetic engineering, patenting life and organ transplant, euthanasia, and death as a legal concept has utmost importance that has bring out in social life. Apart from all these issues, the protection of rights and justice in distribution of medical resources, ethical boards and ethical rules via necessities of legal regulation of bio-technology should also be elaborated. In perspective of international law, Convention for the Protection of Human Rights and Dignity of the Human Being with regard to the Application of Biology and Medicine: Convention on Human Rights and Biomedicine being in the first place, suitability of legal profile with regards to shifting circumstances should be elaborated sociologically. Keywords: Social Need, Legal Profile, Bio Technology, Gene Analysis, Patenting Life, Justice Principle, Ethical Rules I. BEDEN OLARAK ĠNSAN Ġnsanın bedeni üzerindeki haklarını öncelikle insanın ontolojik tanımı ile iliĢkisi üzerinden ele almak gerekir. Tarihsel olarak ve teolojik açıklama Ģemalarında insan, beden ve ruh düalizmi üstünden tanımlanmaktadır. Bu klasik ayrım esas alındığında insanın bedeni ile iliĢkisi fiziksel, sosyo-kültürel ve simgesel düzeyde incelenebilir. Tarihsel perspektif klasik ayrımın günümüzde de süren etkisine rağmen beden-insan iliĢkisinin son derece farklı düzeylerde ele alınabileceğini göstermektedir. Makalede düĢünce geliĢimi açısından sadece ana hatları ile ele alınmıĢ olan bu perspektif, insanın bedeni ile olan iliĢkisine antropolojik giriĢ içinde kullanılmıĢtır. 1 Prof. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, isiktac@yahoo.com 173 Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları beden algısı ve bedenin bir ―Ģey‖ olarak nitelendirilmesini de olanaklı kılar. ĠĢte bu olanak aynı zamanda bedenin bir eĢya, daha doğrusu mülkiyete konu olan Ģey ya da kiĢilik haklarının konusu olarak hukuksal nesneye dönüĢmesini sonuçlar. Fetüs, beden parçaları, ölü beden üzerinde haklar, organ ve doku nakline iliĢkin tartıĢmalar da bu alana dâhil edilir ve teknolojik geliĢmelerin bir gereği olarak hukuksal açıdan çözülmesi gereken sorunlara dönüĢür. Beden üzerindeki hakların kiĢilik hakları olarak korunması günümüzdeki hukuksal profildir. Ancak kiĢilik hakları ve mülkiyet haklarına iliĢkin koruma günümüz biyotıp geliĢimleri karĢısında yetersiz kalmıĢtır. Hukuk, bu alandaki korumayı mülkiyet ve kiĢilik hakkı olarak bir arada ele alıp durumun özelliklerinin örf ve adetler üstünden takdir edilmesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalıĢmak yöntemine kitlenmiĢ görünüyor. Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisi klasik insan tanımının iki boyutta oluĢu ile iliĢkilidir; beden ve ruh. Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisinde Platon‘dan beri devam eden düalist anlayıĢın izlerini görebiliriz. Platon ―Beden ruhun mezarıdır.‖ diyordu. Ama bu dünyada dolanan beden olmazsa ruhu kim yelpazeleyecek? Platon, ruh-beden karĢıtlığında ruhu iĢaret eder ancak Antik Yunan kültürü, bedensel görünüĢü ve bedenin olanaklarını da yüceltmiĢtir. Yunan tanrıları aynı zamanda mükemmel insan ve estetiğinin de temsilcileridir. Güzellik hedonizmle birlikte bir hedef bir varıĢ noktası haline gelmiĢtir. Antik Yunan‘ın beden – ruh düalizmi yüzlerce yıl hatta günümüzde bile önemli bir metafor olarak iĢlev görmektedir. Bu metafor Platon eliyle ruha bir yol açma olanağına çevrilmiĢtir, oysa nesne olarak beden ve bedensel baĢarı gündelik yaĢamda statü oluĢturur, yani bütünsel olarak bakıldığında Antik Yunan bu düalizmi çözememiĢtir. Ortaçağ‘da insan – beden iliĢkisi aĢağılama, çilecilik ve bedensel zevklerden uzaklaĢmanın yüceltildiği bir dönemdir. Bakım ve temizlik bir çeĢit tanrıdan uzaklaĢma ve rehavet olarak görülmüĢtür. Ortaçağ‘a gelindiğinde, Hıristiyan öğretisinin insan vücudunun kutsallığı ve zarar vermeyi yasaklayan tutumu ironik bir Ģekilde kan akıtmadan vücut bütünlüğünü bozmanın dehĢetli yollarını bulan engizisyon mahkemesi uygulamalarına dönüĢmüĢtür. Rönesans bedenin yeniden keĢfidir. Logos yeniden yükselmiĢtir. BaĢta Leonardo da Vinci, Boticelli, Michaelangelo, Titian ve Raphael olmak üzere sanatçıların yaptığı eserler insan güzelliğine bir iltifattır. Güzellik aynı zamanda ruhsal iyiliğin bir iĢareti düzeyine de çıkarılmıĢtır. Sonrasında Descartes‘in insanı bir makine olarak tarif eden görüĢü ile onu kökten eleĢtiren Spinoza beden-insan iliĢkisi açısından önemli dönüm noktalarıdır. Antik Yunan‘da izlerini bulacağımız beden-ruh düalizminin anlam dünyamızda yarattığı çerçeveyi merkeze alarak soruna yaklaĢmak doğru olacaktır. Hem teolojik gelenek hem de rasyonalizmde ruhun öncelenmesi bugünün dünyasında Descartes‘in ünlü ―düĢünüyorum o halde varım‖ sözü ile bir noktaya bağlanmıĢtır. Rasyonel birey bedenden soyutlanır, çünkü beden edilgen ve ikincildir. Bu ontolojik kabul insana iliĢkin açıklamaların merkezine yerleĢmiĢtir. Aydınlanma çağında insanın kendi bedeni üzerindeki hakkı mülkiyet hakkıdır. Örneğin Locke bu konuyu açıkça vurgular (Locke, 1952: 17 vd). Bedenin, kol gücünün ve emeğin bir mübadele aracı olarak mülkiyete konu olması hususunu asıl Marx vurgulamıĢtır. Kapitalist dönem iĢçiyi metalaĢtırılır.19. yüzyıl beden-insan iliĢkisi bağlamında son derece ilginç bir yüzyıldır. Bir yanda Marx‘ın insanı makinenin bir ekine çeviren kapitalist anlayıĢı reddeden yaklaĢımı diğer yandan insanı varoluĢsal sistematik içinde hayvanla aynı sınıflandırma içinde tanımlayan Darwinci tutumlar, diğer yanda ise Nietszche‘nin kiĢinin beden ve ruhtan oluĢtuğunu söylemesini çocukluk olarak değerlendiren yaklaĢımı vardır. Nietszche de Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘da ruhu bedende olan bir Ģeyin adı olarak tanımlar. Nietszche‘de insanı belirleyen akıl değil bedendir, bu ilginç bir evirtmedir (Harris, 1996: 56 vd). Beden – insan iliĢkisi açısından odak değiĢtiren bir baĢka önemli düĢünür ise Freud‘dur. Özellikle histeri ile ilgili yaptığı çalıĢmalarda psikolojik olguların fiziksel olgulara dönüĢtürülebileceğini göstermiĢtir. Yani beden ve akıl birdir. Akıldaki sorun çözülünce beden de yeniden düzene girebilir. Beden, toplum iliĢkisi açısından Foucault çağdaĢ, önemli bir açılım ortaya koymuĢtur. Bedenin kullanımı ve beden pratikleri üzerinden toplumsal sistem analizi Foucault‘nun baĢlıca konularındandır. Bedenin tarihsel olarak üretilmiĢ olan bilgi ve iktidar iliĢkilerinin bir sonucu olarak tezahür ettiği tezi, çalıĢmalarının ―bedenlerin tarihi‖ olarak isimlendirilmeye kadar götürülmesine olanak tanır. Öyle ki güç iliĢkileri bağlamı üzerinde yaptığı soybilim analizleri bedenlerin sorgulanmasıdır. Bedenin cinsellik açısından tanımını ―baskı‖ ya da ―yasak‖ kavramı ile iliĢkilendirmez. Ona göre beden-toplum iliĢkisi iktidar kavramı ile açıklanabilir bu sonuca vardığı Cinselliğin Tarihi etkileyici bir örnektir (Foucault, 2010: 174 81 vd). Foucault‘nun iktidarın soy kütüksel analizi bedenlerin sosyal olarak inĢa edilmesidir. Çünkü beden iliĢkilerinin tarihsel koĢullarında Ģekillenen bir üründür. Bir baĢka önemli açılım Derrida‘nın bedenin söylem tarafından inĢa edildiği belirten yaklaĢımdır. Derrida bedenin bir metin olduğunu ve okuyucularca inĢa edildiğini belirtir. Aslında bu tutumun bedeni bütünüyle özünden koparttığını, organizma oluĢunu göz ardı ettiğini de bir eleĢtiri olarak ekleyebiliriz (Csordas, 1990: 7 vd). Bu noktadan sonrasında konuyu birkaç yönü ile birlikte ele alan teorilerin etkinlik kazandığını söyleyebiliriz, tipik örnek fenomenolojik yaklaĢımlardır. Fenomenoloji bedensel indirgemeciliğe karĢıdır. Ġnsanların dünyaya dair algılarından söz ederken bedensellik bir perspektif verir. Beden bir olasılıklar dizinidir. Beden iki biçimde ele alınabilir: ilki objektif amaçsal beden (körper) diğeri ise sübjektif canlı beden (leib). Bu ayrımın fenomonolojik olarak bedenin nitelenmesine imkân verdiği kabul edilmektedir. Bedenin bir temsil olarak ele alınmasında yaĢayan bedenin fenomenolojisinin yapılması gereği bu görüĢü ĢekillendirilmiĢtir. Alman felsefi geleneği felsefi antropoloji ile bedenin kavramsallaĢtırılması olanaklarını değerlendirmiĢtir. Beden, biyolojik sabitlikler içinde materyal, kültürel değiĢime açık bir Ģey olarak tanımlanmaktadır. Tüm bu açıklamaları bir sistematik içinde göstermek istersek beden teorilerini; Kökenci Ontoloji Naturalistik Teoriler Tercih Teorileri Söylem Teorileri Sosyal ĠnĢacı Epistemoloji Fenomonolojik Beden Teorileri, olarak sınıflandırabiliriz (Harris, 1996: 66).2 Günümüz beden – insan iliĢkisini bir milat olarak Ġkinci Dünya SavaĢı deneyimi ile birlikte okumak gerekir. Ġkinci dünya savaĢı ile ortaya çıkan ırkçı deneyim adeta insanın bedeni ile sınanmasıdır. Sonucu insanın insanlıktan çıkması, bir kabuğa dönüĢmesidir. Ġnsanın kaybettiği kötü bir sınavdır bu büyük savaĢ. Günümüzde ise tüm bu tarihsel deneyimlerin tortusu ve tüketim toplumunun genel kabulleri insanlığı bir bedenler imparatorluğuna çevirmiĢtir (Csordas, 1990: 17 vd). Birçok yönden insan, tasarlanabilen plastik ve biyonik bir objeye dönüĢtürülebilmiĢtir. Kalp pili, kalça kemiği, elektronik göz ve kulak, polimer damar, yapay deri vb. uygulamalar son derece kolay ulaĢılabilir olanaklara dönüĢmüĢtür. ―Ġnsan inĢa edilebilir bir Ģeydir.‖ Gerçekten öyle midir? Biyotıp geliĢmeleri nedeniyle konu tıp-hukuk iliĢkisi üzerinden tartıĢılmaktadır. Hukuki açıdan imkânlar ve sınırlar giderek belirginleĢmektedir, örneğin canlı organizmaların kendisinin üzerinde patent tesisi kabul edilmemektedir. DNA keĢfedileli elli yıllık süre geçmiĢtir. DNA‘nın keĢfinden sonra 2003 yılında Ġnsan Genom Projesi ile insanın gen haritasının çıkarılması içinde bulunduğumuz yüzyılın ―biyo-teknoloji‖ çağı olarak isimlendirilmesinin en haklı gerekçelerinden birisi sayılabilir. Burada ortaya çıkan geliĢmeyi salt bir bilimsel buluĢ olarak değil sosyal, politik ve ekonomik hatta hukuki bir etki olarak ele alıp değerlendirmek gerekir. Biyo-teknolojik ürünler ve bunların patentlenmesi ile ilgili en yoğun çabalar ABD‘de gerçekleĢmiĢtir. Özellikle Bayh-Dole Yasası 1980 yılından itibaren bilimsel araĢtırma sahalarının hızla ticarileĢmesine neden olmuĢtur. Bu geliĢme ile birlikte genetik materyal bütünlüğünü ifade eden Genom terimi de yerleĢik hale gelmiĢtir. Genom projesinin bir baĢka yönü de bir insanın gen haritasının çizilmesinin yanında DNA dizilimlerinin belirlenmesine imkân sağlayan SNP (Single Nucleotide Polymorphism) haritalarının oluĢturulabilmesidir. SNP haritaları özellikle büyük ilaç firmaları için son derece stratejik öneme sahiptir. Böylece farklı bir yönü ile yeniden insan, mülkiyete konu olan bir ―Ģey‖ biçimine büründürülebilmiĢtir. Tarihsel olarak kölelik, insan ticareti, fuhuĢ, pornografi, organ kaçakçılığı vb. 2 Daha farklı sınıflandırmalar yapılmakla birlikte bu çalıĢmada tarihsel dönüm noktaları olarak iĢaretlenen tutumlardan yola çıkıldığında bu sınıflandırma uygun sayılabilir. 175 konular da bu bağlamda ele alınabilir. Günümüzde ise hukuksal alan farklılaĢmıĢtır, beden üzerindeki hakların Genom projesi çerçevesinde ve SNP açısından tartıĢıldığını söyleyebiliriz, ancak kanunun giderek karmaĢıklaĢması hukuksal açıdan pek çok yeni sorunun daha ortaya çıkacağını göstermektedir. II. BEDENLĠ BENLĠK VE BEDENLĠLEġME Kültür taĢıyıcısı sıfatıyla beden, toplumun etkin ve önemli bir sembolüdür. Antropoloji bedenin bu yanını en fazla irdeleyen çalıĢma alanıdır. Çünkü farklı sosyal kültürel sistemler bedenin görünür olmasını sağladığı gibi onu ―Ģey‖leĢtirmektedir de. Bedeni bu biçimde algılayan teoriler edilgen beden teorileri olarak isimlendirilmiĢtir.3 Antropolojik bu açılımların özellikle bedenle iliĢki açısından tıp alanında doğrudan yansımaları vardır (Douglas, 2005: 17 vd). Tam bu noktada acaba temel bilimsel bir çalıĢma alanı olan tıp insan bedenini ne Ģekilde algılamaktadır? Biyolojik sınıflandırmada hayvan ile bedensel benzerliğin esas alındığını, anatomik incelemede ise cinsiyetçi bir bakıĢla fizyolojik farklılıklara odaklanan kadın-erkek ayrımı üstünden sistematik çalıĢmaların yapıldığını görüyoruz (Bourdieu, 2004: 35 vd). Bu uygulama alanı olarak tıp, bedene bilimsel bulgu sağlayan ve müdahale edilebilir bir nesne olanak bakmaktadır. Tıpkı, siyaset ve din alanında olduğu gibi tıp alanında da akıl-beden ayrımı geçerlidir. Ancak doğa genel bir perspektiften bakıldığında sosyal bilimlerin, eylem ya da faillik iliĢkisini açıklayamaya yönelik teorileri farklılaĢmaktadır: bu teorilerde baĢlangıçta bu ayrımı esas almakla birlikte bir oluĢ olarak yaĢamın beden-akıl düalizmini aĢan bir Ģekilde kavranması noktasına ulaĢmaya çalıĢmaktadırlar. Tam da konuyu ele alıĢ biçimimiz açısından iki yeni interdisipliner alana iĢaret etmek gerekir. Bedenin irdelenmesinde interdisipliner çalıĢma alanları medikal antropoloji ve medikal sosyoloji belirsizlik yaratan konuların çözümü için genel kabulleri sorgulamaktadır. Her iki alanın da önemli kavramları alarak ―embodied self (bedenli benlik)‖ ve ―embodiment (bedenlileĢme)‖ kavramlarıdır (Turner, 1992: 17-38). Bu kavramlar aracılığı ile fenomonolojik bir tutum alınıp örneğin bedensel bütünlük veya hastalık gibi hallere iliĢkin salt araçsal beden açısından bir değerlendirme yapmanın uygun olmadığını ―bedenli benliğin‖ tüm boyutlarının dikkate alınması gereği üzerinde durulur. Kültür bağlamında hastalık veya rahatsızlık tarifinin değiĢmesi bedenlileĢme kavramını gerektirmiĢtir. BedenlileĢme ile acı, hastalık veya rahatsızlığın toplumsal bağlam içindeki bir duygu olarak anlaĢılması sağlanmaktadır (Turner, 1992: 87). Bireyin amaçlı eyleminin anlaĢılabilmesinde akli tutumu kadar bedensel hal ve duygularının anlaĢılmasının da gerekli olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle uzman medikal söylem bedeni anatomik cinsiyet özellikleri açısından ayrıĢtırır. Foucault‘nun biyo-iktidar kavramı ile bedensel varoluĢu yapılandıran farklı fizyolojik ve biyolojik nedensellikler ve bedenleĢmiĢ varoluĢun anlamı birlikte konumlandırılmıĢtır. Heteroseksüel hegemonya, tıbbi-hukuksal dispositif, bedeni tektipleĢtirir, bunu zorunlu bir sınıflandırma öğesi olarak sunar ve düzenler. Thomas Csordas geliĢtirdiği ―bedenlileĢme‖ kavramı antropolojinin bütünsel yaklaĢımı ile paraleldir. Böylece insanın hem doğası hem etkileĢim aracı hem de etkileyen olarak bedeninin tarifini geniĢletilmiĢtir. Çünkü bir beden sadece doğanın bir olgusu olarak kabul edilemez. En geniĢ anlamda insan olmak hem acı ve hastalığı hem de yabancılaĢmayı deneyimleyebilen bir beden olmaktır (Csordas, 1990: 16). Bu sonuç bedenin antropolojik açıdan da kültürün üstüne iĢlediği bir hammadde olmayıp orijinal ve kökensel olarak kültür alanına katılımı da içerir. Beden kültür öncesi bir katman olarak ele 3 En önemli temsilcilerinden birisi Mary Douglas‘dır. Douglas toplumsal sınırların bedensel sınırlara dönüĢtüğünü belirtilmektedir. Douglas‘da beden bir temsildir.Ancak bu görüĢ bedeni sadece edilgen bir bütünlük olarak ele aldığı için haklı olarak eleĢtirilmektedir. Bir baĢka önemli açılım Pierre Bourdieu‘nün habitus kavramından yola çıkan yaklaĢımıdır. Daha çok sınıfsal serim açısından bedenin fonksiyonuna vurgu yapan bu çalıĢma bireyin kültürel göstergeleri sunuĢ yeri olarak da bedenin önemini vurgular. Feminizm ise konuyu bambaĢka bir boyuttan tartıĢarak kadın bedeni kavramına yönelik kültürel giydirmeleri silmeye çalıĢmaktadır. 176 alınamaz. Bedenli olmak tarihselliğe de bir göndermedir. Bu nedenle söylemsel olarak oluĢan bedenler ya da antropolojide sıkça karĢımıza çıkan sembolik beden analizlerinin ötesine bir beden anlayıĢı günümüzde merkeze alınmalıdır. Klasik beden yaklaĢımlarının ruh-beden, akıl-duygu ayrımları ile yaratılan karĢıtlıklar yerine bütünleĢtirici ve yeni bir bakıĢ açısıyla kavranan bedenden yola çıkarak konumuzun baĢlığını oluĢturan ―Ġnsanın bedeni üzerinde hakları var mıdır?‖, ―Beden hak konusu olabilir mi?‖ sorularının cevaplandırılması gerekir. Bu sorular hem hukuk hem de tıbbın konusudur. Sonuç olarak bedensel olanla – ruhsal olan ayrımı yerine kültür ve söylemin bir ürünü olan tek taraflı bakıĢ açılarının yerine bedene dair baĢta fenomenoloji olmak üzere pek çok farklı paradigma bir arada değerlendirmek daha verimli olacaktır (Csordas, 1990: 31 vd). Bu beden anlayıĢının hukuk açısından güncel sorunlarla ilgili ne tür bir imkân sunabileceğine de bakmak gerekecektir. III. HUKUKUN KONUSU OLARAK BEDEN Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları, tarihsel perspektif paralelinde değiĢecek hukukun konusu olmaya devam etmektedir. Bu baĢlık altında, insanın bedeni üzerindeki haklarının niteliğine geçmeden önce bu hakkın konusu olma açısından total beden üzerindeki haklar, beden parçaları, beden eklentileri, bedenden üretilen Ģeyler ve ölü beden üzerindeki hakların kapsamının da belirlenmesi gerekir. Bu baĢlıkların ayrıĢtırılması özellikle biyotıp alanındaki geliĢmelerin burada sözü edilen baĢlıklar nedeniyle yeniden gözden geçirilmesine ihtiyacından kaynaklanır. Her bir ayrıĢtırılmıĢ hak alanı, mülkiyet hakkı ve kiĢilik hakkının konusu olma açısından ele alınabilir. Mülkiyet hakkı bağlamında konu ele alındığında tartıĢma, eĢya kavramından baĢlatılır. Oysa eĢya, insanın dıĢında kalandır. Ġnsan, hukukun nesnesi değil, öznesidir. Ġnsanlar, hakkın sahibi olabilirler ancak konusu olamazlar. ġey, eĢya, mal birbiri yerine kullanılan kavramlardır. EĢya kavramının unsurları olarak cismanilik, sınırların belirli olması unsuru, üzerinde hâkimiyet kurmaya elveriĢli olma, kiĢi dıĢılık sayılmaktadır.4 EĢya olma açısından beden üzerindeki hakların, bedenden bütünlüğü bozmaksızın ayrılabilecek parçalar ile ölü beden, vücut atıkları ve benzeri gibi öğeler açısından pratik bir çözüm olarak halen iĢlevini koruduğundan söz edebiliriz. Bulunan bu çözüme rağmen yeni geliĢmeler nedeniyle halen çok sayıda hukuksal sorun bulunmaktadır. Örneğin vücut atıkları veya ameliyatla çıkarılmıĢ beden parçaları üzerinde yapılacak tıbbi araĢtırmaların yarattığı artı değerde, araĢtırma yapanın fikri hakkı ile parçanın sahibinin hakları yarıĢtığında, hukuk soruyu nasıl cevaplandıracaktır? Mülkiyet hakkına oranla, bugünkü insan hakları anlayıĢı açısından kiĢilik hakkı olarak beden üzerindeki hak daha öne çıkmıĢ görünmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkına oranla öne çıkan kiĢilik hakkı ile beden üzerindeki haklar açısından iliĢki kurmak gerekir. Dilbilim bakımından kiĢi kelimesi Latince persona kelimesinin karĢılığıdır, persona tiyatroda aktörün oyunda taktığı maskenin de adıdır. Bu metaforik gönderme hukuksal anlamla da iliĢkilendirilebilir. Bireyin hukuk sahnesinde oynadığı rol kiĢiliğidir. Hukuk kiĢisi, haklara sahip olabilen, borç altına girebilen olarak tanımlanır. KiĢi ve kiĢilik kavramlarının iliĢkisine de bakmak gerekir. KiĢilik, gerçek kiĢileri doğumlarından ölümlerine kadar ayrılmaz bir biçimde sahip oldukları hukuksal değerlerin bütünüdür. KiĢilik kavramı kiĢi kavramını da kapsar. Litaratürde birbirinin yerine kullanılmakla birlikte kiĢilik kavramı dar anlamda değil geniĢ anlamda ele alınmalıdır. KiĢiler hukuku; eĢitlik, özgürlük kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkelerini içerir. Özgürlük ve eĢitlik insan haklarının parçası olarak uluslararası hukuk ve kamu hukukunu kurucu profilini oluĢturur. KiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkesi ile kiĢi hem dıĢarıdan hem de kiĢinin kendisinden 4 ―Günümüzde kölelik söz konusu olmadığı için baĢka bir insan üzerinde de ayni hak düĢünülemez. Bu sebeple insan vücudu hukuken eĢya kavramının dıĢında sayılmaktadır. 4 EĢya aynı zamanda sınırları belirlenmiĢ olandır. Bir varlığın eĢya sayılabilmesi için üzerinde ayrıca hâkimiyet kurulabiliyor olması gerekir, bu özellikle maddi varlığı olan sınırları belli olma özellikleri açısından bedenin eĢya oluĢu ile ilgili tartıĢmaları güçlendirir. Üzerinde hâkimiyet kurulabilmesi özelliği biri fiili hâkimiyet diğeri de hukuki hâkimiyet olarak ayrıĢtırılabilecek iki baĢlık açısından değerlendirilir. Fiili hâkimiyet biraz olanak sorunudur. Örneğin güneĢin hâkimiyeti Ģu anda söz konusu değil ancak ay üzerinde hâkimiyet kurulabilmiĢtir.‖ Daha detaylı bilgi için bkz. (Dursun, 2012:2430) 177 gelebilecek hukuka aykırı saldırılara karĢı korunur. Öyle ki bu koruma aĢırı fedakârlık hallerini de engeller (CMK 23. ve 24. madde) (Helvacı, 2006: 4 vd). Konumuz açısından özellikle bu hüküm kiĢinin bedeni üzerindeki hakları değerlendirmede baĢlıca ilkedir. KiĢilik hakkının konusu, kiĢiliği oluĢturan değerlerin tümü üzerindeki haktır. KiĢilik hakkının birden fazla bir hak mı olduğu yoksa genel bir hak olarak kabulün gerekip gerekmediği hususu doktrinde tartıĢılmıĢ ancak özellikle Medeni Yasanın 24. maddesinde geçen ―kiĢilik hakkı‖ ifadesi de göz önünde bulundurulduğunda genel bir hak olarak kabulü baskın görüĢ olmuĢtur. GeliĢen teknoloji ve artan ihtiyaçlar göz önünde tutulduğunda nelerin kiĢilik hakkında dâhil olabileceği hususunun takdiri bu genel kiĢilik hakkı kavramının yargıç tarafından ve gerektiğinde örf ve adet hukukuna iliĢkin durumu da göz önünde tutularak doldurulmalıdır. KiĢilik hakkı, haklara iliĢkin nitelendirmeler içinde mutlak, Ģahıs varlığına ve kiĢiye sıkı sıkıya bağlı, ölümle sona erip mirasçılarına geçmeyen bir haktır; icra takibine konu olmaz, zaman aĢımına uğramaz ve hak düĢürücü süreye tabi değildir (Helvacı, 2006: 76 vd). Sonuç olarak; günümüz hukuku içinde ve özel olarak insan hakları bağlamı içinde kiĢinin vücudu üzerindeki hakları mülkiyet hakkı ile değil, kiĢilik hakları ile ilgilidir ve bu kapsam içinde değerlendirilmelidir. Hukukumuz açısından Anayasanın 17. maddesinde yer alan kiĢinin maddi ve manevi varlığına dokunulamayacağı maddesi ise Medeni Yasamızın 23. maddesinde yer alan kiĢilik haklarının vazgeçilmezliği ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu düzenlemeler doğrultusunda insanın kendi vücudu, sağlığı ve özgürlüğüne yönelik saldırı, kiĢinin kendisi veya yabancı birisi tarafından yapılsa da hukuken korunmaz. KiĢinin temel hakkı sağlıklı yaĢama hakkıdır. YaĢam hakkı kiĢinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü koruyabilmesidir. YaĢam hakkı kiĢilik hakkını oluĢturan en temel değerdir. Anayasamızın 17. maddesinin de koruduğu budur. YaĢam hakkına herkes eĢit olarak sahiptir. Bu hak üzerinde hiçbir Ģekilde tasarruf edilemez. Bir kiĢinin hayatına baĢkası ve hatta kendisinin de son verme hakkı yoktur. KiĢinin rızası hukuka aykırılık unsurunu ortadan kaldırmaz. Tam da bu gerekçe ile Türk hukuku açısından ötenazi kabul edilemez. Hayat hakkının uzantısı vücut bütünlüğüdür. Bunun ilk korunma biçimini AĠHS‘de yer alan 5. maddedeki iĢkence yasağı ile iliĢkilendirebiliriz. Anayasanın 17. maddesinde yer alan tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dıĢında, kiĢi vücudunun bütünlüğüne dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Aynı ilkenin Hasta Hakları Yönetmeliği 5. maddesi ile de desteklendiğini görüyoruz. Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı haller dıĢında rızası olmaksızın kiĢinin vücut bütünlüğüne ve diğer kiĢilik haklarına dokunulmaz; ayrıca Türk Ceza Kanunu 90. madde, insan üzerinde deney yapmayı da cezalandırmaktadır. Vücut bütünlüğü kadar psikolojik bütünlük de hukuksal koruma altındadır. Hukuken insan bedeni, kendi bütünlüğü içinde korunduğu gibi beden parçaları üzerindeki haklar bakımından da özel olarak korunmaktadır. Vücudun parçaları üzerindeki haklar ise vücudun doğal ve yapay parçaları üzerinden ayrı ayrı değerlendirilir. Protez, peruk, saç, tırnak vb. parçalar ile kan, diĢ, tümör, plasenta, ameliyatla çıkarılan parçalar, sperm ve yumurtanın hukuki niteliği tartıĢmalıdır. Bir görüĢ vücuda zarar vermeksizin ayrılabilir olan Ģeylerin eĢya sayılabileceği yönündedir. AyrılmıĢ olan Ģeyin mülkiyeti konusu ise bizim hukukumuz açısından Medeni Kanun 685. madde ―Bir Ģeyin maliki, onun ürünlerine de malik olur‖ bir çerçeve oluĢturmaktadır. Bedenin eĢya olarak nitelendirilebilmesi durumu özellikle kiĢi dıĢılık unsuru açısından değerlendirilmelidir. KiĢinin bedensel ya da manevi bütünlüğü ile bağlantı kurularak bir varlığın eĢya sayılamayacağı sonucuna varılabiliyor (Helvacı, 2006: 30). Ayrıca embriyo veya vücut parçalarının eĢya sayılıp sayılmayacağı hususu çok kolay cevaplandırılamamaktadır.5 5 Bir Ģeyin eĢya sayılması için ekonomik değerinin olması gerektiği konusundaki görüĢler eĢyayı mal ile özdeĢ saymakta ve malı da ihtiyaçları karĢılayan tüm araçlar biçiminde geniĢletmektedirler. Ġktisat bilimi açısından mal ve hizmetlerin ihtiyaçları karĢılama özelliği olan fayda belirleyici olmaktadır. Konu açısından üzerinde durulması gereken bir diğer kavram da ―değer‖dir. Değer; mal ve hizmetlere verilen önemdir. Değer bir Ģeyi elde etmek için katlanılan fedakârlık oranı ile ölçülür. Bir malın değerli olabilmesi için hem bir ihtiyacı karĢılaması hem de miktarının ihtiyaçlara oranla az olması gerekir. Bir baĢka açıdan eĢya hukuki iĢlemlere konu olabilen 178 Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi‘nin biyoetik sözleĢmesinin hazırlanmasına dair 1160 (1991) sayılı tavsiye kararı doğrultusunda hazırlanan ―Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsanın Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi, Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖ Avrupa Konseyi‘nde 4 Nisan 1997 tarihinde imzaya açılmıĢtır. TBMM 3 Aralık 2003 tarih ve 5013 sayılı kanun ile sözleĢmenin onaylanmasını uygun bulmuĢtur. Böylece Anayasanın 90. maddesi uyarınca sözleĢme iç hukukun parçası haline gelmiĢtir. Bu sözleĢme kısaca Avrupa Biyotıp SözleĢmesi (Bundan sonra ABS) olarak isimlendirilmektedir; on dört bölümden oluĢmaktadır. Temel konular olarak; - Rıza - Özel yaĢam ve bilgilendirme hakkı - Bilimsel araĢtırma - Embriyo araĢtırmaları - Ġnsan genomu - Organ ve doku nakli - Ticari kazanç ve insan vücudundan alınmıĢ parçalar üzerinde tasarruftur. BaĢlıklar aynı zamanda hangi konularda en fazla sorun olduğuna da iĢaret etmektedir. Belirlenen bu konularla ilgili olarak sözleĢme yol gösterici ilkeler olarak; - Ġnsan önceliği - Sağlık hizmetlerinden adil Ģekilde yararlanma - Mesleki standartlar benimsediğini belirtmiĢtir. SözleĢmenin temel amacı 1. madde içinde insan onuru ile insan kimliğinin korunması ve ayrım gözetmeksizin herkesin vücut bütünlüğü ile diğer temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır. Biyotıp uygulamaları bu ilkeye uygun olmak zorundadır. Ġnsan önceliğinden, insanın menfaat ve refahının bilim veya toplumun menfaatlerinden üstün tutulacağı (ABS 2. madde) sağlık hizmetlerinden adil biçimde yararlanmada, sağlığa duyulan ihtiyaç ve kaynakların göz önünde tutulacağı (ABS 3. Madde) düzenlenmiĢtir. Bu ilkenin anlaĢılması açısından sağlık hizmetinin ne olduğu da tanımlanmalıdır. Sağlık hizmeti; sağlık ile ilgili iĢ görme ya da hastalık veya sakatlığın olmaması ve bedenen, ruhen, sosyal yönden tam bir iyilik halinin sağlanması amacıyla yapılan iĢlemlerdir. Sağlık sadece hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.6 ABS‘nin 28. maddesi ―Kamuya Açık TartıĢma‖ baĢlığını taĢımaktadır ve yukarıda verdiğimiz sağlık hizmeti tanımı da göz önünde tutularak ele alındığında Ģu sonuçlar önemlidir: Maddede, ―Bu sözleĢmenin tarafları, biyoloji ve tıp alanının geliĢmelerin doğurduğu temel sorunların, özellikle ilgili tıbbi sosyal, ekonomik, ahlaki ve hukuki yargılamaların ıĢığında, uygun Ģekilde kamusal tartıĢmaya konu olmasını ve bunların muhtemel uygulamalarının, uygun istiĢarelere konu olmasını sağlayacaklardır‖ ifadesi ile açıkça kamuoyu bilgilendirme ve sınırlar açısından geniĢ katılımlı tartıĢmalara duyulan ihtiyaca iĢaret etmektedir. varlıkların adıdır. EĢya kavramı zamana göre değiĢir ancak yine de nelerin eĢya sayılabileceği hususu toplumların hukuk düzenlerine kalmıĢtır. Tüm gerekçeler bir yana eĢya kavramının hukuksal bir kavram olduğu tartıĢmasızdır. Ayrıca zaman içinde eĢya kavramının geniĢlemekte olduğu da bir gerçektir. 6 Aynı husus Sağlık Hizmetlerinin SosyalleĢtirilmesi Hakkında Kanun‘un 2. maddesinde de yer almaktadır. Ayrıca bkz. (Bayraktar, 1972: 17 vd). 179 Bu uygulama tıbbi meslek kuralları açısından da sınırlamaya tabidir; ABS 4. madde ―AraĢtırma dâhil, sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun olarak yapılması gerekir.‖ TartıĢmalarda ana eksenin kabul edilen hukuki standartları esas alan ancak kiĢi hakları bakımından daha ileriye götürücü bir uygulama için zemin kurulması sağlanmaya çalıĢılmaktadır. Çünkü insan bedeni üzerindeki hakları açısından da ABS temel düzenlemedir. SözleĢmenin rızaya iliĢkin 5, 6, 7, 8, 9, 10 ve 22. maddeleri özellikle ―aydınlatılmıĢ hastanın rızası‖nı düzenler. Bu uluslararası düzenlemenin bizim iç hukukumuz açısından bir uyum sorunu yaratmadığını görmekteyiz. Örneğin Türk hukukunda 1219 sayılı Tababet ġuabatı Sanatların Tarzı Ġcrası Hakkında Kanunun 70. maddesi ile de hastanın rızasının alınmaması suç olarak tanımlanmıĢtır (Kataoğlu, 2006: 170-171). Ayrıca sözleĢmenin 5. maddesindeki düzenlemeye paralel olarak ilgili kiĢinin rızasını her zaman geri alınabileceğini de hükme bağlamıĢtır. Ayrıca Medeni Kanunu‘nun 23. maddesinde 1990 yılında yapılan değiĢiklik eklenen fıkrasına göre; ―Ġnsan kökenli biyolojik maddelerin alınması, aĢılanması ve nakli vericinin yazılı rızası ile mümkündür. Ancak biyolojik madde verme borcu altına girmiĢ olandan edimini yerine getirmesi istenemez, maddi ve manevi tazminat isteminde bulunamaz. Medeni Kanunun 24. Maddesinde kiĢilik haklarına yönelik her saldırının hukuka aykırı sayılacağı ilkesini vurgulandıktan sonra, 2. fıkrada 1988 ve 2001 tarihinde değiĢtirilmiĢtir. Buna göre kiĢilik haklarına yönelik saldırı üç halde hukuka uygun sayılabilir: 1 – KiĢilik hakkı zedelenen kimsenin rızası 2 – Daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar 3 - Kanunun verdiği yetkinin kullanılması KiĢinin sağlığı ve beden bütünlüğü üzerindeki hakları, mutlak ve sınırsız bir hak değildir. KiĢinin rızası, kiĢilik hakkından bütünüyle vazgeçmesi veya devredebilmesi ya da aĢırı sınırlamaya yol açmaz. Örneğin estetik operasyonlar açısından kiĢinin rızası kimliğin değiĢtirilmesine, farklılaĢmaya yol açabilecek biçimde kullanımlar açısından tartıĢılmıĢtır. Bu tür operasyonlarda kriter yapılan değiĢikliğin kiĢinin beden ve ruh sağlığına bir katkı sayılıp sayılamayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Aynı Ģekilde organ ve dokuların para ile alınıp satılması hususu da kanun, genel ahlak ve adaba ve kamu düzenine aykırıdır. Aynı Ģekilde cinsiyet değiĢtirme ameliyatlarında bu açıdan tartıĢılmaktadır. Bu tür tartıĢmalı konularda müdahalenin ―tedavi amacı‖ ile yapılmıĢ olması temel gerekçelerden birisidir. Günümüzde bu gerekçenin ―üstün amaç‖ Ģekline dönüĢmüĢ ve özel ya da kamu yararı düĢüncesi ile yapılan tıbbi müdahale hukuka uygun kabul edilebilmektedir. Ayrıca rızanın kapsamı konusu da kiĢinin bedeni üzerindeki hakları açısından değerlendirilmelidir. Rıza hangi konuya iliĢkin ise, doktorun müdahalesi de bu konuda gerçekleĢtirilmelidir. Hasta Hakları Yönetmeliği 31. madde rızanın tıbbi müdahalenin gerektirdiği tıbbi iĢlemleri kapsadığını belirtmiĢtir. Rıza, tıbbi müdahaleden önce alınacaktır. Bazen rızaya ek özel korumalar da oluĢturulmuĢtur. Örneğin Hasta Hakları Yönetmeliği deneme, araĢtırma ve eğitim amaçlı tıbbi müdahaleye konu edilmesi için kendi rızası yanında Sağlık Bakanlığı‘nın onayı da aranacaktır. Ayrıca gönüllü olarak tedaviyi kabul eden kiĢinin rızası ortaya çıkacak tıbbi uygulamalarla ilgili yasal düzenlemeler ile korunan sınırın aĢılması halleri araĢtırma personelinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz (HHY 32. madde). Hasta Hakları Yönetmeliği 36. madde ile de bir ilaç veya tenkibinin üretimi veya satıĢı için gerekli izin ve ruhsat alınmıĢ olsa dahi sadece araĢtırma amaçlı olarak hasta üzerinde kullanılması halleri de özel olarak düzenlenmiĢtir. Bu durumda ancak hastanın izni ile alınabilir ayrıca 1993 tarih ve 21480 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Ġlaç ve Tıbbi Müstahzar AraĢtırmaları Hakkında Yönetmeliğinde konuya iliĢkin birçok detaylı koruyucu hüküm yer almaktadır. Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları organ ve dokularının bağıĢı, alınması nakli konuları açısından da tartıĢılır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, AĢılanması ve Nakli Hakkında Kanun ve 180 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu konuyu düzenlemektedir. Her iki yasa açısından da canlı ve ölüden organ ve doku nakli ayrımı yapılmaktadır. Organ ve doku nakli tıbbi müdahaledir ve bu çerçevede yürütülmelidir. Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları konusunu bir baĢka açıdan daha tartıĢabiliriz. Özellikle teknolojik geliĢmelerle ortaya çıkan gen analizleri ve kiĢinin DNA yapısına iliĢkin bilgilerin bir iktisadi değere haiz olması ile bu bilgilerin korunması hususlarının kiĢilik hakları açısından tartıĢmalıdır. Teknolojik geliĢme gen bankası uygulamaları, verilerin korunması ve veri madenciliği (datamining) kavramları açısından tartıĢılmaktadır. Verilerin korunmasın Ģu hususa dikkat etmek gerekir. Veri korunmasından verinin iliĢkili olduğu kiĢinin ―kiĢilik haklarının korunması‖ anlaĢılmalıdır (Yıldırım, 2007: 383). Buradaki korunma anayasal bağlamda ―biliĢimsel geleceğini bizzat belirleme hakkı‖ olarak tanımlanmaktadır. KiĢilik haklarının para ile ölçülemeyeceği fikri değiĢmiĢtir. Alman Anayasa Mahkemesi‘nin bir kararında kiĢiliğin, serbestçe tasarruf edebilmesine, depolayabilmesine, dağıtması ve yaymasına bağlı olduğu değerlendirmesini yapmaktadır (Yıldırım, 2007: 384). Bu değerlendirme mülkiyet hakkı ile bağlantısı koparılmıĢ olan kiĢi hakları alanının yeni baĢtan değerlendirilmesi anlamına gelebilir. Gen analizi yapımı tıbbi bir müdahale sayıldığı için bu müdahalenin yapılması için kiĢinin aydınlatılmıĢ rızasının alınması gerekir. Yukarıdaki görüĢten farklı olarak vücuttan ayrılabilen parça olarak değerlendirilen ―gen‖in sahipsiz eĢya statüsünde değerlendirildiği görüĢler ile iĢlevsel bağı esas olan iki ayrı görüĢ vardır. Örnek olarak vücuttan kopan parçalar, kiĢiye kendi kanının verilmesi, deri, kemik ve doku nakli parçaları, yumurta ve sperm vb. Ģeyler iĢlevsel bağlılığını sürdürür. Çözüm için hem mülkiyet hem de kiĢilik hakları kapsamında konuyu ele alan yeni ve karma bir yaklaĢım daha vardır. Bu görüĢ ana argüman olarak teamüller ve yerleĢik anlayıĢ üzerinde durmaktadır. Yani vücuttan ayrılan parça hem eĢya hem de kiĢilik haklarına konu olabilecektir. Saç, diĢ vb. Ģeylerle vücuttan alınan böbreğin hukuki statüsü böylece ayrıĢtırılabilecektir. Örneğin berberde saçını kestiren talep etmiyor ise teamül, onların berber tarafından değerlendirilebileceğidir (Dursun, 2012: 140 vd). Günümüzde vücuda yapısal bir zarar vermeksizin alınabilen parçalar için daha serbest bir alan söz konusu iken vücut bütünlüğünü bozucu transplantasyonlar için halen pek çok hukuksal kaydın tutulduğu ve ticarete konu olma hususlarının yasaklı olduğunu da tespit ediyoruz. Bu görüĢün bir baĢka önemli avantajı da, beden parçaları üzerinde giderek artan biyotıp uygulamalarına olanak sağlamada yaratacağı kolaylıktır. Ayrıca hem mülkiyet hem de kiĢilik hakkına iliĢkin korumaların vücut parçaları ile ilgili olarak kullanılması imkânı sağlanır. Ancak vücuttan ayrılan parça daha sonra baĢka birisine veya kiĢiye yeniden nakledilecekse ilgili parçanın eĢya niteliğini kazanmadığını kabul etmek gerekir. Parçanın kullanım amacı nitelendirmede önem taĢır. Vücut parçalarının da tıpkı vücut bütünü gibi kiĢilik hakları kapsamında değerlendiren görüĢ, eĢya sayılma hususunu reddetmektedir. Ancak bu görüĢ ortaya çıkabilecek çok sayıda hukuki belirsizliğin çözülebilmesi ile ilgili bir çözüm de sunamamaktadır. Türkiye‘de genel olarak bu görüĢ kabul edilmektedir. Vücut bütünlüğünün bozulması açısından organ ve doku nakli teknolojik geliĢmeler göz önünde tutulduğunda önemli ve tartıĢmalı bir alandır. Organ ve doku nakli kiĢiye sağlık kazandırmak için ―üstün bir amaç uğruna‖ yapılabilir. Yasa iĢlemin amacını açık ve tartıĢmasız bir biçimde belirlemiĢtir. 2238 sayılı Organ Nakli Yasası (ONY); Tedavi, teĢhis ve bilimsel amaçla organ ve doku alınması saklanması, aĢılanmasını vb. hususları düzenlemiĢtir. Buna göre; Ana ilke bedel veya baĢkaca bir çıkar karĢılığı organ ve doku alınması ve satılmasını yasaklı olduğudur (ONY 3. madde). Organ ve doku alımına iliĢkin reklam yapmak yasaktır. Eğer organ ve dokusu alınacak kiĢinin hayatı için bir tehlike varsa bu tıbbi iĢlem yapılmaz. Organ veya doku verecek kiĢinin 18 yaĢını doldurmuĢ olması ve ayırt etme gücü sahibi olması da gerekir. Yani akıl hastası, zekâ geriliği olanlardan ve çocuklardan organ ve doku alınamaz. Eğer organ veya doku ölüden alınacak ise sağlığında izin vermiĢ olması veya yakınlarınca bu tür bir iĢlemin yapılabileceği hususunun yazılı 181 olarak beyan edilmesi gerekir. Bu kuralın istisnası afet halleri veya trafik kazalarıdır. Bu olağanüstü hallerde izin aranmaksızın kiĢinin organları alınabilir. Alınan parçaların o bireyin isteğine aykırı olarak kullanılması kiĢilik hakkı ihlali doğurur. Sadece eĢya hukuku kurallarıyla, tek yönlü bir koruma yeterli değildir (Cain, 2000: 474). Konunun hukuksal açıdan tartıĢıldığı 1988 tarihli Amerikan hukuk yargılamasına yansıyan ünlü Moore v. Regents of University California davası üzerinde durabiliriz7. Dalak ameliyatı yapılan Moore iyileĢtikten sonra uzun süre kontrol amacı ile hastaneye çağrılır. Bu sürecin çok uzadığını düĢünerek doku örneklerinin akıbetini sorguladığında kendi tedavisini yapan Dr. Golde‘nin doku üzerinde yaptığı araĢtırmanın bir hücre dizini (cellline) haline getirilerek patentlenmek üzere yüksek ücretle bir ilaç firmasına satmıĢ olduğunu öğrenir. Bu bilgi üzerine kan ve doku parçalarının mülkiyetinin kendisine ait olduğu iddiası ile dava açar. Amerikan mahkemesi dokularla ilgili mülkiyet hakkının hastanede olduğu yönünde bir karar vermiĢtir. Çünkü hücre dizini ile ilgili teknik çalıĢma hastane olanakları ile ve akademik çalıĢma ile gerçekleĢtirilmiĢtir. Mahkeme gerekçesini sözleĢme hukukuna aykırılık açısından değerlendirerek bu husustaki aykırılığı tazminat konusu yapmıĢtır. Doktor ile hasta arasındaki tedavi dolayısı ile oluĢturulan sözleĢmeye aykırı olarak yapılan araĢtırmanın hastaya söylenmemesi ancak bir tazminat konusu yapılabilir. Kararın hukuksal dayanağı ise vücuttan ayrılan parçaların eĢya niteliğinde olduğudur. Hasta, mülkiyet hakkına iliĢkin saklı hakkını hastaneye devredilebilir (Ayan, 1991: 49 vd). Dokunun kendisi değil doku üzerinden bilimsel araĢtırma ile oluĢturulan dizin mali açıdan kıymetlidir. Bu nedenle hekimin ürettiği formül üzerindeki hakkı da göz ardı edilemez. Konunun bir baĢka tartıĢılma biçimi ise genetik verilerle ilgilidir. Genetik verilerin önemi biyotıp geliĢmeleri nedeniyle son derece güncel bir hale gelmesidir. Genetik verilerle ilgili tartıĢma için hukuki açıdan yukarıda değindiğimiz Moore davası iyi bir örnektir. Bu olayda; kiĢilik hakları mülkiyet hakkı ve fikri mülkiyet hakları yarıĢması ortaya çıkmaktadır. Genetik veriler ve embriyoya iliĢkin sorunlar da benzer özellikler göstermektedir. Embriyonun hakları mülkiyet yani eĢya oluĢ üzerinden yapılamaz, nihayetinde bir hak sahipliği söz konusu olmasa da embriyo bir insan modelidir. Anne ve babanın embriyo ile olan iliĢkisini kiĢilik hakkı kapsamında ele alabiliriz. Ancak kiĢi olmaya iliĢkin yasal koĢullar ―tam ve sağlam doğma‖ koĢulu ile ilgilidir. Bu durumda embriyo olsa olsa ―kiĢi adayı‖ sıfatındadır (Dursun, 2012: 155 vd). Çünkü anne rahmine düĢüldüğü andan baĢlayacak süreç tam ve sağlam doğma koĢuluna bağlanmıĢtır. Bu durumda embriyonun sperm ve yumurta olarak birleĢtiği an (tüpte veya baĢka usulde) kiĢi adaylığını baĢlatır. Embriyonun dondurularak saklanması, ticari amaçla kullanılması, çocuk sahibi olma amacı dıĢında örneğin tıbbi araĢtırmalar için kullanılmasına iliĢkin sorunlar da hukuksal açıdan önem taĢımaktadır.8 Kural olarak embriyonun geleceğini belirtme hakkı eĢlerindir. Bu belirlenim de embriyonun kiĢilik hakları çerçevesinde korunduğunu göstermektedir. Embriyo, cenin, cenin parçaları ve kök hücre vücuttan ayrılmıĢ organlardan farklıdır. Çünkü embriyo vücut bulabilir bir bütünlüktür. Ceninden alınan kök hücreler biyomedikal uygulamalar açısından ufuk açıcıdır, bunların tıbbi araĢtırmaya konu olması hususundaki aĢırı tutuculuk insanlığın geleceği açısından zorluk da doğurabilir. ġimdiye kadarki açıklamalar beden, beden parçaları ve nihayetinde embriyoya iliĢkin konular açısından beden üzerindeki hakların ele alınmasıdır. Acaba aynı tartıĢmaları ölmüĢ beden açısından yaptığımızda ne tür hukuksal problemlerle karĢılaĢabiliriz? Cesedin hukuki niteliği de eĢya sayılıp sayılmayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Ölüm ile kiĢilik sona erdiği için kiĢilik hakları açısından konunun değerlendirilmesi güçtür. Bu tartıĢmanın önemli bir noktası da ―ölüm anı‖ kavramıdır. Özellikle organ nakli ve tıbbi müdahale açısından ölüm anı da önem taĢımaktadır. Türk hukuku açısından hukuki çerçeve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘dur. Yasa, tıbbi ölüm halinden 11. maddede ―bilimin ülkede ulaĢtığı düzeydeki kuralları ve 7 249 Cal Rptr. 494 (Court of Appeals; 1990, 271 Cal Rptr 146. (California Supreme Court), Kararın değerlendirilmesi ile ilgili bkz. (Harris, 1996:78vd). 8 Konunun hukuki çerçevesi Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Yönetmeliğidir (son hali 11 Ocak 1998 değiĢikliğidir Resmi Gazete 23227) 182 yöntemleri uygulanması‖nda bahsetmektedir. Hukuksal açıdan biyolojik ölüm ve beyin ölümü arasında bir ayrım gözetilmektedir. Tıbbi açıdan geri dönüĢümün olmadığı nokta beyin ölümüdür. Cesedin bir insandan arta kalan oluĢundan hareket eden kiĢilik bakiyesi teorisi cesedin hukuki niteliğini yasal düzenlemelerle de desteklemektedir. Mezara saldırının, cesede yapılacak muamelelerin hukuki düzenlemeye konu olmasını bu hususa bağlamaktadır. Bir diğer görüĢ ise cesedi kendisine has bir varlık olarak sayan görüĢtür. Bu görüĢ özellikle yakınlarının cesetle iliĢkisi üzerinden hukuki değerlendirme yapmaktadır. Türk hukuku açısından ölünün yakınlarının ceset üzerinde sınırlı tasarruf hakkı vardır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘un 14. Madde özel bir düzenleme ile kaza, doğal afetler sonucu ölenlerin yanında herhangi bir yakını yoksa doku ve organları alınabiliyorsa rıza aranmaksızın organ veya dokuları nakledilebilir. Bu düzenlemenin gerekçesi tıbbi zorunluluk ve ivedilik halleridir. Yasanın düzenlemesi kural olarak kiĢinin ölmeden önceki beyanları veya yakınlarının iznini öncelemektir. Yasa 15. madde ile de ceset parçaları üzerindeki her türlü tasarrufun ahlaka, kamu düzenine, kanunun emredici hükümlerine ve kiĢilik haklarına aykırı bir biçimde iĢlem yapılamayacağıdır. Ceset üzerinde ölenin yakınlarının mülkiyete benzer mutlak bir hakları olduğu kabul edilir. Örf ve adetlerde bunların bulunmadığı durumlarda hâkim, ceset üzerindeki hakkın içeriğini belirler. Diğer yandan ölen kimsenin vücut parçaları üzerinde ölüm sonrası tasarruf durumu daha belirsizdir. Ölenin vasiyet aracılığı ile bedeni üzerindeki tasarrufu imkân dâhilindedir veya yetkilendirdiği kiĢiler bu imkânı kullanabilir. Bazen de ölü beden, eĢya olarak değerlendirilmektedir (Ataay, 1996: 25 vd). Örneğin Mısır mumyalarının veya eski mumyaların ticarete konu olabilmesi bu açıdan ele alınabilir. Ancak ölü beden ve parçaları hususundaki hukuksal tartıĢmaların daha çok yerel hukuklar ve örf ve adet hukuku çerçevesinde değerlendirilmekte olduğunu da ekleyelim. Bir baĢka husus ise anatomi bilgisi açısından tıp fakültelerinin ihtiyaç duyduğu ölü bedenlerle ilgilidir. Bu tür bedenler de daha çok kimsesiz olanlardan temin edilmektedir. Bunun istisnası kiĢinin yaĢarken bu tür incelemeler için cesedini tıp fakültelerine veya tıbbi araĢtırma enstitülerine bağıĢlamasıdır. Bu tür irade açıklamaları da kiĢilik hakkı çerçevesinde ele alınır (Ataay, 1996: 26 vd). Sonuç olarak kiĢinin bedeni üzerindeki hakları konusu bedenin tümü ile ilgili haklar açısından tedavi amaçlı yapılan müdahalelerde ―açık rıza‖ ilkesi çerçevesi ile sınırlı tutulmuĢtur. Uluslararası belgeler ile iĢ hukuk uygulamaları açısından bir paralellik vardır. Koruma genel anlamda ―kiĢilik hakları‖ çerçevesinde ele alınan özüne dokunulamaz haklar kategorisi içindedir. Bedenin parçaları üzerindeki haklar da vücuda zarar vermeksizin ayrılabilen veya tıbbi müdahaleyi zorunlu kılan parçalar ayrımı üzerinden değerlendirilmektedir. Genetik ve embriyoya iliĢkin hususların da bu paragrafta ele alınan konu ile paralelliği açıktır. Ceset üstünde haklar ise artık açıkça bir kiĢilik hakkından bahsedilemeyeceği için kiĢinin yaĢarken yaptığı irade beyanları veya yasada sayılan yakınlarının tasarrufları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Konunun sosyoloji kongresi çerçevesinde ele alınma sebepleri burada tartıĢılan pek çok hukuksal konunun değiĢen yaĢam koĢulları nedeniyle düzenleme esaslarında yaĢanan büyük farklılaĢmaya iĢaret etmek içindir. AraĢtırmanın baĢında iĢaret etmiĢ olduğumuz antropolojik giriĢte ipuçlarını bulabileceğimiz beden-ruh farklılaĢması günümüzde artık klasik ayrımdan farklı olarak ―bedenlileĢme‖ ve ―bedenli benlik‖ nitelendirmeleri üzerinden okunmaktadır. Bu farklılaĢma hukukun klasik anlamda koruma alanı içine almıĢ olduğu ―kiĢilik hakları çerçevesinde koruma‖nın yetersizliğinin açık ifadesini oluĢturmaktadır. Tarihsel olarak mülkiyet hakkı üzerinden değerlendirilen kiĢinin bedeni üzerindeki hakları modern zamanlarda kiĢilik hakları koruması altında ĢekillenmiĢken değiĢen biyotıp beden, beden parçaları, embriyo ve ölü beden üzerindeki hakların yeni bir hukuksal refleksle korunmasını gerekli kılmaktadır. 183 Hukukun, mülkiyet hakkı, kiĢilik hakkı ve mülkiyet hakkı konusundaki çeĢitli hükümlerle korumaya çalıĢtığı ―kiĢinin bedeni üzerindeki hakları‖ konusu geliĢen teknoloji ile birlikte giderek geniĢleyerek ve yeni düzenlemeleri talep edecek bir alan olmaya aday gözükmektedir. KAYNAKÇA Ataay, A. (1996). ―Vücut (Beden) ve Ceset Üzerindeki Hak‖, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, No: 20, s.25-28. Ayan, M. (1991).Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk, Ankara: Kazancı Yayınları. Bayraktar, K. (1972).Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Ġstanbul: Sermet Matbaası. Bourdieu, P. (2004).Pratik Nedenler çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Hil Yayınları. Cain, A. S. P. (2000). ―Property Rights in Human Biological Materials: Studies in Species Production and Biomedical Technology‖, Arizona Journal of International and Comparative Law, Cilt: 17, No: 2. Csordas, T. J. (1990). ―Embodiment as a Paradigm for Anthropology‖, Ethos, Cilt: 18, No: 1, s.5-47. Douglas, M. (2005).Saflık ve Tehlike, çev. Z. Ayhan, Ankara: Metis Yayınları. Dursun, S. A. (2012).Eşya Kavramı, Ġstanbul, On Ġki Levya Yayıncılık. Foucault, M. (2010).Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Helvacı, S. (2006).Gerçek Kişiler, Ġstanbul: Arıkan Basım Evi. Harris, J. W. (1996). ―Who Owns My Body‖, Oxford Journal of Legal Studies, Cilt: 16, No: 1, s.5584. Kataoğlu, T. (2006). ―Türk Hukukunun Bir Parçası Olarak Avrupa Konseyi Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖, AÜHFD, Cilt: 55, No: 1, s.157-193. Locke, J. (1952).Second Treatise of Government, New York: Liberal Art Press. Turner, B. (1992).Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, London: Routledge. Yıldırım, M. F. (2007). ―Gen Analizleri ve KiĢilik Haklarının Korunması‖, EÜHFD, Cilt: 11, No: 3-4, s.383-402. 184 ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ 1 Seren DĠKEL2 ÖZET Suç ve cezanın olmadığı bir toplum düĢünülemez. Suç toplumun gerçeğidir. Neyin suç olduğu kanunlar aracılığıyla ―hukuk‖ tarafından belirlenir. Hukuk düzeni, suç karĢısında diğer toplumsal kontrol araçlarından sonra en son çare olarak cezaya baĢvurur. Toplumsal düzenin sağlıklı bir Ģekilde devamının sağlanabilmesi için devletten suçun soruĢturulma, yargılanma ve cezanın infazı aĢamalarında ―adaleti‖ gerçekleĢtirmesi beklenmektedir. Bunun nedeni bütün bu aĢamalarda, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahalenin söz konusu olmasıdır. Bu müdahaleler keyfi olamaz. Suç ve cezalar, belirli bir sistemle düzenlenirler. Suçları sistematik bir Ģekilde sınıflandırmayı amaçlayan bir kanundan suçların hukuki konusunu temel alarak normun yorumlanmasını sağlaması beklenmektedir. Bu çalıĢmada yeni Türk Ceza Kanununun eski Türk Ceza Kanunuyla karĢılaĢtırılarak suç sistematiğini meydana getiren suçlar ve gerekçeleri incelenip konu bağlamında yeni Türk Ceza Kanununda değiĢen suç sistematiğinin kanunun hedefindeki özellikle kiĢi hak ve özgürlüklerindeki değiĢime ne Ģekilde etki ettiğinin incelenmesi amaçlanmaktadır. ÇalıĢmanın odak noktası, ceza hukukunun temel görevi olarak suç sistematiğiyle suç ve cezanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesini sağlama yöntemlerinin analizidir. Bu makale suç politikasını temsil edecek Ģekilde kanunlarda belirli bir sistemle düzenlenen Eski ve Yeni Türk Ceza Kanunun suç sistematiklerini incelemektedir. Anahtar sözcükler:Suç sistematiği, suç politikası, TCK. ABSTRACT It‘s impossible to imagine a society without crime and punishment. Crime is a reality of the society. ―Jurisprudence‖ determines what is a crime in terms of laws. Legal system appeals to punishment as a final corrective choice after depleting all other social control means against crime. It‘s expected that the State will fulfill ―the justice‖ through all the phases of investigation, trial and enforcement of the retribution in order to secure the perpetuity of the social order in a reliable manner. This is crucial because an unavoidable intervention to human rights and freedom is required during all these phases. The so-called interventions may not be arbitrary. Crime and punishment are organized according to a specific system. It‘s expected that a law whose purpose is the systematic classification of crime, should construe the norm by taking the legal aspect of the crime as basis. In this paper, the New Turkish Penal Law has been compared to the Old Turkish Penal Law, analysing offenses that constitute the crime systematic and their justifications, as well as the effect of the New Turkish Penal Law with its altered crime systematic on the personal rights and freedom, which are the main aim of the changes. The focus of the study is the analysis of the methods aiming to establish and proclaim guidelines about crime and punishment as well as crime systematic as the main duty of the penal law within the context of human rights. The article examines crime systematics of 1 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir. 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢından sonra giderek karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir. 2 ArĢ.Gör.; Çukurova Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı. 185 the Old and New Turkish Penal Laws, which have been organized according to a specific legal system in a way to represent the crime policy. Keywords: Crime systematic, crime policy, Turkish Penal Law. GĠRĠġ Suçun olmadığı bir toplum düĢüncesi ütopiktir. Dolayısıyla, suç ve ceza toplumun gerçeği ve insanın yazgısıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2012: ix). Hukuka aykırı bir fiilin suç haline gelmesinin temelinde suçun hukuki konusu, ihlal edilen toplumsal ya da beĢeri bir varlık alanının bulunması gerekmektedir. Suçun bir ihlal fiili olmasından hareketle, suç hukuki bir değer veya menfaati ihlal etmektedir (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Dolayısıyla, suçla ihlal edilen, ceza ile korunarak hukukilik kazanan beĢeri değer veya menfaat, suçun hukuki konusunu oluĢturmaktadır (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 23). Suç, hukuk düzeninin en son çare olarak ceza ile koruduğu hukuki değerlerin ihlal edilmesidir ve ceza ile misilleme sağlanmıĢ olur (Dannecker, 2006a: 358). Ancak, burada her toplumsal değerin değil ancak Anayasa ile hukuki değer ve menfaat niteliği kazanmıĢ olan koruma altına alınan toplumsal-beĢeri değerlerin suç sayılarak cezalandırılması söz konusudur (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Buradaki amaç kiĢisel yararı korumak olduğu kadar sosyal düzenin devamını da sağlamaktır. Hukuku gerçekleĢtirmede genel amacın kamu yararının sağlanması olduğu noktasından hareketle, devlet suçu ve suçluyu cezalandırarak kamu yararını telafi etmiĢ olur. Toplumsal düzenin devamı için devletten suçların önlenmesi, iĢlendiğinde soruĢturulması, sanıkların adil bir Ģekilde yargılanması ve suçlu bulunarak mahkûm edilenlerin cezasının infazı beklenmektedir (Sözüer, 2013:7). Bütün bu aĢamalarda ise, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahale söz konusudur (Sözüer, 2013:7). Ancak, tarihi geliĢim ve insanlığın kazanımları sonucunda kanun koyucunun geliĢi güzel her hangi bir davranıĢı suç haline getiremeyeceği sonucu bugün ulaĢılan hukuk devletinin baĢlıca niteliğidir. Devlet, keyfi cezalandırma yapamaz. Kanunilik ilkesi gereği kanunsuz suç ve ceza olamayacağı için özgürlükleri yakından etkileyen ceza hukukuna iliĢkin suçun ve cezalandırılmanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesi gerekir. Genelde hukuk normları ve özelde ceza hukuku normları bazı ihtiyaçlara göre inĢa edilir. Toplumsal ihtiyaçların giderilmesi de hukukun baĢlıca boyutlarından biridir ve bu ihtiyaçların çağdaĢ dünyada insan hakları perspektifine aykırı olmaması gerekmektedir. Toplumların üst yapısını oluĢturan hukukun toplumsal ihtiyaçlar doğrultusuna değiĢimi gerekmektedir. Dolayısıyla, hukukun koruduğu toplumsal değerler de mutlak değiĢmez bir yapı sergilemezler, toplumun evrimiyle birlikte değiĢir ve Ģekillenirler (Hafızoğulları ve Güngör, 2007:25). Yukarıda da belirttiğimiz gibi hukuki değerlerin kaynağı öncelikle anayasadır. Ancak, ceza hukuku anayasa hukukunun uygulaması, ceza muhakemesi ise anayasanın sismografı olma nitelikleri açısından hukuki değerlerin korunması ve düzenin sağlanmasında çok önemlidirler(Sözüer, 2013: 8). Türk Ceza Kanununun amacı; kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak, suç iĢlenmesini önlemektir. Bu amacın gerçekleĢtirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları, suçlar, ceza ve güvenlik tedbirleri kanunda, normatif bir çerçeve Ģeklinde düzenlenmiĢtir. Öte yandan, muhakeme süreci neticesinde hükmedilen ceza hukuku yaptırımları yanında soruĢturma ve kovuĢturma sürecindeki iĢlem ve tedbirlerle de kiĢi hak ve özgürlüklerine müdahaleler söz konusudur (Sözüer, 2013: 7). Bu anlamda, Ceza hukuku, kiĢi hak ve özgürlüklerine diğer hukuk dallarından çok daha ağır nitelikte müdahalelerde bulunmaktadır (Sözüer, 2013:7). Dolayısıyla neyin suç ve neyin kanuna aykırılık olduğu Türk Ceza Kanunu aracılığıyla ―hukuk” tarafından belirlenir. Bu belirlenim 765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunundan farklı olarak 5237 sayılı Ceza Kanunu‘nda; Uluslararası Suçlar, KiĢilere KarĢı Suçlar, Topluma KarĢı Suçlar, Millet ve Devlete Suçlar Ģeklinde bir sistematikle düzenlenmiĢtir. 186 Bu düzenleniĢin sebebi ise değiĢen toplumsal yapıların suç sistematiğinin sosyal düzeni sağlamada toplumsal süreç içinde ve kültürel temelde, özellikle insan hak ve özgürlükleri bağlamında yeniden formüle etmeyi gerekli hale getirmesidir (BektaĢ, R., 2009:670). 1.SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ NEDĠR? Devletin görevi olarak kiĢi hak ve özgürlüklerinin korunmasında kanun koyucunun öncelikle yapması gereken suç politikasını oluĢtururken temel ilkeleri dikkate almaktır (Sözüer, 2013:11). Bu temel ilkeler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu için, kanunilik, örf ve âdete göre cezalandırma yasağı, belirlilik ilkesi, kıyas yasağı ve geçmiĢe yürüme yasağını kapsayan hukuk devleti ilkesi, kusur ve insanilik ilkeleri olarak kabul edilmektedir (Sözüer, 2013:14). Doktrinde ceza hukuku dogmatiği ve suç politikası anlamında da kullanılan suç sistematiği ceza kanunun fihristi ve künyesidir. Ayrıca, dar anlamdaki ceza hukuku bilimine dâhildir (Sözüer, 2013:8). Suç sistematiği sadece çeşitlilik gösteren suç tiplerini gruplar ve alt gruplar halinde toplamak suretiyle onlara hâkimiyet sağlamak şeklindeki dogmatik ve didaktik yararlar yönünden değil aynı zamanda suç tiplerinin bilinmesi ve bunların esasının ve ilgili oldukları normların değer ve işlevlerinin belirlenmesini gerekli kıldığı için de önem taşır (Özar, 2006:99). Suçların hangi hak ve değere yönelik iĢlenmiĢ olduğu sorusunun cevaplarının gruplandırılması ceza kanunun sistematiğini meydana getirmektedir (Özar ,2006:101). Suç politikası kavramı, politik düzenleme alanına suçluluğu değil, bilakis onun kontrolünü gizler. Suç politikası, ceza hukukunun müdahalesinin nasıl ve ne üzerine olup olmayacağına karar verirken temel kategorileri hukuki konuya göre yapan esaslı kontrol politikasıdır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasından, toplumun ve her bir bireyin korunmasına, suçlulukla mücadeleye ve suçluluğun engellenmesine yönelmiĢ tüm devlet tedbirlerinin bütünü anlaĢılır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasının sorduğu soru ceza hukukunun toplumu en adil Ģekilde nasıl koruyabildiği ve suçun gerçekleĢmesine uygun olarak vatandaĢların hakkını gereksiz Ģekilde sınırlamamak adına suç tiplerinin özelliklerinin doğru olarak nasıl sıralanacağıdır ve bu anlamda suç sistematiğinin kendisini de meydana getirir (Dannecher, 2006a:78). Dolayısıyla kanunun sistematiği kanunun yorumlamayı sağlayan ve kanun koyucunun suç politikasını ve stratejisini gösterebilen bir araçtır (Özar, 2006:100). Ceza yorumcusu ve uygulayıcısı ceza kanunundaki bir maddenin düzenlenme amacının ne olduğuna ve nasıl değerlendirileceğine suç sistematiğindeki kategorisine göre tespit edebilecektir (Özar, 2006: 99). Dolayısıyla, Eski ve Yeni ceza kanunlarındaki suç sistematiğinin temeli korunan hakların sınıflandırılmasına dayanmaktadır (Özar,2006: 101). Ceza hukuku biliminin çekirdeği olarak ceza hukuku dogmatiği, yürürlükteki hukukun uygulanmasını da içerir (Dannecher, 2006a:71). ―Ceza hukuku dogmatiği bu değerlendirme sistemi içinde, eşit davranmanın ve hukuksal güvenliğin, kısaca hukukun tasavvur edilebilirliği ve hukuksal ilkeler altında olayların kesin içtimaı vasıtasıyla, maddi vakıalarla katı bağlılığın güvenceye alınmasını içermektedir.‖ (Dannecher, 2006a:72). Ceza hukuku dogmatiği, ceza hukukunun tarihine, hukuk felsefesine ve hatta Avrupa Konseyi‘nin, BirleĢmiĢ Milletler‘in çok sayıdaki uluslararası sözleĢmesi karĢısında giderek büyük bir anlam kazanan karĢılaĢtırmalı hukuka hizmet etmektedir (Dannecher, 2006a:72). Suç politikası, suçun nedenlerini oluĢturup saptamakta ve suç gerçekliğine tekabül etmek için suç tiplerinin unsurlarının nasıl doğru biçimde oluĢturulması gerektiğini tartıĢmaktadır (Dannecher, 2006a:76). Ayrıca, ceza hukukunda kullanılan yaptırımların etkilerini saptamak ve vatandaĢın özgürlük alanını gerekli olandan daha fazla kısıtlamamak için ceza hukukunun alanının geniĢletilmesi açısından kanun koyucunun sınırlarının ne olduğunu saptamayı da denemektedir (Dannecher, 2006a:76). Ceza hukukunun reformu, suçla mücadelede düzenin sağlanması ve gerçekleĢtirilmesini kapsayan suç politikasının ve suçlulukla mücadele düzenlemelerinin gerçekleĢmesini kapsayan suç siyasetinin konusudur (Dannecher, 2006b:371). Burada Avrupa ülkelerinin çoğunun ceza kanunlarında bulunan modern ceza hukukunun temelini oluĢturan genel hükümlerin kural ve ilkeleri üzerindeki çalıĢmaların önemi ortaya çıkar (Dannecher, 2006b:372). Bu bağlamda anayasal ve insan haklarına iliĢkin ilkelerin bağlantısı ve Avrupa çapındaki mutabakat ve bunlarla uyum sağlayabilen prensipler en önemli gerekliliklerdir (Dannecher, 2006b:372). Bir diğer gereklilik olarak ise, olası düzenleme modellerinin tam ve sadece hesaplanmıĢ istisnalarla, en az ihlale olanak verecek Ģekilde yapılmasıdır (Dannecher, 187 2006b:374). Bu noktada hukuku düzenleyen ve kaçınılmaz olan yapıların varlığının mevcudiyeti sorusu önem taĢımaktadır (Dannecher, 2006b:373). Ceza kurumunun uluslararası anlamı çerçevesinde uyum sağlayacak ortak noktalar yaratılması, düĢünce biçimleri ve alıĢkanlıkların yenilenmesi gerekmektedir (Dannecher, 2006b:373). Hukuk sistemi yalnızca birbiriyle maddi iliĢkisi bulunmayan yargı kararlarının bütününden oluĢsaydı, ceza hukuku dogmatiğinin bir anlamı olmazdı ve hukuk kurallarının yapılanması, yenilenmesi ve sistemleĢtirilmesini gerektiren bir disipline ihtiyaç duyulmazdı (Dannecher, 2006b:373). Ancak hukuk dogmatiği, çeliĢkisiz bir hukuk sistematiğini gerekli kılan ve yargı kararlarının kurallara bağlanması için düzenlemiĢtir. Bunun nedeni, yapısal devamlılığa ihtiyaç duyan hukuk düzenleri için ceza hukuku dogmatiğine olan kesin ihtiyaçtır. Yapısal devamlılığa ilişkin kurallar sisteminin hedeflenmesi, inşa edici, yenileştirici ve sistematize edici fonksiyonlarının dikkate alınmasını zorunlu kılarak, keyfilik ve hukuk karşıtlığını engellemiş olur (Dannecher, 2006a:76). 2. CEZA HUKUKU ĠÇĠN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠNĠN ÖNEMĠ Suçu ve cezayı ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunun anlaĢılmasıyla cezalandırmanın amacı üzerine düĢünsel faaliyetler artmıĢ, geçmiĢten günümüze kadar ulaĢmıĢlardır. Kant, Hegel ve E.Brunner‘ın teorisi adalet duygusu zedelenen toplumun tepkisi olan intikamı uygun görmeyerek, adalet duygusunun yeniden kazanılması kavramını kullanırken, Hobbes, Beccaria, Bentham, Schopenhauer ve Feuerbach cezanın amacını çıkarların korunmasında görmüĢlerdir (Dannecher, 2006b:358). Bu bağlamda, Ceza hukuku teorilerine baktığımızda cezalandırmanın amaçlarına iliĢkin çeĢitli yaklaĢımlara rastlarız. Bunları genel olarak, cezayı mutlak bir amaç olarak suç sayılan eylem için verilmiĢ bir karĢılık olarak gören mutlak ceza yaklaĢımı, cezayı suçları önleyici, ıslah edici bir yöntem olarak gören faydacı yaklaĢım ve bu iki yaklaĢımı birlikte değerlendiren karma yaklaĢım olarak özetleyebiliriz (Sururi AktaĢ, 2009:1-24). Cezanın amacı, kendisi ile belirlenen iradeyle birlikte toplumsal olarak toplumun varlığına, sürekliliğine iliĢkin koĢulların güvencesine yöneliktir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Ancak bu amacın günümüzde toplumun ilerlemesi, geliĢmesi koĢullarının güvence altına alınmasını da sağlayabilmesi önemlidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Güvence altına alınacak ortak yaĢam, toplumda insan hayatı, ortaklaĢa yaĢamak ve birlikte var olmak olgularını içermektedir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4) Ceza hukuku açısından beĢeri davranıĢın normu olarak, Kanun bildirme ve belirtme niteliğinden çok yaptırma, emretme niteliğine sahiptir. Emretmenin dildeki ifadesi ise normatif önermelerdir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4). Dolayısıyla, normatif bir önerme olarak kanunun temel niteliği ihlal edilebilir olmasıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:21). Bunun nedeni ihlalsiz suçun olmayıĢı, diğer bir deyiĢle her suçun kural olarak bir değer ya da menfaatin ihlalini gerektirmesidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:22). Ceza Hukuku toplumsal kurumlar arasında önemli bir yere sahiptir. Ülke içi barıĢı ve değerlerin adil paylaĢımına iliĢkin güvenceyi sağlamasıyla beraber sosyal hukuk devletinin temelinde yer alan bireyin özgürlüğü için de gerekli koĢulları sağlamaktadır (Roxin, 2006:55). Modern Ceza Hukukunun kurucusu sayılan Hugo Grotiou‘a göre, ceza hukuku düzenli ortak yaĢam için bir ihtiyaçtır. Ġnsanlar varoluĢları gereği değiĢim, ortak yaĢam ve güvene ihtiyaç duyarlar (Roxin, 2006:56). Dolayısıyla, ceza hukuku bu ihtiyaçları barıĢ ve düzen içerisinde sağlamak için gerekli toplumsal kontrol sistemleri arasında temel bir öneme sahiptir (Roxin, 2006:78). Bunun nedeni ise ceza hukukunun ana konusunun topluma uymayan davranıĢları önlemek oluĢudur (Dannecher, 2006b:356). Ceza hukukunun kötüye kullanımlarını engellemek ve ceza hukukunun kiĢi hak ve özgürlüklerin güvencesi olmasını sağlamak amacıyla, demokratik hukuk toplumlarında evrensel nitelikli ilkeler oluĢturulmuĢtur (Sözüer, 2013:10). Winfried Hassamer‘e göre ceza hukuku, kültüre kuvvetli Ģekilde bağlı olan ve bu nedenle kültürler arasında hareket etmesi mümkün olmayan bir hukuk alanıdır (Sözüer, 2013:11). Örneğin suçu belirlerken kendi emir ve yasaklarının bağlayıcılığından hareket ederek diğer kültürlerden gelen yabancılardan bu emir ve yasaklar hakkında bilgi sahibi olmalarını bekler (Dannecher, 2006b:353355). Ceza hukuku biliminin bakıĢ açısının ne olduğu sorusuna verilecek cevap, cezanın amacıyla iliĢkilendirilmiĢ olarak ulusal veya uluslararası ceza hukuku dogmatiğine kadar uzanır (Dannecher, 2006a:76). 188 Buradan hareketle, ceza hukukunun görevi, sosyo-kültürel ve tarihsel açıdan geleneksel özelliklere dayanan Birlik hukukunun ulusal sınırlarını oluĢturmaktadır diyebiliriz. Ayrıca, topluluk yararına yorum yoluyla ulusal ceza hukuku açısından topluluk hukukuna iliĢkin önkoĢulları dikkate almak da ceza hukuku dogmatiğinin ödevidir (Dannecher, 2006a:76). 3. ESKĠ VE YENĠ TÜRK CEZA KANUNLARINDAKĠ SUÇ SĠSTEMATĠKLERĠNĠN KARġILAġTIRILMASI Türk Hukuk Düzeni ―temel norm‖ ya da bir ―kurucu iktidar iĢlemi‖ niteliği taĢıyan Anayasanın ilk üç maddesinin koyduğu ―demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti‖ ilkelerinin oluĢturduğu etiksiyasi düzene aykırı olamaz (Hafızoğulları ve Özen, 2012:7). Temelinde 1889 tarihli Ġtalyan Ceza Kanunu yatan, kaynağı Aydınlanma dönemi ceza kanunları olan (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8) 1926 yılında yürürlüğe giren ve 60 defadan fazla değiĢikliğe uğrayan (Roxin ve Ġsfen, 2006:277) ancak her defasında omurgası korunan Hafızoğulları ve Özen, 2013:8).765 Sayılı Mülga Türk Ceza Kanunundaki suç sistematiği on kategori Ģeklinde tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Bunlar; Devletin ġahsiyetine KarĢı Cürümlerdir, Hürriyet Aleyhinde ĠĢlenen Cürümlerdir, Devlet Ġdaresi Aleyhinde ĠĢlenen Cürümler, Adliye Aleyhinde Cürümler, Ammenin Nizamı Aleyhine ĠĢlenen Cürümler, Ammenin Ġtimadı Aleyhinde Cürümler, Ammenin Selameti Aleyhinde Cürümler, Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler, ġahıslara KarĢı Cürümler, Mal Aleyhinde Cürümler Ģeklinde sıralanmıĢtır. En son Babı oluĢturan ―biliĢim alanında suçlar‖ ise bağımsız bir suç kategorisi olarak kanuna sonradan eklenmiĢtir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 1998: 37-629). Ayrıca kanunda kabahatler cürümlere paralel olarak tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi, suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra giderek karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). 765 sayılı Türk Ceza Kanununda belirlenmeyen amaç maddesinden faklı olarak 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Yeni Türk Ceza Kanunu, suçları ―özel hükümler‖ adı altında dört kısımda tasnif etmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen,2013:8). Özel hükümler kısmında; Uluslararası Suçlar; soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları olarak belirtilmiĢtir. KiĢilere karĢı suçlar ise; hayata karĢı suçlar, vücut dokunulmazlığına karĢı suçlar, iĢkence ve eziyet suçu, koruma gözetim, yardım veya bildirim yükümlülüğünün ihmali, çocuk düĢürtme, düĢürme veya kısırlaĢtırılma suçları, cinsel dokunulmazlığa karĢı suçlar, hürriyete karĢı suçlar, Ģerefe karĢı suçlar, özel hayata ve hayatın gizli alanına karĢı suçlar, malvarlığına karĢı, suçlar Ģeklinde sıralanmıĢtır (Özbek, Kanbur, Bacaksız v.d., 2010:9). Yeni Ceza Kanununun üçüncü kısmın da ise topluma karĢı suçlar yer almaktadır. Bu kısmın bölümleri, genel tehlike yaratan suçlar, çevreye 189 karĢı suçlar, kamunun sağlığına karĢı suçlar, kamu güvenine karĢı suçlar, kamu barıĢına karĢı suçlar, ulaĢım araçlarına veya sabit platformlara karĢı suçlar, genel ahlaka karĢı suçlar, aile düzenine karĢı suçlar, ekonomi, sanayi ve ticarete iliĢkin, biliĢim alanına iliĢkin suçlar Ģeklindedir. Bir diğer kısım olan millete ve devlete karĢı suçlar ise kamu idaresinin güvenilirliğine ve iĢleyiĢine karĢı, adliyeye karĢı, devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karĢı, devletin güvenliğine karĢı, anayasal düzene ve bu düzenin iĢleyiĢine karĢı, milli savunmaya karĢı, devlet sırlarına karĢı suçlar ve casusluk, yabancı devletlerle olan iliĢkilere karĢı suçları içermektedir (Ġzzet Özgenç, 2005:775-1128). 765 sayılı mülga TCK ile 5237 sayılı TCK‘daki suç sistematiğinde insan hakları bağlamında öne çıkan bazı maddelerin karĢılaĢtırılması aĢağıdaki tabloda belirtilmiĢtir. 5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU 5237 sayılı Vücut dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar için ağır cezalar öngörülmüĢtür (m. 86, 87, 88, 89). 765 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU 765 sayılı Kanun üzerindeki eleĢtirilerden birisi de, insanın vücut bütünlüğünün, mala göre daha az korunduğu hususu idi. Bu tespit doğrultusunda Kanunda, vücut dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar bakımından, mala karĢı iĢlenen suçlara göre daha fazla cezalar öngörülmüĢtür. Madde 2. (1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden baĢka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz. (2) Ġdarenin düzenleyici iĢlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniĢ yorumlanamaz. Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma Madde 53. KiĢi, kasten iĢlemiĢ olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkûmiyetin kanuni sonucu olarak; Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluĢlarca verilen, atamaya veya seçime tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten, Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasî hakları kullanmaktan, Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan, Vakıf, dernek, sendika, Ģirket, kooperatif ve siyasî parti tüzel kiĢiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan, Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢunun iznine tâbi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir Madde 1 – Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan baĢka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz. Suçlar; cürüm veya kabahattir. Madde20 – Hidematı ammeden memnuiyet cezası müebbet veya muvakkattir. Müebbeden Hidamatı ammeden memnuiyet: 1-Devairi intihabiyede müntehip veya müntehap olmaktan ve sair bilcümle hukuku siyasiyeden, 2- Büyük Millet Meclisi azalığından ve intihaba tabi olan veya devlet ve vilayet ve Belediye ve köy tarafından veya bunların teftiĢ ve murakabesi altında bulunan müessesat canibinden tevcih kılınan bilcümle memuriyet ve hizmetlerden, 3-Devletçe veya salahiyettar ilmi encümenlerce tevcih olunan rütbe ve unvan ve niĢan ve madalyalardan. 4- Bundan evvelki bentlerde beyan edilen niĢan, rütbe, unvan, sıfat, hizmet ve memuriyetlerden birinin bahĢettiği maaĢlı veya fahri her türlü hukuktan, 190 olarak icra etmekten, Yoksun bırakılır. KiĢi, iĢlemiĢ bulunduğu suç dolayısıyla mahkûm olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu hakları kullanamaz. Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen veya koĢullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanmaz. Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında birinci fıkranın (e) bendinde söz konusu edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına karar verilebilir. Kısa süreli hapis cezası ertelenmiĢ veya fiili iĢlediği sırada onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olan kiĢiler hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz. Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkûmiyet hâlinde, ayrıca, cezanın infazından sonra iĢlemek üzere, hükmolunan cezanın yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar dolayısıyla sadece adlî para cezasına mahkûmiyet hâlinde, hükümde belirtilen gün sayısının yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Hükmün kesinleĢmesiyle icraya konan yasaklama ile ilgili süre, adlî para cezasının tamamen infazından itibaren iĢlemeye baĢlar. (6) Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla iĢlenen taksirli suçtan mahkûmiyet hâlinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleĢmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren iĢlemeye baĢlar. 5- Mahküm olan kimsenin kanunu medeni hükmünce kendi füruu üzerinde haiz olduğu velayet hakkı müstesna olmak üzere velayet ve vesayete müteallik bir hizmette bulunmaktan, 6- Bundan evvelki bentlerde beyan edilen her türlü hakları, unvanları, rütbeleri, niĢanları, sıfatları, hizmet ve memuriyetleri ihraz ehliyetinden, Mahrumiyet hususlarıdır. Geçici olarak kamu hizmetlerinden yasaklanma cezası, hükümlünün, üç aydan üç yıla kadar yukarıda gösterilen siyasi haklar, hizmet, memuriyet, sıfat,rütbe ve niĢandan ve bunları ceza süresi içinde yeniden elde etmek ehliyetinden mahrumiyetidir. Hidematı ammeden memnuiyet cezasının bu hizmetlerden bazılarına hasr edildiği hallerle muayyen bir meslek veya sanatın icrasına Ģamil olduğu halleri kanun tayin eder. Madde 25 – Muayyen bir meslek ve sanatın tatili icrası üç günden iki seneye kadardır. Madde 33 – BeĢ seneden ziyade ağır hapis cezasına mahküm olanlar ceza müdetleri zarfında mahcuriyeti kanuniye halinde bulundurulur. Ve emvalinin idaresinde mahcurlar hakkındaki kanunu medeni ahkamı tatbik olunur. BeĢ seneden ziyade ağır hapse mahküm olan Ģahsın ceza müddeti zarfında babalık hakkından ve kocalık sıfatının bahĢettiği kanuni haklardan mahrumiyetinede hüküm verilebilir. Madde 34 – Bir cürüm ile katiyen mahkümiyet; kanunen siyasi bir hizmete intihap olunabilmek kabiliyetini selbettiği veya memuryetten mahrumyeti müstelzim olduğu takdirde azalık ve memuriyetin zevalinide mucip olur. Madde 35 – Kanunun tayin ettiği ahvalden maada resmi sıfatı veya icrası ait olduğu daireden verilecek ruhsatname ve Ģehadetname gibi vesikaya muhtaç olan bir meslek ve sanatı suistimal suretiyle iĢlenen cürüm 191 Hak yoksunlukları Madde 17. (1)Yukarıdaki maddelerde açıklanan hâllerde mahkeme, yabancı mahkemelerden verilen ve Türk hukuk düzenine aykırı düĢmeyen hükmün, Türk kanunlarına göre bir haktan yoksunluğu gerektirmesi hâlinde, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine Türk kanunlarındaki sonuçlarının geçerli olmasına karar verir. ve kabahatlere müteallik hükümler mahkümun mahküm olduğu müddete veya cezayı nakdinin ademi tediyesinden dolayı ne miktar hapis cezası verilmek lazımgelirse o miktara muadil olacak ve yirminci ve yirmi beĢinci maddelerde muayyen müddetlerin azami hadlerini geçmiyecek bir müddetle muvakkaten hidematı ammeden memnuiyetini veya meslek ve sanatının tatilini dahi istilzam eder. Sair meslek ve sanatlar hakkında tatili icabettiren ahvali kanun tayin eder. Madde 41–Hidematı ammeden memnuiyet, veya muayyen bir meslek ve sanatın tatili cezası, gıyaben verilen kararlara müteallik ahkamı kanuniye müstesna olmak üzere, hükmün katileĢdiği tarihten baĢlar. Eğer hidematı ammeden memnuiyet veya bir meslek ve sanatın tatili ve sair ehliyetsizlik cezası Ģahsi hürriyeti tahdit eden diğer bir cezaya bağlı olur veya bir ceza mahkümiyetinin neticesi bulunursa asıl cezanın icrası müddetince devam etmekle beraber hüküm ilamında veya kanunda tayin edilen müddet ancak cezanın ikmal edildiği veya sakit olduğu günden baĢlar. Madde8– Bundan evvelki maddelerde beyan olunan ahvalde ecnebi mahkemeden verilen ve Türk kanunlarına muvafık bulunan hüküm Türk kanununca gerek asli ve gerek fer'i olarak hidematı ammeden memnuiyeti veya sair güna iskatı ehliyeti mucip bir cezayı mutazammın olduğu takdirde müddei umuminin talebi üzerine ecnebi memlekette hüküm olunan mahrumiyet ve iskatı ehliyet cezaları netayicinin Türkiye‘de dahi cari olacağına mahkeme karar verebilir. Müddei umuminin talebi üzerine mahkemece bir muamele yapılmazdan evvel mahkum dahi ecnebi mahkemesinden verilen hükmün Türkiye mahkemesince yeniden 192 Kast Madde 21. Suçun oluĢması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleĢtirilmesidir. (2)KiĢinin, suçun kanunî tanımındaki unsurların gerçekleĢebileceğini öngörmesine rağmen, fiili iĢlemesi hâlinde olası kast vardır. Bu hâlde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmi beĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir. Cezalar Madde 45. Suç karĢılığında uygulanan yaptırım olarak cezalar, hapis ve adlî para cezalarıdır. Mahsup Madde 63. (1) Hüküm kesinleĢmeden önce gerçekleĢen ve Ģahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bütün hâller nedeniyle geçirilmiĢ süreler, hükmolunan hapis cezasından indirilir. Adlî para cezasına hükmedilmesi durumunda, bir gün yüz Türk Lirası sayılmak üzere, bu cezadan indirim yapılır. Takdiri indirim nedenleri Madde 62. Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis; müebbet hapis cezası yerine, yirmibeĢ yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda tetkikini talep etmek hakkını haizdir. Madde 45 – Cürümde kasdin bulunmaması cezayı kaldırır. Failin bir Ģeyi yapmasının veya yapmamasının neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun o fiile ceza tertip ettiği ahval müstesnadır. Kabahatlerde kasit sabit olmasa bile herkes kendi fiil veya ihmalinden mesuldür. Failin öngördüğü neticeyi istememesine rağmen neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde ceza üçte bir oranında artırılır. Madde 11 – Cürümlere mahsus cezalar Ģunlardır: 1 – (Ġdam cezası 14.07.2004 gün, 5218A S.K. ile yürürlükten kaldırılmıĢtır.), 2 - Ağır hapis, 3 - Hapis, 4 – ( Sürgün cezası 647 SK. nun geçici 2. md. Ġle yürürlükten kaldırılmıĢtır.) 5 - Ağır cezayı nakdi, 6 - Hidematı ammeden memnuiyet. Kabahatler için mevzu cezalar Ģunlardır: 1 - Hafif hapis, 2 - Hafif cezayı nakdi, 3 - Muayyen bir meslek ve sanatın tatili icrası. Bu kanunda Ģahsi hürriyeti tahdit eden cezalar tabirinden ağır hapis, hapis, sürgün ve hafif hapis cezaları murad olunur. Madde 40 – Hüküm katiyet kesbetmeden evvel vuku bulan mevkufiyet ceza mahkûmiyetlerinden indirilir. Eğer cezayı nakdi tertip olunmuĢ ise tenzil, 19 uncu maddede gösterilen hesaba göre yapılır. Madde 59 – Kanuni tahfif sebeplerinden ayrı olarak mahkemece her ne zaman fail lehine cezayı hafifletecek takdiri sebepler kabul edilirse idam cezası yerine müebbet ağır hapis ve müebbet ağır hapis yerine 30 sene ağır hapis cezası hükmolunur. 193 birine kadarı indirilir. (2)Takdiri indirim nedeni olarak, failin geçmiĢi, sosyal iliĢkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranıĢları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir. Diğer cezalar altıda birden olmamak üzere indirilir. Ceza zamanaĢımı ve hak yoksunlukları Madde 69. (1) Cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunluklarının süresi ceza zamanaĢımı doluncaya kadar devam eder. Madde 115 – Amme hizmetlerinden muvakkat memnuiyet yahut diğer bir ıskatı ehliyet cezası veya bir meslek ve sanatın tatili icrası sair cezalara zam ve ilave edildiği veyahut bir hüküm neticesi olduğu takdirde ıskatı ehliyet ve tatili meslek ve sanat cezaları, onlar için muayyen olan müddetin iki misline muadil bir müddet geçmedikçe sakıt olmazlar ve iĢbu müruru zaman aslı mücazatın sakıt olduğu tarihten itibaren cereyana baĢlar. Madde 183 – Kanunda yazılı hallerin haricinde bir kimsenin üzerini aramak için emir veren yahut bizzat arayan memur altı aya kadar hapis olunur. Haksız arama Madde 120. (1) Hukuka aykırı olarak bir kimsenin üstünü veya eĢyasını arayan kamu görevlisine üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verilir. Göçmen kaçakçılığı Madde 79. Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal olmayan yollardan; Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede kalmasına imkân sağlayan, Türk vatandaĢı veya yabancının yurt dıĢına çıkmasına imkân sağlayan, KiĢi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı oranında artırılır. (3) Bu suçun bir tüzel kiĢinin faaliyeti çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, tüzel kiĢi hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. fazla Madde 201/a – Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yabancı bir devlet tâbiiyetinde bulunan veya vatansız olan veya Türkiye‘de sürekli olarak oturmasına yetkili mercilerce izin verilmemiĢ bulunan kimselerin Türkiye‘ye yasal olmayan yollardan girmelerini veya ülkede kalmalarını, bu kiĢilerin veya Türk vatandaĢlarının yasal olmayan yollardan ülke dıĢına çıkmalarını sağlamaya göçmen kaçakçılığı denilir. Göçmen kaçakçılığı suçunun faillerine veya böyle bir suça iĢtirak etmeksizin, daha önce ülkeye sokulmuĢ veya girmiĢ kaçak göçmenleri, maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal olmayan yollarla ülkeden çıkaranlara, yasal koĢullara uymaksızın ülkede kalmalarını olanaklı kılanlara, bu maksatla sahte kimlik veya seyahat belgelerini hazırlayanlara veya temin edenlere ya da bu suçlara teĢebbüs edenlere, fiilleri baĢka bir suç oluĢtursa bile ayrıca iki yıldan beĢ yıla kadar ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır para cezası verilir; suçun iĢlenmesinde kullanılan taĢıtlar ve bu fiil nedeniyle elde 194 Ġnsan ticareti Madde 80. Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzerî uygulamalara tâbi kılmak, vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir. Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen ve suçu oluĢturan fiiller var olduğu takdirde, mağdurun rızası geçersizdir. Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olanların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya barındırılmaları hâllerinde suça ait araç fiillerden hiçbirine baĢvurulmuĢ olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir. (4) Bu suçlardan dolayı tüzel kiĢiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur. ĠĢkence Madde 94. Bir kiĢiye karĢı insan onuruyla bağdaĢmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aĢağılanmasına yol açacak davranıĢları gerçekleĢtiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Suçun; Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kiĢiye ya da gebe kadına karĢı, Avukata veya diğer kamu görevlisine karĢı görevi dolayısıyla, ĠĢlenmesi hâlinde, sekiz yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Fiilin cinsel yönden taciz Ģeklinde gerçekleĢmesi hâlinde, on yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu suçun iĢleniĢine iĢtirak eden diğer kiĢiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır. (5) Bu suçun ihmali davranıĢla iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezada bu nedenle indirim yapılmaz. edilen maddî menfaatler müsadere edilir. Madde 201/b – Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzeri uygulamalara tâbi kılmak, vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla, tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye beĢ yıldan on yıla kadar ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır para cezası verilir. Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen ve suçu oluĢturan eylemler var olduğu takdirde, mağdurun rızası yok sayılır. Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ çocukların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya barındırılmaları hâllerinde suça ait araç fiillerden hiçbirisine baĢvurulmuĢ olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir. Madde 243 – Mahkemeler ve meclisler reis ve azalarından ve sair hükümet memurlarından biri maznun bulunan kimselerin cürümlerini söyletmek için iĢkence eder yahut zalimane veya gayri-insani veya haysiyet kırıcı muamelelere baĢvurursa beĢ seneye kadar ağır hapis ve müebbeden veya muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezası ile mahküm olur. Fiil neticesinde ölüm vukua gelirse 452 nci, sair hallerde 456 ncı maddeye göre tertip olunacak ceza üçte birden yarıya kadar artırılır. 195 Eski ve yeni kanun arasındaki farklılıklar burada ortaya konulandan çok daha fazla olmakla birlikte değerlendirmemiz konumuz kapsamındakileri içermektedir. 4. SONUÇ 5237 sayılı Kanunla 765 sayılı Türk Ceza Kanununun sistematik yapısı tamamen değiĢtirilerek, Yeni Türk Ceza Kanunu, eskisinden farklı olarak yalnız hükümleri bakımından değil sistematiği bakımından da ―insan merkezli‖ bir kanun halini almıĢtır (Roxin ve Ġsfen, 2006:280). 765 sayılı Kanunun sistematiğinde, öncelikle Devletin Ģahsiyetine karĢı suçlar düzenlenmiĢken; 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda bireye verilen önemi vurgulamak amacıyla, insanlığa karĢı suçlar ve kiĢilere karĢı suçlar, özel hükümler arasında, öncelikle düzenlenmiĢtir (Sözüer, 2013:10). 5237 sayılı Kanunla, 765 sayılı Kanunda yer alan yaptırım sistematiği de önemli değiĢiklikler uğramıĢtır. 19. yüzyıl ceza hukuku anlayıĢı kaldırılmıĢ, yaptırımlar, ceza ve güvenlik tedbiri olarak belirlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Suçlar arasındaki ―cürüm‖ ve ―kabahat‖ ayırımı terk edildiği için, hürriyeti bağlayıcı ceza açısından kabul edilen ―hapis‖ ve ―hafif hapis‖ ayırımı da kaldırılmıĢtır. Böylece, temel ceza olarak, hapis cezası benimsenmiĢtir (Sözüer, 2013:17). 5237 sayılı Kanunla birey ön plâna çıkarılmıĢtır. KiĢinin hayatı, vücut bütünlüğü, cinsel dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, haberleĢme hürriyeti, fikir ve düĢünce hürriyeti ve bunu ifade edebilme imkânı sağlanmıĢtır (Sözüer, 2013:24). Bireyin sahip bulunduğu hukukî değerlerle, hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, kanun koyucunun amaç maddesinin gerekçesinde belirttiği Ģekliyle oluĢturulmuĢtur. Bireyin bir hukuk toplumunda yaĢama hakkının gereği olarak, kamu düzeni ve güvenliğinin korunması ile suç iĢlenmesinin önlenmesi, Kanunun temel amaçları arasında sayılmıĢtır (Sözüer, 2013:7-26). Eski Kanunda ayrı bir kısmı oluĢturan hürriyete karĢı suçlar, 5237 sayılı kanunda Ģahsa karĢı suçlar baĢlığı altında düzenlenmiĢtir. Oysa 765 sayılı kanun ―hürriyet‖ olgusunu baĢlı baĢına bir değer olarak kabul ederek bu doğrultuda bu değerin çeĢitli görünüm biçimlerine göre hukuki konu saptamıĢtır. Yeni kanunda ise ―hürriyet‖ kiĢiye yönelik olduğu için kiĢisel bir değer olarak kabul edilerek, mağdurun rızasının fiili meĢru hale getirip getiremeyeceği sorunun ortaya çıkarmıĢtır. (Özar, 2006:107). Uluslararası antlaĢmalarda yer alan düzenlemeler göz önünde bulundurularak, kadınlar ve çocuklarla ilgili çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri Kanunda suç olarak hükme bağlanmıĢ, çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri için ceza öngörülmüĢtür (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Kast, doğrudan kast ve olası kast olarak; taksir ise, taksir ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılmıĢ ve bunlara iliĢkin hükümlere yer verilmiĢtir. Gönüllü vazgeçme, soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, yeniden düzenlenmiĢ ve töre saikıyla insan öldürme, nitelikli insan öldürme suçu olarak kabul edilmiĢtir. Ġnsan üzerinde deney, organ ve doku ticareti, ayırımcılık, kiĢiler arasındaki konuĢmaların dinlenmesi ve kayda alınması suç haline getirilmiĢtir. KiĢisel verilerin kayda alınması, ele geçirilmesi ayrı bir suç olarak kabul edilmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277-291). ġartla salıverme, para cezasının infazı, hapis cezalarının özel infaz Ģekilleri gibi doğrudan infaz hukukunu ilgilendiren hükümlere yer verilmemiĢ, bunlar Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunda düzenlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:282). 5237 sayılı TCK, suçun hukuki konusu ve suçla ihlal edilen ceza ile korunan hukuki değer veya menfaatin omurgasını oluĢturduğu 765 sayılı TCK‘dan farklılık göstermektedir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:10). 5237 sayılı TCK‘un getirdiği yeniliklerden biri de yeni suçlara yer vermesidir. Öte yandan Yeni TCK Mülga TCK‘un birçok maddede tanımladığı fiilleri tek bir maddede toplamıĢtır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:11). Yeni TCK‘un suç ve kabahat ayrımını yaparak, Mülga TCK‘na göre hürriyet alanını geniĢlettiği söylenebilir. Cumhuriyetin baĢlangıcı dönemindeki Ceza Hukuku reformunun amacı yeni kurulan cumhuriyet rejimi anlayıĢını ―yukarıdan aĢağıya‖ doğru topluma hâkim kılmakken, 2004‘te baĢlayan Türk Ceza Hukuku reformunun amacı ise ―aĢağıdan yukarıya‖ doğru birey özgürlüklerini güçlendirmek ve güvenceye almak olarak nitelendirebilir (Sözüer, 2013:22). 196 Bu amaçla hareket edilerek oluĢturulan 2005 Türk Ceza Hukuku Reformunda öne çıkan hususlar ise ölüm cezasının kaldırılması, iĢkence uygulamalarına son verilmeye yönelik düzenlemeler, kolluk kuvvetlerinin silah kullanma yetkisinin sınırlandırılması, halkı kin ve düĢmanlığa tahrik veya aĢağılama suçu gibi ifade özgürlüğü için sorun yaratan suçların yeniden kaleme alınması, terör örgütü gibi muğlâk ifadelerin cebir, tehdit gibi yöntemleri kullanarak suç iĢleyen ―silahlı örgütler‖ olarak belirlenmesi, vücut dokunulmazlığı, cinsel dokunulmazlık ve özel hayatın dokunulmazlığına karĢı suçlarda hukuki değerlerin bireyin dokunulmazlığı anlayıĢına uygun Ģekilde düzenlenmesi Ģekilde sıralanabilir (Sözüer, 2013:23). Ancak, amaç belirlemesinin tatmin edici olmadığı eleĢtirilerinden baĢlamak üzere doktrinde 5237 sayılı TCK‘un yeterli düzenlemeleri sağlayamadığına dair görüĢler de mevcuttur. Bunun nedeni, geniĢ tutulmuĢ bazı kavramların diğer belirsiz kavramlarla örtülmeye çalıĢılmasıdır. Oysaki vatandaşların barış içinde ve güvenli olarak beraber yaşamaları için kaçınılmaz olan kişinin ve toplumun hukuki değerlerini, bunları daha hafif başka hukuki ve sosyal-politik tedbirlerle korumanın mümkün olmadığı durumlarda korumaktır Ģeklinde belirtilen bir amacın görece daha yerinde olacağına yönelik düĢünceler vardır (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Öte yandan, eski TCK‘da suçların tasnifinde esas alınan suçun hukuki konusu düĢüncesinin göz ardı edilmesi, suçların genel tasnifinin kendi içinde tutarsız olduğuna dair, Anayasa ve AĠHS ile mutlak insan hakkı sayılan siyasi hürriyetler, din ve vicdan hürriyetine karĢı suçların baĢka suçlar arasına serpiĢtirilmiĢ olması, kanunun dilinin Türk dilinin bugün geldiği noktayı yansıtamıyor oluĢu, kanunun özel hükümleri kısmındaki suç tanımlarında eksikliklerin bulunması, 765 sayılı kanundaki suçların çoğunu bir araya toplaması ve suçların sayısını arttırarak kiĢilerin hürriyet alanını daralttığına dair eleĢtiriler yer almaktadır (Hafızoğulları, Özen, 2013:2-28). KAYNAKÇA AktaĢ S. (2009). Cezalandırmanın Amacı Üzerine. Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIII, S. 1–2, 1-24. Artuk, M., Gökcen A.,Yenidünya, C. (1998). Ceza Hukuku Özel Hükümler. Ankara: Seçkin. BektaĢ, R. (Ekim 2009). Türkiye‘de Suç Politikalarının Epistemolojik-Hukuki Temeli Üzerine Bir AraĢtırma. 6. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı. 698-716. Dannecker, G. (2006). Ceza Hukukunun Avrupa Hukuk Kültürüne Katkısı, Suç Politikası, (P.Bacaksız, Çev. ) , (ss.353-374). Ankara: Seçkin. Dannecher, G. (2006). Ceza Hukuku Biliminin BakıĢ Açıları. Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss. 7182) Ankara: Seçkin. DemirbaĢ, T. (2012). Kriminoloji. (4.bs.) Ankara: Seçkin. Hafızoğulları, Z.,Güngör D. (2007). Türk Ceza Hukukunda Suçların Tasnifi. TBB Dergisi. Sayı 69, 21-50. Hafızoğulları, Z., Özen, M. (2013).Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Kişilere Karşı Suçlar. (3.bs) Ankara: Us-a Yayıncılık. Hafızoğulları, Z.,Özen, M. (2012). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümle. (5.bs) Ankara: Us-a Yayıncılık. Özar S. (2006). Türk Ceza Kanunun Sistematiğine ĠliĢkin Kritik Noktalar. Ankara Barosu Dergisi Sayı 3. 97-114. Özbek, V., Kanbur, M., Bacaksız P. v.d. (2010). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler. Ankara: Seçkin. Özgenç Ġ. (2005). Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi Genel Hükümler. (2.bs) Ankara: Seçkin. Roxin C. (2006). Ceza Hukukunun bir Geleceği Var mıdır? Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss.55-70) Ankara: Seçkin. Roxin C., Ġsfen O. (2006). Yeni Türk Ceza Kanunu‘nun Genel Hükümleri, Suç Politikası, (O. Ġsfen 197 Çev.),( ss.277-293), Ankara: Seçkin. Sözüer, A. (2013). Türk Ceza Hukuku Reformu Mevzuatı, Ġstanbul: Alfa Basım. 198 “HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR”: ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI Ġrem Burcu ÖZKAN1 ÖZET Fransız Devrimi sonrası filizlenen ulus devlet ve milliyetçilik düĢüncelerinin oluĢturduğu ve bu kavramlarla organik bağ içinde ortaya çıkan vatandaĢlık, küreselleĢme çağı olarak adlandırılan günümüz dünyasında adından sıkça söz edilen ve üzerinde önemle durulan bir kavram olmaya devam etmektedir. Bunun yanında uluslararası hukukun aktörleri olan hükümetler arası örgütler ile bu örgütlerin üye devletleri eliyle hazırlanan ve iç hukuklarda yürürlüğe konulan belgelerle ―insan hakları‖ alanının birçok alt baĢlığı evrenselleĢtirilmekte ve ihlaller çeĢitli mekanizmalar yoluyla tespit ve tazmin edilmektedir. Bu noktada; bir siyasi topluluğa üyelikten kaynaklanan ―vatandaĢlık hakları‖ ile evrensel olarak insanlığın üyesi olmaktan kaynaklanan ―insan hakları‖ arasındaki iliĢki, üzerinde durulmaya değer bir husus olarak karĢımıza çıkmaktadır. Konuya dair araĢtırma; eĢitlik ve özgürlük üzerinden yürütülen tartıĢmalar, vatansızların çalıĢma konusu bağlamındaki durumu ve küreselleĢme koĢullarında konuyla ilgili tartıĢmaların geldiği noktanın tespit edilmeye çalıĢılması ile sınırlandırılmıĢtır. ÇalıĢmanın konusuna iĢaret etmesi itibariyle 1949-1957 yılları arasında Ġstanbul Valiliği yapmıĢ olan Fahrettin Kerim Gökay‘ın medyaya yansıyan ünlü cümlesi baĢlık olarak kullanılmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Vatandaşlık, insan hakları, haklara sahip olma hakkı, vatansızlık, tikellik, evrensellik. ABSTRACT The notion of citizenship, which has an organic bond with nation-state and nationalism that began to develop after the French Revolution, still continues to be a notion that being discussed and being elaborated in today which is called the age of globalization. Besides, through the documents which are prepared by the Inter-Governmental Organizations and their member states and brought into force in domestic law; many subtitles of ―human rights‖ are being universalized and the violations are being detected and compensated by variety of mechanisms. At this point, the relationship between ―rights of citizens‖ which arise from the membership of a political community and ―human rights‖ which have its source in the membership of humanity becomes a point to worth examining. This research content is limited its content with the discussions on equality and liberty, the state of statelessness and the point that these discussions arrived at the condition of globalization. In the respect of indicating the research subject, a well-known statement of a former governor of Istanbul(1949-1957) named Fahrettin Kerim Gökay, is being used as the title. Keywords: Citizenship, human rights, right to have rights, statelessness, particularism, universalism. I- TĠKEL VATANDAġ VE EVRENSEL ĠNSAN Ġnsan hakları ile vatandaĢlığın bir arada değerlendirilmesi karĢımıza iki soru üzerinden farklı teorik yaklaĢımlar çıkarır: bunlar ―insanın‖ ne olduğuna ve insan ile devlet arasındaki iliĢkinin algılanıĢına iliĢkindir. Dina Kiwan, bireye ve birey-devlet iliĢkisine dair farklı anlayıĢlar üzerinden, vatandaĢlığı, 1 AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, iremburcuozkan@gmail.com. 199 kavramın tarihsel geliĢimini takip eden beĢ temel kategori içinde değerlendirir. Bunlar; ahlaki, hukuki, kozmopolit, kimlik temelli ve katılım temelli vatandaĢlık kategorileridir (Kiwan, 2005: 38). VatandaĢlığın ahlaka iliĢkin kategorisinin izlerini Antik Yunan‘a ve ―adil toplum‖ ile ―adil birey‖ arasında sıkı bir iliĢki olduğunu öne süren ve ahlaki eğitimin devletin en önemli iĢlevi olduğunu ifade eden Platon‘a değin sürebilmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Platon‘un vatandaĢı, devlete karĢı hakları olan bir birey olarak değil, doğası gereği sosyal olan insan tabiatını kastederek ele almasıdır. Zira Platon‘a göre devlet için en iyi olan, onun vatandaĢları için de en iyi olacaktır. VatandaĢlığın ahlaki inĢasına iliĢkin güncel formülasyonların da vatandaĢlık ve ―değer‖ üzerinden Ģekillendiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan Platon‘un kavramsallaĢtırmasına yakın durmakla beraber bugün farklı olan husus, insan mefhumunun siyasi doğasına bugün artık merkezi önem addedilmemesidir. Bugün değerler bağlamında üzerinde durulan en önemli hususlardan biri çok kültürlü toplumlarda ―paylaĢılan değerler‖ bakımından bir formülleĢtirmeye gitme çabasıdır (Kiwan, 2005: 39) . VatandaĢlığı, onun hukuki yönünü vurgulayarak ele alan ilk vatandaĢlık anlayıĢını Roma‘da bulmak mümkündür. Roma vatandaĢlığında tam teĢekküllü vatandaĢın haiz olduğu altı ayrıcalık bulunur. Bunların dördü kamusal alana iliĢkin olup (askerlik hizmeti, mecliste oy hakkı, memuriyete seçilebilme ve uyuĢmazlığı yargı önüne götürebilme) diğer ikisi özel hayata iliĢkindir (yabancı ile evlenme ve diğer Roma vatandaĢlarıyla ticaret yapabilme). Birey, öncelikli olarak bu haklar ve ödevler bileĢeninden ibaret olarak anlaĢılır ve bu noktada bireyin hak ve ödevleri ile vatandaĢın hak ve ödevleri üst üste biner. Roma vatandaĢlık anlayıĢının hukuki yönü oldukça ağır basmasına rağmen Antik Yunan‘da görülen devlete sadakat ve değer mefhumları da önemini yitirmez. VatandaĢlığın ve devletin modern liberal anlamı genel itibariyle on yedinci yüzyıl Avrupa‘sında tezahür etmeye baĢlamıĢ, devletin egemenliği ve ―yabancı‖nın tarifi hususları üzerine eğilmeye değer görülmüĢtür. Liberalizm teriminin anlamı da zaman içinde seçme özgürlüğü düĢüncesi ve bireylerin sahip oldukları doğal haklarla birlikte özgür ve eĢit olmaları ile birlikte anılmaya baĢlanmıĢtır. Bireyin hakları üzerindeki bu vurgu aslında vatandaĢlığın hukuki kavrayıĢına denk düĢmektedir. (Kiwan, 2005: 40) Thomas Hobbes ve John Locke‘un egemen devlet anlayıĢlarında da görebildiğimiz üzere, modern Avrupa liberalizminin düsturu, devletin, kendi çıkarlarını en iyi kendileri tayin edecek olan vatandaĢlarının hak ve özgürlüklerini korumak adına var olduğudur. (Kiwan, 2005: 40) Bu bağlamda Fransız vatandaĢlığının yapısını incelemek faydalı olacaktır. Fransa‘da vatandaĢlığın formülü, insan haklarının devletten kaynaklanması ve insan haklarına belli bir siyasi toplumun üyesi olma üzerinden sahip olma, dolayısıyla ―Fransız olma‖ üzerinden oluĢmuĢtur. Ġnsan haklarının sahip olunan uyrukluktan kaynaklandığı bu anlayıĢ, bu bağlamda, insanlık ailesini evrensel olarak kucaklayan insan hakları mefhumuna açık bir karĢıtlık oluĢturmaktadır (Shafir ve Brysk, 2006: 278; Kiwan, 2005: 47). Aidiyet üzerinden değerlendirilen vatandaĢlığı incelediğimizde karĢımıza, katılım boyutuna olduğu kadar ―aidiyet‖ yönüne de önemli vurgular yapan komüniteryan teoriler çıkar.Bu teoriler liberalizmin insan konseptine eleĢtiri getirerek insanın ―bir bağlam içinde‖ ele alınması gerektiğine iĢaret etmiĢtir. Komüniteryanizmle sıkı sıkıya iliĢkilendirilen düĢünürlerden Alasdair McIntyre liberalizmin insan konseptinin bireyin bir topluluğa aidiyetini ciddiye almadığını söyler. McIntyre, Rawls için bizim ıssız bir adaya düĢen ve herkesin birbirine yabancı olduğu bir grup birey olduğumuzu ifade eder (Kiwan, 2005: 41). Günümüzde etnik aidiyetin vatandaĢlık tanımında açıkça yer aldığı bir örnek olarak Alman vatandaĢlığı gösterilmektedir. Aidiyet ve kültürün merkeze alındığı vatandaĢlık anlayıĢında, insan haklarının üzerinde yükseldiği evrenselliğin tam tersine tikellik bir gereksinim olarak ortaya çıkar, dolayısıyla insan haklarının vatandaĢlığın bu konseptine de bir temel oluĢturamayacağı belirtilir(Brubaker, 2009: 106-113; Kiwan, 2005: 47). VatandaĢlığın katılım boyutunu ele aldığımızda karĢımıza çıkacak en önemli isimlerden biri ―Toplum SözleĢmesi‖ eseriyle aktif katılım üzerinde ziyadesiyle durmuĢ olan düĢünür Jean Jacques Rousseau olacaktır. Katılımcı demokrasi ve tüm vatandaĢların aktif katılımı düĢüncesinin savunucularından olan Rousseau, Hobbes ve Locke‘un aksine, genel iradenin ifadesi olduğunu söylediği yasaların, bireyin özgürlüğünü geniĢlettiğini ifade eder (Kiwan, 2005: 42). Rousseau için özgürlük ve değer karĢılıklı iliĢki içindedir; insan ancak sivil toplumda özgür olur ve değer üretebilir(Rousseau, 2008: 71-72). Ġnsanın doğa durumundaki vaziyetinin ―özgür‖den ziyade ―bağımsız‖ olduğunu belirten Rousseau, doğa durumundaki bu bağımsız kiĢilerin ahlaki varlıklar 200 olmadığını, özgürlüğün ise ancak ahlaki varlıklarca tecrübe edilebileceğini öne sürer. Sivil toplum, insana kapasitesini artırması için gerekli olan ortamı sağlar ve ancak o zaman insanın ahlaki varlığından ve sivil topluma aktif katılım yoluyla insanlığını gerçekleĢtiren insandan söz edebiliriz (Kiwan, 2005: 42, Rousseau, 2008: 71-72). VatandaĢlığın katılım boyutuyla ele alındığı anlayıĢ için, aktif katılımın sağlanabileceği bir siyasi toplumun gerekliliği oldukça açıktır, dolayısıyla herhangi bir siyasi topluluğa atıf yapmayan insan hakları kavramının bu vatandaĢlık anlayıĢını temellendirebileceği sonucuna varmak pek mümkün gözükmemektedir (Kiwan, 2005: 47). Son olarak, vatandaĢlığın kozmopolit kavramsallaĢtırmasını, Stoacıların, site devletlerinin güçsüzleĢtiği ve önlerinde kozmopolit bir dünya imparatorluğu olan Roma Ġmparatorluğu‘nun yükseldiği dönemde ortaya attıkları ―evrensel akıl‖ fikrine kadar götürmemiz mümkündür. Stoacılar herkeste var olduğunu ileri sürdükleri bu evrensel akıl sayesinde herkesin eĢit olduğunu söylemektedir ve buradan hareketle vatandaĢlık için, insanlık ailesinin tüm fertlerinin geliĢtirebilecekleri bu ―akıl‖ tek gereklilik olarak ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 1990‘lardan itibaren liberal ve komüniteryan teorilere tepki olarak çok çeĢitli evrensel yahut kozmopolit vatandaĢlık teorileri ortaya atılmıĢtır. Genel olarak ulusal-aĢırı (transnational) ve ulus-ötesi (postnational) olarak kategorize edilen bu vatandaĢlık teorileri içinde küresel vatandaĢlık, çoklu vatandaĢlık, diaspora vatandaĢlığı, kültürel vatandaĢlık gibi bir çok alt kategori barındırmaktadır. Bu alt baĢlıkların her biri birbiriyle çatıĢma içinde görünse dahi aslında tümü ―ulus-üstü‖ ve ―ulus-altı‖ kimlikleri güçlendirmekte ve ulus düzeyindeki kimliği ise zayıflatmaktadır (Kiwan, 2005: 44).Buna karĢılık, ulusal aidiyetin görece zayıfladığı bu anlayıĢta dahi bir siyasi toplum atfının mevcut olduğuna dair görüĢler mevcuttur. Buna göre, buradaki fark bu siyasi topluluğun ulusal düzeyde olmayabileceği noktasındadır. Kiwan, evrenselliğe doğrudan göndermede bulunan ―küresel vatandaĢlık‖ anlayıĢının dahi insan hakları mefhumuyla birebir örtüĢmeyeceği görüĢünü savunur. (Kiwan, 2005: 48) VatandaĢlığa dair kozmopolit ve küreselleĢmeci yaklaĢımlar çalıĢmanın üçüncü bölümünde daha ayrıntılı incelenecek ve konuya iliĢkin farklı görüĢler dile getirilecektir. Dina Kiwan, insan haklarının vatandaĢlık için teorik temel oluĢturabilmesinin -vatandaĢlığın nasıl kavramsallaĢtırıldığından bağımsız olarak -mümkün olmadığını ileri sürer. Zira insan hakları söylemi evrensel -tümel- bir çerçeveye atıfta bulunurken vatandaĢlığın daha kısmi -tikel- bir yapıda olması bunu sonuçlar. Ġnsan hakları, vatandaĢlıktan kavramsal olarak farklıdır, bu ikisini aynı potada eritmek kavramsal olarak tutarsızlık oluĢturmanın dıĢında siyasi topluma aidiyeti sağlayan karĢılıklı iliĢkinin ihmal edilmesi hasebiyle tekil olarak vatandaĢın siyasi toplum bağlamında aktif katılımının önünü tıkayabilecektir. (Kiwan, 2005: 37-38)VatandaĢlığın pratikteki karĢılığı bir siyasi toplum içinde kendine yer bulurken insan hakları söylemi bireyin etik açıdan kavramsallaĢtırılmasına dayanan ortak bir insanlık tasarımına atıfta bulunur. Ki bu atıf bireyin bir siyasi toplumla iliĢkisine ve politik kavramsallaĢtırılmasına dayanan vatandaĢlık haklarıyla tezat oluĢturacaktır (Kiwan, 2005: 37). Tikellik-evrensellik bahsini noktaladıktan sonra üzerinde duracağımız ikinci husus eĢitlik ve özgürlük arası iliĢki üzerinden insan hakları ile vatandaĢlık arasındaki gerilimi anlamaya çalıĢmak olacaktır. Bugün, insan hakları söylemi kiĢi güvenliğinden kendi kaderini tayin hakkına kadar geniĢ bir yelpazeyi ifade ederken, vatandaĢlık hakları söyleminden oldukça farklı bir yerde var olmaya devam etmektedir. VatandaĢlık hakları söyleminin kendisi ise politik alanın -ekoloji gibi- yeni alanlara doğru geniĢletilmesi gibi çabalarla, kolektif müzakere ve karar alma süreçleri gibi klasik politika alanlarını yeniden canlandırma arasında bocalamaktadır. Dolayısıyla Balibar, 1789 devriminin formüle ettiği ―Ġnsan ve YurttaĢ hakları‖ denkliğini sürdürmenin zorluğuna iĢaret eder. Bunun yanı sıra insan ve vatandaĢ arasında değiĢmez bir eĢitlik güdülmesinin, ―her Ģey politiktir ve politika her Ģeydir‖ düsturunun yarattığı bir totalitarizme yol açtığına dair neredeyse evrensel bir kabul olduğu hususuna iĢaret edilmektedir. (Balibar, 1994: 40) Balibar, 1789 devrimi ve sonrasında ortaya çıkan, kadınların, iĢçilerin ve sömürge halklarının haklarına iliĢkin söylemlerin vatandaĢlıkla birleĢtirildiğinin Ģüphe götürmez olduğunu ifade eder. Fakat Ģüphe ettiği nokta; bunun klasik doğal hakların devamı olarak görülmesidir (Balibar, 1994: 40). Geleneksel ve yarı resmi yorum on yedi maddelik bildirinin içeriğinin insanın hakları (evrensel, devredilmez, herhangi bir kurumdan bağımsız olarak var olan, varsayımsal) ile vatandaĢ hakları 201 (pozitif, kurumsal, sınırlı ve fakat etkin) arasındaki ayrım olduğunu dile getirir. Lakin Balibar, bu bağlamda bildiri tekrar okunduğunda ―insan hakları‖ ile ―vatandaĢ hakları‖ içerikleri arasında herhangi bir fark olmadığının ve aslında birebir aynı olduklarının görüleceğini ileri sürer. Bu savını desteklerken, bildirinin ―doğal ve zamanaĢımı ile kaybedilmeyen‖ hakları sıralayan ikinci maddesinde yer alan hakların hukuki güvenceye bağlanacağının bildirinin geri kalanından anlaĢılabildiğini öne sürer. (Balibar, 1994: 40)Madde metni Ģöyledir; Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi Madde 2 Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır2. Balibar burada ―eĢitliğin‖ yokluğunun baĢta rahatsız edebileceğini fakat madde metninin, bildirinin ilk maddesi ile birlikte okunduğunda problemin giderileceğini ifade eder. Bildirinin ilk maddesinin konumuzu ilgilendiren ifadesi Ģöyledir: Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi Madde 1 İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. (…)3 Bu madde, yalnızca ikinci maddede eĢitlikten bahsedilmemesini telafi etmeyecek, aynı zamanda eĢitliği bir ilke yahut hak olarak diğer her Ģeyi birbirine bağlayan bir pozisyona taĢıyacaktır. (Balibar, 1994: 45) Dikkat etmek gereken baĢka bir nokta, Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi‘ndeki eĢitliğin, ―zoon politikon”unyeniden uyanıĢı değil ve fakatbir sonuç ve özgürlüğün bir özelliği olmasıdır. (Balibar, 1994: 46) Özgürlüğün eĢitlikle eĢ tutulmasının arka planında özcü bir yaklaĢımdan ziyade tarihsel de facto koĢulların yarattığı deneysel durumların olduğunu söyleyen Balibar, iki kavramın içeriğinde ―olan‖ ve ―olmayan‖ hususların ortaklığına dikkat çeker. Daha açık bir ifadeyle özgürlük ve eĢitlik tamamen aynı hususlarla çatıĢma yahut karĢıtlık halindedir. Zira tarihte özgürlüğü baskılayıp kısıtlayan ve fakat eĢitliğe engel oluĢturmayan –veya tam tersi- bir durum mevcut değildir. Balibar, bu görüĢüne iki ayrı cepheden itiraz gelebileceğini ifade eder. Kapitalizm savunucusu cepheden gelebilecek itiraz; toplu iĢ sözleĢmeleriyle gerçekleĢtirilmek istenen eĢitliğin pratikte özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğurduğu görüĢüdür. Sosyalist rejimlerin itirazı ise; kamusal özgürlüklerin bastırılmasının, ayrıcalıklar üreten toplum yapısının ve eĢitsizliklerin pekiĢtirilmesinin önüne geçeceği üzerinden olacaktır. Fakat Balibar burada önemli olan noktanın, bireysel özgürlüklerin ortak kullanımı için yetecek düzeyde eĢitlik ile bireylerin kolektif eĢitliğini sağlamaya yarayacak ölçüde özgürlük olduğunu dile getirir. (Balibar, 1994: 48) Peki, bu iki prensipten birine öncelik verilmesinin altında yatan motif ne olabilir? Tambakaki, insan hakları yahut vatandaĢlık prensiplerinden birinin yahut diğerinin öncelenmesinin tamamen kiĢinin demokratik siyasetten ne anladığı üzerinden Ģekillendiğini iddia eder. Buna göre eğer kiĢi demokratik siyaseti, siyasi katılım ile yasal olarak kodifiye edilmiĢ hakları bağdaĢtıracak bir dizi aĢama olarak, rasyonel ve prosedürel kavramlarla algılıyorsa insan haklarını öncelemesi kaçınılmaz olacaktır. Buna karĢılık demokratik siyaset, muhalefet ve çekiĢmenin merkezi rol oynadığı bir değerler 2 Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article 2: “The aim of every political association is the preservation of the natural and imprescriptible rights of Man. These rights are Liberty, Property, Safety andResistance to Oppression.” Çevrimiçi eriĢim: http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir. 3 Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article first:“Men are born and remain free and equal in rights. Social distinctions may bebased only on considerations of the common good.” Çevrimiçi eriĢim:http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir. 202 sistemi yahut yaĢam tarzı olarak çekiĢmeci (agonistic) bağlamda ele alındığında tercih vatandaĢlığın yeniden biçimlendirilmesi olarak karĢımıza çıkacaktır. (Tambakaki, 2010: 134) Bu ayrımı netleĢtirmek adına Chantal Mouffe‘un ―çekiĢmeci çoğulculuk‖4(agonistic pluralism) olarak adlandırdığı demokrasi modelini incelememizin faydalı olacağı fikrindeyiz. Mouffe, katılımcı demokrasiye (deliberative democracy) bir alternatif olarak sunduğu modeli ―çekiĢmeci çoğulculuk‖ olarak isimlendirir. Mouffe‘a göre politika, sosyal gerginliği (antagonism) yatıĢtırma ve muhalefeti törpüleme iĢlevlerini icra eder. Zira burada önem atfedilen soru, hiçbir dıĢlama oluĢturmadan, rasyonel bir konsensüse nasıl varılacağı değildir; nitekim Mouffe bunun imkânsız olduğunu ileri sürer. Politikanın bu bağlamda üzerinde durduğu husus, çatıĢma ve çeĢitlilik bağlamında ―onlar‖ı tespit ederek, ―biz‖i yaratmak ve bu sayede birliği sağlamaktır. Demokratik siyasetin bu anlamda yeniliği ―onlar‖ ve ―biz‖ ayrıĢmasını aĢmak değil ve fakat bu mevzubahis ayrımı çoğulcu demokrasi ile bağdaĢabilecek Ģekilde oluĢturmaktır. (Mouffe, 1999: 754-745) Mouffe‘un çekiĢmeci çoğulculuk kavramıyla ileri sürdüğü merkezi argüman, demokratik siyasetin temel görevinin tüm insan iliĢkilerinde doğası gereği var olan ―hiddet‖i (passion) ortadan kaldırmak yahut tamamen kiĢilerin özel alanına sürgün edip hapsetmek değil ve fakat bu hiddeti demokratik amaçları desteklemeye yönelik olarak harekete geçirmek olduğudur. Zira bu ―çekiĢmeli karĢılaĢmalar‖ demokrasiyi tehlikeye düĢürmek bir yana, onun varlığının bir koĢuludur. (Mouffe, 1999: 756) Mouffe, çoğulcu politikalar için, sistem teorisinden ödünç aldığını söylediği ―karma oyun‖5(mixed-game) kavramını kullanır. Bununla kastettiği, çoğulcu politikaların bir yönden uyuma dayalı iken, diğer yönden çatıĢma içermesi; bir baĢka deyiĢle liberal çoğulcuların büyük kısmının iddia ettiği gibi -kül halinde- iĢbirliğinden oluĢmamasıdır. (Mouffe, 1999: 756) VatandaĢlık ve insan hakları arasındaki iliĢkiyi incelemeye devam ettiğimiz bu noktada karĢımıza çarpıcı bir sorun çıkar: KiĢinin vatandaĢlık haklarından mahrum kaldığı devletsizlik durumunda insan haklarına olan eriĢimi ve bu haklardan yararlanabilmesi sekteye uğrayacak mıdır? Bu konunun ele alınmasında Hannah Arendt‘in “haklara sahip olma hakkı” kavramsallaĢtırması merkeze alınacaktır. II- VATANSIZLIK VE HAKLARA SAHĠP OLMA HAKKI VatandaĢlık ve insan hakları konusunu mercek altına aldığımızda karĢımıza çıkan bir diğer husus, vatandaĢlığın, insan haklarına sahip olmaya yahut yirminci yüzyılın en önemli siyasi düĢünürlerinden biri olan Hannah Arendt‘in deyimiyle ―haklara sahip olma hakkına‖ eriĢim bakımından bir ön koĢul olup olmadığıdır. Ġnsan haklarının ―devredilemez‖, baĢka yasalara ya da haklara indirgenemez ve onlardan çıkarsanamaz olduğu söylemi dolayısıyla bu hakların yerleĢmesi için hiçbir otoriteye baĢvurulmamıĢ; bütün yasalar ona dayandığından insan haklarını korumak için özel bir yasanın gerekmediği varsayılmıĢtır. (Arendt, 2011: 294) Devredilmez insan hakları varsayımında baĢtan beri var olan paradoks hiçbir yerde varolmayan ―soyut‖ bir insanın göz önünde bulundurulmuĢ olmasıdır. Kabul Ģöyledir: Eğer geri kalmıĢ bir topluluğun insan hakları yoksa bunun nedeni henüz bir bütün olarak uygarlık evresine, halkın ve ulusun egemenliği evresine ulaĢamamıĢ olmalarından kaynaklanır. Dolayısıyla bütün insan hakları sorunsalı ulusal özgürleĢme problemiyle iç içe geçmiĢ ve kiĢinin kendi halkının özgürleĢmiĢ egemenliğinin insan haklarını temin edebileceği varsayılmıĢtır. Özellikle Fransız Devrimi sonrası döneme hâkim olan, insanlığı bir uluslar ailesi olarak kavrama eğilimi ile insanın imgesini yavaĢ yavaĢ bireyden halka doğru dönüĢtürmüĢtür. (Arendt, 2011: 295) Ġnsan hakları, bütün siyasi yönetimlerden bağımsız olduğu varsayıldığı için ―devredilmez‖ olarak tanımlanmaktadır. Lakin insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve asgari haklarına geri çekilmeleri gerektiğinde, onları koruyacak hiçbir otorite ve onları garanti altına alacak hiçbir kurum kalmadığı görülecektir. (Arendt, 2011: 296) 4 Çeviri yazara aittir. 5 Çeviri yazara aittir. 203 Ġnsan hakları kavramının on dokuzuncu yüzyıl siyasi düĢüncesi tarafından pek fazla dikkate alınmaması ve yirminci yüzyılda dahi hiçbir liberal yahut radikal partinin programlarına almamalarının nedenini Arendt Ģu Ģekilde açıklar(Arendt, 2011: 298): Farklı ülkelerde yurttaĢların değiĢen haklarının, yurttaĢlıktan ve milliyetten bağımsız olduğu varsayılan insan haklarını, elle tutulur somut yasalar Ģeklinde cisimleĢtirdiği varsayılmaktaydı. Burada kabul; bütün insanların bir tür siyasi topluluğun yurttaĢı olduğu idi. Fakat hiçbir devletin yurttaĢı olmayan insanlar ortaya çıktığında devredilmez olduğu varsayılan insan haklarının uygulanabilir olmadığı görüldü. Arendt‘e göre yurttaĢlık haklarından ayırt edilen genel insan haklarının gerçekten neler olduğunu güvenle tanımlayabilecek kimse bulunmamakta ve aslında kimse insan haklarını yitirdiğinde aslında hangi hakları yitirmiĢ olduğunu bilir gibi görünmemektedir. (Arendt, 2011: 298-299) Bu hususla ilgili Edmund Burke, insan haklarının bir soyutlama olduğunu söyleyerek kiĢinin devredilmez insan hakları yerine ―Ġngiliz hakları‖ndan bahsetmenin daha doğru olduğunu, zira sahip olduğumuz hakların ulusun içinden doğduğunu öne sürer. (Arendt, 2011: 309) Ulusal statü kaybının ve dolayısıyla düĢülen ―uyruksuzluk‖ halinin tüm hakların yitimi ile eĢdeğer olduğu görüĢü uyarınca; hiçbir devletin uyruğunda bulunmayan bu kiĢilerin mahrum kaldıkları yalnızca vatandaĢlık hakları değil her nevi insan hakkıdır. Arendt‘e göre burjuva devrimleri ve ardından hazırlanan insan hakları bildirgelerince içi sarih biçimde doldurulmayan insan hakları ile vatandaĢlık hakları güçlü bir biçimde birbiri üzerine binmektedir. VatandaĢlıkla ilgili herhangi bir ön Ģart barındırmayan uluslararası insan hakları belgelerinin ifade ettiğinin aksine ulusal haklardan mahrumiyet insan haklarının tümünden mahrum olmayı sonuçlamaktadır. (Benhabib, 2006: 60) Bu fikri destekleyen Arendt‘e göre eĢitlik varoluĢumuza içkin olmayıp adalet ilkesince yön verilmiĢ bir insani örgütlenmenin sonucu olarak tezahür eder. Zira eĢit olarak doğmaz, karĢılıklı olarak eĢit haklara sahip olduğumuzkararına güvenen bir grubun üyeleri olarak eĢit hale geliriz. Arendt bu varsayımın siyasi yaĢamımızın olmazsa olmaz bir kabulü olduğunu dile getirir: ―…Çünkü insan eĢitleriyle, yalnızca eĢitleriyle birlikte müĢterek bir dünyada eyleyebilir, onu değiĢtirebilir, kurabilir.‖ (Arendt, 2011: 312-313) Bu bağlamda ulusal haklarından mahrum kalan birey bir devletin yurttaĢı olmanın sağladığı ―farklılıkların o muazzam eĢitlemesinden yoksundur‖, artık üyesi olduğu tek topluluk -tıpkı bir hayvanın hayvanlar âlemi ile olan aidiyet iliĢkisine benzer biçimde- insan ırkıdır. (Arendt, 2011: 314) Peki, bu minvalde bir devletin uyruğu olmakla ilgili sorun yaĢayan kiĢilerin durumu ne olacaktır? Mevzubahis grupları ulus devletin eylemleri doğrultusunda yaratılan ―özel insan kategorileri‖ olarak betimleyen Benhabib bu kategorilere dâhil ettiği alt grupları tek tek ele almıĢtır: ―KiĢi zulüm gördüğünde, sınır dıĢı edildiğinde ve vatanı olan topraklardan sürüldüğünde mülteci konumuna gelir. Ġktidardaki politik çoğunluk, belli grupların sözde homojen halka dâhil olmadıklarını ilan ettiği takdirde kiĢi azınlık haline gelir. KiĢinin Ģimdiye dek koruması altında bulunduğu devlet bu korumayı kaldırdığı ve ayrıca sunduğu evrakları hükümsüz kıldığı takdirde kiĢi uyruksuz bir yaĢam sürecektir.‖ Bu üç kategori topluluğun kendilerine bir yer sunmaya gönüllü bir devlet bulamadıkları sürece ise ―yersiz-yurtsuz‖ kalacaklarını ifade eder. (Benhabib, 2006: 65) Azınlıklar aslında devletsiz değildirler; özel anlaĢmalar ve garantiler biçiminde ek korumaya ihtiyaçları olmakla birlikte, hukuki olarak belli bir siyasi bünyeye mensupturlar. Kendi dilini konuĢmak ve kendi kültürel toplumsal muhitinde oturmak gibi hakları tehlikede olup, harici bir yapı tarafından isteksizce korunur. Buna karĢılık ikamet ve çalıĢma gibi haklara dokunulmamaktadır. ―Olgusal bakımdan daha direngen ve sonuçları açısından çok daha uzun erimli‖ olan devletsizlik ise çağdaĢ tarihin en yeni kitlesel görünümüdür. Devletsizler sorunu Birinci Dünya SavaĢı sonrası belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. SavaĢtan önce BirleĢik Devletler ve bazı baĢka devletlerde uyrukluğa kabul edilen kiĢinin, uyruğuna girdiği ülkeye samimi bir bağlılık göstermekten vazgeçtiği durumlarda uyrukluğun feshi mümkün kılınmıĢtır. Bu fesih ile uyruktan çıkarılan kiĢi devletsiz olur. SavaĢ sırasında da bazı Avrupa devletleri yasalarında uyrukluğa alma iĢleminin feshini olanaklı kılacak değiĢikliklere gitmiĢlerdir. Birinci Dünya SavaĢı sonrası devletler hiçbir muhalefete hoĢgörü göstermeyecek ve farklı görüĢlere sahip insanlara barınak olmaktansa yurttaĢlarını yitirmeyi yeğleyebilecek bir yapıya bürünmüĢlerdir. (Arendt, 2011: 273) 204 Kitlesel ölçekte ulusal haklardan yoksun bırakma politikası o dönem için yeni ve daha önce görülmemiĢ bir tutum olmuĢtur. Fakat Doğu ve Güney Avrupa‘da azınlıkların ortaya çıkması ve devletsiz halkların Orta ve Batı Avrupa‘ya sürülmesiyle savaĢ sonrası ulusal haklardan yoksun bırakma, totaliter politikaların güçlü bir silahı haline gelmiĢtir. Avrupalı ulus devletlerin, ulusal olarak temin edilmiĢ haklarını yitirmiĢ olan kimselerin insan haklarını garanti etmedeki baĢarısızlığı açıkça gözlenebilmiĢtir. (Arendt, 2011: 258) ―Ġnsan hakları ibaresi bütün taraflar –mazlumlar, zalimler ve onları seyredenler- için, umutsuz bir idealizmin ya da eblehçe beceriksiz bir ikiyüzlülüğün kanıtı haline geldi.‖(Arendt, 2011: 259) Arendt‘in ve Benhabib‘in üzerinde durduğu üzere Avrupa‘da iki savaĢ arası dönemde vuku bulan vatandaĢlıktan çıkarma uygulamaları Milletler Cemiyeti‘nin uyruksuz kalan kiĢiler üzerindeki himayesinin geniĢlemesi sonucunu doğurmuĢtur. 1950 tarihli Ġnsan Hakları Evrensel Bildirisi madde 14, sığınma hakkını temel insan hakları arasında sıralamıĢtır. Buna göre: İnsan Hakları Evrensel Bildirisi “Madde 14: (1) Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelerden sığınma(iltica) talep etme ve sığınmacı (mülteci) muamelesi görme hakkına sahiptir. (2) Bu hak, gerçekten siyasal nitelikli olmayan suçlara ya da Birleşmiş Milletler amaçlarına ve ilkelerine aykırı eylemlere dayanan kovuşturmalar durumunda, ileri sürülemez.” (Gemalmaz, 2010: 10) Buna karĢılık, sığınma hakkının bir insan hakkı olarak ele alınması, devletlere sığınma imkânı sunma yükümlülüğü bakımından gerçek bir yükümlülük tesis edememiĢtir. (Benhabib, 2006: 79)Cemiyetin anlaĢmalarını yorumlayan bazı devlet adamları daha da açık sözlü bir tavırla; bir ülkenin yasalarının, farklı bir milliyete aidiyette ayak direyen, yani asimile edilemez nitelikteki kiĢilerden sorumlu olamayacağını iddia etmiĢlerdir. Böylelikle, devletin yasaların bir aygıtı olmaktan çıkıp ―ulusun aygıtına‖ dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını itiraf etmiĢ olurlar; öte yandan devletsiz halkların ortaya çıkması bunu pratikte de kanıtlayacak fırsatı tanımıĢtır. ―Ulusun devleti fethetmesi ve ulusal çıkarın yasalar karĢısında önceliği, Hitler‘in ‗hak, Alman halkı için iyi olan Ģeydir‘ demesinden uzun süre önce gerçekleĢmiĢtir.‖ (Arendt, 2011: 268-269) Arendt, konuyu kaleme aldığı dönemde bir milyon ―kabul edilmiĢ‖ devletsiz kiĢinin varlığına karĢılık on milyonu aĢkın de facto devletsiz olduğunu dile getirir. Görece zararsız olarak görülen de jure devletsizlerin durumuna iliĢkin zaman zaman uluslararası konferanslar düzenlenmekte ve konu masaya yatırılmakta olup mülteci sorunuyla özdeĢ olan devletsiz kitleyle ilgili bir adım atılmamaktadır. Arendt‘in ifade ettiği üzere Ġkinci Dünya SavaĢı öncesi yalnızca totaliter yahut yarı totaliter diktatörlükler ulusal haklardan yoksun bırakma silahını doğuĢtan yurttaĢlarına karĢı kullanırlarken, sonraki dönemde BirleĢik Devletler gibi özgür demokrasilerde dahi doğma büyüme Amerikalı komünistleri yurttaĢlıktan mahrum etmeyi düĢündüğü noktaya gelinmiĢtir. (Arendt, 2011: 276) Uyruğa alma uygulaması tek tek kiĢiler için ve istisnai olarak çalıĢtırılmaktaydı. Uyrukluk baĢvurusu kitlesel bir görünüme kavuĢtuğunda bütün bu süreç çöküĢe geçmiĢtir. Bu yeni durumun neden olduğu panik ve gelen yeni kitlenin onlarla aynı kökene sahip olup baĢka ülkelerin yurttaĢı olmuĢ kiĢilerin olagelmiĢ durumunu değiĢtirmesi üzerine devletler önceden uyruklarına aldıkları kiĢileri de uyrukluktan çıkarmaya baĢlamıĢlardır. (Arendt, 2011: 284) Devletsiz yani hak-sız kiĢilerin ulus devletler içerisindeki varlığı ―ölümcül bir hastalığın tohumlarını taĢımaktaydı‖. Zira yasalar karĢısındaki eĢitlik ilkesi bir kez bozulduğunda ulus devletin varlığını sürdürmesi sıkıntıya düĢer. Bu tasarlanmıĢ eĢitlik olmazsa ulus çözülerek ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız bireylerden oluĢmuĢ bir kitleye dönüĢecektir. Herkes için eĢit olmayan yasalar ulus devletlerin tam da doğasıyla çeliĢecek bir biçimde haklar ve ayrıcalıklar halini alacaktır. (Arendt, 2011: 293)Modern ulus devlet, hukukun egemenliğini tüm vatandaĢ ve vatandaĢ olmayanlar için icra etmekten, ulusun hukuku hukuksal çerçevede araç haline getirdiği ve ―kanunsuz bir ayrımcılığa dönüĢtürdüğü‖ bir hale evirilecektir. Bu sürecin sonucu olarak ulus devletler ―istenmeyen azınlıklar‖ üzerinde toplu bir vatandaĢlıktan ihraç politikasına gitmiĢ ve bu da ulus devletler ailesinin dıĢında ve 205 herhangi bir uyrukluğu haiz olmayan insan toplulukları oluĢmasını sonuçlamıĢtır. (Benhabib, 2006: 64) Ġltica hakkının devletin uluslararası haklarıyla çeliĢtiği düĢünüldüğünden ne anayasalarda, ne uluslararası anlaĢmalarda sözü edilmekte, BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde dahi fazla üzerinde durulmamaktaydı. Bu haseple Arendt‘e göre iltica hakkı Ġnsan Hakları ile aynı yazgıyı paylaĢmaktaydı. Ġnsan Hakları da -en azından Arendt‘in eserini kaleme aldığı dönem itibariyle- yasa haline gelememiĢ, ancak olağan yasal kurumların yeterli olmadığı tekil ve ayrıksı durumlarda bir baĢvuru olanağı olarak muğlâk bir varlık kazanmıĢtır. (Arendt, 2011: 277) YurttaĢını ihraç etme hakkının egemenlik hakkı olduğunu ileri süren devlet, devletsizleri yasa dıĢı doğalarından ötürü, yasa dıĢı eylemlerde bulunmaya zorlar. (Arendt, 2011: 282)Oturma ve iltica hakkı bulunmayan devletsiz kiĢi Ģüphe yok ki yasaları sürekli çiğneyecektir. Arendt bu noktada ―uygar ülkelere özgü bütün değerler hiyerarĢisini tersyüz eden‖ bir hususa dikkat çeker: Devletsiz kiĢi yasanın durumunu düzenlemediği bir aykırılık teĢkil ettiğinden ancak yasada öngörülmüĢ bir normu çiğneyerek, yani suç iĢleme suretiyle kendini normalleĢtirebilecektir. (Arendt, 2011: 287) YurttaĢlığın kaybı,bir diğer yandan, kiĢileri yalnızca yasaların korumasından değil, aynı zamanda yerleĢmiĢ ve resmen tanınmıĢ bir kimlikten de yoksun bırakır. Ulusal haklarını elinden alan ülkeden bir doğum kâğıdı almak için gösterilen çabanın ne kadar hummalı olduğu bunun pratikteki görünümüdür (Arendt, 2011: 288). Hak-sızların ilk yitirdikleri Ģey yurtlarıdır ve aslında burada yeni olan husus yurdun yitirilmesi değil, yeni bir yurt bulmanın olanaksızlığıdır. Artık devletsizlerin ciddi denetim ve kısıtlara maruz kalmadan gidebilecekleri bir yer, bir ülke, bir toprak parçası kalmamıĢ ve kendilerini uluslar ailesinden dıĢlanmıĢ halde bulmuĢlardır. Ġkinci kayıpları ise; siyasi yönetimin korumasından mahrum kalmalarıdır. Bu mahrumiyet yalnızca kendi ülkelerinde değil bütün ülkelerde yasal konumlarını kaybetme anlamına gelmektedir. Uluslararası anlaĢmaların kurduğu ağ sayesinde bir ülkenin vatandaĢı dünyanın neresinde olursa olsun yasal statüsünü beraberinde götürebilmekte iken, bu ağın dıĢında kalmıĢ olanların kendilerini tamamen yasa dıĢı bir alanda buldukları bir baĢka gerçekliktir (Arendt, 2011: 300). III – KÜRESELLEġME ÇAĞINDA VATANDAġLIK VE ĠNSAN HAKLARI Ġnsan haklarının kendi düĢünsel ilhamı olmasına rağmen yararlanıcılarını çok uzun süre vatandaĢlıkla bağlantılı olarak tanımlamıĢtır. Birinci Dünya SavaĢı sonrası ve faĢizm döneminde görülen azınlık haklarının korunması hususundaki baĢarısızlıktan çıkarılan dersler ve 1990‘lardaki küreselleĢme dalgasının teĢviki, BirleĢmiĢ Milletler ve sivil toplum örgütlerini insan haklarını bağlarından kurtarmaya çalıĢmaya itmiĢtir. Küresel insan hakları otonomi ve önem kazandıkça, esasında ulusal vatandaĢlığın bir parçası olarak görülen sosyal ve ekonomik haklar yönünde de geniĢlemeye baĢlamıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Bu minvalde, çıkıĢ noktası olarak daha evrensel ve fakat ―medeni haklarla‖ kısıtlı olarak ele alınan insan hakları alanında ―ulus-aĢırı‖ çalıĢmalarda bulunan araĢtırmacılar, T. H. Marshall‘ın 1949 tarihinde yayınlanan ―VatandaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖ eserinde vatandaĢlığın medeni ve siyasi haklar boyutunun yanı sıra belirttiği sosyal ve ekonomik boyutunu da insan hakları alanına dâhil edecek Ģekilde bir yeniden yapılandırma çalıĢması yürütmektedirler. Benzer Ģekilde önceleri vatandaĢlık ile iliĢkilendirilmiĢ olan kimlik ve kültürel hak talepleri de bugün insan hakları Ģemsiyesi altına alınmaya çalıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 275) Siyasi egemenliğin yerinin değiĢmesine bağlı olarak vatandaĢlığın konumunda meydana gelen değiĢiklikler ana hatlarıyla siteden Roma Ġmparatorluğu‘na, Orta Çağ Ģehirlerine ve oradan da ulusdevlete doğru gerçekleĢmiĢtir. Ulus-devlet egemenliğinin çeĢitli açılardan sorgulanmaya açıldığı günümüzde vatandaĢlığın anlamının bu bağlamda yeni bir değiĢikliğe daha maruz kaldığı gözlemlenebilmektedir. DeğiĢim sonucu meydana gelen yahut gelecek yeni anlamı ulus-ötesi yahut küresel vatandaĢlık biçimde okuyan yazarlar bulunmaktadır. Ġkinci değiĢme alanı olarak var olan vatandaĢlık haklarının yeni grupları, daha açık ifade etmek gerekirse iĢçileri, azınlıkları, göçmenleri ve yerlileri içerecek biçimde geniĢlemesi ifade edilmektedir. Konumuzu daha çok ilgilendiren üçüncü ve son değiĢim ise yeni hakların yahut baĢka bir ifadeyle yeni kuĢak hakların kavramın kapsamına dâhil 206 edilmesiyle gerçekleĢtiği iddia edilen değiĢimdir. Mevzubahis yeni haklar, hali hazırda var olan haklara sahip olmayı ve bunların kullanımını daha etkin kılmakta ve öncesinde hukuki yahut toplumsal bariyerlerle grupları birbirinden ayıran duvarların yıkılmasına ön ayak olmaktadır. Bu haseple, vatandaĢlığın yaĢadığı her geniĢlemenin onu daha kuvvetli ve zengin kıldığı ileri sürülür. (Shafir ve Brysk, 2006: 277) VatandaĢlık haklarının içeriğinde vuku bulan geniĢlemeye ilk dikkat çeken düĢünürlerden T. H. Marshall, vatandaĢlık haklarını Ġngiltere‘de birbirini izleyen üç dönemde etkili olduğunu varsaydığı üç ayrı katmana ayırır: medeni, siyasal ve sosyal haklar. (Kymlicka, 2008: 188) Bunlardan medeni haklar, bireyin özgürlüğü için gerekli görülen ve On sekizinci Yüzyılda ortaya çıkan hak demetini, siyasal haklar On dokuzuncu Yüzyılın bireye temsil edilme, oy kullanma ve siyasi iktidarın kullanımına katılma haklarını bahĢeden hakları ifade eder. Yirminci Yüzyılda ortaya çıkan ve Marshall‘ın deyimiyle medeni kiĢinin toplumda geçerli görülen standartlarda yaĢamasına olanak sağlayacak sosyal haklarla sosyal vatandaĢlık kavramı ortaya çıkmıĢtır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta sosyal vatandaĢlığı Marshall‘ın tanımladığı Ģekliyle, daha açık ifadeyle ortak bir medeniyet standardında yaĢamaya hak olarak tanımlamanın, bu kavramı ―sosyal yardımlaĢma‖ ile karıĢtırma tehlikesini barındırmasıdır. Zira sosyal yardımlaĢma, dezavantajlı bireyleri korunmaya ihtiyacı olanlar Ģeklinde bir kenara ayırmayı öngörürken, sosyal vatandaĢlık, hakları siyasi toplumun tüm vatandaĢlarını barındıracak Ģekilde geniĢletmeyi gerektirir. (Shafir ve Brysk, 2006: 278-279) Bu noktada vatandaĢlık geleneğindeki bir ayrıĢmadan bahsetmek yerinde olacaktır. TartıĢmanın bir tarafı, hakların bu mevzubahis geniĢlemesini -baĢka bir ifadeyle önceleri yalnızca üst-sınıflara özgü olduğu düĢünülen hakların toplumun diğer kesimlerine yaygınlaĢtırılmasını- olumlu bir gözlükle okuyarak demokratikleĢme sürecinin olmazsa olmazı olarak değerlendirirken, özellikle Iris Young ve Will Kymlicka gibi bazı düĢünürler, vatandaĢlığın yeni toplulukların karakter özelliklerini Ģemsiyesi altında toplayamadığını ve ―ayrıcalıklardan‖ ―haklara‖ geçiĢ aĢamasının henüz tamamlanamadığını ileri sürerler. Bu ikinci grup düĢünürün nihai amaçları vatandaĢlığı kül halinde ortadan kaldırmak değil ve fakat haklarından mahrum edilmiĢ bu yeni grupların vatandaĢlık hakları bağlamına oturtulması ve dolayısıyla ―geleneğin‖ geliĢtirilmesidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 279) Bu vatandaĢlık anlayıĢı bizi Iris Young‘ın, Marshall‘ın medeni, siyasi ve sosyal haklar Ģeklindeki üçlü hak katmanına bir dördüncü hak olarak ―kültürel haklar‖ın eklemleneceği ―farklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık‖ (differentiated citizenship) vatandaĢlık kavramsallaĢtırmasına götürecektir. (Young, 1989: 258) FarklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık anlayıĢının vatandaĢlık kuramı içerisinde radikal bir geliĢmeyi ifade ettiğini söylemek yanlıĢ olmaz. Hâkim vatandaĢlık anlayıĢından bakıldığında, farklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık kuramının vatandaĢlık fikrini kavramsal bir çeliĢkiye sürükleyeceği yargısına varılmaktadır. Klasik vatandaĢlık kuramını destekleyenler, vatandaĢlığın tanım itibariyle insanlara kanun önünde eĢit haklara sahip bireyler olarak davranma mesafesinde bulunduğunu, dolayısıyla vatandaĢlığın herhangi bir alt grup üyeliğinden türetilen hak ve talepler temelinde örgütlenmesi fikrinin vatandaĢlığın özüyle ters düĢeceğini vurgularlar. (Kymlicka, 2008: 208) Ġnsan haklarının ortaya çıkıĢı her ne kadar ulus devletin yükseliĢiyle paralel olsa da bugün ulusaĢırı ve küresel düzeyde de ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki çerçeveler oluĢturulmaya çalıĢılmaktadır. Ġnsan haklarının ulus-ötesi mevcudiyeti de var olan hakların yeni gruplara geniĢlemesi manasına gelmektedir. Peki, insan haklarındaki bu geniĢleme vatandaĢlık geleneğini nasıl etkilemektedir? Bu bağlamda insan hakları söyleminin geniĢleyen tarafının özellikle üç hak üzerinde yükseldiği iĢaret edilmektedir. Bunlar; sağlık hakları, ―hak bazlı kalkınma‖ (rights-based development) ve kimlik haklarıdır. Ġkinci ve üçüncü kuĢak olarak adlandırılan bu hakların (sosyal - ekonomik ve kültürel yahut halkların hakları) geliĢimi vatandaĢlık geleneğindeki geniĢlemeyle oldukça paraleldir ve ikisi de küreselleĢme ile üretilen yeni toplumsal tutumu ve ulus-aĢırı hareketliliği yansıtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 280) Bu mevzubahis haklardan konumuz bağlamında önem teĢkil edeceğini düĢündüğümüz sağlık hakkı ve kimlik hakları üzerinde durmayı tercih etmekteyiz. BirleĢmiĢ Milletler Dünya Sağlık Örgütü‘nün 1998‘de bir insan hakkı olarak tanıdığı ―sağlık hakkı‖ bulunduğu kuĢak bakımından karma bir yapı sergilemektedir. Zira iĢaret ettiği haklardan bazıları bireyin tıbbi müdahaleyi reddetme hakkı yahut savaĢ esnasında iĢgalci bir gücün sivillerin ve 207 mahpusların tıbbi bakımına izin verme yükümlülüğü gibi birinci kuĢak hakları iĢaret ettiği gibi, olabilecek en yüksek tıbbi bakım ve kaynaklardan yararlanma gibi bazı haklar da ikinci kuĢak sosyal haklara göndermede bulunur. Bunların yanı sıra, sağlık hizmetleri ile ilgili kararların belirlenme aĢamalarına kolektif katılım ve bilgi alma gibi haklar ise üçüncü kuĢak haklar olan halkların haklarına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 281) Ġnsan haklarının yenilendiği alanlardan bir diğeri kimlik hakları alanıdır. Mevzubahis hakların mensubu olduğu üçüncü kuĢak hakların bireylere mi yoksa kolektif bir özneye mi yönelik olduğu hususunda bir belirsizlik söz konusudur. Bu hakların en geniĢ yankı bulduğu alt baĢlık olan yerli haklarının yerel ve ulusal otoritelere mi yoksa uluslararası mercilere mi yöneltileceği de ayrıca tartıĢılan bir husus olmaya devam etmektedir. Sözü edilen haklar hem ulusal yasama organlarının oluĢturdukları metinlerde hem de ―BirleĢmiĢ Milletler Yerli Halkların Hakları Bildirisi‖ (United Nations‟ Declaration of the Rights of Indigenous Peoples) gibi uluslararası belgelerde artarak tanınmaya baĢlanmıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 282) Kimlik haklarının bazı noktaları azınlık hakları ile benzerlik taĢımakla beraber tam teçhizatlı bir kolektif kültürel haktan bahsedebilmemiz için, toprak hakkı (land right) yahut iki dilli eğitim gibi hususları da kuĢatacak Ģekilde çerçevenin yeniden inĢası gerekecektir. Bu hakların ulusal düzeydeki görünümünün yeni ortaya çıkacak -küresel vatandaĢlık olarak anılan- vatandaĢlık rejimini Ģekillendirme ve hızlandırma rolü üstleneceği iddia edilmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Ġki hak geleneğinin ayrımlarının en açık biçimde görüldüğü noktalar; toplumsal dayanıĢma ve yaptırım alanları olup, mevzubahis bu iki alan, siyasi hakları temin edecek küresel insan hakları ile sıkı iliĢki içindedir. Bu iki farklılık noktasını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) VatandaĢlık haklarından medeni haklara iliĢkin olanlar, negatif haklardan, siyasi haklar, eriĢilebilirliği sağlayan haklardan (enabling rights) oluĢmaktayken sosyal vatandaĢlığa iliĢkin haklar pozitif haklarla bağlantılıdır. Sosyal vatandaĢlık ancak karĢılıklı sorumluluğun, yeniden dağıtımın ve dağıtıcı adaletin var olduğu toplumlarda gerçekleĢebilmektedir. Sağlık sigortası, emeklilik hakları, zorunlu eğitim, iĢsizlik hakları ve ücretli izin gibi sosyal vatandaĢlık hakları, ortak bir fondan yapılacak ödemelerle her bireyin topluluğun eĢit birer vatandaĢı olarak belli bir yaĢam standardını yakalamasını öngörür. Dolayısıyla sosyal haklar bakımından bir tehlike doğduğunda yahut tümden kayıpları halinde toplumsal dayanıĢmanın bir temeli olarak hizmet edecek –ulus devlet gibi- bir topluluğa ihtiyaç vardır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283-284) Bu bağlamda vatandaĢlığın ayırıcı noktası vatandaĢların bağlılığıyla oluĢmuĢ bir topluluk fikrinden kaynaklanır. Aralarında etnik farklılıklar olsa dahi, ait oldukları siyasi topluluğa katılım ve onun kurumlarıyla tanımlanıyor olmalarıyla vatandaĢ olunmaktadır. Peki, küresel dayanıĢma için bu ne ifade edecektir? Bu husus bizi komüniteryan ekolün toplumsal bağlar, aidiyet ve eğitimin, dayanıĢma sağlayabilecek bir topluluğu yaratmada baĢat gereksinimler olduğu yönündeki iddiasına götürecektir. Hali hazırda böyle bir toplumsal dayanıĢmayı bulabildiğimiz ulus-aĢırı tek örnek Avrupa Birliği‘nde karĢımıza çıkar. Bunun arkasındaki nedenlerden biri Batı Avrupa devletlerinin yarattığı ortak kültürün uzun bir tarihsel arka planı olması ve Avrupa Birliği‘nin ulus-üstü vatandaĢlık deneyimidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284) Avrupa Birliği‘nin bu noktadaki önemi yalnızca toplumsal dayanıĢma üzerinden değil ve fakat vatandaĢlıkla insan hakları arasında ki bir fark olarak olduğunu ileri sürdüğümüz diğer bir husus olan yaptırım konusunda yarattığı farklılıktır. Birlik bünyesinde bölgesel insan hakları hususunda yargı yetkisi ve etkin bir yaptırım kapasitesi bulunmaktadır. Avrupa Birliği doğrudan etkiye yönelik prensipler benimsemiĢtir; buna göre Birliğin yasal metinleri ulusal mahkemelerce –ulusal parlamentodan bir karar çıkmasından bağımsız olarak- uygulanmak durumundadır. Bu da Birliğin yasalarıyla ulusal hukukun çatıĢması halinde doğrudan Birlik hukukunun öncelikli olması sonucunu doğurur. Bu ölçüde bir yaptırım kapasitesi diğer bölgesel yahut uluslararası örgütler için söz konusu değildir. Bu durum, insan haklarının uygulanmasındaki etkinlik bakımından bir zayıflık teĢkil etmektedir. Buna karĢın vatandaĢlık hakları teorik olarak devlet kurumlarınca güvence altına alınmıĢ durumdadır ve yaptırım gücü daha yüksektir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284-285) 208 Bu hususların ıĢığında vatandaĢlık ve insan hakları arasındaki kritik ayrımın vatandaĢlığın toplumsal dayanıĢma ve yaptırım kapasitesi alanlarında daha güçlü bir temel oluĢturması noktalarında olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu iki önemli farka bağlı olarak bir üçüncü fark daha kendisine ifade bulur: oy kullanma hakkı ve seçilme için aday olabilme hakkını da içeren siyasi haklar alanı. Siyasi haklar ―eriĢilebilirliği sağlayan‖ haklar olarak, haklarından mahrum kalmıĢ kiĢileri bu mevzubahis haklara kavuĢturma yönünde çok kilit bir önemi haizdir. Küresel insan hakları, küresel düzeyde bir politik hak içermez, ulusal düzeyde gerçekleĢtirilenler de vatandaĢların siyasi haklarından baĢka bir Ģey değildir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) VatandaĢlık hakları kümülatif ve görece sağlam yapıda olup, ulus-devletin yaptırım kapasitelerinden yararlanmaya devam etmektedir. Bir diğer yandan ulusal topluluğun sınırlarına ulaĢtığında, evrenselliğinin sınırları da açıkça ortaya çıkar. VatandaĢlık, içinde bulunduğu siyasi birimi yeniden yapılandırmadan onun dıĢındakilere eriĢmesi mümkün değildir. Ġnsan hakları perspektifinden bakıldığında, vatandaĢlık diğer herkesten siyasi sınırlarla ayrılan içeridekiler tarafından yararlanılan ayrıcalıklar gibi görünmektedir. Zira vatandaĢ, sınırlandırılmıĢ ve dıĢlayıcı bir siyasi topluluğa,ortak bir tarih ve beklenen bir gelecek algısı ile bağlıdır. (Nash, 2009: 1067) Ġnsan haklarının ise evrensel olma bakımından potansiyeli vardır; ancak, tutarlı ve etkin bir yaptırım mekanizması bulunmamakta ve ayrıca toplumsal ve özellikle siyasi boyutları hala tartıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) Dolayısıyla insan haklarının geniĢlemesi, tekil devletlerin vatandaĢlarının siyasi haklarına bağlı olarak devam edecektir. Ne vatandaĢlık ne de yaptırım için hala en iyi araç olan ulus-devlet arkada bırakılamayacaktır. Küresel insan haklarının hayata geçebileceği en uygun ortam, bölgesel yahut kozmopolit bir vatandaĢlık için toplumsal bir kuruluĢun varlığıyla mümkün olabilir. KüreselleĢme çağında insan haklarının etkinliği, vatandaĢlığa dönüĢmelerine bağlı olarak devam edecek, bu da kendi dayanıĢması, kurumları ve güvenliği ile toplumsal adaleti sağlamaya yetecek kapasiteye sahip bir küresel siyasi topluluğun üyeliği ihtiyacına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) KAYNAKÇA Arendt, H. (2011). Totalitarizmin Kaynakları-2: Emperyalizm. çev. Bahadır Sina ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Balibar, E. (1994). “Rights of Man and Rights of Citizen: The Modern Dialectic of Equality and Freedom”, Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy Before and After Marx, çev. James Swenson, New York: Routledge, s. 39-59. Benhabib, S. (2006). Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar. çev. Berna Akkıyal, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Brubaker, R. (2009). Fransa ve Almanya‟da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu. çev. Vahide Pekel, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Gemalmaz, M. S. (2010). Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri, II. Cilt: Uluslararası Sistemler. Ġstanbul: Legal Yayınevi. Kymlıcka, W. (2008). “Vatandaşlığın Dönüşü: Vatandaşlık Kuramındaki Yeni Çalışmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, çev. Can Cemgil, VatandaĢlığın DönüĢümü: Üyelikten Haklara, ed. AyĢe Kadıoğlu, Ġstanbul: Metis Yayınları, s. 185-217. Kıwan, D. (2005). “Human Rights and Citizenship: an Unjustifiable Conflation?”, Journal of Philosophy of Education, Cilt: 29, Sayı: 1, s. 38-50. Mouffe, C. (1999). ―Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?‖, Social Research, Cilt: 66, Sayı: 3. Nash, K. (2009) “Between Citizenship and Human Rights”, Sociology, Cilt: 43, Sayı: 6, s. 1067-1083. Rousseau,J.J. (2008). Toplum SözleĢmesi, çev. Ġsmail Yerguz, Ġstanbul: Say Yayınları. Shafır, G., Brysk, A. (2006). “The Globalization of Rights: From Citizenship to Human Rights”, Citizenship Studies, Cilt: 10, Sayı: 3, s. 275-287. 209 Tambakaki, P. (2010). Human Rights or Citizenship?, Abdingdon-Oxon: Birkbeck Law Press. Young, I. M. (1989). “Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”, Ethics, Cilt: 99, Sayı: 2, s. 250-274. 210 MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ Umut KOLOġ1 ÖZET Hukuksal özne, yani kiĢi ile ilgili bu makalede yapılmaya çalıĢılan, kiĢinin hukuk sosyolojisi bakımından ele alınması, baĢka deyiĢle, hukuksal öznenin toplumsal iliĢki örüntülerindekapladığı yerin ortaya konmasıdır. Konunun tamamını tüketmenin imkânsız olduğu böylesi bir çalıĢma, ancak birtakım temel konulara değinerek ve bunlarla ilgili fikir yürütülerek gerçekleĢtirilebilir. Bu temel konular, kiĢi kavramından genel olarak anlaĢılanın ne olduğu ve kiĢinin toplumsal bir artalanda varlık buluĢunun yanı sıra bu toplumsal artalanın, söz konusu olan modern toplumlar ise, rasyonelliği öne alan bir konumda olduğu, modern toplumların hukukunun da rasyonel olduğu ve bu hukuka uymanın kendisinin rasyonel kabul edildiği biçiminde kısaca ifade edilebilir. Bu rasyonaliteye uyulmaması, ondan sapılması hâlinde ise rasyonelleĢtirici pratikler devreye girecektir. Anahtar Kelimeler: Hukuk Sosyolojisi, Kişi, Hukuksal Özne, Rasyonalite, İdeoloji, Söylem ABSTRACT The subject of this article related to legal subject or the person is to deal with person in the context of sociology of law, in other words, to propound the basis of legal subject within the patterns of social relations. The article will not be able to clear up the matter throughly but concerns some of the basic issues and give opinions about them. These basic issues can briefly be expressedthrough the concept of person and the meanings it may have, its relations to social background, rationality of modern social formation and modern law, and lastly, rationality of legal subject that supposed to obey the law rationally. And rationalizing practiceswill be enforced when the person is out of the rational boundries. Keywords: Sociology of Law, Person, Legal Subject, Rationality, Ideology, Discourse I.KĠġĠ YA DA HUKUK ÖZNESĠ: KAVRAM VE TOPLUMSAL KARġILIĞA DAĠR YAPISAL AÇILIMLAR Hukuksal kiĢilik ile ilgili olarak zor olan, Smith‘in deyiĢiyle, onu gizemli kılan sürekli eğilimi açıklamaktır (Smith, 1928:284). Bu gizemin ortadan kaldırılabilmesi, onun toplumsal gerçeklikte tuttuğu yerin, daha açık ifadesiyle sosyolojik artalanının ortaya konması suretiyle gerçekleĢtirilebilir. Hukuksal kiĢilik, hukuksal muamelelerde bulunmanın önkoĢulu ise ve hukuken kiĢi hukuksal iliĢkilerde taraf olabilen kiĢiye göndermede bulunuyorsa (Smith, 1928:295) öncelikle bu kavram açımlanmalı ardından bunun toplumsal karĢılığına bakılmalıdır. Hukuksal bir kiĢiliğe sahip olmak, en genel ifadesiyle, haklara ve yükümlülüklere sahip bir özne olmak demektir ve hukuksal kiĢiliğe dair en tatmin edici tanımlama, hukuksal kiĢiliğin hukuksal iliĢkilerde bulunma kapasitesi olduğu biçiminde gerçekleĢtirilendir (Smith, 1928:283; Weber, 1978:706). Holland, kiĢinin genellikle bir hakkın öznesi ya da taĢıyıcısı diye tanımlandığını ancak bu tanımlamanın yükümlülükleri dıĢta bıraktığı ölçüde dar kaldığını, kiĢi dendiğinde hakların olduğu kadar yükümlülüklerin de öznesini anlamak gerektiğini belirttiğinde (Holland, 1908:90) subject kelimesinin iki anlamlılığına yapılan vurguyu da belirtmiĢ olmaktadır. Zira subject bir yandan vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı olan diğer yandan denetim ve bağımlılık yoluyla baĢkasına tabi olan anlamlarına gelmektedir (Foucault, 2005b:63) ve bu itibarla kendine bağlı olması bakımından haklara, baĢkasına tabi olması bakımından yükümlülüklere tabi olmayı ifade etmektedir. 1 AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı; kolos@istanbul.edu.tr 211 Roma Hukukundaki kullanımına bakılacak olduğunda kiĢi bir status sahibi olandır; bir insan hukuksal olarak hak ve yükümlülüklere sahip olduğunda kiĢi olur ve Romalı hukukçuların deyiĢiyle hukuksal edimde bulunma kapasitesi maskesi yani persona2takmıĢ olur (Holland, 1908:90). Holland‘ın Digesta‘dan aktardığı kadarıyla yaĢayan bir insan olmak ve devlet tarafından bir kiĢi olarak tanınmıĢ olmak kiĢi olmayı sağlamaktadır (Holland, 1908:91-93). Roma toplumunda kölelik gibi ―statü‖lerin toplumsal yapıdaki yeri akılda tutulduğunda kiĢi olabilmenin biyolojik olarak insan olan herkese bahĢedilmemiĢ olduğu ifade edilebilecektir. Günümüzün modern hukuk sistemleri bağlamına geldiğimizde ise temelde yer alanın insanın kiĢilik değerlerinin korunması olduğu ifade edilebilir; zira kiĢiliğin en yetkin konumuna kavuĢması modern dönemlerin eseridir (Gürkan, 1995:39). Burada söz konusu olan, kiĢinin hak ve yükümlülüklerinin evrensel görülen ilkelerle örülü oluĢudur. Bu ilkeleri genel olarak eĢitlik, özgürlük, kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması, kiĢiliğin sosyal karakteri ve belirlilik olarak ifade etmek mümkündür (Özsunay, 1979:5-6). Burada ister istemez birtakım ideolojik örüntülere ve onların felsefi temellerine değinmek lazım gelecektir. Zira bilindiği üzere ideolojiler, bilimsel göndermelere sahip olabilmekle beraber bilimsel olmayan, evrensel iddiaları haiz inĢâi giriĢimlerdir. Bu noktada modern toplumsal formasyonda hukuksal özne dogmatiğine değinilmesi faydalı olabilir. Wallerstein‘e göre modernitenin aydınlanma düĢüncesi geleneksel toplumların Tanrı anlayıĢını bir adım öteye taĢıyarak herkesin doğuĢtan sahip olduğu insan haklarını türetmiĢtir (Wallerstein, 2000:41) ve bu türetmenin hukuksal ifadesi de modern toplumsal formasyonun kiĢisidir. Bu noktaya daha sonra geri döneceğimizi ifade ederek, kiĢi konusuna iliĢkin temel yaklaĢımları sınıflandırma giriĢimlerine yer vermek uygun görünmektedir. Naffine, kiĢi kategorisine iliĢkin üç ayrı yaklaĢım olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilkinde, kimi analitik hukukçulara göre kiĢi salt hukuksal bir artefact olarak karĢımıza çıkmaktadır ve kiĢiye dair metafizik ön kabullere dayanılmamaktadır (Naffine, 2003:349-350). Bu görüĢ çerçevesinde kiĢilik, hukuksal hakları haiz olmak ve hukuksal iliĢkilerde bulunmak bakımından biçimsel bir kapasiteden fazlası değildir; ahlâki göndermeleri yoktur ve metafizik iddialara dayanmaz (Naffine, 2003:350); hukuksal kiĢi salt bir soyutlamadır, bir oluĢ değildir (Naffine, 2003:353). Dolayısıyla hukuksal iliĢkiler yoksa kiĢilik de yoktur (Naffine, 2003:353). Ġkinci görüĢ penceresinden hukukun kiĢisi doğal bir karakterdedir; öyleyse artefact oluĢtan söz edilemez (Naffine, 2003:349). Burada kiĢiliğin dar bir kavramsal alana sıkıĢtırılmasından kaçınılır ve onun hem hukuksal hem de ahlâki bir temele sahip olduğu düĢünülür; hukuksal kiĢi her zaman ve kaçınılmaz olarak kendisini ahlâken değerli kılan ve hukukun saygı göstermek zorunda olduğu özsel bir insanlığa sahiptir (Naffine, 2003:350). Bu bakımdan, kiĢi olunması için rasyo ya da bilincin varlığı zorunlu değildir, insan olmak yeterlidir (Naffine, 2003:361).3 KiĢi kategorisine iliĢkin üçüncü yaklaĢımda hukuksal kiĢi, klasik toplumsal sözleĢme yaklaĢımlarında görülen, rasyonel ve bu yüzden sorumlu olan insan hukuk aktörü ya da öznesidir ve birinci görüĢün aksine hukuksal iliĢkilerden bağımsız ve ahlâki bir varlık söz konusudur (Naffine, 2003:362-364). Ġkinci görüĢten farklı olarak ise rasyonellik kiĢi olmak bakımından zorunludur (Naffine, 2003:365). YaklaĢımlardan son ikisi birbirleriyle geçiĢimli niteliktedirler. Ġlk yaklaĢım ise daha pozitivist bir eksende yer almaktadır. Burada ek olarak, Supiot‘nun antropolojik montaj olarak deyimlediği yaklaĢımına da değinme imkânımız olacaktır. 2 Persona‘ya iliĢkin Gürkan‘ın ifadeleri açıklayıcı olabilecektir: ―KiĢi diye dilimize çevrilen bu sözcüğün türetildiği ‗persona‘nın ilk anlamı eski Yunan ve Roma aktörlerin sahnede temsil ettikleri roller için kullandıkları ‗maske‘dir. Böylece yaĢlı bir adamı tasvir eden maske bir yandan yaĢlı bir insanı temsil ederken, bir yandan da yaĢlı adamın tüm dünyası demek olan sahnede oynadığı rolü, yaĢlı adam rolünü temsil etmektedir. Daha sonra maskeyi değil, sahnede karakteri ifade edilen kimseyi ya da karakteri oynayan oyuncuyu ifade eder oldu. Bir süre sonra da ‗beden‘ olarak algılanmağa baĢladı‖ (Gürkan, 1995: 42). 3 Bu yaklaĢıma aynı zamanda biçimci eĢitlik anlayıĢına yönelen bir doğal hukuk anlayıĢının eĢlik ettiğini ifade etmek hatalı olmayacaktır. Zira biçimci eĢitliğin salt aritmetik bir eĢitlik olduğu oysa bunun doğal olarak var olan bir adalet içeriği ile desteklenmesi gerektiği savunulmuĢtur (IĢıktaç, 2004b: 136). 212 Supiot‘ya göre bir insanın homojuridicus kılınması, ondaki sembolik ve biyolojik boyutları birleĢtirmenin Batılı tarzıdır (Supiot, 2008:11). Bir doğa olgusu olmayan hukuk öznesi buna rağmen artefact‘tır, yani insanı sadece biyolojik bir varlığa indirgemeyen, onun etini ve ruhunu bir bütün kabul eden bir idealleĢtirme, bir tasarımdır (Supiot, 2008:12). Yukarıda Foucault‘ya atıfla göstermeye çalıĢtığımız özne vurgusu Supiot‘da da kendini gösterir; zira ona göre hukuksal kiĢilik bir yandan bağlı bir yandan özerk, bir yandan beden bir yandan ruh olarak insanı ele alır ki, bu boyutların hukuksal kiĢilik içinde birleĢtirilmesine antropolojik bir montaj denebilir (Supiot, 2008:50-51). Supiot‘nun görüĢlerinin önemi artefact terminolojisini, Naffine‘in kullanımıyla, analitik hukukçuların tekelinde kalmaktan azade kılmasından kaynaklanmakla tükenmeyip aynı zamanda inĢâi boyut ile bedene yaptığı vurgu bakımından olgusal boyutu bir araya getirdiği için de vurgulanmalıdır. Gelinen bu aĢamada ise Wallerstein‘a geri dönmek gerekmektedir. Wallerstein‘ın belirlemesi, ilk yaklaĢımın artefact oluĢa yaptığı vurgu ile diğer yaklaĢımların bu artefact niteliğin içini doldurur görünen ideolojik içeriklendirme çabalarını modern toplumsal formasyon içinde değerlendirmeye iliĢkin Pašukanis okumasını anlamlandırmamıza da yardımcı olabilecektir. Wallerstein evrenselciliği bir ideoloji olarak nitelendirir ve sonsuz sermaye arayıĢında evrenselci bir ideolojinin savunulmasının ve uygulanmasının aslî bir unsuru olduğunu düĢünmektedir. Dolayısıyla evrenselcilik, kapitalist dünya ekonomisine ve kapitalist dünya ekonomisi içinde ortaya çıkan davranıĢ, norm ve pratikler anlamında moderniteye uygun bir ideolojidir. Zira kapitalist sistemin, sistem dıĢına atmanın anlamsız görüneceği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır (Wallerstein, 2000:44). Ona göre malları, sermayeyi ya da emeği pazarlanabilir olmaktan alıkoyan ne varsa metaların pazar içindeki akıĢına ket vuran, onu kısıtlayan bir özellikte olduklarından istenmeyen hâlleri oluĢturur (Wallerstein, 2000:42). Bu açıklamalar ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğer ortada bir artefact oluĢ varsa bunun nedenlerine iliĢkin ipuçlarının modern toplumsal formasyon içinde aranması gerektiği anlaĢılmaktadır. Bu nokta kiĢi kavramından anlaĢılanın ne olduğuna ilave bir Ģeyler söylemenin ve kiĢinin yani hukuk öznesinin varlık buluĢunun modern toplumsal formasyondaki karĢılığına bakmanın gerekliliğini düĢündürmektedir. ġimdiye kadar yapılan açıklamalar ıĢığında denebilir ki, ―olması gereken‖ düĢüncesinin toplumsal yaĢamın yapısallığı içinde bir oluĢumu vardır ve toplumsal norm kategorileri bu ―olması gereken‖lik içinde anlaĢılmalıdır. Olması gereken anlayıĢı bir düĢünce sistemi olarak kurulmadan önce, insanların bilinçli tercihlerine dayanmaksızın bir oluĢum göstermektedir. Burada hukuka da yol açılmaktadır; zira hukuk da bir kural bilimi olarak anlaĢılabilir yani o da bir ―olması gereken‖e bağlı olmak bakımından normatiftir (Can, 2003:24). Geldiğimiz bu nokta, hukukun kendisinin de toplumsal yapı içinde ve kendiliğinden oluĢup oluĢmadığına iliĢkin bir soruĢturmayı haklı göstermektedir. Öncelikle ifade edilmesi gereken, hukukun kendiliğinden oluĢup oluĢmadığının soruĢturulmasının zorunlu olarak doğal hukukçu bir yaklaĢıma götürmeyeceği ya da yasama faaliyeti ve yargı pratiklerini, yani inĢâi zemini zorunlu olarak dıĢlamaya yol açmayacağı hususudur. Burada yapılmaya çalıĢılanın hukuku ve onun kiĢisini sosyolojik olarak ele almak olduğunu belirtmekte yarar gördüğümü tekrar ifade etmeliyim. Bu noktada Evgeny B.Pašukanis‘in yaklaĢımının yardımcı olabileceğini sanıyorum. Pašukanis‘in (1891-1937) hukuka yaklaĢımının esasını döneminin Marksist hukuk kuramcılarının anlayıĢlarına yönelen bir eleĢtirinin oluĢturduğu belirtilmelidir. Ona göre hukuk (dolayısıyla hukuk öznesi yani kiĢi) salt ideolojik bir kurgu olmaktan ötede bir muhtevaya sahiptir. Hukukun altyapı iliĢkilerinin üstyapısal ve kurgusal bir ifadesi olduğu biçimindeki klasik Marksist yaklaĢımın ötesine geçmeye dair bir giriĢimi Pašukanis‘in çabalarında yine Marksizm içinden gelen bir biçimde görmek mümkündür. Pašukanis hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak görür ve toplumsal iliĢkilerin hukuksal biçim aldığından bahseder (Pašukanis, 2002:74-75). Pašukanis‘e göre hukukun bilinçli temellere dayanmayan altyapısal bir temeli vardır; zira hukuk bir düĢünce sistemi olarak değil ama üretim iliĢkilerinin baskılaması ile ve insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan meydana gelen bir iliĢkiler sistemi olarak gerçek bir tarihe sahiptir (Pašukanis, 2002:64). Hukuku bir kurallar yığını olarak aldığımızda, onu doğuran iliĢkilerin kuralları öncelediği vurgulanmalıdır (Pašukanis, 2002:85). Pašukanis çok net biçimde Ģunları ifade eder (Pašukanis, 2002:85-86): 213 ―Hukuk kuralının kendisi yani mantıksal içeriği doğrudan doğruya var olan iliĢkilerden kaynaklanır‖ ―Kural hukuksal iliĢkiyi doğurmaz; hukuksal iliĢki temelindeki toplumsal iliĢkiyle kuralı doğurur.‖ Dolayısıyla, toplumsal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak olmak zorunda değildir. Can‘ın deyiĢiyle toplumsal gerçekliğin içindeki olgular, günlük gereksinimler ve duygusal tepkiler gibi süreçlerden geçerek birtakım hukuksal değerlere dönüĢmektedirler ve bu noktada ―olan‖dan ―olması gereken‖e bir geçiĢim yaĢanmaktadır (Can, 2003:70-71). Hukuk için ifade edilenlerin onun temel kavramlarından olan kiĢi için de ortaya konması mümkündür. Denebilir ki, kapitalist toplumun hukuksal öznesi ―hukukçuların düĢünce düzleminde yaratılmadan önce toplumsal yaĢamın süjesi olarak kültür tarafından oluĢturulmuĢtur‖ (Özcan, 2011:110). Hukuk bir kiĢilik ideali ortaya koymaktadır ancak bu kiĢilik ideali, olağan koĢullarda, toplumda zaten var olan toplumsal kiĢilik tipiyle uyumlu olma eğilimindedir ve kiĢi toplumdaki kültür aracılığıyla algılanan toplumsal kiĢilik olduktan sonra hukukun bu kiĢiliği tanımlaması veya yeniden biçimlendirmesi ile hukuksal kiĢilik hâline gelmektedir (Özcan, 2011:122). Hukuk ile yapılanın toplumsal artalanda oluĢan bu kiĢiliğin korunması çabası olduğu da düĢünülmelidir. Pašukanis toplumda zaten var olan toplumsal kiĢiliğin, modern toplumsal formasyonda yani kapitalizm koĢullarında mülk ve özel çıkar sahibi, iktisadi öznede somut varlığını bulduğunu ifade etmektedir (Pašukanis, 2002:77). Ona göre hukuksal kiĢi yani hukuk öznesi hukuk kuralı dıĢında, toplumsal iliĢkilerde vardır ve maddi dayanağını yasanın yaratmadığı ve fakat hazır bulduğu iktisadi öznede bulmaktadır (Pašukanis, 2002:88-91). Harvard ekibi hukukta kiĢi metaforunun kullanımının iĢlevini belirtirken bunun salt bir metafor olmaktan çıktığını ve ağır ihtilaflı sosyal meselelere dair sorunların ifade edilmesi için bir zemin, bir depo oluĢtan bahsettiklerinde (Harvard, 2001:1766) aynı sosyolojik zemin üzerinde yer almaktadırlar. Pašukanis ise borçlu ile alacaklı arasındaki iliĢkinin devletin koyduğu yasalar tarafından yaratılmadığını, zaten toplumda bunun nesnel bir karĢılığının olduğunu belirttiğinde bu durumu somutlaĢtırmaktadır (Pašukanis, 2002:87). Burada hukukun toplumsal yaĢam bakımından bir girdi oluĢu ihmal ediliyor değildir. Posner hukukun toplumsal denge durumlarına iliĢkin, ilki davranıĢsal olan ve hukukun insanların davranıĢlarına etki etmesiyle açıklanan ve ikincisi hermenötik olan ve insanların sahip oldukları inanıĢları değiĢimlemesiyle açıklanan iki etkisinin bulunduğunu ifade ettiğinde, bu girdi oluĢa değinmektedir (Posner, 2002:33). Ancak hukukun toplumsal yapıyı değiĢimlemeye dair giriĢimlerinin örneğin bir hukuk devriminin yapıldığı olağanüstü dönemler için daha çok açıklayıcılığa sahip olduğunu düĢündüğümüzü ifade etmekte yarar vardır. O hâlde sorun, bir toplumsal norm kategorisi olarak hukukun nesnelliğine iliĢkin noktada düğümlenmektedir. Bu konuya iliĢkin sosyolojik bir tahlilin hukukun kendiliğinden geliĢimi ve yasakoyucunun faaliyetlerinin anlaĢılması bakımından gerçekleĢtirilebileceğini düĢünüyorum. Buradaki duraklar ilk adım ile ilgili olarak yine Pašukanis, ikinci adım ile ilgili olarak ise Searle olacaktır. Yukarıdaki açıklamalar hukuk ve toplumsal karĢılık ile ilgili önemli olduğunu düĢündüğüm açılımlara göndermede bulunmaktadır. Gerek sosyolojik anlamda bireyin, gerek hukuk sosyolojisi anlamında kiĢinin oluĢumunun izlerinin bu artalanda sürülmesi, hukukun nesnelliğine iliĢkin yürütülecek tartıĢmaya da zemin hazırlamaktadır. Modern toplumsal formasyonun kapitalist niteliği, bu nesnellik arayıĢlarını da kapitalist iliĢki örüntülerinde aramaya yol açmaktadır. Pašukanis‘in açıklamaları bu izlekte görünmektedir. Ona göre hukuksal iliĢkiler, her durumda, doğrudan doğruya insanlar arasındaki üretim iliĢkileri tarafından yaratılmaktadırlar (Pašukanis, 2002:95). Hukukun kiĢisi de kapitalist mübadele iliĢkilerinde tüm olası taleplerin taĢıyıcısı ve hedefi olmak bakımından toplumdaki üretim iliĢkilerine denk düĢen temel hukuksal birim olarak karĢımıza çıkmaktadır (Pašukanis, 2002:98). Zira tüm hukuksal iliĢkiler özneler arasındadır ve özne yani kiĢi hukuk kuramının en küçük, basit ve bölünemez unsurudur (Pašukanis, 2002:109). Özne kategorisi nesneler üzerinde pazarda özgürce tasarruf edebiliyor olmanın en iyi ifadesi olarak karĢımıza çıkmaktadır (Pašukanis, 2002:110). Bu bakımdan hukuk öznesi de toplumsal iliĢkilerin saf bir ürünü olarak görünür (Pašukanis, 2002:114). Bu anlamda hukukun kendisinin nesnel varlığına iliĢkin bir saptama yapılacak olduğunda denebilir ki, bunun saptanabilmesi için hukuk kuralının içeriğini bilmek yeterli 214 olmayıp o kuralın toplumsal iliĢkilerde gerçekleĢip gerçekleĢmediği bilinmelidir (Pašukanis, 2002:85). Pašukanis‘in hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak gördüğünü hatırda tuttuğumuzda, burada belirttiklerimizi de bu görüĢe eklemeyerek toplumsal iliĢkilerin nesnel olarak ele alınabilmesi ölçüsünde hukukun ve hukuk öznesinin de nesnel bir ele alıĢa konu olabileceğini zira onların da sosyolojik anlamda bir nesnelliğe sahip olduğunu ifade etmenin hatalı olmayacağını düĢünüyorum. Ġkinci adım ise yasakoyucunun faaliyetinin nesnelliğinin olup olmadığına iliĢkindir. Burada kilit kavram Searle‘ün ―kurumsal olgu‖ diyerek adlandırdığı belirlemede ifadesini bulmaktadır. Searle‘e göre olgular kaba olgular ve kurumsal olgular olmak üzere ayrılabilir. Kaba olgular ya da fiziksel evren insan tarafından yaratılmaya ihtiyaç duymadan varlık bulmuĢlardır. Kurumsal olgular ise insanın inĢâi faaliyeti neticesinde ortaya konanlardır (Searle, 2005:147 vd). Bu ayrımlaĢtırma ise kurumsal olguların toplumsal yapıda karĢılık bulduklarına dair belirlemeye engel değildir. Searle kurumsal bir olgu olan mülkiyet hakkından söz ederken, mülkiyet haklarının hukuki olarak yaratılmasının, tipik olarak satma ve satın alma edimlerini gerektirdiğinden bahsettiğinde (Searle, 2005:148) toplumsal iliĢkilere göndermede bulunmuĢ olur. Ona göre kurumsal olgular insan uylaĢımıyla var olurlar (Searle, 2005:152). Burada kolektif kabullerin rol oynadığından bahseden Searle, mülkiyet hakkının toplumun çoğunluğu ya da tamamı tarafından reddedildiği momentlerde mülkiyet hakkının da sona ereceğine iĢaret ettiğinde toplumun yeterli sayıdaki üyesinin kabulünü kurumsal olguların süregiden varoluĢlarının sırrı olarak sunmuĢ olur (Searle, 2005:149). Searle‘ün yaklaĢımının önemi hem olan ile olması gereken arasındaki uçurumu ortadan kaldırmasından (Özcan, 2008:316) hem de kendi ifadesiyle kurumsal olguların, ki hukuk da buna örnektir, fiziksel evrenin yani kaba olguların bir parçası olduğunu göstermesinden ileri gelmektedir; zira ona göre toplumsal, kurumsal ve zihinsel gerçeklik tek bir fiziksel gerçeklik içinde yer almaktadır (Searle, 2005:153). ÇalıĢmamın birinci bölümünün sonunda toparlama maksadıyla belirtmem gerekir ki, hukukun öznesi yani kiĢi modern toplumsal formasyonu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri içinde ortaya çıkmıĢtır. Hukuk sosyolojisi bağlamında kiĢinin ele alınması, sosyoloji bağlamında bireyin oluĢumuyla baĢlayan ve kapitalist iliĢki örüntülerini hesaba katarak iktisadi özne zemininde temsillenen bir toplumsal artalana sahiptir. ―KiĢi‖nin nesneleĢmesi, onun materyalize ediliĢiyle mümkün olur. II.RASYONALĠTEDEN HUKUKUN RASYONELLĠĞĠNE WEBERYAN BĠR AÇILIM KiĢi kavramı açımlanıp onun toplumsal karĢılığına göz atıldıktan sonra, baĢka bir deyiĢle, kiĢinin sosyolojisine giriĢin ardından bu kiĢiye atfedilen en önemli niteliklerden biri olan rasyonalite meselesine de bakmakta fayda görüyorum. Burada özellikle sosyoloji cephesinden rasyonel olanın bir takibine giriĢecek ve ardından bu rasyonalitenin hukuk alanında nasıl ifade bulduğuna dair Weber‘den beslenerek birtakım belirlemeler yapmaya çalıĢacağım. Hukukun rasyonalitesine iliĢkin önemli belirlemeleri Weber‘in çalıĢmalarında bulmak mümkündür. Buna iliĢkin değerlendirmelerine girmeden önce Weber‘in ekonomi hukuk iliĢkisine dair saptamalarına kısaca da olsa yer verilebilir. Weber‘e göre ekonomik faktörler hukuk üzerinde doğrudan olmayan bir etkide bulunmuĢlardır. Bu etki sadece Ģu derecededir: ekonomik davranıĢın piyasa ekonomisi ya da sözleĢme serbestisi gibi olgular üzerinde temellenen belirli rasyonalizasyonları ve hukuk tarafından çözülmesi beklenen menfaat uzlaĢmazlıklarının artması, hukukun sistemleĢtirilmesine etkide bulunmuĢlardır (Weber, 1978:655). Dolayısıyla ekonomik çıkarlar hukuku doğrudan yaratmamıĢtır (Weber, 2012:18). Ancak bu saptamaları, Weber‘in modern Batı toplumlarında kapitalizm hukuk iliĢkisini göz ardı ettiği anlamına gelmemelidir. Weber‘e göre modern Batı toplumsal düzeninin en önemli iki parçasından biri rasyonel yapıdaki hukuktur ve rasyonel hukuk hesaplanabilir olan hukuktur (Weber, 2012:17) ve kapitalizmin gereksinimi hesaplanabilir bir hukuktur (Torun, 2003:96). Rasyonel amaçlara ulaĢabilmek için toplumsal yapıda tanımlanmıĢ ve kurumsallaĢmıĢ alt sistemlere ihtiyaç vardır (Özcan, 2011:120) ve Weber‘e göre rasyonel biçimde nitelendirilmiĢ, dile gelmiĢ olan anayasalara, yasalara ve hukuka bağlı siyasal örgütlenme olarak devlete modern Batı toplumları dıĢında rastlanmamıĢtır (Weber, 2012:8). Weber‘in hukuk sosyolojisi yaklaĢımında modern Batı toplumlarında görüldüğü hâliyle çağdaĢ hukuk düĢüncesi iki ana kategoriye ayrılmaktadır: Hukuk yapma ve hukuk bulma. Bunlardan hukuk yapma ile anlaĢılan hukukçuların düĢüncesinde rasyonel hukuk kuralları olarak varsayılan genel 215 normların kurulması iken hukuk bulma ile anlaĢılan bu kuralların somut olgulara uygulanmasıdır (Weber, 1978:653). Weber hukukun rasyonelliği ile ilgili görüĢlerinde rasyonel ya da irrasyonel olma, Ģekli bakımdan ve maddi bakımdan ele alınabileceğini belirtir. ġekli bakımdan rasyonellik – irrasyonellik meselesine dair söylenebileceklerin ilki, gerek hukuk yapımında gerek hukuk bulmada rasyonel araçlara değil ama örneğin kehanetlere ya da vahye baĢvurulursa Ģeklen irrasyonalitenin gündeme geleceğine iliĢkindir (Weber, 1978:656). Dolayısıyla denebilir ki, gerek usul hukukunda gerek maddi hukukta karar genel ve ortak bir norma göre tespit ediliyor ve bunlara göndermede bulunuluyorsa Ģeklen rasyonalite söz konusudur (Topçuoğlu, 1964:245). Maddi bakımdan rasyonellik – irrasyonellik ayrımı ise hukuki kararın ahlâki, duygusal ya da siyasal temellere dayandırılması hâlinde irrasyonelliğin ortaya çıkması, aksi hâlde ise rasyonellikten söz edilmesiyle belirlenmektedir (Weber, 1978:565). BaĢka deyiĢle, bir hukuki uyuĢmazlık vukuunda bu ihtilafa hukuku uygulayacak kimseler uyuĢmazlığın ya da aykırılığın yarattığı duygusal tepkilerle bir karara varıyorlarsa orada irrasyonel bir hukuki süreç gündeme gelmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243). Görüleceği gibi, Ģekli bakımdan rasyonellik hukuk yapma ve hukuku bulmada, maddi bakımdan rasyonellik ise uyuĢmazlığı çözecek kararı vermede dikkate alınmaktadır. Hukuk yapmada ve bulmada rasyonel araçlar olarak kabul edilen genel ve ortak bir usûl belirlendiğinde Ģeklen rasyonalite, hukuki uyuĢmazlığı çözen kararın verilmesinde duygusallıklara ve ahlâki nedenler gibi göreli noktalara değil de genel bir kurala göndermede bulunulduğunda ise madden rasyonalite tesis edilmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243244). Belirtilmelidir ki, irrasyonel oluĢ adil olmayan ya da kötü bir anlamı ifade etmemekte ama hukuki prosedürlerde genel kural olarak kabul edilemeyecek ve bu anlamda hukuka yabancı unsurlara göndermede bulunma anlamına gelmektedir (Topçuoğlu, 1964:245). Bu açıklamalar alt alta getirilip toplandığında modern toplumsal formasyonun kapitalist iliĢki örüntüleri bakımından ratio‘nun nasıl anlaĢıldığını ve haiz olduğu önemi görmek ve buna ek olarak modern hukukun bu rasyodan aldığı paya Weber‘den hareketle iĢaret etmek imkânımızın olduğunu ifade edebiliriz. Özellikle kapitalizmin hesaplanabilir olma anlamında rasyonel bir hukuka ihtiyaç duyması ve modern Batı toplumlarının bu hukuka ve hukuksal örgütlenmeye sahip bir siyasal sisteme sahip olmaları Weber‘in karĢı konamaz katkısını ortaya sermektedir. Weber kapitalizmin gerektirdiği hukukun rasyonel niteliğini gerek hukuk yapma ve bulmada gerekse hukuki kararı vermede nasıl anlaĢılabileceklerini de vurgulayarak göstermiĢtir. Ancak hukukun rasyonelliğinin belirlenmesi yeterli değildir. ÇalıĢmanın amacı hukuk öznesinin bir analizinin yapılması oldukça, bu rasyonaliteyle kiĢinin iliĢkisini kurmak da zorunlu hâle gelmektedir. Dahası ve belki de öncesinde, hukuk öznesinin rasyonalitesini ortaya koymalıyız. Sırada bu konuyla ilgili hususların aktarılması vardır. III.MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE RASYONEL HUKUK ÖZNESĠ: FOUCAULT ETKĠSĠ ÇalıĢma bağlamında, burada Foucault etkisi diyeceğim yenilik ise, bu iki ismin Devlet konusundaki ve Althusser‘in bilime dair kabullerinin bir tür eleĢtirisi olarak anlaĢılabilir. Önce bilim alanından baĢlayalım. Michel Foucault‘nun (1926-1984) genel çalıĢmasının merkezi kavramlarından biri ―söylem‖dir. Foucault, söylemi, aynı oluĢum sisteminden kaynaklanan, aynı söylemsel oluĢuma bağlı olan sözcelerin toplamı olarak tanımlar (Foucault, 1999: 139,152). Söylem kavramını kullanan Foucault, ideolojiyi neden tercih etmediğini de açıklamaktadır. Foucault ideoloji nosyonundan yararlanmanın üç nedenden ötürü kendisi için uygun görünmediğini ifade eder. Buna göre ilk sebep, ideolojinin, hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle potansiyel olarak da olsa daima bir karĢıtlık içinde konumlandırılmasıyken ikinci sebep, ideoloji nosyonunun kaçınılmaz biçimde ve hep bir tür özneye göndermede bulunmasının yarattığı sakıncadır; son olarak ideolojinin, onun altyapısı, maddesi ya da ekonomik belirlenimi gibi iĢlevler bakımından hep ikincil bir pozisyonda yer almasının yarattığı bir kullanıĢsızlık söz konusudur (Foucault, 1980: 118). Ġdeolojiyi bu Ģekilde kullanıĢsız ya da ―sakıncalı‖ bulan Foucault‘nun analizinin merkezine söylemi alması, Althusser‘i hatırlayalım, ideoloji eleĢtirisinin ardından elde kalan bilimi -ki Foucault‘ya göre söylemsel pratikler hakikat iddiası taĢıyan psikoloji, kriminoloji vs. gibi bilimsel araĢtırma alanlarına göndermede bulunmaktadır (Keskin, 2005: 16)eleĢtiriden ―mahrum bırakmama‖ gibi bir kaygıyla tasarlanmıĢ olabilir. Ġdeolojinin kullanıĢsız oluĢunu 216 açıklarken belirttiği, ideolojilerin hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle daima karĢıtlık içinde olduğu saptaması ve üçüncü neden olarak sunduğu ikincillik hususu, böylesi bir akıl yürütmeyi mümkün kılmaktadır. Foucault söylemin, söylemsel oluĢum denen kurucu kategori içinde oluĢtuğunu, söylemsel oluĢumun ise söylemi oluĢturan sözcelerin dağılma ve bölünme ilkesi olduğunu ifade etmektedir (Foucault, 1999: 139). Söylemsel oluĢum, sözcelerin çatlaksız, çeliĢkisiz ve bir iç keyfilik olmaksızın tarihsel birlikler olarak kurulmalarına iĢaret etmektedir (Foucault, 1999: 148). Eagleton‘ın ifadesiyle söylemsel oluĢumlar, bir kurallar kümesi olarak, toplumsal yaĢam içindeki belirli bir konumdan söylenebilecek ve söylenmek zorunda olan Ģeyleri belirlerler (Eagleton, 2011: 257). Foucault da bu kuralları, söylemin düzenini sağlayan içsel usûller ve dıĢlama usûllerinin bir dökümünü sunmaktadır (Foucault, 1987: 23-41). Söylemsel oluĢumların, iktidar pratikleriyle iliĢkileri bakımından arz ettikleri bir özellik ise bunların zorunlu olarak Devlet iktidarına göndermede bulunmuyor oluĢlarıdır. Foucault iktidarı bir iliĢkiler kümesi olarak ele alır ve iktidar tanımının unsurları iliĢki olma, eylem üzerinde eylem olma ve davranıĢları yönlendirme olarak sıralanabilir (KoloĢ, 2012: 118-121). Foucault‘nun analizi bakımından iktidarın en önemli özelliklerinden ikisi ise onun merkezsizliği ve aĢağıdan yukarıya oluĢudur. Ġktidarın merkezsizliği ile anlatılmak istenen, onun sayısız noktadan çıkması, eĢitsiz ve hareketli iliĢkiler içinde iĢlemesidir (Foucault, 2010: 72). Ġktidarın aĢağıdan yukarıya oluĢu ise Devlet‘i iktidarın merkezi üssü olarak almak ve toplumdaki iktidar iliĢkilerinin Devlet tarafından belirlendiğini varsaymak biçiminde anlaĢılabilecek olan yukarıdan aĢağıya oluĢun bir eleĢtirisidir. Foucault‘ya göre iktidar iliĢkileri aĢağıdadır; daha doğru bir ifadeyle, kendilerine ait bir yörüngeleri ve teknolojileri vardır ve bunlar bir üst-belirleyenin sultasında değildir (Foucault, 2003: 44). Somut bir örnek ise aileden hareketle sunulur ve Foucault‘ya göre ailede var olan iktidar iliĢkileri yukarıya biçim vermektedir (Foucault, 2010: 73). Burada bu iki Foucault verisini birleĢtirmek uygun görünüyor. Ancak öncesinde belirtilmelidir ki, Foucault‘da analiz edildiği hâliyle iktidarın en önemli özelliği özneyi (Foucault, 2005b: 63) ve hakikati üretmesi (Foucault, 1980: 133) anlamında pozitif oluĢudur. Eğer öyleyse, özne merkezsiz iktidar iliĢkileri içinde üretilmekte ve yeniden üretilmektedir. Bu aynı zamanda, özneyi kuranın Devlet merkezli, yukarıdan aĢağıya bir mekanizma olmadığını da söylemektir. Özne, onu kuran iktidar pratiklerinin ürettiği hakikatlerle birlikte bir tarihe sahiptir. Dolayısıyla, özneyi kuran ideolojilerden değil ama hakikat iddialı söylemsel pratiklerden ve onların dispositifler altında bir arada bulundukları söylemsel olmayan pratikler olarak iktidar mekanizmalarının iĢleyiĢinden söz etmek gerekir ve bu mekanizmalar da her zaman ve zorunlu olarak Devlet‘e göndermede bulunmazlar. Foucault‘nun soybilim çalıĢmaları itibariyle iktidarın kurumsal ortaya çıkıĢı bakımından üç spesifik alan üzerinde yoğunlaĢtığını ifade edebiliriz. Bu alanlar aynı zamanda bireylere birtakım öznellik gömleklerinin giydirildiği özellikledirler. Tımarhanelerde akıl hastalığı, hapishanelerde tehlikelilik ve hastanelerde anormallik üzerinden bir öznellik yükletilmesi söz konusudur. Böylece bireyler, akıl hastası-normal, tehlikeli-uysal, sağlıklı-anormal ve cinsellik dispositifi itibariyle sapkınsapkın olmayan gibi kategorilerde tanımlanırlar4.Foucault‘ya göre, modern epistemenin temel öznellik kipleri bunlardır. Öyleyse, gelinen noktada, Foucault‘da hukuk öznesinin nasıl ele alındığına bakılabilir. Foucault hukuk ve sujet iliĢkisini, önemsediği Hobbes ve toplum sözleĢmesi bağlamında ele alır. Hobbes‘un doğa durumunda eĢit ve özgür olduklarını varsaydığı özneler hukuksal bir bağıt olan toplum sözleĢmesini yaparak ve sözleĢme ile iktidarlarını bir egemene devrederek Leviathan‘ı oluĢtururlar. Bu kurgu sujet‘nin çift anlamlılığına imkân sunar niteliktedir. Öyle ki, konu hukuk olduğunda sujet hem uyruk hem de özne olarak anlaĢılacaktır. Foucault söz konusu iktidarın hukuksal-söylemsel analiz modeli olduğunda bir ―uyruk – özne dikotomisi‖ üzerinden gitmektedir. Hukuksal sujet, bir yandan, Foucault‘ya göre Batı‘da iktidarın anlaĢılıĢını sürekli biçimde hukuksal kılan monarĢik konsept bakımından, üzerilerinde kullanılabilecek en uç hakkın ölüm olduğu uyruklardır. Söz konusu olan hükümran – uyruk iliĢkisidir ve uyruk 4 Bu kurumlar ve kurumlardaki iktidar pratikleri için bkz (KoloĢ, 2012: 195-224). 217 hükümrana, onun hukukuna itaat eder bir pozisyondadır. Ancak sujet‘nin hükümranlığı meĢrû kılan bir boyutu da vardır. Ġnsanlar özgür, eĢit ve doğaları itibariyle hak sahibi olarak nitelendirilmeleriyle, yaptıkları tercihler de bu özgürlüğün ve eĢitliğin neticesi olarak telâkki edilecektir. Foucault‘nun hukuksal-söylemsel iktidar modelinde yani iktidarın hukuksal terimlerle ve hukuk ekseninde analiz edildiğinde öznenin doğal olarakya da doğası gereği hak ve imkânlara sahip kiĢi olarak anlaĢıldığını ifade etmesi (Foucault, 2003: 55) bu tip bir okumaya imkân sağlamaktadır. Hukuksal-söylemsel iktidar modelinde iktidarın muhatabının sadece üzerilerinde fiziksel kuvvetin, zorun kullanıldığı uyruklar olmadığı belirlemesi, çoklukla doğal hak ve ilkel iktidarlara sahip, sonrasında ise iktidarlarını devreden, toplum sözleĢmesi tasarımına uygun ve böylece hukuku devletin ideal oluĢumunda iktidarın temel bir belirtisi kılan öznelerin varlığı ile (Foucault, 2003: 271) tamamlanmaktadır. Ben buna uyruk – hukuksal özne dikotomisi demeyi tercih ediyorum. Ancak Foucault, modern epistemede iktidarın hukuksal-söylemsel iktidar modeli ile analiz edilmesinin uygun olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu dönemde iktidar hukuksal terimlerle değil, dönemi karakterize eden biyo-iktidar perspektifiyle analiz edilmelidir. Foucault‘ya göre özne meselesi, biyo-iktidar denen ve modern çağın antropolojik epistemesine uygun biçimde insanların yaĢamlarını ve bir tür olarak onları dikkate alan kesitte baĢkalaĢıma uğramıĢtır. Yukarıda ifade etmeye çalıĢtığım üzere, modern çağın tipik öznellikleri genel olarak normal-anormal ikiliği üzerinden giydirilen gömleklerle bireyleri özne kılmaktadır. Foucault‘ya göre biyo-iktidarda iktidarın muhatabı hukuksal öznedense yaĢamsal bir türdür (Foucault, 2010: 105). Zira biyo-iktidar ile söz konusu olan artık yasa karĢısındaki öznelerden çok canlı varlıklar, yani hayattır (Lemke, 2013: 56). Ġnsana bir tür olarak yaklaĢmak, hukuksal-söylemsel iktidar modelindeki uyruk – hukuksal özne dikotomisi niteliğinin değiĢmesi ve yeni bir tür öznenin kurulması olarak okunmaktadır (Rajan, 2012: 27). Buradaki sorun, Foucault‘ya göre modern epistemede hukuksal öznenin akıbetinin ne olduğudur. Ona göre modern toplumlarda bireyler bir yasayı ihlâl ettiklerinde cezaya mahkûm edilecek ve cezaları infaz edilecek hukuksal özneler olarak kabul edilmeye devam ederler (Foucault, 2007: 261). Ancak, bu faillerin mahkeme önüne yargılanmak üzere gelmeleri, Foucault‘ya göre, hukuksal özne kılığına bürünme olarak anlaĢılmalıdır. Örneğin livatadan ötürü yargı önüne gelen bir fail görüntü itibariyle bir hukuk öznesi olarak orada bulunmaktayken artık bu, bir hukuk öznesi kılığında gelmek olarak anlaĢılmalıdır. Zira bu özne artık, aslında normalleĢtirici zihniyetin kurduğu türlerin göndermede bulunduğu davranıĢların öznesi olarak yani bir tür-özne olarak yargı önüne gelir (Foucault, 2010: 39-40). Burada ek olarak vurgulanması gereken bir husus da, Foucault‘nun hukuk pratiklerine atfettiği öneme dairdir. Foucault‘nun hukuk pratiklerine iliĢkin vurgusu son derece açık ve belirgindir (Foucault, 2005a: 166): ―Tarihsel analizi yeni öznellik biçimlerinin ortaya çıkıĢını konumlandırmayı sağlayan toplumsal pratiklerin veya daha kesin olarak yargı pratiklerinin en önemli pratikler olduğu kanısındayım.‖ Böylece görülmektedir ki, bireyin ne olduğunun belirlenmesinin ya da diğer bir ifadeyle onu akıl hastası, tehlikeli, sapkın ya da anormal olarak daha önceden belirlenmiĢ öznellik kiplerinin içine sokulmasının ve böylece o öznellik kiplerinin göndermede bulunduğu davranıĢ kalıplarının o kiĢiye olumlu ya da olumsuz yönde giydirilerek sayılan öznelliklerin biri ya da birkaçı ile donatılmasının en önemli yollarından biri hukuk pratikleri olmaktadır (KoloĢ, 2012: 331-332). ÇalıĢma bakımından belirtilmesi gereken husus ise, söylemsel pratikler ile ortaya çıkan normların söylemsel olmayan pratikler ile bireylerin yontulmasında kullanılmasının bir rasyonalitenin, yönetimsel rasyonalite olarak da anılabilecek yönetimselliğin (governmentality) bir stratejisi olduğudur. Burada bahsedilen, aynı zamanda, rasyonel bireyin kurulmasıdır da. Zira modern toplumsal formasyon ve onu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri, Weber‘den hatırlayalım, hep bir rasyonalite izleğindedir. Bu rasyodan sapanlar kapatılarak, disipline edilerek, tedavi edilerek tekrar raya oturtulmaya çalıĢır. 218 ÇalıĢmanın bütünü ile birlikte düĢünerek toparlanacak olursa, Foucault‘da modern toplumsal formasyonda bireyin rasyonel oluĢunu sağlamanın önemli yollarından biri, yine rasyonel bir oluĢum olduğu varsayılan hukuk pratiklerinin iĢleyiĢidir. Bu rasyonalite, iktidar iliĢkilerinin Foucault‘daki hâliyle mikro ölçekliliği ve yerelliklerde bulunup her yerden geldiği düĢünüldüğünde, mikro alanlarda dolaĢımda olan bir özelliktedir. Ġktidarın aĢağıdan yukarılığını dikkate aldığımızda, hukukun da mikro alanlardaki bu rasyonaliteyi öncelikle taĢıyan sonra ise sağlayan bir boyutunun olduğunu görebilmekteyiz. Kısa ve net biçimde ifade etmek gerekirse, modern toplumsal formasyonda kiĢinin ve hukukun rasyonel olduğu, rasyonel kiĢinin yine rasyonel olan hukuka uyması gerektiği, uymadığında ise bu rasyoya uyacak vaziyete getirildiği hususu Weber ve Foucault‘yu birlikte okumanın bir sonucu olarak saptanabilir. KAYNAKÇA Can, C. (2003). Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel GeliĢim Çizgisi2. bs., Ankara: Seçkin Yayıncılık. Eagleton, T. (2011). Ġdeoloji 3. bs., çev. Muttalip Özcan, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınevi. Foucault, M. (1980).―Truth and Power‖, iç. Power/Knowledge: Selected Interviews and Other Writings 1972-1977, çev. Colin Gordon, Leo Marshall, John Mepham, Kate Soper, (ed. Colin Gordon), New York: Pantheon Books, s.109-134. Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Hil Yayın. Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ġstanbul: Birey Yayıncılık. Foucault, M. (2003). Toplumu Savunmak Gerekir 3. bs., çev. ġehsuvar AktaĢ, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Foucault, M. (2005a). ―Hakikat ve Hukuksal Biçimler‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:3 Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.163-279. Foucault, M. (2005b). ―Özne ve Ġktidar‖, çev. Osman Akınhay, iç. Seçme Yazılar:2 Özne ve Ġktidar2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.57-82. Foucault, M. (2007). ―Cezalandırmak Neye Diyoruz?‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:4 Ġktidarın Gözü2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.250-263. Foucault, M. (2010). Bilme Ġstenci – Cinselliğin Tarihi Birinci Kitap 3. bs., çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Gürkan, Ü. (1995). ―KiĢilik Kavramının Evrimi‖, Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu‘na Armağan, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 498, s.39-54. ―What We Talk About When We Talk About Persons: The Language of A Legal Fiction‖, Harvard Law Review, Cilt: 114, No: 6, s.1745-1768. (Metinde Harvard, 2001 olarak geçmektedir) Holland, T. E. (1908). The Elements of Jurisprudence10. bs., New York, London: Oxford University Press. IĢıktaç, Y. (2004b). ―Yaratıcı DüĢüncenin Cinsiyeti Var Mıdır?‖, iç. Hukuk Yazıları, Ankara: Yetkin Yayınları, s.127-142. Keskin, F. (2005). ―Büyük Kapatılma‖, iç. Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.11-20. KoloĢ, U. (2012). Michel Foucault‘nun Ġktidar Analizinde Hukukun Yerinin Belirlenmesi, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul. Lemke, T. (2013). Biyopolitika. çev. Utku Özmakas, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Naffine, N. (2003). ―Who Are Law‘s Persons? From Cheshire Cats to Responsible Subjects‖, The 219 Modern Law Review, Cilt: 66, No: 3, s.346-367. Özcan, M. T. (2008). Modern Toplum ve Hukuk Devleti, Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık. Özcan, M. T. (2011) Hukuk Sosyolojisine GiriĢ 4. bs., Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık. Özsunay, E. (1979). Gerçek KiĢilerin Hukukî Durumu 4. bs., Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları No: 2610 Paśukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm,çev. Onur Karahanoğulları, Ġstanbul: Birikim Yayınları. Posner, E. A. (2002). Law and Social Norms 2. bs., Cambridge, Massachusetts, London: Harvard University Press. Rajan, K. S. (2012). Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın KuruluĢu, çev. AyĢe Deniz Temiz, Ġstanbul: Metis Yayınları. Searle, J. R. (2005). Toplumsal Gerçekliğin ĠnĢâsı, çev. Muhittin Macit, Ferruh Özpilavcı, Ġstanbul: Litera Yayıncılık. Smith, B. (1928). ―Legal Personality‖ The Yale Law Journal, Cilt: 37, No: 3, s.283-299. Supiot, A. (2008). Homo Juridicus: Hukukun Antropolojik ĠĢlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Bige Açımız Ünal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Topçuoğlu, H. (1964). ―Max Weber‘e Göre Hukukî DüĢüncenin Kategorileri ve Yeni Hukuk Normlarının TeĢekkül Tarzları‖, Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch‘e Armağan, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları No: 197, s.199-260. Torun, Ġ. (2003). Max Weber‘de Ġktisadi GeliĢme DüĢüncesi, Ġstanbul: OkumuĢ Adam Yayınları. Wallerstein, I. (2000). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik KarĢısında Evrenselcilik‖, iç. Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler 3. bs., çev. Nazlı Ökten, Ġstanbul: Metis Yayınları. Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, (ed. Guenther Roth, Claus Wittich), Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press. Weber, M. (2012). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu 2. bs., çev. Emir Aktan, Ankara: Alter Yayıncılık. 220 HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI Sercan Gürler 1 Vahdet ĠĢsevenler2 ÖZET Bu makalenin amacı hukuki şarkiyatçılık tartıĢmalarına Türkçe literatürde bir giriĢ yapmaktır. Söz konusu tartıĢmaların merkezinde yer alan Edward Said‘in Şarkiyatçılık eseri bu makalenin de temelini oluĢturur. Said, bu eserinde Ģarkiyatçılığı anlamada Foucault‘nun kullandığı söylem kavramına baĢvurduğunu ve Ģarkiyatçılığın ancak bir söylem olarak incelendiği takdirde anlaĢılabileceğini belirtmiĢtir. Dolayısıyla makalede Foucault‘nun düĢüncesinde söylem kavramının ne‘liğine ve bu kavrama imkân tanıyan ontolojik ve epistemolojik argümanlara da değinilmiĢtir. ġarkiyatçılık ile birlikte ele alınması gereken diğer bir disiplin de post-kolonyal çalıĢmalardır. Post-kolonyal çalıĢmalar, Ģarkiyatçılığın‗öteki‘ söyleminin izlerini Batı sömürgecilik tarihinde sürer. Edebi metinler baĢta olmak üzere bilimsel ve felsefi literatür aracılığıyla bu söylemin nasıl yeniden üretildiğini araĢtırır. Hukuk da bu süreçte önemli bir role sahiptir. Bir yandan sömürgeleĢtirme sürecini meĢrulaĢtırır, diğer yandan sömürgeleĢtirilen toplumların kontrol edilmesini kolaylaĢtırır. Bu ikili iĢlevini yerine getirirken belirli bir insan kavramına dayanan bir söylem inĢa eder ve bu söylem aracılığıyla batı dıĢı toplumların hukuk sistemlerini ve insan anlayıĢlarını yargılar. Anahtar Kelimeler: söylem, hukuki söylem, şarkiyatçılık, hukuki şarkiyatçılık , kolonyalizm, postkolonyalizm 1. ġARKĠYATÇILIK NEDĠR? Edward Said‘e göre Ģarkiyatçılığın birkaç anlamından bahsedilebilir. Birincisi ġark hakkında yazan, ders veren, araĢtırma yapan kiĢinin eylemiyken; ikincisi ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik farka dayanan düĢünme biçimidir. Nihayette varılan üçüncü bir anlam ise ġark‘la uğraĢan bir Batı biçemidir. Burada yapılan ġark‘la, onu betimleyerek, hakkında saptamalar yaparak, onu öğreterek, oraya yerleĢerek ve onu yöneterek meĢgul olmaktır (Said, 1999:12-13).Belki de Ģarkiyatçılığın bu doğası yüzünden, Said onun ancak bir söylem olarak tahlil edildiği takdirde anlaĢılabileceğini söylemiĢtir ve söylemden ne anladığını ise Foucault‘nun Bilginin Arkeolojisi ve Hapishanenin DoğuĢu eserlerinde ortaya koyduğu ile sınırlamıĢtır (Said, 1999:13). Bu, araĢtırmacıya Foucault‘nun söylem ile ifade ettiğinin ne‘liğini anlama yükümlülüğü getirmektedir. Diğer bir yanıyla da bu, Foucault‘nun söylem söylemine eklenen Said‘in ġarkiyatçılık söyleminin bize ne anlattığını ve ne anlatmadığını keĢfetme yükümlülüğüdür. 1.2. Foucault‟nun Söylemi Nedir? Foucault her ne kadar nevi Ģahsına münhasır bir karakter olsa ve bu yüzden birden fazla Foucault varmıĢ gibi bir iz bıraksa da çalıĢma alanlarının tıpkı Ģarkiyatçılık külliyatı gibi birden fazla disiplini içerdiği konusu su götürmezdir ve bu geniĢ yelpazede bir düĢünce dizgeleri tarihçisi olarak, düĢünceyi kısıtlayan kuralları ortaya koymak gayretinde bulunmuĢtur (Gutting, 2010:15-57). Hapishanenin DoğuĢu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi eserler bu minval üzere yazılmıĢtır. Said‘e ve diğerlerine araĢtırmalarında kullanabilecekleri bir araç olarak söylem konseptini bu macerada bırakmıĢtır. Bilginin Arkeolojisi ve Söylemin Düzeni eserlerinde ise söylem ayrıca gündemde olsa da açık ve sınırları belli bir söylem tanımı arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Foucault kendisi için ¨Bana kim olduğumu sormayınız ve aynı kalacağımı söylemeyiniz.¨ (Foucault, 2011:29) derken de, söylem gibi kavramları kullanırken de Nietzsche‘ye sadık kalmıĢ, 1 Yrd. Doç. Dr.; Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, sercan_gurler@yahoo.com 2 ArĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, vahdetissevenler@hotmail.com 221 filozof mizacını reddetmiĢtir. O mizaç ki Nietzsche‘ye göre açık ve sınırları belli olan değiĢmeyen kavramlarla yaĢamı mumyalaĢtırmıĢ, oluĢa karĢı çıkmıĢtır ve tarih anlayıĢındaki bu eksiklikten dolayı elinden canlı hiçbir Ģey kurtulamamıĢtır (Nietzsche, 2009:29). Yine de Foucault, yolda da düzse bir kervana sahiptir, bugün söylem derken yarın baĢka bir Ģey dememiĢ, sadakatini hep bitmemiĢ ve değiĢmeye hazır tanımcıklarla sürdürmüĢtür. Foucault Söylemin Düzeni adlı çalıĢmasında söylemin, ilk durumda yazı, ikincisinde okuma, üçüncüsünde değiĢ tokuĢ olan bir oyundan fazlası olmadığını belirtmiĢtir (Foucault, 2001:27). Bilginin Arkeolojisi adlı çalıĢmasında ise söylemsel oluĢumlar ve söylem birlikleri baĢlığı altında siyaset ekonomisi, tıp, psikopatoloji gibi birlikleri, ifadeler bütünü olarak anmıĢtır ve baĢlangıç itibariyle bir ve aynı nesneye yönelmiĢ olan ifadelerin bir birlik oluĢturduğu hipotezini ortaya koymuĢtur. Fakat bu nesne, örneğin psikopatoloji için akıl hastalığı, baĢka söylemsel birlikler tarafından oluĢturulagelmiĢtir ve muhtemeldir ki psikopatoloji, sözü bu söylemsel birliklerden ödünç almıĢtır. Dahası melankoli veya nevroz gibi bir nesneler çokluğu durumu mevcuttur ve bu söylemler, bu nesneleri ödünç alır lakin onlarla, onları oluĢturarak meĢgul olurlar. ġu hâlde ¨söylemler birliği tek bir ufkun oluĢmasına dayanmayan, verili bir dönemde nesnelerin ortaya çıkıĢını mümkün kılan kurallar oyunu¨ olarak görünür. Foucault, ikinci hipotezini ifadelerin art arda geliĢ biçimleri ve tipleri olarak ortaya koyar fakat tıbbi söylemin içeriğinin sadece algının kaydına dayanan betimsel ifadelerden değil ahlâki tercihler, tedaviyle ilgili kararlar, yönetmelikler, öğretim modelleri gibi dile getirmelerden oluĢtuğunu belirtir. Buradan bize çıkan sonuç söylemin sadece ifadelerden oluĢmadığı, oyunun aynı zamanda birbirinin yerini alıĢ olduğu, dahası kavramlarda ve temalarda bitmiĢlik ve kesintisiz bir süreklilikten ziyade oluĢun, kopuĢun yer değiĢtirmenin söz konu olduğudur. Foucault, nihayetinde nesneler, ifade biçimi, kavramlar, tematik seçimler adını verdiği dağılım öğelerinin oluĢum kurallarına bağlandığı söylemsel oluĢumu tarif eder (Foucault, 2011: 44-53). ¨Böylece bir dıĢ görünüĢ ya da form olarak değil; fakat bir pratiğe içkin ve kendi özelliği içinde onu tanımlayan kurallar bütünü keĢfedilmiĢ olur¨ (Foucault, 2011:62). ġu hâlde söylem sadece söz değil çeĢitli düzeylerde iktidar ile iliĢki kuran düĢünme ve eyleme kalıbı denilebilecek bir pratiktir (Küçükalp, 2003: 273). Foucault‘nun söylemine dair bu kısa anekdottan sonra Said‘in bu aracı nasıl kullandığına geçebiliriz. Bunu yaparken Said‘in eserindeki iddialarını seçip çıkaracağız yoksa bu iddiaların ispatlarına baĢvurmayacağız, aksi ġarkiyatçılık eserini baĢtan yazmak olurdu. 1.3. Nesne Olarak ġark ve ġarklı Said‘e göre ġarkiyatçılık ilk bakıĢta Doğu‘nun bilinir kılınmasıdır ve eserinin ġarklıyı Bilmek baĢlıklı birinci bölümünde çoğunlukla Ġngiltere-Mısır hattı özelinde ama genel olarak imparatorluksömürge iliĢkisi üzerinde durmuĢtur. Buradaki dayanakları da çoğunlukla Avam Kamarası üyesi Arthur James Balfour‘un ve Ġngiltere‘nin Mısır temsilcisi Lord Cromer‘in açıklamalarıdır. Bu açıklamalarda genel olarak verilen mesaj ise Ģu Ģekildedir: Biz (Batı/Ġngiltere) Ģarklıyı biliyoruz; buna onların kendilerini yönetememeleri de dahildir ve biz kendimizi de biliyoruz buna bizim yönetmekteki becerimiz de dahildir. Bilgilerimizin doğruluğunu gerçekleĢtirdiğimiz iĢgal ispatlamıĢtır (Said, 1999:42-44). ġarklı, aklın önderliği anlamındaki rasyonellikten yoksundur; bu rasyonellik en iyisidir ve biz de bu iĢte en iyisiyiz (Said, 1999:48,49). Bu Ģartlar altında ¨makûl olan¨ ġark‘ın bizim yönetimimiz altında olmasıdır. Uzuvlarından merkeze bilgi, insan kaynağı ve maddi zenginliğin aktarıldığı bir makine olan Ġngiliz Ġmparatorluğu‘nun ġark‘taki etkinliği bu Ģekilde meĢru zemine yerleĢtirilir (Said, 1999:54). Burada ilk olarak dikkatimize, ifadelerin sahibinin, akademisyenler veya genel olarak bilgi üretiminin hizmetinde olanlar değil siyasiler olduğu sunulmaktadır. Said, yönetilmeye muhtaç Ģarklı imgesinin akademik anlamca da beslendiğini, yani nesnel bilgi perdesinin imgelemle yaratılmıĢ anlamı ve politik motivasyonları örttüğünü belirtmiĢtir (Said, 1999:12). Ġkincisi bu durum, Foucaultcu söylem tarifinin, söylemin sadece ifadelerden ve ifadelerin de sadece nesnesini betimlemeye yönelik ifadelerden ibaret olmadığı uyarısı ile örtüĢür. Dikkat çekici bir husus da bilginin nesnelliğinin veya doğruluğunun ispatının pratikte oluĢudur; denilmektedir ki: yönetebildiğimize göre dediğimiz doğrudur. Üçüncüsü, ifadeleri aktüel bir Ģarka yönelimde bulunurken nesnesinden hiçbir zaman değiĢmeyen, sabit bir cisimmiĢ gibi bahsetmektedir. Özetle bilme ediminin altında oluĢturma, yani 222 tanımlama, temsil etme, yönetme edimleri gizlidir. Politik olarak tarafsız olanların masum bir okuması değil, yönetme güdüsü ile yapılan bir yorumlama söz konusudur (Sayid, 2006:68). 1.3.1. ġarkiyatçılığın Sabit ġarkı Said, Abdel-Malek‘in meĢhur çalıĢmasından alıntılayarak, ġarkiyatçılığın nesnesi olan Ģarklının söz gelimi homo Arabicus‘un, homo Africanus‘un, Antik Yunan‘dan bu yana gelen Avrupalıdan, yani normal insandan baĢka olarak betimlendiğini belirtmiĢtir. O kendisi ile olan iliĢkisinde dahi edilgen olan, baĢkası tarafından tanımlanmıĢ sabitlenmiĢ olandır (Said, 1999:107,108). Örnek olarak; Renan, Sami dillerine dair bilimsel ġark filolojisi alanındaki görüĢlerinde, bu dilin yaĢamadığından hareketle Samilerin canlı olmadığını, kendini yaĢatabilecek durumda olmadığını savlar. Bu karĢılaĢtırmada Hint-Avrupa organik, Sami ise inorganiktir ve Said‘e göre ġarkiyatçılık incelemelerindeki tekrar eden bir yöntem olarak karĢılaĢtırmacılık, varlıksal eĢitsizliğin eĢanlamlısıdır (Said, 1999:153,161). ‗Batı‘nın bir tarihi vardır; ama Ġslâm hanedanlar arasındaki salınımlardan ibarettir. Batı rasyoneldir, Ġslâm dogmatiktir. Batı‘da demokrasi vardır; Ġslâm despotiktir‘ gibi (Sayid, 2006:69). Burada Ġslâm Ģarkiyatçılık özelinde toplanan ötekilerden biridir. Tanımlanırken sabit bir bilme nesnesi olarak kabul edilmesi bir yana, bilenden farklı olmasını sağlayan kendine özgü özellikleri göz ardı edilmek suretiyle açıklanır; ne olduğundan ziyade ne olmadığı izaha konu edilir (Keyman, 2006:121). Said burada araĢtırmanın hem yöntemine, hem de temel varsayımına itiraz etmektedir. Zira aslında olan biten, sabit bir Ģarkın anlamını ortaya çıkarmak değil bilakis bir Ģarklı oluĢturmaktır. Said‘e göre ġarkiyatçı, araĢtırmasında her ne kadar sabit bir Ģark varsayımını kullansa da Garp için ġark, bir ikame hatta yeraltı benliğidir ve ne ġark, ne de Garp statik değildir; bu ikisi birbirini destekleyerek var eder (Said, 1999:13-14). Ġnalcık da çeĢitli örneklerle oryantalist Barthold ve Köprülü‘nün Ģahitliğinde bu tespite katılır (Ġnalcık, 2011:24). 1.3.2. ġarkiyatçılık Temsil Sahnesinde OluĢturulan ġark ve ġarklı Said, Foucult‘nun ¨...kelimeler ve Ģeyler arasında görünüĢte çok kuvvetli olan bağın gevĢediği ve söylemsel uygulamaya özgü olan bir kurallar bütününün ortaya çıktığını, açık örnekler üzerinde gösterme¨ (Foucault, 2011:65) isteğine paralel olarak ġarkiyatçılığın nesnesine olan uygunluk ile değil, söylem içi tutarlılık ile yükseldiğini belirtmiĢtir (Said, 1999:14). Burada söz konusu söylemler nesneyi iĢaret eden değil oluĢturan uygulamalardır (Foucault, 2011:65) lakin bu pratik, nesnel bilgi iddiası altında saklanmaktadır. Said‘e göre, ¨ġarkiyatçının ġark‘ı, ġark‘ın kendisi değil ġarklaĢtırılmıĢ ġark‘tır. Kesintisiz bir bilgi ve iktidar kemeri Avrupalı ya da Batılı devlet adamı ile Batılı ġarkiyatçıları birbirine bağlar; ġark‘ın içinde bulunduğu sahneyi çevreleyen de bu kemerdir¨(Said, 1999:114).Said‘e göre bunun farkında olmayan Ģarkiyatçı, ¨ġark‘ı varlığı Batı için sergilenmekle kalmayan, zaman ile mekanda sabitlenmiĢ de olan bir Ģey gibi görür¨.(Said, 1999:119).Üstelik bu ısrar dünya savaĢlarının ve devrimlerin yaĢandığı bir vakitte ortaya konur, yani söz konusu olan, değiĢen Batının karĢısındaki sabit Doğu imgesidir. Ġnsani değerlerin ortadan kalktığı bu ânı, Said yöntem sorunlarına eğilen düĢünsel yollar önerme vakti olarak da değerlendirir (Said, 1999:120). Burada Ģark ve Ģarklı birlikte dönüĢtürülür; uzak, anlaĢılmaz Ģark bilinir kılınırken aslında Ģarkiyatçı tarafından oluĢturulan bir sahnede temsil edilir. Said, temsil düĢüncesinin tiyatro kökenli bir düĢünce olduğunu belirtmiĢtir: ¨ġark, tüm Doğu‘nun sınırlandığı bir sahnedir. Rolleri türedikleri geniĢ bütünü temsil etmek olan simalar çıkar bu sahneye. Dolayısı ile ġark, tanıdık Avrupa dünyasının ötesindeki bitimsiz bir yayılım gibi değil, daha çok kapalı bir alan, Avrupa‘ya eklenmiĢ bir tiyatro sahnesi gibi görülür¨ (Said, 1999:72). Bir Ģarklı bu sahnede kendisine ancak uygun bir rol kapabilirse yer açabilir. Örneğin Hz. Muhammed Ġslâm dininin peygamberi değil, Muhammetçilik adı verilen bir sapkınlığın yaratıcısıdır (Said, 1999:75). Bu imgelemde olduğu gibi genel olarak ġark, ġarklaĢtırılır. Batının temsil teknikleri ile oluĢan ġarkiyatçılık söyleminde doğrular değil temsiller vardır (Said, 1999:31). ġarkiyatçı, nesnesine karĢı keyfiyken Ģarklı olduğu yerden temsil sahnesinden dıĢlandığını hisseder, bir anlamda ona, ne olmadığı telkin edilir. Peki bu nasıl mümkündür veya Şarkiyatçılık bu sunumda bize ne anlatır? 223 Burada Said yine Foucault‘nun söylem tarifine paralel bir izahat verir. O hâlde evveliyetle Foucault‘a baĢvurmak gerekir. Foucault‘a göre söylemlerin kendi kendilerini denetledikleri usullerden bahsetmek mümkündür. Burada Foucault yorumdan, yazardan ve disiplin ilkesinden bahseder. Yazar anlam birliği ve tutarlılık, yorum ise yeniden üretim iĢlevini görür (Foucault, 2001:16-18). Disiplin ilkesi ise söylemler için doğru çizgi olarak ifade edilebilecek ancak belli kavramların, nesnelerin, kabul edilmiĢ kuramsal ufukların içinde konuĢma imkânına iĢaret eder (Foucault, 2001:20,21). Bunlara paralel olarak Said de ġarkiyatçılığın temelde bir yorumlama iliĢkisi olduğunu ifade eder. Uzak bir uygarlığı nesne edinerek ona dair olan muğlaklığı giderme iĢlevini üstlenir Ģarkiyatçı. AraĢtırmacılar, seyyahlar, ozanlar yazdıkları ile bir ġark özü oluĢturmuĢtur (Said, 1999:233,234). Said, bilgiye dayalı olsun, imgelem ürünü olsun yazıların hiçbirinin özgür bir üretim olmadığını; toplum, gelenek, dünyevi koĢullar, yönetimler vs. tarafından sınırlandığını ve belirlendiğini, netice itibariyle bu üretimlerin beklenenden çok daha alt düzeyde bir nesnel doğruluğa sahip olduğunu belirtir (Said, 1999:214). ġarkiyatçılıkta faal olan ortak bir düĢünce ve yöntem geleneğine ilaveten ġarkiyatçıların siyasal düzlemde de birbirlerine bağlı olduğu tespitini yapar. Bu yazarlar aynı zamanda sömürgelerde siyasi görev sahibidirler (Said, 1999:222). 1.4. ġarkiyatçılık ve Bilme Meselesi Said bize birden fazla Ģarkiyatçının, Ģark hakkındaki bir ve aynı rüyayı tekrar ve tekrar her gece görerek, dahası birbirlerine anlatarak bu rüyayı gerçekliğe aktardığını söylemektedir. Tuhaf bir Ģekilde Ģarklının gururunu okĢayan Şarkiyatçılık adındaki eleĢtiri, aslında birçok Ģarklı okurunun kendisinden beklediğinin aksine Ģarktan bahsetmek veya onu savunmak gibi bir gündeme sahip değildir. Eser, Ģarkiyatçılık araĢtırmaları özelinde özcülük karĢıtı bir programa sahiptir (Said, 1999:346,348). Ardında batı bilmesine karĢı yöneltilmiĢ bir eleĢtiri vardır. Bu anlamda öncelikle batının kendi meselesidir. Sorun ġarkiyatçılık özelinde Ģarkın ve Ģarklının bilinmesi gibi duruyor olabilir lakin sosyal bilimlerin (!) tarihinde benzer vakıalar olagelmiĢtir. Ġyi veya güzelin araĢtırılmasının felsefecilere bırakıldığı ânın, doğa bilimlerinin değerden bağımsız olduğu iddiasına haklılık kazandırması ve bu ayrıĢmanın orta yerinde filizlenen lakin rüĢtünü hep doğa bilimlerine yakınlığı ile ispata uğraĢan sosyal bilimler ve tarih çalıĢmalarının, en basitinden milliyetçi duyguların pekiĢtirilmesinde gördüğü hizmet bilinmektedir (Wallerstein, 2011:19-23). Bilimlerin değerden bağımsızlığı hep tartıĢılagelmiĢ lakin büyüyüp geliĢmesi politik ve ekonomik motivasyonlar ve pratik etkileri münasebetiyle desteklenmiĢtir. Antropoloji ve Ģarkiyatçılık, bu doğrultuda merkez ülkelerin çevre ülkelerindeki mevcudiyetlerine verdikleri destekler doğrultusunda var olmuĢ ve serpilmiĢlerdir. ġarkiyatçı, antropologdan nesnesini sabit kabul etmesi ve araĢtırmasını daha ziyade sahada değil kütüphanede yapması ile ayrılmıĢtır (Wallerstein, 2011:27). ġarkiyatçılık geleneği ile hesaplaĢmak Modernite ile hesaplaĢmaktır çünkü modern bilimin ontolojik, epistemolojik temelleri ve dönemin politik argümanları bu söylemden beslenir. Nesnel doğrulara ulaĢmanın yolu olarak modern bilim ilerledikçe gerçeklik haritasını daha görünür kılar; burada insan aklı bir özne olarak merkezi konumdadır. Lakin her ne kadar bu insan, evrensel bir özne olarak sunulsa da ilerlemenin bir aĢamasında görünür hâle gelmiĢ olan aydınlanmıĢ insandır. Bu insan yeryüzü sahnesine Avrupa‘da çıkmıĢtır lakin yeryüzünde ilerleyecek ve aydınlığı ġark gibi yeryüzünün en karanlık, ücra köĢelerine de götürecek ve hem gerçekliğin kesin bir kavranıĢını sunacak, hem de tüm diğerlerini aydınlatacaktır. Gelgelelim bu söylemin meyvelerini ilk toplayan da, ilk mağduru da esas itibariyle Avrupa olmuĢ, II. Dünya SavaĢı sonrası Avrupa bu söylem ile hesaplaĢmak durumuna gelmiĢtir. ġarkiyatçılığın ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımlara dayalı düĢünme biçimindeki ikinci anlamının, ġarkiyatçılık eserini yazarken Said‘in Michel Foucault‘un söylem fikrinden hareketle ortaya koymasını hatırlayalım. Nihayetinde Foucault tüm diğer Avrupalı düĢünürler gibi eleĢtirirken dahi belirli bir gelenek içerisinde konumlanır. Bunu sözgelimi kendisinin Nietzsche‘den etkilendiğini belirttiği yerlerde, Kant‘ı, Spinoza‘yı, Hegel‘i açıkça hedef hâline getirdiği yerlerde, nitekim incelemesini yönelttiği coğrafya ve zaman kesiti itibariyle eserlerinin bütününde görmek mümkündür. Bu takdirde Said‘in ġarkiyatçılık savına dair bir araĢtırma, doğallıkla (Batılı) ontolojik ve epistemolojik argümanların değerlendirmesini gerektirecektir. 224 Söyleme anlam katanın tutarlılık olması, ġarkiyatçılığın geçerliliğini ġarktan almaması bu doğrultuda anlamlıdır zira bu tespite imkân tanıyan doğruların söylem içi oluĢu, baĢka bir ifadeyle söylemler arasında mukayeseye imkân tanıyacak tek aklın ve bunun içinde yaĢayacağı ontolojik savların reddidir. Söylemin nesnesini umursamamasına imkân tanıyan da onun pratik etkinliğidir. Burada Said‘in daha önce ifade ettiğini hatırlamak gerekir: ġark yönetilmelidir, Garp yönetmeyi bilir, tüm bu önermeler doğrudur çünkü ispatı gerçekleĢtirilen iĢgallerdir. Bu yüzden bilgiden değil iktidarbilgiden bahsedilir; mevzu bahis olan, bilmeye önce gelen arzuyu gerçekleĢtirebilmektir, ‗yapabilmektir‘. Bu durum bizi büyük anlatılar sorunu ile yüzleĢmeye zorlar: Evrensel değerler var mıdır, varsa nasıl bilinebilir, mevcut iktidar sahipleri bu değerleri temsil ve icra ediyorlar mıdır? Evrensel değerlerin yokluğu yönünde verilecek köktenci bir cevaba yönelmek mümkün ol(a)mamaktadır zira bu cevap kendisinin evrenselliğini temellendirmekte sorun yaĢayacağı gibi meĢruiyet sorunu da olduğu gibi bırakacaktır (Wallerstein, 2010:50,57). Bu sorular ve cevapları -çalıĢmanın sınırları ötesinde- tartıĢılmaya devam ediyor lakin tespit edebildiğimiz kadarıyla ġarkiyatçılık özelinde hararetlenen tartıĢma (bu büyük soruları zaman zaman askıya alarak) ikiye ayrılmaktadır: Bir yanıĢarkiyatçılıktan diğer alanlara ilerlemekte, diğer yanı ise kendini ĢarklaĢtırma [self-orientalism] olarak ifade edilen Ģarkın kendi kendisine yaptığı Ģarkiyatçılık pratiği yönünde gitmektedir. Diğer bir ifade ile bir yanda Ģarklının Ģarkı modernleĢtirme çalıĢması diğer yanda ise Ģark/Ģarklı yerine çevre/güney/kadın/madun ve benzerini gündeme alan ‗post‘ çalıĢmalar. Yukarıda sosyal bilimler ve tarih alanında yapılan çalıĢmaların Avrupa‘da milliyetçi duyguların pekiĢmesinde rol oynadığına değinilmiĢti. Paralel bir süreç olarak Ģarkiyatçılık çalıĢmaları da yerli liderlerin ve entelektüellerin iradesi ile söz konusu coğrafyalarda modern-ulus devletlerin veya toplumların modernleĢmesinin destekçisi olmuĢtur (Bezci, 2012:141). Hukukun ĢarkiyatçılaĢması da bu bağlamda anlamlıdır: yerli liderlerin ve elitlerin batılı değerleri içselleĢtirmesi, tek ulus, tek dil, tek din Ģeklinde özetlenebilecek kültürel hakim özün oluĢturulması, ilerleme için ulus-devlet sisteminin zaruriliğine duyulan inanca kani olunması ve bunun icrası kapsamında batıdan yasa ithali (Bezci, 2012:155). Yasalar ithal değerlere dayalı yeni bir toplumun inĢası için ithal edilmiĢtir. ġarklı, doğulu olmayı kabul etmiĢ, geçmiĢinin üzerine beyaz bir perde çekmiĢ, merkezden yükselen büyük anlatıların gölgesini takip edip, taĢırmamaya özen göstererek perdesini boyamaya koyulmuĢtur. Kendini ĢarklaĢtırmanın tespitine yönelik çalıĢmalar ġarkiyatçılık sonrasının bir yanıdır. ġarkiyatçılık eleĢtirisi ilk bakıĢta yukarıda ifade edildiği üzere bir iç eleĢtirinin devamı Ģeklindedir. Kendini ĢarklaĢtırma ise Ģarkın kendine yönelttiği bir iç eleĢtiri konumundadır ve devam eden eleĢtirinin bir cüzüdür. Said‘in de ifade ettiği üzere ġarkiyatçılık, sömürgecilik sonrası çalıĢmaların ġark özelinde tatbik edilmiĢ bir öncülüdür (Said, 1999:364). O kadar ki önde gelen sömürgecilik sonrası kuramcıları, Şarkiyatçılık‟ısömürgecilik sonrası çalıĢmalarının kurucu kitabı olarak sunar (Young, 2006:55). Said‘e göre de ―modern ġarkiyatçılığın hem emperyalizm hem de sömürgeciliğin bir veçhesi olduğunu söylemek, su götürmez bir gerçeği dile getirmektir‖ (Said, 1999:133). ¨Siyah ya da kadın araĢtırmaları gibi alanlarda, masumluk ya da suçluluğa, bilimsel yansızlık ya da baskı grubu nüfuzuna iliĢkin soruların ortaya atılmasını sağlar ġarkiyatçılık¨ (Said, 1999:107). Bu anlamda nesnesini baĢka türlü seçmiĢ bilimler için de bir baĢlangıçtır. ġarkiyatçılığın ne olduğuna iliĢkin bu anlatılanlardan sonra çalıĢmanın ana temasını oluĢturan hukuki Ģarkiyatçılığa geçilebilir. 2. HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK Edward Said‘in de belirttiği gibi hukukçuluk mesleği ġarkiyatçılık açısından simgesel bir anlam taĢır (Said, 1999:88). Buna rağmen hukukun Ģarkiyatçılık tarihinde oynadığı rol, ne Said‘in kendisi tarafından doğrudan inceleme konusu yapılmıĢ, ne de ġarkiyatçılık hakkındaki sonraki çalıĢmalarda hukukun önemi üzerinde durulmuĢtur. Diğer bir deyiĢle hukuk, ġarkiyatçılık tarihinin olduğu kadar sömürgecilik tarihinin de unutulan bir parçasıdır (Strawson, 2001:663). Buna karĢılık son yıllarda yürütülen pek çok araĢtırma, bu araĢtırmaların sonucundan hareketle yazılan bir dizi makale, hukuk ile ġarkiyatçılık ve sömürgecilik arasındaki iliĢkinin niteliğini ortaya 225 koyan hayli ilginç kuramsal yaklaĢımların geliĢtirilmesine ön ayak olmuĢtur. Böylece hukukun sömürgecilik tarihindeki rolü ve ġarkiyatçılık açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılması mümkün hâle gelmiĢtir. Hukukun sömürgecilik tarihi açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılmaya açılması ve dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık olarak isimlendirilebilecek yeni bir araĢtırma alanının ortaya çıkmasında, özellikle 1990‘lı yıllardan itibaren geliĢme gösteren sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının katkısı göz ardı edilemez. Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına getirdiği en önemli yenilik, tartıĢmanın öncelikle ―öteki‖ kavramı merkeze alınarak yürütülmeye baĢlanmasıdır. ―Öteki‖ kavramının tartıĢmaya girmesi ise hukuki özne sorununun gündeme gelmesi demektir. Nitekim çalıĢmanın bu bölümünde de hukuki Ģarkiyatçılık konusu ve somut tarihi örnekler üzerinden ve hukuki özne sorunu bağlamında ele alınacaktır. 2.1. Sömürgecilik Sonrası AraĢtırmaları [Postcolonialism] ve Hukuki ġarkiyatçılık Sömürgecilik sonrakı araĢtırmaları, günümüzde Batı‘nın ―öteki‖ ile iliĢkisinin niteliğini eleĢtirel bir bakıĢla ele almayı amaçlayan temel yaklaĢımlardan biridir. Bu iliĢkinin en görünen kısmını ise hukuk oluĢturur (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). Dolayısıyla sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuka kayıtsız kalması düĢünülemez. Nitekim diğer alanlardaki kadar geliĢmiĢ olmasa da hukuka yönelik sömürgecilik sonrası araĢtırmalar, hukuki söylemin doğasını anlamada hukukçulara önemli yöntemsel imkânlar sunmaktadır (Roy, 2008:315). ―Sömürgecilik sonrası‖ terimi çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Uluslararası hukukta daha çok olumlu bir anlama sahiptir. Terimin Ġngilizce karĢılığındaki "post" ifadesi, Avrupa'nın hukuk tarafından desteklenmiĢ sömürgeciliğinin sona erdiğini ima eder. Bu anlamda olumlu bir içeriğe sahiptir; sömürgeleĢtirilmiĢ toplumların kendi kaderini tayin hakkının, daha eĢitlikçi bir dünyanın, Üçüncü Dünya ülkelerinin daha özgür olabileceği bir dünyanın kurulmasına yol açacağı umuduna iĢaret eder. Buna karĢılık 1980'lerden itibaren terim daha çok eleĢtirel bir anlamda kullanılmaya baĢlamıĢtır. Zira daha adil bir dünyanın gerçekleĢme ihtimalinin zannedildiğinden daha düĢük olduğunu farkeden kimi düĢünürler, bunun nedenlerini sorgulama ihtiyacı duymuĢtur (Otto, 2000:vii). Terimin bu eleĢtirel anlamı, disiplinlerarası bir alanda çalıĢmayı gerektirir. Bu çalıĢmalar, Avrupa'nın modernite anlayıĢının diğer kültürler üzerindeki güçlü hegemonyasını incelemekte ve evrensel bilgi iddiasını eleĢtirmektedir (Otto, 2000:vii). Sömürgecilik sonrası araĢtırmaları, hukukun sömürgecilik tarihinde oynadığı medenileĢtirici rolünü veya sömürgeleĢtirilen toplumların modernleĢtirilmesinde bir araç olarak kullanılmasını eleĢtiriye açar (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). SömürgeleĢtirme sürecinde hukukun nasıl kullanıldığına odaklanan sömürgecilik sonrası hukuk incelemeleri, iktidar iliĢkileri aracılığıyla sömürgeci kanunların çok çeĢitli kültürel çevrelerde zorla uygulanmasının doğurduğu sonuçlar üzerinde durur. Bu yönüyle sömürgecilik sonrası incelemeleri geçmiĢe dönük bir araĢtırma Ģekli gibi görünebilir. Fakat sömürge döneminde çıkarılan kanunların ve sömürgeci devletlerin hukuk anlayıĢlarının günümüzde dünyanın farklı bölgelerini sömürmede hâlâ kullanıldığını, sömürge döneminin ideolojik etkilerinin devam ettiğini göstermesi açısından aslında bugün için de geçerlidir (Roy, 2008:319). Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının, hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına katkısı, ―modern/geleneksel‖ ve ―Batı/Doğu‖ gibi kategorilerin nasıl birbirini karĢılıklı inĢa ettiğini göstermedeki baĢarısıdır. Dolayısıyla örneğin Hindistan ve Çin gibi ülkelerin hukuktan yoksun olduğu iddiası, bu ülkelerdeki hukuk sistemlerinin aslında Batı hukuk sisteminin özelliklerine sahip olduğu gösterilmek suretiyle değil, Batı hukuk düĢüncesinin nasıl diğer kültürleri dıĢarıda tutacak Ģekilde oluĢturulduğu incelenmek suretiyle ele alınmalıdır. Nitekim sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmaları açısından farkı da burada ortaya çıkar (Ruskolo, 2002-2003:194, dipnot 59). 226 2.2. Hukuki ġarkiyatçılık Nedir? Öncelikle hukuki Ģarkiyatçılığın, Said‘in tanımından hareketle ġark‘ın olduğu kadar Batı‘nın da hukukun retoriği aracılığıyla üretilme Ģekillerini ifade edecek Ģekilde kullanılması gerektiği belirtilmelidir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla hukuki Ģarkiyatçılık, zaman zaman bu konudaki literatürde görüldüğü Ģekliyle Ġngiliz sömürge yönetiminin Burma‘da uyguladığı hukuk sistemine iĢaret etmediği gibi, Avustralya‘da Aborjinlerin hukuku hakkındaki tartıĢmalarda eleĢtiri amaçlı kullanılan ―Asya Hukuku‖ anlamına da gelmez (Ruskolo, 2002-2003:193, dipnot 58). Hukuki Ģarkiyatçılığı inceleyen herhangi bir kuramsal çalıĢmanın öncelikle metinlerden hareket etmesi gerekir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken Ģüphesiz doğrudan teknik hukuk metinleri olduğu kadar, çeĢitli filozof, düĢünür veya bilim insanlarının eserlerinde yer alan hukuk hakkındaki düĢüncelerdir. Fakat bu metin yığınının hukuki Ģarkiyatçılık açısından taĢıdığı önemin daha iyi anlaĢılabilmesi için hukuka dair belirli bir bakıĢ açısını kabul etmek gerekir. Bu anlamda hukuk, salt kanun veya benzeri yazılı kurallardan oluĢan normatif bir sistem olarak görülemez. Hukuk sosyolojisinin temel varsayımlarından birine uygun olacak Ģekilde devletin koyduğu kurallardan çok daha fazlasına iĢaret eden bir toplumsal denetim sistemi olarak anlaĢılmalıdır. Hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun, iĢlevsel kuramlar tarafından yapılan izahıyla yetinilemez. Sadece toplumda gördüğü iĢlevin merkeze alınarak incelenmesi hukukun, aynı zamanda içinde yaĢadığımız toplumu ve dolayısıyla kendimizi inĢa ettiği gerçeğini görmezden gelmeye yol açar. Hâlbuki hukuk, toplumun üzerini örten bir örtü gibidir. Hukuk üreten kurumlar, düzen ve düzensizlik, erdem ve erdemsizlik, makûliyet ve delilik gibi kavramların nasıl tanımlanacağını da göterir bize. Nitekim Gordon‘un da belirttiği üzere bir hukuk sisteminin gücü, kurallarını ihlâl edenleri cezalandırmaktan çok, bir takım imgeler aracılığıyla tasvir ettiği dünyanın akıl sahibi bir kiĢinin yaĢamak isteyeceği tek dünya olduğu konusunda insanları ikna etmesinden kaynaklanır (Gordon, 1984:109). ĠĢte hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun bu inĢai özelliğini dikkate almak gerekir. 2.3. Hukuki ġarkiyatçılığın Tarihi Örnekleri Bu baĢlık altında fiilen hukuk dünyasının içerisinde yer almayan veya meslekten hukukçu olmayan filozof veya bilim insanlarındansa kendisi hukukçu olan veya bir Ģekilde hukukla fiilen uğraĢan, dolayısıyla sömürgeci iktidar iliĢkilerinin üretilmesinde bizzat rol alan Batılı siyasetçi veya hukukçuların metinleri incelenecektir. Üzerinde durulacak bu metinlerin ilki Ġngiliz hukukçu, filolog, mütercim, edebiyatçı William Jones‘un Hint kanunlarını Ġngilizce‘ye çevirip derlediği kitabıyken, diğeri yine bir Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge dönemi Mısırı ve Filistini‘nde hukuk okullarında okutulmak üzere yazdığı hukuka giriĢ kitabıdır. 2.3.1. William Jones ve Manu Kanunları 18. yy.‘ın sonlarında Kalküta‘da sulh mahkemesi hakimliği görevini üstlenen Jones‘un önemi, Hint hukuk külliyatını Ġngilizce‘ye çevirmesidir. Jones‘un bu çeviri teĢebbüsü, Hint toplumunun önemli bir yansıması olarak bu hukuk türünü anlamak ve Common Law ile ortak yönlerini ortaya çıkarmaktır (Haldar, 2008:285). 18. yy. boyunca Hindistan alt kıtasının önemli bir kısmı Ġngiliz Doğu Hindistan ġirketi‘nin hakimiyeti altındadır. Bu yüzyılda Bengal‘in kurucusu Ġngiliz devlet adamı Warren Hastings‘in (17321818) önderliğinde Hindistan‘ın dini, dili, kültürü ve hukuku hakkında akademik çalıĢmalar baĢlatılmıĢtır. Bu çalıĢmaların amacı, bir yandan Hindistan‘a ilgi duyan Ġngilizleri bilgilendirmek ve yerli halkın gönlünü kazanmakken, diğer yandan bu toprakların geçmisine iliĢkin egzotik bilgi toplama arzusudur. Bu arzu, ülkenin uzaklığı ve geçmiĢinin yüceliğine, kültürü, dini ve hukukuna yönelik bir saplantıyı da beraberinde getirmiĢtir. Üstelik bu geçmiĢ, Hristiyanlık‘tan ve Common Law geleneğinden de eskiye uzanır. Hatta medeniyetin beĢiğinin Hindistan olduğu bile söylenebilir (Haldar, 2008: 286). Dikkat edilirse daha baĢtan Hint kültürüne yönelik aĢırı bir beğeni ve merakın, bu ülke hakkındaki Ģarkiyatçı çalıĢmaların temelinde yer alan saiği oluĢturduğu görülmektedir. ĠĢte Jones da bir yandan Hindistan‘da sulh hukuk mahkemesi görevini yürütmüĢ, diğer yandan da akademik çalıĢmalara katılmıĢtır. Hindistan‘daki hukuki yapı hakkında bu dönemde yürütülen 227 tartıĢmalarda Hastings, Hintliler‘in kendi yasalarıyla yönetilmesinden yanadır. Fakat o dönemde Hindistan‘da görevli Ġngiliz akademisyenlerinden Sanskritçe‘yi bilen olmadığından bu önerinin hayata geçirilmesi göründüğünden daha da zor olmuĢtur. Dolayısıyla ilk yapılması gereken iĢ Hindistan‘ın Manu Kanunları‘nı Sanskritçe‘den Ġngilizce‘ye çevirmek olmalıdır. ĠĢte Jones da bu iĢi üstlenenlerin baĢında gelmektedir. Jones bu amacını gerçekleĢtirmek için önce Bengal Asya Derneği‘ni (Asiatic Society of Bengal) kurmuĢtur. Bu dernekteki faaliyetleriyle birlikte üstlendiği sulh mahkemesi hakimliği sırasındaki çalıĢmaları, kendisine bazı tarihçiler tarafından Ģarkiyatçılığın mutlak kurucusu ünvanı verilmesine dahi yol açmıĢtır. Jones‘un bir Ģarkiyatçı hukukçu olarak buradaki faaliyetleri ―[y]önetmek ve öğrenmek, sonra da ġark‘ı Garb‘la karĢılaĢtırmak‖ Ģeklinde özetlenebilir. Böylece Jones‘un ―daima yasalaĢtırmaya, ġark‘ın sonsuz çeĢitliliğini kuralların, betilerin, törelerin, yapıtların ‗tam bir özeti‘ne boyun eğdirmeye yönelen karĢı konmaz bir itkiyle‖ hareket ettiği söylenebilir (Said, 1999:88). Jones‘un buradaki hedeflerine bakarak erken dönem ġarkiyatçılık‘ın Said‘in de ısrarla söylediği gibi, sömürgeciliğin yerleĢmesine katkıda bulunduğu ileri sürülebilir. Bu açıdan bilginin, anlama ve ardından kontrol etme amaçlı kullanıldığı görülmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki tarihte görülen diğer emperyalist devletlerde de bilgi bu amaçla kullanılmıĢtır. ġarkiyatçılığın, bu yeni tip Batılı sömürgecilik ve emperyalizm açısından farkı, bilginin bir arzu ve zevk nesnesi olmasıdır. Üstelik burada bilmenin, araĢtırmanın kendisinden ziyade bilinen ve araĢtırılan nesnenin, yani ġark‘ın bilinmesinin ve araĢtırılmasının verdiği bir zevkten bahsetmek gerekir. Nitekim Jones ve diğer Ģarkiyatçıların Hindistan‘da gördükleri muhteĢem bir doğa ve kökü Batı medeniyetinden de eskilere uzanan bir tarihtir. ―Doğa‖ ve ―tarih‖, en azından Hindistan söz konusu olduğunda Batılılar için ―yücelik‖ kategorisine tekabül eder. ĠĢte bu ―yüce‖dir ki önce idrak edilmeli, ardından denetin altına alınmalıdır. Diğer bir deyiĢle ġark‘ın Batı‘ya göre aĢırı kabul edilen unsurları bir yandan ―yüce‖leĢtirilmeli, diğer yandan da Batı‘nın (Ġngiliz örneğinde Ġngiltere‘nin) kendi otoritesini meĢrulaĢtırmak için kullanılmalıdır. Böylece ġark‘ın sömürgeleĢtirilmesi de mümkün hâle gelecektir (Haldar, 2008:289, 290, 291, 292). ġarkiyatçılığın hukuk alanındaki görümünü yukarıda da belirtildiği gibi ―yüce‖ kavramı etrafında belirli bir hukuk öznesi inĢa etme çabasıdır. ―YüceleĢtirme‖, aĢırı zevkin daha denetlenebilir, toplumsal açıdan kabul edilebilir bir hâle getirilme sürecidir. Bu da kaçınılmaz olarak yasaklamayı ve dolayısıyla hukuku gündeme getirir (Haldar, 2008:292). Jones‘un Hint kanun külliyatı Manu‘yu Ġngilizce‘ye tercüme etme giriĢimi de bu yüceleĢtirme sürecinin bir parçasıdır. Jones, Hindistan‘dan yazdığı bir mektupta yüce kavramının bütün bir Hint hukuka hakim olduğunu, dolayısıyla yerli ve evrensel hukuku araĢtırmaktan daha zevkli ve asil bir faaliyetin olmadığını söyler. Dikkat edilirse burada araĢtırmanın, bizatihi kendisinden ziyade, araĢtırılan Ģey, bu bağlamda Hint hukuku bir arzu nesnesidir. Fakat söz konusu olan herhangi bir metin değil, hukuk metnidir; uygulanabilme kabiliyeti vardır. Dolayısıyla burada ġarkiyatçılık‘ın Ģu özelliği açıkça görülmektedir: Metnin kendisi, bilgi nesnesi olarak inĢa edilir, fakat aynı zamanda ―Hintli‖ kategorisi de yaratılmıĢ olur ki bu, hukukun öznesidir (Haldar, 2008:293). Her ne kadar tamamlanamamıĢsa da Jones‘un bu tercüme giriĢimi, 1794‘te The Institutes of Hindu Law: or, the Ordinances of Menu ismiyle yayınlanmıĢtır. Aynı zamanda dini bir metin de olan bu kutsal hukuk külliyatı, Hindistan tarihi açısından çok önem taĢıyan Manu isimli peygamber benzeri bir figürün, yarı tanrı Bhrigu tarafından kendisine gönderilen kuralları uymaları için insanlara tebliğ etmesiyle ortaya çıkmıĢtır. Brahma‘nın oğlu, ilk insan Manu tarafından zamanın baĢlangıcında ilan edilen bu kanunlar, sadece en eski değil, en kutsal hukuk kurallarıdır da. Bu yönüyle Solomon‘un veya Likurgos‘un kanunlarından bile daha eskidir. ĠĢte Jones‘un yücelik atfettiği özelliği de bu kanunların, herhangi bir insan tarafından kaleme alınmamıĢ, bir yarı tanrı tarafından bir insan aracılığıyla insanlara indirilmiĢ olmasıdır (Haldar, 2008:293). Burada bir nokta dikkat çeker: 17. yy.‘dan beri Ġngiliz mahkemelerinin kabul ettiği, ―Eğer bir Hristiyan kral, inançsız bir krallığı fethederse o krallığın kanunları hükümsüz olur.‖ ilkesine rağmen Jones, Hindistan‘ın dini nitelikli bu kutsal kanunlarına hukuki otorite atfetmektedir (Haldar, 2008:295). Common Law geleneğinden farklı bu tutumun çeĢitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin 228 incelenmesi hukuki Ģarkiyatçılığın özellikle de ―yüce‖ kavramı etrafındaki iĢleyiĢ mantığını göstermesi açısından önemlidir. Yerli Hint kanunlarının tercüme edilmesini isteyenler öncelikle Hindistan‘daki diğer Ġngiliz hakimlerdir. Zira böylece Sanskritçe öğrenmek zorunda kalmadan ve kendilerine tercümanlık yapan Hintli aracılara muhtaç olmadan mahkemelerde daha kolay karar verebileceklerdir. Görüldüğü üzere Jones‘un Manu kanunlarını tercüme etmesinin öncelikle pratik bir amacı vardır (Haldar, 2008:294). Fakat bu tercüme faaliyetinin Ģarkiyatçılık açısından önemi baĢkadır. Jones‘a göre özgürlüğe dayalı Ġngiliz hukuk sisteminin, bu kavrama pek de aĢina olmayan, Jones‘un ifadesiyle Ġngilizler‘inkine tamamen ters ve değiĢtirilmesi zor alıĢkanlıklara sahip bir topluma zorla uygulanması, tiranlıktır. Özgürlüğün ruhunda, özgürlük fikrine dayalı bir sistemin ve bu kurumlarının baĢka kültürlere zorla kabul ettirilmesi bulunmaz. Fakat burada Ģöyle bir paradoks vardır: Her ne kadar Hintlilere kendi kanunları uygulanacak olsa bile bu kanunların nasıl ve kimler tarafından uygulanacağı gibi konular yine Ġngiliz hukuku tarafından belirlenecektir. Bir yandan Hint hukukunun özerk varlığı devam edecektir, diğer yandan bu özerk varlığın nasıl hareket edeceği bir dıĢ otorite tarafından belirlenecektir. O dıĢ otoritenin mekânı da Ģüphesiz Londra‘dır. Üstelik bu otoritenin de üstünde Britanya Ġmparatorluğu vardır (Haldar, 2008, 296-297). Jones‘un buradaki düĢünceleri aslında Emperyal otoritenin gizli amaçlarını açığa vurmaktadır. Nitekim Jones‘un kendisi de bunu kabul eder: ―Hintliler medeni özgürlüğe sahip değildir; bunun düĢüncesi bile çok azında vardır; bunlar da [özgürlüğün] gerçekleĢmesini istemez. […] Mutlak bir güç tarafından yönetilmelidirler‖ (Jones, 1970:558‘den aktaran Haldar, 2008:297). Sonuç itibariyle Ġngiliz sömürgesi altındayken Hindistan‘da Hint kanunlarının uygulanmasını Jones‘un uygun bulması, milletler ile kanunlarının birbirinden ayrılmaz bir iliĢki içerisinde olduğu varsayımından kaynaklanır. Yani hukuk aracılığıyla baĢka bir milleti, ötekileĢtirme sürecidir bu aslında. Hintliler, Hintlidir ve öyle kalmaldır. Dolayısıyla Hint kanunlarıyla yönetilmelidirler. Bir Hintli‘yi Hintli yapan özelliklerden birisi de hukuk sistemidir (Haldar, 2008:298). Belirlibir kültüre ait kutsal bir metni baĢka bir dile çevirmek, aslında o metni her türlü manipülasyona açık hâle getirmektir. ġarkiyatçılık bağlamında düĢünüldüğünde bir Sanskritçe kutsal metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi beraberinde bir takım güçlüklerin ve engellerin de ortaya çıkmasına yol açar. Zira Sanskritçe bir metin, Ġngilizce‘ye çevrilemeyecek bir takım kelimeler barındırdığı gibi, Ġngilizce düĢünme imkânı olmayan anlamlar da içerir. Diğer bir deyiĢle her türlü çeviri faaliyeti, aslında özgün metnin hakiki anlamını tartıĢma konusu hâline getirmeye sebep olur. Çeviri faaliyetinin bizatihi kendisi, bir takım yanlıĢ anlamalardan, muğlaklaĢtırmalardan oluĢan çözülmesi zor sorunları da beraberinde getirir. Hele bu metin, bir hukuk metniyse iĢler daha da karıĢır. Yukarıdaki örneğe bakılacak olursa Sanskritçe bir hukuk metnini, mahkemelerde uygulanmak üzere Ġngilizce‘ye çevirmek, bu metnin, Ġngiliz hukuk sisteminin dilinden baĢka bir dilde, yani kendi dilinde konuĢma imkânını ortadan kaldırır. Hint veya baĢka bir kültürün hukukuna ait bir metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi demek, aslında bu hukuk sistemlerinin Ġngiliz adalet anlayıĢına uydurulması anlamına gelir. Diğer bir deyiĢle bu kültürlere ait hukuk metinleri, Avrupa hukuk sistemleri için geçerli kabul edilen ve âdeta bir olgu gibi görülen ölçütlere uygunsa ancak meĢruiyet kazanır. Dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık, bu alana ait literatürün çeĢitliliğini ve farklılığını inkâr eder, görmezden gelir (Haldar, 2008:297). Hukuki Ģarkiyatçılığın Hint hukuku bağlamında ikinci bir yönü daha vardır. Burada ilkinden farklı olarak Hint hukuku, farklılaĢtırılmamakta, ötekinin hukuku Ģeklinde görülmemekte, aksine Ġngiliz hukuku ile Hint hukuku arasındaki benzerlikler öne çıkarılmaktadır. Hint hukukunun eskiliğine dikkat çeken Jones, Ġngiliz Common Law geleneğinin de eskiliğini vurgulamakta, böylece bu iki hukuk sistemi da dahil, Roma hukuku gibi diğer köklü hukuk geleneklerinin aslında aynı kökten geldiğini, bütün hukuk sistemlerinin temelinde aslında evrensel bir hukukun bulunduğunu ileri sürer (Haldar, 2008:298). Bu noktada ―yüce‖ kavramı devreye girer. Tıpkı diğer 18. yy. Common Law kuramcıları gibi Jones da Common Law geleneğinin eskiliğini yücelik niteliğiyle açıklar; iĢte Common Law ile eskilik 229 bakımından ortak özelliklere sahip olmakla Hint hukuku da yücelikle tanımlanmayı hak eder (Haldar, 2008:299). Hint hukukunun eskiliğine yücelik özelliği atfeden ve bu yönüyle Ġngiliz hukuku ile arasındaki benzerliğe dikkat çeken ve nihayet iki hukuk sisteminde benzer düzenlemelere iĢaret etmek suretiyle evrensel bir hukukun varlığını kabul eden bu bakıĢ açısı, ―eski veya yabancı hukuk, Ġngiliz hukukunun kurumlarını önce açıklamak daha sonra da meĢrulaĢtırmak için kullanılması‖nı amaçlar (Boorstin, 1996:44‘den aktaran Haldar, 2008:300). Burada Hint hukukunun yabancı veya öteki niteliğine karĢı herhangi bir olumsuz değerlendirme yoktur. ―Yabancı‖dan kastedilen sadece ―eski‖dir. ―Eski‖ ise Hint, Roma ve Common Law sistemlerinin bilinmeyen bir tarihte aslında bir bütün oluĢturduğunu, hatta bir ve aynı Ģey olduğunu anlatır (Haldar, 2008:301). Bu evrensel hukuk düĢüncesinin Ġmparatorluk için faydalı bir takım sonuçları vardır. Evrensel hukuk, evrensel anlamda uygulanma imkânı bulur. Yani bütün insanlığa uygulanabilir. Bu noktada hukuk tarihi açısından ilginç bir benzerlik kurulur. Hint hukukunun, Roma hukuku ile benzerlikler taĢıdığı düĢünüldüğünden, nasıl ki Ortaçağ ve sonrasında Pandekt hukukunun metinleri aracılığıyla Roma hukukunun otoritesinin devam ettirilmesi sağlandıysa Manu‘nun kanunları da Ġngiliz emperyalizmi açısından Pandekt hukukunun Roma devletinin emperyazimi için oynadığı rolü oynayabilir; Common Law‘un otoritesinin Hindistan‘da devam etmesini sağlayabilir (Haldar, 2008:301). Hukuki Ģarkiyatçılığın üçüncü özelliği ise Hint hukukuna atfedilen yücelik ile iktidar arasında kurulan iliĢkide görülür. ―Yüce‖, kaçınılmaz olarak ―güç‖ ile iliĢkilendirilir. Buradaki güç Ģüphesiz her türlü iktidarı da içerir. Dolayısıyla Britanya Ġmparatorluğu açısından bakılırsa ―yüce‖ üzerinde kurulacak kontrol ve denetim mekanizması doğal olarak iktidar üzerinde de hakimiyet kurmayı sağlayacaktır (Haldar, 2008:301). Jones‘un da aralarında bulunduğu romantik ġarkiyatçılar‘a göre ―yüce‖, gözlerden uzakta bir yerlerdedir. Karanlık, karmaĢa, bilinemezlik ve Ģiddet gibi imgeler romantiklerin ilgisin çekmiĢtir. Dolayısıyla Doğu‘nun semboli niteliğindeki despot da adaletini bu Ģekilde gözden uzakta, karanklıklar ve karmaĢa içerisinde yerine getirir. Despotun gücü bu anlamda mutlak ve korku vericidir. Dolayısıyla eğer despotun korku saçan, Ģiddet içeren uygulamalarının tarihi, ―yüce‖ kisvesi altıda ortaya konursa hukuk, despotun gücünü devralabilir ve yerine geçebilir. Diğer bir deyiĢle ―yücelik‖ atfedilerek hukukileĢtirildiği zaman despotun aĢırılıkları kontrol altına alınıp, toplumsal açıdan daha kolay kabul edilecek bir hâle getirilebilir. Böylece Britanya Ġmparatorluğu açısından daha kullanıĢlı ve elveriĢli bir araca dönüĢtürülebilir (Haldar, 2008:302-303). Jones‘un Manu kanunlarını tercüme çabası ilk bakıĢta, meraklı, hırslı ve gayretli bir hukukçunun Doğu Hindistan ġirketi‘nin Hindistan‘daki Ġngiliz mahkemeleride iĢlerini çabuklaĢtırmak için giriĢtiği tamamen pratik amaçlara matuf bir faaliyet gibi görünmektedir. Fakat bu tür bir faaliyetin anlamı çok daha derindir. Hint kanunlarına atfedilen ―yücelik‖ niteliği, yani hukukun yüceleĢtirilmesi, muhatabının sömürgeleĢtirilmesine zemin hazırlayan bir imkân doğurmuĢtur. ―Yüce‖ kategorisi, insanın diĢilikten veya biçimsizlikten uzaklaĢıp aklın alanına girmesini sağlar. Fakat bu süreç aynı zamanda Avrupa merkezciliğin bir baĢka yüzünü de açığa çıkarır. Manu kanunlarının çevrilmesi, Hint açısından alternatif bir hukuk tarihi yazma çabası değildir. Hukukun özü olarak kabul edilecek bir köken arayıĢı ve hukuki öznenin gizemini çözme anlamına gelir. Burada peĢine düĢünlen Ģey, evrensel bir özne fikridir; devlete veya monarka değil de hakimlerin aracılığında evrensel bir fenomen olarak hukuka boyun eğen bir öznedir bu. ġarklı aĢrılığa dair romantik fantazinin yaptığı iĢte bu evrensel hukukun yerleĢmesi için gerekli kuramsal zemini kurmaktır. Bu çaba, korkunç bir aĢırılğın hukuki evrenselliğin temel varsayımlarından biri olarak yeniden inĢa etme arzusunu ortaya koyar. Hint hukuku ile Common Law arasındaki benzerliklerin altını çizmek, herkesin hukuk öznesi olduğu evrensel bir hukukun planını oluĢturmaktır. 18. yy.‘la birlikte ġarka ait aĢırılıklar, hukukun belirlediği bir hukuki öznenin ortaya çıkmasını sağlayan bir sürece dönüĢtürülmüĢtür (Haldar, 2008:307-308). 230 2.3.2. Frederick Goadby ve Hukuka GiriĢ Kitabı Sömürgeci geçmiĢin en önemli unsurlarından birisi de hukuk ders kitaplarıdır. Bu kitaplar, sömürgeci devletlerin hukukçuları ve resmi görevlilerinin kendi hukuk kültürlerini nasıl gördüğünü ve bu kültürü sömürgeleĢtirilen toplumlara nasıl aktardığını gösteren önemli kayıtlardır. Üstelik bu aktarma iĢleminin izleri sömürgecilik sonrası dönemde dahi görülür (Strawson, 2001:663). SömürgeleĢtirilen toplumlardaki hukuk okulları ve bu okullarda okutulan kitaplar aracılığıyla Ġngiliz hukuk anlayıĢı sömürge toplumlarının zihninde yerleĢtirilmiĢtir (Strawson, 2001:664). ĠĢte Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge döneminde Mısır ve Filistin hukuk fakültelerinde Mısırlı ve Filistinli öğrencilere Batı hukuk sistemini tanıtmak amacıyla kaleme aldığı Introduction to the Study of Law: A Handbook for the use of Egyptian Students (1910) isimli ders kitabı da bu geçmiĢin bariz örneklerindendir Frederick Goadby, 1906‘dan 1920‘ye kadar Kahire‘de hukuk okulunda ders vermiĢ, daha sonra Filinstin‘e giderek Kudüs‘te devlet hukuk okulunu kurmuĢtur. Filistin‘deyken ayrıca Ġngiliz Sömürge yönetimi adına Hukuk ÇalıĢmaları Direktörlüğü görevini sürdürmüĢtür. Kahire‘deyken verdiği dersler Introduction to the Study of Law isimli kitabında biraraya getirilmiĢ, bu kitap ilk kez 1910‘da basılmıĢ, 1914‘te ikinci, 1921‘de de üçüncü baskıyı yapmıĢtır (Strawson, 2001:664, 665). Her ne kadar bugün hâlâ Filistin ve Ġsrail‘de pozitif hukuk sistemi içerisinde Ġngiliz hukukunun izleri görülse de Ģarkiyatçılık açısından asıl üzerinde durulması gereken husus, bu tür pozitif kurallar değil, Ġngiliz hukuk düĢüncesinin genel anlamda etkisinin ne oranda devap ettiğidir (Strawson, 2001:664). Goadby‘ın Mısır‘a hukuk fakültesinde ders vermek üzere görevlendirilmesinin temelinde de o dönemde Fransız hukuk sisteminin etkisi altındaki Mısır‘da hukuk öğrencilerinin ve hukukçuların Ġngiliz hukuku hakkındaki kanaatlerini olumlu yönde etkileme amacı yer alır (Strawson, 2001:664). Goadby‘ın kitabı, karĢılaĢtırmalı hukuk perspektifinden yazılan ve hukuk öğrencilerine Ġngiliz hukukunun temel özelliklerini tanıtmayı amaçlayan bir ders kitabı niteliğindedir. Kitap, bir giriĢ ve on dört bölümden oluĢmaktadır. Metnin ilk bölümleri hukukun doğası, hak ve adalet, hukukun kaynakları, yasama faaliyeti, yorum faaliyeti, hukukun tasnifi gibi temel hukuk kavramlarına ayrılmıĢtır. Diğer bölümleri ise daha çok pozitif hukuk konularını içermektedir (Strawson, 2001:665). Metnin asıl ilgi çekici yönü yazılıĢ tarzıdır. Bir kısım açıklamalar büyük harfle, diğerleri ise küçük harfle yazılmıĢtır. Bu farklılığı Goadby, metnin iki ayrı öğrenci kitlesine yönelik yazıldığını söyleyerek izah etmiĢtir. Küçük harfle yazılı kısımlar hukuk hakkında daha derinlemesine düĢünmek isteyen, hukukun felsefi yönleriyle ilgilenen öğrencilere yöneliktir. Buna karĢılık büyük harfle yazılan kısımlar, pratik meselelerle uğraĢmayı tercih eden öğrenciler için yazılmıĢtır. Fakat Goadby‘ın asıl görüĢlerini açığa vuran kısımlar iĢte bu küçük harfle yazılanlardır (Strawson, 2008:665). Örneğin haklarla ilgili açıklamalarında öğrencilerin geneline hitap eden büyük harfli kısımda pozitivist bir tutum benimseyen Goadby, devletin tanıdığı hukuki haklar ile ahlâki hakları birbirinden ayırmaktadır. Fakat kadınların oy hakkına değindiği küçük harfli kısımda söyledikleri, sömürge iliĢkisi söz konusu olduğunda bambaĢka bir anlama kavuĢur: Nasıl ki kadınlar, ancak devlet tarafından tanınmakla hak sahibi oluyorsa sömürgelerde yaĢayan insanların durumu da aynıdır. Diğer bir deyiĢle Mısır ve Filistin‘de görüldüğü Ģekliyle sömürgeci devletin sağladığı koĢullar içerisinde ancak haklar ortaya çıkar. Varılan bu sonuç da aslında Ģu anlama gelir: Ġngiliz devleti tarafından tanınmadığı sürece Mısırlıların veya Filistinlilerin bağımsızlık ve kendi kaderini tayin talebi, hak kabul edilemez (Starwson, 2001:666). Goadby‘a göre Ġslâm hukukunun en katı uygulandığı ülkelerde dahi hukukun alanı hayli sınırlıdır. Bunun sebebini Goadby, Batılı devletlerin Doğulu devletlere gösterdiği tepkiyle açıklar. Nitekim hukuk sistemini ve devlet mekanizmasını Avrupa standartlarına uygun hâle getirmek isteyen ―daha ileri‖ Ġslâm ülkeleri, ġeriat‘ın bazı bölümlerinin yerine Avrupa hukuk sistemini ikame etme yoluna gitmiĢtir. Goadby, bu ülkelere Türkiye ve Mısır‘ı örnek gösterir (Strawson, 2001:668). Dikkat edilecek olursa Goadby‘ın burada Batı ile Doğu arasındaki iliĢki biçimini veri olarak aldığı, sömürge meselesini ve buna bağlı ortaya çıkan iktidar iliĢkisini görmezden geldiği farkedilir. Bu bağlamda Avrupai standartlar modernliğin göstergesi kabul edilir. Diğerlerine nispetle daha ileri Ġslâm ülkeleri, bu standartlara uygunlukla tanımlanır (Starwson, 2001:668). 231 ĠĢte Goadby‘ın kitabı da hukuk öğrencilerinin bu sömürge düzeniyle tanıĢmasına aracılık etmiĢtir. Goadby, Mısır ve Filistin gibi müslüman bir ülkedeki hukuk öğrencilerini Ġslâm hukukunu yeni bir bakıĢla ele almaya davet eder. Bu arada kendi hukuk kültürlerine sömürgeci hukuk kültürünün bakıĢ açısıyla yaklaĢmalarını sağlar. Böylece bir sömürgeci söylem olarak Ġngiliz hukuk anlatısının yazılmasına da katkıda bulunur (Strawson, 2001:668-669). O dönemde ne Mısır‘da ne de Filistin‘de Ġngiliz hukuku doğrudan uygulanmaktadır. Bunun farkında olan Goadby, öğrencilere hukukun pratik gayesi dıĢında da bir takım gayeleri olabileceğini göstermeye çalıĢır. Hukukun bu yönünü anlayabilmek için hukuk tarihini öğrenmelerini tavsiye eder. Bu yönüyle hukuk, tıpkı diğer toplum bilimleri gibi insan davranıĢlarını belirli amaçlar doğrultusunda düzenleme faaliyeti olarak görülebilir. Fakat bu açıklamalardan hemen sonra Goadby, bir hatırlatmada bulunur. Buna göre toplumdaki ilerleme, toplumsal davranıĢı düzenleyen kurallarda da sürekli bir değiĢimi gerektirir. Dolayısıyla barbar bir millet için uygun olan kurallar, medeni bir toplum için uygun değildir (Strawson, 2001:669). Goadby‘ın bu düĢüncelerinde bariz bir Ģarkiyatçılık vardır. Bu Ģarkiyatçı bakıĢ açısı, hukuku medeniyetin göstergesi kabul eder. Hukuk kurallarının niteliği, uygulandığı toplumun medeniyet ölçüsünü de gösterir veya tersten söylemek gerekirse bir toplum ne kadar medeniyse hukuku da o kadar geliĢmiĢtir. Fakat burada medeniyetin ölçüsünü sömürgeleĢtiren devlet koymaktadır. Zira öğrencilerini, kendisiyle birlikte hukuk tarihini öğrenmeye davet ettiğinde Goadby, aslında sadece Batı hukukunun tarihi geliĢiminden bahsetmektedir. Öğrencilere bu hikâyenin bir parçası olmayı salık verir. SömürgeleĢtirilen toplumları bu hikâye ile tanıĢtıran ise Batılı hukukçulardır. SömürgeleĢtirilen toplumlar karĢısındaki bu konumu Batı hukuk sisteminin kendisini belirli bir tarihi geliĢimin zirvesi kabul ettiği anlamına gelir. Dolayısıyla Batılı hukukçuların daha aĢağı hukuk kültürlerinde yaĢayanları eğitme sorumluluğu vardır (Strawson, 2001:669-670). Kültürel açıdan daha aĢağıda yer alan toplumları hukuk aracılığıyla eğitme faaliyeti, Ģüphesiz o toplumların kendi yararı için değildir. Daha önce despotik bir yönetime sahip bu tür toplumlar, Ġngiliz hukukuyla tanıĢtırıldıktan sonra egemen ve bağımsız birer devlet hâline gelmiĢ, meĢruti krallık, parlamenter sistem vb. kavramları öğrenmiĢtir. Dolayısıyla Ġngiltere‘nin bu topraklardaki varlığı, iĢte bu tür kavramları tanıtmakla izah edilebilir. Böylece örneğin Mısır‘ın, Hindistan ile Ġngiltere arasında gerçekleĢecek her türlü alıĢ-veriĢ için uygun bir zemin sağlayacağı umulur. Dolayısıyla istikrarlı, huzurlu ve iyi yönetilmesi gerekir (Strawson, 2001:670,671). SömürgeleĢtirilen toplumların hukuk sisteminin yenilenmesi, sömürgeci devletin bu toplumları modernleĢtirme projesinin bir ürünüdür. Bu modernleĢtirme projesi aracılığıyla o toplumların hukukçuları, hakimleri ve diğer resmi görevlilerinin medeniyet seviyesi yükselmiĢ olur. Goadby‘ın metni de iĢte bu sürece katkı sağlamıĢtır (Strawson, 2001:671). Sonuç itibariyle Goadby‘ın, medeniyet ile hukuk arasında sıkı bir iliĢki kurduğu görülmektedir. Avrupa hukukunun kabulü bir ilerlemedir, baĢarısıysa bağımsız bir düĢünce okulunun kurulmasına bağlıdır. Fakat bu tür bir düĢünce okulu, sadece Batı etkisiyle kurulamaz; milli kültüre adapte edilmelidir. Bununla birlikte bu süreç, genel moderleĢme hareketine katkı sağlayacak nitelikte bir hukuk sisteminde yenileĢmeyi gerektirir. Bu tür bir plan ve projenin temelinde sömürgeci hukuki anlatı yatar. Bu anlatı aynı zamanda entelektüel bağlamda sömürgeleĢtirilen hukuk sistemini de yeniden düzenler. Fakat bu tür bir proje ancak sömürgeleĢtirilen toplumun kendi hukukçuları, hukuk öğrencileri, hukuk hocaları ve yöneticilerin katkısıyla gerçekleĢtirilebilir (Starwson, 2001:676). KAYNAKÇA Bezci,B, Çiftçi,Y.(2012). ¨Self Oryantalizm: Ġçimizdeki Modernite Ve/Veya ĠçselleĢtirdiğimiz ModernleĢme¨, Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, s. 139-166. Fitzpatrick, P., Darian Smith,E.(1999). ―Laws of the Postcolonial: An Insistent Introduction‖, in Laws of the Postcolonial, (der. Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 1-15. Foucault,M.(2001).Ders Özetleri. Çev.: Selahattin Hilav, 5. Baskı, Ġstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 232 Foucault,M.(2011).Bilginin Arkeolojisi. Yay. Haz.: Ġlkay Özkürapli, Çev.: Veli Urhan, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları. Gordon, R. W.(1984). ―Critical Legal Histories‖, Stanford Law Review, Vol. 36, pp. 57-125. Gutting G. (2010).Foucault. Çev.: Hakan Gür, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları. Haldar, P.(2008). ―The Sublime Codes of Manu: Law and Eighteenth Century Orientalism‖, German Law Journal, Vol. 9, pp. 285-308. Ġnalcık, H.(2011). ¨Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji¨, Doğu-Batı: Oryantalizm I, 3. Baskı, Yıl: 5, Sayı:20, s. 13-39. Keyman, E. F. (2007). ¨Edward Said ve Bir Modern te EleĢt r s Olarak Oryantal zm¨, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Daire BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 119-130. Küçükalp, K. (2003).¨Edward W. Said‘in ġarkiyatçılık DüĢüncesinin Felsefî Arkaplanı¨, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı:1, s. 269-278. Loomba, A.(2000).Kolonyalizm Postkolonyalizm.(Çev.). Mehmet Küçük, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları. Nietzsche, F.(2009).Putların Alacakaranlığı(Çev.). Ġsmet Zeki Eyüboğlu, 3. Baskı, Ġstanbul, Say Yayınları. Otto, D.(2000). ―Postcolonialism and Law?‖, Third World Legal Studies, Vol. 15, s. vii-xviii. Roy, A.(2008). ―Postcolonial Theory and Law: A Critical Introduction‖, Adelaide Law Review, Vol. 29, pp. 315-357. Ruskola, T.(2002-2003). ―Legal Orientalism‖, Michigan Law Review, Vol. 101, pp. 179-234. Said, E.(1999).Şarkiyatçılık (Batı‟nın Şark Anlayışları).(Çev.). Berna Ülner, Ġstanbul, Metis Yayınları. Sayıd, S.(2007). ¨Oryantalizmden Sonra¨, Çev.: Hakan Çapur, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 65-78. Strawson, J.(1999). ―Islamic Law and English Texts‖, in Laws of the Postcolonial, Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick (eds.), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 109-126. Strawson, J.(2001). ―Orientalism and Legal Education in the Middle East: Reading Frederic Goadby‘s Introduction to the Study of Law‖, Legal Studies, Vol. 21, pp. 663-678. Young, R. J. C. (2007). ¨Edward Sa d‘ n Postkolonyal Kararsızlığı¨ Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Külturel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür Müdurlüğu Yayınları, s. 55-64. Wallerstein, I.(2010). Gücün Retoriği Avrupa Evrenselciliği, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Ġstanbul, bgst Yayınları. Wallerstein, I.(2011). Dünya Sistemleri Analizi, Çev.: Ender Adaoğlu, Nuri Ersoy, 2. Basım, Ġstanbul, bgst Yayınları. 233 AMFĠ 10 OTURUMU SUÇ VE HUKUK-II: SUÇA BAKIġ 234 SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT1 Yasemin ARSLANTÜRK2 ÖZET Suç günümüzde ülke, toplum, ırk fark etmeksizin her toplumda görülen ve toplum içerisinde sorunsallaĢan bir konu haline gelmiĢtir. Suç olgusu aslında tarihin ilk yıllarından beri süregelmektedir. Ancak günümüzde suç kavramı giderek artan bir öneme sahip olmuĢtur. Buradan yola çıkarak oluĢturulan çalıĢmada suç ve nedenleri araĢtırılmaya çalıĢılmıĢtır. Bunu yaparken de hükümlülerin demografik bilgilerinin yanı sıra, kiĢinin kendisi ve ailesinin sosyo-ekonomik durumu, kiĢinin aile ve arkadaĢ çevresi ile iliĢkileri, iĢlenen suç/suçlar hakkındaki düĢünceleri, yaĢadığı yerin suçlu hakkındaki tutumunu ortaya çıkarmaya yönelik olarak görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢtir. AraĢtırma uygulamalı olarak yapılmıĢtır. Erzurum kapalı ve açık cezaevlerine gidilerek hükümlülerle yüz yüze görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢ ve anket uygulanmıĢtır. Anket, açık uçlu ve çoktan seçmeli olarak hazırlanan toplam 57 soru içermektedir. Erzurum açık ve kapalı cezaevinde bulunan toplam 1250 mahkum ve tutukludan 372‘sine survey tekniği kullanılarak gerçekleĢtirilmiĢ olan çalıĢmamızda, Türkiye‘de giderek artan suç iĢleme oranının Erzurum baz alınarak, kiĢileri suça iten nedenleri araĢtırarak çözüm önerilerinde bulunulması ve suç oranlarının azalmasına katkı sağlamak amaç edilmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Suç, Suçluluk, Sosyoloji ABSTRACT Nowadays, crime the country, society, in every society regardless of race has become an issue in the community that have problems. In fact the history of crime has been going on since the early years. However, todaytheconcept of crime has been a growing importance. This study investigated crime and causes of criminal behavior. As well as demographicdata of detainees, socio-economicstatus of thefamily of the person and the person's family and circle of friends with relations, thoughts about the crimes which make them, people lived who is guilty of the earth were interviewed in order to reveal its position about guilty person. Theresearchwasconducted as practical. Erzurum closed and open the prisons visited and conducted interviews and surveys applied to prisoners. The survey was prepared as an open-ended and multiplechoice question includes a total of 57. In this study was carried out using survey techniques. Survey was applied to 372 from 1250 convicts. InTurkiye, crime rates have been increasing day by day.So, this study was done for find the factors that lead people to commit a crime and reduce crimerates. Keywords: Crime, Criminality, Sociology GĠRĠġ Suç, insanoğlunun ilk tarihinden günümüze dek sürekli var olan bir sorundur. Toplum, doğa ve birey üçlüsü arasında sürekli ve sayısız bir iliĢki vardır. Bireyler birbirleriyle iliĢkide bulunarak grupları gruplar da toplumları oluĢtururlar. Toplumlar sürekli değiĢen canlı beraberliklerdir. Toplumdaki bireyler de bu değiĢimden etkilenirler ve bazen toplumdaki değiĢme hızı ile bireyin değiĢme hızı her zaman aynı değildir. Dolayısıyla aradaki dengesizlik çeĢitli sorunların doğmasına neden olabilir (Sümer, 2006: 88). 1 2 Doç.Dr. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü 235 Suç, evrensel bir olgudur (Ġçli, 1993:7). Ancak suç olgusu, toplumdan topluma ve zamandan zamana değiĢiklik göstermektedir. Suç tanımı toplumların içinde bulundukları zaman diliminin toplumsal özelliklerine bağlı olarak Ģekillenebilir. Son yıllarda suç olgusu hukuk alanının yanı sıra sosyolojinin de ilgi odağı haline gelmiĢtir. Türkiye‘de suç sosyolojisi yavaĢ yavaĢ geliĢmeye baĢlamıĢ ve sosyologların bu alana ilgisi artmıĢtır (Ġçli, 1993: 1). AraĢtırma Erzurum ilini kapsamaktadır. AraĢtırma suç ve nedenleri üzerinde yoğunlaĢarak suça neden olan etkenleri araĢtırmak amaç edinilmiĢ ve bu doğrultuda da Erzurum ilindeki kapalı ve açık cezaevlerindeki kiĢilerle görüĢme yapılmıĢtır. Türkiye‘de suç üzerine yapılan sosyolojik araĢtırmaların kısıtlı olması bu araĢtırmayı önemli kılmaktadır. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Suç, genelde bireyin içinde yaĢadığı toplum tarafından onaylanmayan davranıĢ biçimidir(Sümer, 2006: 89).Suç, topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kanun koyucu tarafından kabul edilen ve belirtilen eylem, davranıĢ, tavır ve harekettir. Tarihsel süreç içinde incelendiğinde her dönemde topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kabul edilen davranıĢlara kanun koyucuları tarafından ceza yaptırımı uygulandığı görülmektedir (Dönmezer, akt.: Tülin Ġçli 1993: 7). Karl Menninger, ―suç herkesi cezbeden bir çekimdir‖ demektedir. Lombroso‘ya göre suç; ölüm, doğum gibi doğal bir olaydır (Sümer, Osman, 2006: 90).Durkheim‘a göre de ―suç kolektif bilincin kuvvetli ve belirmiĢ tutumlarını ihlal eden fiillerdir‖. Znaniecky, ―suç, kiĢinin kendisini mensubu saydığı grupta, varlığı toplum dayanıĢması ile çeliĢki gösteren fiildir‖ demektedir. Taft‘a göre de, topluma zarar veren hareketler ya örf ve adetlerce belirlenmiĢtir ya da grup içinde egemenliği elinde tutanlar, diğer kiĢilerin tavır ve hareketlerini uydurmaları için modelleri, örnekleri ve bu suretle moral kuralların tespit ederler; bu kurallara uyanlara sosyal itibar verir, bunları ihlal edenlere söz konusu mevkii reddederler. Stanciu ise suçu ―sosyal toplumun çoğunluğu tarafından tehlikeli sayılan ihmal ya da icra niteliğinde hareketler‖ olarak tanımlamaktadır (akt.: Dönmezer, Sulhi, 1984: 58-60). Gordon Marshall da kiĢisel alanı aĢıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya da yasaları çiğneyen, buna bağlı olarak meĢru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve kamusal bir otoritenin(devlet ya da yerel bir kuruluĢ) müdahalesini gerektiren fiillerin suç sayıldığını, belirtmektedir (Marshall, çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, 1999: 702). Suç ile ilgili Ģunları söyleyebiliriz: Evrensel bir olgudur. Tarihsel sürecin her döneminde görüldüğü gibi, insan yaĢamı sürdüğü sürece de var olacaktır. Zaman ve mekân boyutunda biçim değiĢikliği gösterir. Hangi davranıĢların suç olduğuna iliĢkin davranıĢlar görecelidir. Sosyal bir olgudur. Ġnsan-doğa ve insan-insan iliĢkileri doğrultusunda ortaya çıkan bir olgudur. Suç, düĢünce ile baĢlasa da eylem ile sonuçlanır. Toplumun düzenini bozduğundan ve birden çok kiĢiyi etkilediğinden eylemsel bir süreçtir (Sümer, 2006: 89). SUÇ TÜRLERĠ Tülin Ġçli suçların faillerin amaçlarına, suç iĢleme nedenlerine ve toplum tarafından suça karĢı gösterilen tepkinin Ģiddetine göre sınıflandırılabileceğini ifade etmektedir (Ġçli, 1993: 7-8). Kriminolog Bonger ise suçları ekonomik suçlar, cinsel suçlar, politik suçlar ve diğer tür suçlar olmak üzere sınıflamıĢtır. Suç türleri en kapsamlı olarak ise Türk Ceza Kanununda belirtilmiĢtir.26.9.2004 tarih, 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu‘nda suç tasnifi: 236 1. Uluslar Arası Suçlar 2. KiĢilere KarĢı Suçlar 3. Topluma KarĢı Suçlar 4. Millete ve Devlete KarĢı suçlar ve Son Hükümler (Üresinler, 2005: 81-88). TCK‘nunda suç türleri bu dört ana baĢlık çerçevesinde oluĢturulmuĢtur. Bu çalıĢmada ise suç türleri; Ģahsa karĢı suçlar, mala karĢı suçlar, topluma karĢı suçlar, devlete karĢı suçlar ve diğer suç türleri olarak kategorilendirilmiĢtir. ÖRNEKLEMĠN ÖZELLĠKLERĠ AraĢtırma sonucunda hükümlülerin cinsiyete göre dağılımına bakıldığında erkek hükümlülerin kadın hükümlülere oranı on kat daha fazladır (%88,7 erkek, % 8,6 kadın). Ġçli, Türkiye genelinde yapmıĢ olduğu çalıĢmasında da erkek suçluluk oranının fazla olduğunu belirterek, her yerde erkek suçlu oranları, kadın suçlu oranlarından yüksek olduğunu ifade etmiĢtir. Örneklemin yaĢ aralığı25-34 kategorisinde toplanmıĢtır.Örneklemin büyük çoğunluğunu evli(%54,3), yetiĢkin erkek oluĢturmaktadır.Örneklemin %31,2‘si daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türünün mala karĢı iĢlenen suç olduğunu ifade etmiĢtir. Örneklemin cezaevine girmelerine neden olan suç türü en fazla %41,9 ile topluma karĢı iĢlenen suç olmuĢtur.%87,1 TC vatandaĢıdır. %46,5 Hanefi, %41,4 ġafi mezhebine mensuptur.Örneklemimizi oluĢturan hükümlüler genellikle ilkokul mezunudur ve 372 kiĢiden 235‘i eğitimlerini yarıda bıraktıklarını belirtmiĢlerdir ve buna bağlı olarak da yarıdan fazlasının mesleği serbest meslektir. Hükümlülerin çoğunun ilkokul mezunu olması akla eğitim seviyesi ile suç arasında bir bağlantı olup olmadığını getirmektedir. ÇalıĢmamızda çeĢitli koĢullar bir araya geldiğinden dolayıeğitim seviyesi düĢük, ekonomik gelir düzeyi düĢük- eğitim seviyesinin de düĢük olması, bir bilinçlilik algısının yetersiz olması suça sebebiyet verebilir. Ayrıca çalıĢmada her ne kadar serbest meslek diye adlandırsak da hükümlülerin çoğunun gündelik iĢçi olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla bu durum meslekte düzensizliği ve bu da beraberinde düzensiz bir sosyal yaĢamı getirir. Ayrıca bu kiĢilerin mesleki uzmanlaĢmalarının da olmadığını söylemek mümkündür. Mesleki uzmanlaĢması olmayan kiĢilerin de yaĢam biçimi düzensizdir. Dolayısıyla düzensiz bir iĢ, düzensiz bir yaĢam kiĢiyi suça itebilir. Ġçli de çalıĢmasında mesleğin önemli olduğu konusuna vurgu yapmıĢtır. Hükümlülerin büyük çoğunluğunun kalabalık bir aileden geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. GörüĢülen hükümlülerin %45,4‘ü yedi ve daha fazla kardeĢe sahip olduklarını belirtmiĢlerdir ve kendileri de kalabalık bir aile kurmayı tercih etmiĢlerdir. Kalabalık bir aile içerisinde yaĢamak beraberinde aile içerisinde ekonomik sıkıntıları da getirebilir. Mülk sahipliği durumuna bakıldığında da hükümlülerin büyük çoğunluğunun herhangi bir mülk türüne sahip olmadığı(%80,4) sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu durum karĢısında da eğitim seviyesi ve ekonomik durumu düĢük olan kiĢilerin suça eğiliminin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. ÇalıĢmamızda daha önce cezaevine girdiklerini belirtenlerin oranı azımsanmayacak kadar fazladır. Örneklemimizin %34,1‘i daha önce de cezaevine girdiğini belirtmiĢtir. Bu durum da bizlere kiĢilerin cezaevinden çıktıktan sonra kiĢileri tekrar suça iten nedenlerin olduğunu göstermektedir.Örneklemin %55,6‘sı kendileri cezaevindeyken ailelerine kendi ailesinin veya akrabalarının baktığını belirtmiĢtir. Örneklemin %34,4‘ü cezaevine girmeden önce serbest meslekte çalıĢtığını belirtmiĢtir. Yukarıda da belirtildiği üzere serbest meslek olarak daha çok gündelik iĢçi olduklarını belirtmiĢlerdir. %32,5‘i ise herhangi bir iĢ kolunda çalıĢmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin en fazla %51,9 ile sigaraya karĢı bir alıĢkanlığı olduğu, %15,1‘inin ise alkol, sigara, uyuĢturucu gibi maddelerden herhangi ikisine karĢı alıĢkanlığı olduğu görülmektedir.ÇalıĢmamızda suç iĢlemeye neden olan ekonomik faktörler %21,5 ile ikinci sırada yer almaktadır. ÇalıĢmamızda kiĢi(ler)yi suça iten en önemli neden olarak kiĢinin karĢısındaki kiĢinin kendisini suç iĢlemeye tahrik ettiği, önce karĢı tarafın baĢlattığını ve karĢı tarafın iĢlenen suç konusunda durumu hak ettiği ve bu nedenle suç iĢlediklerini belirttikleri görülmektedir. 237 Birden fazla defa cezaevine girenlerin cezaevinden çıktıktan sonra yaĢadıkları sıkıntılar en fazla %28,3 ile sosyal uyum problemi iken; cezaevinden çıktıktan sonra herhangi bir sorun yaĢamayarak çevreye sosyal uyum sağlayanların oranı ise %25,2‘dir.%53,2‘si sivil hayatta yaĢadıkları sıkıntıların kendilerini tekrar suça itmeyeceğini belirtmiĢtir.Suç nedeni olarak ise % 40,3‘ü karĢı tarafın baĢlattığını ifade ederken, %21,5‘i maddi nedenlerin etkisi olduğunu belirtmiĢtir. Sosyal çevrenin etkisi diyenler ise %17,7‘dir.%62,6‘sinin yaĢadığı-doğup büyüdüğüçevreden memnundur.Örneklemin %47,8‘i iĢlediği suç hakkında piĢmanlık duymaktadır. Suç hakkında kayıtsız olanlar toplamda %15,6 oranında iken, suçtan dolayı kendini mutlu hissedenlerin oranı ise %2,2‘dir. Örneklemin suç eyleminden etkilenmiĢ insanlar hakkındaki düĢünceleri: %25,8‘i insanların mağdur olduğunu, %19,9 insanların mağdur olmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin %43,5‘i suç eylemini gerçekleĢtirirken kayıtsızlık yaĢamıĢtır. Örneklemin piĢmanlık ve korku, endiĢe gibi durumlar yaĢaması toplam içerisinde %15,1 oranındadır.Örneklemin %56,5‘i gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünürken, %40,9‘u gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünmemektedir. KARġILAġTIRMA TABLOLARINA DAYALI VERĠLERĠN YORUMU Suç ve nedenleri üzerine detaylı bir sonuç çıkarabilmek adına anket sorularından oluĢan bağımlı ve bağımsız değiĢkenler belirlenerek bir sonuç tablosu çıkarılmıĢtır. Bu tabloda cinsiyet, mezhep, etnik yapı, yaĢ, eğitim durumu, medeni hal, meslek, doğum yeri, gelinen il(bölge), mülk sahipliği olmak üzere toplamda on değiĢken bağımsız değiĢken olarak belirlenerek, suç ve nedenleri üzerinde etkili olanlar belirlenmeye çalıĢılmıĢtır. Yirmi dört soru ise bağımlı değiĢken olarak ele alınmıĢtır.OluĢturulan bu tabloda hangi bağımsız değiĢkenin en çok etkili olduğu sonucuna ulaĢılmaya çalıĢılmıĢtır.Yukarıda saydığımız değiĢkenlerden yaĢ toplamda 13 bağımlı değiĢkeni belirlemiĢtir. Medeni hal 10, mezhep 8, cinsiyet 8 bağımlı değiĢkene etki etmiĢtir. Meslek 7, etnik yapı, eğitim durumu, gelinen bölge(il) ve mülk sahipliği 6, doğum yeri 5 değiĢkene etki etmiĢtir.Suç türleri açısından bakıldığında çalıĢmada suç türlerinin cinsiyete göre bir farklılık göstermediği ortaya çıkmıĢtır. Eğitim durumu göz önüne alındığında eğitimlilik oranı artırıldığında suç iĢleme oranının da azalacağı beklenmektedir. Yapılan bu araĢtırmada ortaokul ve ilkokul mezunlarının örneklemin büyük bir kısmını içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak üniversite ve üstü olarak kategorilendirdiğimiz grup da azımsanmayacak ölçüdedir(%12,6). Bu grupta yer alan hükümlülerin de en çok iĢledikleri suç türleri sırasıyla topluma karĢı iĢlenen suçlar(%46,8), Ģahsa karĢı iĢlenen suçlar(25,5), mala karĢı iĢlenen suçlardır(%12,8). Yapılan görüĢmeler sonucunda hükümlülerin uyruğa bağlı olarak cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir iliĢki ortaya çıkmıĢtır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı olan hükümlülerde gruplandırdığımız suç türleri arasında dağılım söz konusu iken bu durum yabancılarda farklılaĢmıĢtır. Yabancı uyruklu hükümlülerin cezaevine girmesine neden olan suç türünün %93,3 oranında topluma karĢı iĢlenen suçlar(uyuĢturucu-kaçakçılığı, kullanımı ve kuryeciliği-, cinsel istismar, taciz ve fuhuĢ) olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yapılan görüĢmelerde yabancılar, Türk Ceza Kanununda yer alan cezaları bilmediklerini ve suç olduğunu bilselerdi bu duruma düĢmeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Yine görüĢmelerde elde edilen verilere göre, yabancı uyrukluların daha çok uyuĢturucu kuryeciliğinden dolayı cezaevine girdikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır. Suç iĢlenen yerleĢim yeri araĢtırılmaya çalıĢıldığında arada belirgin bir farklılık olmadığı(Erzurum ili %46, Erzurum ili dıĢı %53,2) sonucuna ulaĢılmıĢtır.Elde edilen bulgulara göre hükümlülerin eğitim seviyeleri arttıkça cezaevinin hükümlülere mesleki eğitim vermesini isteme oranı da artmaktadır. Okuma yazması olmayanların %20,5‘i mesleki eğitim almak isterken üniversite ve üstü kategorisinde mesleki eğitim almak isteyenlerin oranı %42,6‘dır.Yine eğitim durumuna bağlı olarak hükümlülerin cezaevinde sanat dalında eğitim alma isteğinin değiĢtiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim seviyesi arttıkça cezaevinde herhangi bir sanat dalında eğitim alma isteği de artmaktadır.KiĢilerin eğitim durumu ile kiĢinin tekrar suça iten faktörler arasında yer alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olmadığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. Ancak cezaevlerinde yapılan görüĢmelerde kiĢileri tekrar suça iten nedenin eğitim durumu değil de ekonomik durumu olduğu görülmektedir.KiĢilerin eğitim seviyesi arttıkça buna bağlı olarak iyi bir sosyal çevrede yaĢama da artmaktadır. Okuma yazması olmayanlardan üniversite ve üstü eğitim durumuna sahip olanlara doğru gidildikçe kiĢilerin giderek daha iyi bir sosyal çevrede yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir. Eğitim seviyesiyle birlikte sosyo-kültürel seviyesinin de 238 değiĢebileceği göz önüne alınırsa bu sonuç beklenebilir. Özellikle de arkadaĢ ve iĢ ortamında eğitim seviyesinin etkili olduğunu söylenebilir.GörüĢme yapılan hükümlülerin çoğu geldikleri bölgenin Doğu Anadolu Bölgesi olduğunu ifade etmiĢlerdir(%54,6). Gelinen il ile daha önce cezaevine girme durumu karĢılaĢtırıldığında doğu Anadolu bölgesinden gelenlerin %69,5‘i daha önce cezaevine girmediklerini belirtmiĢlerdir. KarĢımıza çıkan tabloyu bölgeler olarak değil de Türkiye‘nin doğusu-batısı Ģeklinde okuyacak olursak batı diye adlandırdığımız bölgelerde(Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, Akdeniz Bölgesi, Ġç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin belirli kısımları) suça eğilimin daha fazla olduğu ve bu nedenden ötürü de cezaevinde bulunan kiĢilerin birden fazla defa cezaevinde bulunmuĢ oldukları sonucuna varılmaktadır. Bunun nedeni, batı diye adlandırdığımız bölgelerimizin doğu bölgelerimize göre nüfusunun daha fazla olduğu ve yaĢam koĢullarının da bilindiği üzere batıda giderek zorlaĢması kiĢileri yeniden suça iten faktörler arasında olabilir.ÇalıĢmadan elde edilen veriler doğrultusunda kiĢilerin düzensiz bir yaĢamının olması, yani herhangi bir iĢte çalıĢıyor olmaması, çalıĢsa bile sürekli bir iĢin olmaması gibi durumların kiĢileri suça ittiği yargısını doğurmuĢtur. Çünkü düzensiz bir iĢ hayatına dolayısıyla da düzensiz bir gelire sahip olduklarını ifade edebiliriz. Düzenli bir iĢ yaĢamının getirdiği sorumluluk ve yine düzenli bir iĢin getirmiĢ olduğu düzenli bir gelirin kiĢileri suçtan alıkoyacağı düĢüncesi yapılan çalıĢmada ortaya konmuĢtur. Yine düzenli bir iĢ hayatına sahip bireylerin uğraĢı olduğu için kiĢi suç eğilimine yönelmemektedir.Bu duruma paralel olarak aile yaĢamındaki düzenliliğin de kiĢileri suçtan uzak tutacağı görüĢü hâkim olmuĢtur. Elde ettiğimiz verilere göre boĢanan ya da ayrı yaĢayan kiĢilerin daha önce cezaevine girme oranları oldukça yüksek çıkmıĢtır. Bunun nedeni aile kavramının yitirilmesiyle birlikte herhangi bir kiĢiye karĢı sorumluluğun olmaması gösterilebilir. AraĢtırmamızda evlilik oranının yüksek çıkması ĢaĢırtıcı gibi görünmektedir. Ancak aile dayanıĢması, Merton‘un iĢlevsel bozukluğuna neden olabilir ve bu durum da suça neden olabilir. Aileye bakma yükümlülüğünün geleneksel aile yapısında babada olduğu bilinmektedir. Her ne kadar aile reisliği kavramı kanunda kalkmıĢ olsa da bu durum geleneksel olarak devam ettirilmektedir. Aileye bakmakla yükümlü ―baba‖, ―erkek‖in iĢsiz kalma durumu da ―baba‖yı suça meyledebilir. Ayrıca geleneksel toplumda akrabalık iliĢkilerine sıkı sıkıya bağlılık aileye karĢı sorumluluğu baĢkasına devredebileceğine olan güvenç de iĢsizlikle birleĢince suç iĢlemeye meyil artıyor gibi görünmektedir. Cinsiyet ile annenin mesleği arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin büyük çoğunluğunun annesinin çalıĢmadığı görülmektedir. Türk toplumunun aile yapısına bakıldığında, özellikle de geleneksel aile yaĢantısında kadınların çalıĢ(tırıl)madığı bilinmektedir, dolayısıyla annelerin çalıĢmama nedeni bu duruma da bağlanabilir.Cinsiyet fark etmeksizin hükümlüler, cezaevinden eğitime devam edemediklerini ifade etmiĢlerdir. Görüldüğü gibi cinsiyet ile kardeĢ sayısı değiĢkenleri arasındaki korelasyon katsayısı bize bir iliĢki olmadığını göstermektedir. Tablodan anlaĢılacağı üzere kiĢilerin kardeĢ sayıları Ģu an Türkiye‘deki ortalama bir ailenin sahip olduğu çocuk sayısından fazla çıkmıĢtır. KardeĢ sayısının yüksek olması eğer kiĢilerin maddi durumu da yetersiz ise kiĢileri mala karĢı suç iĢlemeye yöneltebilir. Cinsiyet ile daha önce cezaevine girme durumu arasında anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıĢtır. Erkeklerin daha önce cezaevinde bulunma oranları kadınlara göre daha fazladır. Bunun nedeni ise psikolojide öne sürülen erkeklerin daha saldırgan tutumlar sergilemesi olabilir. Ayrıca gerçekleĢtirilmiĢ olan bu çalıĢmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre sayılarının oldukça düĢük olması da sonucun böyle çıkmasının bir nedeni olabilir. Hükümlülerin %57,3‘ü ikametinin il merkezi olduğunu belirtmiĢtir. Bu durumda il merkezinde ikamet edenlerin sayısının çokluğu nedeniyle suç iĢleme oranının da il merkezlerinde daha fazla olması beklenmektedir. Cinsiyete bağlı olarak göç etme nedeni araĢtırılmaya çalıĢıldığında erkek hükümlülerin %60,9‘u ekonomik nedenlerden dolayı göç ettiklerini belirtirken kadınlarda aynı değiĢkenin yüzdesi oldukça düĢük çıkmıĢtır(%9,1). Erkeklerde güvenlik nedeniyle göç ekonomik nedenden sonra gelmektedir. Kadınlarda ise göç etme nedeni en çok %27,3 ile evliliktir; bunu sırasıyla %18,2 ile eğitim ve güvenlik takip eder. 239 Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin yarıdan fazlası kendileri cezaevindeyken geride kalanlara(aileye) bakımı sağlayanların yine ailelerinin ya da akrabalarının olduğunu belirmiĢlerdir. Bu doğrultuda KiĢi suç iĢlemiĢ olsa da buradan akrabalık iliĢkilerinin korumacı bir biçimde devam ettiğini söylemek mümkün. Görüldüğü üzere cinsiyet ile suç iĢlenen yerleĢim yeri arasında anlamlı bir iliĢki vardır. Erkeklerin %49,1‘i suç eylemini Erzurum il sınırları içerisinde gerçekleĢtirmiĢken, %50,6‘sı ise suç eylemini Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢtir. Erkeklerde iki grup arasında, yani Erzurum ili-Erzurum dıĢı arasında, pek farklılık olmadığı görülmektedir. Kadınların ise %78,1‘i suç eylemini Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢken, suç eylemini Erzurum ili içerisinde gerçekleĢtirenlerin oranı ise %18,8‘dir. Kadınların Erzurum ili sınırları dıĢında suç iĢleme oranı erkeklere göre daha yüksek çıkmıĢtır. Bunun nedeni kadınların genellikle Ġran‘dan Türkiye‘ye geldiklerinde(özellikle Ağrı ilinde) uyuĢturucu ile yakalanmaları olabilir. Cinsiyet ile cezaevinde iken alınmak istenen mesleki eğitim türü arasında anlamlı bir farklılık vardır. Erkek hükümlülerin %57,5‘i diğer kategorisi içerisine aldığımız ne olursa olsun fark etmez ama yeter ki bir faaliyet olsun demiĢlerdir. Kadınların %77,8‘i ise kültürel, sanatsal ve sportif alanda eğitim almak istediklerini ifade etmiĢlerdir. GörüĢmelerde kadınların yeni Ģeyler öğrenme istekleri dikkat çekerken; erkeklerde sadece zaman geçmesi açısından bir eğitim istenildiği ya da değiĢiklik amacı ile eğitim alınmak istenildiği gözlemlenmiĢtir. Cinsiyet ile cezaeviyle ilgili eleĢtiri, öneri, görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmaktadır. Kadınların büyük bölümü(%53,1) cezaevindeki yaĢam koĢullarının/idarenin iyi olduğunu ifade ederken, erkeklerin çoğu ise yaĢam koĢullarının kötü/idarenin ilgisiz olduğunu belirtmiĢlerdir. Kadınlar cezaevi hakkında erkeklere göre daha olumlu tutum sergilemektedirler. Cinsiyet ile cezaevinden çıkınca(birkaç defa cezaevine girenler için) yaĢanan sorunlar arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Kadınların %66,7‘si sosyal uyum problemi yaĢarken %33,3‘ü cezaevinden çıkınca sosyal yaĢama adapte olduklarını ve sosyal uyum konusunda herhangi bir sıkıntı yaĢamadıklarını dile getirmiĢlerdir. Erkeklerin ise %26,1‘i sosyal uyum problemi yaĢadıklarını, %25,2‘si de herhangi bir sosyal uyum problemi yaĢamadıklarını belirtmiĢlerdir. Cinsiyet ile sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların suça eğilim yaratma durumu arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Erkeklerin %27‘si, kadınların ise %34,4‘ü sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların kendilerini tekrar suç iĢlemeye itebileceğini ifade etmiĢlerdir. Cinsiyet ile suça iten nedenler hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Erkeklerin %41,8‘i suça iten nedenler hakkında karĢı tarafın bunu istediğini, baĢlattığını(tabloda diğer kategorisi olarak adlandırılan gruplandırma) belirtmiĢlerdir. Kadınların da %28,1‘i bu kategori içerisinde yer almaktadır. Ayrıca kadınların %31,2‘si suça iten nedenin sosyal çevre olduğunu ifade etmiĢlerdir. Ancak bu noktada bir çeliĢki karĢımıza çıkmaktadır. Kadın hükümlüler %31 oranında suçu sosyal çevrenin etkisiyle iĢlemiĢken kadın hükümlülerin yalnızca %15‘i sosyal çevrelerinin kötü olduğunu ifade etmiĢtir. Her ne kadar kendilerini suça iten bir çevre olsa da sosyal çevrelerini kötü görmemektedirler. Bu durum karĢısında da kiĢinin yaĢadığı çevrede suçun normalleĢtiğini söylemek mümkün. Suç bu çevrede normalleĢtiğinden dolayı da kiĢi yaĢadığı çevreden Ģikayetçi değildir. Cinsiyet ile sosyal çevre hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık olmadığı görülmektedir. Erkeklerin %65‘2‘si kadınların ise %43,8‘i sosyal çevrelerinin(arkadaĢ, aile ve iĢ çevresi) iyi olduklarını belirtmektedirler. Hükümlülerin çoğu yaĢadıkları sosyal çevreden memnundur. Cinsiyet ile suç eylemini gerçekleĢtirirken hissedilenler arasında anlamlı bir farklılık söz konusudur. Erkeklerin kadınlara göre suçu iĢlerken daha kayıtsız kaldıkları görülmektedir. Yine kadınların erkeklere göre suç iĢlerken korku, endiĢe içinde oldukları ve piĢmanlık duydukları görülmektedir. Kadınların erkeklere göre suç iĢlerken daha fazla mutluluk hissettikleri saptanmıĢtır. Bunun nedeni hakkında Ģunu da eklemek gerekir: Yapılan yüz yüze görüĢmelerde suç iĢlerken mutlu olan kadınların genellikle tecavüzcüsünü öldürdüğü sonucuna ulaĢılmıĢtır. Kadın hükümlüler de böylelikle namuslarını temizlediklerinden dolayı kendilerini bu suçu iĢlerken mutlu hissettiklerini belirtmiĢlerdir. 240 YaĢ ile daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir farklılık olduğu yukarıdaki tablolardan görülmektedir. 15-18 yaĢ aralığında olanların büyük çoğunluğunun mala karĢı suç iĢledikleri, 19-21 yaĢ aralığındakilerin yine diğer suç türlerine oranla daha çok mala karĢı suç iĢledikleri, yine 22-24 ve 25-34 yaĢ aralığındakilerin de en çok mala karĢı suç iĢledikleri görülmektedir. 35-44 yaĢ aralığında bulunanların ise daha çok Ģahsa karĢı suç iĢledikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır. 45-54 yaĢ aralığında bulunanların da Ģahsa karĢı iĢledikleri suç ilk sırada yer alırken bunu topluma karĢı iĢlenen suçlar takip etmektedir. 55 yaĢ üzerindeki hükümlülerin ise cezaevine topluma karĢı, Ģahsa karĢı ve devlete karĢı iĢlenen suçlar aynı oranda gerçekleĢmiĢtir ve ilk sırada bu suç türleri yer almaktadır. YaĢ arttıkça mala karĢı iĢlenen suçlarda bir azalma görülürken, Ģahsa karĢı iĢlenen suçlarda nispi bir artıĢ görülmektedir.YaĢ ile cezaevine girmeye neden olan suç türü değiĢkenleri arasında anlamlı bir iliĢki olduğu sonucuna varılmıĢtır. 15-18 yaĢ aralığındakilerin daha çok mala karĢı suç iĢledikleri görülürken diğer yaĢ aralığındakilerin(19-21, 22-24, 25-34, 35-44, 45-55 ve 55+) ise daha çok topluma karĢı suç iĢledikleri görülmektedir.Mala karĢı iĢlenen suçların yerini toplum karĢı iĢlenen suçlara bıraktığı görülmektedir. Ve çalıĢmadan yola çıkarak yaĢ arttıkça topluma karĢı iĢlenen suçların da arttığı söylenebilir. KAYNAKÇA Akpolat, Y.(2010). Araştırma Teknikleri 1-2.Erzurum:Fenomen. Altay, A.(2007).‗‘Türkiye‘de Mala KarĢı Suçlar ve Bu Suçları ĠĢleyenlerin Sosyo-kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘(Yüksek Lisans Tezi). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü/Suç AraĢtırmaları Anabilim Dalı, Ankara. Ataseven, C.(2006).‗‘Suça Etki Eden Sosyal Faktörler(Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Isparta. Bağlar, M.(2008). ĠĢsizlik-Suç ĠliĢkisi ve Ekonomik Sonuçları(Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Ġktisat Anabilim Dalı, Çanakkale. Boğutarkan, V.(yayın yılı bilinmiyor).Suç ve Sebepleri. DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara:Seçkin. Dönmezer, S.(1984)Kriminoloji. 7. Baskı, , Ġstanbul:Filiz. Ġçli, T. G.(1999).Kriminoloji.Ankara:Bizim Büro Basımevi. Ġçli, T. G.(1993).‗‘Türkiye‘de Suçlular-Sosyal Kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘. 3. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi Yayını Sayı: 71, Ankara 1993. Kumbasar, E.(2006). Türk Hukukunda Cezanın Belirlenmesi, Marmara Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü/hukuk Anabilim Dalı, Ġstanbul. Marshall, G.(1999).Sosyoloji Sözlüğü. (Çev.). Osman Akınhay-Derya Kömürcü.Ankara:Bilim ve Sanat Yayınları. Önen, M.(1991). Hukukun Temel Kavramları, 3. Baskı, Ġstanbul:Der. Sarı, Ö. (ODTÜ Sosyoloji Bölümü AraĢtırma Görevlisi)&Önkan, Güncel(ODTÜ Felsefe Bölümü AraĢtırma Görevlisi), Suçun Sosyolojisi, Cezanın Felsefesi Soyaslan, Y.(2008). Bir Sapma Türü Olarak Hırsızlık Olgusu üzerine Sosyolojik Bir AraĢtırma(Elazığ Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Elazığ. Sönmez, S.(2008). Suç ĠĢleyenlerin ĠĢledikleri Suçlar ile Eğitim Durumları Arasındaki ĠliĢki(Yüksek Lisans Tezi), Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Eğitim Yönetimi ve Denetimi, Ġstanbul. Sümer, O.(2006). Sosyal DeğiĢme ve Suç(Yüksek Lisans Tezi), Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler 241 Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Malatya. Tunç, H.(2008). Polisin Suç Olgusuna BakıĢı ve Suça KarĢı UzmanlaĢma ÇalıĢmaları(Yüksek Lisans Tezi), Anakara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Antropoloji Anabilim Dalı, Ankara. Türk Ceza Hukuku Derneği, Suç ve Ceza, Ceza Hukuku Dergisi, Sayı:1, Beta Yayıncılık, Ġstanbul 2009. Üresinler, R.(2005). Sosyo-kültürel Yapı ve Suç(Kırıkkale Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale 2005. Ġnternet Kaynakları http://sosyolojik.wordpress.com/2010/05/28/suun-nedenleri-su-etolojisi/ http://tekniksosyoloji.wordpress.com/2010/04/28/suc-sosyolojisi/ http://www.tanikhukuk.com/Makale.php?m=133 http://www.tr.wikipedia.org/wiki/Vikipedia 242 YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ Hatice KARAKUġ1 ÖZET Bu çalıĢmanın amacı Yargıtay‘ın son üç yılda mobbing davalarına iliĢkin, yerel mahkemelerin verdiği kararları bozma gerekçelerini incelemektir. Mobbing davaları somutlaĢtırılması ve ispatlanması zor davalardır. Borçlar kanunu dıĢında psikolojik tacize açık bir biçimde vurgu yapan bir kanun maddesi bulunmamaktadır. Bu nedenle Yargıtay mevcut kanunları ve farklı ülkelerde gerçekleĢen mobbing davalarını inceleyerek yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmıĢtır. Ülkemizde mobbing davaları iĢ akdini sonlandırılması için çalıĢanın istifaya zorlanması, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları gibi sebeplerle açılmaktadır. Dava örnekleri içerik analizi yöntemi ile incelenmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Mobbing, yargıtay, çalışma hayatı. ABSTRACT What is intended in this study is to examine the justifications of the Supreme Court for the reversal of the decisions made by the district courts regarding the mobbing cases during the last three years. Mobbing cases are too difficult to be materialized, and be proved. There is no article of law, which clearly highlights psychological harassment, other than the law of obligations. That is why the Supreme Court examined the current laws, and the mobbing cases, which were brought before the courts in different countries, and thereupon finalized the respective cases by way of interpretation. In our country, mobbing cases are brought before the courts for such reasons as forcing an employee for terminating his/her labor contract, and for the sake of severance and notice pays as well. Exemplary cases were examined by way of content analysis. Keywords: Mobbing, supreme court, working life GĠRĠġ Mobbingliteratüre yeni giren bir kavram olduğu için Türkçe karĢılığı henüz bulunmamakta ve bir terminoloji sorunu yaĢanmaktadır. Mobbing üzerine araĢtırma yapanlar, bu olguyu tek bir sözcükle ifade etmek yerine kavrama Türkçe karĢılık olarak ―iĢ yerinde psikolojik taciz‖ ―iĢ yerinde psikolojik terör‖ ―iĢ yerinde duygusal taciz‖ ―iĢ yerinde moral taciz‖ ―iĢ yerinde manevi taciz‖ ―iĢ yerinde zorbalık‖ ―yıldırma‖ ve ―iĢ yerinde yıldırmaya yönelik psikolojik saldırı‖ (Tınaz, 2006: 17), ―psikoĢiddet‖ ―birilerine cephe almak‖, ―zorbalık‖ ya da ―psikolojik terör‖(Yaman, 2009:23), yıldırkaçır ( Tınaz, 2008a:15-16) ve son olarak Türk Dil Kurumu ―bezdiri‖ (hurriyet.com, 2013) olarak kullanılmasını önermiĢtir. Ayrımcılık, kayırma, yıldırma/korkutma, ihmal, sömürü (istismar), bencillik, iĢkence (eziyet), Ģiddet-baskı-saldırganlık, iĢ iliĢkilerine politika karıĢtırma, hakaret ve küfür, bedensel ve cinsel taciz, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, dedikodu, dogmatik davranıĢlar, yobazlık/bağnazlık gibi örgütlerde görülen etik dıĢı davranıĢlar (Yaman, 2009:1-2) psikoĢiddete örnek gösterilebilecek tutum ve davranıĢlardır. Mobbingi ortaya çıkaran birçok neden bulunmaktadır. HiyerarĢik yapı, iletiĢim zayıflığı, suçlu arama, takım çalıĢması azlığı, ilgi ve ihtiyaçların ihmal edilmesi, narsist (bencil) kiĢilikler, kapalı kapı politikası, çatıĢma çözme yetersizliği, güvensizlik, sürekli eğitime önem vermeme, kıskançlık ve empati eksikliği (Tınaz, 2006:19) yüksek stres, zaman baskısı, ve örgütsel sorunlar (Cemaloğlu, 2007:113), bireylerin kendi baĢarısızlıklarını, yetersizliklerini baĢkalarını çekiĢtirerek, gidermesi ve bu durumun dedikodu denilen ve genellikle yanlı ve amaçlı yorumları içeren bir yanlıĢ iletiĢim tarzını 1 Yrd.Doç.Dr.,Artvin Çoruh hatice_karakusx@hotmail.com. Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, 243 geliĢtirmesi (Pehlivan, 1993:66), duyguların suistimali (Töremen ve Çankaya, 2008:43), etik değerlerin kaybolması (Pir, 2006:2), baĢarısız yönetimin varlığı, yöneticilerin mobbinge maruz kalan kurbana inanmaması hiyerarĢik yapı, takım çalıĢmasının amacına uygun olarak yapılamaması, (Can, 2007:30) bireyi grup kurallarını kabul etmeye zorlamak, düĢmanlıktan zevk almak, zevk arayıĢı, can sıkıntısı, ön yargıları pekiĢtirmek, ayrıcalıklı hak sahibi olduğuna inanmak, sahip olamadıklarının acısını çıkarmak (Tınaz vd., 2008:87-99), monotonluk, ahlak dıĢı uygulamalar, yeniden yapılanma, örgüt liderlerinin duygusal zekadan yoksunluğu (Bahçe, 2007:44-48) mobbingi ortaya çıkaran nedenler olarak sayılabilir. MOBBĠNG DAVRANIġLARI Mobbing sürecinin kavranabilmesi noktasında, bu sürece Ģekil veren davranıĢların bilinmesi gerekmektedir. Süreç içinde ortaya çıkan bu davranıĢların bazıları olumsuz olarak görülürken bazıları etkileĢim davranıĢları olarak görülebilir (Tınaz, 2006: 16). Bu gruptaki davranıĢlar bir defaya özgü hoĢ görülebilir. Bu davranıĢlar sistematik olarak ve uzun süre tekrar edilirse, bu durum mobbing olarak ifade edilmektedir. ĠĢyerinde mobbingin göstergesi sayılabilecek çeĢitli davranıĢlar bulunmaktadır. Hood (2004:25) ve Zapf‘ın (1999:76) ele alıĢında mobbnig davranıĢlarının açılımını görmek mümkündür. Konuyla ilgili çalıĢma yapan bir baĢka isim olan Leymann‘ın (Davenport, 2003: 18-19) ele alıĢına bu çalıĢma kapsamında özel yer verilecektir. Çünkü HeinzLeymann, çalıĢma hayatında mobbing sürecinin varlığına iĢaret eden 45 farklı davranıĢ türüne (leymann.se, 2013) dikkat çekmektedir. Tablo 1:Leymann‟ın Yıldırma Eylemleri Tipolojisi İletişime Yönelik Saldırılar Sosyal ilişkilere Saldırılar Sosyal İmaja Saldırılar Kendini gösterme olanağı, iletiĢimi kısıtlanır. Sözü sürekli kesilir. Mağdurla konuĢulmaz. Arkasından kötü konuĢulur. Mağdurun baĢkalarına ulaĢması engellenir. Dedikodular ortada dolaĢır. Mağdura bağırılır, mağdur yüksek sesle azarlanır. Mağdurun yaptığı iĢ, özel yaĢamı eleĢtirilir. Mağdura diğerlerinden uzakta, izole bir iĢ yeri verilir. MeslektaĢlarının mağdurla konuĢması yasaklanır. Mağdur gülünç durumlara düĢürülür. Mağdurun akıl hastası olduğu söylenir. Mağdura daha az yetenek gerektiren iĢler verilir. Mağdur telefonla rahatsız edilir. Mağdur sanki orada değilmiĢ gibi davranılır. Mağdura psikolojik muayene geçirmesi için baskı yapılır. Mağdur öz güvenini olumsuz etkileyen bir iĢ yapmaya zorlanır. Mağdurun iĢi sürekli değiĢtirilir, yeni iĢler verilir. Mağdurun öz güvenini etkileyecek, alçaltıcı iĢler verilir. Mağdurun çabaları, yanlıĢ ve küçültücü Ģekilde yargılanır. Mağdurla alay edilir (Özrü, dini/siyasi görüĢü, Etnik kökeni, özel hayatı Kararları sorgulanır Hakaret edilir/cinsel imalar yapılır Mağdura kapasitesinin dıĢında, zor iĢler verilir. Mağdur tehdit alır. (yazılı/sözlü) Jestler ve bakıĢlarla mağdurla iletiĢim reddedilir. Ġmâlar yoluyla mağdurun varlığı reddedilir. Mevki ve özel Konumun Kalitesine Yönelik Saldırılar Özel görev verilmez. Sağlığa Yönelik Saldırılar Mağdura verilen iĢler geri alınır, faaliyetlerden mahrum bırakılır. Mağdura anlamsız iĢler verilir. Mağdura fiziksel Ģiddet tehditleri yapılır. Tehlikeli iĢler verilir. Mağdurun gözünü korkutmak için hafif Ģiddet uygulanır. Mağdura sağlığı için ciddi sonuçlara neden olabilecek fiziksel saldırılar yapılır. Kasıtlı olarak büyük paralar harcamaya zorlanır. ĠĢ yerine ya da evine zarar vermek için kazalara sebep olunur. Mağdura cinsel saldırılar taciz (vb.) yapılır. Kaynak: Davenport vd.; 2003:18-19. 244 YÖNTEM ÇalıĢmanın yöntemi içerik analizidir Ġçerik analizi, iletiĢimin ne kapsadığının analizidir. Ayrıca doküman analizi ve gözlemlerin kesiĢim noktasına vurgu yapar (Prasad, 1).Bu anlamda analizi yapılacak olan verinin belli konu baĢlıkları ile bağlantısı kurularak, verinin bir nevi ikinci okuması yapılmaktadır. Bu yönüyle bu çalıĢmada, Yargıtay tarafından mobbing davalarına iliĢkin olarak yazılmıĢ olan hukuki metinlerin, hukuki boyutu dıĢında sosyolojik boyutuyla değerlendirilmesi yapılacaktır. MOBBĠNG DAVA ÖRNEKLERĠ Örnek Olay 1 YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2008/37500 K. 2010/31544 SAYILI KARARI Dava:Davacı, kıdem tazminatı ile yıllık izin alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yargıtay Kararı: Davacı işçi 2005 yılı Aralık ayında yıl sonu toplantısı nedeniyle şirket çalışanları ile birlikte Kıbrıs'a gittiklerinde genel müdürün kendisine cinsel ilişki teklifinde bulunduğunu, yine 26-29 aralık günlerinde B. K‟ da yapılan şirketin satış toplantılarına son gün genel müdüründe katıldığını ve gala günü alkol aldığını, imzalaması gereken evrakları odasında imzalayacağını belirterek davacıyı odasına çıkmaya mecbur bıraktığını, odaya geldiklerinde ise iş konusunu konuşmadığını ve davacıyı içki içmeye zorlayıp, öpmeye çalıştığını, ağlayarak odayı terk ettiğini, genel müdürün istediklerini elde edemeyince kötü davranmaya ve küçük düşürmeye başladığını, hakkı olmadığı halde yıl sonu performans notunu düşük vererek istifaya zorladığını, olayları işyerine aksettirince ücretsiz izine ayırdıklarını ve geçici olarak pazarlama departmanında işe başlattıklarını, farklı departmanlarda çalışmasının kendisini rahatlatacağını düşündüğünü ama öyle olmadığını, olayın duyulması üzerine dedikoduların yayıldığını, bakışlar kendisine yönelecek diye yemekhaneye dahi inemediğini, yaşananlara ve baskılara dayanamayarak sinir krizi geçirdiğini ve depresyon teşhisi konulduğunu, çalışamayacağını anlayınca akdi haklı nedenle kendisinin feshettiğini ileri sürerek kıdem tazminatı ve yıllık izin alacaklarının hüküm altına alınmasını istemiştir. Davalı işveren iddialar dışında delil bulunmadığını, ama iddiaların niteliği göz önüne alınarak işi ve amirinin değiştirildiğini, davacının çalışmasını sürdürdüğünü ve 6 günlük hak düşürücü süreden sonra akdi feshettiğini savunmuştur. Mahkemece tacizin vuku bulduğunun kanıtlanamadığı gibi 6 günlük hak düşürücü sürede de fesih hakkının kullanılmadığı, tacizin sonraki günlerde de devam ettiğinin ileri sürülmeyip davacının işverene şikâyet hakkını performans değerlendirmesini öğrendikten sonra bildirdiğini feshin haklı nedene dayanmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Davacı, amiri tarafından cinsel ilişki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düşürüldüğünü işyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalışamaz hale gelmesi nedeniyle iş akdini sonlandırmak zorunda kaldığını iddia etmiştir. Cinsel tacizin öncelikle işyeri dışında gerçekleştiğinin ve işveren vekili konumundaki genel müdür tarafından yapıldığının iddia edilmesi karşısında gerçekliğinin ve ispatının güçlüğü ortadadır. Davacının taciz olayını insan kaynaklarını bildirerek amiri konumundaki genel müdürden şikayetçi olarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi, arkadaşlarına olayın ayrıntılarını ve gizli yönlerini anlatması, yaşamış olduğu psikolojik bunalım ve depresyon teşhisi nedeniyle alınan doktor raporları, olayın yaratmış olduğu netice ile performans notunun düşük gösterilmesi davacının iddialarının ciddi ve olayın gerçekliği konusunda kanaat oluşturmaktadır. Dosya içerisinde mevcut delilerin ve tanık anlatımlarının bütünlük içinde değerlendirilmesi neticesinde; davacının olayları yer ve zaman belirterek ayrıntılı biçimde anlatarak kendi iffetini herhangi bir sebep yokken ortaya koyması yaşamın olağan akışına aykırıdır. Öte yandan özellikle işçinin işyerinde ve işyeri dışında amiri tarafından tacize uğradığını belirtip ihtarname göndererek tüm detayları belirtmesi ve tacizde bulunanın amiri konumunda olan genel müdür olması karşısında taraflar arasındaki iş ilişkisinin varlığı işverenin konumunu daha da ağırlaştırmaktadır. Davacının arkadaşı olan tanıklar davacı gibi işyerinde çalışırken tacize uğrayıp performans notu düşük gösterilen başka bir işçinin ismini de bildirmişlerdir. Taciz olayının etki ve sonuçları temadi etmekte olup davacının olayların vehameti neticesin de psikolojik bunalıma girmesi, daha evvel performansına ilişkin olumsuz bir değerlendirme bulunmamasına rağmen bu olaylardan 245 sonra performans notunun düşürülmesi, 21.7.2006 tarihinde işyerine ihtarname çekerek işverenden amiri hakkında soruşturma başlatılarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi ve akabinde 1.8.2006 tarihinde de iş akdini bu olaylar nedeniyle feshetmesi nedeniyle temadi eden ve sonuçları itibariyle bir nevi mobbinge dönüşen eylemler karşısında 6 günlük hak düşürücü sürenin geçtiğinden de bahsedilemez. Akdin davacı kadın işçi tarafından feshi haklı olup kıdem tazminatının hüküm altına alınması gerekirken hatalı değerlendirme ve gerekçe ile reddi bozmayı gerektirmiştir. Kararın Değerlendirilmesi Örnek olayda mobbingin ispatlanması en zor olan yansımalarından birisi olan cinsel taciz gerekçesi ile açılan bir dava söz konusudur. Cinsel tacizin ispatlanması sorunun çözümü noktasında iĢin en zor yanıdır. Olay çoğu zaman fail ve mağdur arasında yaĢanan bir eylem niteliğindedir. Dolayısıyla sadece mağdur tarafından yaĢanan bir olayın inandırıcı biçimde ortaya konulması büyük bir güçlük arz etmektedir. 26. maddede ifade edilen onurlu çalıĢma hakkının 1. Maddesi iĢ hayatında iĢverenin her türlü cinsel tacizi engellemekle yükümlü olduğunu belirtmektedir. ÇalıĢanları bu tür durumlardan korumak için her türlü önlemi almak iĢverenin sorumluluğu altındadır. Yine TCK‘nın 96. maddesinde kiĢiye ruhsal yönden acı vermek Ģeklinde baĢ gösteren cinsel tacize atıfta bulunulmaktadır. Psikolojik taciz maddesi olarak lanse edilmeye baĢlanan Borçlar Kanunun 417. Maddesinde de iĢyerinde cinsel tacizin engellenmesi ve çalıĢanların bu tacizden korunması noktasında, iĢveren sorumluluğu anlatılmaktadır. Türk Hukuk sisteminde cinsel tacize iliĢkin olarak kiĢilik değerlerine yapılan hukuka aykırı davranıĢların yaptırıma bağlandığı genel hükümler olarak, Borçlar Kanunu 47 ve 49. maddeleri 2, Medeni Kanun 24 ve 25. Maddeleri3, ĠĢ hukukunda ise 4857 sayılı kanun 24/II-d maddesi4 mevcuttur. ĠĢçinin kiĢiliğinin korunmasına yönelik bir baĢka düzenlemede Borçlar Kanunu tasarısı 421.maddesindedir. Madde de "iĢveren hizmet iliĢkisinde iĢçinin kiĢiliğini korumak ve saygı göstermek, sağlığını gerektirdiği ölçüde gözetmek ve iĢyerinde ahlaka uygun bir düzenin gerçekleĢtirilmesini sağlamakla özellikle kadın ve erkek iĢçilerin cinsel tacize uğramamaları ve cinsel tacize uğramıĢ olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür" düzenlemesine yer verilmiĢtir. Tacizin iĢyerinde gerçekleĢmesi Ģart olmayıp iĢyeri dıĢında veya mesai saatleri dıĢında da olması mümkündür. 4857 sayılı ĠĢ Kanunu 24/II-d bendine göre; iĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü bir kiĢi tarafından cinsel tacize uğraması ve bu durumu iĢverene bildirmesine rağmen gerekli tedbirlerin alınmaması iĢçi bakımından haklı fesih nedeni oluĢturacaktır. Örnek olayda söz konusu Ģahsın cinsel iliĢki teklifi ile baĢlayan ve sonrasında aldığı red yanıtı ile iĢ hayatında ortaya çıkan sorunlar yer almaktadır. Davacı, müdürü tarafından cinsel iliĢki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düĢürüldüğünü iĢyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalıĢamaz hale geldiğini ve içinde bulunduğu koĢullara bağlı olarak iĢ akdinin sonlandırıldığını belirtmiĢtir. Mobbing davalarındaki en önemli kıstaslardan birisi mobbingi baĢlatan kritik bir olayın öncesi ve sonrası arasındaki farktır. Leymann‘ın ele alıĢında mobbingi baĢlatan kritik bir olay vardır. Mobbing Madde 47 Temsil olunanın açık veya örtülü olarak hukuki iĢlemi onamaması hâlinde, bu iĢlemin geçersiz olmasından doğan zararın giderilmesi, yetkisiz temsilciden istenebilir. Ancak, yetkisiz temsilci, iĢlemin yapıldığı sırada karĢı tarafın, kendisinin yetkisiz olduğunu bildiğini veya bilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisinden zararın giderilmesi istenemez. Madde 49 Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille baĢkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. 3 Madde24Hukuka aykırı olarak kiĢilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karĢı korunmasını isteyebilir. Madde 25- Davacı, hâkimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona ermiĢ olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir. 4 ĠĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü kiĢiler tarafından iĢyerinde cinsel tacize uğraması ve iĢverene bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmazsa, süresi belirli olsun veya olmasın iĢçi, iĢ sözleĢmesini sürenin bitiminden önce veya süresini beklemeksizin feshedebilir: 2 246 sürecine hız veren olaylar serisi bu kritik olay sonrasına denk gelmektedir. Teklifin red edilmesinden sonra iĢçinin bu duruma sessiz kalmaması ve olayların üzerine gitmeyi tercih etmesi mobbing sürecini de ateĢlemiĢtir. Bahsi geçen örnek olayda çalıĢan, müdürünün uygunsuz teklifi sonrası (bu mobbingde kritik olaydır) iĢ hayatının nasıl çekilmez hale geldiğini anlatmaktadır. Yılsonu performans notunun düĢürülmesi, ücretsiz izne çıkarılması, farklı bir departmanda görevlendirilmesi kritik olay sonrası yaĢanan mobbing sürecidir. ÇalıĢanın bahsi geçen uygulamalara kritik davranıĢ öncesi maruz kalmayıp kritik davranıĢ sonrası maruz kalması, yargının bu kararı vermesinde etkili olmuĢtur denilebilir. Süreç içinde böylesi hassas bir konuda dedikoduların baĢlaması üzerine, çalıĢanın iĢ hayatından soğuyup, depresyona girmesi durumu vuku bulmuĢtur. ÇalıĢanın iĢ hayatında küçük düĢürülmesi, onurunun lekelenmesi olayın bir diğer yansımasıdır. Yılsonu performans notunun da bu olaydan sonra düĢürülmesi, davacının iĢ ortamında yaĢananları daha fazla konuĢmasını engellemek için bir diğer yıldırma politikasıdır. Öyle ki mevcut davada direkt olarak iĢten çıkarmak dikkat çekici ve Ģüphe uyandırıcı bir giriĢim olacaktır. Bu nedenle olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılmak suretiyle çalıĢanın kendi isteği ile istifa etmesinin yolu açılmaya çalıĢılmıĢtır denilebilir. Yine davacının ücretsiz izne çıkarılması ve farklı bir departmanda görevlendirilmesin, mağdurun susturulması ve olayın üzerinin kapatılmak istenmesi olarak okumak mümkündür. Taciz, mağdur olan bireyi çok çeĢitli açılardan etkilemekte ve hayatının normal akıĢını sekteye uğratmaktadır. Cinsel taciz sonrası birey travma yaĢar ve bu travma etkilerini sosyal, psikolojik ve fiziksel problemler Ģeklinde gösterir. Bireyin hayatındaki kiĢilere karĢı güven sorunu yaĢaması, sosyal yaĢama girmekte eskiye oranla zorluk çekmesi, damgalanma, suçluluk ve utanma yaĢaması sosyal problemler boyutunda yaĢanması olası duygu halleridir. Bu duygu hallerinin korku, kâbus, öfke patlamaları, sinirlilik, uyku bozukluğu, özgüven sorunu, duygusal iniĢ ve çıkıĢlar yaĢama, yeme bozukluğu, fiziksel Ģikâyetler ve kendine olan bakıĢ açısında farklılaĢmaların olması gibi psikolojik ve fiziksel yansımaları da zaman içinde kendini gösterecektir. Bir kadın olarak yaĢadığı olayın cinsiyetinden kaynaklı olduğuna dair bir düĢünce kendine ve kendi bedenine olan yabancılaĢmayı da beraberinde getirebilir. Taciz sonrası çeĢitli boyutlarda hayat dengesi bozulan çalıĢanın eskisi gibi iĢinde baĢarılı olması ve üstün performans göstermesi istisnai bir durum olacaktır. Taciz mağduru olan kadının kendi ve dünyayla olan barıĢı ve huzuru da bozulmuĢtur. Olayı hem kendine hem de dıĢarıdaki insanlara anlatma zorunluluğu kiĢinin bu süreçteki en zor sınavıdır. Özellikle iç dünyasındaki sorgulamalara çevresindeki insanların düĢünceleri etki edecektir. Taciz mağduru olan kadın çevresindeki kadın ve erkeklerin olayı nasıl değerlendirdiğine dikkat etmektedirler. Bu süreçte dıĢlanma, etiketlenme, sorgulanma yaĢaması olasılıklar dâhilindedir. Kısaca özetlemeye çalıĢtığımız bu tablonun cinsel kaynaklı bir mobbing eylemi olduğu söylenebilir. Örnek olayda Yargıtay davacının tedbir alınması için giriĢimde bulunmasını, arkadaĢlarına durumdan bahsetmesini, olay sonrası yaĢadığı ruhsal dengesizliğe iliĢkin doktor raporunun varlığını, performans notunun düĢük verilmesini olayın gerçekliğine iliĢkin olarak önemli emareler olarak değerlendirmiĢtir. Ayrıca olayda deliller ve tanık anlatımları da söz konusudur. Davacının bir iĢçi olarak amiri konumundaki genel müdüre ihtarname göndermesi ve ihtarnamede bütün detaylara yer vermesi de dikkat çekici bir diğer durumdur. Ayrıca taciz mağduru olup performans düĢürülmesi muamelesi ile karĢılaĢan baĢka bir iĢçinin varlığı da yerel mahkemece verilen kararın bozulmasında etkili olmuĢtur denilebilir. Örnek Olay 2 YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠ E. 2009/13475 K. 2011/23573 SAYILI KARARI Dava: Taraflar arasındaki, kıdem ve ihbar tazminatı, izin, fazla mesai, kötü niyet tazminatı alacaklarının ödetilmesi davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerle gerçekleĢen miktarın faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine iliĢkin hüküm süresi içinde duruĢmalı olarak temyizen incelenmesi davalı avukatınca istenilmesi üzerine dosya incelenerek iĢin duruĢmaya tabi olduğu anlaĢılmıĢ ve duruĢma için 12.07.2011 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kâğıdı gönderilmiĢti. 247 Yargıtay Kararı: Davacı vekili dava dilekçesinde ve aĢamalardaki beyanlarında müvekkilinin, davalı Ģirkette 05.01.2000-16.02.2006 tarihleri arasında marka müdürü olarak görev yaptığını, iĢyerinde çalıĢma koĢullarının iĢ güvenliği ve iĢçi sağlığı açısından kanun ve yönetmeliklere aykırı bir konum sergilemesi, iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmamıĢ olması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢçıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara uymaması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi yanında iĢyerindeki mobbing olarak kabul edilecek Ģekilde amirlerin baskıcı tutumu, uygulanan para politikası, vaat edilen primlerin ödenmemesi gibi nedenler yüzünden çalıĢma hayatının çekilmez hale geldiğini, davacının bu koĢullarda iĢyerinde çalıĢma olanağı kalmadığını 15.2.2006 günlü dilekçesi ile davalı iĢverenliğe bildirdiğini ve akabinde de 02.03.2006 günlü baĢvurusu ile ihbar önelini kullanmaya baĢladığını, yeni iĢ arama izni konusunda ne Ģekilde hareket etmesi gerektiğini sorması üzerine iĢverenliğin 07.03.2006 günlü yazısı ile iliĢiğini kesmek üzere personel müdürlüğüne baĢvurması bildirilerek iĢ akdinin feshedildiğinin iĢverence kabul edildiğini, iĢ akdinin feshine rağmen alacaklarının ödenmediğini beyanla kıdem tazminatı ve diğer bir kısım iĢçilik alacaklarının faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava etmiĢtir. Mahkemece iĢ akdinin iĢverence haklı bir neden olmadan feshedildiği, kıdem tazminatına hak kazandığı, ihbar öneli kullandırılmadığından ihbar tazminatına da hak kazandığı, izin ve fazla mesai alacağının bulunmadığı, iĢ güvencesi kapsamında bulunması nedeni ile kötü niyet tazminatı talep edemeyeceği gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiĢtir. Davacı vekilinin dava dilekçesi ile aĢamalardaki beyanları, davalı tarafın savunmaları dikkate alındığında Yerel Mahkeme kararı HUMK'nun 388.maddesindeki uygun olmadığı gibi, özellikle tarafların iddia ve savunmaları ile deliller tartıĢılmamıĢ, kabule ne Ģekilde hangi delillere göre ulaĢıldığı karar yerinde açıklanmamıĢtır. Mahkemece yapılacak iĢ, davacının iĢ sözleĢmesinin fesih nedenlerini irdeleyerek, dava dilekçesinde belirtilen iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmaması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢ-çıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara uymuyor olması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi gibi olumsuzluklar ve mobbing iddialarının irdelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile gerekçesiz Ģekilde karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir. KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Örnek olay 3‘teki durumu Leyman‘ın tipolojisinde5. Kategoride yer alan sağlığa yönelik saldırılar kısmından yola çıkarak yorum yapmak mümkündür. ÇalıĢma ortamının sağlığı tehdit edecek boyutlarda olması ―kurbanı zarara sokmak amacıyla çeĢitli giriĢimlerde bulunulabilir‖ maddesi ile açıklanabilir. Öyle ki örnek olayda gebelik süreci söz konusudur. Gebeliği zorlayıcı çalıĢma koĢullarının varlığı çalıĢanı tedirgin edecektir. Sağlığı ve güvenliği konusunda yaĢadığı sorunlara ek olarak hamilelik sürecinde yasanın kendine verdiği hakları kullanamaması da dikkat çekici bir diğer noktadır. ĠĢçinin emzirme izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması hem iĢyerinde baskı yapıldığını hem de çocuk ve anne sağlığı açısından uygunsuz bir durumun yaĢandığını 248 göstermektedir. Yine yurtdıĢından gelen konukları gece ağırlama mecburiyetinde bırakılması ―onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması‖ maddesi ile örtüĢmektedir. Örnek olayda geçen olayları kiĢiye anlamsız iĢler verilmesi suretiyle iĢten el ayak çektirilmek olarak okumak da mümkündür. Burada amacın, çalıĢanın kendi isteğiymiĢ gibi iĢten çıkmasının koĢullarını hazırlamak olarak da yorumlamak mümkündür. Yapısal iĢten çıkarma, bir iĢverenin kasıtlı olarak iĢ koĢullarını aslında çalıĢanın orayı terk etmek zorunda kalacağı kadar dayanılmaz hale getirmesi ile olur (Davenport vd.; 2003: 163). Mahkemeler yapısal iĢten çıkarmayı isteğe bağlı bir istifa olarak görmedikleri için bir kanıt olarak değerlendirebilirler. Mobbing sürecinin hamilelik yaĢayan bir kadın açısından zorluk derecesi tahmin edilebilir. Burada esas tartıĢılması gereken durum hamile olan bir kadına mobbing uygulayan kiĢinin psikolojik yapısıdır. Örnek olayda geçen süreci baĢlatan kiĢinin de zamanında bir mobbing mağduru olduğu varsayılabilir. ĠĢ hayatında çok zorluk yaĢayan kiĢiler yönetici konumuna geldikleri zaman kendi yaĢadıklarının acısını çıkarırcasına acımasız olabilirler. Hamile olan bir çalıĢanın yasal haklarını dahi kullanmasını engelleme giriĢimi, sürecin en zalimce yanlarından birisini oluĢturmaktadır. ÇalıĢanın zor çalıĢma koĢullarına rağmen görevini devam ettirmeye çalıĢması, maddi olarak bu iĢe ihtiyaç duyduğunun göstergesidir. Mobbing uygulayacak kiĢi açısından bu durum fevkalade bir fırsattır. ÇalıĢanın Ģartsız denilene riayet edeceğinin bilinmesi, mobbing uygulayan kiĢinin karar alma sürecini kolaylaĢtırmaktadır. ÇalıĢanın onurunu zedeleyecek iĢler yapmaya zorlanması ve bu durumda sesini dahi çıkaramaması bu durumu doğrular niteliktedir. Mobbing uygulayan kiĢiler zaman zaman kendi egosunu diğer çalıĢanlar üzerinde kurduğu baskı ve zorlamalar ile beslemektedir. Söz konusu davada çalıĢanın hamileliğine rağmen zor çalıĢma koĢularına maruz bırakılması akıllara narsist, zorba, eleĢtirici, fesat mobbingci (Tınaz; 2008b: 39-42) tiplerini getirmektedir. Hamile kadının diğer çalıĢanlar gibi performans gösteremeyeceği Ģeklindeki bir düĢünce de örnek olaydaki durumu yaratmıĢ olabilir. Hamileliğin ilerlemesine bağlı olarak kadının fiziksel performansında düĢüĢler olacaktır. ÇalıĢma hırsı, yönetme isteği, ―eti senin kemiği benim‖ Ģeklinde kabul gören bir yönetim anlayıĢının bu düĢünceyi yarattığı söylenebilir. Örnek olay 3‘de Yargıtay yerel mahkemenin mevcut davayı eksik incelediğine vurgu yapmaktadır. Yerel mahkemenin gerekçesiz Ģekilde karar vermesi bozmayı doğuran bir neden olarak karĢımıza çıkmaktadır. ÇalıĢanların iĢ sağlığı ve güvenliğinin korunması iĢverenin sorumluluğunda olan bir durumdur. TCK‘nın 117. Maddesi insan onuru ile bağdaĢmayan çalıĢma koĢullarına izin veren iĢverene yönelik verilecek cezalardan bahsetmektedir. Ayrıca Borçlar kanunun 417. Maddesi iĢverenin iĢ sağlığı ve iĢ güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu belirtmektedir. Buna ek olarak Anayasanın 5 ve 56. Maddesi5 de bu maddeleri destekler niteliktedir. Bu maddelerde devletin çalıĢanın maddi ve manevi varlığını korumak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu ifade edilmektedir. Mevcut davada çalıĢma ortamının hijenik koĢullardan yoksun olduğu, gebeliğin son dönemine kadar yoğun bir çalıĢma ortamının varlığı, çalıĢma saatleri dıĢında görevinin devam etmesi, izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi gösterilmesi ve bu konuda zorla imza attırılması, fazla mesaiye kalmaya mecbur bırakılması, bayram günlerinde dahi çalıĢmak zorunda bırakılması baskıcı bir tutumun varlığı, primlerin ödenmemesi gibi nedenlerle davacı iĢ yaĢamının çekilmez ve yaĢanmaz bir boyuta geldiğini dava dilekçesinde vurgulamıĢtır. Dava dosyasında çalıĢma ortamında çalıĢanın gerek beden sağlığı gerekse ruh sağlığının korunması için gerekli koĢulların yoksunluğu dikkat çekmektedir. Yargıtay mobbinge vurgu yapan bu emarelerin yerel mahkeme tarafından yeterince irdelenmediğine kanaat getirerek davayı bozmuĢtur. Yargının bu kararı almasında mobbing sürecinin artık günlük yaĢantımız ve yargıda kabul edilen ve bilinen bir süreç olmaya baĢlamasının etkisi olduğu düĢünülebilir. Öyleki mevcut tablonun bire bir mobbing sürecini anımsatması davanın bozulması gibi bir sonucu da beraberinde getirmiĢtir denilebilir. Madde 5 Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kiĢilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kiĢinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaĢmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının geliĢmesi için gerekli Ģartları hazırlamaya çalıĢmaktır. Madde 56 Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaĢama hakkına sahiptir. 5 249 Örnek Olay 3 YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠNĠN 18/ 11/ 2009 TARĠH VE 2007/620-2009/817, 2012/11638 SAYILI KARARI Dava: Davacı, manevi tazminat, kıdem tazminatı ve ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiĢtir. YARGITAY KARARI Davacı Ġsteminin Özeti: Davacı, 01.10.2004 tarihinden itibaren davalı Ģirkette çalıĢmaya baĢladığını, iĢ akdinin haklı neden olmaksızın 22.06.2005 tarihinde sona erdirildiğini; Ankara 16.ĠĢ Mahkemesinde açılan iĢe iade davasının lehine sonuçlandığını, karar sonrası yeniden iĢe baĢlatıldığını, ancak tüm çalıĢanlardan soyutlandığını ve fabrikanın en gürültülü ve ücra köĢesinde basit bir masa verilerek burada çalıĢmasının istenildiğini, daha sonra iĢyeri idari ve fabrika binasının dıĢında köpek kulübesinin yanında çok kötü olan bir odada çalıĢmasının istendiğini, üzerinde baskı kurulduğunu; çalıĢılması mümkün olmayan yerlerde çalıĢmaya zorlanarak, manevi dengesinin bozulduğunu ve mesleğine karĢı soğuma yaĢadığını haksız olarak, maruz kaldığı bu davranıĢlar nedeniyle acı, elem ve ızdırapduyduğunu iĢ sözleĢmesini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı ve manevi tazminat ile ücret alacaklarını istemiĢtir. Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlar, keĢif ve bilirkiĢi raporuna dayanılarak, davacının olumsuz çalıĢma koĢullarına rağmen dört ay yirmi üç gün süre ile iĢverene herhangi bir itirazda bulunmadan iĢyerine gidip geldiği ücretlerini aldığı, davacının iĢverenin bu davaranıĢını kabullendiği, zira iĢe baĢladığı tarihten itibaren altı iĢ günü içinde haklı nedenle fesih hakkını kullanmadığı, dolayısıyla yasanın öngördüğü hak düĢürücü süreyi geçirdiği, davacının ücret alacaklarının tamamen ödendiği buna iliĢkin belgenin de davalı iĢveren tarafından dosyaya sunulduğu, davacının iĢ sözleĢmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiĢtir. Gerekçe: ĠĢyerinde psikolojik taciz (mobbing) çağdaĢ hukukun son zamanlarda mahkeme kararlarında ve öğretide dile getirdiği bir hukuki kurumdur. Örneğin Alman Federal ĠĢ Mahkemesi bir kararında bu kavramı; iĢçilerin birbirine sistematik olarak düĢmanlık beslemesi, kasten güçlük çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin iĢçinin baĢta iĢveren olmak üzere amirleri tarafından gerçekleĢtirilmesi olarak tanımlanmıĢtır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere iĢçi bir taraftan diğer iĢçiye, diğer taraftan iĢverene karĢı korunmaktadır. ĠĢçinin anlattığı mobbing teĢkil eden olayların tutarlık teĢkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. KiĢilik hakları ve sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığının tartıĢmasız kabulünü doğurur. Somut olayda; 22.06.2005 tarihinde davacının iĢ akdine son verildiği, Yargıtay onamasından geçerek kesinleĢen iĢe iade kararı üzerine tekrar iĢe baĢlatıldığı, ancak daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmayıp, keĢif sırasında çekilen fotoğraflara ve dosya kapsamına göre kapısı olmayan, içerisinde sadece bir masa ve hijyenik olmayan tuvalet bulunan, köpek kulübesine yakın bir yerde çalıĢmaya zorlandığı, anlaĢılmıĢtır. Davacının yaptığı iĢ, mezuniyeti ve kariyeri dikkate alındığında; olumsuz koĢullar taĢıyan, kapısı dahi olmayan bu yerde çalıĢmaya zorlanması açıkça mobbing uygulaması olup, iĢini kaybetme korkusuyla belli bir süre çalıĢmanın süreklilik arzeden bu uygulamayı kabul anlamına gelmeyeceği açıktır. Somut olaydaki bu olumsuzlukların, iĢ koĢullarında aleyhe değiĢiklik kapsamında olmayıp, mobbing kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği anlaĢılmakla, davacının bu nedenle iĢ akdini feshinin haklı nedene dayandığı; Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu olan, endüstri mühendisi olarak görev yapan davacının yukarıda özellikleri sayılan olumsuzlukları taĢıyan bir yerde görev yapmaya zorlanmasının, diğer iĢçiler nezdinde onur kırıcı bir durum olarak değerlendirilip hakkaniyete uygun bir miktar manevi tazminatı da gerektireceği düĢünülmeden kıdem tazminatı ve manevi tazminat taleplerinin tümüyle reddine karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir. KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Davacı iĢe baĢladığı tarihten bir yıl sonra haklı bir gerekçe gösterilmeden iĢinden çıkarılmıĢ ve iĢe iade davasının olumlu sonuçlanması ile 1 yıl sonra iĢine geri dönmüĢtür. Mobbingi baĢlatan süreç ise bu dönemden sonra baĢlamıĢtır. Mobbing kiĢiyi iĢinden ve iĢyerinden yıldırma ve soğutma politikasıdır. Örnek olayda çalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması, kötü bir yerde çalıĢmaya baĢlatılması, bu zaman zarfında baskı görmesi, imkânsız yerlerde çalıĢmaya zorlanması ve süreç 250 içinde manevi dengesinin bozularak acı çeken bir duruma gelmesi, bu dava kapsamında mobbinge iĢaret etmektedir. KiĢinin yaptığı iĢ ve kariyeri dikkate alındığında kötü çalıĢma koĢullarına maruz bırakılarak kiĢinin kendi isteği ile görevi bırakmasının amaçlandığı varsayılabilir. Bu tür olaylarda iĢveren haklı bir gerekçe yaratamadığında, kiĢinin kendi isteği ile iĢi bırakmasını bekleyecektir. Bu amaca ulaĢmak için olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılarak kiĢiyi küçük düĢürmek, mesleki konumu ile ilgili olarak olumsuz bir görüntü yaratmak hedef davranıĢlar arasındadır. Mobbing süreci tam da bu Ģekilde ilerlemektedir. Davacı kiĢi daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmamakta, görevlendirildiği yeni çalıĢma yerinin olumsuz koĢulları ise fotoğraflar ile belgelendirilmektedir. Mobbing davalarında kiĢilerin mağduriyetlerini ispatlamaları somut belgelere bağlıdır. Öyle ki kiĢinin eski ve yeni iĢyeri arasındaki mekânsal ve koĢullar düzeyindeki farkın ortaya konulması, kariyerinin altında bir iĢe layık görülmesi, bütün bunlar gerçekleĢirken baskıya maruz bırakılması, çalıĢması mümkün olmayan iĢlerde ve yerlerde çalıĢmaya mecbur bırakılması bir mobbing davası olarak sonuçlanmasını beraberinde getirmiĢti. Söz konusu davayı Leymann‘ınmobbing tipolojisi boyutunda da değerlendirmek mümkünüdür. ÇalıĢanların kurbanla temas etmeyi reddetmesi anlamında iletiĢime yönelik, çalıĢma arkadaĢlarından uzakta bir ofiste çalıĢmak zorunda bırakılması noktasında sosyal iliĢkilere, onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması nedeniyle sosyal imaja yönelik, iĢini artık yaratıcı anlamda yapamaması için her türlü çalıĢma faaliyetinin engellenmesi, kendisine aĢağılayıcı ve anlamsız iĢler verilmesi noktasında mesleki ve özel konumun kalitesine yönelik saldırılar Ģeklinde mobbinge maruz kaldığını ifade edebiliriz. Mobbing uygulayan kiĢiler çoğu zaman iĢyerini kendi iĢyeri gibi sahiplenebilir. Kendine verilen yetki onun için çok önemlidir. Mobbing uygulayan kiĢi kendini farklı bir kimlikte ifade edemediği için mobbing yapıyor olabilir. Ya da mobbing uyguladığı kiĢinin etiketine yönelik bir aĢağılık duygusuna sahip olabilir. Kendini farklı alanlarda dikkat çekici bir Ģekilde ifade edemediği için ―ben burdayım ve güç bende‖ mesajını vermek için mobbingi bir yöntem olarak uyguluyor denilebilir. Mobbing uygulamaları uygulayan açısından iĢlerin istediği Ģekilde yürümesi için uygun koĢulları yaratıyor da olabilir. Kısacası iç dünyasında yıllarca büyüttüğü kiĢiliğin dıĢa yansımasının mobbing olması mümkündür denilebilir. Ve mobbingi uyguladığı kiĢinin baĢarılı olması da bu süreci yaratan bir faktör olarak değerlendirmek mümkündür. ÇalıĢanın bazı özelliklerini kendi iktidarına yönelik bir tehlike olarak algılaması da ihtimaller dâhilindedir. Bütün bu yorumlamalara bağlı olarak örnek olayda sözü geçen geliĢmeleri böylesi bir sürecin yarattığı varsayılabilir. Yargı tarafından alınan bu kararı Anayasa, TCK ve Borçlar Kanunu kapsamında da değerlendirmek mümkündür. Öyleki Borçlar kanunun 417. Maddesi psikolojik taciz olarak okunabilir. Bu madde kapsamında iĢveren çalıĢanın kiĢiliğini korumak ve kiĢiline saygı duymak zorundadır. Ayrıca psikolojik tacize uğramamaları için her türlü önlemi almakla da yükümlüdür. Yine TCK‘nın 117. maddesinde vurgulandığı üzere, kiĢiyi insan onuru ile bağdaĢmayacak çalıĢma koĢullarına tabi tutmak yanlıĢtır. Anayasanın 17. Maddesinde6 kiĢiye insan onuru ile bağdaĢmayan muamele yapılamaz ifadesi de bu örnek olayda ifade edilebilecek kanunlardandır. Anayasanın 10. Maddesi çalıĢanlar arasında ayrım yapılmaksızın eĢit muamelede bulunulması gerekir ifadesi yer almaktadır. Söz konusu örnek olayda çalıĢanın çalıĢma arkadaĢlarından soyutlanması, mezuniyet ve kariyerine bağlı olarak standartların dıĢından bir iĢe layık görülmesi, çalıĢmaya zorlanması bu maddelerin ihlali niteliğindedir. Söz konusu tabloda çalıĢan diğer çalıĢanların nezdinde aĢağılanmakta, alay konusu olmakta kısaca onuru ve Ģerefi ile bağdaĢmayan bir muameleye tabi olmaktadır. ÇalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması ise eĢitlik prensibine ters düĢmektedir. Bütün bu giriĢimler çalıĢma hayatının düzeni ve disiplinine zarar vermektedir. 6 Madde 17KiĢinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı. Herkes, YaĢama, Maddi ve Manevi varlığını koruma ve geliĢtirme hakkına sahiptir. 251 SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME Ülkemizde amire itaat geleneğinin hâkim olduğu bir çalıĢma anlayıĢı vardır. Böylesi bir anlayıĢ mobbing uygulayacak olan kiĢinin iĢini kolaylaĢtırmaktadır. Mobbing iĢyerinde yıldırmaya dayalı psikolojik bir saldırıdır. ÇalıĢanın tehdit edilmesi, küçük düĢürülmesi, yaptığı iĢin eleĢtirilmesi, görev tanımının dıĢında iĢler verilerek baskı kurulması bu saldırıya yön veren davranıĢlardır. Bir süre sonra mobbing uygulanan kiĢi iĢini yapamıyor, hatalar yapıyor ve çalıĢanın performansı düĢüyor, en nihayetinde iĢ hayatı çekilmez duruma geliyor. Mobbing sürecinde yargı yoluna gitmek, çalıĢanın hak arama hürriyetinin tartıĢmasız bir gereğidir. Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen örnek olaylarda çalıĢanların hak arama eylemleri ayrıntılı olarak incelenmiĢtir. Mobbing sürecinde çalıĢana vurulan darbeler fiziksel değil psikolojiktir. Bu durum süreci ispatlamanın önündeki en büyük engeldir. Yine bu süreç birikimli olarak ilerlemektedir. Bu uzun yolda anlamsız gibi görünen sayısız olay vardır. Zaman içinde bu olayların bir araya getirilmesi ile mobbing süreci netleĢmektedir. Türk hukuk siteminde mobbing sürecine yön veren ve bu süreçle mücadele kapsamında yol haritası görevi görecek olan herhangi bir mevzuat veya hüküm bulunmamaktadır. Yasalarımızda geçen bazı düzenlemeleri dolaylı yasal düzenleme olarak ele almak mümkündür. Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen dava örneklerinde çeĢitli kanun maddelerinin yorumlanması yoluyla, mobbing süreci açıklanmıĢtır. Konuyla ilgili olarak hukuksal yaĢamda da mobbingin açılımına iliĢkin net ifade ve yönlendirmelerin olmaması, hukukçuların da yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmasına neden olmuĢtur. Mağdur olan çalıĢanın mağduriyetinin ispatlanması mobbing sürecinde oldukça önemlidir. Ġddialar üzerinden çalıĢanın yaĢadığı mağduriyeti aĢması hayal olacaktır. ÇalıĢanın yasal olarak haklılığını ispatlaması somut belge, doküman ve Ģahitlere bağlıdır. Aksi halde çalıĢanın hukuki anlamda hakkının aranması mümkün olmayacaktır. Yargıtay kararları açısından iĢyerinde yaĢananların mobbing olarak değerlendirilmesi için çalıĢanın ya iĢveren ya da bir baĢka çalıĢan tarafından süreklilik arz edecek bir Ģekilde bezdirilmesi, güçlükler çıkarılarak yıpratılması, küçük düĢürülmesi, onuru, gururu ve Ģerefine yönelik saldırıların olması gerekir. Yargıtay tarafından mobbing olduğuna kanaat getirilen davaların birçoğunda insan onuruna yakıĢmayan durumların medeni kanun, iĢ kanunu, borçlar kanunu ve anayasa maddeleri çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Daha önce de vurgulandığı gibi, mobbinge vurgu yapan özel bir kanunun olmaması, yorumlama yoluyla davaların sonuçlandırılmasının önünü açmıĢtır. Mobbing ile ilgili olarak evrensel nitelikte bir düzenlemenin varlığından söz etmek de mümkün değildir. Güncel ve geçerli bir süreçle ilgili hukuksal bir düzenlemenin eksikliği, davalardaki boĢluğun doldurulmasını güçleĢtirmektedir. Açık ve net düzenlemeler olmasa dahi özel ve genel kanunları somut örnek olaylara uyarlamak mümkündür. Özellikle son zamanlarda Borçlar Kanunun 417. maddesinin psikolojik taciz olarak türkçeleĢtirilmesi ve baĢbakanlık tarafından yayınlanan psikolojik taciz genelgesi, mobbingin hukuksal arenada tanınması sağlamıĢtır. Bu geliĢme aynı zamanda mobbing davalarının sayısındaki artıĢı da beraberinde getirmiĢtir. Sonuç olarak mobbing davaları ile ilgili olarak Yargıtay‘ın son üç yıllık zaman zarfında vermiĢ olduğu kararlar çalıĢan haklarının savunulması ve haksız uygulamalar son vermesi noktasında sevindirici bir geliĢme olarak değerlendirilebilir. KAYNAKÇA Bahçe, Ç. (2007). Mobbing OluĢumunda Örgüt Kültürünün Rolü: Bir Örnek Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı Ġnsan Kaynakları Yönetim Bilim Dalı, Ankara, Türkiye. Can, Y. (2007). A Tipi KiĢilik ve B Tipi KiĢilikler Bakımından Mobbing KiĢilik ĠliĢkisinin Ġncelenmesi ve Bir Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı, Kocaeli, Türkiye. 252 Cemaloğlu, N. (2007). ―Örgütlerin Kaçınılmaz Sorunu: Yıldırma‖, Bilig Dergisi, Sayı:42, 111-126. Davenport, N. vd. (2003). Mobbing ĠĢyerinde Duygusal Taciz, Çev: Osman Cem Önertoy, Ġstanbul: Sistem Yayıncılık. Pehlivan, Ġ. (1993). Eğitim Yönetiminde Stres Kaynakları, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara, Türkiye. Tınaz, P. (2006). ―ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)‖, Çalışma ve Toplum Dergisi, S:4, 13-28. Tınaz, P. (2008a). ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (MOBBING), Ġstanbul: Beta Basım Yayınevi. Tınaz, P. vd. (2008b). ÇalıĢma Psikolojisi ve Hukuki Boyutlarıyla ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing), Ġstanbul: Beta Yayıncılık. Töreman, F., Çankaya, Ġ. (2008). ―Yönetimde Etkili Bir YaklaĢım: Duygu Yönetimi‖, Kuramsal Eğitimbilim, 1(1), 33-47. Yaman, E. (2009). Yönetim Psikolojisi Açısından İşyerinde Psikoşiddet (Mobbing), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Zapf, D. (1999). ―Organisational, WorkGroupRelatedandPersonalCauses of Mobbing/Bullying at Work‖, ĠnternationalJournal of Manpower, Vol:20, 70-85. Yararlanılan Ġnternet Kaynakları http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17079164.asp, (15.05.2013) Hood, ĠĢyerinde S.(2004); ―WorkplaceBullying, www.members.shaw,ca/mobbing/mobbingCA. psikolojik Canadian Tacizin Business Yeni Adı, Magazine‖, Leymann, H ;―The Definition of Mobbing at Workplaces‖, TheMobbing Encyclopedia, http://www.leymann.se/English/12100E.HTM, (12.06.2013). Prasad, D. B., ―Content Analysis, A MethodSocialScienceResearch‖, http://www.css.ac.in/download/deviprasad/Content%20Analysis.%20A%20method%20of%20 Social%20Science%20Research.pdf, 09.06.2013). 253 254 DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ Ezgi YĠĞĠT1 DurmuĢ Ali SAĞLIK2 ÖZET 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı Denetimli Serbestlik Hizmetleri Kanununun 15/A ve 27nci maddeleri, 13.12.2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunun 105/A maddesi ile 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 47 nci maddesine dayanılarak, revize edilerek hazırlanan, 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Yönetmeliği ile Ceza Ġnfaz Kurumu‘ndan KoĢullu Salıverilme Süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenmekte ve bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Buradan hareketle T. Hirshi‘ nin sosyal kontrol teorisine göre bireyin suça yönelme olasılığı onun toplumdaki bağlantıları, bağlılık ve hedefleriyle ilgilidir. Bunların olmayıĢı ya da zayıflığı, onun suça yönelmesine neden olabilir. ġu halde denetimli serbestlik kurumunun temel iĢlevlerinden biri de, suça yönelen bireyin muhtelif sosyal bağlar kurmasını sağlamak, olası mevcut bağları güçlendirmek, hedef belirlemesini sağlamaktır. Sistem aynı zamanda, etiketleme kuramcılarının (H. Becker, E. Goffman) özellikle vurguladıkları, kiĢinin birincil sapmadan itibaren olayın sosyal çevrede bilinmesinden kaynaklanan etiketlenme sürecinden olabildiğince uzak tutulmasını da hedeflemektedir. Bu çerçevede çalıĢmanın amacı, Denetimli Serbestlik Kurumu‘ndan yararlanan, suç iĢleyen kiĢiler için bu mekanizmaların ne ölçüde iĢletilebildiğini değerlendirmek ve bulgu sınırları çerçevesinde öneri geliĢtirme çabasıdır. Anahtar Kelimeler: Denetimli Serbestlik, risk değerlendirme, iyileştirme çalışmaları ABSTRACT According to the results of risk evaluation about the convicts who were released from penal institutions one year earlier than parole duration thanks to Probation Legislation which was dated 03.05.2013 which is revised and prepared based upon 15/A and 27th articles of Probation Services Act with the number of 5402 and dated 03.07.2005, 105/A article of Law on the execution of sentences and security measures with the number of 5275 and dated 13.12.2004 and 47th article of Children Protection Act with the number of 5395 and dated 03.07.2005 and convicts who are ordered to probation with the same legislation, convicts are identified and improvement studies are conducted based on a plan. Thus, according to social control theory of Hirshi, the possibility of a person to commit a crime depends on his/her connections, commitments and targets in the society. Nonexistence or weakness of those might lead that person to commit a crime. Then, one of the fundamental pillars of probation is to help a person who tends to commit a crime to create several social bonds, strengthen possible current connections and set a goal. The model also targets to keep the person away from tagging process, that is especially emphasized by tagging theoreticians (H. Becker, E. Goffman), from social environment after the first deviance when it is known by members of social environment. In this context, the aim of this study is to evaluate how efficiently this model works for criminals who utilized from probation and to make suggestions for improvement in the lights of findings. Keywords:Probation, risk evaluation, enhancement studie 1 Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Eğitim ve ĠyileĢtirme Bürosu, ezgiyigitsos@gmail.com 2 Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Değerlendirme ve Planlama Bürosu, d-dsaglik@windowslive.com 255 DENETĠMLĠ SERBESTLĠĞĠN KURULUġU VE TEġKĠLATLANMASI Denetimli serbestlik sistemi Anglo-Amerikan hukuku kökenli olup zaman içinde Kıta Avrupa‘sına yayılmıĢ, farklı uygulanma usulleri ile kapsamı giderek geniĢleyerek bugünkü Ģeklini almıĢtır (Nursal ve Ataç; 2006). Denetimli serbestlik, ceza hukukunda ıslah (iyileĢtirme) fikrinin ön plâna geçmesi ve cezanın özel önleme niteliğinin kabulü ile yakından iliĢkilidir. Kürek cezasının uygulandığı zamanlarda, cezası infaz edilen failin kendi baĢına bırakılmayarak serbest hayatta da kontrol altında bulundurulması ve cezaevlerinde reform yapılması fikri, bu kurumun belirmesini ve oluĢumunun sebepleridir. 1776 yılında Richard Whister tarafından Philadelphia‘da kurulan bir dernek, cezaevini terk etmiĢ bulunan mahkûmları kendi hallerine bırakmamıĢ, yeteneklerine uygun iĢ temin etmeye baĢlamıĢtır. Bundan sonra, Ġngiltere‘de John Howard (1726–1790) ve Elisabeth Fry (1780–1845) gerek Ġngiltere içinde ve gerek dıĢında yaptıkları seyahatlerde mahkûmların cezaevlerinde halk tarafından daima ziyaret edilmelerini, kendi hâllerine bırakılmamalarını bütün dünyaya yayarlarken, diğer taraftan da cezaevlerini terk etmiĢ bulunan mahkûmların yardıma ihtiyaçları oldukları bu müddet içinde yalnız bırakılmayarak, onlara iĢ temin edilmesi suretiyle mükerrerliğe engel olunması ve suçlulukla mücadele edilmesi fikrini müdafaa etmiĢlerdir. Özellikle, Elisabeth Fry‘in Almanya, Danimarka ve Ġsviçre‘de yapmıĢ olduğu seyahatler çok verimli olmuĢ, cezaevindeki mahkûmların yalnız bırakılmayarak onlarla meĢgul olunması ve cezaevini terk eden mahkûmlara da yardım edecek kuruluĢların kurulmasının gerekçesi olmuĢtur (Önder, 1963: 244-245). Ġngiltere ve Amerika‘dan sonra nihayet gözetim müessesesi Kara Avrupası‘ndaki ülkelere de yayılmıĢtır. Ancak bu ülkeler, müessesenin sistemine geçiĢte, baĢlangıçta oldukça temkinli davranmaya özen göstermiĢ ve uygulamaya ilk önce sadece küçük suçluların koĢullu salıverilmeleri sırasında gözetim altına alınmalarıyla baĢlanmıĢ, daha sonra ise sistem yetiĢkin suçlular hakkında da uygulanmaya konulmuĢtur. Yine de bu konuda sadece koĢullu salıverilme ile sınırlı bir uygulama yoluna gidilmiĢtir. Bu aĢamada sistemin faydalarının görülmesi ile birlikte sınırları da geniĢletilerek erteleme sistemine de dahil edilmiĢtir. Kara Avrupası‘ndaki bu düĢünce ve uygulamalar Amerika ve Ġngiltere‘deki gibi hızlı bir geliĢme gösterememiĢ ve bu nedenle de ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢlayan ve tedrici bir biçimde gittikçe geniĢleyip, değiĢikliğe uğrayan bir yaklaĢımla bu günkü durumuna eriĢebilmiĢtir (ErbaĢ, 1996: 245). Denetimli serbestliğin sisteminin ülkemizde tarihsel geliĢimi incelendiğinde, bugünkü anlamda olmasa bile çeĢitli uygulama amaçları açısından değerlendirildiğinde Tanzimat dönemi ceza kanunnamelerine kadar dayandığı görülmektedir. Bugünkü denetimli serbestlik uygulamalarına benzeyen üç ayrı yaptırım bulunduğu görülmektedir. Bunlar nefy cezası, zaptiye nezareti altında bulundurulmak cezası ve kalebentlik cezasıdır. Modern denetimli serbestlik uygulamalarında görülen, hapsetmek yerine özgür bırakma, belirli bir yere gitme veya gitmeme, devlet tarafından kontrol altında tutulma gibi özellikler bulunmakla birlikte, denetimli serbestliğin esası olan, bir denetim görevlisi tarafından denetlenme ve bu kapsamda belirli yükümlülükleri yerine getirme gibi özellikleri bulunmamaktadır (Yavuz, 2012: 321). 01.03.1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununda denetimli serbestlik sistemine konu olabilecek‚ sürgün ve emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurma cezalarına yer verildiği görülmekle birlikte; 13.07.1965 tarihli ve 647 Sayılı Cezaların Ġnfazı Hakkında Kanuna bakıldığında Kanunun 4. Maddesinde günümüzdeki denetimli serbestlik ve yardım sisteminin gerçek temelleriyle karĢılaĢılır (Nursal ve Ataç: 2006). Bu düzenlemeye göre ağır hapis hariç, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar ile uzun süreli olsa bile taksirli suçlar nedeniyle verilecek hürriyeti bağlayıcı cezalar suçlunun kiĢiliğine, sair hallerine ve suçun iĢlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece çeĢitli tedbirler verilmekteydi. 1 Haziran 2005 tarihinde ülkemiz yeni bir; ceza, infaz ve çocuk adalet sistemine geçmiĢtir. Bu sistemi 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 5395 sayılı Çocuk 256 Koruma Kanunu oluĢturmaktadır. Bu üç sisteme baktığımızda ortak özelliklerinin ―Denetimli Serbestlik Sistemine‖ dayanması olduğu görülmektedir (Kamer, 2007: XI) . Denetimli Serbestlik sisteminin günümüzdeki anlamıyla kurulup teĢkilatlanması ise 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu‖ Resmî Gazete‘nin 20 Temmuz 2005 tarihli ve 25881 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiĢtir. Bu Kanun gereğince Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürlüğü bünyesinde, Denetimli Serbestlik ve Yardım Hizmetlerinden Sorumlu Daire BaĢkanlığı kurularak çalıĢmalarına baĢlamıĢtır. Denetimli serbestlik hizmetleri, Adalet Bakanlığı merkez teĢkilatında daire baĢkanlığı, taĢra teĢkilatında denetimli serbestlik müdürlüklerince yürütülmektedir. Yeni yönetmelik çerçevesinde denetimli serbestlik sisteminin teĢkilatlanması merkez ve taĢra teĢkilatlanması olarak ikiye ayrılmıĢtır. Daire teĢkilatlanması Yönetmelikte Madde 8‘ de belirttiği üzere: Daire BaĢkanlığında; bir Daire BaĢkanı, yeterli sayıda tetkik hâkimi, Ģube müdürü, denetimli serbestlik uzmanı, denetimli serbestlik memuru görev yapar. Daire BaĢkanlığı altı Ģube müdürlüğünden oluĢur. ġube müdürlükleri: a) Değerlendirme ve planlamadan sorumlu Ģube müdürlüğü, b) Ġnfaz ve iyileĢtirmeden sorumlu Ģube müdürlüğü, c) Çocuk hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü, ç) Elektronik izlemeden sorumlu Ģube müdürlüğü, d) Koruma kurulları ve mağdur destek hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,Ģeklinde adlandırılır (R. G. 05.03.2013, 28578). TaĢra teĢkilatlanması ise Madde 10‘da belirttiği üzere: Müdürlüklerde; bir müdür, yeterli sayıda müdür yardımcısı, bürolarda birer Ģef, yeterli sayıda denetimli serbestlik uzmanı ve memuru, benzeri alanlarda eğitim almıĢ ve denetimli serbestlik hizmetlerinde geçici olarak görevlendirilen uzman personel ile diğer hizmetleri yürütecek görevliler bulunur. Müdürlüklerin yetki alanı, adalet komisyonunun; müdürlük bulunmayan ilçelerde kurulan büroların yetki alanı, bulundukları ilçenin yargı çevresi ile sınırlıdır. Müdürlüklerde; a) Gelen evrak bürosu, b) Kayıt kabul bürosu, c) Değerlendirme ve planlama bürosu, ç) Ġnfaz bürosu, d) Eğitim ve iyileĢtirme bürosu, e) Denetim bürosu, f) Mağdur destek hizmetleri bürosu, g) Koruma kurulları bürosu, ğ) Ġdari ve mali iĢler bürosu, bulunur (R.G. 05.03.2013, 28578) CEZA ADALET SĠSTEMĠNDE DENETĠMLĠ SERBESTLĠK Suç, dinamik ve sosyal bir olgu olması nedeni ile zamana, mekâna ve topluma göre farklı anlamlar taĢıyabilmektedir. Bu anlamda suçun genel geçer bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Suçluluk denilince akla ilk önce ― yasaklanan‖ veya ― cezalandırılan‖ davranıĢlar gelir. Ceza hukuku anlamında 257 suç kavramına göre ise, kanun tarafından ceza yaptırımı ile tehdit edilen bütün hareketler anlaĢılır. Daha doğru ifade ile, ceza hukuku sonuçları olan hareketlere suç der (DemirbaĢ, 2001: 39). BaĢka bir tanıma göre suç, formel yasaların ihlal edilmesidir. Suça bağlı olarak meĢru cezalandırma uygulanmaktadır. Bu yaptırımlar kamusal otorite aracılığıyla gerçekleĢtirilir. Suçla mücadele etmek amacıyla oluĢan formel sistem bir kamu kuruluĢu olma özelliğini taĢımaktadır (Bahar, 2009: 120). Suç ve ceza insanlık tarihinde daima var olmuĢtur. Bununla birlikte, topluma ve kiĢilere zarar veren kötülüklere gösterilen tepki olarak ceza; zamana, yere, toplumun geliĢmiĢlik düzeyine göre tarihi seyir içinde sürekli değiĢmiĢtir. Nihayetinde ceza hukukunun, toplumsal değiĢimlerden, ekonomik ve siyasal gereklerden etkilendiğini görmekteyiz. Timur DemirbaĢ (2001:39)‘ın da belirttiği gibi; suç kavramı, tek tek suçlu hareket ve ihmali davranıĢları belirtir; suçluluk ise belirli bir zamanda ve belirli bir yerdeki tüm suçların bir bütünü anlaĢılır. Suçun boyutları, nispi olarak önemsiz mağaza hırsızlıkları ve trafik suçlarından, toplum tarafından ağır suçlar olarak kabul edilip kamunun hassas tepki gösterdiği yağma, ırza geçme ve adam öldürmeye kadar uzanır. Suçluluk kavramının, siyasi, organize, ekonomik ve meslek suçluluğu gibi çok farklı fenomenlerle örtülmesi gerektiğinden, suçluluk kavramını tanımlamanın bilinebilir büyük güçlükleri olacağı açıktır. Ceza kanununa uygun tanımına göre suç, ceza kanunu vasıtasıyla yasaklanan davranıĢtır. Toplumsal düzen kuralları içerisinde ―hukuk kuralları‖ diğer toplumsal düzen kurallarına göre maddi yaptırımı olandır. Bu noktadan hareketle ceza hukuku toplumsal düzenin devamını, sahip olduğu yaptırım tehditleri aracılığı ile sağlanmaktadır. Ancak cezanın kiĢiyi yoksunluklara tabi tutmanın yanında, suçluyu ıslah etme, topluma yeniden kazandırma ve korkutuculuk özelliğinden dolayı suç iĢlemeyi önleme iĢlevine ve yapıcı yönlerine vurgu yapmaktadır (KarakaĢ Doğan, 2010: 31). Modern toplumda cezalandırmanın amacı kefaret teorisi ile açıklanamaz. Devletin ve toplumun öç almak için suç iĢleyeni cezalandırması failin iĢlediği suç kadar kötüdür. Kefaret anlayıĢının, ceza hukukunun bilimsel yöntemlere ulaĢması önünde bir engel olduğu savunulmaktadır. Ġntikam duygusundan kaynaklanan, sürekli değiĢerek günümüze kadar gelen kefaret, insani bir duygu olmakla beraber ceza hukuku problemini çözmeye yaramamıĢ, kefarette eski çağların izi silinememiĢtir. Cezanın amacı suçlunun iyileĢtirilmesini sağlamaktadır ve bu görev devletçe yerine getirilmelidir (KarakaĢ Doğan, 2010: 55). Adaletin amacı; suç iĢleyen kiĢiye en uygun cezanın verilmesi veya en uygun tedbirinin uygulanmasıdır (Kadri, 2007: 1). O halde, Beccaria (2004: 69-70)‘nın belirttiği gibi cezaların amacı, suçlunun kendi yurttaĢlarına karĢı zarar vermelerini engellemekten ve baĢkalarının benzer eylemlerde bulunmalarını önlemekten baĢka bir Ģey değildir. Bu nedenlerle söz konusu cezaların oranları ve oranların uygulanma yöntemleri öyle seçilmelidir ki, bunlar insanların ruhları, zihinleri üzerinde pek çok kalıcı, ama suçlunun bedeni üzerinde en az üzücü iz bırakacak biçimde olsunlar. Tanımlardan da anlaĢıldığı üzere cezanın amacı suç iĢleyen kiĢinin suçlu davranıĢa tekrar yönelmesine engel olmaya çalıĢmaktır. Modern ceza anlayıĢına göre suça karĢı verilecek cezanın amacı sadece hapsetme, tecrit etme, bedel ödetme değil suç teĢkil eden davranıĢın içine girmiĢ olan kiĢinin, yaptığı eylemin sorumluluğunu üstlenmesi ve verdiği zararları gidermesi için imkân sağlayıcı, kiĢinin topluma yeniden kazandırılması, yeteneklerinin geliĢtirilmesi, sosyal çevresine, ailesine, kendisine verimli olabilmesi için imkanlar sunularak yeniden suç iĢlememesidir. Ülkemizde ise 2005 yılından önce ceza infaz kurumundan salıverilen hükümlülerin bugünkü anlamda denetim altına alınmaması, nerede yaĢadıkları, ne iĢ yaptıkları, tekrar suç iĢleme riskinin bulunup bulunmadığının bilinmemesi; hakimlere, karar verme sürecinde, sanığı tanıması amacıyla Sosyal AraĢtırma Raporu sunulmaması; tutuklama tedbiri yerine verilebilecek baĢka bir tedbirin bulunmaması; uyuĢturucu madde kullanan veya bulunduran sanıklar bugünkü anlamda uzmanların rehberliğinde rehabilitasyona tabi tutulması; suç mağdurlarına, ekonomik ve psiko-sosyal yardım yapacak kurumun bulunmaması; suça sürüklenen çocuklar, bugünkü anlamda denetim altına alınmaması (Kamer, 2007), eski hükümlülerin sosyal bağlar kurması ve sosyal uyum sürecinde herhangi bir katkı sağlayacak kurumun bulunmaması gibi uygulamaların eksikliği nedeni ile denetimli 258 serbestlik müessesinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuĢtur. Bu nedenlerle modern ceza infaz anlayıĢı doğrultusunda denetimli serbestlik sistemi ülkemizde yürürlüğe girmiĢtir. 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu ve 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinde Denetimli Serbestliğin tanımı: ―ġüpheli, sanık veya hükümlünün toplum içinde denetim ve takibinin yapıldığı, iyileĢtirilmesi ve topluma kazandırılması için ihtiyaç duyulan her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı alternatif bir ceza ve infaz sisteminidir.‖ (R.G. 05.03.2013, 28578). Denetimli serbestlik suçun sebebi sürecini, suçlunun kiĢiliğini, suçun önlenmesini ve suçluların iyileĢtirme halini inceleyerek kiĢinin sosyal uyum sürecine, toplumsal adaptasyonunu sağlayıcı çalıĢmalar yapar. Denetimli serbestlik bir ceza infaz sürecidir. Suç Ģüphesinin öğrenilmesinden infaz tamamlanıncaya kadar devam eden hizmetler bütünüdür. Bu hizmetler kapsamında; soruĢturma ve kovuĢturma aĢamalarında Ģüpheli ve sanık hakkında sosyal araĢtırma raporu (SAR) mahkemeye sunmak; ilgili kanunlar gereğince Ģüpheli ve sanıklar hakkında adli kontrol kararlarının yerine getirilmesini sağlamak; istek halinde Ģüpheli veya sanığa psiko-sosyal danıĢmanlık yapmak; suçtan zarar gören kiĢilerin karĢılaĢtıkları; psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde yardımcı olmak; kovuĢturma evresinden sonra mahkemeler tarafından verilen denetimli serbestlik kararlarını yerine getirmek; hükümlüye rehberlik etmek; çocuk hükümlülerin eğitimlerine devam etmelerine, çevre ve aileleri ile olabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak gibi çok sayıda hizmet yerine getirilmektedir ( Kamer, 2007:XIV). Aynı zamanda ceza infaz kurumundan koĢullu salıverilme süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenerek bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Görüldüğü üzere çağdaĢ infaz sisteminde alternatif bir infaz Ģekli olan denetimli serbestlik, suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere hapis tecridi yerine belirlenen koĢul ve süreler içerisinde, modern cezalandırma anlayıĢı çerçevesinde, topluma karĢı taĢıdıkları risk faktörünü göz önüne alınarak sosyal çevrelerinden ve toplum içerisindeki rollerini ve görevlerini yapma Ģansı verilerek, kiĢinin toplumsal yaĢam içerisinde yaĢamasına olanak veren bir sistemdir. Denetimli serbestlik suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere toplumla bütünleĢmesine katkıda bulunacak faaliyetleri kapsamaktadır. Ceza infaz anlayıĢında ceza infaz kurumları, suç iĢlemiĢ kiĢileri toplumsal yaĢamdan soyutlanma olarak kabul edilmektedir. Ancak denetimli serbestlik sisteminin ülkemizde uygulanmaya baĢlanılmasıyla suç teĢkil eden davranıĢların içerisinde bulunan kiĢilerin cezası toplum içinde çekilmesi, belirlenen yükümlülük ile toplumsal yaĢamdan kopmaması sağlanarak sosyal yapıya faydalı birey olması konusunda yardımcı olur. Aynı zamanda denetimli serbestlik suçtan zarar gören vatandaĢlara yönelik, karĢılaĢabileceği her türlü psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde danıĢmanlık yaparak katkıda bulunur. Denetimli serbestlik, doğrudan doğruya hapis cezası dıĢında alternatif yaptırıma mahkum edilen kiĢilere, koĢullu salıverilen, cezası tamamen veya kısmen ertelenen ya da Ģartlı cezaya mahkum edilen kiĢilerin, düzenli olarak belirli bir merkezdeki kiĢilerin denetimi, gözetimi veya tedavisine tabi olarak belirlenen yaptırımlara tabi tutulmasıdır. Bu sistem ile denetime tabi tutulan kiĢiye, belirlenecek deneme süresinde, sosyal çevrelerinden koparılmadan toplumda kalma Ģansı verilerek, toplum düzenini sağlayan kurallara uyma isteklerini ispat fırsatı sunulmaktadır (Kale, 2009: 5). DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE ĠYĠLEġTĠRME SÜREÇLERĠ VE SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ Hapis cezasının istisnalar dıĢında gereksiz olduğunu savunan yazarlar, ceza infaz kurumlarının özel önleme amacını gerçekleĢtirmediğini ve suçluluğu azaltmadığını belirtmektedir. Nitekim Foucault, ceza infaz kurumlarının suçlu ürettiğini ve ceza evlerinde kalanların yeniden mahkemelere yönlendirildiğini savunmuĢtur. 1950‘li yıllardan beri yapılan araĢtırmalar, hapis cezasının infazında yaĢanan geliĢmelere ve hükümlünün yeniden sosyalleĢmesi için gösterilen çabaya rağmen hapis 259 cezasının hükümlüye acı ve ıstırap verdiğini, kiĢiyi toplumdan uzaklaĢtırdığını ve ailesini yoksulluğa mahkum ettiğini göstermektedir (Bilgiç, 2012: 102). Ceza infaz kurumları, özellikle ilk defa suç iĢlemiĢ ve kısa süreli hapis cezasına karar verilmiĢ hükümlülerin cezaevinde kalma süresinin kısa ve cezaevinde ıslah programlarının uygulanmasına elveriĢli olmadığı, hükümlünün sosyal iliĢkilerinden, ailesinden, iĢ çevresinden kopartılarak maddi ve manevi yönden zayıfladığı savunulmaktadır. Cezaevine giren hükümlü damgalanmakta, cezaevinde farklı ve çeĢitli suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilerle iliĢkilerini geliĢtirmekte ve ceza infaz kurumu öncesinde sosyal iliĢkiler içerisinde olmayan bu hükümlüleri normalleĢtirmekte ve aynı zamanda ceza infaz kurumu geçmiĢi olması nedeni ile toplumun güvenini yitirmekte, infaz sonrası yeniden topluma kabulünde ve iĢ bulmasında güçlüklerle karĢılaĢmaktadır (Bilgiç, 2012). Bu düĢünce temelinde denetimli serbestlik sisteminin önemi noktasında Yücel (1986:240)‘nin de belirttiği gibi denetimli serbestlik; suçluların toplumda gözetimini, sosyal yardım yöntemlerinin uygulanmasını, suçlunun sorunlarının olumlu bir biçimde çözümlenmesini, Ģahsın çevresine uyumunu sağlamayı ve suçluyu, sosyal ve hukuksal sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltmeyi kapsamaktadır (Yücel,1986: 240). Hüküm giyen kiĢilerin etiketlenmesinin önemli sonuçları olmaktadır. Etiketlenen kiĢi endiĢeli ve güvensizlik içerisinde olmakta ve etiketin içerdiği anlamda bir kiĢi olmaya yönelmektedir. Hükümlüde bu psikolojik hal, diğerlerinin düĢünce ve tutumları ile pekiĢtirilmektedir. KiĢi bir kere suçlu olarak etiketlenince, çevresi tarafından kiĢi o gözle görülmekte ve kiĢinin davranıĢları da sonuç olarak etkilenmektedir. ÇeĢitli gruplarda bu tür etiketleme sürecine katılmaktadır. Polis, jandarma, hakim, tanıklar ve halk (Yücel, 1986: 24). Denetimli serbestlik sisteminin içerisinde yer alan rehabilitasyon süreci kiĢilerin etiketlenme süreçlerinin önüne geçilmesinin en önemli aracıdır. Öte yandan, denetim kararına tabi olan kiĢi, sadece nefes alıp veren ve düĢünen bir kiĢi değildir, aynı zamanda yaĢadığı topluma anlam kazandıracak uyum sağlayıcı araçları icat etmesini sağlayan bütün bir iĢlem, yöntem ve etkinlikler topluluğunun bilgisine sahip kiĢiler olarak ele alınır (Coulon, 2010). Ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sistemine dahil edilen suçlu, sosyal çevresinden, toplumsal hayattan kopmamaktadır. Sosyal çevresi ve toplum tarafından sabıkalı olarak damgalanmayan ya da etiketlenmeyen suçlunun, toplumda pozitif iliĢkiler içinde yer almasını ve denetimli serbestlik sistemi ile birlikte toplum içerisinde daha kolay kontrol edilmesi sağlanır. Ayrıca ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sisteminden faydalanan hükümlülerin sosyal bağlarının devamı sağlanarak aile parçalanmalarının da önüne geçilmektedir. Bu aĢamada suçlunun, normal hayat akıĢını mümkün olduğu kadar bozmayan, ıslah edilmesinin söz konusu olduğu denetimli serbestlik sisteminde hükümlü normal çalıĢma hayatına devam edebilmesi sağlanır (Nursal ve Ataç, 2006). Denetimli serbestlik sistemindeki yükümlülüklerden biri olan ―Eğitime devam etme yükümlülüğü‖ ; gerek ceza infaz kurumundan Ģartlı salıverilen gerek ise mahkemelerce özellikle 18 yaĢın altındaki suça sürüklenen çocuklar hakkında verilen eğitime devam etme yükümlülüğü örgün ve yaygın eğitim ile diğer kurs ve mesleki eğitim programları hükümlünün ihtiyacı doğrultusunda iĢbirliği içerisinde belirlenerek denetimli serbestlik tedbiri alan kiĢilerin hem eğitimine hem de mesleki yeterliliğinin geliĢtirilmesine yönelik bu çalıĢmalar gerçekleĢtirilir. Böylece kendi ihtiyaçlarını karĢılamanın yanında, ailesinin geçimini sağlayabilmekte ve aynı zamanda toplumda, hem üretici hem de tüketici olarak yer alabilmektedir. Denetimli serbestlik sisteminin bir infaz boyutu olduğu kadar aynı zamanda ve esas olarak birer rehabilitasyon niteliği de taĢımaktadır. Bu yönü ile ilgili mahkemelerce haklarında denetimli serbestlik kararı verilen hükümlüler ile ceza infaz kurumunda bulunan ve ceza süresi bir yıldan aĢağı düĢen cinsel taciz, basit yaralama, hırsızlık, çeĢitli Ģiddet suçları, uyuĢturucu suçları ve benzeri gibi hukukun sınırlarını çizdiği suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan hükümlülere, ilgili infaz hâkimliklerince haklarında denetimli serbestlik kararları verilen hükümlülere iyileĢtirme çalıĢmaları sürdürülmektedir. ― Her durumda, özellikle en güç koĢullarda, hiç kimse tohum atılır atılmaz ürünün hemen devĢirilmesini beklememelidir. Tam tersine, onların gün be gün olgunlaĢmaları için, bir bekleme dönemi zorunludur.‖ Bacon‘un bu sözünden yola çıkarak, geçmiĢi eski olmayan, yedi yıllık bir süreci kapsayan ve olgunlaĢma sürecine giren denetimli serbestlik sisteminin kuruluĢundan itibaren 260 baktığımızda; uygulayıcı konumunda iken, yani salt ilgili mahkeme kararlarına bağlı olarak hareket ederken yeni yönetmelik ile, özellikle koĢullu salıverilmesine bir yıl kalan hükümlülere yönelik hangi programları uygulayacağına Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından verilmesi önemlidir. Çünkü karar verici yargıcın aksine, denetimli serbestlik kurumunda çalıĢanlar, hükümlü ile birebir iletiĢim içerisindedir. Hükümlü ile kurulan birebir iliĢki ve iletiĢim de ―onların durumları nasıl gördükleri, betimledikleri ve bir durum tanımını ortak nasıl geliĢtirdiklerini anlamaya çalıĢma (Coulon, 2010: 20)‖ fırsatı içerisinde kiĢiye özel eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapar. Denetimli serbestlik sisteminde hükümlülerin topluma kazandırılmasına yönelik iyileĢtirme çalıĢmalarını meslek elemanları olarak Denetimli Serbestlik Uzmanları yerine getirmektedir. Bu uzmanlar; sosyolog, psikolog, sosyal çalıĢmacı ve öğretmenlerden oluĢan meslek elemanlarıdır. Denetimli serbestlik ( Probation) ceza mahkemelerinde görülen bir hizmet olup; suçluluğun saptanan sanık hakkında psiko-sosyal bir anket yapılmasını ve bu müesseseden yararlandırıldığında hükümlünün toplumda gözetimi ile tabi olacağı hürriyet rejiminin koĢullarını içermektedir (Yücel,1986: 240). Denetimli serbestlik sistemine dahil olan ve infaz süresince yürütülen rehabilitasyon çalıĢmaları; farklı alanlarda birçok kurumun katılımıyla gerçekleĢen uzun bir süreci de ifade etmektedir. Suç iĢleme nedenlerinin farklı olması, suç iĢleyen kiĢilerin psikolojik, yaĢ ve sosyolojik özelliklere sahip olması rehabilitasyon çalıĢmalarında da çeĢitliliği gerektirmektedir (Bilgiç, 2012: 116). Denetimli serbestlik sisteminde denetim kararı verilmiĢ yükümlünün ilgili müdürlüklere baĢvurusunun ardından 05.03.2013 Tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliği Madde 15 belirttiği gibi: Yükümlülerin risk ve ihtiyaçlarının belirlenmesi, risk ve ihtiyaçlarına uygun olarak toplum içinde denetim ve takibi ile iyileĢtirilmesine yönelik yapılacak çalıĢmaların planlanması, değerlendirme ve planlama bürosunca yapılır.‖ ibaresine istinaden her hükümlü için risk ve ihtiyaç belirlenmesinde ilk olarak AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) düzenlenir. Bu noktadan hareketle rehabilitasyon ya da iyileĢtirme süreçlerinin temelini ise, AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) oluĢturur. Bu form, yaklaĢık 200 sorudan oluĢan ―öz- itiraf‖ niteliği taĢıyan, hükümlünün risk durumunu ortaya çıkarmayı amaçlayan ve suç tekrarının, zarar verme risklerinin en aza indirilerek topluma kazandırılması amacıyla kiĢinin ihtiyaç duyduğu hizmet ve rehabilitasyon çalıĢmalarının yönünü her hükümlü için ayrı ayrı belirler. AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF), hükümlünün psiko-sosyal, sosyo-kültürel, sosyoekonomik açılardan değerlendirilerek hükümlünün tekrar suç teĢkil eden davranıĢlara etki olabilecek faktörlerin ortaya çıkarılmasında Denetimli Serbestlik Uzmanına yol haritası çıkarmaktadır. AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) sonucuna göre hükümlülere eğitim ve iyileĢtirme faaliyetlerini kapsayacak bir denetim planı hazırlanarak; bireysel görüĢmelerle destelenerek Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından uygun görülen hükümlülere yönelik grup çalıĢmaları da yapılmaktadır. Hükümlülerin ihtiyaç ve risk değerlendirmesi dikkate alınarak Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca uygun görülen grup çalıĢmaları; öfke kontrolü, aile eğitimi, sağlık, hukuk, alkol, uyuĢturucu ve uyarıcı maddenin kötüye kullanımına yönelik farkındalığı geliĢtirici çalıĢmalardır. Aynı zamanda Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca belirlenen hükümlülere yönelik; boĢ zamanlarını değerlendirmeleri, mesleki yeterliliğin kazandırılmasına yönelik sivil toplum kuruluĢlarının iĢ birliği dahilinde de eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Sosyal kontrol kavramı bir taraftan kiĢinin öz-kontrol kazandığı sosyalleĢme sürecini kapsarken diğer taraftan da sosyal yaptırımların, uyma davranıĢına karĢı gösterilen ödüller ile sapma davranıĢına karĢı gösterilen cezalandırmaların uygulanmasıyla kiĢinin davranıĢları üzerinde dıĢarıdan sağlanan kontrolü içermektedir. Sosyal kontrol kuramının varsayımlarına bakıldığında, kuramın insan davranıĢının denetimi ve bu denetimle ilintili olan kurumsal süreç ve unsurlar üzerinde odaklandığı görülmektedir. Diğer bir anlatımla, sosyal kontrol kuramı suçluluğu açıklarken; bireylerin toplumdaki değer, norm ve kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluĢan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır. Birey veya toplum üzerinde söz konusu sosyal denetimin baĢarısızlığı veya yetersizliği, bu kuram açısından suçluluğun önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Bu nedenle, ―sosyalleĢme‖ ve ―uyum‖, kontrol 261 kuramının iki önemli kavramını oluĢturmaktadır. Hirschi, bireyin topluma olan bağlılığını dört unsur üzerinden analiz etmektedir. 1. bağlılık (attachment), 2. taahhüt (commitment), 3. katılma (involvement), 4. inanç (belief). Buna göre; (1) yeterli düzeyde bağlılığın olmaması (özellikle ebeveyn ve okula), (2) yetersiz düzeydeki taahhüt, özellikle eğitimsel ve mesleksel baĢarı, (3) izcilik ve sportif oluĢumlar gibi geleneksel aktivitelere yetersiz katılma ve (4) özellikle ahlak ve hukuka olan inancın yetersizliği, suçlulukta etkili etmenlerdir (Kızmaz, 2005: 165). “ Toplumun yararlarının, toplumun bütün üyeleri tarafından paylaĢılması gerek (Beccaria, 2004: 21)‖ sözündeki felsefeden hareketle denetimli serbestlik sisteminde yürütülen programlardan biri olan Koruma Kurulu ÇalıĢmalarında da ceza infaz kurumundan tahliye olan hükümlülere aileleri ve sosyal çevreleriyle oluĢabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak, hükümlülerin meslek veya sanat edinmelerinde, kiĢinin uygun bir iĢe yerleĢtirilmesinde veya kiĢinin bilgi ve becerileri doğrultusunda kendi iĢini kurmasına yönelik iĢ edindirmede ve meslek kazandırma projeleriyle birlikte meslek kursları programlarıyla salıverilen hükümlülerin topluma uyum problemlerini aĢmaları konusunda hükümlüye destek verilir. Hükümlünün topluma kazandırılması ve tekrar suç iĢlemesine engel olmak amacıyla gerçekleĢtirilecek sosyo-ekonomik ve psiko-sosyal çalıĢmalar diğer kurum ve kuruluĢlar ile iĢbirliği içinde de sürdürülür. Aynı zamanda, denetimli serbestlik sisteminde hükümlülere yönelik infaz ve rehabilitasyon programlarına sosyal kontrol teorisi açısından da bakıldığında; bir infaz yöntemi olan ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma programının amacı hükümlünün topluma kazandırılması sürecinde toplumun da veya diğer kurum ve kuruluĢların da bu sürece dahil edildiği bir süreçtir. Denetimli serbestlik sistemindeki rehabilitasyon süreçlerine dahil edilen suç teĢkil eden fiil içerisine giren kiĢilere yönelik yapılan iyileĢtirme çalıĢmaları; kiĢilerin risk durumuna göre verilen belirlenen bölgelere baĢvurma, belirli bölgelere gidememe, bireysel görüĢme, belirlenen programlara katılma, eğitime devam etme, ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma, konutta infaz vb. yükümlülükler doğrultusunda; mağdura, ailesine ve topluma verdiği zararların farkındalığının kazandırılması; öz-kontrol duygusunun geliĢtirilmesi; kendisine, ailesine, sosyal çevresine, mağdura ve topluma yönelik sorumluluk bilincinin arttırılması; kiĢinin toplumda etiketlenmeden, kamusal seremoninin içerisine dahil edilmeden, toplum içerisindeki rollerinin (anne-baba-evlat-vatandaĢ vb.) devamının sağlanmasına yardımcı olmada; sosyal bağlarının güçlendirilmesinde kamu düzeninin sağlanmasını temel alan infaz sistemini (eğitim ve iyileĢtirme) kapsamaktadır. Yukarıda anlatılan tüm süreçler göz önünde bulundurularak, Sosyoloji Biliminin denetimli serbestlik sistemini bir çalıĢma alanı olarak ele alması gerekir, çünkü sosyoloji; toplumun tümünü inceler ve her Ģeyi toplumun tümü içinde, toplumun tümüyle iliĢkileri ile inceler. Tanımı geliĢtirdiğimizde, diyebiliriz ki, sosyoloji, toplumu ve yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal evrimin yasalarını ve güçlerini, fikir ve dünya görüĢlerinin çatıĢmasını, toplumda insan iradesini vb. inceler (Ergün, 1982:15). Denetimli serbestlik içerisine dahil olan ve toplum içerisindeki gündelik iliĢkilerde, mekanlarda yer alan bu kiĢilerin; davranıĢlarını, edindikleri rollerini, sosyal bağlarını nasıl kurduklarını, toplumsal iliĢkilerini, suç, ceza ve toplumsal düzene bakıĢ açılarını, sapma süreçlerini, gündelik hayatlarında kullandıkları dilleri ve birlikte yaĢamalarını, kültürel değerleri ve inançlarını, toplumsal iliĢkilerini- ister çatıĢma ister uyum içinde- düzenlemelerini sağlayan metotları araĢtırma, birebir inceleme ve gözlemleme fırsatı bulur (Coulon, 2010). YaĢadığımız bu toplumda, suç olgusunun sabit ve dinamik bir sosyal olgu olduğunu kabul dahilinde, toplumsal olgu da sabit bir nesne değildir, aksine bilgiler ve becerileri, prosedürler ve davranıĢ kurallarını, özetle, sıradan/gündelik metodolojiyi kullanan insanların süregelen etkinlikleri sayesinde üretilir; sosyologun da gerçek görevi bunu analiz etmektir (Coulon, 2010:23). Denetimli serbestlik kurumunda çalıĢma alanına sahip sosyologların ve diğer meslek elemanlarının; toplumsal olguların nesnel gerçekliğinin sosyolojinin temel ilkesi olduğunu vurgulayan Durkheimcı yorumlarının aksine, toplumsal olguların nesnel gerçekliği gündelik hayattaki müĢterek etkinliklerin süregelen bir icrası olarak alınır, bu icranın üyeler tarafından bilinen, kullanılan ve doğruluğu sorgulanmayan sıradan, ustaca yollarını sosyoloji yapan üyeler için, temel bir fenomen olduğu kabul edilir ve bu bir araĢtırma politikası olarak benimsenirse akademik alandaki çalıĢmaların yeterli olmadığı Denetimli Serbestlik sisteminin çalıĢmalarına bilimsel katkıların sağlanması gerekir 262 (Coulon,2010: 22-23). Bu noktadan baktığımızda toplumsal bir olgu olan suç ve suçla mücadele konusunda yapılan çalıĢmalarda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan meslek elemanları kadar suça dahil kiĢilerle doğrudan iliĢki içerisinde olmaktadır. Aynı zamanda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan sosyologlar; suç iĢleyen bireylerin kendi davranıĢlarını nasıl algıladıklarına, suç ve cezaya yönelik tutumlarını ve adalet anlayıĢlarını öğrenmede, sosyal bağları nasıl kurduklarını ve geliĢtirdiklerini, aile iliĢkilerini ve suçlu davranıĢlarda bulunmayı neden bir çözüm yolu olarak gördüklerini inceleme de rehabilitasyon süreçleri içerisinde birebir ve karĢılıklı iliĢki sağlama fırsatı bulur. Bu nedenler göz önünde bulundurularak üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde gerek lisans gerekse lisansüstü ve doktora bölümlerinde ―denetimli serbestlik sistemi‖ ne dair programlara ağırlık verilmesi, bu alanda akademik çalıĢmalara önem verilmesi gerekmektedir. KAYNAKÇA Bahar, H. Ġ.(2009).Sosyoloji. Ankara: Usak Yayınları, 3. Baskı. Beccaria, C.(2004).Suçlar ve Cezalar Hakkında. Sami Selçuk (Çev.), Yayınları, 1. Baskı. Ankara: Ġmge Kitapevi Bilgiç, ġ.(2012).Hapsedilme, İyileştirme ve Yeniden Suç İşleme. Ankara: Vadi Yayınları, 1. Baskı Coulon, A.(2010).Etnometodoloji. Ümit Tatlıcan (Çev.), Ġstanbul: Küre Yayınları, 1. Baskı DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 1. Baskı. Erbas, C.(1996). ―Tarihi GeliĢim Ġçinde Gözetimle Erteleme ve Fransa‘daki Uygulaması ile Konuya ĠliĢkin Türk Ceza Kanunu Öntasarı Metinleri, 11. Yargıtay Dergisi, C.22 (18), s.25. Ergun, D.(1982).Sosyoloji ve Tarih. Ġstanbul: Der Yayınları, 2. Baskı. Kale, M.(2009).‘‘Türkiye‘de Denetimli Serbestlik Sitemi Yüksek Lisans Tezi‘‘. Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas. Cumhuriyet Kamer, V. K.(2007).Denetimli Serbestlik Kararlarının İnfazı. Ankara: Adalet. KarakaĢ Doğan, F.(2010).Cezanın Amacı ve Hapis Cezası. Ġstanbul: Legal Yayıncılık, 1. Baskı. Kızmaz, Z.(2005). ―Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama Potansiyelleri Üzerine Bir Değerlendirme‖, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, Cilt: 29, No: 2, s.149-174. Nursal, N., Ataç,S.(2006).Denetimli Serbestlik ve Yardım Sistemi. Ankara: Yetkin Yayınları Önder, A.(1963).Ceza Hukukunda Tecil ve Benzeri Müesseseler. Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları Yavuz, H. A.(2012). ―Denetimli Serbestliğin Türk Ceza Adalet Sistemindeki Tarihsel GeliĢim Süreci‖, Sayı. 100, s. 317-342. Yücel, M. T. (1986).Kriminoloji “ Suç ve Ceza”. Ankara: Adalet TeĢkilatını Güçlendirme Vakfı Yayını. 263 A11 OTURUMU: AĠLE 264 EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? NurĢen ADAK1 ÖZET Hızla değiĢen dünyada bu değiĢimlerden aile kurumu da payını almakta ve aile kurumuyla ilgili yeni toplumsal yapılanmalar ortaya çıkmaktadır. Bu yapılanmalardan birisi de Avrupa ve Amerika‘da giderek artan evlilik dıĢı birlikte yaĢamadır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumlar arası kültürel farklılıklar olmasına karĢın birlikte yaĢamanın nedenleri ve sonuçları gibi bazı noktalarda da toplumsal kesiĢmeler gözlenmektedir. EĢlere verilen vaatlerin azlığı ve sağladığı görece özgürlüklere rağmen muğlâk görünümüyle çözülmeye daha müsait olan birlikte yaĢama Türkiye‘nin büyük kentlerinde nadir gözlenen bir olgudur. Bu bildiride evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı sorusuna yanıt aranmaktadır. ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılacak saha çalıĢmasından elde edilecek veriler kullanılmaktadır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmektedir. Üç bölümden oluĢan bildirinin kavramsal çerçevesinin yer alacağı ilk kısımda birlikte yaĢama kavramı tanımlanarak farklı ülkelerin birlikte yaĢama tecrübeleri irdelenecektir. Daha sonra derinlemesine görüĢmelerden elde edilen veriler tartıĢılarak, bildiri değerlendirme ve sonuç bölümüyle tamamlanacaktır. Anahtar Kelimeler: Aile, evlilik, birlikte yaşama ABSTRACT In a rapidly changing world, the institution of family also receives a share from that change and new social constructions appear. One of these constructions is the cohabitation increasing in Europe and America. Although there are cultural differences through societies with regards to cohabitation, some social coincidences about the reasons and results of cohabitation are observed. Cohabitation which seems to break up more easily with its obscure appearance is a rarely seen phenomenon in big cities of Turkey despite the lack of promises given to couples and the freedom it provides. In this paper, the question as to whether cohabitation prepares couples for marriage is searched for an answer. The data gathered from the final year students of Akdeniz University as the future candidates for marriage who will help the society reconstruct itself through the institutions of family and marriage is used. With in-depth interview technique, the issues such as how young people at universities perceive cohabitation, whether they see it as an alternative to or a preparation for marriage and their views towards the people cohabiting are analyzed. In the first part of a three part study, the worldwide experiences of cohabiting are explored thereby defining the conception of cohabiting. Afterwards, the data gathered from in-depth interviews are discussed and the study finishes with evaluation and the conclusion parts. Keywords: Family, marriage, cohabitation GĠRĠġ Hızlı değiĢim ve dönüĢümlerin yaĢandığı günümüz toplumlarında bu değiĢim ve dönüĢümlerden aile kurumu da etkilenmekte ailenin büyüklüğü ve yapısı değiĢtiği gibi ailenin bileĢimi ve aile içi 1 Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, nadak@akdeniz.edu.tr 265 iliĢkiler de değiĢmektedir. Aileler daha az kiĢiden oluĢmakta, geleneksel geniĢ aileden daha ziyade çekirdek aile görülmekte, tek ebeveynli aile ve tamamlanmamıĢ ailelerde önemli artıĢlar ortaya çıkarak evlenmeden önce birlikte yaĢama bazı toplumlarda neredeyse kural haline gelmektedir. Teknolojik geliĢmeler ve küreselleĢme, bu değiĢimlerin farklı toplumlara yayılması ve görünür hale gelmesinde önemli katkılar sunmaktadır. Birlikte yaĢama evliliğe dönüĢsün ya da dönüĢmesin 1960‘lardan itibaren dünyanın belli bölgelerinde görünür olan ve yaygınlık kazanmaya baĢlayan bir sosyal olgudur. Her sosyal olguda olduğu gibi birlikte yaĢamanın da ortaya çıkıĢı, geliĢimi, yaygınlığı ve görünümü toplumdan topluma farklılık göstermektedir (Adak, 2012: 224).2 Türkiye‘de yaygın olarak görülmeyen evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin çok fazla akademik ilgi bulunmamaktadır. Birlikte yaĢamaya iliĢkin istatistiki bilgiler olmamakla beraber özellikle büyük kentlerde ve üniversite öğrencileri arasında bu olguya yavaĢ yavaĢ rastlanmaktadır. Bu nedenle bu çalıĢma konuya akademik ilgiyi çekmek, aile ve evlilik kurumunun geleceğine iliĢkin öngörülerde bulunabilmek açısından önem taĢımaktadır. Bu bildiride evlilik dıĢı birlikte (cohabitation) yaĢama olgusu üniversite son sınıf öğrencilerin gözünden irdelenmektedir. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Son yıllarda aile ve evlilik kurumu ile ilgili önemli değiĢimlerden birisi evlilik dıĢı birlikte yaĢama olgusudur. Birlikte yaĢama aile ve evlilik kurumunda olduğu gibi çiftlerin çevresindeki aile ve arkadaĢ çevreleri tarafından ve resmi kurumlar tarafından kabul edilip onaylanmadıkları için tamamlanmamış kurumdur. Evlilik dıĢı birlikler ne kadar yaygın olurlarsa olsunlar resmi yasalar veya güçlü rızaya dayalı normlar tarafından yönetilmezler. Her toplumun içsel ve dıĢsal dinamiklerine bağlı olarak birlikte yaĢamanın yayılımı, yaygınlığı ve algılanması da değiĢmekte, toplumlar aile, evlilik ve birlikte yaĢamayı bu dinamikler çerçevesinde değerlendirmektedir (Nock, 1995: 74). Örneğin Ġsveç‘te birlikte yaĢama Amerika‘dan daha fazla kalıcı olma eğilimindedir ve bu birliklerde çocuk büyütme daha yaygındır (Rindfuss ve VandenHeuve, 1990:704). Kuzey Avrupa ve Amerika‘da da genellikle kabul görmekteyken bazı geleneksel toplumlarda hoĢ karĢılanmayan ve aile evlilik kurumunu tehdit eden ahlak dıĢı bir durum olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca aile üyeleri arasındaki iliĢkilerin daha güçlü olduğu toplumlarda da ebeveynlere iliĢkin güçlü değerler yüzünden evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya da karĢı çıkılmaktadır (Nazio, 2008: 73). BirleĢik Devletler‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢama evliliğe bir alternatif olmaktan ziyade evliliğe geçiĢin bir aĢaması olarak görülmektedir. Evlenme niyetinde olan çiftler evlenme kararıyla birlikte evleninceye kadar aynı evde yaĢama kararı da alabilirler ve böylece birlikte yaĢama evliliğe hazırlanma süreci olarak düĢünülebilir. Ancak Lichter vd. (2006) geçmiĢ yıllardan farklı olarak birlikte yaĢama birliklerinin evlilikle sonuçlanmak yerine çözüldüklerini belirtmektedirler. Hatta günümüzde birlikte yaĢama ve ardından evliliğin gerçekleĢmesi yerine ardı ardına birlikte yaĢamanın (serial cohabitation) özellikle deavantajlı gruplarda artmaya baĢladığına dikkat çekilmektedir (Lichter vd. 2010: 754). AraĢtırmacılar birlikte yaĢamayı resmi evliliğe motive edebilecek, büyük bir kararlılık ve istikrar, evlenme isteği, ailesel baskılar ve normatif beklentiler gibi birçok faktörün varlığına iĢaret etmektedirler ( Brown, 2004:4). Matysiak (2009: 217) ise birlikte yaĢamanın Batı ve Kuzey ülkelerinde yayılımını daha detaylı bir Ģekilde dört aĢamaya ayırmakta ve bu aĢamaları Ģu Ģekilde özetlemektedir: Birinci aşamada birlikte yaĢama nadirdir ve toplumun sıra dıĢı gruplarına özgüdür. Zaman içinde daha popüler hale gelir ve farklı sosyal tabakalardan kiĢiler birlikte yaĢamayı benimser. Yine de birlikte yaĢamanın yayılımın ikinci aşamasında bireyler hala kısa süre birlikte yaĢarlar ve akabinde evlenirler. Zaman içinde birlikte yaĢama evliliğin yerine almaya baĢlar: daha uzun devam eder bu artık üçüncü aĢamadır. Son olarak dördüncü aĢamaya geçiĢ süreci tamamlandığında evlilik ve birlikte yaĢama ayırt edilemez hale gelir. ġüphesiz birlikte yaĢamanın toplumda yaygın bir iliĢki formu haline geliĢine iliĢkin bu aĢamaların genellenebilir evrensel bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. 2 Bildirinin kavramsal çerçevesinde geniĢ ölçüde NurĢen Adak‘ın (2012) DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile kitabı içinde yer alan ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, yazısından faydalanılmıĢtır. 266 Literatürde birlikte yaĢama en yaygın olarak evliliğin habercisi, flörtün ileri aĢaması, bekârlığa alternatif ve evliliğe alternatif olarak tanımlanmaktadır (Schimmele ve Wu , 2011: 24). Rindfuss ve VandenHeuve (1990: 705) evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı kur yapmanın çağdaĢ uzantısı olarak tanımlamaktadırlar. Ancak birlikte yaĢamayı tanımlamak bu kadar basit değildir. Birlikte yaĢamanın karmaĢık ve anlaĢılması güç olan yapısı, toplumdan topluma değiĢen anlam ve görünümü onun sınırları ve çerçevesini çizmeyi güçleĢtirmektedir. Firestone (1979: 269) birlikte yaĢamayı aĢağıdaki Ģekilde tanımlamaktadır: Birlikte yaşama önceleri yalnız bohem ya da aydın çevrelerinde görülen, şimdi- özellikle büyük kentte yaşayan gençler arasında- gittikçe yaygınlaşan “birlikte yaşama” geniş bir toplumsal uygulamaya dönüşmektedir. “Birlikte yaşama” hangi cinsten olursa olsun iki ya da daha çok eşin, süresi ilişkinin iç dinamiklerine göre değişen yasal olmayan cinsel/arkadaşlık anlaşmasının esnek toplumsal biçimidir. Bu eşlerin anlaşmaları kendi aralarındadır; toplum buna hiç karışmaz, çünkü anlaşmada üremenin de üretimin de – bir eşin ekonomik bakımdan ötekine bağlılığının da- yeri yoktur. Bu esnek birlikte yaşama biçimi birçok insanın yaşamının büyük bir kesiminde seçeceği standart bir birim olarak yaygınlaştırılabilir. Bu tanımda evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın daha çok gençlerde ve kentsel bölgelerde görülen bir olgu ve toplumdan ziyade eĢler arası bir anlaĢma olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu çalıĢmada evlilik dıĢı birlikte yaĢama, toplumsal ve yasal açıdan evliliğin gerçekleĢmemiĢ olmasına karĢın, ortak bir yaĢam alanının, evin sorumluluğunun paylaĢıldığı ve aralarında cinsel bir yakınlığın var olduğu bir birliktelik olarak ele alınmaktadır. ARAġTIRMA METODU VE VERĠLER ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılan saha çalıĢmasından elde edilen veriler kullanılmıĢtır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmiĢtir. Mayıs 2013‘te farklı fakültelerde okuyan ve farklı sosyo-ekonomik düzeye sahip yedi erkek yedi kadın toplam on dört son sınıf öğrenciyle derinlemesine görüĢme gerçekleĢtirilmiĢtir. GeniĢ bir coğrafyaya sahip olan Türkiye‘de aile ve evlilik kurumuna iliĢkin kültürel değer ve normlar da çeĢitlilik göstermektedir. Bu kültürel zenginliği yakalayabilmek açısından değiĢik bölgelerden gelen öğrencilerle görüĢme yapmaya dikkat edilmiĢtir. Toplanan veriler aĢağıdaki temalar çerçevesinde değerlendirilmiĢtir: Gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları Evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri. Evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamanın Tanımlanması Öğrencilerin çoğunluğu, birlikte yaĢamayı evlilik ile kıyaslayarak tanımlamaya çalıĢmıĢ ve evlilikten en önemli farkının evliliğin resmi olarak onaylanmıĢ olması olduğunu belirtmiĢtir. Bazıları imam nikahlıları da evlilik kurumu içinde kabul etmekle beraber birkaç görüĢmeci aĢağıda verilen örnekte olduğu imam nikahıyla yaĢamayı da birlikte yaĢama olarak ele almıĢtır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢama bir öğrenci tarafından vaat ve sorumluluklar açısından evlilik kurumu ile kıyaslanarak evliliği göze alamayanların tercihi olarak yorumlanmıĢtır. …Bence yani evlilik olarak resmi nikahsız evliliklerde bence evlilik dışı birlikte yaşamaktır. Yani ben onları da tam olarak kanuni olarak şey olmadıkları için evlilik dışı birlikte yaşama olarak görüyorum. Eşlerin böyle nişanlıyken veya sevgili olarak ta aynı evde yaşamalarını da birlikte yaşama olarak görüyorum. Yani o açıkçası resmi nikahsız da yok imam nikahı ile evliyiz falan filan çünkü o da zaten her 267 halukarda adamın bi yükümlülüğü yok ki alır başını gider kadın içinde aynı şey geçerli o zaman birlikte yaşamanın aynısı… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) …İki insanın mesela her konuda beraber aynı evde kalmasıdır. Ya mesela aynı evde kalıyorlardır, kirayı beraber ödüyorlardır, alışverişi beraber yapıyorlardır ya da işte iş bölümü seklinde. İş bölümü şeklinde de olabilir. Mesela alışverişi biri yapar temizliği biri yapar ya da mesela şeydir daha az ziyade ya da sadece uyumak için aynı eve gidiyo da olabilirler. Ya da şöyledir bi mecburiyetten dolayı da olmuş olabilir. Ama benim kendi kişisel kanaatim bunu duyduğum zaman ilk aklıma gelen hani iki sevgilinin beraber yaşadığı, karı-koca gibi… (Hukuk Fakültesi- Kadın) …Bu evlilik dışı şey nikah dışı birliktelik bizim dinimiz karşıdır. Çünkü biz böyle bir toplumda yetişmişiz artı biz fazla dışarıya açılmadığımız için artı demokrasinin fazla gelişmediği bir ülkede bunların olması hoş görülmez bir yönden baktığımız için… (Eğitim Fakültesi- Erkek) Bence işte arada ufak bi imzanın olmadan yaşanmasıdır. Evlilik kurumundan bahsediyorum sonuçta insanların birbirini sevmesi demek küçük bi imzadan geçiyor anlamına gelmiyor. Bunu her zaman her zaman böyle düşünmüşümdür ben hani bizi bi arada tutan şey o küçük bir imza değildir. (Edebiyat Fakültesi – Erkek) ...Bana göre iki insanın herhangi bir şeye bağlı olmadan ne biliyim nikahtır resmi nikahtır ve yahut da işte dini nikahtır falan filan şeyi olmadan normal iki insanmış gibi birlikte yaşamalarıdır bana göre… (Ziraat Faültesi – Erkek) Eğitim ve Hukuk fakültelerinde okuyan iki erkek öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı daha çok cinsel açıdan değerlendirmiĢ ve birlikte yaĢama cinsel serbestlik ve metres tutma olarak görülmüĢtür. Geleneksel bakıĢ çerçevesinde kadın görüĢmecilerin hiçbirisi evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı bu perspektifte ele almamıĢtır. …Evlilik işi şöyle yani biraz evliliğe de karşıyım ciddi ilişkilere de karşıyım yani şey rahat insan bir kişiyi arzuluyorsa onunla yatmalı bence bu şekilde inanıyorum bu şekilde yaşıyorum. Düzen biraz ne bileyim aslında birazda kaos yaratabilecek bi şey hani sürekli aynı şeyi yapmak sıkar… (Eğitim Fakültesi- Erkek) Farklı bakışlar var mesela kimisi sevgili amacıyla kimisi metres amacıyla yani, bunun yaklaşım tarzı… Bu farklılaşır insan arasında. Evlilik dışı birlikte yaşam daha çok bu bir metres yaşamı dediğimiz yani halk diliyle gayri meşru bir ilişki yaşamak gibi aklıma geliyor evlilik dışı ilişki. Bu cinsel amaçla hani direkt aklıma geliyor. (Hukuk Fakültesi- Erkek) Mühendislik fakültesinde okuyan bir kadın öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evlilikle kıyaslamanın yanı sıra flört ve sevgili olmakla da kıyaslayarak ondan farklılığına dikkat çekmektedir. Bir nevi evlilik gibi hayatlarını sürdürüyorlar ama sadece bunu bir resmiyete dökmüyorlar. Hani bu bi flört gibi değil aslında bi sevgililik gibi değil onlarda bi hayatı paylaşıyor beraber ama daha çok bi resmiyete dökmüyorlar. Bu da herkesin kendi tercihi diye düşünüyorum yani. (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Birlikte yaĢamanın tanımlanması evlilik, flört ve sevgili olmak gibi diğer çiftler arası iliĢkilere benzerlik ve farklılıkları çerçevesinde gerçekleĢmiĢ, toplumsal ve resmi bir tanınma dıĢında diğer özellikleriyle evliliğe daha benzer görülmüĢtür. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢama ve Evliliğe Hazırlık BoĢanmaların arttığı pek çok günümüz toplumunda acaba evlilik öncesi birlikte yaĢama bir evlilik denemesi olarak evliliği güçlendirerek çiftleri evliliğe hazırlar mı sorusunu akla getirmektedir. GörüĢmecilerin konuya iliĢkin görüĢleri üç kategori oluĢturmuĢtur. Bir kısmı evlilik öncesi birlikte 268 yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayarak evliliği güçlendirdiğini belirtirken bir kısmı ise buna karĢı çıkarak çiftleri evliliğe hazırlamayacağını iddia etmiĢtir. Son grup görüĢmeci ise evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının çiftlerin kiĢisel özelliklerine bağlı olduğunu ifade etmiĢlerdir. Birlikte yaĢamanın evliliğe hazırladığını düĢünen görüĢmecilerin düĢünceleri incelendiğinde aslında çocuk sahibi olmak dıĢında evlilik ile birlikte yaĢamak arasında önemli bir farkın olmadığı belirtilerek bu sürecin çiftlerin birbirini fiziksel, ruhsal ve cinsel açıdan daha yakından tanımalarına fırsat sağladığına vurgu yapılmaktadır. Ayrıca bu sürecin çiftleri evlendiklerinde üstlenecekleri eĢlikle ilgili rol ve sorumluluklara da hazırladığı bu nedenle de boĢanmaların azalmasına katkı sağlayacağı ifade edilmektedir. …Evliliğe bi ön aşama oluyor sadece Bunun sonucunda da daha iyi kararlar almamızı sağlıyor birbirimizi daha iyi tanıyarak Yani evliliğe de gitmeyebilir evliliğe de gidebilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …İnsanlar hem fiziksel olarak birbirlerini tanıyorlar hem yaşam olarak birbirlerini tanıyorlar. Belki ben bu insanla yapamıycam diyo ya ben bunla ne bileyim o süreç bence insan için gerekli kesinlikle gerekli dışarı da gördüğün herkesle bir arada olan insanla evde ömrünü geçireceğin insanla kesinlikle bir olamaz…Evliliğe bir şekilde hazırlıyor hem bedenen hem sosyal hayat olarak hazırlıyor mesela erkeklerin hiç bilmediği şeyler oluyor ne bileyim pazara gitmek gibi ya da eş için bi kadın için bi şey almak gibi bunları öğreniyorlar erkek kadın içinde aynı şey geçerli bi kadın için zaten direk evlenmek çok şey bi şey yani özellikle hiç bi şey tanımayan hiç bi şey bilmeyen bi kadın için korkunç bi şey bence… (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Hazırlar kesinlikle. Hazırlar aslında bence o sosyal baskı olmasa hani evlilikle birlikte yaşama arasında hiçbir fark yok ama evlendikten sonra işte ya zaten birlikte yaşayanlar aynı şeyi yapıyorlar çocuk sahibi üniversitede çocuk sahibi olma konusuna şey değiller ama birlikte yemek yapma beraber alışveriş etme bulaşığıymış ya üniversite öğrencileri de zaten ellerinde ki parayı birlikte paylaşıyorlar. O ev için ne yapılacaksa kirasıymış harcamasıymış her şey birlikte aynı şekilde ilerliyo bi tek birlikte yaşamakta bence ayrı olan şey hani resmi nikahlı olmayanlardan ayrı çocuk konusuna sıcak bakmamaları. Evliliğin evlilikle işte birlikte yaşama arasında fark… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) …Evet hazırlar inanıyorum ona birlikte yaşamak kısmen insan aslında evli gibisinizdir de yani ufak tefek pürüzleri bu da genelde etraftaki sesleri kısmak içindir yani evli… Çünkü bi insanı kısa sürede tanıyıp ta evlendiğin zaman bambaşka huyları oluyor yani size çok basit yalanlarda söyleyebilir 5-6 ay ama 3-4 yıllık 5 yıllık bi ilişkiniz varsa artık siz onu tanıyorsunuzdur. Siz artık bir bütünsünüzdür hemen hemen birbirinizin parçalarını o zamana kadar tamamlamışsınız ve tamamlamaya da devam ediyorsunuz. Ama kısa bir sürede yapılan evliliklerde kesinlikle bu olmuyo adam ya da kadın bambaşka kişilikmiş yani… (Edebiyat Fakültesi – Erkek) ...Bence belki de boşanma oranlarının düşeceğini düşünüyorum ben yani çünkü bi deneme sürecidir birlikte yaşamak. Evliliğin giderleri olur ya da gitmemesi gerekir çiftler bu şekilde karar verebilirler bi süre birlikte yaşadıktan sonra „evet biz oluruz, devam edebiliriz „ ya da „olmayız „ diye. Bence denemek gerekebilir… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlamadığını ileri sürenler ise bu sürecin evliliğe hazırlamadığını çünkü eğer evliliğe hazırlıyor olsaydı evliliklerin azalma değil artma eğiliminde olması gerektiğini belirterek birlikte yaĢamanın evlilikten çok farklı olmadığını o nedenle çiftleri evliliğe yönlendirmediğini ifade etmiĢlerdir. Bu görüĢü paylaĢan bir erkek görüĢmeci eğer evlenecek olursa da daha önce birlikte yaĢamadığı birisiyle evlenmeyi tercih edeceğini belirtmiĢtir. …Hazırlamaz yani bana göre ters şu anda. Yani hazırladığını düşünmüyorum. Belki cinsel konularda hani bi erkeğin, kızın daha rahat hissedeceği bi şey . Bilmiyorum ama yani değil… Bence bu tarz böyle birlikte yaşamak, kız-erkek bir arada yaşamak o kadar mevcut ki ama evlilikler mesela azalıyo. Ne bilim sağlam değil artık mesela günümüzde ayrılma meselesi daha fazla. Ama eskiden olsa böyle miydi, değildi. Bence bu rahatlıktan kaynaklanıyo artık … 269 (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Hazırlamaz yani birlikte olduğum herhangi bir kadınla bile evlenmeyi düşünmedim. Aslında daha çok şöyle bir şeyde o farklılık mesela yani eğer bir şey olacaksa daha önce yaşamadığım bi kişiyle daha çok tercih ederim… (Eğitim Fakültesi- Erkek) …Hazırlamaz. Şahsen ben şimdi üç yıldır üniversitedeyim işte kız arkadaşımla çıkıyoruz gayet samimiyiz hiç evlilik bile aramızda geçmedi yani. Çünkü biz rahatız her şey yani o kağıda bağlı değil yani. Birlikte mutluyuz. Bunu yürütebiliriz 10 yıl 20 yılda yürütebiliriz yani illaki o kağıda bağımlı değiliz yani. Olmayabilir yani bizim için... (Eğitim Fakültesi- Erkek) …Hayır bence onlardaaslında evli gibiler yani onlarda bi hayatı paylaşıyorlar o yüzden de evliliğe hazırlamaz çünkü zaten evli gibi yaşıyorlar sonrasında birlikte yaşayıp yaşayıp sonra evlenmek ya o da olabilir… (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının göreceli bir durum olduğunu ve bu durumun bireylerin kiĢisel ve sosyo-kültürel çevrelerine bağlı olduğunu vurgulayan üçüncü grup görüĢmeci ise kiĢilerin evlilik öncesi ve evlilik sonrası tutum ve davranıĢlarının değiĢebileceği ve birlikte yaĢarken bireylerin birbirilerine kendilerini tam olarak ortaya koymadıkları daha çok olumlu taraflarını göstererek olumsuz yönlerini gizleyebildiklerini vurgulamıĢlardır. Böyle durumda da çiftlerin gerçek anlamda birbirlerini tanıyarak eĢ olarak uygun kiĢi olup olmadıklarına karar vermenin güç olduğu belirtilmiĢtir. Evlilik kiĢilerin hayatında pek çok Ģeyin değiĢmesine neden olmaktadır. Bu nedenle evlilikle beraber bireyler de yeni duruma ayak uydurabilmek için değiĢmektedir. …Yani bu göreceli diye düşünüyorum. Her insanın kendi şeyine kalmış bişey hani bunu bu evlilik dışı birlikte yaşama ya da isteyebilir buna başlayabilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …Belki olabilir, birkaç gün. Süreyi çok uzatmadan, 6 ay 7 ay 1 yıl 2 yıl değil de belki 3- 5 gün insanların birbirini daha iyi tanıması açısından belki birkaç gün birlikte yaşanılabilir. (Turizm Fakültesi-Erkek) …Aslında hem hazırlayabilir hem hazırlamayabilir. Evlenince insanların değiştiğine inanıyorum ben. Belki birlikte yaşarken kendini göstermez hani gerçek yüzünü göstermese de evlenince yani resmi bi şey olunca kendini daha rahat gösteriyor… (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Bu insana bağlı bence hani tamam birlikte yaşarsınız sonradan hiç ummadığın insan çıkar karşınıza bir insanoğlunun bu dört duvar arasında tanırsınız hani bence değişiyor yani hani… (Ġ.Ġ.B.F. – Kadın) …Belli bir süreci birlikte yaşadığınız zaman kendisini tanırsınız hani o yönden belki iyi bir şeydir diyebilirsin hani evlenmek amacıyla ama hani ayrı evlilik dışı ayrı bir birlikte ev tutma, birlikte bir süre çalışma gibi şey yanlıştır. (Hukuk Fakültesi- Erkek) Kesinlikle öyle olduğuna inanıyorum ve şey yani hani bizim toplumsal yapımızda insanlar klişedir hep, yani benim kişisel kanaatim… Erkekleri kadınlar sevgililik evresinde, sevgili olamayanlar nişanlılık evresinde şu düşüncede işte „naz yapim, niyaz yapim, hani onu elimde oynatim, şunu yapim, çiçek aldırim, bunu yapim‟ hep böyle yaklaşıyorlar. Sonra erkekler de „aha! Bitti evlendik şimdi benim dediğim olur‟ böyle olmaması lazım bunlardan arındırılıp insanların birbirlerini gerçekten tanıması lazım hani mesela en güzel evlilik de odur benim kendi şahsi fikri kanaatim… (Hukuk Fakültesi- Kadın) Rahat bir ortam sağlıyor ve insanı gerçekten tanımayı sağlıyor ama evlilikle, birlikte yaşamak kesinlikle farklı. Çünkü evlendikten sonra özellikle ben erkeklerin değiştiğini düşünüyorum çünkü 270 annesinin yanında farklı dayısının yanında farklı işte evlendikten sonra olması gereken aslında buymuş gibi işte el ele tutuşmamak masada ayrı ayrı yerlerde oturmak gibi değişik şeyler oluyor. (Edebiyat Fakültesi – Kadın) Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusu diğer toplumlarda olduğu gibi oldukça muğlak görünmektedir. GörüĢmecilerin bir kısmı hazırladığını bir kısmı hazırlamadığını belirtirken bir kısmı da kararsız gözükmektedir. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamaya BakıĢ AraĢtırmaya katılan görüĢmecilerin tamamı toplumun birlikte yaĢama konusundaki genel eğiliminin olumsuz ve kabul edilemez bir durum olduğunu belirtmiĢtir. Bazı görüĢmeciler kendi ailelerinin ve arkadaĢlarının aslında birlikte yaĢamaya karĢı olmadıklarını ama toplumda kabul gören bir yaĢam tarzı olmadığı için böyle bir duruma izin vermeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Coğrafyasal açıdan Türkiye‘nin daha geleneksel bölgelerinde hem dini hem de toplumsal değerlerin birlikte yaĢamaya izin vermeyeceğini ancak Antalya gibi turistik bölgelerde ve Batı Anadolu‘da görece daha az tepkiyle karĢılanabileceği vurgulanmıĢtır. …Arkadaşlarımın kesinlikle tepki vereceğini düşünmüyorum hatta kendi adlarına da benim adıma da sevinirler ama yani bunu akraba toplumuna akrabaya dışarıya anlatamam. Şöyle bazen düşündüğümde ailemin de hani birlikte yaşamaya karşı çıkmıycağını düşünüyorum ama çünkü bizim ailemizde üniversite mezunları üniversite okuyan kalabalık bi aileyiz ama dışarıya karşı ben senin için demem ama böyle duyulursa bizim için kötü olur diyip karşı çıkarlar. Kendi kafalarında böyle bir şey olduğu için değil dış baskıdan dolayı… (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Bizim toplumumuzda, Türkiye‟yi düşünürsek kabul edilmiyo bence de dediğim gibi bi Avrupa‟yı düşününce kabul edilebilir bence bilmiyorum.Çok Avrupa‟nın etnik yapısnı da bilmiyorum. Aile baskısı vardır. Benim için din vardır. O tarz şeyler de olabilir. Yasallık biraz da sağlamlaştırma ya belki de o yüzden o da olabilir yani. (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Ya Adana‟da yok böyle şeyler. Çok kalabalık bi şehir ama böyle Nasıl anlatsam böyle daha bi Tuhaf insanlar mesela buranın. Yabancılar çok geliyor, deniz kıyısı var, turist çok geliyo, insanlar burda çok rahat ve halkın arasına geçmiş, bu benim kendi kişisel gözlemim. Adana birazcık daha böyle geleneksel. Mesela bizde hani sevgili ilişkileri felan bu kadar rahat bile yaşanmaz birlikte olmayı geçtim… (Hukuk Fakültesi- Kadın) GörüĢmecilerin önemli kısmı, toplumun birlikte yaĢamaya iliĢkin tavrının zaman içerisinde değiĢeceğini iddia etmiĢtir. Bu değiĢime televizyon ve internet gibi teknolojik girdilerin katkı sunacağı ve belki de gelecek nesillerin birlikte yaĢamaya hoĢgörüyle bakabileceği vurgulanmıĢtır. …Kabul edilemez. Bir toplum kendi kabuğunun içinde sürekli büyüdüğümüz için kendi kabuklarımızı kıramadığımızdan dolayı çok negatif bakılıyor hani yavaş yavaş artık mesela eski Türkiye ile şimdiki Türkiye arasında baya bir fark var yavaş yavaş açılıyor ama şimdilik hiç görmedim şahsen hani birlikte yaşamayı hiçbir anne baba olumlu yaklaştığını hiç görmedim… (Ġ.Ġ.B.F.-Kadın) …Ben şey düşünürüm arada böyle hani Bizim çocuklarımızın çocukları bu kaç sene gerekli önümüzdeki kaç sene bilemem bi 70 bi 80 diyebiliriz bunu. Çünkü bizim babalarımız bu konuyu kendi aralarında dahi konuşmadılar gizli dedelerimiz gölgelerine dahi itiraf etmediler. Bugün biz artık az olsa da bazı ortamlarda dile getirebiliyoruz. Benim çocuğum olacaksa misal inşallah olmaz. O arkadaşları arasında rahat konuşabilecek ve onun çocuğu artık uygulayabilecek diye düşünüyorum. Tabi bu süreçte neler olur dünyada. Mesela bi dünya savaşı çıkar, düzen değişebilir, insanlar korkutulabilir ya dinler bizim mesela ülkemizde ki mesela az çok görür yani dine eğilim bi artış var. İnsanlar çoğunluktan çekinir bir nevi. Onların etkisi olmasa belli bir süreden sonra çok rahatça yaşanılabilir, uygulanabilinir… (Eğitim Fakültesi- Erkek) 271 …Biz hani biraz daha hani hem inanç olarak, hem kültürel olarak bizim geldiğimiz bellidir. Hem inancımız buna müsaade etmez hem de toplum yapımız… Biz hazırlıklı değiliz bu şeye. Ama hani ilerde olabilir mi olabilir. Çünkü hani şu an görebiliyoruz ve özellikle teknolojinin bizim alana, yaşam alanına girmesiyle birlikte artık insan her şeyle irtibata girebiliyor, özellikle bu internet ağları falan bizim her şeyle irtibat sağlamamızı sağlıyorlar. Bir de bu hani küçük çocuklara empoze edildiği için bu yozlaşıyor yani, ilerde yani olabilir. Ve toplum da bunu kabul edecektir ama şu an biz ona hazırlıklı değiliz diye düşünebiliyorum; ama ileride bu olabilir… (Hukuk Fakültesi- Erkek) …Çok kabul edilebilinir değil ama artık yani pek fazla şey yapılmamaya başlanıyor hani yadırgamıyoruz artık belki birlikte yaşayanları eskiye nazaran eskiden hani çok fazla yadırganıyordu… (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Eskiden değildi ama artık bence kabul edilmeye başladı. Yani insanlar birazcık sıcak bakıyorlar ama kesinlikle Antalya‟nın bazı şeylerinde bunlar yadırganmıyolar. Bi Lara‟da bi de mesela ben Şarampol‟den geçenlerde bi ev tuttum bunu sordu yani ev sahibim hani „erkek arkadaşın var mı, birlikte böyle şey söz konusu değil de mi?‟ Çünkü Şarampol böyle birazcık daha kırsal kesim oluyo tabi ki yani bunlar hala belli yerlerde belli bölgelerde devam ediyor. (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Kabul edilemez bişey. Çünkü insanlara ters geliyor. Hani arada herhangi bir bağ olmadıktan sonra şey olmuş bi bağ resmileşmiş ve yahutta Toplumun adetlerine göreneklerine işte dediğim gibi Örfüne ters geliyor. Dolayısıyla böyle bişey kabul edilmiyor… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …Bizim Türk toplumu hani böyle durumlara şey değil daha kendi çevrende olsa başka bi ortama girdiğin zaman ka iyi karşılanmayabilir böyle durumlar mesela ben doğuya gitsem doğuda böyle bi durum olsa herhalde dışlanma gibi bişeyler olabilir kötü bak gözle bakılma gibi durumlar olabilir bana olmasa da partnerime olabilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) AraĢtırma verileri çok net bir Ģekilde birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumsal algının olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır. GörüĢmecilerin tamamı bu görüĢü belirtmesine karĢın uzun dönemde bu algılamanın ve konuya iliĢkin uygulamaların değiĢebileceği inancını da taĢımaktadır. DEĞERLENDĠRME VE SONUÇ Evlilik dıĢı birlikte yaĢama, aile ve evlilik literatüründe evliliğe alternatif bir yaĢam tarzı olarak, evliliğin habercisi ya da evlilik denemesi olarak ele alındığı gibi evliliğe bir hazırlık süreci olarak da değerlendirilmektedir. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin bu tanımlamalar toplumların aile ve evlilik kurumuna atfettiği değer ve normlarına, gelenek ve göreneklerine göre Ģekillenmektedir. AraĢtırma sonuçlarına göre evlilik dıĢı birlikte yaĢama öğrenciler tarafından evliliğin resmileĢmemiĢ gayri meĢru bir görünümü (Bir örnekte metres benzetmesi yapılmıĢ), toplum tarafından onaylanmamıĢ hali olarak tanımlanarak evlilikle benzerliğine dikkat çekilmiĢtir. Birkaç erkek öğrenci ise birlikte yaĢayan çiftler arasında cinselliğin daha serbest yaĢandığına vurgu yapmıĢtır. Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusunda ise üç farklı görüĢ ortaya çıkmıĢtır: Birinci grup bu süreçte çiftlerin birbirini tanıması nedeniyle hazırlayabileceğini, ikinci grup evliliklerin azalması ve boĢanmaların artması nedeniyle evliliğe hazırlamadığını, son grup ise çiftlerin içinde bulundukları kiĢisel ve sosyo-kültürel koĢullara bağlı olarak bunun değiĢebileceğini belirtmiĢtir. AraĢtırmada görüĢmeye katılanların tamamı evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın toplumun geneli açısından kabul edilemez bir durum olduğunu ve toplumun örf ve adetlerine uygun olmadığını belirtmiĢtir. Ancak pek çok görüĢmeci bu durumun zaman içinde değiĢeceğini ve yavaĢ yavaĢ toplumda birlikte yaĢayan çiftlere rastladıklarını, teknolojik geliĢmelerin de buna katkı sağlayabileceği vurgulanmıĢtır. Bu bağlamda birlikte yaĢama kavramsal kısımda Matysiak, A. (2009) belirttiği 272 aĢamalardan ilk aĢamaya yani toplumda nadir görülen sıra dıĢı gruplarına özgü bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Üniversite gençlerinin ebeveynlerine ve toplumun geneline göre evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya daha olumlu yaklaĢtıkları gözlenen bu çalıĢmada birlikte yaĢamaya iliĢkin küçük bir resim sunulmaya çalıĢılmıĢtır. Türkiye‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin yeterli akademik çalıĢma ve istatistik bulunmamaktadır. Bu çalıĢmada nitel veriler aracılığıyla evlilik dıĢı birlikte yaĢama konusuna bir giriĢ yapılmaya çalıĢılmıĢtır. Ancak örneklemin sınırlı oluĢu konuya iliĢkin genellemelerde bulunmayı güçleĢtirmektedir. Ġleride daha geniĢ örneklemli ve daha kapsamlı çalıĢmaların yapılması konunun derinliğine anlaĢılması ve analiz edilmesi için önem taĢımaktadır. KAYNAKÇA Adak, N. (2012). ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile, Editör: NurĢen Adak, Siyasal Kitabevi, Ankara, 221-246 Brown, S. L. (2004). ―Moving from cohabitation to marriage: effects on relationship quality‖, Social Science Research, 33, 1–19 Firestone, S. (1997) Cinselliğin Diyalektiği. Çeviren Yurdanur Sağlam, Payel Yayınevi, Ġstanbul Lichter, D. T., Qian, Z., Mellott, L. (2006). ― Marriage or dissolution? Union transitions among poor cohabiting women‖, Demography 43, 223– 240. Lichter, D., Turner, R., Sassler, S. (2010). ―National estimates of the rise in serial cohabitation‖, Social Science Research 39: 754–765 Matysiak, A. (2009). ―Is Poland Really ―immune‖ to the Spread of Cohabitation?‖, Demographic Research,21: 215-234 DOI: 10.4054/DemRes.2009.21.8 Nazio, T. (2008).Cohabition, Family and Society. Routledge Nock, S.L. (1995). ―A comparison of marriages and cohabiting relationships‖, Journal of Family Issues16:53–76. Rindfuss, R., VandenHeuvel, A. (1990). ―A Precursor to Marriage or an Alternative to Being Single?‖, Population and Development Review, 16 (4): 703-726 Schimmele, C., Wu, Z. (2011). ―Cohabitation and social engagement‖, Canadian Studies in Population,38 (3–4): 23–36 273 274 DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ Türkan Erdoğan1 1. Toplumsal Açıdan BoĢanma YetiĢkin kadın ve erkeğin yasal geçerliliği olan belirli hak ve yükümlülükleri beraberinde getiren bir sözleĢme temelinde gerçekleĢtirdikleri evliliğin psikolojik, sosyal, ekonomik faktörlere bağlı olarak hukuki bir kararla sona erdirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Marshall,2005:23-35). Diğer bir tanıma göre boĢanma, ailenin fonksiyonlarını yerine getirememesi ve ailenin parçalanmasıdır (Timur,1982:38-42;Gönen,1993:45). Evlilik iliĢkisinde bireysel gereksinim ve beklentilerin karĢılanmaması, eĢler arasındaki etkileĢim, paylaĢım ve sosyal iliĢkilerin hoĢgörü sınırlarını aĢacak düzeyde bozulması gibi nedenler eĢlerden biri veya her ikisi üzerinde stres veya kaygılara neden olmaktadır. Bu stres, kaygı ve korkular baĢlangıçta aile içinde çeĢitli uyum çabaları ile giderilmeye çalıĢılmaktadır. ĠliĢkiyi sürdürme ve evliliği korumaya yönelik bu uyum çabalarında baĢarısız kalındığında boĢanma gerçekleĢmektedir (Özgüven, 2001: 309). Bu süreç, evliliğin çekiciliğinin yerini evlilik dıĢı çekiciliklerin aldığı bir süreçtir. ĠliĢkinin baĢlangıç aĢamasında evlilikten sağlanması düĢünülen kazançlar, boĢanma sürecinde evlilik sonrasında elde edilecek kazançlarla yer değiĢtirmiĢtir. ġu halde boĢanma, eĢlerin beklentilerinin, umutlarının radikal bir dönüĢüme uğradığı bir sürece karĢılık gelmekte, eĢlerin gündeminde hep bir olasılık olarak görülmektedir (Ay,2000:64-66; Özkan,1989:20;Yıldırım, 2001:22). Son 10 yılda yapılan boĢanma araĢtırmaları farklı geliĢmiĢlik düzeyine sahip olan toplumlarda boĢanmanın kaygı verici bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu araĢtırmalarda görüldüğü üzere boĢanma sadece erkek ve kadın arasındaki sorunların bir sonucu olarak değil değiĢen sosyo-ekonomik, hukuki ve siyasi yapıyla iliĢkili olarak açıklanmaktadır. Dallos (1990:385) boĢanmayı kadının sosyal yapıda değiĢen konumuyla açıklamıĢtır. Endüstriyel dönem öncesinde feodal dönemde kadının evdeki üretici rolü ön planda olmuĢ, evin idaresine ek olarak bazı ihtiyaçların karĢılanmasında kadın öncelikli roller üstlenmiĢtir. Kadının edilgin konumu nedeniyle bu sistem içinde erkeğin yardımcısı olarak değerlendirilmiĢtir. Fakat endüstri devrimi ve sonrasında ortaya çıkan yeni olanaklarla birlikte Ergil‘in de belirttiği gibi (1994:35-37) kadın eğitim fırsatlarından daha fazla yararlanmaya baĢlamıĢtır. Bu Ģekilde kiĢisel geliĢimine daha fazla zaman ayırabilmiĢtir. Hala ve Scraton (1990:460-498) ekonomik, sosyal ve teknolojik alandaki değiĢimlerin bir anlamda toplumların düĢünsel geliĢimini ifade ettiğini, dolayısıyla bu ortamda kiĢisel haklar, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki cinsiyete dayalı eĢitsizliklerin de sorgulandığını; Greenstein ve Davis (2006:253-279) bu tarz sorgulamaların yaygınlaĢmasının düĢünsel zemininin feminizm olduğunu söylemiĢtir. Kadın istihdamındaki artıĢ kadınların ekonomik olarak özgür olmalarını ve kendi yaĢamlarının kontrolünü göreli olarak kendilerinin yönetmesine yardımcı olmuĢtur. Sadece ekonomik alanda değil sosyal yaĢam alanındaki kadınların farklı aktivitelerde kendilerini var etme çabaları ailenin yapısında değiĢimlere yol açmıĢtır. Kadının sosyo-ekonomik alandaki statüsündeki farklılaĢma aileye özgü geleneksel değerlerin belli ölçüde değiĢtiğini göstermektedir. Söz konusu değiĢimde kitle iletiĢim araçlarının ve eğitimin bireysel ve toplumsal yaĢamda öneminin artmasının etkisi büyük olmuĢtur Aile, erkeğin baba ve koca olarak kayıtsız Ģartsız otoritesiyle yönettiği bir ünite olmaktan göreli olarak uzaklaĢmıĢtır. EĢit haklar savunulmuĢ, evlilik iliĢkilerinde spontanlık ve karĢılıklı bağımlılık kavramları tartıĢılmıĢ, bağımlılık yerine bağlılık kavramı cazip gelmiĢtir. Bu da boĢanmaya yönelik stigmanın değiĢmesine yol açmıĢtır. (Arıkan,1990:25-27). Aile hayatı sevgi ve duyguya dayalı, bireyciliğin hakim olduğu bir iliĢkiye dönüĢtürmüĢtür. Evlilikler doyum sağlayan iliĢkiler çerçevesinde daha sağlam kararlarla biçimlendirilmeye baĢlanmıĢtır (Anthony Giddens, 1993‘dan akt. Demircioğlu,2000:52). 1 Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, terkene@yahoo.com 275 Evlilik iliĢkisindeki, değerlerdeki genel olarak ailenin yapısal ve iĢlevsel değiĢimlerinin bir sonucu olan boĢanma, gerek ailenin bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılansın gerekse bireylerin daha fazla zarar görmemesi açısından kabul edilebilir bir durum olarak algılansın günümüz toplumlarında sosyo-kültürel değiĢimlerin etkisiyle giderek artan bir sorundur. BoĢanma öncesi ve sonrası sürecin bireysel ve toplumsal alandaki yansımaları, sorunun sosyolojik boyutuna vurgu yapmaktadır. EĢler arasındaki iliĢki, eĢlerin ve toplumun değiĢen koĢullarından etkilenmektedir. Örneğin, kadınların eğitim düzeyinin yükselmesi, çalıĢma yaĢamına katılma oranının artması, evlilik yaĢının eğitim ve çalıĢma durumu ile iliĢkili olmakla birlikte özellikle kadınlarda yükselmesi, flört iliĢkisinin bazı koĢullarda kabulünün yaygınlaĢması, diğer yandan evlilik çatıĢmaları, boĢanma oranlarındaki artıĢ gibi faktörlerin evliliğin istenirliğini azalta
© Copyright 2024 Paperzz