Cilt 3 [PDF] - Sosyoloji Derneği

ULUSLARARASI KATILIMLI
VII. ULUSAL SOSYOLOJĠ KONGRESĠ
YENĠ TOPLUMSAL YAPILANMALAR:
GEÇĠġLER, KESĠġMELER, SAPMALAR
BĠLDĠRĠ KĠTABI I
Editör:
Prof.Dr. Muammer TUNA
Editör Yardımcıları:
Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER
ArĢ.Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER
2-5 Ekim 2013,
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ISBN 978-605-4397-33-4
Telif Hakkı © Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Her hakkı saklıdır. Bildirilerdeki fikir ve görüĢler yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi‘nin izni olmadan çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi YerleĢkesi
48120 Kötekli MUĞLA
Tel: 0252 211 10 00
http://www.mugla.edu.tr
CIP
Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) (7. : 2013 :
Muğla, Türkiye)
Bildiri Kitabı -1, 537 s.
Bildiri Kitabı -2, 741 s.
Bildiri Kitabı -3, 604 s.
Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) / editör Muammer
Tuna ; yardımcı editör Ünal Bozyer-Ebru Açık Turğuter.-Muğla : Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi,
2013.
Elektronik Kitap.
http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap
ISBN 978-605-4397-33-4
Uluslararası Katılımlı Yedi‘nci Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set).
I.Sosyoloji—Kongreler. 1. Tuna, Muammer. 2. Bozyer, Ünal. 3. Açık Turğuter, Ebru
YAYIN KURULU
Prof.Dr. Muammer Tuna (Editör)
Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER (Editör Yrd.)
ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER (EditörYrd.)
Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK
Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL
Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN
Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN
Yrd.Doç.Dr. Zafer DURDU
ArĢ.Gör.Dr. Sergender SEZER
ArĢ.Gör.Dr. Vefa Saygın ÖĞÜTLE
ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK
ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ
ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN
ArĢ.Gör. Demet BOLAT
ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ
ArĢ.Gör. Sercan KIYAK
ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR
ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI
I
KONGRE ONURSAL BAġKANI
Prof.Dr.Mansur HARMANDAR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü
KONGRE ONUR KURULU
Mustafa Hakan GÜVENÇER
Muğla Valisi
Prof.Dr.Mansur HARMANDAR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Güven SAK
TOBB Ekonomi Ve Teknoloji Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Faruk KOCACIK
Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Birsen GÖKÇE
Sosyoloji Derneği Onursal BaĢkanı
Prof. Dr.Ġhsan Sezal
Sosyoloji Derneği BaĢkanı
Prof.Dr.Pervin Çapan
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı
KONGRE DÜZENLEME KURULU BAġKANI
Prof.Dr.Muammer Tuna
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölüm BaĢkanı
II
DÜZENLEME KURULU
Prof.Dr.Nilay ÇABUK KAYA
Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı
Doç.Dr.Sibel KALAYCIOĞLU
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Doç.Dr.Halime ÜNAL
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Ünal BOZYER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Hasan ġEN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Zafer DURDU
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör.Dr.Sergender SEZER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör.Dr.Vefa Saygın ÖĞÜTLE
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Zeynep ÖNEN
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Mustafa KOÇANCI
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
ArĢ.Gör.Feray ARTAR
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
III
BĠLĠM DANIġMA KURULU
Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet TAġĞIN Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Aykut TOROS Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe SAKTANBER ODTÜ
Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. Belma AKġĠT Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. Besim Fatih DELLALOĞLU Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Beylü DĠKEÇLĠGĠL Kayseri Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Erol KAHVECĠ Ġzmir Ekonomi Üniversitesi
Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Feridun YILMAZ Uludağ Üniversitesi
Prof. Dr. Güliz ERGĠNSOY Okan Üniversitesi
Prof. Dr. Ġhsan SEZAL Sosyoloji Derneği BaĢkanı
Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet KARAKAġ Afyon Kocatepe Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı
Prof. Dr. Nilüfer NARLI BahçeĢehir Üniversitesi
Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Prof. Dr. Nurgün OKTĠK Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Sami ġENER Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit TATLICAN Adnan Menderes Üniversitesi
Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi
IV
Doç. Dr. Ahmet Zeki ÜNAL Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi
Doç. Dr. Cengiz YILDIZ Bingöl Üniversitesi
Doç. Dr. Dilek HATTATOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Hayati BEġĠRLĠ Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Doç. Dr. ġeref ULUOCAK Çanakkale 18 Mart Üniversitesi
Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi
Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Zafer YENAL Boğaziçi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali ÖZTÜRK Bartın Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali Kemal ÖZCAN Tunceli Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hasan YAVUZER NevĢehir Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hatice Yaprak CĠVELEK Ġstanbul Arel Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim KESKĠN MuĢ Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. KoĢar HIZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nur Banu Kavaklı BĠRDAL Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Selin ÖNEN Beykent Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. ġenay LEYLA KUZU Gaziantep Üniversitesi
V
KONGRE SEKRETERYASI
Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Feray ARTAR
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Türkan FIRINCI
Sosyoloji Derneği
Dr. Günnur ERTONG
Sosyoloji Derneği
ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Demet BOLAT
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Sercan KIYAK
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ĠLETĠġĠM:
0 (252) 211 16 09-211 16 20-211 14 10
http://www.sosyolojikongresi.org/
e-posta: 7.kongre@gmail.com
VI
ĠÇĠNDEKĠLER
ĠÇĠNDEKĠLER ..................................................................................................................................... VII
ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE
GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA .................................................................................. 1
AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI
YURTTAġLIK: ALMANYA‘DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ
HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE ........................................................................................ 13
SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ.......................................................... 25
METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA,
KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ ..... 31
TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR,
DÖNÜġÜMLER ................................................................................................................................... 49
LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA ve BĠLĠDĠKĠD
............................................................................................................................................................... 63
BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA ―TÜRK KIZI‖ ............................. 77
‗SINIR‘DA KADIN OLMAK............................................................................................................... 85
HAKKÂRĠ‘DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE
TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ .................................................... 93
KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ
ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ ................................................................................................. 111
KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ................. 121
ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ ................. 129
TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ ....... 143
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‘NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ ....................................... 153
TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF ................................................ 163
ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI ................................................................................. 173
ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ
SĠSTEMATĠĞĠ ................................................................................................................................... 185
―HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR‖: ..................................... 199
ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI ................................................................................. 199
MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ .................................................................... 211
HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI
............................................................................................................................................................. 221
SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ ....................................... 235
YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ ........... 243
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ
............................................................................................................................................................. 255
EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? ............................. 265
DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK
ANALĠZĠ ............................................................................................................................................. 275
VII
PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK ÖZELLĠKLERĠ
............................................................................................................................................................. 293
PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS)
MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ .............................................................................. 303
SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK PUANLAMA
FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE METODOLOJĠ ....................... 311
YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYO-EKONOMĠK
STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ .................................................................................................. 325
STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME ............................................................................... 337
TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA BEDENLERĠN
DENETĠMĠ.......................................................................................................................................... 349
YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI HAREKETĠ ..... 361
GEZĠ PARKI: ―ġEHĠR HAKKI‖ TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN SAVUNULMASI......... 375
MĠDYAT‘TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU ............................ 385
TÜRKĠYE‘DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ ) ..................................................... 399
―GAVUR‖ ĠZMĠR‘DE DĠNĠ HAYAT ................................................................................................ 405
1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‘DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR ...................................................................................................... 417
TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA .... 429
TÜRKĠYE‘DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ
DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ ........................... 439
KAHRAMAN GERĠLLA‘NIN BAġINA GELENLER...................................................................... 449
NĠĞDE‘DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ ........................................... 461
AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA ................................................................................................... 469
ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ SÜRECĠNDE
ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ .................................................................................. 483
YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI VE
―CRĠTĠCAL MASS‖ HAREKETĠ ...................................................................................................... 505
BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ ........................................................... 515
TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ:
PĠġĠRME ġOVLARI ........................................................................................................................... 525
BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER ...................................... 549
SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ ...................... 565
SONUÇ ............................................................................................................................................... 575
KATILIMCILAR LĠSTESĠ ................................................................................................................. 579
VIII
A9 OTURUMU
KÜRESELLEġME-I
HAKLAR VE ĠLĠġKĠLER
ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH
ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA
Salih AKKANAT1
ÖZET
20. yüzyıldan 21. yüzyıla devreden temel sorunlardan biri de ulus-toprak-devlet arasındaki bağın
pekiĢmesini ifade eden klasik yurttaĢlık kavrayıĢının hukuki ve siyasi krizidir. Bu sorun, gerek egemen
etnik çoğunluğun azınlık kimlikleri karĢısındaki konumu bağlamında gerekse mültecilerin ya da
göçmenlerin, özellikle birinci dünyada, yurttaĢlık hukukuna dâhil edilmelerinde yaĢanan güçlükler
çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Ulus-devlet egemenliğinin giderek bölgesel bütünleĢme
siyasetleriyle sorgulanmaya baĢlandığı bu geçiĢ süreci ile göçmen kampları, sınırlarda yükselen yeni
güvenlik duvarları, farklı yurttaĢlık statüleri yoluyla devam eden ayrımcılıklar, asimilasyonu
hedefleyen kültür ve eğitim politikaları, yabancı olanın potansiyel tehdit olarak algılandığı güvenlik
devleti anlayıĢı bir çeliĢki oluĢturmaktadır. Bu bildiri, bu çeliĢkinin kökenlerine dair siyaset felsefesi
içinden bir okuma önermektedir.
Anahtar Sözcükler: Mülteci, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Arendt, Agamben, Siyasal
ABSTRACT
One of the main problems inherited from 20th to 21st century is the legal and political crisis of the
classical conception of citizenship referred to reinforce the bond between the nation-state-land. This
issue arises in thecontext of superiority of the dominant ethnic majority over the minority identities.
And also it occurs in the frame work of the citizenship law, especially in the first world, that have
difficulty to include refugees or immigrants. This transition process that nation-states over eignty
gradually beginning to be questioned in the policies of regionalintegration, is incosistent with
immigrant camps, new firewalls risingin borders, discriminations going through different citizenship
status,cultural and educational policies aimed at assimilation, security state understanding. This paper
proposes a reading of theorigins of this conflictin thecontext of the political philosophy.
Keywords: Refugees, Citizenship, Human Rights, Arendt, Agamben, the Political
GĠRĠġ
1951 tarihli Mültecilerin Statüsü ile ilgili BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde tanımlandığı
biçimiyle mülteci, ―ırkı, dini, milliyeti veya belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti ya da siyasal
görüĢü nedeniyle zulme uğrayacağı yolunda haklı bir korku taĢıyan ve vatandaĢı olduğu ülkenin
dıĢında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan ya da aynı korku yüzünden yaralanmak
istemeyen‖ kiĢidir(BMMYK, 1997: 51). Dünyada ne kadar göçmen, mülteci veya sığınmacı olduğu
tam olarak bilinemese de Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan bir rapora göre 1965-2000
yılları arasında dünyadaki göçmenlerin sayısı 75 milyondan 150 milyona çıkmıĢtır. 2002 yılı itibariyle,
BirleĢmiĢ Milletler Nüfus Bölümü‘nün tahminlerine göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine tekabül eden
185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu ülkelerin sınırlı dıĢında yaĢamaktadır. Yine 1975‘te 2.4
milyon olan küresel mülteci nüfusu, 1985‘te 10.5 milyona ve 1990‘da 14.9 milyona ulaĢmıĢtır. Soğuk
SavaĢ‘ın bitimi sonrasında küresel mülteci nüfusu 18.2 milyonla zirveye ulaĢmıĢtır. Bu bildiri, 20.
Yüzyılda siyasi ve hukuki açıdan çözüme kavuĢturulamamıĢ ve her geçen yıl daha da önemli bir sorun
alanı haline gelen göçmenlik ya da mülteciliğin, egemen yurttaĢlık anlayıĢının içinden bir bakıĢla ele
alınmasının açmazlarına iĢaret ederek 21. Yüzyıl için evrensel bir yurttaĢlık düĢüncesinin ihtiyaç
duyduğu siyaset biçimine Arendt ve Agamben üzerinden bir açılım sağlayabileceğimize iĢaret ediyor.
* Yrd. Doç. Dr., GümüĢhane Üniversitesi, ,Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Bölümü, salih.akkanat@gmail.com
1
SINIRIN ĠKĠ YAKASI: YURTTAġ VE MÜLTECĠ
Agamben, özellikle Birinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra yeni kurulan ulus-devletlerle birlikte azınlık
statüsüne düĢen veya göçe sürüklenen milyonlarca insanın varlığının, egemen hukuk sistemi ve
evrensel insan hakları değerleri açısından yarattığı açmaza dikkat çekmektedir (Deranty, 2004).Ona
göre göçmen mültecinin içinde bulunduğu insanlık durumu, hukuki açıdan bir bakıma toplama
kampındaki insanın durumuna benzer. Devletin asli yurttaĢlarının sahip olduğu haklara sahip olmadan
ikamet eden birinin durumu, hukukun koruması altında olmayan birinin durumu olarak istisna halinde
bir yaĢama karĢılık gelir. Ġnsanın, istisna halinde, öldürülebilen ancak öldürülmesi ceza gerektirmeyen
bir varlığa yani çıplak hayata dönüĢür (Salter, 2008: 365-380); ve bu durum, günümüzde de kurulmaya
devam eden göçmen kampları bağlamında istisnanın norm haline dönüĢtüğünün açık kanıtlarından
biridir (Castles veMiller, 2008: 145-146). Çıplak insan, mültecinin Ģahsında, istisnanın artık kural
haline geldiğini sergileyen bir anahtar sözcüğe dönüĢmektedir (Balibar, 2008b: 153). Mültecinin
sergilediği veya dıĢa vurduğu Ģey, biyosiyasal iktidarın çıplak hayatı, ulusun siyasal bedeninden
arındırmasının bir sonucu olarak yurttaĢ kimliğinin dayandığı Ģiddet olgusudur.
Agamben, mültecinin ulusun siyasal bedeninden neden dıĢlandığının anlaĢılabilmesi için yurttaĢ
kimliğinin egemen iktidara olan bağımlılığının bilinmesi gerektiğini savunur. YurttaĢ, Benjamin‘in
deyiĢiyle, modernite bağlamında, ―insanın kutsallığı dogmasının‖ öznesidir (Haverkamp, 2005: 9951003). Bunun anlamı, Aydınlanmadan beri yüceltilen insanın devredilemez ve doğuĢtan gelen temel
haklara sahip bir varlık olarak tanımlanmasının bir soyutlama olduğu; bunun ötesinde yurttaĢın,
devlet-ulus-toprak/ülke arasındaki bağın hukukileĢtirilmesinin bir ürünü olarak, egemen iktidarın
kararıyla iliĢkisinin kurulamamasıdır. Egemenin, egemenlik hakkının (Imperium) temeli, babanın
erkek çocuk üzerindeki vitaenecisquepotestas‘ında olduğu gibi, insanın insanlığına karar vermektir.
BaĢka bir deyiĢle, yurttaĢ, egemenin öldürebilme hakkının simgesidir. Modern düĢüncede kutsallık
atfedilerek siyasal hayata sokulan insan, ―egemen yasaklamaya dâhil olan ilk hayat figürünü sun(ar) ve
siyasal boyutun ilk olarak yaratılmasını sağlayan ilk dıĢlamanın hatırasını‖yaĢatır (Agamben, 2001a:
113). Kutsal hayatın, gerek dini gelenekte gerekse eski Roma hukukunda ―kurban edilemeyen fakat
öldürülebilen hayat‖ anlamına geldiğine dikkat çeken Agamben (2001a: 112), insanın kutsallığının
aĢkın bir gücün dolayımı olmaksızın düĢünülemeyeceğini; bu anlamda kutsallığın, aynı zamanda
meĢru olarak öldürme hakkına karĢılık geldiğini belirtir. Bu durumda, kutsallık, ―çıplak hayatın hukuk
düzenine dâhil ediliĢinin ilk(el) biçimidir ve homo sacer tabiri, ilk ‗siyasal‘ iliĢkiye benzer bir Ģeyin,
yani, egemenin hükmünün/kararının nesnesi olarak içleyici bir dıĢlama içinde iĢleyen çıplak hayatın
adıdır. Hayat egemen istisna içinde kaldığı sürece kutsaldır‖ (Agamben, 2001a: 115).
Nitekim Agamben, modern demokrasinin temeli sayılan 1679 tarihli habeascorpus fermanına,
―çıplak hayatın siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği ilk olay‖ olarak atıf yapar. Aynı Ģekilde,
1215 tarihli Magna Carta‘da kral, tebaasının fiziksel özgürlüğünü garanti ederken çıplak hayata
gönderme yapmaktadır. Burada dikkat çekilmesi gereken, modernite bağlamında hakların taĢıyıcısı ve
yeni egemen özne olarak ortaya çıkan yurttaĢ kimliğinin oluĢumunun egemen istisnaya olan
içkinliğidir. YurttaĢ yurttaĢlığını, bedeninin (Corpus) veya çıplak hayatının hukuksal-siyasal
hayatından tecrit edilmesine borçludur (G. Agamben, 2001a: 165). Hukukun geçerli olabilmesi, bir
bedeninin olabilmesi; bir bedeni veri almasını, bir beden üzerinden iĢlemesini gerektirir. Modern ulusdevlet, iĢte bu kutupsallığı temel alır; yurttaĢlık hukukunun geçerliliği, yurttaĢın çıplak hayatının
üretilmesine ihtiyaç duyduğu gibi mültecinin yabancı bedeninin sürülmesini de zorunlu kılmaktadır
(Balibar, 2008c: 90).
Agamben‘e göre (2001a: 194), insan ile yurttaĢın, insan hakları ile yurttaĢlık haklarının ayrılması
ve kutupsallığı, çıplak hayatın siyasal hayattan dıĢlanmasının zorunlu sonucudur. Agamben, insan
hakları bildirgelerinde, egemenliğin temeli olan çıplak hayatın artık devlet siyasetinin hem nesnesi
hem de öznesi haline geldiğine dikkat çeker. Ġnsan haklarının taĢıyıcı öznesi olarak tanımlanan
yurttaĢın (Marshall, 2006: 8; Bottomore, 2006: 88), egemenlik alanının kuruluĢu için dıĢlanan çıplak
hayatı, Ģimdi mültecinin Ģahsında yeniden ortaya çıkmaktadır. Mülteci, egemenliğin temelinde yatan
hayat ve hukuk arasındaki Ģiddet iliĢkisini açığa çıkarır; herhangi bir hukuksal-siyasal düzenin hayatın
dıĢlanmasına dayalı egemen istisnaya içkinliğini teĢhir eder. Agamben‘e göre (2001a: 176) mülteci,
―doğum-ulus [iliĢkisin]den insan-vatandaĢ iliĢkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal
biçimde kuĢku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (…) ayrı ve istisna sayılmadığı bir
2
siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın yolunu (…) açan sınırlı bir kavramdan daha az bir Ģey
değildir.‖
ĠNSAN HAKLARININ PARADOKSU
Agamben‘in mülteciyi ve mülteci kamplarını hangi anlamda çıplak hayatın istisna sayılmadığı bir
yaĢam veya siyaset biçiminin ufkunu oluĢturan bir sosyal kategori ve siyasal özne olarak gördüğü
sorusu, Agamben‘in siyasal ontolojisinin ana hatlarını belirlemek bakımından önem taĢır. Ancak buna
geçmeden önce, Agamben‘in yeni bir siyasal ve tarihsel bilincin paradigması olarak sunduğu
mültecinin Ģahsında, Ģiddeti kurumlaĢtıran kategoriler olarak yurttaĢ ve insan hakları gibi ulus-devletin
siyasal-hukuksal düzeniyle yakından bağlantılı kavramların ayrıcalıklı statülerinin sorgulanması
özellikle yurttaĢ hakları ve insan hakları eksenli siyaset biçimlerinin açmazlarını göstermek açısından
önem taĢımaktadır. Agamben‘in mülteciyi neden ulus-devlet hukukunu krize sokan ve onu aĢma
potansiyeli taĢıyan yegâne siyasal özne olarak gördüğü sorusu bu tartıĢma çerçevesinde açıklık
kazanmaktadır.
Agamben (2009a: 46), Arendt‘in 1943 yılında kaleme aldığı ―Biz, Mülteciler‖ baĢlıklı makalesini
ve Totalitarizm‟inKökenleri‘nin ikinci cildinin dokuzuncu bölümü olan ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve
Ġnsan Hakları‘nın Sonu‖ baĢlıklı denemesini, ulus-devletin hukuksal-siyasal kategorilerinin
açmazlarını teĢhir eden ve mülteciyi, ―gelecek (tocome) bir siyasal toplumun biçim ve sınırlarını
görebildiğimiz‖ bir kategori olarak sunan temel baĢvuru kaynakları arasında gösterir. Buna göre,
mülteci, hukuk ve haklar düzeninin ontolojik boyutunu görünür kılmanın yanı sıra bugüne kadar
siyasal özneyi temsil etmek için baĢvurulan kavramlardan (ulus-devlet hukuku çerçevesinde
biçimlenmiĢ veya yapılanmıĢ olmaları nedeniyle) vazgeçilmesine de aracılık etmektedir(Agamben,
2009a: 46).
Arendt, Birinci Dünya SavaĢı‘nın bitiminde Avrupa siyasal sistemlerinin daha önce uğraĢmak
zorunda kalmadıkları siyasal ve hukuksal bir sorunla yüz yüze geldiklerinden bahseder: ―Hiçbir yere
kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan göçmen gruplar‖ (Arendt, 2009: 255-256). 1914
SavaĢı, Avrupa‘nın sadece coğrafi ĢekilleniĢi veya toprak paylaĢımı bağlamında değil bu paylaĢım
mücadelesinin öncesinde ve sonrasında siyasal düĢüncenin temel topografik mekânı olmaya devam
eden ulus-devlet düzeninin dayandığı değerlerin ―gizli yanlarını‖ ortaya sermesi bakımından da bir
dönüm noktası oluĢturmuĢtur(Arendt, 2009: 256). Yeni ulus-devletlerin kurulması veya ulusdevletlerin içindeki nüfusun bir bölümünün hukuksal statülerinin yeniden tanımlanması; göçmen,
mülteci veya azınlıklar gibi, ―çevrelerindeki dünyanın kurallarının ansızın artık geçerli olmadığını
hisseden (…) (kendilerini) giderek istisna bir konumda‖ bulan yeni toplumsal (ya da toplum-dıĢı)
kategoriler yaratmıĢtır (Arendt, 2009: 256). Ulus-devlet-toprak arasındaki bağın bir an için kopması ve
yeniden kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkan bu gruplar, ―anayurtlarından ayrıldıklarında artık
yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun
bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar‖(Arendt, 2009: 256).
Agamben‘in(2009a: 48) Arendt‘e dayanarak iĢaret ettiği gibi, bu durum, ―saf insan gibi bir Ģey için
ulus-devletin siyasal düzeni içinde otonom bir alan olmadığı(nı)‖ gösterir. BaĢka bir sıfatı haiz
olmaksızın insanın insanlığının, ulus-devletin yasaları tarafından korunmasının tasavvur edilemez
olması, ulus-devlet sisteminin bir gerçeğidir. Arendt, bir devlete üyelikle, ulusa mensubiyetle veya
toprağa aidiyetle bağını yitirmiĢ birinin, devredilemez diye düĢünülen insan haklarından ve bu hakları
teminat altına alan Ġnsan Hakları Bildirgeleri‘nin yükümlülüklerinden yararlanamaz hale geldiğini
gözlemler. Egemen ulus-devlet düzeninin krize girmesiyle birlikte, devletsiz, yurtsuz ve hukuksuz
kalan milyonlarca insan, artık ne bir yurttaĢlık hukukunun ne de insan hakları hukukunun öznesidir.
Bir diğer ifadeyle, egemen ulus-devletlerden oluĢan bir sistemde, ―kendi ulusal yönetiminden yoksun
bir halk (…) insan haklarından da yoksun‖ kalmaktadır (Arendt, 2009: 264). Diğer taraftan, Milletler
Cemiyeti, BM Devletlerarası Mültecilik Komitesi (1938) ve BM Uluslararası Mülteciler Örgütü
(1946) gibi uluslararası kuruluĢlar, bir devletin hukuki koruması altında bulunmayan ya da yurttaĢlık
hukukundan sınırlı olarak yararlanan insanlar karĢısında sorunu aĢmak için bir çözüm bulmak yerine
ulus-devlet mantığını yeniden üreten düzenlemeler geliĢtirmekle yetinmektedir.
Arendt‘e(2009: 269) göre, devletsiz halkların ortaya çıkıĢı ve insan haklarının evrenselliği
ilkesinin uygulamada da çökmesi, ―devletin, yasaların bir aygıtı olmak yerine ulusun aygıtına
3
dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını,‖ ―ulusun, devleti fethettiğini‖ gösterir. Arendt(2009: 269) bunun
tarihin olumsal bir geliĢimi olarak değil, ulus-devlet yapısının içkin bir sonucu olarak görülmesi
gerektiğini söylemekle birlikte, yine de ulus-devletin her zaman ―keyfi yönetime ve despotizme karĢı
hukukun egemenliğini temsil‖ ettiğini söyler. Bu nedenle, devletsizlerin ve yurtsuzların ölüme
terkedilmesine yol açan hukuki sonucu, ―ulusal çıkar ile yasal kurumlar arasındaki dengenin‖
demagojik tahrik ve gerçekçi olmayan Ģovenist çıkar politikalarının etkisiyle bozulmasına bağlar.
Devletlerarasında ortak çıkarlar sözkonusu olduğunda egemenliğin mutlaklaĢması ertelenmiĢ; ancak,
çıkarlar arasında dengesizliğin ortaya çıktığı ilk anda, ―sakinlerinden kurtulmasına izin veren (…)
yasalar çıkarmamıĢ tek bir ülke bile‖ kalmamıĢtır (Arendt, 2009: 274).
Bir devletin otoritesine doğuĢtan üyeliğin tanıdığı doğal yurttaĢlık haklarının korumasından
yararlanamayan ve böylece hukuk tarafından terk edilen insanlar, polisin faaliyet alanında
kovuĢturulan adli suçlulara dönüĢürler. Arendt, Benjamin‘in tutumuna benzer bir tarzda, polisin
mültecilik ve göçmen sorunu bağlamında, hukuktan bağımsız bir mevcudiyet kazanmaya baĢladığına
dikkat çeker. Yerel veya evrensel herhangi bir hukukun korumasından muaf tutulan mültecinin varlığı
nedeniyle polis, ―Batı Avrupa‘da ilk kez kendi bildiği gibi hareket etme, insanlar üzerinde doğrudan
hâkimiyet kurma yetkisine sahip‖ olmuĢtur(Arendt, 2009: 289). Arendt‘e göre, totaliter rejimlerin
belirleyici özelliği olan polis iktidarının kurulması, devletsizlerin ve potansiyel devletsizlerin nüfusa
oranının artmasıyla paralel bir geliĢme olarak görülebilir. Bir bakıma, hukuk tarafından terk edilen
mülteci, ulus-devlet sisteminde yegâne resmi muhatabı olarak polisin kanundan boĢalmasına yol
açmaktadır.
Ancak, insanın devredilemez haklara sahip bir varlık olarak koyutlanmasının ve ulusal hukukun,
insanın indirgenemez haklarını doğal bir veri olarak esas alacağı varsayımının bir soyutlama olduğu
gerçeği, ―insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve (…) onları koruyacak hiçbir otorite
ve onları koruyacak hiçbir kurum kalmadığında‖ ortaya çıkmıĢtır (Arendt, 2009: 296). Bir diğer
ifadeyle, ―kalıtımsal özelliklerinin ve soylarının esiri olmaktan kurtulan insanlar toprak/ulus/devlet
ittifakının yeni üçlü hapishanesi içine hızla kapatıldıklarında, [insan ve yurttaĢ haklarının özdeĢliği]
aksiyomu doğmakta olan gerçekliğini hızla yitirdi ve neredeyse unutuldu; ‗insan hakları‘ ise (…)
devletin öznesi, ulusun mensubu ve toprağın meĢru sakini arasında kiĢisel bir birliğin ürünü olarak
yeniden tanımlandı‖(Bauman, 2009: 193).Bu açıdan bakıldığında, Arendt(2009: 303)insan haklarının
yeniden tanımlanmasına yol açan dönüĢümün, insanın yasalar karĢısında eĢit olarak tanımlanmamıĢ
olmasından çok; ―onlar için bir yasanın var olmaması(ndan); ezilmeleri değil, kimsenin onları ezmek
istememesi(nden)‖ kaynaklandığını söyler.
Ancak Arendt yine de Bildirge‘de ifade edilen temel insan hakları düĢüncesini eleĢtirmekle
beraber geçerli ve uygulanabilir bir insan hakları kavramının mümkün olup olmadığını araĢtırır
(Çelebi, 2009: 90). Yurdun yitirilmesi ve yeni bir yurt bulmanın imkânsızlığı ile siyasi bir yönetimin
korumasının yitirilmesinin açığa çıkardığı paradoks; baĢka bir deyiĢle, insan haklarının yurttaĢ
haklarına dayanmaksızın sadece bir soyutlamadan ibaret kalması, Arendt açısından, her Ģeyden önce
insanın siyasi varoluĢunu yitirmesinin bir sonucudur. Arendt‘in Aristoteles‘den hareketle söylediği
gibi, hukuksal-siyasal alanın oluĢumunu önceleyen konuĢma ve eyleme yetisi ile insanın topluluk
içinde yaĢayan siyasal bir varlık olma özelliğinin yitirilmesi, insan haklarının çökmesinin birincil
nedenidir. Bu nedenle, Arendt, insan hakkının ulusal bir topluluğa üyelikten önce, ―hiçbir tiranın
alamayacağı insanlık durumunun genel bir özelliği olarak‖ siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık
geldiğini belirtir (Arendt, 2009: 305)ve bu hakkı, ―haklara sahip olma hakkı‖ (Arendt, 2009: 304;
Hamacher, 2004) olarak adlandırır.
Ġnsanın yurdunu, bir siyasi yönetimin veya hukukun korumasını yitirmesi ve giderek insan olma
hakkından muaf tutulması, hukukun ontolojik temelini oluĢturan ―haklara sahip olma hakkı‖nın
yitirilmesiyle yakından iliĢkilidir. Arendt, böylece, doğal hukuk ve pozitif hukuk gelenekleri
tarafından ya soyut hipotetik bir ilkeye ya da ulus-devlet-toprak üçlüsüne bağlanan insan hakkının,
haklara sahip olma hakkı yoluyla öncelikle siyasal bir hak olduğunu açıklamaya çalıĢır. Buradan
hareketle, hukuksal-siyasal düzen içinde iĢlenen ve doğal veya pozitif hukuk yoluyla kolayca
meĢrulaĢtırılabilen insan hakkı ihlallerinin (Reemtsma, 1998: 69), siyasal olanın önceliği ve üstünlüğü
üzerinden sorgulandığında, meĢruiyet temellerinin çökeceği varsayılır.
4
Dolayısıyla, Arendt açısından, daha temel olan hakkın, örgütlü bir insan topluluğuna mensup
olmaya iliĢkin temel bir hak olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, haklara sahip olma hakkı, ancak
―doğumumuz sırasında tanımlandığımız niteliklerimiz yoluyla değil, (…) edimlerimiz, ifadelerimiz ve
düĢüncelerimiz doğrultusunda yargılandığımız politik bir toplulukta hayata geçirilebilir‖ (Benhabip,
2006: 69).
Bu nedenle haklara sahip olma hakkı, yukardan atfedilmiĢ yasa ve haklara indirgenebilecek
herhangi bir hukuki ilke değildir; tam tersine, ―çoğulluktan kaynaklanan, hakları ve yasaları kuran‖ bir
gücü ifade eder (Mutman, 2009: 196). Haklara sahip olma hakkı, hukukiliği mümkün kılan hakların
yaratım sürecine, demos‘un doğrudan katılımına gönderme yapar. Yaratım sürecinden soyutlandığında
haklar, teknik ve idari bir ödev ve zorunluluk konusu haline gelir (Çelebi, 2009: 92).
Arendt‘e göre haklara sahip olma hakkı, insan haklarına olası herhangi bir baĢvurunun temel
dayanak noktasıdır. BaĢka bir ifadeyle, insan hakkı, Arendt‘in bakıĢ açısından öncelikle haklara sahip
olma hakkına karĢılık gelmektedir. Aynı Ģekilde, haklara sahip olma hakkının teminatı da insanlığın
kendisidir. Ancak Arendt (2009: 308), bu tür bir insanlık hakkı düĢüncesinin ―hala egemen
devletlerarasında var olan anlaĢmalara göre iĢleyen uluslararası hukukun mevcut sahasını‖ aĢtığını; bu
nedenle, ulus-devletin ötesinde var olan bir insanlık alanının henüz açılmadığını söyler. Bununla
birlikte Arendt, dikkat çekici bir Ģekilde, ―dünya hükümeti‖ kurulmasının da insan ve yurttaĢ hakları
ikilemini çözmek için uygun bir öneri olmadığını düĢünür. Çünkü ona göre dünya hükümeti
düĢüncesinde somutlaĢan ve herkesi içine alan kapsayıcı bir iyilik anlayıĢı totaliter devletlerin iyilik
anlayıĢıyla benzer yapıdadır. Sekülerizmin sonucu olarak geliĢen araçsal akıl, hakkı ―-için iyi‖ ile
özdeĢleyen bir yasa anlayıĢıyla sonuçlanmaktadır. Bu durumda, ―-için iyi‖nin öznesi aile, halk veya en
geniĢ sayı olarak insanlık olabilir; ancak bu araçsal iyilik anlayıĢı, ―insanlığın günün birinde bazı
parçalarını tasfiye etmenin bir bütün olarak insanlık için hayırlı bir iĢ olacağına tamamen demokratik
bir biçimde –yani çoğunluk yoluyla- karar verecek‖ olması ihtimalini dıĢarıda bırakmaz (Arendt,
2009: 309). Eklemek gerekir ki Arendt bu sonucu, insan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulması
durumunda karĢımıza çıkacak bir olgu olarak ele almaktadır.
Ġnsan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulduğunda öngörülmeyen sonuçların ortaya çıkma
ihtimali, seküler insanın dünyayı kendi yapıtı ve tasarımı olarak sahiplenmek istemesinin bir
sonucudur. Arendt, uygarlığın geliĢimiyle beraber, insanın kendi üretmediği ve sadece ona verilmiĢ
olan gizemli her Ģeye karĢı bir tür hınç beslediğini gözlemler. Ġnsanlar ancak kendi ürettikleri dünyada
kendilerini evlerinde hissedeceklerdir. Bu nedenle insan haklarının insanın eylemleriyle müdahil
olduğu bir alanda yani siyasal ve kamusal alanda Ģekillenmesi ya da somutluk kazanması gerekir. Bir
siyasal topluluğa üyelik hakkından, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkından dıĢlanmıĢ insan,
herĢeyden önce kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun kılınmıĢ; baĢka bir ifadeyle, siyasal
varoluĢu elinden alınmıĢ biridir. Arendt(2009: 312) insanın bu durumunu, insan yapımı olmayan
Ģeylere duyulan nefrete benzetir ve özel alanla iliĢkilendirir. Siyasal alan, ―bu özel alana duyulan
derine kök salmıĢ bir kuĢkudan; her birimizin, olduğu gibi, tek, biricik, değiĢtirilemez yaratıldığı
gerçeğinde kapsanan tedirgin edici bir mucizesine karĢı derin bir hınçtan‖ doğmuĢtur. Özel alana
duyulan hınç, ―salt verilmiĢliğin oluĢturduğu karanlık arka plan(a), yani bizlerin değiĢtirilemez, eĢsiz
doğamızdan oluĢan (…) yabancıya‖ duyulan hınçtır (Arendt, 2009: 313). Agamben‘in deyiĢiyle,
Bios‘unZoē‘ye düĢmanlığıdır söz konusu olan.
Ancak siyasal faaliyetin Arendt‘in öngördüğü gibi sadece birlikte eyleme kapasitesine karĢılık
gelen uyumlu bir birlikte varoluĢa değil aynı zamanda dıĢlama pratiklerine kolaylıkla yönelebildiğine
değinmek gerekir. Bundan dolayı, ―siyasal eylemin sonucu olan insanlığın belli bir mekânda
konumlanmıĢ siyasal topluluklardan farklı olarak insanları benzer biçimde sürgüne
göndermeyeceğini(n), yurttaĢlıktan çıkarmayacağını(n)‖herhangi bir garantisi yoktur (Çelebi, 2009:
99). Demokrasinin mülteci sorununda görüldüğü gibi yurttaĢlık kavramının krizine yönelik çözüm
noktasında ortaya çıkan yapısal açmazları, siyasetin özünün aynı zamanda topografik bir soruyla
iliĢkili olabileceğini göstermektedir. Arendt‘in siyaset düĢüncesinin siyasal olan-toplumsal olan,
kamusal alan-özel alan ayrımları çerçevesinde yapılandığı düĢünüldüğünde, bu ayrımlar ile mülteciyi
veya yabancıyı dıĢlayan sınırı üreten ayrımlar arasında bir bağlantı olduğunu söylemek gerekir.
5
Nitekim Arendt‘in haklara sahip olma hakkının gerçekleĢeceği verili çerçeve olarak ulus-devleti
temel almıĢ olabileceği hatırlatanınca, onun siyasal düĢüncesinin aĢmaya çalıĢtığı paradoksları yeniden
üreten bir yapıya sahip olduğu daha iyi anlaĢılır. Bu açıdan örneğin Benhabib (2006a: 7374)Arendt‘de ―halkın egemenliği‖ fikrinin, kendisini egemen olarak tanımlayan ve kendini, kendi
kanunlarını yapan politik bir organ olarak yapılandıran bir halkın öz örgütlenmesine ve politik
iradesine karĢılık geldiğine dikkat çekerken, Arendt‘in ulus-devleti, uygulamada olmasa bile ilkesel
olarak yurttaĢlık haklarını hayata geçirebilecek bir sistem olarak gördüğüne atıf yapar. Benhabib‘e
göre (2006a: 75) Kant gibi Arendt‘in düĢüncesi de ―geçici misafirliği [ziyaret hakkını] üyelik hakkına
ulaĢtıracak felsefi ve politik son adımı‖ atmadan son bulur. Her ne kadar Arendt, insanlar arasındaki
eĢitsizlikleri ve dıĢlanmaları eĢit haklara dayalı bir rejime dönüĢtürmeyi amaçlarken, her cumhuriyetçi
anayasa fiilinin ―içerdekiler‖ ve ―dıĢarıdakiler‖ ayrımı yaratması ihtimalinden daha doğrusu
açmazından bahsetmiĢ olsa da; ―her birey için öngördüğü evrensel ahlaki hak (bir siyasal topluluğa
üyelik hakkına karĢılık gelen haklara sahip olma hakkı), politik ve hukuki olarak o kadar kesin
biçimde sınırlandırılmıĢtır ki, dâhil etmeye iliĢkin tüm eylemler kendi dıĢarıda bırakma biçimlerini‖
üretme potansiyeli taĢımaktadır(Benhabib, 2006a: 76).
Arendt‘in insan haklarının paradoksuna toplumsal/siyasal, özel/kamusal ayrımları temelinde anlam
kazandırmaya çalıĢması, mülteci sorununun kökenini bir siyasal topluluğa üyelik hakkından
dıĢlanmaya bağlaması, siyasal alanının kuruluĢunu ontolojik bir kapanma olmaksızın tasavvur
edemediğini göstermektedir. Kurucu siyasal güç, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkı, kurulu
iktidara dönüĢerek kurumsal bir siyaset düzenine yol açar. Arendt‘in haklara sahip olma hakkının
ancak bir siyasal toplulukta yani bir yurttaĢlık düzeninde hayata geçirilebileceğini söylemesi, kurucu
siyaset uğrağının kurulu siyaset düzenine dönüĢmesinin zorunluluğuna iĢaret eder. Arendt‘in hukuk
düzeninin meĢruiyetini soyut bir normlar düzleminden değil siyasal eylem alanından türetmeyi
amaçladığı görülür. Ancak bu durum siyasal olanın, Arendt‘in düĢüncesinde, hukuk ve haklar alanının
biçimlendirilmesi amacına yönelik bir tür hukukileĢtirme faaliyetiyle sınırlı tutulduğu anlamına gelir.
Dolayısıyla, kurucu iktidarın kurulu iktidar düzenine dönüĢmesinin zorunluluğu, sınır sorununu
yeniden üreten bir sonuç doğurur. Siyasallığın kurucu gücü kendi dıĢarısını üretmeksizin, siyasalhukuksal bir mekânı yurt edinmeksizin kendini geçerli kılamaz.
JacquesRancière‘de (2005: 98), Benhabib‘inArendt eleĢtirisine yakın bir tutumla, Arendt‘in
yaklaĢımının arkhi-politik özelliğinin ulaĢmaya çalıĢtığı sonuçlar açısından bir tutarsızlık yarattığına
değinir. Ġnsan haklarının açmazını betimlemek amacıyla Arendt‘in, mülteci veya göçmen statüsündeki
insanlar için sorunun, bir yasanın varlığından çok var olmamasından; yasanın onları ezmesinden çok
kimsenin onları ezmek istememesinden kaynaklandığına iliĢkin sözlerini hatırlatan Rancière‘e göre
(2009: 54) ―bu ifadenin açıkça müstehzi tonunda sıradıĢı bir Ģeyler söz konusudur.‖Rancière açısından
Arendt‘in mültecinin statüsünü hukukun ve ezilmenin ötesinde bir durum olarak tasavvur etmesi,
mültecinin siyasal öznelliğinin göz ardı edilmesidir. Hukukun dıĢına itilmiĢ olmak siyasetin dıĢına
itilmiĢ olmakla eĢanlamlıdır. Oysa Rancière‘e göre siyaset, Arendt‘in nerdeyse siyaset öncesi bir olgu
olarak kabul ettiği, kamusal alan-özel alan veya siyasal hayat-toplumsal hayat ayrımlarını belirleyen
―sınıra‖ iliĢkin bir eylemdir. BaĢka bir deyiĢle siyaset, bu ayrımları belirleyen sınırın nereye
çizileceğine iliĢkin olarak ―bu sınırı yeniden gündeme getiren bir etkinliktir‖ (2009: 59).Arendt
mülteci sorununu, kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun bırakılması anlamında,
mültecinin saf verililiğin karanlık arka planı olarak özel alana kapatılmasına bağlarken, siyasetin
özünü gözden kaçırmaktadır. Rancière(2009: 59; 2005: 71-93) siyaseti, tam da ―neyin verili olduğu
hususunda ya da Ģeyleri verili olarak gördüğümüz çerçeve hakkında bir uyuĢmazlık‖ olarak tanımlar.
Ġnsan ve yurttaĢ hakları arasındaki paradoksun çözülmesi, bu nedenle yurttaĢı ve mülteciyi bir
birini dıĢlayan iki ayrı kategori olarak değil iki ayrı siyasal özne olarak ele almayı gerektirir. Siyasal
özneler, önceden belirlenmiĢ bir sınırın iki yanına sıralanmıĢ topluluklar değil ―daha ziyade içlerine
kimlerin dâhil edileceği konusunda bir sorunsal ya da ihtilaf ortaya koyan artık adlardır‖ (Rancière,
2009: 58; Rancière, 2006).Buradan hareketle Rancière (2009:57-58)Arendt‘in insan haklarını iki
alternatifi olan bir açmaz olarak betimlediğini söyler: ―ya vatandaĢ hakları insan haklarıdır –halbuki
insan hakları siyasallığından arınmıĢ kiĢilerin hakları demektir; bu durumda, bu haklar hiçbir hakkı
olmayan insanların hakkıdır, ki bu da bir hiç anlamına gelir- ya da insan hakları vatandaĢ hakları, yani
Ģu ya da bu hukuk devletinin vatandaĢı olmak sonucunda haiz olunan haklardır. Bu da insan haklarının
6
zaten hak sahibi insanların hakları olduğu anlamına gelecek ve bir totolojiyle sonuçlanacaktır. Ya
hiçbir hakkı olmayan insanların hakları ya da zaten hak sahibi olan insanların hakları.‖
OysaRanciere‘e göre (2009: 58), Arendt‘in siyasal ontolojisinin öngöremediği üçüncü bir alternatif
daha vardır: ―Ġnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip
olanların haklarıdır.‖ Böylece, yurttaĢı ve mülteciyi ayıran sınır ne önceden belirlenmiĢ ve sabit bir
sınır olarak görülebilir ne de yurttaĢ ve mülteci sabit kategorilerdir. Balibar‘ın dediği gibi, hak, haklara
sahip olma isteği doğrultusunda mücadele edenlerin kolayca ihlal edebildiği, ama aynı zamanda
mevcut hak kavramının sınırlarıyla da oynadıkları esnek bir zeminde oluĢur. Balibar‘ın(2008e: 66)
―sınırların demokratikleĢtirilmesi‖ olarak adlandırdığı bu durum, ―insan haklarıyla yurttaĢ haklarının,
sorumlulukla militan taahhüdün somut bir eklemlenmesini Ģekillendirir.‖ Sınırları
demokratikleĢtirmek, ―sınırı insanların hizmetine koymak, kolektif denetimlerine açmak, sınırı onların
kendi egemenliklerinin nesnesi kılmak‖ anlamına gelir (Balibar, 2008f: 138). Böylece ulus-devletin en
büyük dıĢ politika miti olan ―doğal sınırlar‖ kavrayıĢı ve doğumlulukla yurttaĢlık statüsü arasındaki
doğal ontolojik bağ, sınırların olumsallık bağlamına sokulmasıyla birlikte, egemenliğini yitirir.
Geleneksel ulus-devlet egemenliğinin sona eriĢinin sonrasında post-ulusal bir egemenliğin
baĢlangıcının öncesinde olduğumuzu savunan Balibar‘a göre (2008g: 198), yurttaĢlık hukuku,
―yalnızca bir temel ya da çerçeve değil yeni açılımlara çağrıda bulunan‖ bir politeia [Balibar‘ın
ifadesiyle yurttaĢlığın kuruluĢu] sürecinin nesnesidir (2008h: 226). Bu nedenle, ―nesnel bir biçim
olarak anayasanın değil‖ ancak yurttaĢlığı kuran öznelliğin bakıĢ açısını yansıtmaktadır (2008h: 226).
Arendt siyaseti, kurucu iktidarın gücü üzerinden temellendirmeyi ve demokrasiyi kurucu bir süreç
olarak yapılandırmayı amaçlarken antagonist bir Ģema yerine çizgisel bir doğrultuda ilerleyen liberal
anayasacılık modelinin hermenötiği içine sıkıĢmıĢtır. Nitekim Arendt‘in(1977) bu sonuca varması,
Fransız Devrimi yerine Amerikan Devrimi‘ni kurucu iktidarı temsil edici bir model olarak sunmasıyla
da örtüĢür.
Negri, Arendt‘in Amerikan Devrimi‘nde gözlemlediği siyasal özgürleĢim deneyiminin ontolojik
bir baĢlangıca iĢaret etmekten çok giderek bir iktidarın dolayımına ve üretimine ihtiyaç duyan bir
özgürlük mekânı olarak siyasal alanın korunmasıyla iliĢkilenebileceğinin üzerinde durur. Bu nedenle,
Arendt‘de kurucu iktidar, ontoloji düzleminden baĢlayarak giderek iletiĢim ve iĢbirliği topluluğunun
muhafazakâr düzlemine doğru kaymaktadır (Negri, 1999: 19). Schmitt‘in egemen karar ve cemaat
arasında kurduğu iliĢkiye benzer bir iliĢkinin Arendt‘in düĢüncesinde bir potansiyel olarak
bulunabileceğini söyleyen Negri (1999: 19), yasanın askıya alınmasındaki (görünüĢte olumsuz) kurucu
kararla bu kararın yol açtığı (olumlu) yapı arasındaki içkin bağa atıf yapar: ―Ġlk karar ne kadar
olumsuz bir karar gibi görünürse o derece köklü bir dizi temellendirici, yaratıcı, dilsel ve anayasal
olanaklar yaratır.‖ Bu açıdan ancak Arendt‘in kurucu iktidar tanımının ontolojik yoğunluğu içinde,
gerek Arendt‘in gerekse Schmitt‘in düĢündüğü anlamda, bir topluluk hissi geliĢtirilebilir. Negri (1999:
19), Arendt‘in kurucu iktidar kavramının yoğunluğunun, onu, ontolojik açıdan doğurgan ve toplumsal
açıdan da bununla bağlantılı bir temel/yapı‖ önermeye ittiğini söylemeye çalıĢır.
Negri‘nin Arendt eleĢtirisi özellikle Agamben‘in insan haklarının açmazını anlama giriĢimine
iliĢkin konumunu aydınlatmaya yardımcı olabilir. Agamben‘in hareket noktasının Negri‘nin
eleĢtirisine benzer bir temelden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Kurucu iktidarın kurulu
iktidara, anayasa gücünün anayasama gücüne, çokluğun Bir‘e veya egemenliğe dönüĢme olasılığı
mültecinin dıĢlanmasıyla sonuçlanan bir diyalektik üretir. Kurucu iktidar, Negri‘nin tartıĢmasında da
görülebileceği gibi, varlığın mekânsal açıdan değil ancak zamansal açıdan inĢası temelinde anlam
kazanmaktadır. Arendt, siyaset ve hukuk/hak alanları arasında diyalektik bir iliĢki öngörmüĢ olsa da
sınır üzerinden iĢleyen ulus-devlet-toprak arasındaki ontolojik bağı nihai olarak kesen bir siyaset
biçimine dayanmamıĢtır.
Agamben‘e göre bu sonucu doğuran, Arendt‘in çalıĢmalarının biyosiyasal perspektiften yoksun
olmasıdır. Biyosiyaset, zoē‘ninbios‘tan yalıtılması yoluyla iĢler; oysa Arendt‘in siyasal düĢüncesinin
özü, tam da zoē ve bios ayrımına dayanır. Arendt‘in kurucu iktidarını kurulu iktidara bağımlı kılan,
zoē‟ninbios‘a dönüĢmesinin öngörülmüĢ olmasıdır. Zoē‘nin insanlığı ancak bios içinde
sağlanabilmektedir. Ġnsanın siyasal varoluĢ kapasitesine sahip bir varlık olarak tanımlanması aynı
zamanda çıplak hayatın olumsuzlanmasını içermektedir. Bu bir dıĢ olmaksızın siyasal alanın
7
kurulamayacağını ifade eder. Bu nedenle biyosiyaset, siyasetin çıplak hayat üzerinden iĢlemesi
anlamına geldiği ölçüde Arendt, gerek totalitarizmi gerekse mülteciyi üreten mantığı açıklamakta
zorlanmaktadır. Nitekim totaliter devletlerin mutlak tahakküm çabasının bir ürünü olarak gördüğü
toplama kampının, ancak uç durumlarda mümkün olabileceğini söylerken; Arendt‘in, modern siyaset
düzeninin biyosiyasal niteliğini gözden kaçırdığını söylemek mümkündür. Oysa Agamben(2001a:
159) açısından, mutlak tahakkümü hem meĢru hem de gerekli kılan modern siyaset düzeninin
kendisidir. Totalitarizm ve insan hakları sorunu ―çağımızda siyasetin tamamen bir biyosiyasete
dönüĢmesinin‖ sonucudur. Bu açıdan ―insan hakları öncelikle çıplak doğal hayatın ulus-devletin
hukuki-siyasal düzenine iĢleniminin asli figürünü temsil etmektedir.
Bu bağlamda, mülteci, Agamben‘e(2009a: 49) göre, ―devlet/ulus/toprak teslisini menteĢelerinden
ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.‖
O halde, Agamben‘in mültecinin kurucu iktidarını nasıl tanımladığı sorusu önem kazanmaktadır.
Herhangi bir devlete ve toprağa ait olmamayla tanımlanan mültecinin siyasal öznelliği, çıplak hayatın
―yurttaĢlığa‖ kabul edilmesini nasıl temsil edebilir? Agamben‘e göre, dıĢlama pratiklerine
dayanmayan bir birlikte yaĢamın kurulabilmesi mülteciyi, hem epistemolojik hem de ontolojik
anlamda merkez almayı gerektirmektedir. Mülteci, modern hukuksal-siyasal düzenin temel aldığı
epistemolojinin bir yansıması olduğu gibi dıĢlayıcı olmayan yeni siyaset pratiklerinin öznesidir de. Bu
nedenle, insan haklarının paradoksunun çözümü, Agamben‘e göre, yurttaĢlığı göç halinde bir
yurttaĢlık olarak yeniden kavramlaĢtırmayı gerektirmektedir. Siyasal topluluk, bir ulus-devletin
egemenlik sahasının sınırları içinde geçerliliği olan bir birliktelik olarak değil, ―herkesin bir toplu göç
ya da iltica halinde olacağı, egemenlik sınırı olmayan ya da bir kısmı hep bu sınırların dıĢında kalan
bir alan‖ olarak görülebilir (Agamben, 2009a: 51). Kurucu ilkesi yurttaĢın ius‘undan (hak) ziyade
bireyin refugium‘u (iltica) olan bu alan ―herhangi bir homojen ulusal bölgeyle ya da bu bölgelerin
topografik toplamıyla örtüĢen bir durum arz etmeden, bu bölgeler üzerinde delikler oluĢturan ya da bu
bölgeleri topolojik olarak Klein ĢiĢesi ya da Möbius Ģeridi gibi içeri ve dıĢarının birbirlerini hem
belirlediği hem de belirsiz kıldığı bir tarzda bölümleyen bir etkinlik içerisinde olacaktır‖(Agamben,
2009a: 51). Böylece karĢılıklı olarak egemenlik sınırıyla birbirinden ayrılan ulus-devletlerin yerini,
Derrida‘nın(Derrida, 2005) sığınma kentleri önerisinde de karĢılığını bulan, dünya Ģehirleri alacaktır.
HERHANGĠ VARLIKLARIN SĠYASETĠ
Agamben, Batı siyasetini iĢleten antropolojik makinenin belirleyici özelliğinin, hayatı kendi içinde
bölerek anlamlandırmak olduğuna dikkat çeker. Totalitarizm, kamp veya mülteci, hayatı, kendi
biçiminden yalıtarak iĢleyen antropolojik makinenin ürünleridir. Ġnsan-hayvan ayrımını AlmanYahudi, yurttaĢ-mülteci ayrımına dönüĢtüren antropolojik makinenin iĢleyiĢini durdurmak ve kendi
biçiminden yalıtılamayan bir varoluĢ olarak hayatı mümkün kılmak ―gelmekte olan birlikteliği‖
(ComingCommunity) hedefleyen bir öznellik ve siyasal eylem biçimini gerektirmektedir (Magnuson,
2008: 83). Kendi varlığından baĢka herhangi bir aidiyet biçimine dayanmayan ―herhangi tikelliklerin‖
(WhateverSingularities) birlikte varoluĢ tarzı anlamına gelen ―gelmekte olan birliktelik,‖ Agamben‘e
göre, potansiyel ve edimsel ontolojilerinin yeniden düĢünülmesini öngörür. Sadece bu tür bir siyaset
biçimi, egemenliğin iĢlemek için gereksinim duyduğu yaĢam biçimini bölen ayrımlara son verme
potansiyeline sahiptir (Passavant, 2007).
Agamben‘e(2001b: 1) göre, ―gelmekte olan varlık herhangi varlıktır‖ (Thecomingbeing is
whateverbeing). Bu cümlede geçen iki terim de Agamben‘in önerdiği siyaset kavramının iki temel
öğesini oluĢturur. Egemenliğe dayanmayan ve dıĢlayanı olmayan; dolayısıyla ne varlığını Ģiddete
borçlu olan ne de istikrarı için Ģiddete gereksinim duyan yegâne siyasal topluluk biçimi herhangi
tikelliklerden oluĢan ―gelmekte olan birlikteliktir.‖ Bu cümledeki ―herhangi‖ (Whatever) ifadesi, ne
evrensel ne de bireysel bir varoluĢa atıf yapar (Edkins, 2007: 73).Agamben‘in(2001b: 1) deyiĢiyle,
herhangi ―tikellik bilgiyi, bireysel olanın tanımlanamazlığıyla evrensel olanın tasavvur edilemezliği
arasında seçim yapmaya zorlayan hatalı ikilemden kurtulmuĢtur.‖ Herhangi tikellik, ―kendi baĢına
varlığa‖ (such as it is) iĢaret eder. Bu bağlamda, kendi baĢına varlık olarak herhangi tikellik, onu bir
ulusa, toprağa, dine, kimliğe, sınıfa veya cinsiyete (kızıl, Fransız, Müslüman vb.) ait kılan tanımlayıcı
özelliklerinden sıyrılmıĢtır. Böylece, herhangi birliktelik, ortak bir kimliği veya siyasal projeyi
paylaĢmayan varlıkların birlikte varoluĢu anlamında (Jean-Luc Nancy‘nin ―-ile varoluĢ‖ kavramından
farklı olarak) bir birlikte yaĢama iĢaret eder.
8
Bu bağlamda, herhangi varlığın öznesi olduğu siyaset, toplumsal hareketlerde ve kimlik
mücadelelerinde karĢımıza çıkan siyaset biçimlerinden temelde farklıdır. Her Ģeyden önce, ―devlete
karĢı mücadele ederken toplumsal olanın olumlanmasını‖ içermeyen bir siyaset biçimine
dayanır(Agamben, 2001b: 84). Agamben‘e göre, toplumsal hareketler ya belirli taleplerin tanınması
çağrısında buluĢurlar ya da açıkça paylaĢılan bir kimlik temelinde bir araya gelirler. Herhangi tikel
varlıkların ayırıcı özelliği ise, bu tür bir toplumsal hareketi Ģekillendirebilecek olmamalarıdır. Bunun
nedeni, Agamben‘inBadiou‘ya dayanarak söylediği gibi, ―ne savunulması gereken bir kimliğe ne de
tanınması için mücadele edilen bir aidiyet iliĢkisine sahip‖olmalarıdır(Agamben, 2001b:
85).Agamben, bu noktaya özellikle dikkat çeker. Çünkü ―devlet son tahlilde her zaman herhangi bir
kimlik talebini tanıyabilir –hatta Devletin sınırları içinde bir Devlet kimliğini bile‖(Agamben, 2001b:
85). Bu türden talepler devletin meĢruiyet alanını yeniden üretmesine yardımcı olan; devletin her
zaman ihtiyaç duyduğu türden taleplerdir. Egemen iktidarın dayanak noktasını oluĢturan içermedıĢlama pratiklerini sorgulamak ya da onu kesintiye uğratmaya çalıĢmak gibi bir amaç taĢımayan
tanınma siyasetleri, devlet tarafından hoĢgörüyle karĢılanırlar. Agamben‘e(2009b: 79-80) göre, ―böyle
bir mücadelenin ardından gelecek barıĢ, karĢılıklı kırılgan tanımayı kurumsallaĢtıran bir uzlaĢımdan
ibarettir. Böyle bir barıĢ her durumda devletin ve hukukun barıĢıdır.‖ Diğer taraftan, bir devletin,
―herhangi bir kimliği olumlamaksızın bir birlikteliği Ģekillendiren tikel varlıklara, temsil edilebilir
herhangi bir aidiyet iliĢkisi olmaksızın birlikte var olmaya çalıĢan insanlara (yalnızca bir varsayım
olarak bile)‖ hoĢgörüyle bakması düĢünülemez(Agamben,2001b: 85). Agamben‘in(2001b: 85)
deyiĢiyle, ―herhangi varlığın bir kimliği iĢgal etmeksizin kendi baĢına olanaklılığı, devletin üstesinden
gelemeyeceği bir tehdittir.‖
Agamben‘in bu sonuca varması, onun hayat ve hukuk arasında kurduğu iliĢkinin bir sonucu olarak
görülebilir. Egemen iktidar, varlığını hayatın hukuk alanına sokulmasına borçludur. Bu nedenle
devredilemez haklara sahip bir özne olarak yurttaĢın hukuki statüsü ve insanın kutsallığı anlayıĢı,
çıplak hayatın egemen iktidar tarafından siyasal-hukuksal düzene dâhil edilerek dıĢlanmasına bağlı
olarak ortaya çıkar. Agamben (2001a: 175), yurttaĢ hakları hareketi, insan hakları siyaseti veya
insaniyetçilik (Humanitarianism) gibi hak eksenli talep veya tanınma mücadelelerini, insanın
kutsallığı varsayımıyla hareket ettikleri ölçüde, egemenle gizli bir dayanıĢma içinde olan eylem
biçimleri olarak değerlendirir. ―Son tahlilde, insani(yetçi) örgütler (…) insan hayatını yalnızca çıplak
ya da kutsal hayat figüründe kavrayabiliyor ve dolayısıyla da, kendilerine rağmen, aslında karĢı
koymaları gereken güçlerle gizli bir dayanıĢma içinde bulunuyorlar‖ (Agamben, 2001a: 175). Hem
egemen iktidar hem de ona karĢı mücadele eden gruplar, çıplak hayatı, eylemlerinin öznesi veya
nesnesi kılmaktadır. Agamben‘in herhangi varlığın siyasal öznelliğini, toplumsal mücadele veya
tanınma siyasetlerinden neden ayırmaya ihtiyaç duyduğu bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Bu tür
mücadeleler, egemen iktidara benzer Ģekilde, hayat üzerinde ayrımlar yapan veya sınırlar çizen bir
siyaset biçimi ekseninde Ģekillenmektedirler.
Agamben‘in amacı, egemen iktidarı, istisna hali kararında açığa çıkan zoēve biosayrımının bir
yansıması olarak sınırlı bir çerçevede değerlendirmek değildir. Zoē-bios ayrımının egemen iktidara
içkin olduğunu göstermek ve bu ayrımın yansıttığı egemenlik mantığının modern siyaset pratiğine
hâkim olmasının doğurduğu açmazları sergilemektir. Burada açmaz, egemenliği kuran kurucu iktidar
ve egemenlik yerleĢtiğinde oluĢan kurulu iktidar arasında doğan ayrımın aĢılamaması bağlamında
ortaya çıkmaktadır. Agamben‘in(2001a: 175) Schmitt‘e dayanarak söylediği gibi, kurucu iktidar ya da
anayasama gücü, ―bütün anayasal yasama prosedürlerinden önce gelen ve bunların üstünde olan‖ ve
―hukuksal kurallar düzenine indirgenemeyen ve aynı zamanda da egemen iktidardan teorik olarak
farklı olan bir güce‖ iĢaret eder. Bu açıdan bakıldığında gerek egemen iktidar gerekse
Sieyes‘denNegri‘ye farklı Ģekillerde karĢımıza çıkan kurucu iktidar, hukuk kurallarını aĢan bir güce
karĢılık gelmektedir. Agamben bu bağlamda Ģu soruyu sorar: hukuksal-siyasal düzenin oluĢumundan
önce gelen ve meĢruiyetini kendi yaratıcı gücünden alan kurucu iktidar, istisnaya karar vererek hayatı
bir belirsizlik mıntıkasında tutan egemen yasaklamanın yapısından ne ölçüde farklıdır? Kurucu iktidar
ile egemen iktidar arasında herhangi bir farklılık söz konusu mudur?
Agamben‘in(2001a: 63) bu sorulara verdiği cevap olumsuzdur: ―Anayasama gücünün ne anayasal
düzenden türeyen ne de kendisini böyle bir anayasal düzen tesis etmekle sınırlayan bir Ģey olmadığı
(…) gerçeği anayasama gücünün egemen iktidardan ne anlamda ayrıldığı konusunda bize herhangi bir
9
bilgi sunmuyor (…) egemenliğin yasak-yapısına iliĢkin yaptığımız analiz doğru ise, bu sıfatlar [kurucu
iktidara iliĢkin sıfatlar] aslında egemen iktidarda da mevcuttur [bu nedenle] anayasama gücünü
egemen güçten ayıracak herhangi bir kriter‖ bulunamaz. Agamben‘e göre bu açmaza neyin yol
açtığının anlaĢılabilmesi için kurucu iktidarın ontolojisinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Kurucu
iktidarın egemen yasaklamanın veya egemen iktidarın yapısıyla ne ölçüde örtüĢtüğü; kurucu iktidarın
egemen iktidardan farklılaĢmasının mümkün olup olmadığı soruları bu çerçevede anlam kazanıyor.
Agamben‘e(2001a: 63) göre, bu sorunun kökeni, kurucu iktidar ile kurulu iktidar arasındaki
―çözümlenmemiĢ diyalektiğin potansiyel ile edimsel/fiili arasındaki iliĢkinin yeniden eklemlenmesine‖
yol açmıĢ olmasında yatar. Bu nedenle, kurucu iktidar kavramının, ―ontolojik kip kategorilerinin kendi
bütünlükleri içinde yeniden düĢünülme‖si gerekir (Agamben, 2001a: 63). Siyasetin, siyaset felsefesi
alanından ilk felsefe alanına yani kendi ontolojik konumuna iadesi anlamına gelen bu strateji, kurucu
iktidarı egemenliğe bağlayan düğümü çözebilecek olan olabilirlik ile gerçeklik ve olumsallık ile
zorunluluk arasındaki iliĢkinin yeniden ele alınmasına iĢaret eder. Agamben‘e(2001a: 63) göre
―egemen yasaktan tamamen kurtulmuĢ bir anayasama gücü tasavvur etmenin tek yolu, potansiyel ile
edimsel (actual) arasındaki iliĢkiyi farklı bir biçimde ele almaktan (…) geçiyor. Edimselin önceliği ve
bunun potansiyelle olan iliĢkisi üzerine kurulu olan ontolojinin yerine yeni ve tutarlı (…) bir
potansiyel ontolojisi ikame edilene dek, egemenliğin çıkmazlarından arındırılmıĢ bir siyaset teorisi,
tasavvuru imkânsız bir Ģey olarak kalacaktır.‖
Buna göre, Agamben (1999), Aristoteles‘in Metafizik‘inin Sekizinci Kitabında incelediği
potansiyel ile edimsel arasındaki iliĢkiyi egemen yasaklamanın yapısıyla potansiyelin yapısı arasındaki
benzerliği aydınlatmak için kullanır. Egemen yasaklamanın ―geçerliliğini artık geçerli olmamayla
sürdürmesi‖ gibi potansiyelde ―edimsel bağlamında kendisini tam da sahip olduğu olmama
kabiliyetiyle yaĢatıyor‖ (Agamben, 2001a: 66).Agamben açısından egemenliği ve egemen
yasaklamayı aĢmak için, potansiyeli edimselle herhangi bir iliĢki içinde olmaksızın düĢünmek gerekir.
Bunun için de öncelikle potansiyel ve edimsel arasındaki kategorik ayrım bir kenara bırakılmalı ve
hem potansiyel, edimselin bir formu olarak hem de edimsel, potansiyelin bir formu olarak tasavvur
edilmelidir. Çünkü Agamben‘e(2009c: 65) göre iktidar her Ģeyden önce ―potansiyelin kendi
eyleminden yalıtılması‖ veya ―potansiyelin örgütlenmesi‖ anlamına gelir. Potansiyelin eylemini
gerçekleĢtirmek onu edimsel formunda bir dıĢarısı olmadan düĢünmeyi gerektirir.
Agamben‘e göre bu, ontoloji ve siyasetin her türlü egemen yasaklama iliĢkisinin ötesinde
düĢünülebilmesi için bir zemin oluĢturmaktadır. Agamben(2001a: 63) açısından, kurucu iktidarın,
Negri‘nin savunduğu gibi, ―kendisini hiçbir Ģekilde anayasama gücü (kurulu iktidar) içinde tüketmiyor
olması yeterli değildir (çünkü) egemen iktidar da, asla edimsel alanına geçmeden, kendisini sonsuz
dek idame ettirebilir.‖ Bu nedenle, ―hem egemenlik ilkesinden tamamen kurtulmuĢ bir potansiyel
tesisi tasavvur etmek hem de kendisini anayasal güce bağlayan yasağı tamamen kıran bir anayasama
gücü tasavvur etmek çok zordur.‖ (Agamben, 2001a: 63). Bu durumda yapılması gereken tek Ģey,
―potansiyelin varoluĢunu, edimsel formundaki –hatta yasaklama uç biçiminde ve olmama potansiyeli
olarak, potansiyelin gerçekleĢimi ve tezahürü olarak edimsel biçiminde bile- Varlıkla hiçbir iliĢki
kurmadan düĢünmektir‖(Agamben, 2001a: 67). Ancak bu Agamben‘in de kabul ettiği gibi, mantıksal
bir sorun olmaktan çok siyasal bir sorundur. Çıplak hayatın artık ne devlet düzeni içinde ne de insan
hakları görünümünde dıĢlandığı ve istisna tutulduğu bir siyaset biçimini gerektirir.
Agamben, çıplak hayatın öznesi olduğu biyosiyasal bedenin, hayatı biçiminden ayırmanın artık
mümkün olmadığı bir varlığa dönüĢmesi anlamında ―yaĢam biçimi‖ (form of life) olarak adlandırır.
―YaĢam biçimi‖, gelmekte olan birlikteliğin herhangi varlığı gibi, ―dil içindeki varlığın aidiyeti
dıĢında‖ her türlü aidiyeti ve özdeĢliği reddeder (Agamben, 2001b: 84). YaĢam biçimi ya da herhangi
varlıklar, devletin ve egemen iktidarın asıl düĢmanıdır (Agamben, 2001b: 85). Bu bakımdan gelmekte
olan birlikteliği öngören siyaset, ―devlet iktidarının ele geçirilmesi veya kontrol altına alınması
mücadelesinden çok Devlet ile devlet-olmayan (insanlık) arasındaki bir mücadeledir, herhangi tikeller
ile devlet örgütlenmesi arasındaki üstesinden gelinemez bir kopuĢtur (Agamben, 2001b, s. 84).
10
KAYNAKÇA
Agamben, G.(1999).―On Potentiality‖.Potentialities: CollectedEssays in Philosophy içinde, çev. D. H.
Roazen Stanford: Stanford UniversityPress, ss. 177-185.
Agamben, G.(2001a).Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. çev. Ġsmail Türkmen, Ġstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Agamben, G.(2001b).TheComingCommunity. çev. M. Hardt, Minneapolis: University of Minnesota,
Agamben, G.(2009a). ―Biz Mülteciler‖. çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve
Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar.
Agamben, G.(2009b).―BarıĢ Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları,
Agamben, G.(2009c).―Ġktidar Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları
Arendt, H. (1977).On Revolution. New York: PenguinBooks
Arendt, H. (1978).―We, Refugees‖,TheJew as Pariah: Jewish Identity andPolitics in the Modern Age
içinde, der. R. H. Feldman, GrovePress
Arendt, H. (2009). ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Haklarının Sonu‖.Totalitarizmin Kaynakları/2:
Emperyalizm içinde, çev. B. S. ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, ss. 255-294.
Balibar, E.(2008b).―Bir Zulüm Topografyası Dizini: Global ġiddet Döneminde Medenilik ve
YurttaĢlık‖.Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca,
Ġzmir: Aralık Yayınları
Balibar, E.(2008c). ―Topluluksuz YurttaĢlık‖,.Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine
Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008e). ―YurttaĢlık Yasası ya da Irk Ayrımı‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları,
Balibar, E.(2008f). ―Dünyanın Sınırları Politik Sınırlar‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008g). ―Dertli Avrupa: ĠnĢa Altında Demokrasi‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008h).―Demokratik YurttaĢlık ya da Popüler Egemenlik: Avrupa‘da Anayasal TartıĢmalar
Üzerine‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca,
Ġzmir: Aralık Yayınları.
Bauman, Z. (2009). ―ParçalanmıĢ Birlik‖, Akışkan Aşk içinde, çev. I. Ergüden, Ġstanbul: Versus
Yayınları.
BMMYK (BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği) 1997 DünyaMültecilerininDurumu
(1997-1998),
Oxford
University
Press
[TürkçeBaskıyıhazırlayan]
Ankara:
BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği
Benhabib, S. (2006).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘: HannahArendt‘in Ulus-Devletin ÇeliĢkileri Üzerine
GörüĢleri‖, Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar içinde, çev. B. Akkıyal,
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Bottomore, T.(2006). ―Kırk Yıl Sonra YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal
Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Castles, S., Miller, M. J. (2008).‗‘Göçler Çağı: Modern Dünya‘da Uluslararası Göç Hareketleri‘‘. çev.
B. U. Bal ve Ġ. Akbulut, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
Çelebi, A.(2009).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘ ya da Siyasal Haklar: Ġnsan Hakları Üzerine Bir
Deneme‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar
Deranty,
J.P.
(2004).
―Agamben‘s
Challenge
toNormativeTheories
of
Modern
Rights‖,
11
BorderlandseJournal, v. 3, n. 1.
Derrida, J. (2005).―Kozmopolitizm Üzerine‖, Bağışlama ve Kozmopolitizm için, çev. A. Utku ve M.
Erkan, Ġstanbul: Birey Yayınları, ss. 15-37.
Edkins, J.(2007). ―WhateverPolitics‖, Sovereignityand Life içinde, der. M. Calarco, S. DeCaroli, çev.
K. Attel, California, Stanford: Stanford UniversityPress.
Hamacher, W.(2004). ―The Right toHaveRights
AtlanticQuarterly, 103:2/3, Spring/Summer.
(Four-and-a-Half-Remarks)‖,
The
South
Haverkamp, A.(2005). ―Anagrammatics of Violence: TheBenjaminianGround of Homo Sacer‖,
CardozaLawReview, v. 26, n. 3, ss. 995-1003.
Magnuson, R.(2008). ―JustBarely: Agamben‘s Reading of Bare Life FromBenjamin‘sCritique of
Violence”, Strategies of Critique, v. 1, n. 1, Spring.
Marshall, T. H.(2006). ―YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde,
çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Mutman, M. (2009). ―Ġnsanlığın Kıyısında: Haklar‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve
Sanat Şebekesi, yıl: 3, no. 4, Bahar.
Nancy, J.L. (2010). ―Ġle-Olmak ve Demokrasi‖, Demokrasinin Doğruluğu içinde, çev. A. KarakıĢ,
Ġstanbul: Monokl, ss. 73-96.
Negri, A.(1999). Insurgencies: ConstituentPowerandthe Modern State, çev. M. Boscagli, Minnesota:
Universityof Minnesota Press.
Passavant, P. A. (2007). ―TheContradictoryState of Giorgio Agamben‖, PoliticalTheory, v. 15, n. 2,
April, ss. 147-174.
Rancière, J. (2005).Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe. çev. H. Hünler, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Rancière, J. (2006).―Siyaset, ÖzdeĢleĢme, ÖzneleĢme‖, Siyasalın Kıyısında içinde, çev. A. U. Kılıç,
Ġstanbul: Metis, ss. 71-81.
Rancière, J. (2009). ―Ġnsan Hakları‘nın Öznesi Kimdir?‖, çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz:
Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl. 3, sayı: 4, Bahar.
Reemtsma, J. P. (1998). Vahşeti Kavramak: İnsan Zulmünü Açıklama Denemeleri, çev. E. AteĢmen,
Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Salter, M. (2008). ―WhentheExceptionBecomestheRule: Borders, SovereigntyandCitizenship‖,
CitizenshipStudies, v. 12, n. 4, August, ss. 365-380.
12
AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK
TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‟DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE
BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE
Fuat GÜLLÜPINAR1
ÖZET
Avrupa Birliği ülkelerinde ve Almanya‘da özellikle Türkiyeli göçmenlerin eğitim ve emek
piyasasındaki oldukça dezavantajlı pozisyonları, basitçe insan sermayesi eksikliği ve onların
entegrasyon süreçlerine olan isteksizlikleri gibi faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaĢık ve kitlesel
bir durumdur. Bu çalıĢmada, Almanya‘da kurumsal dıĢlama ve ayrımcılık mekanizmalarına temel
oluĢturan göçmen ve vatandaĢlık politikaları ve yasaları detaylı olarak analiz edilmektedir.
AvrupaBirliğiülkelerindeolduğugibi, Almanya‘da da pratiktehaklaroldukçafarklılaĢtırılmıĢveeĢitsiz
olarak dağıtılmaktadır.Bu durum, ayrıcalıklı olmayan üçüncü dünya vatandaĢlarının karĢısında yasal
olarak korunan ayrıcalıklı yurttaĢlar ayrımı yaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman,
etnikAlman (Aussiedler), AvrupaBirliğivatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır. Bu tabakalı vatandaĢlık
sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre
iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin vatandaĢlık kartı ve kökeniniz önemli hale gelmekte
ve fark yaratmaktadır. Almanya‘da vatandaĢlığa kabul koĢulları gibi emek piyasasına eriĢim ve aile
birleĢmeleri yasaları, hiyerarĢik olarak sırasıyla Almanlar, Avrupa Birliği vatandaĢları ve üçüncü
dünya vatandaĢlarına göre değiĢen, oldukça seçici ve ayrımcı bir Ģekilde uygulanmaktadır.
Anahtar Kelimeler:Avrupa Birliği, Türkiyeli Göçmenler, Hiyerarşi, Vatandaşlık, Emek Piyasası,
Almanya.
ABSTRACT
The very disadvantaged position of Turkish migrants with in the context of education and labor
market of European Unioan and Germany is massive and quite complex, which could not be simply
explained by the factors like their lack of social capital and unwillingness to the integration process.
Focused on the thesis of hierarcy of citizenships, the suggestion of the article is to analyze the policies
of migration and citizenship, which give rise to the institutional exclusion and discrimination. The
rights of citizenship are highly differential and unequal in Germany. This creates the distinction of
privileged citizens—Germancitizens, ethnicGermans, Aussiedler, EU, non-EU, privilegednon-EU—
are legally enshrined as againstnon-privileged non-EU citizens. In the system of hierarchical
citizenship, the practice of rights functions in terms of nationality, residencelength, status, and
incomelevel. Among these criteria, the country of origin/citizenship matters and makes a difference.
The laws of labor market access, like the other legislation on naturalization, family reunification,
educationetc is highly selective and discriminatory in Germany, which hierarchically acquire a
different character for Turkish migrants and the third country nationals.
Keywords: European Union, Turkish Migrants, Hierarchy, Citizenship, Labor Market, Germany.
GĠRĠġ
Bu çalıĢma, Avrupa Birliğinde ve Almanya‘da uygulanan göç politikalarının emek piyasası, sosyal
yardım ve aile birleĢmeleri açısından ―farklılaĢtırılmıĢ yasal statüler ve göçmen kategorileri‖ ortaya
çıkardığını öne sürmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği içinde yurttaĢlığın doğasının hala ―ayrımcı,‖
1
Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, fgullupinar@anadolu.edu.tr
13
―dıĢlayıcı,‖ ve ―hiyerarĢik‖ olmaya devam ettiğini söylemek pek de abartılı bir tespit olmayacaktır.
Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan güçlü bir
devlet mekanizması haline gelmiĢtir.
Abadan-Unat‘a (1992: 404) göre Almanya ve Avrupa‘da iki çeliĢkili yaklaĢım söz konusudur.
Birincisi, göçmen bireyler ve çocukları, gerekli nitelikleri taĢıdığında birbirleriyle geniĢ bir toplumsal
alanda herkese açık ekonomik rekabet içine özgürce girebilmektedir. Ġkincisi, çoğulcu toplumun bir
gereği olarak, toplumsal taleplerin gerçekleĢtirilmesi ve ifadesinde ise farklı kurumların ayrıcalıklı ve
dikkatlice bölünmüĢ sosyal ve siyasal alana katıldıklarını gözlemliyoruz. Bu alanlara katılımlar
münhasıran büyük ölçüde Avrupalı yurttaĢlara ayrılmıĢtır. Bu durum kültürel engellerin ne denli
kuvvetli olduğunu göstermektedir: göçmenler veya yurttaĢlar, taleplerinin önüne dini bir etiket
koyduğunda Müslüman kimliklerini muhafaza ediyorlar ve entegre olmamakla ve tek yönlü bir bakıĢa
sahip olmakla suçlanıyorlar. Ancak bu noktada, göçmenler ve çocuklarının bir bakıma karĢılaĢtıkları
sınırlamalar, engeller ve ayrımcılık sonucunda bu rolü oynamaya zorlanmaktadır denilebilir.
Michael Walzer yurttaĢların, yurttaĢ olmayanlar ve yabancılar üzerindeki tahakkümünün,
muhtemelen insanlık tarihindeki en barbar despotluk biçimi olarak karĢımıza çıktığını ifade etmektedir
(aktaran, Ignatieff, 1987: 402). Lockwood (1996)‘un ortaya attığı ve Morris (1997, 2000, 2001,
2007)‘in geliĢtirdiği ―tabakalı yurttaĢlık‖ (civicstratification) tezi; tüm göçmenlere yönelik olarak özel
olarak düzenlenmiĢ yasaların yanında emek piyasası, eğitim, hakkı, sosyal yardım ve aile birleĢmesi
açısından farklılaĢtırılmıĢ yasal statülerin ve göçmen kategorilerinin, tabakalaĢmıĢ bir yurttaĢlık
hiyerarĢisi yarattığını ileri sürmektedir.
Genel olarak II. Dünya savaĢı sonrası Avrupa‘da göçmenlere hakların verilmesi ya da
alıkonulması için oluĢturulmuĢ karmaĢık bir yasal statüler sistemi üzerinden göçmenler için
farklılaĢtırılmıĢ hakların geniĢletilmesine tanık oluyoruz. Bu tabakalı haklar sisteminde, göç
düzenlemeleri/mevzuatı ciddi bir Ģekilde göçmenlerin ve onların çocuklarının geldikleri ülkelerde
onların emek piyasası, sosyal yardımlar, kaynaklar, kamusal destek, siyasal hak ve diğer haklara
eriĢimlerini reddederek veya sınırlandırarak, fırsatlara ulaĢmasını sınırlandırmakta ve deneyimlerini
olumsuz bir biçimde Ģekillendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde II. dünya savaĢında bu yana
uygulamaya konulan göç politikaları kapsamında göçmenlere sağlanan haklar oldukça farklılaĢtırılmıĢ
ve eĢitsizdir. Bu durum, ayrıcalıklı olmayanüçüncüdünyavatandaĢlarınakarĢıyasalolarakkorunan
ayrıcalıklı yurttaĢlarayrımıyaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman
(Aussiedler), AB vatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır.Bu tabakalı yurttaĢlık sisteminde, hakların
uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde
geldiğiniz ülkenin yurttaĢlık kartı ve sahip olunan köken herhangi bir hak sahibi olabilmek için bir
bariyer olma özelliğini hala korumaktadır.
ALMANYA‟DA EĞĠTĠM YOLUYLA BÜTÜNLEġME: AġAĞIYA MI YUKARIYA MI?
Almanya‘da eğitim alanında Ģu soruların cevabı oldukça kritiktir: Almanya‘daki eğitim politikaları
kültürel çeĢitliliğin tanınması noktasında eĢit fırsatlar sunmakta mıdır? Eğitim ve emek piyasasına
ulaĢma diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya‘da da etnik gruplar için hala büyük bir
eĢitsizlik ve dıĢlayıcılık unsuru mudur?
Okul performanslarını ölçen PISA gibi uluslararası eğitim araĢtırmaları da gösteriyor ki, mevcut
hareket alanının en iyi Ģekilde kullanılması konusunda Alman okul sistemi göçmenlere özellikle de
Türkiye kökenli olanlara pek de uygun koĢullar sunmamaktadır. Burada ait olunan sosyal grup ve
sınıfla yüksek performans elde etme fırsatı arasında sıkı bir bağ görünmektedir. Özellikle göçmen
kökenine sahip ailelerin çocuklarında bu daha da bariz bir Ģekilde kendini göstermektedir. Bu
öğrencilerin iyi bir metin okuma düzeyi ya da matematik ve fen bilimlerinde yüksek bir seviye
yakalama Ģansları, diğer ülkelerdeki benzer çocuklara oranla çok daha düĢüktür. Ekonomik ĠĢbirliği ve
Kalkınma TeĢkilatı (OECD) tarafından hazırlatılan WhereImmigrantStudentsSucceed(Göçmen
Öğrencilerin Başarılı Oldukları Yerler) baĢlıklı uluslararası mukayese araĢtırmasının sonuçları, bu
konuda çok daha somut veriler ortaya koymaktadır. PISA Eğitim AraĢtırması sonuçları ise hayli
endiĢe verici boyutlarda. Buna göre ―ikinci kuĢak― olarak adlandırılan, Almanya‘da doğup büyüyen ve
göçmen kökenli ailelere mensup çocukların iyi bir eğitim alma Ģansları, birinci kuĢak göçmenlere
nazaran çok daha az görünmektedir. Bu ise mevcut deneyim ve beklentilerle çeliĢmektedir: Zira
14
normalde bir insan, göç ettiği ülkede ne kadar uzun süredir yaĢıyorsa, iyi bir eğitim görme Ģansı da bir
o kadar yüksektir. Almanya‘da ise bunun tam tersi bir durum söz konusu (Gogolin, 2010).
Almanya‘daki Türk göçmenlerin ve onların çocuklarının dıĢlanmıĢlığının ve marjinalleĢmelerinin
semptomatik göstergeleri temel olarak, yüksek iĢsizlik ve düĢük eğitim düzeyidir. Türk gençlerinin bu
aĢağıya doğru sosyal hareketliliği basitçe onların iĢ piyasasında ve eğitim baĢarısı için gerekli olan
sosyo-kültürel sermayeye sahip olmamasıyla açıklanamaz. Almanya‘da Türk gençlerinin eğitim,
ekonomi ve sosyal alanlardaki marjinal konumlarının nedeni, onların sahip oldukları sosyal ve kültürel
sermayenin yetersizliği, entegre olma konusundaki isteksizlikleri veya yeteneksizlikleri değil, Alman
eğitim sisteminin Türkiyeli ve diğer göçmenleri sürekli olarak dıĢlayan ve marjinalleĢtiren yapısal
özelliklerinden (eleyici ve seçici olması, tavsiye sisteminin baĢarısızlığı, kurumsal dıĢlayıcılık,
kültürlerarası eğitimin eksikliği vb.) kaynaklandığı iddia edilebilir.
Genel olarak, eğitimdeki aĢağıya doğru hareketlilik ve eğitimdeki baĢarısızlık konusu göç ve
eğitim yazınında hacimli bir yer tutmaktadır. Türk göçmen çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıklarının
nedenlerini araĢtıran akademisyenler arasında iki ana yaklaĢım dikkati çekmektedir. Birinci grup
teorisyenler daha çok Türk göçmenlerin göç ettikleri Alman toplumuna ―kültürel yabancılıklarına veya
kültürel uzaklıklarına‖ (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003) dikkat çekerken, ikinci grup teorisyenler ise
Alman eğitim sistemindeki eĢitsiz koĢullar ve kurumsal dıĢlayıcılık uygulamaları üzerine vurgu
yapmaktadır (Gomolla ve Radtke, 2007).
Birinci argüman, genellikle ebeveynlerin düĢük eğitim düzeyi, bilgi eksiklikleri, entegrasyon
konusundaki isteksizlik ve yeteneksizlikleri, çocukların okul kariyerlerinde çok önemli olduğu
düĢünülen eğitime para ve zaman açısından yeterli yatırımı yapmadıkları üzerinde durmaktadır
(Diefenbach, 2002; Worbs, 2003). Bunun yanı sıra, Türk çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıkları,
oldukça geleneksel ve Müslüman geçmiĢleriyle iliĢkilendirilmektedir. Bu anlamda, göçmenler içindeki
―en zor‖ entegre olan grubun büyük ölçüde Türk göçmenler olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden bu
akademisyenler devamlı olarak yeni gelen göçmenlerin ulusal politikalara entegre olup olamadığını
sorgulamaktadırlar (Crul ve Schneider, 2009).
Ancak ikinci grup akademisyenlerin içinde bulunan Gomolla ve Radtke (2007: 278-85) ise
Almanya‘da sosyal tabakalaĢmaya yol açan Türk göçmenlerine ve çocuklarına karĢı doğrudan ve
dolaylı ayrımcılık uygulamalarının devam ettiğini ve bu durumunda sistematik olarak göç geçmiĢi
olan çocukların dezavantajlı konumlarını pekiĢtirdiğini ve yeniden ürettiğini iddia etmektedir.
Meier‘in (2010) de vurguladığı gibi, Almanya‘da Türk göçmen çocukları ilkokul 4. Sınıftan itibaren
sosyal tabakalaĢmayı derinleĢtiren yalıtılmıĢ okul tiplerine yönlendirilmekte ve yönelmektedir. Çünkü
bu çocuklara bu yönlendirme yapılmadan önce dil yeteneklerini geliĢtirmeleri için yeterince zaman ve
imkân tanınmamaktadır.
Türk çocuklarının Alman çocuklar ve diğer göçmen çocuklar karĢısında eğitim alanında daha
baĢarısız bir konumda olmalarının çeĢitli varsayımlarla açıklayan önceki araĢtırmalar bu farkları
bugüne kadar temel olarak Türk göçmenlerin kendi özellikleri ve yaĢam Ģekillerine dayandırmıĢlardı
(Gogolin, 2009: 94).
Bir çalıĢmasında HeikeDiefenbach Ģu çıkarsamada bulunmaktadır: Göçmen bir aileden gelen
dezavantajlı çocuk ve gençlerin eğitimdeki baĢarısızlıklarının, Alman okullarının beklentileriyle
uyuĢmayan kültürel bir gerilikten veya ailelerinin zayıf sosyo-ekonomik koĢullarından
kaynaklandığını hiçbir empirik veri doğrulamamaktadır (Diefenbach, 2007; Gogolin, 2009: 94).
Almanya‘daki etnik gruplar ve özellikle Türkler bazı Ģehirlerde büyük oranda eğitimin bir disiplin
meselesi haline geldiği, yüksek düzeyde öğretmen rotasyonunun olduğu ve daha az kaynakların
olduğu mahrumiyet bölgelerinde bulunan okullara devam etmektedirler (Thomson ve Crul, 2007:
1033). Diğer yandan, Türk çocukların eğitimdeki baĢarısızlıklarını sadece bireysel ve ailevi faktörlere
odaklanarak açıklayan perspektifler çok sınırlı kalmakta ve okulda, sokakta kurumlardaki
uygulamalar, eğitimdeki yapısal sorunlar, seçici ve eleyici eğitim sistemi ve kültürlerarası müfredat
eksikliği vb. yapısal faktörleri görmezden gelmektedir.
Gomolla ve Radtke (2007), örneğin, kurumsal ayrımcılığın ve okullardaki kurumsal
uygulamaların, Almanlar ve göçmenlerin eĢitsiz eğitim baĢarılarında payı olduğunu ortaya
15
koymaktadır. Bu yazarlar, okul tavsiye sisteminin kararlarının önemine vurgu yaparak, bu sistemin
göçmen aileden gelen öğrencileri seçerek ve eleyerek onların çoğunu özel eğitim gerektiren ve
öğrenme güçlüğü çeken öğrencilerin gittiği Sonderschule gibi ikinci düzey okullara yöneltmektedir.
Bu da bilinçli ya da bilinçsiz olarak etnik ayrımcılığa yol açmaktadır. Gomolla ve Radtke‘nin
gözlemlerine göre, bu tavsiye kararları (empfhelung), sadece öğrencilerin performansına değil, aynı
zamanda öğretmenlerin muhtemel önyargılarına ve bunun yanında bir dizi karmaĢık kurumsal
uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bildiğimiz gibi, kurumsal ayrımcılık; etnik ve dini azınlık ve göçmenlerin toplumun çoğunluğu
için mevcut olan aynı haklara ve fırsatlara ulaĢmalarını engelleyen, kurumlardaki kural, rutin,
yaklaĢım ve davranıĢ kalıplarına iĢaret etmektedir. Bu kurumsal ayrımcılık açıktan veya bilinçsiz bir
Ģekilde gerçekleĢebilir. Kurumsal ayrımcılık hem yasal düzenlemelere hem de resmi olmayan sosyal
kalıplara dayanmaktadır. Özellikle bazı göçmen grupları doğrudan hedefleyen kurumsal pratikler,
yasalar, yönetmelikler tarafsız görünebilir ancak dolaylı etkilere sahiptir. Okuldaki idari uygulamalar
(ders aralarında kesinlikle Türkçe konuĢmanın yasaklanması), seçici ve eleyici bir okul sisteminin
genel de göçmenleri ama özellikle Türk göçmenleri sürekli olarak dıĢarıda bırakması, öğrencilerin
hangi okula devam edeceklerini belirleyen ve öğretmenlerin etkin olduğu tavsiye sisteminin
(Empfehlung) Türk çocuklara karĢı adaletli ve eĢit iĢlememesi gibi durumlar kurumsal ayrımcılığın
örnekleri sayılabilir.
OECD‘nin yaptığı 2003 PĠSA araĢtırması, Türk ikinci kuĢak göçmen çocuklarının Alman
çocuklarla kıyaslandığında durumunun vahim olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin, üniversiteye
doğrudan geçme Ģansı sağlayan akademik liseler olan Gymnasium‘a yabancı öğrencilerin ancak % 19
devam edebilirken, bu oran Türklerde daha da düĢük seviyelerde kalmaktadır. Almanya‘da göçmen
aileden gelen bu çocukların oldukça kötü durumları Alman okul sisteminin hangi okul tipine devam
edileceğini belirleyen göreceli olarak erken karar mekanizmasının sonuçları, göçmen aileler üzerinde
çok kuvvetli negatif etkilere sahip olmaktadır (PĠSA 2003). Tamamıyla mesleki eğitime hazırlayan
okul tipi olan Hauptschule‘ye giden Türk öğrenci sayısı dramatik bir Ģekilde çok yüksektir: Türk
öğrenciler % 50 iken Alman öğrenciler % 21 oranında bu okullara devam etmektedir. Bu Türk
öğrencilerden ancak yüzden 10‘dan azı Abitur‘a (yükseköğretime kabul için gerekli olan sertifika)
ulaĢabilmektedir. Bu oran Almanlarda yaklaĢık yüzde 26 olmaktadır (Schierup, vd. 2006: 159).
Ayrıca, göçmen aileden gelen çocukların mesleki eğitime katılım düzeyleri de aynı yaĢtaki Alman
öğrencilere (15-16) oranla çok düĢük kalmaktadır: 1999 da % 68 Alman genç mesleki çıraklık eğitimi
görürken bu oran genç yabancılar için % 39 seviyesinde kalmaktadır. Ayrıca, genç Türkler tamircilik,
kuaförlük ve tezgâhtarlık gibi daha düĢük nitelikli mesleklere kayıt yaptırdığından eğitimlerinin
sonunda iĢ fırsatları bulamamaktadırlar.
Bu demektir ki Türk çocukları erken yaĢta mesleki eğitime doğru elenmekte ve bunun sonucunda
çoğunlukla göçmen ailelerden gelen çocukların çoğunlukta olduğu okullara gitmektedirler. Eğitimin
yapısında okul sertifikaları önemli olmakla birlikte, iĢ piyasası açısında mesleki diplomalar ve
nitelikler de önemli yer tutmaktadır. Buna rağmen, ilginç olan, Türkler genellikle Almanya‘da
mesleki diploma almakta da yetersiz kalmaktadır.
Özellikle öğrenme zorluğu çeken çocuklar için tasarlanan Alman Sonderschule okulu temel olarak
göçmen çocuklara hizmet etmektedir. Eğer, bu hiçbir özelliği olmayan okullara devam etmiyorsa,
Türk öğrencilerin çoğu ikinci derece ve düĢük düzeyli okullara devam etmektedir (Ünver, 2006: 26).
Ayrıca, PISA metin okuma testleri de göstermektedir ki, Almanya‘daki ikinci kuĢak göçmen
kökenli öğrenciler ve göçmen kökenine sahip olmayan – yani burada doğup büyüyen ailelerin
çocukları arasındaki performans uçurumu, birinci kuĢağa nazaran daha da derinleĢmiĢ durumda.
Ġngiltere ve Ġsveç gibi göç alan diğer ülkelerdeyse, ikinci kuĢakla kendileri o ülkeye göç eden birinci
kuĢak arasındaki fark çok daha az olmaktadır. Bu sonucun pek çok nedeni olmakla birlikte, bunların
büyük bir bölümünün aĢılması tek baĢına eğitim sistemine bağlı değildir. Ancak yine de sorunun teĢhis
edilmesi çalıĢmalarına eğitim sistemini de dahil etmek yerinde olacaktır. Hareket alanlarının mümkün
olan en iyi Ģekilde değerlendirilebilmesi ve Alman eğitim sistemindeki zayıf noktaların keĢfedilmesi
için, sınırların ötesine-uyumun eğitim yoluyla tesis edildiği ülkelere bakmak yararlı olabilir (Gogolin,
2010).
16
Bu da demek oluyor ki nitelikli eğitim veya iĢ piyasasına ulaĢmada bireylerin sahip oldukları
vatandaĢlık kartının ya da içinden geldikleri toplumun özellikleri hala Almanya‘da ve dolayısıyla
Avrupa Birliği‘nde bir bariyer olarak iĢlev görmektedir. Son PĠSA çalıĢmaları Türk çocuklarının
marjinal konumlarının devam ettiğini ve göçmen geçmiĢin ve kökenin eğitim ve emek piyasasına
ulaĢmada hala önemli bir engel olarak karĢımızda durmakta olduğunu göstermektedir.
ALMANYA‟DA YURTTAġLAR ARASINDAKĠ HAKLAR HĠYERARġĠSĠ
II. dünya savaĢı sonrası Almanya oldukça yüksek bir göç akınıyla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Her ne
kadar Alman yetkililer Almanya‘nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmeseler de 1945 ertesinde
Almanya en büyük göçü alan ülkelerden birisi olmuĢtur: en az Amerika‘nın aldığı kadar –örneğin
1991 ve 1992 yıllarında yıllık 1,5 milyondan az olmayacak Ģekilde- toplamda yaklaĢık 20 milyon
göçmeni kabul etmek durumunda kalmıĢtır. Almanya ile kıyaslayacak olursak, aynı dönemde Amerika
16 milyon göçmen almıĢtır (Faist, 1994). Ancak, iki ülke arasındaki en dikkat çekici fark; Almanya
resmi olarak kendisini hiçbir Ģekilde göçmen ülke olarak görmezken, Amerika‘nın kendisini klasik
göçmen ülkelerden biri olarak kabul etmesidir (Canefe, 1998). Bir zamanlar Batı Almanya olup Ģimdi
birleĢmiĢ olan Almanya‘da, göçmen ülkesi olmayı kabul etmemek Alman ulusal politikalarının bir
parçasıydı. Almanya‘ya gelen göçmenlerin en geniĢ grubunu 1945 sonrasında 8 milyon kadarı bulan
doğu Almanya‘dan gelen ve 1989‘dan itibaren dağılan Sovyetlerden gelen ve sayıları 2 milyonu bulan
―etnik Almanlar‖ oluĢturmaktadır. Almanya‘da geleneksel olarak göçün 3 kaynağı vardı: Eski Alman
topraklarından Sovyetlerden ve Doğu Avrupa‘dan sürülen, kovulan veya eskiden orada esir kalan
Etnik Almanlar (Aussiedler, Vertriebener, Fluchtling), Akdeniz ülkelerinden gelen misafir iĢçiler
(Gastarbeiter), ve iltica edenler(Asylant) (Canefe, 1998: 525).
Bildiğimiz üzere, Almanya uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmek ve buna yönelik
politikalar uygulamak konusunda isteksiz davrandı. Almanya‘nın uzun süre göçmen ülke olduğunu
kabul etmemesi, hem eğitim, emek piyasası ve yurttaĢlık meselelerinde kurumsal ayrımcı ve dıĢlayıcı
politikalar üretmesine hem de Costant vd. (2009)‘nin ―göçmenlerin etnikleĢmesi‖ dediği reaksiyoner
göçmen kimliğinin oluĢmasına katkıda bulundu. Bu noktada tabakalı yurttaĢlık tezi, Almanya‘nın
entegrasyon ve göçmen politikalarında ―ayrımcı dıĢlayıcılık‖ sisteminin bir örneği olduğunun altını
çizmektedir.
Resmi olarak ―etnik Almanlar‖ (Aussiedler) olarak tanımlanan insanlar, Doğu Avrupa ve
Sovyetler Birliği‘nden 1950‘lerden itibaren gelen ve sayıları 4.4 milyonu bulan eski Almanya
topraklarındaki Almanlar, esirler ve ailelerinden oluĢan bir gruptur. 1950 ve 1986 yılları arasında
yıllık yaklaĢık 20.000 ve 60.000 arası bir etnik Alman göçmenlerinin akıĢı varken, Sovyetlerin
dağılmasıyla birlikte 1990‘da 400.000 kiĢi Almanya‘ya giriĢ yapmıĢtır (Liebig, 2007: 15).
Almanya‘da sürekli ikamet edecekler gözüyle bakılan Etnik Almanlar baĢka göçmenlerin hiçbirine
sunulmayan faizsiz kredi, çifte yurttaĢlık, özel ev uygulaması, özel dil ve eğitim programı, çalıĢma
hakkı, sigortaya katkılardan muaf tutulmaktadır. Katkı koĢulundan muaf tutuldukları için bedava
emekliliğe sahip olma, iĢsizlik ve engelli yardımlarından yararlanma hakları da sağlanmıĢ olmaktadır
(Sainsbury, 2006: 236).
Liebig (2007) Alman olarak bu etnik göçmenlerin, Alman emek piyasasında diğer göçmenlerden
çok daha iyi bir pozisyona ve eriĢim imkanlarına sahip olduğunu vurgulamaktadır. Etnik Almanlar
yaĢlarına göre değiĢen 2000-3000 Euro arasında entegrasyon destek ücreti almaktadır. En kapsamlı
entegrasyon yardımını alan grup Etnik Almanlar olmuĢ ve diğer göçmenler (ör: aile birleĢmesiyle
gelen göçmenler) ancak istisnai durumlarda yardım alabilmektedir.
1953‘te çıkarılan Federal Mülteci ve Sürgün Yasasına göre, etnik Almanların bazı sosyal
hizmetlere ayrıcalıklı eriĢimi mümkün olmuĢtur. Ancak, 1991-1992 yılları arasında, devlet bazı
haklarda (mesleki eğitim ve dil kursları) belli ölçülerde sınırlamalara ve indirimlere yönelmiĢtir. Buna
rağmen, etnik Almanların bu statüye bağlı olan ayrıcalıkları diğer göçmen kategorileri karĢısında hala
devam etmektedir.
Görüldüğü üzere, kan bağı (jussanguinis) ilkesi hala Alman ulusçuluğunun bir temeli olarak iĢlev
görmektedir. Ancak Alman kanından geliyorsanız, Alman olarak kabul ediliyorsunuz. Kimyasal
olarak Alman kanı diğer kanlardan farklı olmadığına göre, bunun kanıtı sosyal bir kanıt olmak
17
durumundadır: Örneğin Alman aileden doğmuĢ olma veya evlilik kayıtlarını kanıtlayarak Alman
topluluğuna ait olma ve Alman dilinin kullanılması yoluyla kültürel olarak Alman kültürüne aidiyetin
gösterilmesiyle mümkün olacaktır. BaĢka bir deyiĢle, Almanya bir kültür-ulustur (kulturnation) ve bu
durum 1871‘de geç bir ulus devlet olarak ortaya çıkması ve bunun yarattığı travmanın bir sonucudur.
Yüzyıllardır Alman ulusu politik olmaktan ziyade kültüreldir (Castles (1995: 206).
Castles ve Miller‘e göre, bu özel göçmenler (etnik Almanlar) diğer göçmenlerle kıyaslandığında
oldukça ayrıcalıklı koĢullara sahiptir ancak kırsal geçmiĢleri ve çoğunun Almanca‘yı iyi bilmemesi
nedeniyle Almanya‘da yaĢadıkları kültürel Ģok nedeniyle emek piyasası ve sosyal uyumlarında ciddi
problemler yaĢamaktadır (aktaran, Kivisto, 2002: 165).
Alman-doğumlu Türkler (akıcı Almanca konuĢan, Almanya‘da etkin bir Ģekilde eğitim alan ve
çalıĢan ancak henüz yurttaĢlık almamıĢ olan) ile çok sayıdaki etnik Almanlar (Almanya‘ya
geldiklerinde Alman dilini veya kültürü çok az veya hiç bilmeyen ancak otomatik olarak yurttaĢlık
verilen) arasındaki tezatlık çok çarpıcıdır. Bu durumun hem moral hem de ekonomik olarak
haklılaĢtırılması gittikçe daha zor hale gelmektedir (Howard, 2008: 43).
Almanya‘da 1990‘larda birçok konuda bir çifte standart yaĢandığını ifade etmek mümkündür.
Almanca bilgisi yurttaĢlığın zorunlu bir koĢulu iken, resmi dil kursları temel olarak etnik Alman
göçmenlere yönelik olarak organize edilmiĢtir. Almanlar 1997 yılında 3 milyon etnik Alman‘ların
entegrasyonunun güvence altına alınması için 1.5 milyar dolar harcarken, Türklerin entegrasyonu için
ayrılan kaynak etnik Almanlara harcanan bu milyarlarca dolarlık bütçenin yanına bile
yaklaĢamamaktadır. Aynı durum Almanca dil kursu için de geçerlidir. Örneğin, 2000 yılında etnik
Alman ve Yahudi göçmenlerin Almanca dilini geliĢtirmek amacıyla, Almanca dil kursuna 150 milyon
dolar harcanmıĢken, Türkiye‘li topluluk için hiç bir ciddi kaynak ayrılmamıĢtır. Bununla birlikte.
yabancılar dairesi genel sekreterliğine göre, sadece bu grupların dil ihtiyaçlarını karĢılamak için yılda
600 milyon dolara ihtiyaç vardır (Mueller, 2006: 429).
Günümüzde Almanya‘da yaĢayan Türkiye‘li göçmenler ve çocuklarının toplumsal yaĢamın bütün
alanlarında yeterince temsil edilmedikleri açıkça söylenebilir: Örneğin, Türkiye‘li göçmenler
parlamentoda orantısız bir Ģekilde çok az temsil edilmektedir. Ġkincisi, bu göçmenler ve hatta onların
Almanya‘da doğmuĢ ve eğitim almıĢ yeni kuĢak çocukları ciddi Ģekilde yüksek bir iĢsizlik
yaĢamaktadır. Yine Türkiye kökenli bu göçmenler orantısız bir Ģekilde Sosyal Yardımlara bağlı olarak
yaĢamaktadırlar. Bütün bunların sonucunda göçmenler Avrupa‘nın hemen her yerinde ırkçılığa ve
ayrımcılığa maruz kalmaktadır ki bu durum ikinci ve üçüncü kuĢak göçmen çocuklarının fırsatlara
ulaĢmasını ciddi oranlarda engellemektedir. Bu sorunlara ek olarak Türkiye‘li göçmenlerin çocukları
eğitim alanında sürekli ve mutlak bir baĢarısızlık sarmalı içindedir. Yine bu sorunla yakından ilgili
olarak, Türkiye‘li göçmenlerin diploma denkliğinin hala büyük ölçüde kabul edilmemesi neticesinde
bu göçmenlerin yeteneksizleĢtirilmesi (de-skilling) ve değersizleĢtirilmesi (devaluation) onların
marjinal konumunu pekiĢtirmektedir. Almanya‘da Türkiye kökenlilere yönelik çifte yurttaĢlık
uygulamasının kabul edilmemesi ve vatandaĢlığa geçiĢ koĢullarının ağır Ģartlara bağlanması (Vicdan
Testi gibi bazı eyaletlerde uygulamaya konulan aĢağılayıcı tutum bunun bir örneği olmaktadır) temel
yurttaĢlık ve insan hakları konusunda problemler yaratmaktadır.
Almanlar ve göçmenler arasında söz konusu olan hiyerarĢinin en altında çoğu zaman Türkler ve
iltica baĢvurusu yapan göçmenler bulunuyor. Mevcut Alman yasaları Almanya‘da yarım asırdır
yaĢayan göçmenlere karĢı belli alanlarda hukuki olarak ayrımcılık içermektedir. Örneğin, AB
pasaportu olanlar ve Almanlara uygulanmayan ama sadece yabancılara uygulanan bazı düzenlemeler
söz konusudur: Sosyal hizmetlerin kısıtlanması, Sosyal yardım baĢvurusu kabul edilmeyenlerin sınır
dıĢı edilme ihtimali, yüksek öğrenime sınırlı eriĢim vb. Sonuç olarak, üçüncü kuĢak bir genç Türk
kökenli Alman Türk vatandaĢlığında kalmayı tercih ederse, Almanya‘da ikamet ederken sosyal
yardıma baĢvurduğunda teknik olarak sınır dıĢı edilme ihtimali vardır (Mueller, 2006: 429).
Almanya‘daki Türkiyeli misafir iĢçiler, siyasi mülteciler ve diğer mülteciler için yurttaĢlık süreci bu
kiĢilerin kültürel olarak asimile olduklarını kanıtlamasına bağlıdır. Ayrıca vatandaĢlık süreci, anayasa
bilgisi ve üstünlüğünün kabulü, Almanca dilbilgisi, Alman toplumu ve devletine entegrasyona istekli
olmak kadar, sosyal yardıma bağımlı olmamak ve önceki vatandaĢlığın bırakılması Ģartına
bağlanmıĢtır (Sainsbury 2006: 234).
18
ÜÇÜNCÜ DÜNYA VATANDAġLARI, FARKLILAġTIRILMIġ HAKLAR VE EMEK
PĠYASASINDA DIġLAYICI PRATĠKLER
Almanya‘nın göçmen yasaları içinde daha ileri bazı hakların kazanılmasının önkoĢulu, belli
Ģartların gerçekleĢtirilmesine bağlıdır ve bu Ģartlar uzun süreli güvenli oturum ve sonuç olarak
yurttaĢlığın kazanılmasına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, örneğin, tam çalıĢma hakkı kiĢinin yalnızca
ekonomik olarak kendi kendine yeterliliğini ispatlamıĢ olması Ģartına bağlanmıĢtır ancak eğer sosyal
yardım- bu hakka sahip olsa bile- alıyorsa bir üst düzeydeki hakkın verilmesinden yoksun
bırakılmaktadır.
Bütün bu zorlu süreçler, aslında hakların nasıl muğlak bir doğasının olduğunu ve hakların
kullanılmasının bazı Ģartlara bağlandığına ve bunların da göçmenleri kontrol etmeye yaradığına iĢaret
etmektedir.
Tablo 1: Avrupa Birliğinde VatandaĢların HiyerarĢisi
HiyerarĢi Basamakları
DolaĢma Serbestliği ve Haklar
AB VatandaĢları
Avrupa Ekonomik Bölgesi Ülkeleri
+Ġsviçre
Diğer Avrupa Ülkelerinde tam oturum, ÇalıĢma,
DolaĢım ve Sosyal Yardım Hakkı
Yüksek Yetenekli AB Üyesi Olmayan
Göçmenler
Oturum Hakkı, Sınırlı Düzeyde Aile BirleĢmesi, Sosyal
Yardım ve Endüstride ÇalıĢma Hakkı
Kısa Dönemli AB vatandaĢı Olmayan
Göçmenler
Bir Ülkede Sınırlı Oturum Hakkı, Ancak Özel Bir
ġirket Tarafından Kiralanırsa Sınırlı ÇalıĢma Hakkı
Kaçak Göçmenler
Özel Durumlar Hariç Nerdeyse Yok Denecek Kadar
Sınırlı ÇalıĢma, Oturum, DolaĢım Hakkı, Enformel
Sektörün Önemli TaĢıyıcıları
Mülteciler
Ġmkansız Düzeyde Sınırlı DolaĢım (Büyük Olasılıkla
SınırdıĢı Edilme), ÇalıĢma Ġzni Yok,
En Alt Düzeyde YaĢayabilecek Kadar Sosyal Yardım
Kaynak: (Garner, 2007)
2000 yılındaki Yeni YurttaĢlık Yasası Almanya‘da kalma koĢulunu 15 yıldan 8 yıla ve Alman
vatandaĢın eĢi için 3 yıla indirerek vatandaĢlığı biraz kolaylaĢtırdı ve bazı ironik durumları değiĢtirmiĢ
oldu. Ancak bununla birlikte Morris (2000: 227) Almanya‘da vatandaĢlığın hala kendini ekonomik
olarak idare edebilme/yeterli geliri kazandığını garanti etme Ģartına bağlı olduğunu ve aile
birleĢmelerinin de vatandaĢ olmayanlar için belli ağır sayılabilecek Ģatlara bağlandığını
vurgulamaktadır. Geçici iĢçilerin haklarındaki kısıtlamalar ve mültecilerin sınıflanmasının da daha
detaylı hale getirilmesi hala devam etmektedir.
2000 yılında değiĢtirilen yurttaĢlık yasasıyla birlikte Alman vatandaĢlığının kazanılmasının
eskisine oranla kolaylaĢtırılması çok önemli bir geliĢme olmasına rağmen, Alman toplumunun sahip
olduğu ve tarihsel köklere dayanan etno-kültürel (ethno-culturalist) yurttaĢlık bakıĢ açısı, toplumdaki
kurumsal anlayıĢa hala hâkim görünmektedir. Bu anlayıĢ, vatandaĢlığı, Alman ırkına kan ve akrabalık
mensubiyetiyle ölçen bir anlayıĢtır (Canefe, 1998). Örneğin; Almanya‘da özel ve ayrıcalıklı olarak
etnik Almanlara sunulan cömert politika ve pratikler vatandaĢlığın ırksal/kültürel yorumuna dayanan
açık ayrımcılığın kanıtlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Yani, etnik Almanların bütün
haklarıyla birlikte vatandaĢ olarak kabulü vatandaĢlığın diğer göçmenler için konulan belli düzeyde
geliri olma veya yardım almama Ģartına bağlanan yurttaĢlık meselesini aĢan ırksal olarak bir aitlik
meselesi olduğunun açık bir örneğidir.
GeçmiĢte, Almanya misafir iĢçi sisteminde, Türkiyeli göçmenler emek piyasasının en altındaydı ve
yükselmeleri çok zor olmaktaydı. Bu göçmenlerin nitelikleri çoğu zaman dikkate alınmıyor ve daha
19
çok sıkıcı ve niteliksiz iĢlerde çalıĢtırılıyorlardı. Erkekler için tipik iĢler araba tamirciliği, inĢaat iĢleri,
dökümcülük iken, kadınlar için tekstil, giyim, ve aĢçılık gibi iĢlerdi. Hizmet sektöründeki gastronomi,
temizlik ve kamudaki niteliksiz iĢler daha çok Türkiyeli göçmenlerin çalıĢtıkları ―göçmen iĢleri‖
olarak karĢımıza çıkıyordu. (Castlesand Miller, 2003: 206). GeçmiĢteki bu sektörel yığılmanın
etkilerinin kısmen hala geçerliliğini söylemek mümkün görünmektedir.
Günümüzde ise Almanya‘da iĢ piyasasına ulaĢmak aĢamalandırılmıĢ ve bazılarının eriĢim
imkanını güvenceye alan sıkı bir kontrol mevcuttur. (Morris, 2003: 90). Miera‘nın (2008) dikkat
çektiği gibi Alman emek piyasasının aĢamalı sisteminde sadece Almanlar ve özel çalıĢma izni olan
―ayrıcalıklı yabancılar‖ (etnik Almanlar, EFTA, Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları) emek
piyasasında serbestçe çalıĢmaktadırlar. Üçüncü dünya ülkeleri göçmenleri, ancak altı yıllık sürekli
yasal oturum izninden sonra veya sürekli yasal oturum iznini alabilirlerse böyle bir serbest çalıĢma
iznine sahip olabilmektedir. Ve en önemlisi, üçüncü dünya ülkelerinin vatandaĢları belli bir iĢ için
çalıĢma izni alabilmeleri veya iĢe girebilmeleri, Alman vatandaĢlarının ve ayrıcalıklı yabancıların bu
iĢlere baĢvurmamalarına bağlıdır. Üçüncü dünya göçmenlerinin iĢe alınmaları ancak bu ayrıcalıklı
grupların değerlendirilmesinden sonra mümkün olabilmektedir. Costant ve diğerlerine göre bahsedilen
bu ayrımcı koĢullar nedeniyle göçmenler ―etnikleĢen göçmenler‖ haline gelmektedir. ĠĢçi tüketici ve
ebeveyn olarak sivil topluma katılan ancak ekonomik kültürel ve siyasal iliĢkilerden dıĢlanan bir
kitleye dönüĢmektedir (Costant, vd., 2009).
Almanya iĢ piyasası iĢleyiĢinin en önemli özelliği, iĢ piyasasına tam eriĢime izin verilen ayrıcalıklı
izin ile AB vatandaĢları ve öncelikli yabancı vatandaĢlara öncelik veren ve diğerlerine sınırlı hak
tanıyan sınırlı izin arasındaki ayrımdır. Ġkinci gruptakilere alternatif iĢ için yalnızca 6 haftaya kadar
aktif arama yapmasına izin verilir. Bu ayrım gelen iĢçilerin geliĢ koĢullarındaki sınırlı haklarla birlikte
daha da ileri boyutlara varmaktadır. Bu durum sadece üçüncü dünyadan gelen ve iĢ piyasasına aĢamalı
eriĢimine izin verilen kiĢileri etkilemektedir ve iĢ piyasasında ―farklılaĢtırılmıĢ hakların‖
geniĢlemesine yol açmaktadır (Morris, 2001: 391). Bu koĢulların doğal sonucu olarak Türkiyeli
göçmenler uzun süreden beri ciddi bir boyuta ulaĢan kronik iĢsizlikle karĢı karĢıya kalmaktadır.
Örneğin sosyal sigorta (iĢ ve emeklilik) Almanya‘da katkıda bulunma üzerine ĢekillenmiĢtir.
Bütün Avrupalı olmayan misafir iĢçiler sosyal sigorta (iĢsizlik, yıpranma bedeli, sağlık yardımı ve
emeklilik) hakkına sahip olmaktadır. Ancak, misafir iĢçilerin iĢsiz kaldıklarında, iĢsizlik yardımı alıp
almayacakları Federal ĠĢçi Bürosunun (BundesanstaltfürArbeit) kararına bağlıdır. Eğer Federal ĠĢçi
Bürosu bu kiĢilerin tekrar iĢ bulamayacağı kanısına varırlarsa, onların iĢsizlik yardımı almalarını
reddedilebilmektedir (Samers, 1998: 133-134). Ancak üçüncü dünya vatandaĢı olan ve kısıtlı iĢ iznine
sahip kiĢiler ve aileleri yeterli iĢ ve gelir imkanına ulaĢmada olağanüstü zor koĢullara sahiptir
(Mueller, 2006: 429).
Yalnız burada bir istisnadan söz etmek gerekir: FarklılaĢmanın daha ileri bir boyut kazanmasına
yol açan bir durum. Avrupa Topluluğu‘yla Türkiye arasında yapılan anlaĢma sayesinde iĢ piyasasında
4 yıl çalıĢmıĢ olan Türklerin oturum hakları korunabiliyor. Bu anlaĢma Almanya‘dan daha çok diğer
üçüncü dünya ülke vatandaĢlarını ilgilendiriyor çünkü Almanya zaten onları misafir iĢçi statüsünde
kabul etmiĢtir (Morris, 2001: 391).
Dahaönemlisi,
AlmanyadaüçüncüdünyavatandaĢlarınınsonradangelenaileleriya
da
eĢleri
ülkelerindeki diplomaların denklikleri ve eski sosyal pozisyonları Kabul edilmediği için ciddi bir
Ģekilde ―değersizleĢme‖ (devaluation) ve yeteneksizleĢme (de-skilling) süreçlerine maruz kalmaktadır.
Yine örneğin etnik Almanlar geldikler iülkenin diploma denklikleri tamamen Kabul edildiği için böyle
bir sorun yaĢamamaktadır.
BĠR HÜZÜNLÜ AġK HĠKÂYESĠ: AVRUPA BĠRLĠĞĠNDE AĠLE BĠRLEġMELERĠ
Genel olarak bakıldığında, hakların potansiyel olarak aĢamalı hale gelmesi, AB vatandaĢlığı,
ulusal yurttaĢlık ve üçüncü dünya vatandaĢlığı statülerine göre farklılaĢtırılan değer sistemiyle
mümkün olmaktadır. Buna göre, aile birleĢmesine yönelik Avrupa vatandaĢları için aile kavramı
olabildiğince geniĢ tutulurken, Avrupa Ekonomik Birliği bölgesinin iĢçilerinin sadece kalacak yer
güvencesini sağlaması yeterli görülmektedir (Morris, 2001: 394).Avrupa Birliği aile birleĢmeleri
politikası açısından, 1999‘daki Tampere Deklerasyonu‘nda aile birleĢmeleri ekonomik ve sosyal
20
bütünleĢmeyi kolaylaĢtıran bir Ģey olarak görülüyorken, 2003‘deki Direktifte; göçmen aileleri
entegrasyona engel ve sosyal devlete büyük bir maliyet olarak görülmeye baĢlanmıĢtır (Kraler, 2010).
Almanya‘da Aile BirleĢmesi uygulamaları her göçmen gruba eĢit bir Ģekilde faydalandırılmamaktadır.
Tersine, bu uygulamalar sınıf, etnisite, ulus ve cinsiyet faktörlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Göçmenlerin
AvrupalılaĢtırılması ve eĢzamanlı olarak AB, EFTA, Ġsviçre vatandaĢları ve aile üyelerinin hareketlilik
haklarının geniĢletilmesi süreci bu eĢitsizlikleri yok etmemektedir. Daha ziyade, aile birleĢmesi
politikaları Avrupalı göçmenleri Avrupalı olmayan ülkelerden gelen ve daha yoksul göçmenler
karĢısında nadide göçmenler haline getirmekte ve sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımını pekiĢtirmektedir
(Kraler, 2010: 31). Alman vatandaĢları ve iĢçiler Avrupa Ekonomik Bölgesine ait bir ülkeden
geliyorsa eĢleri için hemen ve mutlak bir aile birleĢmesi hakkına sahipken, diğerleri bir süreliğine
beklemek ve yeterli güvenceli gelire ve yaĢam mekanına sahip olduklarını kanıtlamakla yükümlüdür
(FL, Para. 17., Probationarystatus: Befristete Aufenthaltserlaubnis/FL Para. 15; aktaran, Morris, 2000:
230).
Örneğin, Almanya‘da Türkiye‘li göçmen halihazırda misafir iĢçi statüsünde sürekli oturum izni
almıĢsa ve tüm ailesinin geçimini sağlayabilecek gelire ve yeterli yaĢam alanına (6 yaĢ veya
üzerindeki her bir kiĢi için 12 m2 olarak belirlenmiĢ) sahip olduğu takdirde eĢlerinin Almanya‘ya göç
etmesine izin verilmektedir. Diğer çok küçük bir grupta ise 1996‘ya kadar geçerli olmak üzere
Alman-olmayan ebeveynlerin küçük çocukları ancak 16 yaĢına kadar anavatanlarında Almanya‘ya
ailesinin yanına vizesiz olarak ve sürekli oturum izni koĢulundan muaf olarak kabul edilebiliyordu
(Green, 2003: 232).
Alman vatandaĢı veya Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları veya iĢçilerinin yabancı eĢleri
anında özel bir çalıĢma iznine kavuĢmaktadır ancak yabancı göçmenlerin eĢleri genel (sınırlandırılmıĢ)
izin için bile en az 1 yıl, tam çalıĢma izni için ise 4 yıl beklemek zorundadır. Ancak, yaĢam mekanı ve
yeterli gelir koĢullarını sağlamak oldukça zordur ve bu konularda herhangi bir yetersizlik eĢlerin
izninin yenilenmemesi sonucunu da doğurmaktadır.
Almanya‘da 15 Temmuz 2007‘de aile birleĢmesiyle ilgili yeni bir değiĢiklik gündeme gelmiĢtir.
Bu değiĢikliğe göre, yurtdıĢında olan eĢlerin Almanya‘ya gelmeden vize alabilmesi için temel
Almanca‘yı konuĢabilmesi Ģartı getirilmiĢtir. Bununla birlikte, bu değiĢiklik birçok ayrımcı istisnaları
da barındırmaktadır. Buna göre, Avrupa Birliği vatandaĢları ve ABD, Kanada, Japonya ve Güney
Kore gibi Almanya için vize Ģartı olmayan vatandaĢlar bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bunun
yanında, vasıflı ve profesyonel olan akademisyenlerin eĢleri de bu uygulamadan muaf tutulmaktadır.
Bu noktada ġahin ve AltuntaĢ‘ın (2009: 34) ifade ettiği gibi bu istisnaların dıĢında kalan diğer
göçmenler dikkate alındığında, bu değiĢikliğin hedef aldığı geriye kalan göçmenler zavallı üçüncü
dünya vatandaĢları ve Türkiyeliler olduğu yeterince açıktır.
SONUÇ VE ÖNERĠLER
Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan ve
toplumsal kapanımın güçlü bir aracı haline gelmektedir. YurttaĢlık aynı zamanda her bir devletin
yurttaĢla yabancı arasında meĢru ve ideolojik sınır oluĢturması nedeniyle devletlerin içinde de
kapanıma yol açan bir araçtır (Jorgensen, 2008).Sonuç olarak, her devlet belli sorumlulukları olduğu
kadar belli hak ve faydaları muhafaza ederek, kendi yurttaĢları ve yabancı oturumu olanlar arasında bir
ayrım yapar. Çünkü bazı göçmenlerin göçmen statüsünde kalarak ülkede süresiz olarak kalmalarına
izin verilmesi, ancak onları siyasal alanın dıĢında bırakarak ve toplumsal ve ekonomik hayata ise
neredeyse yurttaĢlarla benzer koĢullarda katılmalarını sağlayarak söz konusu olmaktadır.
Avrupa Birliği ulus-üstü bir kurum olarak çoğunlukla üçüncü dünya göçmenlerinin aleyhine
iĢleyen hiyerarĢik bir yapıya sahiptir. Aslında ayrımcılık Avrupa topluluğunun doğasında
bulunmaktadır çünkü AB içindeki her ülkeyi açık bir Ģekilde eĢitsiz haklarla bezenmiĢ iki tür yabancı
tanımlamaya yöneltmektedir. GeliĢen AB yapıları- özellikle bireysel hareketlilik, sınır kontrolleri,
sosyal haklar vb. Konularda- bu eĢitsizlik eğilimlerini/durumunu keskinleĢtirmektedir (Balibar, 1991:
6). Böylece, Avrupa topluluğunun içindekiler ve dıĢındakiler ayrımı, açık veya gizli çatıĢmaların
merkezi haline gelmektedir.
21
II. Dünya SavaĢı sonrasında ekonomik ihtiyaçların yarattığı krizlerle ve büyük ölçekli kitlesel
göçmen akınıyla karĢılaĢan Avrupa devletleri bu duruma iki Ģekilde karĢılık vermiĢtir. Avrupa
devletleri birinci olarak, polisiye ve güvenlik tedbirleri yoluyla ülkelere giriĢlerde göçmenlere sıkı
kontrol ve seçme mekanizmaları inĢa etmiĢtir. Ġkinciolarakise, bu ülkeler yasalar yoluyla göçmenlere
yönelik olarak hakları farklılaĢtırmıĢ ve tabakalı hale getirmiĢlerdir. Bu noktada, bu iki mekanizma,
bugüne kadar Avrupa ülkelerinin göçmen ve entegrasyon politikalarının ana iskeletini
oluĢturmaktadır.
Sınırlarda veya ülke içerisinde fiziksel kontrol ve bununla iliĢkili pratikler (sınır dıĢı etme,
yurttaĢlıktan çıkarma ve tutuklama vb.) hala önemini korumasına rağmen, çağdaĢ dünyada
göçmenlerin idaresi; genellikle farklılaĢtırılmıĢ hakların ve farklı göçmen kategorilerin dağıtılması
yoluyla sürdürülmektedir.
Bu farklılaĢtırılmıĢ hiyerarĢik hakların verilmesi, çeĢitli mekanizmalar yoluyla milliyet, beceri
düzeyi, sosyoekonomik durum ve cinsiyet gibi faktörler üzerinden yürütülmektedir. Sonuç olarak,
günümüz göç ve entegrasyon politikaları ve idaresi, göçmenlerin kabulü, oturum, çalıĢma, sosyal
haklar vb. açılardan farklı statülerin ve iliĢkili haklar grubunun çoğaltılması, birbirinden ayrıĢtırılması
ve çeliĢmesini içeren tabakalı yurttaĢlık sistemini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, ―tabakalı
yurttaĢlık‖ kavramı bazı özel göçmen grupların haklarının geniĢletilmesi veya daraltılmasına yol açan
bir sistem olarak değerlendirilebilir.
Paradoksal olarak, Almanya`da göçmen ve onların çocuklarının Almanya`da doğup, yetiĢip eğitim
almalarına rağmen kurumsal bir ayrımcılığa maruz kalmaları, hala ciddi bir olasılık olarak karĢımızda
durmaktadır.BaĢka bir deyiĢle, Almanya‘da doğmuĢ, eğitim almıĢ ve sosyalleĢmiĢ olmasına rağmen,
üçüncü kuĢak Türk gençleri farklı ayrımcılık kategorileriyle tanımlanmakta ve bu kuĢak bile entegre
olmamak gibi bir suçlamayla karĢılaĢabilmektedir. Hâlbuki bu gençler entegrasyon paradigmasıyla
anlaĢılamazlar çünkü göçmen değiller. Bu çalıĢma açısından sorun, üçüncü veya sonraki kuĢakların
entegrasyonun gerçekleĢip gerçekleĢmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi
kesiminde ve hangi ölçüde gerçekleĢeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık
Almanya`da kalmaları ya da Türkiye‘ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası
yetenekleri ve kimliklerinin güvenli bir Ģekilde yaĢayabileceği alanların nasıl oluĢturulacağı
sorunudur.
Günümüzde, Türklerle birlikte üçüncü dünya vatandaĢları ve onların çocuklarını sosyal hayatın her
alanına katılım hakları ve kaynaklara ulaĢma açılarından Avrupalı vatandaĢlar (etnik Almanlar dahil)
ile eĢit hale getirmek göçmen politikalarının ajandalarına alması gereken en acil sorunlardan biridir.
Özellikle, göçmenlere aĢağı haklar ve statüler veren bu tabakalı yurttaĢlık sisteminin ortadan
kaldırılması göçmenlerin ve onların çocuklarının marjinalleĢmesinin ve dıĢlanmalarını da bir nebze
hafifletecektir.
Çünkü, bugün Avrupa Birliği ülkelerinde göçmenlerin ve çocuklarının emek piyasasına eriĢim,
aile birleĢmeleri, vatandaĢlık alma hakkı vb. bazı haklara ulaĢma konusunda açıktan sınırlılıklara sahip
olması, ırk ve kültür gibi kriterler yoluyla değil, yurttaĢlık açısından tarif edilmektedir. Ancak, bu
kapsamdaki politikalar daha çok üçüncü dünya uluslarının vatandaĢlarını hedef almaktadır ve onların
çalıĢma fırsatlarını ve hizmetlere ulaĢmalarını etkileyecek Ģekilde meĢru haklarından yoksun
kalmalarına yol açmaktadır. Özellikle, vize uygulamaları, emek piyasasına ve kaynaklara ulaĢma
kısıtları, sınır kontrolleri ve diğer resmi olmayan uygulamalar ve kurumsal tedbirler vb. ister göçmen
isterse de vatandaĢ statüsünde olsun üçüncü dünya vatandaĢlarının hak mahrumiyetlerine ve
trajedilerine neden olmaya devam etmektedir.
22
KAYNAKÇA
Abadan-Unat, N. (1992). ―East-West vs. South-North Migration: EffectsupontheRecruitmentAreas of
the 1960s‖, International Migration Review, Vol. 26, No. 2, Special Issue: The New Europe
and International Migration (Summer), pp: 401-412
Balibar. E. (1991). ―Es GibtKeinenStaat in Europa: RacismandPolitics in Europe Today,‖ New
LeftReview, Cilt: 186 (1), s. 5-19.
Brubaker, R.W. (1992).CitizenshipandNationhood in France and Germany (Cambridge, MA, Harvard
UniversityPress).
Canefe, N. (1998). ―Citizensversuspermanentguests: culturalmemoryandcitizenshiplaws in a reunifed
Germany‖, CitizenshipStudies, cilt: 2(3), s. 519–544.
Castles, S. (1995). "How Nation-statesRespondtoImmigrationandEthnicDiversity," New Community,
cilt: 21(3), s. 293-308.
Castles, S.,Miller, M. J. (2003).The Age of Migration: International PopulationMovements in the
Modern World (Third edition). Basingstoke: Palgrave-Macmillan.
Constant, A. vd., (2009). ―EthnocizingImmigrants,‖Journal of EconomicBehavior&Organization, cilt:
69 (3), s. 274-287.
Crul, M, Schneider, J (2009). ―Children of TurkishImmigrants in Germany andtheNetherlands:
TheImpact
of
Differences
in
VocationalandAcademicTrackingSystems,‖
TeachersCollegeRecordVolume 111, Number 6, June, pp. 1508–1527.
Diefenbach, H. (2002).GenderIdeologies, RelativeResources, andtheDivision of Housework in
IntimateRelationships: A Test of HymanRodman'sTheory of Resources
CulturalContextInternational Journal of ComparativeSociologyFebruary ,43, pp45-64.
in
Faist, T. (1994). ―Immigration, integrationandtheethnicization of politics:
A review of
Germanliterature”, EuropeanJournal of PoliticalResearch, cilt. 25,s. 439-459.
Garner, S (2007). ―The European Union and Racialization of the Immigration, 1985-2006,‖Race
/Ethnicity, vol. 1, no. 1, pp:61-87
Green, S. (2003). ―Legal Status of Turks in Germany‖, Immigrants&Minorities, cilt: 22 (2 & 3), s.
228-246.
Gogolin, I (2009). ‗‗Bildungsprache‘- TheImportance of Teaching Language in Every School Subject‖
in ScienceEducationUnlimited: ApproachestoEqualOpportunities in Learning Science, Tajmel
T. andStarl K, (eds) (WaxmannVerlagGmbH, Munster) pp. 91-105
Gomolla, M.,Radtke, F. O. (2007). InstiutionelleDiskriminierung: DieHerstellungethnischerDifferenz
in der Schule [Institutionaldiscrimination: Theproduction of ethnicdifference in schools]. 2nd
ed. Wiesbaden, Germany: VS VerlagfurSozialwissenschaften.
Howard, M. M. (2008). ―TheCausesandConsequences of Germany‘s New CitizenshipLaw‖,
GermanPolitics, cilt: 7(1), s.41–62.
Ignatieff, M. (1987).‖TheMyth of Citizenship‖, Queen`sLawJournal, cilt:12, s. 399-420.
Jorgensen, M. B. (2008).NationalandTransnationalIdentities: TurkishOrganisingProcessesand
Identity Construction in Denmark, Swedenand Germany, unpublishedphDdissertation
http://www.alevi.dk/ENGELSK/MBJ%20afhandling%20alevi%20org.pdf
(eriĢim
tarihi:
02/02/2010).
Kivisto, P. (2002).Multiculturalism in a Global Society (Oxford: Blackwell)
Kraler, A. (2010). ―Civic Stratification, Gender and Family Migration Policies in Europe‖, Final
Report, International Centre for Migration Policy Development (ICMPD).
Liebig, T. (2007). ―TheLabor Market Integration of Immigrants in Germany‖, OECD Social,
23
Employmentand Migration WorkingPapers, No. 47, OECD Publishing.
Lockwood, D. (1996). ―Civic Integration and Class Formation Source‖ The British Journal of
Sociology, cilt: 47(3), Special IssueforLockwood (Sep.), s. 531-550.
Meier, Gabriela S. (2010) ―Two-wayimmersioneducation in Germany: bridgingthelinguisticgap‖,
International Journal of BilingualEducationandBilingualism, 13: 4, 419 — 437
Miera,
F
(2008).
―Country
Report
on
Education:
Germany‖,
http://emilie.eliamep.gr/wpcontent/uploads/2009/08/edumigrom_backgroundpaper_germany_
educ.pdf (eriĢim tarihi: 11/07/2011).
Morris, L. (1997). ―A Cluster of Contradictions: ThePolitics of Migration in theEuropeanUnion‖,
Sociology, cilt: 31, s. 241-259.
Morris, L. (2000) Rightsandcontrols in themanagement of migration: thecase of Germany,
SociologicalReview, cilt: 48(2), s.224-240.
Morris, L. (2001). ―StratifiedRightsandThe Management of Migration: Nationaldistinctiveness in
Europe‖, EuropeanSocieties, cilt: 3(4), s.387-411.
Morris, L. (2002).Managing Migration: CivicStratificationandMigrantsRights, London: Routledge
Morris, L.(2003). ―ManagingContradiction: CivicStratificationandMigrants' Rights‖, The International
Migration Review, cilt: 37(1), s.74-100
Morris, L. (2007). ―New Labour‘sCommunity of Rights: Welfare, ImmigrationandAsylum‖, Journal
of SocialPolicy, cilt: 36(1), s.39–57
Mueller,
C.
(2006).
―IntegratingTurkishCommunities:
PopulationResearchPolicyReview, cilt: 25, s. 419–441.
a
German
Dilemma‖,
Sainsbury, D. (2006). ―Immigrants‘ SocialRights in ComparativePerspective: WelfareRegimes, Forms
of ImmigrationandImmigrationPolicyRegimes‖,Journal of EuropeanSocialPolicy0958-9287;
cilt: 16(3), s.229–244
Samers, M. (1998). ―Immigration, `EthnicMinorities', and `SocialExclusion' in theEuropeanUnion: A
Critical Perspective‖, Geoforum, cil:29, s.123-144.
Schierup, C, U et al. (2006). Migration, Citizenship, andtheEuropeanWelfareState – A European
Dilemma (New York: OUP)
ġahin,
B., AltuntaĢ, N. (2009). ―BetweenEnlightenedExclusionandConscientiousInclusion:
ToleratingtheMuslims in Germany‖, Journal of MuslimMinorityAffairs, cilt: 29(1), s.27-41.
Thomson, M., Crul, M. (2007). ―The Second Generation in Europe andthe United States: How is
theTransatlanticDebateRelevantforFurtherResearch on theEuropean Second Generation?‖
Journal of Ethnicand Migration Studies,Vol. 33, No. 7, September, pp. 1025 -1041
Ünver, O. C. (2006). ―CurrentDiscussions in theGerman Integration Debate, TheCulturalistVision vs.
SocialEquity? Revueeuropéennedesmigrationsinternationales,vol. 22,3, pp. 23-38.
Worbs, S. (2003). ―The Second Generation in Germany: Between School andLabor Market‖,
International Migration Review, Vol. 37, No. 4, TheFuture of the Second Generation: The
Integration of MigrantYouth in SixEuropeanCountries (Winter), 1011-1038.
24
SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ
Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL1
ÖZET
Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır.
Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve
çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine
yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da
sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar
Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu Ģüpheci yaklaĢımdan yola çıkarak, bu bildiride önce haklar sosyolojisinin
geliĢmesinin önündeki zorluklar üzerinde durulacaktır. Bu amaçla, insan haklarının normatif ölçütler
olarak kavramlaĢtırılıp ampirik olarak çalıĢılmasının sosyologlar için yarattığı güçlüklere dikkat
çekilecektir. Sonra da sosyolojinin insan hakları alanına yapabileceği katkılar tartıĢmaya açılacaktır.
Sosyolojinin haklarla iliĢkili olarak üzerinde durduğu konulardan biri, normatif insan hakları ilkeleri
ve bunların pratikte uygulanması arasındaki farkları göstermektir.
Anahtar Kelimeler: haklar sosyolojisi, insan hakları, normatif insan hakları ilkeleri ve pratiği
ABSTRACT
Sociology of rights, a new field within the sociology disipline, has been developing for the last
twenty years. Until now the subject of human rights has been mainly studied and discussed under the
disiplines of law, political science and philosophy. Although there has been a recent expansion of
academic interest in the theory and practice of Rights within sociology, its approach to rights has
remained sceptical until recently. Therefore, a specifically sociological approach to this topic (rather
than a legal or political science approach) has yet to develop. This paper aims to contribute to the
emerging field of sociology of human rights by drawing the various discussions raised by sociologists
especially in the last twenty years. I will try to introduce the difficulties faced by the sociologist
because of this sceptical approach and then discuss the possible contributions of a sociology of human
rights for the implementation of these rights.
Keywords: sociology of human rights, normative human rights principles and practice
GĠRĠġ
Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir
alandır.Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve
çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine
yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da
sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar
Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu bildiride insan hakları sosyolojisi içindeki temel tartıĢmalara ve belli baĢlı
yaklaĢımlara değinerek bu tartıĢmaların sürdürülmesine ve geliĢtirilmesine katkıda bulunmayı
amaçlıyorum. Bu tartıĢmalardan belli baĢlıları Ģunlardır: Hakların kaynağı üzerine yapılan doğal
haklar- pozitif haklar tartıĢması ve temelcilik-toplumsal kurmacılık tartıĢma ekseni; hakları medeni ve
siyasal haklar ve ekonomik, kültürel ve sosyal haklar olarak konularına göre ayıran ve bu
gruplandırmalardan birine öncelik veren ya da bu hakları birbirine bağımlı ve ayrılmaz gören
tartıĢmalar; bu tartıĢma ekseni ile bağlantılı olarak hakları olumlu ve olumsuz olarak ayırıp devletin
haklar karĢısındaki konumu üzerine yapılan tartıĢmalar; hakların evrenselliğine karĢı kültürel
göreceliğini öne süren tartıĢma ekseni ve özellikle sosyoloji içindeki önemli bir diğer tartıĢma alanı
olan, hakların kuramı ve pratiği arasındaki farklara yoğunlaĢan tartıĢmalar.
1
Dr., Marmara Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, funda.karapehlivan@marmara.edu.tr.
25
ĠNSAN HAKLARININ TARĠHSEL GELĠġĠMĠ
Tarihsel olarak insan hakları düĢüncesi köklerini doğal haklar hukukunda bulabileceğimiz doğal
haklar anlayıĢından doğmuĢtur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Ġnsan ve YurttaĢ
Hakları Bildirgesi (1789) temellerini John Locke ve Thomas Paine'nin doğal haklar kuramından
almıĢlardır. Evrensel insan hakları söyleminin geliĢim çizgisi, bu söylemin içinden çıktığı toplumsal
ve siyasal iliĢkilerin devrilmesinde rol oynadığını göstermektedir (Benton, 1993:100). Ancak doğal
haklar düĢüncesi bir yandan eski rejimin yıkılması için gerekçe sağlarken, diğer yandan yeni egemen
grupların çıkarlarının meĢrulaĢtırılmasında rol oynamıĢtır (Evans, 1998:4). Doğal haklar düĢüncesine
göre, bireylerin belli haklara sahip olması onların yalnızca doğal insanlar olmalarından kaynaklanır.
Sadece bu düĢüncenin bile daha sonra ki insan hakları anlayıĢının geliĢmesinde önemli etkisi olmuĢtur.
Doğal haklar kuramının en iyi bilenen savunucusu olan John Locke'a göre insanlar doğa tarafından
doğuĢtan gelen yaĢam, özgürlük ve mülkiyet haklarıyla donatılmıĢlardır. Bu haklar, insanın kendisine
aittir ve devlet tarafından kaldırılıp feshedilemezler (Davidson, 1993:27; Freeman, 1988:4; Heywood,
1992:34). Doğal haklar kuramının amacı bireyleri, özellikle devletin gücünü kötüye kullanmasına
karĢı korumaktır. Bu nedenle, doğal haklar öncelikle siyasal iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması
olarak ileri sürülmüĢlerdir. Bu anlayıĢa göre, insanların doğal haklarına saygı göstermeyen bir
hükümet yönetme hakkını kaybedecektir (Jones, 1994:3).
Evrensel insan hakları söylemi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın toplumsal ve ekonomik
baskılara ve siyasal zorbalıklara karĢı yapılan mücadelelerinde radikal bir rol oynamıĢtır (Benton,
1993:100). Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru iĢçi sınıflarının farklı türde haklar için yaptığı
mücadeleler sonucunda, çalıĢma saatlerini kısaltıp çalıĢma koĢullarını iyileĢtiren fabrika yasaları
çıkarılmıĢtır. Kamu sağlığı yasaları Ģehirlerin sağlık için en büyük tehditlerden kurtulmalarına olanak
sağlamıĢ; sosyal güvence yasalarıyla emeklilik hakkı ve gereksinimi olanlar için hastalık izni hakkı
kazanılmıĢtır. Ondokuzuncu yüzyıl aynı zamanda insan haklarının uluslararası boyutta ilk kez
korunmaya alınmasının da doğuĢuna tanıklık etmiĢtir. 1885'teki Berlin Konferansı'nda Avrupa
devletleri bütün köle ticaretini yasaklamayı kabul etmiĢtir. Birinci Dünya SavaĢı'ndan sonra Britanya,
Fransa ve Amerika BirleĢik Devletleri gelecekte ortaya çıkabilecek saldırganlıkları önlemek amacıyla
Milletler Cemiyeti'nin kurulması üzerinde uzlaĢmıĢtır. Ancak, savaĢ sonrasının bütün umutları Ġtalya
ve Almanya'da faĢizmin yükseliĢi ve Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında yaĢanan vahĢet karĢısında
kaybolmuĢtur (Freeman, 1988:6-9; Weissbrodt, 1988:1-2). Ġnsan haklarının geliĢiminin bu erken
döneminde söylem 'erkek' hakları üzerinde yükselmiĢ; bu da kadınların, çocukların ve bazı erkeklerin
insan haklarından dıĢlanması anlamına gelmiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası, insan hakları
kavramının küresel bir söylem olarak kabul edilmeye baĢlandığı dönem olmuĢtur. Amerika BirleĢik
Devletleri, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan ekonomik ve askeri süper güç olarak çıkmıĢ ve BirleĢmiĢ
Milletler'in kurulmasında merkezi bir rol oynayarak insan hakları söyleminin yeniden yükseliĢinde
etkili olmuĢtur. Anthony Woodiwiss'e göre insan haklarının doğuĢunun uyuĢmayan ama yine de
birbirini tamamlayıcı iki yönü vardır: Birincisi T. H. Marshall'ın (1949) sosyal haklar diye adlandırdığı
hakların doğuĢudur; ikincisi de faĢizmin yükseliĢi ve faĢizmin insanlığa karĢı iĢlediği suçlara
gösterilen geç kalmıĢ nefrettir (2005:80).
ÇeĢitli yazarlar insan haklarının tanımı ve doğası hakkında çok farklı görüĢler ve kuramlar
geliĢtirmiĢlerdir2. Ancak bu yazarların hemen hemen hepsinin üzerinde anlaĢtığı nokta, insan
haklarının Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra evrensel bir ilgi alanı haline gelmiĢ olduğudur. KarmaĢık ve
giderek geniĢleyen insan hakları sistemi ile BirleĢmiĢ Milletler bu küresel ilginin en önemli
göstergesidir. BirleĢmiĢ Milletler, uluslararası insan hakları hukukunun üye ülkelerin temsilcileri
tarafından görüĢüldüğü ve üzerinde anlaĢıldığı temel mercidir. BirleĢmiĢ Milletler insan hakları
koruma sistemi, çeĢitli unsurlardan oluĢmuĢ karmaĢık bir yapıdır. Bu yapıyı oluĢturan unsurlar
arasında yasal olarak bağlıyıcı uluslararası antlaĢmalar, yasal olarak bağlayıcı olmayan deklerasyonlar
ve belgeler yanında, özel raportörler, uzmanlar, çalıĢma grupları, komiteler, sözleĢme organları vardır.
2
Farklı insan hakları kuramları üzerine ayrıntılı tartıĢmalar için bkz. Shute and Hurley, 1994; Waldron, 1984;
Douzinas, 2000; Freeman, 2002; Falk, Elver and Hajjar, 2007; Galtung, 2013.
26
Bu karmaĢık yapı bütün unsurlarıyla birlikte insan haklarının korunması ve yaĢama geçirilmesi için
çeĢitli Ģekillerde faaliyet gösterir (Mertus, 2005:3).
ĠNSAN HAKLARI SOSYOLOJĠSĠ
Siyaset bilimi, hukuk ve felsefe yakın zamanlara kadar insan hakları çalıĢmalarında hegemonik bir
rol oynamıĢtır. Buna karĢılık, sosyolojinin haklar konusunda kısa süre öncesine kadar sessiz kaldığını
görüyoruz. Bryan Turner, 1993‘te yayınlanan ve insan hakları sosyolojisinin önünü açan makalesinde
insan hakları çözümlemesinin sosyoloji için bir sorun oluĢturmasının nedeninin, sosyolojinin evrensel
insan haklarının toplumsal varlığı düĢüncesine Ģüphe ile yaklaĢması olduğunu ileri sürer. Ancak son
yirmi yıl içinde artan çalıĢmalar, insan hakları sosyolojisinin yeni bir çalıĢma alanı olarak ortaya
çıktığını göstermektedir. Robert Fine'a göre sosyolojinin artan bu ilgisi, insan haklarının toplumsal ve
siyasi alanların önemli bir parçası haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Sosyolojinin normatif haklar konusundaki Ģüpheciliğinin kökenleri klasik sosyal kuramcılara kadar
gider. Doğal hukukun çöküĢünü ilan edip modern hukuku rasyonelleĢmiĢ bir sistem olarak eleĢtiren
Weber; bireysel hakları burjuva ideolojisinin bir parçası olarak gören Marx ve hukuk ve haklara
pozitivist bir yaklaĢımı olan Durkheim gibi klasik sosyoloji kuramcılarının mirası insan hakları
sosyolojisinin geç geliĢmesinde önemli bir faktör olmuĢtur. Yalnızca insan olunduğu için haklara
sahip olma düĢüncesi bu kuramcılara göre felsefi ve hatta daha da kötüsü ideolojik bir soyutlanmadan
ibarettir. Durkheim, Marx ve Weber insan haklarının evrensel ve normatif bir temeli olması olasılığına
Ģüpheyle yaklaĢmıĢlardır. Onlar hukuk ve ahlakın toplumsal yapıların geliĢmesindeki özel rolü
üzerinde durmuĢlardır. Aynı zamanda insan haklarının tarih dıĢına çıkarılmasını ve liberal bireycilikle
iliĢkilendirilmesini eleĢtirmiĢ ve insan haklarıyla ilgili tartıĢmaların devletin ve toplumun bu haklardan
yararlanılmasını garanti etme kapasitesiyle iliĢkilendirilmesi gerektiğini savunmuĢlardır.
1990'ların baĢında Bryan Turner (1993) ile Malcolm Waters (1996) arasındaki tartıĢma insan
haklarının sosyolojik analizinin öncüsü olmuĢtur. Bu tartıĢma iki farklı yaklaĢımın - temelcilik ile
toplumsal kurmacılık - örneğini vermesi açısından da önemlidir. Turner sosyolojinin bir disiplin olarak
çağdaĢ bir haklar kuramı için gözle görülür bir temeli olmadığını ileri sürer ve bu sorunu haklar için
ontolojik bir temel bulmaya çalıĢarak çözmeye uğraĢır. Ona göre sosyoloji, insan hakları analizini
insan bedeninin zayıflığı, toplumsal kurumların istikrarsızlığı ve empati düĢüncelerinin bir
kombinasyonu üzerine dayandırabilir. Öte yandan Waters (1996:596), Turner'a yanıtında sosyologlar
için önemli olanın insan haklarının ve insan hakları kurumlarının nasıl toplumsal olarak kurulduklarını
açıklamak olduğunu ileri sürer. Waters'a göre insan haklarının toplumsal kurmacı kuramı, hakların
kurumsallaĢmasını politik çıkarlar arasındaki güçler dengesinin bir ürünü olarak görür. Benzeri bir
perspektiften Lydia Morris (2006:10), hakların analizi için pratiğe dayalı bir yaklaĢım önerir. Ona
göre, sosyoloji hakların ontolojik bir temelini oluĢturmak yerine, hakların pratiğine odaklanmalıdır.
Morris (2006:13) hakların sosyolojik çalıĢması içerisinde dört farklı yaklaĢımdan söz
edilebileceğini ileri sürer. Bunlar: politik ekonomi yaklaĢımı, statüler, normlar ve kurumlara
odaklanan yaklaĢım, hakların anlamına ve yorumuna odaklanan yaklaĢım ve haklar arasındaki
çatıĢmalara vurgu yapan yaklaĢımdır.
Ben bu yaklaĢımlardan politik ekonomi yaklaĢımını benimsiyorum. Bildirimin bundan sonra ki
kısmında bu yaklaĢım üzerinde duracağım. Bu yaklaĢım, toplumsal yaĢamı biçimlendiren politik ve
ekonomik iliĢkilerin odak alınarak toplumsal oluĢumun bir bütün olarak anlaĢılmasının gerekliliğini
savunur ve insan haklarının analizi için toplum içindeki güç iliĢkilerinin ve yapısal eĢitsizliklerin
çözümlenmesinin gerekli olduğunu ileri sürer.
Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra insan hakları kavramı çerçevesinde ve kuramındaki geniĢlemeye
rağmen, insan haklarının formel ve ampirik algılanıĢı arasında önemli bir açık olagelmiĢtir. Formel
düzeyde haklar hem geniĢ anlamda tanımlanmıĢ ve evrensel olarak kabul edilmiĢler, hem de ayrılmaz
ve birbirine bağlı parçalar olarak görülmüĢlerdir. Ancak ampirik düzeyde insan haklarının çok daha
sınırlı ve seçici bir uygulamasıyla karĢılaĢırız. Bir baĢka deyiĢle, haklar kağıt üzerinde kabul
edilmelerine rağmen gerçekte bu haklardan faydalanılması çok sınırlı olabilmektedir. Örneğin
normatif düzeyde sağlık hakkı, kaynakların kullanıma hazır olduğunu ve adil dağıtıldığını öngörür.
Ancak ampirik olarak kaynakların kullanımı ile baĢarılı sağlık politikaları arasındaki iliĢkinin bu kadar
27
basit olmadığını ve ayrıntılı araĢtırmalar gerektirdiğini biliyoruz. Günümüzde sağlık hizmetleri formel
olarak herkesin kullanımına açık olsa bile, parası çok olan daha iyi sağlık hizmeti almaktadır. Bu
durum eğitim hizmetleri için de geçerlidir.
Yani eĢzamanlı olarak hakların hem varlığından hem de yokluğundan söz edebiliriz. Morris'e göre
hakların korunması gerektiğinin kabulü ve bu kabulün gerçekleĢmesi arasındaki fark insan haklarını
sosyolojik olarak ilginç kılar. Bir diğer deyiĢle, hakların kabulü ve gerçekleĢtirilmesi arasındaki bu
fark sosyolojinin ilgi alanını oluĢturur. Benton'a (2006) göre de soyut ve somut haklar arasındaki bu
karĢıtlık liberal hak anlayıĢının sosyolojik eleĢtirisinin merkezinde yer alır. Benton'a (1993, 2006)
göre, eğer bireyler pratikte hakları kullanmak için gerekli yetenek ve kaynaklardan yoksun iseler,
haklar yalnızca soyut ve etkisiz kalırlar. Hakların kabulü ve gerçekleĢmesi arasındaki bu fark insan
hakları sosyolojisini hakların daha iyi gerçekleĢebilmesi için önemli kılar. Ġnsan haklarına yalnızca
hukuki açıdan yaklaĢılması sosyo-ekonomik ve toplumsal kimliklerin görmezden gelinmesine yol
açabilir. Bu nedenle hukukun yukarıdan bakan dar kapsamının dıĢına çıkılıp yasal insan hakları
ilkeleri bu hakların sosyolojik analizleriyle desteklenmelidir. Yani hakların liberal-bireyci formülü ve
uygulamasının sosyolojik eleĢtirisi bireylerin sahip oldukları yeteneklerin ve kaynakların
geniĢletilmesi ve eĢitlenmesi üzerine odaklanmalıdır. Diane Elson (2006:105) bunu 'dönüĢtürücü
eĢitlik' olarak adlandırır. DönüĢtürü eĢitlik, Nancy Fraser'ın kavramlaĢtırmaları olan dönüĢtürücü
bölüĢüm ve dönüĢtürücü tanımayı içerir. Fraser'ın (1995) bölüĢüm ve tanıma üzerine yaptığı analizler
haklardan yararlanmanın önünde engel oluĢturan ekonomik ve kültürel eĢitsizlikler arasındaki
etkileĢimi göstermesi bakımından çok önemlidir.
SONUÇ
Haklar üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, eĢit hakların eĢit sonuçlar doğurmadığını ve hakların
yasallaĢmasının her zaman ezilenleri güçlendirmediğini göstermiĢtir. Sosyoloji, hukuki normların
neden toplumsal gerçekliğe yansımadığını anlamamıza yardım eder.
Ġnsan hakları karmaĢık bir olgudur ve yalnızca hukuk ve felsefe merceğinden bakarak
anlaĢılamazlar. Sosyoloji insan haklarını tarihsel ve toplumsal bağlamı içine yerleĢtirmeye ve bu
koĢullar içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalıĢır. Böylece örneğin insan hakları ihlallerinin neden
gerçekleĢtiğini açıklamaya çalıĢır, yasal sistemlerin sınırlılıklarını ortaya koyar. Ġnsan hakları
sosyolojisi perspektifinden haklardan yararlanılması hiçbir zaman basitçe hukuki bir dayanaktan ibaret
değildir, aynı zamanda iktidarı, maddi kaynakları ve anlamları yaratan ve dağıtan toplumsal yapılara
da bağlıdır. Ġnsan hakları sosyolojisi kuram ve pratik arasındaki bu farklılık üzerinde durarak hakların
daha iyi gerçekleĢebilmesine katkıda bulunacaktır.
Ġnsan hakları normları ideal ve soyut bir toplumsallığı tarif ederken, insan hakları sosyolojisi, insan
haklarını hukukun ve felsefenin egemenliğinden alarak insan haklarını güç iliĢkileri, toplumsal,
ekonomik, kültürel eĢitsizlikler, tarihsel koĢullar, kültürel farklılıklar, toplumsal mücadeleler çerçevesi
içinde ele alır ve böylece Michael Freeman‘ın dediği gibi bu kavramı sıradan insanların gündelik
yaĢamlarına ulaĢtırır.
KAYNAKÇA
Benton, T. (1993).Natural Relations: Ecology, Animal Rights and Social Justice [Doğal ĠliĢkiler:
Ekoloji, Hayvan Hakları ve Toplumsal Adalet], London:Verso.
Benton, T. (2006). ‗Do we need rights? If so, what sort?‗ [Haklara Ġhtiyacımız Var mı? Varsa, Hangi
Haklara?], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York:
Routledge, pp.21-36.
Davidson, S. (1993).Human Rights [Ġnsan Hakları], Buckingham: Open University Press.
Douzinas, C. (2000).The End of Human Rights: Critical Legal Thought at the Turn of the Century
[Ġnsan Haklarının Sonu: Yüzyılın Bitiminde EleĢtirel Hukuk DüĢüncesi], Oxford: Hart
Publishing.
Elson, D. (2006). ‗Women‗s rights are human rights: campaigns and concepts‗ [Kadın Hakları Ġnsan
28
Haklarıdır: Kampanyalar ve Kavramlar], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives,
Abingdon and New York: Routledge, 94-110.
Evans, T. (1998). ‗Introduction: power, hegemony and the universalization of human rights‗ [GiriĢ:
Ġktidar, Hegemonya ve Ġnsan Haklarının Evrenselliği], in T. Evans (ed), Human Rights Fifty
Years On, pp.2-23.
Falk, R., Elver,H., Hajjar,L. (2007).Human rights: Critical Concepts in Political Science [Ġnsan
Hakları: Siyaset Biliminde EleĢtirel Kavramlar], London: Routledge.
Freeman, C. (1988).Human Rights [Ġnsan Hakları], London : Batsford.
Fraser, N. (1995). ‗From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a Post-Socialist Age‗
[BölüĢümden Tanımaya? Post-sosyalist bir çağda Adaletin Açmazları], New Left Review,
I(212)68-93.
Heywood, A. (1992).Political Ideologies: An Introduction [Siyasal Ġdeolojiler: Bir GiriĢ],
Basingstoke: Macmillan.
Jones, P. N. (1994).Rights [Haklar], Basingstoke: Macmillan.
Marshall, T. H. (1949). ‗Citizenship and Social Class‗ [YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıf], Reprint in
Sociology at the Crossroads and other Essays, London: Heinemann, pp.67–127.
Mertus, J. A. (2005).The United Nations and Human Rights: A Guide for a New Era [BirleĢmiĢ
Milletler ve Ġnsan Hakları: Yeni Bir Çağ için Rehber], Abingdon and New York: Routledge.
Morris, L. (2006). ‗Sociology and rights – an emergent field‗ [Sosyoloji ve Haklar – OluĢmakta olan
Bir Alan] in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, pp. 1-16.
Shute, S.,Hurley,S. (eds) (1993).On Human Rights: the Oxford Amnesty Lectures [Ġnsan Hakları
Üzerine: Uluslararası Af Örgütü Dersleri], New York: Basic Books.
Turner, B. S. (1993). ‗Outline of the Theory of Human Rights‗ [Ġnsan Hakları Kuramı için Bir
Çerçeve], Sociology, 27(3)489-512.
Waldron, J. (ed). (1984) Theories of Rights [Hak Kuramları], Oxford: Oxford University Press.
Waters, M. (1996). ‗Human Rights and the Universalisation of Interests‗ [Ġnsan Hakları ve Çıkarların
EvrenselleĢmesi], Sociology, 30(3) 593-600
Weissbrodt, D. (1988). ‗Human Rights: An Historical Perspective‗ [Ġnsan Hakları: Tarihsel Bir BakıĢ]
, in P. Davies (ed), Human Rights, London: Routledge.
Woodiwiss, A. (2005).Human Rights [Ġnsan Hakları], Abingdon: Routledge.
29
C9 OTURUMU
LGBT
30
METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN
METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT
ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ
Dr. A. Çağlar DENĠZ1
ÖZET
Metropol kente üniversite eğitimi almaya gelen öğrenciler, metropolde geçirdikleri yıllara paralel
olarak cinsellik üzerinden kurulan iliĢkileri taĢradakinden ―daha geniĢ‖ ve ―daha anlayıĢlı‖ bir Ģekilde
değerlendirmektedirler. Bu noktada taĢranın -özellikle cinsellik algısı ve deneyimi bağlamında- hem
yeni kurulan üniversiteler hem de hızla yaygınlaĢan ve daha çok eriĢilebilir hale gelen kitle iletiĢim
araçları sayesinde gittikçe metropolleĢtiği görülmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri kadınerkek iliĢkilerinde taĢra ve metropol değer yargıları ve tutumları arasında melez bir tavır almaktadırlar.
Bu öğrenciler aslında taĢranın da, tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar açısından
metropolleĢtiğinden dem vurmaktadırlar. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal
gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. Bu
karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olabilmektedir. Ġstanbul, Boğaziçi ve Ġstanbul
Bilgi üniversitelerinde örgütlenen2 LBGT öğrenciler, görünür olma noktasında metropol kentin diğer
mekanlarına göre daha az sıkıntı yaĢamamaktadırlar. LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve
eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler
serdetmesine sebep olmaktadır. Üniversitelerde okutulan müfredat eĢcinselliğe değinip değinmemesi,
öğrencilerin bu konuda yeterli akademik bilgiyi alıp alamamaları açısından önem arz etmektedir.
Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler arasında Gülen Cemaatine mensup olanlar ve
kendilerini modern-muhafazakar olarak tanımlayanlar, LGBT bireylere karĢı daha hoĢgörülü bir
söylem geliĢtirmektedirler.
Anahtar Kelimeler: Metropolleşme, Üniversite Öğrencileri, Metropolleşen Taşra, LGBT Öğrenci
Örgütlenmeleri, Homofobi.
ABSTRACT
Students who come to metropolcity to pursue university education, in paralel to the years that they
spend in metropol city, perceive relations particularly in thecontext of sexuality as wider and openminded. In this regard, the provinces become metropolitanized thanks to newly established universities
and mass communication means. No-metropolitan students try to develop hybrid manner between
provincial values and metropolitan values regarding female-malerelations. In fact, these students
accept that provinces become metropolitanized in terms of perceptions of sexuality and
consumptionhabits. Non-metropolitan students, when they talk about the community groups that they
face for the first time, mentions much about LGBT people. This encounter may occur in urban spaces
and universities. The LBGT student swho organize themselves in Istanbul, Boğaziçi andIstanbul Bilgi
Universities easily appear and become visibile in contrast to other spaces of metropolcity. LGBT
organzations obtain sympathy from socialist worldview when they participate anti-capitalist discourse
and actions. Whether University curriculums refer to homosexuality or not is very important in
obtaning sufficient academic knowledge about it. Among those who have conservative
worldview Gulen movement followers and modern conservatives develop moderate discourses
toward LGBT people.
Keywords: Metropolitanization, college students, metropolitanized province, LBGT student
organizations, homophobia
1 ArĢ. Gör, UĢak Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, caglardeniz34@gmail.com;
caglar.deniz34@usak.edu.tr .
2 Ġstanbul Üniversitesinde Radar Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesinde Lubunya Kulübü ve Ġstanbul Bilgi
Üniversitesinde GökkuĢağı Kulübü.
31
GĠRĠġ
Metropol kent, taĢradan gelen metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal
gruplarla karĢılaĢma imkanı vermektedir. Metropol kente üniversitede okumak üzere gelen taĢralı
öğrencilerin –metinde metropoldıĢı öğrenciler olarak geçecektir- cinselliğe dair görüĢleri hazırlanan
yarı yapılandırılmıĢ bir mülakat metni çerçevesinde araĢtırılmıĢtır. Nitel bir araĢtırma kapsamında 3 90
kiĢiyle görüĢülerek, metropolleĢen taĢra, kadın-erkek iliĢkileri ve LGBT bireylerin üniversite
çevresinde örgütlenme deneyimleri özelde metropoldıĢı öğrencilerin gözünden, genelde ise üniversite
gençliğinin bütünü zaviyesinden incelenmeye çalıĢılmıĢtır. MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek
iliĢkileri ve eĢcinselliğe bakıĢları, metropolleĢme süreçleriyle doğru orantılı olarak değiĢime
uğramaktadır. Bu öğrenciler, memleketlerine/taĢraya tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve
tutumlar üzerinden bir kez daha baktıklarında taĢranın metropolleĢtiğini ifade etmektedirler. Bu
çalıĢmada metropoldıĢı öğrencilerin anlatımları çerçevesinde öncelikle taĢranın nasıl metropolleĢtiğine
ve bu öğrencilerin kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarındaki farklılaĢmalara ve LGBT öğrencilerin
örgütlenme deneyimlerinin kendilerini ne ölçüde etkilediğine değinilecektir. Bu bağlamda, metropolde
üniversite eğitimi alan LGBT öğrencilerin kampüs içinde kurdukları örgütlenmeler çerçevesinde nasıl
özneleĢtikleri ve nesneleĢtikleri ele alınacaktır. ÇalıĢma çerçevesinde gerçekleĢtirilen mülakatlara
göre, birinci sınıfa baĢlayan pek çok öğrencinin olumsuz ifadelerle nitelediği eĢcinsellik olgusuna,
diğer sınıflarda okuyan öğrencilerin yaklaĢımı daha hoĢgörülüdür. Bu durumun bir sebebi metropol
kentte eĢcinsellerin kendi örgütlenmeleri ve kurumlarıyla –dernekler, kafeler, barlar vs.- var olmaları
ise, diğer sebebi örneklemdeki öğrencilerin okuduğu üniversitelerde eĢcinsel örgütlenmelerin yer
almasıdır. MetropoldıĢı gençlerin metropolleĢme sürecinde farklı cinsel yönelimlere sahip kiĢilerle
deneyimledikleri mekan kesiĢmeleri bu gençleri daha kapsayıcı bir söyleme sevk etmektedir.
Foucault, kiĢiyi sınıflandıran, onu kiĢiliğiyle iĢaretleyen, onu kimliğine bağlayan, baĢkalarının ve
onun kendisinde kabul edeceği hakikat kanununu ona dayatan ve tüm bunları yaparak gündelik hayata
kendini doğrudan uygulayan bir iktidar Ģeklini4 ayırt etmektedir. Bu iktidar Ģekli, bireyleri özne
(subject) yapmaktadır. ‗Özne‘ kelimesinin, kontrol ve bağımlılık yoluyla baĢka birine tabi ve kendi
kimliğine bir vicdan ve öz-bilgi yoluyla bağlanmıĢ olmak üzere iki anlamı vardır. Her iki anlam da
iktidarın boyun eğdiren ve tabi kılan türünü akla getirmektedir.Ġnsanları özneye dönüĢtüren üç ayrı
nesneleĢtirme modu olduğunu ileri süren Foucault, bunları Ģu Ģekilde sıralar:
1- Kendilerine bilim statüsü vermek Mesela konuĢan özne, genel gramer, filoloji ya da
için çabalayan inceleme modları;
dilbiliminde; üretken özne, emek harcayan özne
iktisat ve servet analizinde; sırf yaĢıyor olma
durumu doğa tarihi veya biyolojide nesneleĢir.
2- Özne kendi içinde veya Mesela deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı ya da suçlu
baĢkalarından ‗bölücü pratikler‘de ile ‗iyi çocuklar‘ gibi.
bölünme sürecinde nesneleĢir.
3-Bir insan kendini bir özneye Mesela, cinsellik alanı ele alınırsa, insanlar
dönüĢtürür.
kendilerini ‗cinsellik‘ özneleri olarak nasıl kabul
ettiklerini gösteren cinsellik kaynağı.
FOUCAULT‟YA GÖRE ĠNSANI ÖZNEYE DÖNÜġTÜREN NESNELEġTĠRME
MODLARI 5
Foucault‘nun insanın kendini özneye dönüĢtürme süreci olarak son nesneleĢtirme türü, metropolde
üniversiteye yeni baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin kendilerini bir üniversite öğrencisine ya da bir
metropol kentlisine dönüĢtürme sürecini de açıklayabilmektedir. Çünkü, bu öğrenciler kendileri ile
metropol kentli ve üniversiteli kimliğine sahip olmuĢ öğrenciler arasındaki bölücü pratiklerin de
farkındadır. Kendilerini özneleĢtirme sürecinde bu bölücü pratikleri aĢma veya kendi lehlerine bu
3Bu çalıĢma, yazarın 2013 yılında kabul edilen Doktora tezi verilerinden faydalanılarak hazırlanmıĢtır.
4MichelFoucault, TheSubjectandPower, Critical Inquiry, c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of
Chicago Press, 1982, s. 781.
5Foucault, A. e., s.777 -778.
32
pratikleri içselleĢtirme kaygısında olabilirler. Bu pratikler, bazen bizzat metropol veya üniversite
yönetimi tarafından yazılı bir mod olarak verilmektedir. Tüm bu süreçlerde genel olarak metropoldıĢı
lise öğrencisi metropollü bir üniversite öğrencisi haline evrilerek, özel olarak ise dini, etnik, ideolojik
ve cinsel bir kimlik içinde özneleĢerek nesneleĢmektedir. Üniversite ve metropolünmetropoldıĢı
öğrenciye uyguladığı iktidar Ģekli, onu iĢaretlemekte ve ona yeni bir kimlik dayatmaktadır. Öğrencinin
gündelik hayatını hedef alarak, onu kontrol ve bağımlılık yoluyla kendine tabi kılarken kendi
kimliğine bağlanmasına da sebep olmaktadır. Böylece metropol kentte üniversite eğitimi alan
metropoldıĢı öğrenciler dini, ideolojik, etnik, cinsel vs. bir kimliğin öznesi olarak nesneleĢmekte ve
özneleĢerek nesneleĢen bu gençler yarı Ģeffaf akran kabilelere bölünmektedir. Kabile kavramı, çalıĢma
içerisinde ZygmuntBauman‘ın kullandığı anlamda ele alınmıĢtır. Bauman, bireyin bir gruba özgü
elbiseler giyerek, gruba özgü plakları satın alarak, gruba özgü müziği dinleyerek, gruba özgü
televizyon programlarını ve filmleri izleyerek ve tartıĢarak, odasının duvarlarını gruba özgü süslerle
bezeyerek, akĢamlarını gruba özgü tarzlarda ve gruba özgü yerlerde geçirerek vb. gibi iĢaretleri
yaparak yani kabileye özgü eĢyaları edinerek ve sergileyerek ―kabileye katılabileceğini‖6
belirtmektedir. Kabileler –ya da Baumann‘ın yanlıĢ anlaĢılmaktan kaçındığı tabirle yeni kabileler- öz
olarak hayat tarzlarıdır. Neredeyse tüketim tarzlarından baĢka bir Ģey değildir ve bu kabilelere giriĢ
çıkıĢları piyasa belirlemektedir.7Baumann‘a göre postmodernizm yeni-kabileciliği yaratmaktadır. Yeni
kabileler, estetik cemaatler olarak da görülebilmektedirler. Doğal cemaatlerden daha kolay
terkedilebilirler. Ġçsel özlerden ziyade, görünümlerde, yeni sembollerde ortaya çıkarlar. Bir siyasi
programa sahip olmayan gençlik kültürleri bu Ģekilde ortaya çıkmaktadır. Bir aidiyetin iĢareti olan
semboller, artık toplumsal durumdan daha ziyade önemlidir. Bu durum, semboller aracılığıyla bilinçli
olarak toplumsal durumun gizlenmesine kadar gidebilir.8 Richter, her ne kadar örnek olarak siyasi
programa sahip olmayan gençlik kültürlerini verse de, siyasi programa sahip olan gençlik kültürlerinin
de Baumann‘ın değindiği tarzda yeni kabile olarak değerlendirilebileceği çalıĢma esnasında
görülmüĢtür. Bu bağlamda siyasi bir programa dahil olsun ya da olmasın, metropol üniversite
kampüslerinde LGBT öğrencilerin yarı Ģeffaf bir kabileye tekabül ettiği tespit edilmiĢtir.
Örneklem içerisinde yer alan gençlerin cinsellik üzerinden geliĢen iliĢkiler hakkındaki genel
tutumu özgürlükçü olarak nitelenebilir. MetropoldıĢı öğrenciler, cinselliğin özgürce yaĢanması
gerektiğini ifade etmekle beraber, bu konudaki aleniyetten ise rahatsızlık duymaktadırlar. Özellikle
dini semboller taĢıyan kadınların cinselliğini aleni bir Ģekilde yaĢaması hoĢ karĢılanmamaktadır. Bu
bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin metropol ortamında tampon mekanizmalar çerçevesinde
açıklanabilecek tepkiler geliĢtirdiği görülmektedir. Tampon mekanizmalar kavramını 9, Mübeccel
Belik Kıray 1962 yılında Ereğli‘deki ağır sanayi hamlesinin bölgeyi nasıl etkilediğini ve bölgenin
yerlileri ile iĢ imkanları için bölgeye göç edenlerin yeni toplumsal Ģartlara hangi süreçler içerisinde
uyum sağladıklarınıaraĢtırarak tampon mekanizmalar kavramını ortaya atmıĢtır. Bu kavramla, sosyal
değiĢmenin bunalımsız olmasını sağlayan, çözülmenin önüne geçen ve her iki sosyal yapıya da ait
olmayan bu yeni beliren kurumlar, iliĢkiler, değerler ve fonksiyonları ifade etmeye çalıĢmıĢtır.
Tampon mekanizmalar kavramı, Harootunian‘ınarayerdelikkavramsallaĢtırmasıyla benzeĢen yönlere
sahiptir, ama amaçsal olarak aralarında farklar vardır.
―Gündelik hayat, sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve yayılmasına ve yine kapitalizmin,
oluĢturulduğu her yerde benzer koĢullar oluĢturma eğilimine iĢaret eden, yaĢanmıĢ gerçekliğin
deneyimine karĢılık gelmektedir. Gündelik hayatları farklı kılan daha yıpratıcı ve yıkıcı
eĢitsizlikleri maskeleyen melezliğin gerçekleĢmesi yani ―arayerdelik‖, melezleĢtirilen ögelerin
6ZygmuntBauman, Sosyolojik DüĢünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s.
228.
7Bauman, A.e., s.229.
8Rudolf Richter, Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul, Küre Yayınları, 2012, s. 237.
9Mübeccel B. Kıray, Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, 3. bs., Ġstanbul, Bağlam Yayınları, 2000,
s. 20; 141.
33
karıĢımını gizliyor ve böylece hem sömürgeleĢtirilmiĢ hem de sömürgeleĢtirilmemiĢ
gündeliklerin eĢitsizlik deneyimleri arasındaki pürüzleri giderme iĢlevi görüyor.‖10
Arayerdelik, mevcut eĢitsizlikleri maskelemeye çalıĢan mekanizmaları ifade etmeye çalıĢırken,
tampon mekanizmalar eĢitsizlikleri aĢmaya yönelik üretilen çözümler bütünü olarak
değerlendirilebilir.Ereğli‘deki orta hızlı sosyal değiĢmeyi anlamlandırmak için Kıray‘ın ortaya attığı
tampon mekanizmalar kavramı, pekala üniversite öğrencilerinin metropolleĢirken karĢılaĢtıkları bazı
iliĢki düzeylerini de anlamlandırmak için kullanılabilir. Fakat metropol kentin ortamında üniversite
öğrencileri, sadece orta halli bir değiĢimi deneyimlememektedirler, aynı anda hem yavaĢ hem de hızlı
değiĢimlere adaptasyon sağlamak durumunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda yeniden yorumlama ve
isyan mekanizmalarını da metropolleĢen üniversite gençleri için denge koruyucu mekanizmalar olarak
değerlendirilebilmek mümkündür. Çünkü onlar sosyal değiĢimin en keskin türlerinden birine maruz
kalmaktadırlar ve bu değiĢim özne varlığa değiĢik hızlarda aynı anda etki etmektedir.
METROPOLLEġEN TAġRA VE KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠNE BAKIġTAKĠ
DEĞĠġĠM
MetropoldıĢı öğrenciler, metropoldeki tüketim alıĢkanlıkları ve ahlaki kriterlerin taĢradakilerle
giderek benzeĢtiğini ifade etmektedirler. Bu durumun bir sebebi üreticilerin reklam ve bayilik yoluyla
taĢraya inmeleri, diğeriyse geleneksel olmayan tüketim kalıplarının taĢraya açılan üniversitelerin
öğrencilerinin eliyle yaygınlaĢması ve sıradanlaĢtırılmasıdır. Mesela ĠÜ‘den Hale, memleketi
Bingöl‘de sokağa çıkarken eĢofman giymenin nasıl „normalleştiğini‟ anlatmaktadır. Üç-dört yıl önce
Ģehir çapında konuĢulacak bir mevzu haline gelebilecek bu olay, bugün itibariyle çok da ilgi
çekmeyecek bir hal almıĢtır. Hale, son üç yılda Bingöl‘de üniversitenin de etkisiyle kıyafet, saç kesimi
vs. bakımından „farklı tipler‟ görmeye baĢlamıĢtır. BÜ‘den Nihal de, Hale ile benzer tespitlerde
bulunmaktadır.
―Benim ailem ilçede yaĢıyor. Çok küçük bir yer ama oraya açılan üniversite birimleri
oradaki sosyal yaĢamı bile değiĢtirdi. Kız ve erkek öğrencilerin el ele dolaĢmasından, ilçe
gençleri de feyz aldılar. Ama tabi ki, kız erkek iliĢkileri açısından yine de çok rahat bir yer
değil. Çünkü herkes birbirini tanıyor. Fakat burada kimse kimseyi tanımıyor ve bunun verdiği
rahatlıkla insanlar daha rahat davranabiliyorlar.‖ (Nihal, BÜ, Rehberlik ve Psikolojik
DanıĢmanlık, 1)
Liseye ilk baĢladığı dönemlerde memleketinin en iĢlek caddesinde dekolteli kadın görmediğini
söyleyen ĠÜ‘den Emin artık bu tür durumları kendi memleketinde bile kanıksadığını ve Ģehrindeki bu
değiĢimin kendisini üzdüğünü ve kızdırdığını ifade etmektedir. Emin, memleketi Konya‘ya devletin ve
özel sektörün yeni üniversiteler açmasını, memleketine karĢı planlı bir ahlak bozma operasyonu
olduğunu düĢünmektedir. Emin‘e göre mesela özel üniversitelere, elit tabakanın çocuklarının
geleceğini ve mesela bunlar mini etek giydiklerinde oluĢacak mahalle baskısını takmayacaklarını,
özgürlüğü merkeze alan bir tavır geliĢtireceklerini bu yüzden de yaĢadığı Ģehirdeki dinsel
görünümlerin erozyona uğrayacağını düĢünmektedir. Kendi özgürlüğüne düĢkünlüğünden dolayı
kaldığı dini cemaatten birkaç kez çıkarılan ve kendi ifadesiyle cemaat içerisinde „bölgeden bölgeye
sürülen‟ Emin‘in baĢkalarının özgürlükleri söz konusu olduğunda taĢradan getirdiği kültürel kodları
bu denli öne çıkarması ilginçtir. TaĢrada üniversite okumaya gelen öğrencilerin bir tür
„değişim/dönüşüm faili‟yahut ‗hız belirleyicileri‟11 olarak çalıĢmaları, sadece bazı
muhafazakarmetropoldıĢı üniversite gençleri arasında değil, kamuoyu önünde de tartıĢılan bir husus
haline gelmektedir. Bu bağlamda, YeĢilay Mardin ġube BaĢkanı Lütfü Günlüoğlu gazetelere yazılı bir
açıklama yaparak, Artuklu Üniversitesi‘nde okuyan ve kent dıĢından gelen öğrencilerin, kente
ahlaksızlık getirdiğini ve kentteki manevi çöküntüyü hızlandırdığını savunmuĢtur. Mardin‘de, gün
geçtikçe hızlanan ahlaki çöküntünün ve manevi huzursuzluğun, herkesi derinden etkilemeye
10
Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu, çev.
Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006, s. 67.
11
Hız belirleyicileri (pacesetters) kavramı, akademik tartıĢmalarda her ne kadar yüksek prestijli üniversitelere içkin olarak
gündeme gelse de, bizim çalıĢmamızda da yeni açılan üniversitelerin mezun ve öğrencilerinin de kendi toplumlarında kültürel
değiĢimin öncü grubu ve hız belirleyicileri oldukları görülmüĢtür. KrĢ.: David Yankelovich, New Rules Searchingfor Self
Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House, 1981, s.33.
34
baĢladığını öne süren Günlüoğlu‘nun, bir an önce tedbir alınmasını istediği açıklaması gazetelere
yansıdığı kadarıyla Ģöyledir:12
"Ġlimize üniversite kararı çıktığı zaman küçük- büyük hepimiz çok sevindik. Artık
çocuklarımız kendi memleketlerinde okuyabileceklerdi, ya da yakın illerden Mardin‘e öğrenci
gelecek, Mardin her yönden geliĢecekti. Gerçekten de böyle oldu. Mardin her geçen gün
geliĢmeye baĢladı. Öyle bir geliĢti ki, bu geliĢme beraberinde birçok ahlaksızlığı da getirdi.
Artık kız-erkek gençlerimiz özgürlük ve medeniyet adına el ele, kol kola, sarmaĢ dolaĢ, uluorta
gezmeye,
gün
ortasında
herkesin
önünde
hayasızca
seviĢmeye
baĢladılar.
BüyükĢehirler Ankara, Ġstanbul ve Ġzmir ‘deki gençler arasındaki hayasızlıkmanzaraları
Mardin‘de de sık sık görülmeye baĢlandı. Önce el ele, sonra sarılarak, sonra da dudak dudağa
öpüĢerek fiili zinaya doğru gidiliyor. Derhal bu ahlaksız davranıĢların önüne geçilmelidir. Bu
kendini bilmez kiĢiler her yerde uyarılmalıdır."
Görüldüğü üzere taĢradaki bir STK temsilcisi, Ģehirlerine açılan üniversiteye gelen öğrencilerin,
metropol kente ait yaĢam tarzına dair ögeleri yaĢamaya çalıĢtıkları için –kendine göre hayasızlık
manzaralarını- uyarı yapmak ihtiyacı duymuĢtur. MetropoldıĢı öğrencilerden ĠÜ‘den Emin de yukarıda
geçtiği üzere, benzer kaygıları dillendirmektedir.
Örneklem dahilindeki öğrencilerle yapılan mülakatlar sonucu; Türkiye‘nin hemen her tarafında
ahlaki kriterlerin, tüketim kalıpları vemetalarının, daha geniĢ bir söylem içerisinde hayat tarzlarının
kamusal alanda kullanımlarının gittikçe farklılaĢtığı ve metropol kentteki sınırlara doğru geniĢlediği
ileri sürülebilir.MetropoldıĢı üniversite gençliğinin metropolleĢme sürecinde cinselliğe dair görüĢleri
büyük oranda değiĢmekte/dönüĢmektedir. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde taĢıdıkları
taĢranın da metropolleĢtiği iddia edilebilir. Bu süreç çeĢitli beklenti, teĢvik ve engellenmeler
sarmalında üretilmektedir. Mesela metropoldıĢı gençlerin akademik olmayan beklentilerinden birinin,
üniversite ortamında daha rahat flört edebilmek olduğu söylenilebilir. ĠÜ‘den Elif, üniversiteye gelen
öğrencilerin kendilerine daha önce öğretilenler sebebiyle, üniversite ortamını bir tür ―aranma‖
ortamına çevirdiklerini düĢünmektedir:
―Ġnsanlara cinselliklerini tanıdıkları dönemlerde, onlara ilköğretimde bunu yaĢamayın,
lisede bunu yaĢamayın, üniversitede zaten yaĢınızda uygun olucak hem de daha bilinçli insanları
bulacaksınız, orda yaĢarsınız deniliyor. Öğretmenler, aileler, çevremizdeki insanlar bunu
söylüyor. Üniversiteye gelince de insanlar, afedersiniz ipi salınmıĢ köpekler gibi, fıldır fıldır
aranıyor.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1)
Metropol kentte üniversite okuyan bir öğrencinin birileriyle çıkması yakın çevresi tarafından da
beklenir olmuĢtur. BÜ‘den Ozan yoğun aktivizmi içerisinde kız arkadaĢ edinmediğini belirterek, bu
durumu ailesine anlatamadığını söylemektedir:
―Ben diyorum ki; benim kız arkadaĢım olmadı anne diyorum. Oğlum bak bizi kandırıyorsun
falan filan. Çünkü benim arkadaĢlarım var burada, onların ailelerinden görüyorlar. Hatta onların
aileleri biraz daha mütedeyyin, onların çocuklarının yaptıklarını görünce bizimkiler de bizim
çocuk da yapabilir yani, o da genç falan filan diyorlar. Ama inandıramıyorum yani, o derece
yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1)
Ozan mülakatın devamında bu algının nedeni olarak, flörtün reklam panolarından televizyon
dizilerine kadar görünür hale getirilerek özellikle gençlere kendini dayatmasını dile getirmektedir.
Yani, bir simülark flört kendisini medya araçları yoluyla bir hakikat olarak sunmaktadır. Böylece
yaĢam ve medya birbiri içinde yeniden erimektedir.13 Bu nedenle, metropoldıĢı öğrencilerin baĢta
ailesi olmak üzere yakın çevresi, onun metropol kentte mutlaka bir iliĢki edindiğini düĢünmekte,
öğrenci böyle bir iliĢkisi/flörtü olmadığını söylediğinde ise ona inanmamaktadır. Simülakr haline
getirilen muhayyel bir iliĢki/flört, kendini bir hakikat olarak gündelik hayata dayatmaktadır.
Muhafazakar değer yargılarını hayatına hakim kılmaya çalıĢtığını ifade edenĠÜ‘den Hale
üniversiteli bir gencin cinselliği yaĢaması konusunda özgür olması gerektiğini düĢünmektedir. Ama
12
Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012.
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 56.
13
35
bahsi geçen değer yargıları sebebiyle, kendisi bu konuda daha dikkatli olmaktadır. Ona göre baĢında
taĢıdığı baĢörtüsü, bu noktada kendisine yükümlülükler yüklemektedir. Hale, kampüste öpüĢen bir çift
gördüğünde kızın baĢı açıksa rahatsızlık duymayacağını buna karĢın baĢı kapalıysa rahatsız olacağını
belirtmektedir. Bu durumunu „dar kafalılık‟ olarak nitelendirse de, kendisi için yaĢanan gerçekliğin
böyle olduğunu söylemektedir. Hale, öpüĢen çiftin erkeğinin herhangi bir dini sembol taĢıması halinde
–mesela sünnete uygun biçimde kesilmiĢ sakalı olması, vb.- herhangi bir rahatsızlık duymayacağını da
ayrıca ifade etmektedir. Hale‘nin, kiĢisel tercihinin ona yüklediği sorumluluğu kendine benzer
olanlarla paylaĢarak ya da paylaĢmayı isteyerek azaltma yönünde bir taktik14 geliĢtirdiği söylenebilir.
Kıray‘cı anlamda ahlaki tamponmekanizmalarını iĢler hale getiren Hale‘ye göre kadın özellikle de
baĢörtülü kadın ―daha ahlaklı olmak‖ zorundadır. BÜ‘den Ozan da, Hale gibi düĢünmektedir. Ona
göre, üniversiteli öğrenciye cinselliğe dair dıĢarıdan herhangi bir kod dayatılmamalı ama öğrencinin
kendine dair sınırları da bulunmalıdır.
―Eğer cinselliğe dair bir kural varsa o insanın içinde olmalıdır. Bu vicdan oluyor sanırım.
Ölçü olarak ahlak kurallarını kabul etmiyorum bu mevzuda. Eğer kiĢinin gönlü rahatsa
istediğini yapmalı. Cinsellik aynı zamanda bir insanın en zayıf olduğu anıdır. Hiç tanımadığın
biriyle iliĢkiye girmeyi çok yanlıĢ karĢılıyorum. Ġnsanın kendini nasıl bu denli açabildiğini
merak ediyorum. Aslında bir iliĢkide bedeninden daha önemli Ģeyler paylaĢıyorsun, duygularını
mesela.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1)
Bazen metropol kente yapılan bir ziyaret dahi insanların daha serbest hareket etmelerine sebep
olabilmektedir. Hale‘nin kuzeni imam nikahlı niĢanlısıyla kendisini ziyarete geldiklerinde, Ġstanbul‘da
ele ele tutuĢarak gezmiĢlerdir. Hale, onları kendisinin yanında el ele tutuĢarak gezmelerine çok
ĢaĢırdığını ifade etmektedir. Metropolde yaĢamanın, insanın üzerindeki sosyal baskıları azaltıcı etkisi
bu örnekte de görülmektedir. ĠBÜ‘den Derya da, Hale‘den çok farklı bir hayat görüĢü ve tarzına sahip
olmasına rağmen cinsellik konusunda aynı fikirdedirler. Derya da, insanların cinselliğe dair sınırları
olmaması gerektiğini düĢünmektedir. Fakat diğer bazı metropoldıĢı öğrenciler nikah öncesi cinselliğe
hoĢ bakmamaktadırlar. BÜ‘den Cansu, cinselliğin yaĢanmasını evlilik akdine bağlayarak, bazı
muhafazakar gençler arasında ailelerinden habersiz yapılan dini nikah uygulamasını eleĢtirmektedir.
―Helal daire kafidir, keyfe kafidir. Ama aileye söylemeden kıyılan dini nikahı, nikahlanmak
olarak görmemek lazım. Ama evlenebilir mi insan evet evlenebilir. Abimin kaldığı yurtta,
‗evlenmek isteyene sponsor oluruz‘ demiĢler mesela.‖ (Cansu, BÜ, Psikoloji, 1)
Kendisini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan Zahit, dini nikahlı beraberliklere karĢı
çıkmaktadır:
―Ġnsan yeryüzüne indirilmiĢ, iradesi ve beyni olan bir halifedir. Cinsellik olmalı, insan
kendini son sınıfa kadar bağlayamaz. Ama bir sistem dahilinde, nikahlı bir beraberlik yaĢamalı
insan. Dini olarak bile değil, isterse resmi nikah yapsın. Ama bir gün orda, diğer gün burda
olmak hayvansallıktır, insanı Haviyelere (Cehennem tabakası, AÇD) götürür. Sadece dini
nikahlı beraberlikleri erkeklere güvenmediğim için uygun bulmuyorum. Bir kadını kullanıp,
sonra boĢayıp gitmeye yol açıyor çünkü bu zamanda sadece dini nikah yapmak.‖ (Zahit, ĠÜ, Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2)
ĠÜ‘den Emin, Ġstanbul‘un ortamının kendisini her an günaha sevk edebilecek bir yapıda olduğunu
düĢünmektedir:
―Ġstanbul‘da her ne kadar bir doygunluğa eriĢmiĢ olsak da, sokakta gördüğüm kadınların
bazısından çok etkileniyorum. Böyle durumlarda, günah iĢlediğimi düĢünüyorum. Tövbe edip,
Allah‘tan helalini istiyorum. Nefsimin o düĢüklüğü göstermemesini istiyorum. Yani birinden
etkilenip de, ona kendimi kaptırmamaya azmediyorum.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
14
Taktik kavramı Michel De Certeau‘nun kullandığı anlamda kullanılmaktadır. De Certeau‘ya göre taktik, erk
sahip olanların stratejisine karĢı, zayıfın sanatıdır. Taktik, stratejinin mekanında açtığı çatlakları son derece
hassas ve özenli kullanmak durumunda kalmakta, adeta buralarda kaçak avlanmaktadır. KrĢ.:Michel De
Certeau,Gündelik Hayatın KeĢfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, Ankara,
Dost Yayınları, 1990, s. 114.
36
Ragıp, metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde kaldıkları dini cemaatlerin okudukları fakültede nasıl
davranmaları gerektiğine iliĢkin bazı kuralları koyduğunu belirtmektedir:
―Cemaat Ġstanbul‘da yaĢama dair bazı Ģeyler söylüyor. Ġstiklal caddesine fazla çıkmayın,
eğlence yerlerinde gezmeyin derler. Kız arkadaĢlarınızla muhabbet dahi etmeyin derler. Not
alıĢveriĢine bile olumlu bakmıyorlar. Belki de haklılar, meĢguliyet veriyor çünkü. Geçenlerde
Hüdayi cemaatinden bir arkadaĢla konuĢuyordum. Onun kız arkadaĢı var, tabiki kendi
cemaatinden gizliyor. Çünkü hiçbir cemaat böyle bir Ģeye izin vermez. O arkadaĢım bana,
eskiden haftada iki kitap okurken artık bir kitabı bile bitiremediğini söyledi. Öyleyse telefonla
daha az konuĢup, daha az mesajlaĢmalısın dedim.‖ (Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Ragıp‘ın söylemlerinde de görüldüğü üzere, metropoldıĢı öğrenciler kendilerine dayatılan
hususlarla baĢa çıkmanın bir yolu olarak bu hususları mantığa büründürülebilmektedirler. ĠÜ‘nün
Ġlahiyat Fakültesinin tamamı ile Eğitim Fakültesine bağlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği
bölümlerinde eğitim ve dinlenmeye ayrılmıĢ kamusal mekanlar -sınıflar, amfiler, kantinler vs.-,
cinsiyet bazında ikiye ayrılarak haremlik ve selamlık kullanılmaktadır. Bu duruma istisna teĢkil
edebilecek De Certeau‘cu anlamdaki ‗kullanım‘lar –eylem,uygulama ve üretme tarzları-15, üniversite
hocaları tarafından direkt olarak ‗düzeltilmekte‘dir.
―Haremlik selamlık olarak oturuyoruz. Bu da kendi içerisinde bir rahatlık sağlıyor.
Cemaatte kalan arkadaĢlar genelde bizlerle ve diğer arkadaĢlarla fazla muhatap olmazlar. Sınıf
içerisinde hocaların da, bir erkekle bir kız öğrencinin ortalamanın üstünde samimiyet
geliĢtirmesini gerek bakıĢlarıyla bazen de sözleriyle tenkit ettiğini anlayabiliyor ve
görebiliyoruz. Bu ayrımı hocalar da destekliyor yani. Toplumun da kriterleri var tabi, dinle
alakadar olduğunuzda dikkat etmeniz gereken ölçüler oluyor. BaĢörtüsüz bir arkadaĢımız var,
hocalar bu konuda da memnuniyetsizliklerini ortaya koyabiliyorlar. ArkadaĢlarımız arasında bir
sıkıntı oluĢturmuyor ama bu durum. Aslında erkek ve kızların bu kadar ayrı olması ne kadar iyi
bilmiyorum. Az önce lavaboda bir konuĢma geçti. Kızların karĢı cinsi tanımamaları kendilerini
saçma sapan bir korkuyla örmelerine sebep oluyor. Tanımanın bir ölçüsü olmalı, bunu dindar
kesim hep atlıyor. Sonra bir Ģeyle karĢılaĢtığı zaman kadınlar daha saçma tepkiler veriyor. KarĢı
cinsi tanımayı bastırdığı için, tanıması gerektiği zaman da saçmalayabiliyor. Daha uç noktaya
gidebiliyor. Anormal durumlar var tabi, bu durum normal değil. Erkek arkadaĢ ders notu istiyor
mesela, kız o durumda bile saçma sapan tepki verebiliyor, böyle durumlar da oldu. Kız hiç
konuĢmadan sadece notları uzatıyor falan.‖ (Nejla, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Öğretmenliği, 2)
ĠÜ DKAB bölümünde okuyan Nejla, bölümündeki bu uygulamanın ne kadar sağlıklı olduğuna dair
fikir jimnastiği yaparken, ĠÜ Ġlahiyat Fakültesi‘nde okuyan Emin, kadın- erkek iliĢkileri konusunda
okuduğu fakültede var olan mekansal ayrımı dahi yeterli görmemektedir; ―Kantinde kızların
kendilerini erkeklere göstermeye çalıĢmasını, erkeklerin kızlara yaranmak için artist artist
dolaĢmalarını görmüĢsünüzdür‖ dediğinde, mülakatçı kendi gözleminin kızların ve erkeklerin
birbirinden ayrı masalarda oturmak durumunda kaldığı bir kantin olduğunu söylemiĢtir. Emin
sözlerine Ģöyle devam etmiĢtir;
―Öyle baktığınız zaman ikisi de ayrı duruyor değil mi, peki bunların gözleri yok mu? Kız
oturmuĢ orda mal gibi erkeğe bakıyor, erkek oturmuĢ mal gibi baĢka bir kıza bakıyor. Kantinde
herkes birbirini kesiyor. Ġlahiyatta bu daha çok, ben insanları izlemeyi severim.‖ (Emin, ĠÜ,
Ġlahiyat, 3)
Emin, kantinde „kız ve erkeklerin birbirini kesmesi‘nin Ġlahiyat Fakültesi‘nde daha çok olduğunu
ifade ettikten sonra, üniversitedeki diğer fakültelerde okuyan öğrenciler hakkındaki fikirlerini Ģu
Ģekilde dillendirmektedir:
―Ġlahiyat hariç diğer üniversitelerde kızlı erkekli tanıĢıklıklar okul ortamında eğlencelere
dönüĢüyor. DıĢarıda beraber gezmeye baĢlıyorlar. Daha sonra Taksimde bara gidiyorlar, hatta
daha sonra en çirkef hallerine kadar gidiyor iĢ. Çirkef hallerden kastım, iĢin cinsellik boyutu.
15
De Certeau, Age, s. 104-105.
37
Ġstanbul‘un bu hallerine kapılmamak lazım. Daha ilerisini söyleyeyim, bazı bölümlerde
üniversite okuyup da bakire olarak çıkan kız oranı %15-20 arasında. Bunları bize iĢin içindeki
büyüklerimiz anlatıyor, biz de takip edebiliyoruz. Ben Gülen cemaatinin evlerinden geliyorum,
daha farklı kiĢilerle muhatap oluyorum. Üniversite ortamının nasıl olduğunu pek çok kiĢiye
sordum. Geçen sene, bahar Ģenliğine de gittim. Feridun Düzağaç‘ın konseri vardı. Kızlı erkekli
herkes bir köĢede aĢk hayatı yaĢıyorlardı, konser bahane, gecenin karanlığı, ağaçlar, yeĢillik,
zaten kimsenin umurunda değil, herkes seviĢmenin derdindeydi. Gençliği bu hale getirdiler. Bu
bence çürümüĢlüğün ötesinde. Çoğu Ģehir dıĢından gelmeydi, biz buraya eğitim için
gönderiliyoruz. Sadece Ġstanbul‘a gelip, Taksim‘e çıkılmaz mı, bara gidilmez mi, Bebek‘te
gezilmez mi, Boğaz‘da o yapılmaz mı, sahil kenarında sevgilinle oturulmaz mı, Yıldız parkında
sevgiliyle gezilmez mi diye fanteziler üretiliyor. Millet de hayatı sadece o yönde düĢünüyor,
oysa buraya geliĢ amacını, eğitimini bir kenara bırakıyor.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Cinsiyet bazında ayrımcılığın doğal ve dini olduğunu savunan Emin‘in verdiği örnek ilginçtir.
Memleketi olan Konya‘da Ģehrin ana pazarı iĢlevini gören Kapu Cami civarının otuz yıl öncesine
kadar „Erkek Mahremi‟ sayıldığını, bir kadının buraya asla giremediğini, buradan geçmek isteyen
kadınlara kezzap atıldığını söylemiĢtir. Bu olayı canlı Ģahitlerinden duyduğunu ifade eden Emin,
kadınlara erkeklerin arasına girdiği için kezzap atılmasını takdirle anlatmaktadır. Emin‘in Ģikayet ettiği
hususlardan birisi, memleketinde kurulan üniversitenin etrafında geliĢen mahallelerin, „kızların ve
erkeklerin cirit attığı, gezip oynadığı birer harabeye dönüşmesi‟ dir.
BÜ‘den Erdal, gençlerin cinsel hayatına dair sınırları aĢmaları ve insanların cinselliklerini özgürce
yaĢamaları gerektiğini savunmaktadır. Erdal mülakatın baĢka bir yerinde ise evleneceği kiĢinin
bekaretinin kendisi için önemli olduğunu söylemektedir. Özgürlükçü bir ahlak söylemiyle klasik ahlak
anlayıĢının arasında kalan Erdal, bu tutumunun fazla yozlaĢmaya bir tepki olduğunu belirtmektedir.
Erdal bu Ģekilde, ahlak görüĢ ve tutumuna dair her ne kadar çeliĢik tepkiler geliĢtirse de,
metropolleĢme sürecini bunalımsız olarak atlatmasını sağlayacak bir tür tampon mekanizma
çerçevesinde hareket etmektedir. Benzer bir mekanizma özellikle metropoldıĢı kadın öğrenciler
tarafından farklı bir çerçevede geliĢtirilmektedir. Mesela BÜ‘den Çiğdem kadının cinselliğe bakıĢının
erkekten farklı olduğunu vurgulayarak, Ģunları söylemektedir:
―Bir kadın cinselliğini yaĢarken sevilmeyi, değer verilmeyi ister. Saygı duyulduğunu
hissetmeyi ister. KarĢısındaki erkeğin sadece bir ihtiyacını giderdiğini değil onla böylesine özel,
böylesine güzel ikisine de mutluluk veren bir Ģeyi yaĢıyor olmasının farkında olunmasını istiyor.
Bir kadın bunun dıĢında bir cinsellik yaĢıyorsa, bu durumun onun kadınlık duygularına zarar
verdiğini düĢünüyorum. Kadının doğasına aykırı bir durum bu.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi
Öğretmenliği, 1)
ĠÜ‘den Eda, kadın bedeninin metalaĢtırılmasına karĢı olduğunu belirttikten sonra metropollü bir
sevgili edindiğini fakat kendisini bu iliĢkiyle tanımlamadığı için hayatının merkezine sevgilisini
koymadığını söylemektedir. Eda‘nın kendisini tanımladığı Ģeyin sosyalist ideoloji olduğu daha önce
alıntılanmıĢtır:
―Üniversitede daha özgürlükçü bir ortam olduğu için, burada yaĢayan insanların da
cinselliği daha özgür yaĢadıklarını düĢünüyorum. Bunun özel olduğu durumlar olmalıdır. Kadın
bedeninin metalaĢtırıldığı, basitleĢtirildiği, alaçık edildiği bir ortam olmaması gerekiyor bence.
Tam tersine kadınların bu konuda daha bilinçli olmaları gerekiyor. Ġstanbullu bir sevgilim oldu.
Hayatımın merkezine koymadım onu. O hayatıma geldikten sonra ben o iliĢkiyi yaĢamaya
baĢladım. Hayatımı güzelleĢtirir, hayatıma renk katar, birbirini sevmek çok güzel duygulardır.
Ama kendimi onunla var etmiyorum sonuçta.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3)
Çiğdem ve Eda‘nın sözleri tekrar gözden geçirildiğinde, kadının özgürlükçü ahlak söylemlerinden
daha olumsuz etkilenen taraf olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir yandan serbest iliĢkiyi savunan
ama evleneceği zaman bakire bir eĢ almak istediğini söyleyen Erdal‘ın ahlak çeliĢkisinde de kendine
yer bulmaktadır. MetropoldıĢı öğrenciler her ne kadar cinselliği herkesin istediği gibi yaĢaması
gerektiğini söylemini dile getirseler de, metropol kente göre daha kapalı bir kültürel yapıyı iĢaretleyen
taĢradan tevarüs ettikleri ahlak anlayıĢını içten içe korumaktadırlar.
38
Metropol kentte üniversite okumaya baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin partner bulma ihtiyacı
medya yoluyla bir simülakr olarak belirlenmektedir. Metropolde üniversite okuyan bir gencin
sevgilisinin olmaması, baĢta öğrencilerin ailelerine inandırıcı gelmemektedir. Merkezinde dini
eğitimin bulunduğu fakülte ve bölümler de, cinselliğe dayalı keskin bir ayrım sınıfta, kantinde ve
hayatın hemen her alanında görülmekte ve bu ayrım üniversite hocaları tarafından desteklenmektedir.
MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, üniversite öğrencilerinin flörtlerinde kadın tarafının daha kırılgan
olduğunu ve dini nikah gibi bazı uygulamaların özellikle kadını mağdur ettiğini düĢünmektedir.
KiĢilerin bağlı olduğu dini ve ideolojik gruplar, onların kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarını da
Ģekillendirmektedir. MetropoldıĢı öğrencilerin serbest kadın-erkek iliĢkilerini söylem olarak kabul
etseler de, taĢradan getirdikleri ahlak anlayıĢı icabı daha evlilik aĢamasında daha geleneksel bir tutum
sergileyecekleri öngörülebilmektedir. Ġdeolojik gruplara mensup bazımetropoldıĢı öğrenciler,
flörtlerini grup bağlılıklarına tercih etmemektedirler.
ÜNĠVERSĠTE
ÖĞRENCĠLERĠN
BAKIġLARINDAKĠ DEĞĠġĠMLER
LGBT
BĠREYLER
VE
AKRANLARINA
Metropol kent, metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma
imkanı da vermektedir. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan
bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır.
LGBT birey ve
akranlarla karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olmaktadır. Metropol kent
ortamında salınan LGBT bireylerin taĢra çevresine göre daha görünür olması ve örneklem dahilindeki
üniversitelerde yer alan LGBT öğrenci örgütlenmeleri, metropoldıĢı öğrencilerin bu karĢılaĢmalarını
kolaylaĢtırmakta ve genelleĢtirmektedir.Mesela, ĠÜ‘den Yasin, Ġstanbul‘a geldiğinde garipsediği tek
grubun travestiler olduğunu söylemektedir. Yasin, onları da bir süre sonra normal karĢıladığını,
insanın kendini böyle hissedebileceğini düĢündüğünü belirtmektedir. BÜ‘den Ozan da, pek çok
metropoldıĢı öğrenci gibi, daha önce iletiĢime geçmediği farklı gruplarla nasıl bir iletiĢim içerisinde
olduğu sorusuna eĢcinsel öğrencilerle olan tanıĢmasını örnek vermektedir. Boğaziçi Toplum
Gönüllüleri Kulübü, Sosyal Hizmetler Kulübü ve Lubunya Kulübü‘nün ortaklaĢa gerçekleĢtirdiği
‗YaĢayan Kütüphane‘ projesinde görev alan Ozan, LBGT örgütlerinden birinin Taksim‘deki
merkezine bu dönemde ziyarette bulunduğunu da anlatmaktadır. Ozan bu deneyimi hakkında Ģunları
söylemektedir:
―Çok farklıydı. Yani Ģöyle bir baktım, normalde iki kiĢiyken dalga geçtiğim insanları
gördüm. Ama mesela Ģunu demedim; evet, gördüm onları, çok normal bir ĢeymiĢ demedim.
Ama onların mesela çok dıĢarı itilmiĢliklerinden dolayı, çok yanlıĢ davranıĢlar edinmeye
baĢladıklarını fark ettim. Hani yanlıĢ davranıĢları oluğunu gördüm. Ama aslında bir kısmının da
yine çok iyi olduğunu gördüm. Yani onların da aslında normal insanlar gibi kötüye gidenlerinin
de, iyiye gidenlerinin de olduğunu, sadece bir görüĢlerinin farklı olduğunu gördüm. Ve
gerçekten de bu durum, benim lezbiyenlik veya gaylik hakkındaki düĢüncelerimi değiĢtirmedi
ama bu insanlara karĢı bakıĢımı değiĢtirdi. Genel olarak o konsepte karĢı hiçbir değiĢiklik
olmadı bende. ĠĢte normalleĢtirmedim o durumu. Ama o insanları normalleĢtirebildim. Yani,
gerçekten o insanlarla normal bir Ģekilde yaĢamayı normalleĢtirebildim yani.‖ (Ozan, BÜ,
Ġktisat, 1)
Örneklem dahilindeki her üç üniversitede de örgütlenen LBGT öğrenciler, bu üniversitelerinde
görünür olma noktasında pek fazla sıkıntı yaĢamamaktadırlar. Ozan, eĢcinselliğe bakıĢının BÜ
bünyesinde faaliyet gösteren Lubunya kulübüyle kurduğu iliĢki sonrası değiĢtiğini Ģöyle
anlatmaktadır.
―EĢcinsellik konusunu araĢtırdım. Nasıl, kimler ne demiĢ falan. Yani hala geçerli bir
kaynağa ulaĢamadım. Çok farklı görüĢler var. Benim gördüğüm Ģey Ģu ki: Tam olarak genetik
olarak böyle bir hani öyle farklı yönelimlere kayanların hepsi genetik olarak bir Ģeyleri yok yani
öyle bir nasıl diyeyim duruĢları yok yani. Çevresel belki farklı sebeplerden ötürü onlara doğru
bir yöneliĢ var birçoğunda. Ama yani bunlar sıkıntı yaratacak bir durum değil yani. O insanla
iliĢkileri açısından sıkıntı yaratacak bir durum değil, öyle bir düĢüncem var. Tabi Lubunya‘nın
etkisi çok büyük yani bunda. Etkisi gerçekten büyük yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1)
39
Üniversite öğrencileri çetrefilli teorik tartıĢmaların olduğu alanlarda bilgi edinemedikleri
durumlarda, hayatın realitesi içerisinden bilgi devĢirmeye çalıĢmaktadırlar. Ozan, bir gün LGBT
bireylerin toplantısına giderken, diğer gün cemaatin toplantısına gitmesini Ġstanbul‘da yaĢamanın bir
gereği olarak gördüğünü, bu durumun artık kendisi için normalleĢtiğini ifade etmektedir. MetropoldıĢı
bireyler, metropolün farklılık ve hatta zıtlıkların yan yana yer almasını normalleĢtirdiğini, bu
normalleĢmeye ayak uydurdukları sürece kendilerinin de metropolleĢtiğini düĢünmektedirler. Bu
durum Goffman‘ındramaturjik toplum anlayıĢıyla büyük ölçüde benzeĢmektedir. Nitekim Goffman‘a
göre toplum, belirli toplumsal karakteristiklere sahip herhangi bir bireyin, bu duruma uygun bir
paralellik içinde, diğerlerinden kendisine değer vermelerini ve davranıĢlarının buna göre olmasını
beklemesinin ahlaki hakkı olduğu temeli üzerine organize olmuĢtur.16 Bu bağlamda metropoldıĢı
öğrenciler, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu idrak etmenin bir tür metropollü davranıĢı
olduğunu düĢünmektedirler. Mesela ĠÜ‘den Hasan, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu
düĢündüğünü, insanların cinsel yönelimlerinin henüz çocukken belli olduğuna inandığını ifade
etmektedir. ĠÜ‘den Nejla da, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, tedavi edilmesi
gereken bir hastalık olmadığını düĢünmektedir. ĠBÜ‘den Serkan ise yaptığı araĢtırmalar sonucunda
biseksüelliğin insanın doğal hali olduğuna inandığını ama dini kurallar ve pazar ekonomisinin yarattığı
ve dayattığı simülasyonlar neticesinde heteroseksüel olmayı tercih ettiğini belirtmektedir.
―Ġnsanın ilk doğduğunda biseksüel eğilimlere sahip olduğuna inanıyorum. Dini kuralların
ya da insanların birbirinden öğrendiği iliĢki Ģekillerinin olmadığı ilk dönemlerde böyle takılmıĢ
olabilir insanlar. Bu Ģu anda benim tercihim değil, ama doğal olan buysa ve doğal olanı
yaĢasaydık daha mutlu da olabilirdim, bilemiyorum. Ama yani Ģimdi, estetik algısı da yapay
olarak değiĢen biĢey. Reklamlarda ya da pornografide aklıma yerleĢtirilen bir kadın figürü var.
Kadın bedeni bende heyecan yaratmaya baĢlıyor, böylece. Ben bu durumdan memnunum, ama
memnun olmayanlar da var.‖ (Serkan, ĠBÜ, Uluslararası ĠliĢkiler, 4)
ĠÜ‘den Ufuk da insanın doğal halinin biseksüellik olduğunu, eĢcinselliğin de bir yönelim olduğunu
ifade etmektedir:
―EĢcinsellik konusunu Ġstanbul‘a geldikten sonra düĢünmeye baĢladım. Okuldaki Radar
grubuyla tanıĢtım, eĢcinsel arkadaĢlarım da oldu. Bence her insanın doğal hali biseksüellik. KiĢi
daha sonra kadın-erkek cinselliğini ya da eĢcinselliği seçiyor. EĢcinselliğin de bu noktada doğal
bir yönelim olduğunu düĢünüyorum.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1)
EĢcinsellerle ilk kez metropolde karĢılaĢan ve onlarla arkadaĢ da olan BÜ‘den BaĢak‘ın
eĢcinselliğe dair görüĢleri Ģöyledir:
―EĢcinselliğin bir hastalık değil de genetik bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. Bu insanlar iĢte
ben farklı doğdum, böyle doğdum, diyorlar. Ama Ģöyle bir Ģey düĢünüyorum, hani bu kendi
benim fikrim, bence insanların böyle bir yöne eğilmesinin sebebi birinci olarak aile hayatı.
Tanıdığım bütün gayler, lezbiyenler kesinlikle normal bir aile hayatı yaĢamamıĢlar.
AraĢtırmalara göre özellikle anne-baba ayrı ya da baba aldatmıĢ veya çok küçükken tacize
maruz kalmıĢ, istismara uğramıĢ çocuklarda böyle bir yönelim söz konusu. EĢcinselliğin
bunlarla beraber açığa çıkan bir Ģey olduğunu düĢünüyorum.Bence eĢcinsellik doğal bir durum
değil. Dinimizde de zaten onun Ģeyi var. Hani bu konuda öyle çok derine inemiyorum çünkü
çok bir bilgim de yok dediğim gibi. Hani eĢcinselliğin temek sebebi ne olabilir, hani bu insanlar
nasıl bir duygu içerisinde böyle bir Ģeye ihtiyaç duyuyorlar, ya da gerçekten eĢcinsellik önceden
beri de var mıydı bilemiyorum maalesef. Aslında üniversitede eĢcinsel bir kulübün bulunması,
onlara karĢı bakıĢımı daha hoĢgörülü, daha yumuĢak hale getirdi. Ama eĢcinsel arkadaĢlarımla
eĢcinselliği hiç tartıĢmadık mesela. Bu tarz Ģeyleri konuĢmadık, hani niye böyle bir duygu
içerisindesin gibi Ģeyleri. Çünkü böyle Ģeyler konuĢtuğum zaman hani eĢarbımın da yarattığı bir
kalkan sebebiyle artık bir duvar örüyorlar.‖ (BaĢak, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 2)
16
ErvingGoffman, The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh, University of Edinburgh
SocialScienceResearch Center, 1956, s. 6.
40
Muhafazakar bir dünya görüĢüne sahip olan ve bunu baĢörtüsü kullanarak görünür hale getiren
BaĢak, eĢcinselliğin bir hastalık olduğunu düĢünmediğini ama sağlıksız aile hayatı ya da taciz
olaylarının bir sonucu olduğunu düĢündüğünü belirtmektedir. EĢcinsel arkadaĢ edinen BaĢak,
okulunda eĢcinsel bir örgütlenmenin varlığının kendi düĢüncelerinde bir yumuĢama yarattığını, artık
onlara karĢı daha hoĢgörülü olduğunu söylemektedir. Fakat yine de, onlarla eĢcinsellikle ilgili
konuĢmaktan imtina etmektedir. BaĢörtüsünün yarattığı kalkan sebebiyle bu tür konuları konuĢurken
kendiyle ötekiler arasında duvar örüldüğünü düĢünmektedir. ĠÜ‘den Elif ise, bir zamanlar eĢcinselliğin
doğal olduğunu düĢündüğünü, ama okuduğu çok-satan romanların da etkisiyle artık böyle düĢünmeyi
bıraktığını ifade etmektedir:
―Lise döneminde eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, onların tercihlerinin
olduğunu, öyle hissettiklerini ve zorlanmamaları gerektiğini savunuyordum. Ama okuduğum
bazı polisiye romanların –Jean ChristopheGrange, TessGarretsen‘ın kitapları vs.- da etkisiyle,
küçüklükte yaĢanan bazı sorunların eĢcinselliği tetikleyebileceğini, insanların bu yüzden bu
tercihi yapmak zorunda kaldıklarını düĢünmeye baĢladım.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1)
ĠÜ‘den Hayrettin ise, eĢcinsellik konusundaki fikirlerini Gülen cemaatinden edindiği kültüre
dayandırmaktadır:
―EĢcinsellik hakkında tam bilgim olmamakla beraber Fethullah Gülen‘in vaazında
dinlemiĢtim. Böyle yumuĢak huylu insanlar, doğuĢtan gelen böyle bir Ģey var. Ama sadece
doğuĢtan gelen bir Ģey değil, sonradan çevreden görme ilgi duymaya baĢlama bir de
potansiyelin varsa tam denk geliyor. Potansiyelle etrafta gördüğün Ģeyler hani birbirine
uyuyorsa, mesela benim içimde vardır misal olarak ama ortam müsait olmadığı için dıĢarı
yansıtamıyorum gibi. Yani kurallardan dolayı ya da aĢırı bir mahalle baskısı falan diyorlar.Bu
insanlara kızsan bir türlü,kızmasam bir türlü. Yani böyle değiĢik bir ikilem, o da bir zikzak
olabilir benim için. Dinim buna kesinlikle izin vermiyor yani.Hani onlara kızılması benim
zoruma gidiyor. Onlara bir baskı yapılması zoruma gidiyor. Ama o tarz Ģeylerin olması da beni
üzüyor hani dini açıdan. Öyle bir ikilem var yani.‖ (Hayrettin, ĠÜ, Siyasal Bilgiler ve
Uluslararası ĠliĢkiler, 2)
Hayrettin, Ġslam dininin eĢcinsel eylemleri yasakladığını düĢünmekle beraber, eĢcinsellere yönelen
bir baskının kendisinin „zoruna gittiğini‟ belirtmektedir. Hayrettin, metropol kentin hayat tarzına
kattığı pek çok yeni durumun yanı sıra,eĢcinsellik konusunda da zikzaklı görüĢler serdetmektedir.
Goffman benzer türden tavır alıĢları inkar-inanç döngüsü halinde ele almıĢtır. KiĢinin (oyuncunun/
icracının) toplum içindeki davranıĢlarını performans olarak niteleyen Goffman‘a göre, performansa
karĢı içtenlik ve alaycılık bazen aynı kiĢide, zamana ve Ģartlara göre yer değiĢtirebilir. Mesela
baĢlangıçta ‗fiziki cezalandırmadan kaçındığı için‘ ordunun kurallarına uyan acemi asker, daha
sonraları ‗kurumu ayıplanmasın‘ ya da ‗subaylar ve diğer askerler ona saygı göstersin‘ diye bu
kurallara uyan biri haline gelebilir. Halka dini bir huĢu veren mesleklerin çömezleri genelde tersi
yönde bir döngüyü takip ederler.17Muhtemeldir ki, Hayrettin de kendisine dayatılan bir metropolleĢme
normunu dini öğretilerle bağdaĢtıramamakta ama bir yandan da bu normu içselleĢtireceği bir ortamda
yol almaktadır. Her ikisi de muhafazakar dünya görüĢüne sahip olmalarına rağmen, BaĢak eĢcinselliği
anormal bir durum olarak nitelerken, uzun yıllar Gülen cemaatinde kalmıĢ olan Hayrettin eĢcinselliğin
doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu düĢünmektedir. Muhafazakar öğrenciler arasında eĢcinselliğe
bakıĢta görülen ayrıĢma, Ġlahiyat Fakültesi öğrencileri arasında da görülmektedir. Aktivist bir Ġslam
anlayıĢına bağlı olan Özgür-Der‘in evlerinde kalan Semra eĢcinselliği hastalık olarak nitelerken, Gülen
cemaatinde kalan Bahar‘a göre ise eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan ĠÜ‘den Yasin‘e
göre de eĢcinsellik bir hastalık değil, yönelimdir. Metropol ve üniversite mekanlarında eĢcinsellerin
görünürlüğünün artması, Yasin‘in eĢcinselliğe bakıĢını daha hoĢgörülü hale getirmiĢtir. Yasin bu
konuda Ģöyle demektedir:
―Onları gördükçe, demek ki böyle de olunabilirmiĢ, demek kolay oldu. Lisedeyken
görseydim, iĢin sonu kavgaya kadar giderdi. Hiçbir Ģey yapmasaydım yanlarından geçerken
onlara bir Ģeyler söylerdim.‖ (Yasin, ĠÜ, Coğrafya, 1)
17
Goffman, A. e., s. 12.
41
Yasin‘le aynı cemaatte kalan ĠBÜ‘den Meral‘e göre de, eĢcinsellik doğuĢtan gelen bir yönelimdir.
Üniversiteyi ilk geldiği dönemde Gülen cemaatinde kalan BÜ öğrencisi olan Faruk‘a göre de,
eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan bir diğer öğrenci olan Ragıp da, eĢcinselliği
yönelim olarak gördüğünü ama geçmiĢ öğrendiklerinden ötürü onlara kızmaktan kendini alamadığını
ifade etmektedir:
―EĢcinsellik hastalık değil, bence yönelim. Ama yolda onları gördüğümde ister istemez
kızıyorum. Sanırım, onlardan tiksinmeyi bir Ģekilde öğrenmiĢim.‖(Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Liseden itibaren Gülen cemaatinin içerisinde olan ve üniversiteye ilk geldiği zamanlarda da aynı
cemaatin yurtlarında kalan BÜ‘den Faruk‘un diğer metropoldıĢı öğrencilerden farklı olarak kendisine
açılmıĢ eĢcinsel bir akrabası bulunmaktadır:
―Okula ilk geldiğimde etkilendim. Oryantasyon programı vardı, ilk masa Lubunya
kulübündeydi. Muhabbet ediyorlardı, gülüyorlar, eğleniyorlardı. Ġlk defa bazı insanların
kendilerini bu kadar rahat ifade ettiğini gördüm, etkilendim bundan hoĢuma gitti. Çünkü,
lisedeyken kuzenim bana eĢcinsel olduğunu açıklamıĢtı. O zaman çok ĢaĢırmıĢtım. Ne
diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememiĢtim. Yeryüzünde böyle bir konumda insanların var
olabileceği aklıma gelmezdi. Birisi gay olabilirdi ama bu kuzenim olmamalıydı. Onu yalnız
bırakamazdım, ona kuru teselli sözleri de söylemezdim. Onu anlamasam da, ki
anlayamayacaktım, yardımcı olmaya çalıĢtım.‖ (Faruk, BÜ, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri
Öğretmenliği, Hazırlık)
Faruk‘un yaĢadığı ĢaĢkınlık ve kabullenme sürecini, kendisi de eĢcinsel bir öğrenci olan Burak
daha genel olarak Ģöyle ifade etmektedir:
―KiĢisel deneyimlerime dayanarak Ģunu söyleyebilirim; birçok homofobik insan, yakın
arkadaĢlarından birinin gay olduğunu öğrendiğinde ikilemde kalıyor. Ya homofobik olmaya
devam edip arkadaĢıyla iliĢkisini bitirmesi gerekiyor, ya da arkadaĢıyla iliĢkisini sürdürüp
homofobisine son vermesi gerekiyor. Bu durumda insanların pek çoğu arkadaĢlarını seçiyorlar.
Bu anlamda eĢcinsellerin görünürlüğü, homofobiyi yenmektedir.‖(Burak, ĠBÜ, Psikoloji, 1)
BÜ‘den Faruk ve ĠBÜ‘den Burak‘ın da bahsettikleri gibi, kendi yakınlarından birinin LGBT bireyi
olduğunu öğrenmek, kiĢiyi tercihler yapmaya zorlandığı zorlu bir sürece yönlendirmektedir. Metropol
üniversite ortamlarında daha rahat salınan LGBT bedenler, kurdukları örgütlenmeler vasıtasıyla
akranlarının kendi varoluĢlarına iliĢkin önyargılarını kırmalarına yardımcı olmaktadırlar. Fakat bu tek
baĢına yeterli olmamakta, kiĢilerin içinde yer aldıkları örgütlenmelerin/yarı Ģeffaf kabilelerin konu
hakkındaki görüĢleri ve metropol üniversitelerinin müfredat programları da, bahsi geçen kabulleniĢ ve
normalleĢtirme sürecini zorlaĢtırıcı yahut kolaylaĢtırıcı birer rol oynamaktadır.
METROPOL ÜNĠVERSĠTELERĠ EĞĠTĠM MÜFREDATLARI VE HOMOFOBĠNĠN
YENĠDEN ÜRETĠLME SÜRECĠ
Alandan elde edilen verilere göre, homofobinin yenilgisi sadece LGBT bireylerin görünürlüğünün
artmasına bağlı değildir. Aynı zamanda metropol üniversite müfredatının toplumsal cinsiyet ve LGBT
literatürünü içerme ve dıĢlama dereceleri de, metropoldıĢı üniversite öğrencilerinin homofobik olup
olmama durumlarını belirleyen bir etken olarak gözükmektedir. Kendisini modern-muhafazakar olarak
tanımlayan ĠBÜ‘den Neriman, eĢcinselliği bir hastalık olarak değil, bir yönelim olarak gördüğünü
belirtmektedir. Neriman, ―Bana tuhaf gelmiyor yani, aslında eğitimimden dolayı böyle düĢünmeye
baĢladım‖ diyerek, Ġ. Bilgi Üniversitesi‘nde okuduğu Sosyoloji bölümünde gördüğü derslerin bu
konudaki fikirlerini değiĢtirdiğini ifade etmektedir. Diğer bir baĢörtülü genç olan BÜ‘den ġermin de,
eğitim aldığı ortamın eĢcinsellere bakıĢını değiĢtirdiğini ifade etmektedir.
―Artık eĢcinselliğin bir yönelim olduğunu düĢünüyorum. EĢcinsel insanların dıĢlanma
gerekçeleri gibi kötü olmadığını gördüm. Gayet arkadaĢ canlısı, hoĢsohbet insanlar. Sadece
farklı oldukları için ayrımcılığa uğramalarından hiç hazzetmiyorum.‖(ġermin, BÜ, Okulöncesi
Öğretmenliği, 3)
ĠÜ CerrahpaĢa Tıp Fakültesinde okuyan bir grup metropollü ve metropoldıĢı üniversite
öğrencileriyle yapılan odak grup görüĢmesinde, kendini muhafazakar hayat tarzına bağlı hissettiğini
42
söyleyen Alpaslan, karĢı cinsle iliĢkilerin duygusallıktan öte geçmemesi gerektiğini düĢündüğünü
ifade etmektedir. ġu anda bir sevgilisi olduğunu ve sevgilisiyle ilgili sorunlarını kız arkadaĢlarıyla
konuĢabildiğini söylemektedir. Ġstanbul‘a ilk geldiği dönemlerde kimseye ―merhaba‖ bile
diyemediğini daha önce ifade eden Alpaslan, kendisini karĢı cinsten arkadaĢlarıyla rahatça
konuĢabilecek kadar metropolleĢmiĢtir. Doktor adayı olan Alpaslan, eĢcinselliğin patolojik ve tedavi
edilmesi gereken, kabul edilemez bir durum olduğunu söylediğinde, arkadaĢları literatürde böyle bir
hastalığının bulunmadığını hatırlatmıĢlardır. Alpaslan fikrinde ısrar edince, Makedonyalı sınıf arkadaĢı
Alper, ―EĢcinsellik bir yönelimdir, homofobi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır‖ cevabını
vermiĢtir. GörüĢme esnasında iki sınıf arkadaĢı arasında baĢlayan tartıĢma metropoldıĢı öğrencilerin
aynı konuda birbirinden farklı fikirlere sahip olmalarının farklı hayat tarzları ve ideolojik görüĢleriyle
nasıl uyum içinde olduğunu da göstermiĢtir. Alpaslan kendisini katı muhafazakarlıktan sosyal
muhafazakarlık diye tanımladığı daha ılımlı bir muhafazakarlığa geçen bir genç olarak tanımlarken,
Alper kendisini, üniversitesinde ve Ġstanbul‘da LGBT örgütlerine gönüllü katkı veren bir aktivist
olarak nitelemektedir. TartıĢmaya dahil olan Ahmet, Alper‘e eĢcinselliği ifade etmek için kullanılan
yönelim kelimesinin doğuĢtan getirilen bir özelliğe atıf olup olmadığını sormuĢtur. Dilara ise bu
dürtüsel bir olay diyerek tartıĢmaya katılmıĢtır. Alpaslan, eĢcinselliğin toplumun sağlığını bozacak bir
Ģey olduğunu, dolayısıyla tedavi edilmesi gerektiğini tekrar etmiĢtir. Dilara, ‗Belki homofobikler
sağlıksızdır‘ diyerek tartıĢmayı ĢiddetlendirmiĢtir. Bunun üzerine Alpaslan, ―aslında kendi çıkıĢ
noktasının eĢcinselliğin günah olduğuna dair algısı olduğunu, Allah‘ın insanı bir erkekle bir kadından
yarattığını, eĢcinsellik normal olacak olsaydı Allah‘ın insanı tek bir cinsten olarak yaratacağını ama
bunu yapmadığını‖ söylemiĢtir. Alper bu sözlere mukabil olarak Ģunları söylemiĢtir:
―ġunu demek isterim ki günah ya da değil o ayrı mesele de. Mesela hani Müslüman olduğu
halde alkol için insanlar da var ve biz o insanların alkol içmesine karıĢmıyoruz. Çünkü o
Allah‘la kul arasında bir olay. Ben erkeksem ve bu günahsa ben karĢımda ki erkeği seviyorsam
bu üçüncü kiĢiyi ilgilendirmez. Bu benimle Allah‘ım arasında bir olaydır yani. Bunun toplum
için hani bu yasaktır bu günahtır o yüzden yapamazsın demek doğru değil‖ (Alper, ĠÜ, Tıp, 4)
Tayfun, Alper‘e ―dediğinin doğru olduğunu ama bunun yaygınlaĢmasının ve ortalık yerde
olmasının topluma zarar vereceğini‖ söylediğinde, Dilara ―eĢcinselliğin toplumda zaten yaygın
olduğunu‖ ifade etmiĢtir. Alpaslan Ģöyle diyerek kendi adına tartıĢmayı sonlandırmıĢtır.
―Ben açıkçası her türlü tasvip etmiyorum ve onaylamıyorum bu tür olayları. Dediğim gibi
hem dini inançlarımdan dolayı hem toplumun genel psikolojik ve fiziksel sağlığı açısından.
Kesinlikle olmaması gereken bir Ģey.‖ (Alpaslan, ĠÜ, Tıp, 4)
Alper ise Alpaslan‘ın sözlerine cevap olarak Ģunları söylemiĢtir:
―Tasvip etmemene ve onaylamamana saygı duyarım. Kimse bunu tasvip etmek veya
onaylamak zorunda değil. Ne bileyim benim bir kızla, herhangi biriyle iliĢkim olur. DıĢarıdan
insanlar bunu tasvip etmeyebilir. Bu normal bir Ģey buna kimse bir Ģey diyemez. Bu senin kendi
görüĢün düĢüncen. Ama hani sen tasvip etmiyorsun diye buna patolojik demek ne kadar doğru‖.
(Alper, ĠÜ, Tıp, 4)
Tıp Fakültesi öğrencileri arasında yapılan bu odak grup görüĢmesinin çözümlemelerinden de
görüleceği üzere, doktor adayı olan öğrenciler dahi eĢcinselliğin bir hastalık olup olmadığına dair
akademik bir bilgiyle teçhiz edilmemektedir. Bu durum baĢta Tıp sahası olmak üzere tüm eğitim
sistemi için ciddi bir eksikliktir. Çünkü bilginin olmadığı yerde, önkabuller ve önyargılar gençlerin
karar mekanizmalarını tetiklemektedir. Gençler, hayat tarzlarına ve ideolojik konumlanıĢlarına göre
fikir sahibi olmakta ve bu fikirleri bir tartıĢmada kullanırken argümanlarını ortaya koymakta
zorlanmaktadırlar. Bu duruma bir baĢka örnek olarak BÜ‘den Çiğdem‘in konuyla ilgili görüĢleri
verilebilir. Çiğdem de, ĠÜ‘den Alpaslan‘la aynı paralelde düĢünmektedir. Çiğdem mülakatın yapıldığı
zamana kadar ki en ciddi iliĢkisini biseksüel olduğunu kendisine söyleyen bir erkekle yaĢadığını, onun
biseksüelliğiyle bir sorunu olmadığını söylemiĢtir. Fakat Çiğdem bir süre sonra sevgilisinin gay
olduğunu ve kendisini birkaç erkekle aldattığını öğrenmiĢtir. Bu tecrübesi en yakın arkadaĢlarının da
gay olduğunu ifade eden Çiğdem‘in zihin dünyasında homofobiyi yeniden üretmesine sebep olmuĢtur:
43
―EĢcinselliği artık kıyamet alameti olarak görüyorum. Kur‘an‘ın lanetlediği bir Ģey
olduğunu düĢünüyorum. En iyi arkadaĢlarım eĢcinsel ama bunların yaptıklarının lanetlenmiĢ
olduğunun farkında olmaları lazım. Bence ya tedavi yolu bulmalılar ya da cinsel faaliyette
bulunmamalılar. Onlarla konuĢtum aslında ama bana hep Allah bizi böyle yarattı deyip kestirip
atıyorlar. Onlara eleĢtirilerimi Ģaka falan sanıyorlar, ciddiye almıyorlar beni. Her Ģeyi geçtim,
sürekli cinsel iliĢkiye girmeleri bile bence yollarının yanlıĢlığını gösteriyor. Ama ben kimseyi
yargılayamam.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1)
BÜ Psikoloji öğrencisi Seda, eĢcinselliğin doğuĢtan geldiğini ama düzeltilmesi gereken bir Ģey
olduğunu düĢünmektedir. Bu esnada yan masada oturan bir arkadaĢı baĢörtülü olmasını kastederek
Seda‘ya, ―Bir zamanlar Ġstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı da baĢörtülüleri rehabilite etmek için
ikna odaları kurmuĢtu, senin o kadından baskıcı zihniyet bağlamında farkın ne?‖ diye sormuĢtur. Seda
bu soruyu, ―BaĢörtüsü yasağını kullar getirdi, o yüzden bir özgürlük ihlalidir; oysa eĢcinsellik yasağını
Allah getiriyor, kiĢiyi yaratan onun ne hissettiğini bildiğine göre bu bir imtihandır ve düzeltilmesi
gerekir‖ diye cevaplamıĢtır. ArkadaĢı, ―Sen psikoloji okuyorsun, eĢcinselliğin psikiyatrik hastalıklar
arasından çıkardığını biliyorsun, buna rağmen neden eĢcinsellikten bahsederken bir hastalıktan
bahseder gibi konuĢuyorsun‖ deyince; Seda, ―Bu durumu hangi mantığın hastalık olmaktan çıkardığını
biliyoruz, ben onları küçümsemiyorum ve benim önüme de eĢcinsel bir birey gelecek iĢ hayatımda
muhtemelen. Onları anlamaya da çalıĢıyorum, bunun bir imtihan olduğunu ve tedavi edilmesi
gerektiğini düĢünüyorum. Benim inancım bu ve bunu değiĢtiremem, onlara yardım etmem gerekir diye
düĢünüyorum ―diye karĢılık vermiĢtir. Süleymancı cemaatinin yurtlarında kalan ĠÜ‘den Abdüssamet
de, ‗aklı baĢında bir insanın eĢcinselliği tercih etmesi bence akıl almaz bir Ģey‘ diyerek bu konudaki
tepkisini dile getirmektedir.Abdüssamet konunun bir tercih meselesi olduğu noktasında ısrarlıdır.
Metropol üniversite ders ortamında iĢlenen müfredat özellikle muhafazakar öğrenciler arasında
büyük oranda tabu olarak durmakta olan LGBT varoluĢuna dair ideolojinin geriletilmesine katkı sunsa
da, metropoldıĢı öğrenciler arasında dolaĢıma sokulan homofobinin müfredattan kaynaklanmayan
sebepleri de bulunmaktadır.
METROPOL ÜNĠVERSĠTE ORTAMINDA SĠYASET VE LGBT ÖRGÜTLENMELERĠ
Metropol üniversite ortamı, kendi içinde üretilen siyaset tarzları ve ülke gündeminden taĢan siyasi
atmosferden büyük ölçüde etkilenmektedir. LGBT örgütlenmelerin de bir tür yarı Ģeffaf akran
kabilesine dönüĢmüĢ olduğundan bahsedilmiĢti. Bu bağlamda LGBT örgütlerinin anti-kapitalist
söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler
serdetmesine sebep olmaktadır. Mesela ĠÜ‘den Eda, eĢcinselliği bir yönelim olarak gördüğünü ve
okuldaki LGBT örgütlenmesinin daha aktif çalıĢması gerektiğini ifade etmektedir:
―EĢcinsellik bir yönelim tabiki, ben kesinlikle hastalık olarak görmüyorum, görenlerle de
Ģiddetle tartıĢıyorum. Hatta kadın tartıĢmalarına da katılıyorum kadın ve erkek olarak iki tane
cins var ama yedi tane yönelim var tartıĢması var. EĢcinsellik de bir yönelimdir. Bu insanların
hayatlarını özgürce yaĢayabilmeleri gerekiyor bence. Radar grubundaki insanlarla tanıĢıyorum.
Çok aktif olabilseler güzel bir Ģey olur. Görünür olmaları, eĢcinselliği de insanların gözünde
normalleĢtirir.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3)
Kendisini politik bir Kürt aktivisti olarak tanımlayan ve bunu simgesel olarak da ifade eden –
saçındaki örgü tokasında bile sarı, kırmızı, yeĢil renkleri kullanmaktadır- BÜ‘den Hebun, taraftarı
bulunduğu parti olan BDP‘nin eĢcinsellerin kimliğini savunan meclisteki tek parti olduğunu ifade
etmektedir. Hebun, gerek parti çalıĢmaları gerekse özel hayatında sık sık LGBT bireylerle birlikte
çalıĢtıklarını ve bundan da gayet memnun olduğunu anlatmaktadır. Hebun, bazı LGBT bireylerin BDP
eksenli siyaset tarafından massedilmesini ise Ģöyle dile getirmektedir:
―Hazırlıktayken en yakın arkadaĢım bana aĢık olmuĢtu. O da sosyalist gelenekten geliyordu.
Ben ona biraz zaman tanıyalım birbirimize, duygusal bir iliĢkiye baĢladıktan sonra ayrılıp
birbirimize düĢman olmayalım. Bir süre sonra o arkadaĢımız, önce eĢcinsel olduğunu sonra
transseksüel olduğunu açıkladı. Hala çok iyi arkadaĢız. Zaten kendisini sosyalist olarak
tanımlardı Ģimdilerde ise siyasal duruĢu yüzünden Kürtçü olarak bilinir. Bu biraz da benim
sayemdedir yani.‖(Hebun, BÜ, Ġngiliz Dili ve Edebiyatı, 2)
44
Sosyalist grup ve partilerin LGBT dostu söylemleri LBGT bireylerle aralarında geçirgen bir sosyal
tabaka oluĢturmaktadır. Fakat LBGT örgütlerinin bu geçirgen tabakanın etkisiyle yükselttikleri
sosyalist söylemleri bazı eĢcinsel bireylerin bu örgütlerde örgütlenmesinin önünde bir engel
oluĢturmaktadır. Bunlardan birisi de ĠBÜ‘den Burak‘tır. ĠBÜ, Burak‘ın ikinci üniversitesidir. Ortadoğu
Teknik Üniversitesi‘nde okuduğu Mühendislik bölümünü, kendisini orda mutlu hissetmediği için
bırakan Burak, Ġstanbul‘da daha geniĢ ve kendisine daha çok hitap eden bir arkadaĢ çevresi edindiğini
söylemektedir. Okulundaki LBGT bireylerin kulüpleĢme çabalarına fiili olarak destek veren ve
eĢcinsel bir birey olduğunu ifade eden Burak, aktivist olmadığının altını özellikle çizmektedir. LGBT
örgütlerinin sosyalist örgütlerle savunacakları ortak Ģeyin ne olduğunu anlayamadığını belirten Burak,
kendisini aynı zamanda iyi bir kapitalist olarak tanımlamaktadır. Burak, LGBT bireylerinin
özgürlüklerini parayla kazanacaklarını savunmaktadır. Burak, bir eĢcinsel olarak Ġstanbul‘un gece
hayatına kolay alıĢtığını, çünkü harcayacak parası olduğunu ifade etmektedir. Burak eğlenebilme
üzerinden kurguladığı özgürlük söylemini maddi durumunun iyi olmasına bağlamaktadır. Burak‘la
aynı üniversitede okuyan bir diğer LGBT metropoldıĢı öğrenci Özcan ise, cinsel kimliğinin kendisini
nasıl politize ettiğini Ģöyle açıklamaktadır:
―Ġstanbul‘da nefes alabileceğim dernekler veya mekanlar var. En azından varoluĢumu
gizlemediğim, suçluluk psikolojisiyle yaĢamadığım bir arkadaĢ çevrem var. Ama bu alan çok
dar aslında, bu alanı deĢmek zorunda kalıyorum. Bu da ister istemez beni politik hale getiriyor.
Mesela, bir ortamda kız arkadaĢın var mı diye bir soru geldiğinde, direkt olarak heteroseksüel
olduğun ön kabulüyle yola çıkılıyor. Ben, hayır ben eĢcinselim dediğimde, aslında politik bir
Ģey yapmıĢ oluyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4)
Özcan, Türkiye‘de siyaset kurumunun bir cenahının eĢcinselliği bir hastalık ya da sapkınlık gibi
gösteren açıklamalarından ötürü tedirgin olduğunu, kendisini ikinci sınıf bir vatandaĢ gibi hissettiğini
ve bu yüzden ülkeyi terk etmeyi düĢündüğünü belirtmektedir:
―EĢcinsellik bir yönelimdir, bu arada bu benim fikrim değil. Ġyi niyetli olsa bile insanlar
sürekli sana soru soruyorlar çünkü seni anlamaya çalıĢıyorlar ama bu da yorucu bir Ģey bir
yerden sonra. 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği, 1993 yılında da Dünya Sağlık Örgütü
eĢcinselliği hastalık listesinden çıkardı. Aile Bakanı‘nın, dünyanın geldiği noktadan bu kadar
bihaber bir Ģekilde, eĢcinsellik hastalıktır diyebilmesi18 beni çok ĢaĢırtmıĢtı. Sağlık bakanı
arkasından böyle bir hastalık yok19 dedi, mesela ama çok etkili olmadı LGBT bireyler üzerinde
bu. Aliye Kavaf‘ın dediklerine nazaran, Sağlık Bakanı‘nın sözleri çok zayıf kaldı, daha güçlü
bir çıkıĢ yapmalıydı belki. Sanırım bu da parti içinde ayrılık var diye görünmesin diyeydi galiba.
Hatta en son Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek bir Ģey söyledi20. Bir yandan
ĠçiĢleri Bakanı, ‗Pkk üzerinden içinde eĢcinseller de var, ne kadar iğrenç bir yer falan‘21 dedi.
18
07.03.2010 tarihinde Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf eĢcinselliğin tedavi edilmesi gereken
biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inandığını söylemiĢtir. Bakan Kavaf‘ın bu sözleri, baĢta kabine
arkadaĢı olan Sağlık Bakanı olmak üzere geniĢ kesimlerden pek çok eleĢtiri almıĢtır. Bkz. Devletin Bakanından
EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellik-yorumu/Blog/?BlogNo=232920
, (Çevrimiçi), 26.08.2012.
19
Sağlık eski Bakanı Recep Akdağ, eĢcinselliğin yaĢananlarca zor bir Ģey olduğunu söyleyerek toplumu insaflı
olmaya çağırmıĢtır. Bkz. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010.
20
02.04.2012 tarihinde Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek, Sunucu Okan Bayülgen‘in
kendisine sorduğu soru üzerine, ‗Her toplumun kendisine göre ahlaki değerleri vardır. Türk toplumun
Avrupa‘daki gay kültürüyle bir arada olmamız, bunu tasvip etmemiz mümkün değil. Bizim yetiĢme, ahlak,
anlayıĢ tarzımız biraz değiĢik. ĠnĢallah Türkiye‘de gay olmamalı ve olmayacak‘ diye yanıtlamıĢtır. Bkz. Okan
Bayülgen‟den Melih Gökçek‟e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi),
26.08.2012.
21
ĠçiĢleri eski Bakanı Ġdris Naim ġahin, PKK‘nın ne denli kötü bir ortama sahip olduğunu anlatmaya çalıĢırken,
‗Domuz etinden ZerdüĢtlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeĢlikten, çok özür dilerim eĢcinselliğe kadar, her
türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayri insani durumun olduğu bir ortam‘ ifadelerini kullanmıĢtır. Bkz. ĠçiĢleri
Bakanı‟ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012.
45
Ama mesela Modacı Cemil Ġpekçi de açık bir gay ve hükümeti açıkça destekliyor22 insanlar
AK Parti‘de eĢcinseller var ne kadar kötü bir yer mi demeliler yani bu mantıkla. EĢcinseller her
yerde var. Bu lafları duyunca kendimi ikinci sınıf vatandaĢ gibi hissediyorum. Bu yüzden
yurtdıĢına gitmeyi düĢünüyorum. Bir gün eĢcinsel olduğum için, suçlu ilan edilip hapislere
atılabilirim diye düĢünüyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4)
EĢcinsel varoluĢu dıĢlayıcı siyaset söylemi, bu varoluĢa sahip bireylerin vatanı terk etmeyi
düĢünmelerine sebep olduğu Özcan‘ın yukarıda alıntılanan ifadelerinde açığa çıkmaktadır. Bu
noktada eĢcinsellerin kendi varoluĢlarını kabul eden siyasi figürlerle daha yakın iliĢki kurmaları
anlamlı hale gelmektedir. Yine de metropol kent ortamındaki blok halinde bir siyaset türüne angaje
olmadıkları, değiĢik sebeplerle farklı siyasi merkezlerle de yakınlaĢtıkları görülmektedir. Mesela,
sermayenin serbest dolaĢımını savunduğu için kendisini kapitalist olarak gören, ya da TBMM‘de
eĢcinsel haklarını savunduğunu düĢündüğü için BDP ile beraber hareket ettiğinden ötürü Kürtçü olarak
damgalanan metropoldıĢı LGBT öğrenciler de bulunmaktadır.
SONUÇ
MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkilerine dair geliĢtirdikleri tavır ve tutumları,
metropolleĢme süreci içerisinde değiĢik melezlikler halinde belirmektedir. MetropoldıĢı öğrenciler,
kadın-erkek iliĢkilerine dair taĢradan getirdikleri ve metropolden aldıkları arasında melez tavır ve
tutumlar geliĢtirmiĢlerdir. Bu melezlikleri, Harootunian‘ınarayerdelik kavramından ziyade, Kıray‘ın
tampon mekanizmaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir.MetropoldıĢı öğrenciler,
metropol üniversite ortamının medya yoluyla muhayyel flört mekanı olarak simüle edildiğini ifade
etmektedirler. Bu noktada özellikle muhafazakar görüĢlü öğrenciler, muhafazakar değer ve
tutumlarının kendilerine yüklediği sorumlulukları, ‗kendilerine benzer olanlara paylaĢtırma taktiği‘ ile
çekilebilir hale getirmeye çalıĢmaktadır. Mesela, baĢörtülü kız öğrenciler kendilerine benzer giyim
kuĢam Ģeklini seçen diğer akranlarından ‗daha ahlaklı olmalarını‘ beklemektedirler. Dini nikahlı
beraberlikler genellikle hoĢ karĢılanmamaktadır. Dini ağırlıklı eğitim veren fakülte ve bölümlerde,
cinsiyete dayalı mekânsal ayrım katı bir Ģekilde uygulanmakta ve aksine olabilecek –De Certeau‘cu
manada- kullanımlar bizzat üniversite hocaları eliyle düzeltilmektedir. Özellikle sosyalist gruplara
mensup kız öğrenciler, hayat merkezlerinin flörtlerinden ziyade ideolojileri olduğunu ifade
etmektedirler.
MetropoldıĢı öğrenciler, gerek medyanın yaratıp dayattığı simülasyonlarla gerekse de buralara da
üniversite açılmasıyla taĢranın da tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe bakıĢ açısından metropolleĢme
eğilimine girdiğini ifade etmektedirler. Bu bağlamda taĢrada kurulan üniversiteler ve buralarda eğitim
gören öğrenciler, –Yankelovich‘in tanımladığı Ģekliyle- birer hız belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır.
MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, birinci sınıfa geldiklerinde LGBT bireyler hakkında genel
itibariyle olumsuz kanaatlere sahiptir. Üniversitelerin bünyesinde yer alan LGBT örgütlenmelerinin
yarattığı kamusal görünürlük ve metropol kentin pek çok mekanında karĢılaĢma gibi sebepler
dolayısıyla LGBT olmayan bireylerde, LGBT bireyleri tanıma merakı doğmaktadır. Edinilen
arkadaĢlıklar, genel itibariyle LGBT bireylerin kendini anlatmalarına fırsat tanımakta ve sonuçta
metropoldıĢı öğrencilerin büyük bir bölümü eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğu kanaatine
varmaktadır. Metropol kent üniversitelerinde eğitim gören LGBT öğrenciler, akranlarının din, etnisite,
siyaset ve tüketim alıĢkanlıkları üzerinden oluĢturdukları yarı Ģeffaf akran kabilelerine –Bauman‘ın
iĢaret ettiği üzre- benzer bir Ģekilde, cinsellik üzerinden kabileleĢmektedirler. Bu noktada metropol
kentte yaĢayan LBGT bireyler ve metropol kent üniversitelerinde örgütlenen LGBT akranlar,
metropoldıĢı öğrenciler için bir tür karĢılaĢma nesnesi haline gelmekte, ayrıca LGBT bedenler
kültürel, ahlaki, dini veya ideolojik sebeplerle toplumsal kabulün veya toplumsal reddin özneleri
olmaktadır.
Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler, Gülen cemaatine mensup olanlar hariç, LGBT
bireylere karĢı hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmemektedirler. Gülen cemaatine mensup öğrencilerin
22
Cemil Ġpekçi‘nin BaĢbakan‘ı öven sözleri için, bkz. Cemil Ġpekçi‟den BaĢbakan‟a Övgüler, Star Gazetesi,
16 Eylül 2008.
46
çoğu ise, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu fakat eĢcinsellerin eĢcinsel aktivitede
bulunmasının günah olduğunu düĢünmektedir. Genel olarak, LGBT bireylere bakıĢtaki değiĢimin
metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi sürecinde önemli göstergelerden birini oluĢturduğu
söylenebilir. EĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğuna dair söylem –psikiyatrik verilerin de bu durumu
desteklemesi sayesinde- metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi esnasında katıldıkları ve
sindirdikleri bir söylem olmaktadır. Bu noktada üniversite ders müfredatlarının toplumsal cinsiyet ve
LGBT konularını içerip içermemesinin, örneklem üzerinde homofobik tutumlara dair anlamlı
farklılaĢmalar oluĢturduğu gözlemlenmiĢtir. LGBT öğrenciler genel olarak sol siyasi ögelerle ortak
eylemliliklere giriĢirken, cinsel kimliklerinin de kendilerini politize olmaya zorladığını ifade
etmektedirler. Bazı metropoldıĢı LBGT bireyler, özellikle siyasilerin açıklamaları dolayısıyla
ayrımcılığa uğradıklarını düĢündüklerini belirtmektedirler.
KAYNAKÇA
Baudrillard, J.(2011).Simülakrlar ve Simülasyon. çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara: Doğu Batı.
Bauman, Z.(2010).Sosyolojik Düşünmek. çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul:Ayrıntı.
De Certeau, M.(1990).Gündelik Hayatın Keşfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları. çev. Lale
Arslan Özcan, Ankara, Dost.
Foucault, M.(1982).‗'TheSubjectandPower, Critical Inquiry‘‘. c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago,
TheUniversity of Chicago Press.
Goffman, E.(1956).‗‘The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh‘‘. University of Edinburgh
SocialScienceResearch Center, 1956.
Harootunian, H.(200).Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu.
çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006.
Kıray, M. B.(2000). Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası. 3. bs., Ġstanbul: Bağlam.
Richter, R.(2012). Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul: Küre.
Yankelovich, D.(1981). New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown,
New York, Random House.
Diğer Kaynaklar
Cemil Ġpekçi‘den BaĢbakan‘a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008.
Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellikyorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012.
ĠçiĢleri Bakanı‘ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012.
Okan Bayülgen‘den Melih Gökçek‘e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA ,
(Çevrimiçi), 26.08.2012.
Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010.
Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012.
47
48
TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER,
ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER1
Demet BOLAT2
ÖZET
YaĢadığımız dünya, birbirine indirgenemeyecek, ancak birbiriyle iliĢkili olarak iĢleyen tarihsel
sistemler zemininde Ģekillenir. Fakat bu tarihsel sistemler, toplumsal dünyada ―doğallık‖
mistifikasyonu yoluyla aşkınsal bir statüye yerleĢtirilerek çoğu kez ebedi zamanuzay ile okunur.
Heteroseksüel cinsel yönelimin ―insanlık kuralı‖ olarak varsayılması ve cinselliğin norm eksenini
oluĢturması, bir tür ebedi zamanuzay okumasıdır. Oysa Wallerstein, heteroseksizm gibi
tarihsel/toplumsal sistemlerin tarihsel süreçlerde farklı nitelikler kazandıklarını, çatallanma anları
yaĢadıklarını ve bir nihayetlerinin olduğunu görebilmemizi sağlayacak üç tür – yapısal,
döngüsel/ideolojik, çevirimsel- zamanuzay okuması önerir. Heteroseksizmin izini bu üç zamanuzay
zemininde sürerken Foucault‘un cinsel rejim okuması ve Butler‘ın queer kuramı yol açıcı olmaktadır.
Heteroseksizm farklı toplumsal formasyonlarda olduğu gibi Bourdieu‘nun ―konumlanıĢlar arası
iliĢki ağı konfigürasyonu‖ olarak tariflediği farklı alanlarda da çeĢitli biçimlerde deneyimlenir ve iĢler.
Bu çalıĢmada Türkiye muhalefet alanı olarak iĢaret edeceğim toplumsal uzamın 90‘lı yılların
baĢlarından beri bir eyleyicisi olan LGBT hareketin alan ile kurduğu iliĢkilere odaklanarak muhalefet
alanında heteroseksizmin izini sürmeye çalıĢacağım. Muhalefet alanında heteroseksüel cinsel rejim
nasıl iĢler? LGBT hareket bu cinsel rejimle hangi iliĢkilerle karĢılaĢır? Bu bağlamda alanın diğer
eyleyicileriyle kurulan iliĢkilerin niteliği nedir? ÇalıĢma bu sorular ile birlikte, heteroseksizm ile
yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde taĢıyacağı imkanları odağına
almaktadır.
Anahtar Kelimeler: heteroseksizm, cinsel rejim, muhalefet alanı
ABSTRACT
The world in which we live is shaped on thre ground of historical systems that could not be
reduced to each other but function in an interrelated mood. But these historical systems are usually
perceived to have a transcandental status through the mistification of "naturalness" and read with
an eternal time-space. Heterosexual orientation being assumed as "the rule of humanity" and
constituting the normative axis of sexuality is a type of eternal time-space reading. Though
Wallerstein suggests three types of time-space reading -structural, circular/ideological, cyclical which could help us see that historical/social systems such as heterosexualism gain different
characteristics, face moments of furcation and have an end throughout the historical process.
Foucault's reading of gender regime and Butler's theory of queer are helpful for tracing
heterosexualism on these three grounds of time-space.
Heterosexualism, as in several social formations, is experienced and functions in various ways in
several fields which Bourdieu defines as "configuration of inter-position web of relation." The LGBT
movement is one of the actuators of the social space to which I am going refer as the field of
opposition in Turkey since the 1990s. In this study, I am going to trace heterosexualism in the field of
opposition by focusing the ways the LGBT movement establishes relationship with the field. How
does the heterosexual gender regime function in the field of opposition? In what kind of relations does
the LGBT movement encounters with this gender regime? In this context, what are the characteristics
1
Bu makale ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı
yüksek lisans tez çalıĢmamın bazı bölümleri ile birlikte tez çalıĢmasından yola çıkarak oluĢturduğum bazı
tartıĢmaları içermektedir. Bu hatırlatma vesilesi ile hem tez çalıĢmama hem de bu dolayımla okuduğunuz
makaleye katkısı ve emeği için danıĢman hocam Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu‘na teĢekkür ederim.
2
AraĢ. Gör., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, demetbolatt@.gmail.com
49
of the relation established with the other actuators of the field? This study focuses the potentials of the
practice of opposition which faces heterosexualism for the transformation of the social sphere.
Key Words: heterosexism/heterosexualism, gender regime, field of opposition
GĠRĠġ
―Heteroseksüellik tam olarak nedir ve hangi nedenlerden kaynaklanır?‖3 Bir gey- lezbiyen
örgütünün afiĢinde sorulan bu soru, aslında heteroseksüel cinselliğin varlığına hiçbir bahane
aranmayan, araĢtırılmayan ―sessiz bir norm‖ olarak kabul edilmesine getirilen eleĢtiridir.
Heteroseksüel olmayan cinsel yönelimlerin4 ve ikili toplumsal cinsiyet sistemine uymayan cinsel
kimliklerin nedenleri araĢtırılarak onların ―normal‖ olmadıkları ima edilir. Toplumsal yaĢamın
heteroseksüel norm zemininde örgütlenmesine rağmen heteroseksüellik ―özel alan içinde yaĢantılanan
bir pratik‖ olarak okunur. Dolayısıyla cinselliğin heteroseksüel biçimi rutin ve görünmezdir.
Wallerstein (2005:34) tarihsel/toplumsal sistemlerin oluĢturduğu –aynı zamanda onların
devamlılığını da sağlayan- sömürü, dıĢlama, baskı gibi iliĢkilerin ve normların devamlılığını tam da bu
görünmezleĢtirme ve doğallaĢtırmanın sağladığını söyler. Ona göre sosyal bilimin bu sistemlerin
―ebedi ve ezeli doğallıklar‖ olarak okumasına karĢı durarak, onların yapısal olduklarını, belirli
döngüler ile iĢlediklerini, tarih ve akıĢ içinde farklılaĢtıklarını gösterme sorumluluğu vardır. Scott ve
Jakson (2012:165) ise aynı düĢünsel izleği takip ederek heteroseksüelliği sorgulamanın sosyolojik bir
giriĢim olduğunu belirtirler. Yazarlara göre sosyoloji, norm dıĢı olan ile birlikte normatif olanı da
odağına almayı ve sorgulamayı dert etmelidir. Bu sorgulama hem ―norm‖ ile ―norm dıĢı‖ olan
arasındaki bağlantıları görmeyi hem de ―kanıksanmıĢ doğallıkları‖ bozmayı beraberinde getirir. Bu
düĢünüĢ biçimi bizi toplumsal dünyayı Ģekillendiren baskı, ezilme, dıĢlanma ve sömürü iliĢkilerinin
tarihsel ve toplumsal olduklarına ve dolayısıyla onları dönüĢtürme ve sonlandırma imkanımızın
varlığına götürür. Buradan hareketle bu makalede birçok cinsel yönelim ve arzudan yalnızca biri olan
heteroseksüelliğe odaklanacak tartıĢmanın, esasen heteroseksüelliği cinselliğin norm ekseni olarak
kuran heteroseksizme, onun iĢleyiĢ biçimlerine ve mücadele imkanlarına dair olacağını söyleyebiliriz.
Ancak heteroseksizmi bir ―soyutlama‖ olarak okumanın ötesine geçerek yaĢantılardaki ve
iliĢkilerdeki iĢleyiĢ biçimlerini görebilmek için içinde yaĢadığımız toplumsal alanlara odaklanmak
gerekir. Bu çalıĢmada, Türkiye‘de heteroseksizme ve bununla güçlü bağlantıları olan homofobi ve
transfobiye karĢı sistematik olarak mücadele eden LGBT hareketin de eyleyicisi olduğu Türkiye
muhalefet alanının heteroseksizmle iliĢkisinde odaklanılacak bir tartıĢma yürütmeye çalıĢacağım.
TartıĢma boyunca heteroseksizm ile Türkiye muhalefet alanının bu günkü yapısı ve nitelikleri
arasındaki iliĢkiyi anlayabilmek için LGBT hareketin Türkiye seyrine ve hareketin muhalefet alanıyla
ve alanın diğer eyleyicileriyle kurduğu iliĢkilere dair bir incelemeye yer vereceğim. TartıĢmanın temel
eksenlerini, heteroseksizm Türkiye muhalefet alanında nasıl iĢler, LGBT hareketin alanda kurduğu
mücadele ve ittifak iliĢkileri nelerdir, bu iliĢkiler alanı nasıl dönüĢtürmüĢtür ve bu dönüĢüm hangi
tartıĢmaları beraberinde getirir gibi sorular eĢliğinde kurmaya çalıĢacağım.
Cinsiyetli Bedenler ve Zorunlu Heteroseksüellik
Beden insanın doğayla, tarihle, kültürle, toplumla iliĢkilendiği en dolaysız araçtır. Bir bedene sahip
olmak ya da ontolojik olarak var olmak öncelikle doğa ile iliĢki içinde olmayı gerektirir. Ancak bütün
vücut sıvıları, organları, barındırdığı sistemleri ve sınırlılıkları ile biyolojik bir varlık olan beden
üzerindeki tanımlar ve anlamlandırmalar, tarih içinde, kültür ve ideoloji dolayımıyla sürekli değiĢim
halindedir, bu da bedeni aynı anda toplumsal ve epistemolojik bir varlığa dönüĢtürür. Ġnsan, bedeni
üzerinde birçok anlam ve kimlik taĢır. Tam da bu nedenle beden bazen direniĢin mekanı olsa da
3
AfiĢ baĢlığını Savran‘dan alıntıladım (2009:242).
Heteroseksüel cinsel yönelimin meĢruiyetini biyolojizm ile sağlamasına benzer Ģekilde eĢcinselliğin de
‗normal‘ olduğunun ispatlamak üzere zaman zaman ‗eĢcinsel geni‘ gibi biyolojist öneriler olmuĢtur
(Barid:2004:98-107, Acar –Savran: 2009:245-251). Ben burada bir yandan biyolojist bir açıklamaya
saplanmamak fakat bir yandan da kiĢinin içten gelen duygusal ve erotik yönelimini muğlaklaĢtıran ‗cinsel tercih‘
kavramını da kullanmamak için cinsel yönelim kavramını kullanmayı uygun buluyorum.
4
50
üzerine disiplin ve iktidar yolu ile giydirilen kimlikler nedeniyle bazı ezilme, sömürü ya da baskı
biçimlerinin ezilen tarafı olmaktadır. ĠĢte bu noktada ―ben kimlik kategorilerini değiĢmez ayak bağları
olarak sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar hatta öyle lanse ederim‖
diyen Butler‘a katılmamak mümkün gözükmez (2007:5-6). Özellikle de bu kategoriler doğum anından
itibaren bedene perçinlenen ve hayatın geriye kalanının yaĢantılanmasının temel zeminlerinden birini
oluĢturan ikili (toplumsal) cinsiyet kimliği kategorileri olduğu zaman.
Ġlk kez Anne Oakley (1987) tarafından kullanılan toplumsal cinsiyet (gender) kavramındaki
―toplumsal‖ tamlayanı, ―eril‖ ve ―diĢil‖ olarak kategorilenen biyolojik bedenleri doğrudan toplumsal
uzama yerleĢtiren düĢüncenin aksine ―kadın‖ ve ―erkek‖ kimliklerinin doğal değil siyasal, kültürel ve
tarihsel olduğunu vurgular. ―Toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkeklere iliĢkin uygun rollerin tamamen
toplumsal olarak üretildiğini ifade eden ―kültürel inĢalar‖a iĢaret etmenin bir yoludur.‖ (Scott;
2007:11) Böylece ―aĢkın bir yasa‖nın belirlediği ―eril‖ ve ―diĢil‖ bedenin yerini tarihsellik içinde
kavranabilecek olan ―kadın‖ ve ―erkek‖ toplumsal cinsiyetli bedenler alır. Kavram aynı zamanda
kadın ve erkek arasında iliĢkisel bir analize imkan vererek iktidar iliĢkilerin taraflarını görmemizi
sağlar (Scott 2007, Delphy 2005). Fakat kavrama cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiciliği hala içkindir.
BaĢka deyiĢle bu kavramsallaĢtırma ―doğal‖ olan ile ―toplumsal‖ olanı birbirinden tamamen kopuk bir
Ģekilde kavrama tehlikesi barındırır, ―evrensel bir biyolojik öz‖ varsayımına dayanır.
Peki, cinsiyetin kendisi nedir, cinsiyeti hormonlarla ya da kromozomlarla mı ölçeriz? Butler
(2010:52-55) toplumsal cinsiyetin anatomik bedene iĢlediği ve bedenlerin ―kültürel yasaların edilgin
alıcıları‖ olduğu fikrini eleĢtirir. Öte yandan toplumsal cinsiyet bedenden bağımsızca iradi bir biçimde
seçilen bir durum da değildir. Yani beden, ne kültür ile dıĢarıdan ilintili bir araç ne de edilgen bir
ortamdır. Tam tersi bedenin kendisi bir inĢadır. BaĢka deyiĢle beden kültür ve söylemsellik öncesi
anatomik bir varoluĢ değil, kültürel süreçlerin ve söylemsel pratiklerin içinde kurulur. ―Toplumsal
cinsiyet iĢaretinden önce bedenlerin imlenebilir bir varoluĢları olduğu söylenemez‖ (Butler;2010:54).
BaĢka deyiĢle beden basitçe ―anatomik‖ ya da ―biyolojik‖ bir varlık değil toplumsal bir varlıktır ve
baĢta penis ve vulva olmak üzere bedenin tüm parçaları anlam yüklüdür, beden zaten-hep toplumsal
olarak cinsiyetlidir. Butler ―cinsiyetli öznenin‖ söylemsel süreçler ve kültürel pratikler tarafından
5
çağırıldığını söyler. Toplumsal cinsiyetin aslında bir özü ifĢa edeceği beklentisi özneyi çağırır ve bu
yolla üretir (2010:20). ―Özne, kimliğin idrak edilebilir bir Ģekilde ortaya çıkmasını yönlendiren belli
kurallara bağlı söylemlerin bir sonucudur‖ (2010:237).
Hakiki bir cinsiyete neden ihtiyaç vardır ya da cinsiyetli bedenler ne iş görür? ―Cinsiyet gerçekte
cinselliğin dıĢavurumlarını taĢıyan kök salma noktası mıdır; yoksa tarihsel olarak cinsellik tertibatının
içinde oluĢmuĢ karmaĢık bir düĢünce midir?‖ (Foucault;2010:112). Foucault, özellikle 19. yüzyıldan
itibaren cinsiyetin imi cinsel organın, ya erkeği tanımlayan, dolayısıyla kadında eksik olan ya da kadını
tanımlayan ve onu üreme işlevine göre düzenleyen Ģey olarak yorumlanıĢından söz eder. Bedenleri
cinsel organa göre eril ve diĢil olarak ayırmak, Butler‘ın anlatımıyla heteroseksüel matrisin ilk ayağını
oluĢturur: Eril ve diĢil bedenler ile toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasında nedensel bir bağ kurulur.
Eril ve diĢil bedenlerin anatomik olarak uyumlu olduğu, dolayısıyla cinsel pratiğin bu iki beden
arasında gerçekleĢmesi gerektiği iddiası ile üremeye yönelik, heteroseksüel cinsellik dayatılır.
(Butler;2010:66,73-74) Heteroseksizm ―kadın‖ ve ―erkek‖ arasındaki cinselliğin varsayılan normalliği
üzerine kurularak ―sapığın‖ ―normalin‖ ya da ―erotiğin‖ ne olduğunu tanımlar, cinsellik biçimlerini
sınırlandırır. Scott ve Jackson‘a (2012:145,161) göre heteroseksizm bir sosyal yaĢam alanı olarak
cinsellik ile temel bir toplumsal bölünme olan toplumsal cinsiyet kavramlarının kesiĢimindeki bir
kavramdır. Toplumsal cinsiyet heteroseksizme zemin sağlarken heteroseksizm tarafından yeniden
üretilir. Dolayısıyla ―kadın‖ ve ―erkek‖ kategorileri heteroseksüel ekonominin (Wittig, 2009)
ihtiyacını karĢılayan siyasi ve ekonomik kategoriler olarak karĢımıza çıkar. Cinselliğe dair bu dayatma
―zorunlu heteroseksüellik‖ düzenidir. Adrienne Rich özellikle lezbiyen kadınları odak aldığı
çalıĢmasında, kadınların elbette heteroseksüel de olabileceğini belirtir. Fakat zaten kadınlara
ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik propagandayla heteroseksüellik dayatılmaktadır. Zorunlu
heteroseksüellik erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasını ve onları çeĢitli alanlarda kontrol
altında tutmalarını sağlar (1996:141). Bu dayatma özellikle Foucault‘un biyo-iktidar çağı dediği ve
5
Burada Althusser‘den yola çıkan ideoloji ve özne tartıĢmasına referans vardır.
51
kapitalizmin kurumsallaĢtığı dönem olan 19. Yüzyılda son formunu kazanan ve yaygınlaĢan modern
6
tek eĢli heteroseksüel aileler yoluyla sistematik olarak iĢler.
―Kadın‖ ve ―erkek‖ten oluĢan
heteroseksüel aile bu temel bölünme üzerinde iĢleyen hetero-cinselliği ve patriyarkal iktidar iliĢkilerini
iĢlettiği gibi yeni kuĢakların ―heteroseksüel insan‖lar olarak yetiĢmesinin zeminini de oluĢturmaktadır.
Foucault 18. yüzyıldan itibaren cinselliğe iliĢkin yeni bir bilgi tertibatının oluĢturulduğundan
bahseder. Bu tertibat hem cinsel kimliğinin oluĢumunu hem de ―normal‖ bir psikoseksüel geliĢim
çizgisinin tanımlanmasını ve cinsel kimlikle ―uyumlu‖ ve ―uyumsuz‖ davranıĢ biçimlerinin
belirlenmesini odağına alarak cinselliği ―us‖ alanına çeker. Öyle ki heteroseksüel ve homoseksüel
(eĢcinsel) kelimeleri ikili karĢıtlık olarak oluĢturulmuĢ ve kullanılmaya baĢlanmıĢtır. (2010:21-33). Bu
dönemde psikanaliz bilimi, özellikle Freud‘un Oedipus Kompleksi kuramı, bu konuda dair ana akım
bir bilgi türü oluĢturmuĢtur. Ferud‘un cinsel kimlik kuramının odağında ensest tabusu yer alır. Erkek
bebek anneye ve kız bebek babaya duyduğu arzudan ensest tabusu nedeniyle vazgeçer. Bu vazgeçiĢ
sevgi nesnesinin yitimine sebep olur. Freud kiĢinin sevgi nesnesini yitirdiğinde yitirilen ötekiyi
―ben‖in içine kattığını ve ötekinin niteliğini içselleĢtirdiğini, cinsel kimliğin bu yolla kurulduğunu
söyler (1996:11-34). Fakat Butler, Freud‘un tanımladığı birincil biseksüel döneme dikkat çeker: oğlan
çocuğu birincil biseksüellik döneminde hem anneye hem de babaya cinsel arzu duyuyorken nasıl
olmuĢtur da Oedipal dönemde anneye karĢı olan yatkınlık korunmuĢtur? Öte yandan baba ile
özdeĢleĢme de yitik bir aĢkın sonucu değil annenin reddi sonucu oluĢur. Butler burada çocukta ortaya
çıkan ve onu anneden vazgeçiren ―hadım edilme‖ korkusunun aslında heteroseksüel kültürdeki erkek
eĢcinsellikle birlikte anılan ―diĢileĢme‖ korkusu olduğunu söyler. Yani çocuk aslında iki cinsel nesne
değil, eril ve diĢil olmak üzere iki cinsel yatkınlık arasında seçim yapmıĢtır.(2010:125) ―Dolayısıyla
yatkınlıklar aslında ruhun birincil cinsel olguları değil kültürün dayattığı bir yasanın üretilmiĢ
etkileridir.‖ Butler‘a göre cinsel kimlik özdeĢleĢmesinde ensest tabusunu da önceleyen bir eşcinsellik
tabusu vardır. ―Odipal drama adım atan kız çocuğu ve oğlan çocuğu onları münferid cinsel yönlere
yatkın kılan yasaklara zaten çoktan maruz kalmıĢlardır‖ (2010:130-31) Freud‘un cinsel kimlik kuramı
anatomik cinsiyeti kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyete ve heteroseksüel arzuya bağlar. Biyolojik
cinsiyetle ―uyuĢmayan‖ cinsel yönelimler ise psikoseksüel geliĢim bozukluğu olarak ―nesne seçimi ile
ilgili sapkınlıklar‖ altında listelenir.7 Arzu heteronormatif bir toplumsal uzamda Ģekillenir, yönetilir.
Connell, insanlar arası duygusal iliĢki ve arzu örüntüsünü örgütleyen kateksis yapısının cinsel farklılığı
bir ön koĢul olarak sunduğunu söyler. Bu anlamda arzu toplumsal bir örüntüdür ve ortak bir
yasaklama ve tahrik etme sistemidir (1998:156-57). Fakat bu fikir bizi ―orada bir yerlerde, saf,
aĢkınsal‖ bir arzunun bulunduğu ve sonradan yasaklandığı ve baskı altına alındığı düĢüncesine
götürürse yanılmıĢ oluruz. Zira Foucault iktidar iliĢkisinin zaten arzunun bulunduğu her yerde
olduğunu, daha doğrusu iktidarın devreye sonradan giren bir dinamik olmadığını söyler. Bu anlamda
iktidar iliĢkisi dışında arzuyu aramak boĢunadır. Çünkü zaten yasa‘dan önce gelen bir arzu yoktur.
Ġktidar hem arzuyu hem de onun dayandığı eksikliği kurarak cinselliği biçimlendirir. (2010:64). Fakat
iktidarın yalnızca baskı, sansür ve yasak yoluyla iĢlemediğini yeniden hatırlarsak, iktidarın normu
oluĢtururken ―ötekini‖, söylem düzenini oluĢtururken ―suskunluğu‖ da ürettiğini tekrar belirtebiliriz.
Yani iktidar hem ―normal‖ arzu ve cinselliği hem de ―sapkın‖ olanı içine alacak bir cinsel rejim
oluĢturması nedeniyle üretken/pozitif özelliktedir. Dolayısıyla ―norm‖ olanın sınırı çizilirken Butler‘in
(2008:156) ―kurucu öteki‖ olarak adlandırdığı kenar cinsellikler de iĢaretlenir.
Türkiye Muhalefet Alanı
Bu makalede ―Türkiye muhalefet alanı‖ olarak adlandırılan toplumsal uzam Fransız sosyolog
Pierre Bourdieu‘nün alan kuramı‘ndan hareketle tarif edilmektedir. Fakat Bourdieu‘nun alan kuramını
6
Örneğin Gittins‘e göre kız ve erkek çocukları arasındaki ayrımlar modern toplumlarda daha da katılaĢmıĢtır.
Örneğin Viktoryen Dönem‘de çocukların saf ve aseksüel olduğu düĢüncesiyle her iki cinsiyetten çocuğun da
ergenlik dönemine dek, bir yanıyla cinsiyet ayrımını üreterek, kız çocuğu gibi giydirildiğini söyler. Buna karĢın
çağdaĢ toplumda bebeklerin kıyafetleri doğumdan itibaren cinsiyete göre ayrıĢtırılır (2011:137-38). Ancak bu
noktada Barrett (1995:193) tek tek her bir ailenin ―modern aile‖ tanımına birebir uymadığını, dolayısıyla
―ailelerden‖ değil yaratılan ―aile ideolojisinden‖ bahsedilmesi gerektiğini söyleyerek, modern aile formunun
geniĢ toplumsal kesimlere uygulanabilmesinin ideolojik kanallarına dikkat çeker
7
Bkz: Freud S. (2011). Cinsiyet Üzerine. Avni ÖneĢ (çev). Ġstanbul: Say Yayınları
52
anlamak için ilk olarak habitus nosyonu ile baĢlamak gerekir. Habitus kavramı sosyal bilimlerdeki
nesnelci-öznelci ya da yapısalcı-inĢacı olarak adlandırılan ikili karĢıtlıkları aĢmak için oluĢturulan bir
kavramsal hamledir. Bourdieu (2003:111) bu kavramı kullanmadaki niyetini ―hem eyleyiciyi feda
etmeden özne felsefesinden kaçınmak, hem de yapının eyleyici üzerinde ve onun aracılığıyla yarattığı
etkileri hesaba katmaktan vazgeçmeden yapı felsefesinden kaçınmak‖ olarak tarifler. Bourdieu bir
yandan nesnel yapıların faillerin iradesinden bağımsız olarak var olduğunu ve onların pratiklerini
yönlendirip kısıtladığını göz önünde bulundururken diğer yandan da bu nesnel yapıların toplumsal bir
yaratılıĢının var olduğundan bahseder (2012a:350). Bu bakımdan habitus kavramı faillilerin dıĢında
bulunan yapısal sistemler ile faillerin seçim, eylem ve yatkınlıkları arasında bir dolayım kurma imkanı
sunar. Habitus failin dıĢsal yapıları doğallaĢtırmasına ve onları içselleĢtirmesine iĢaret eder. Fail,
habitusun dolayımıyla kadın –erkek, doğru yanlıĢ, iyi- kötü, zengin-fakir, insan-hayvan gibi birçok
ikili karĢıtlığı içselleĢtirir, bu karĢıtlıklara uygun eğilimleri pratik eder. Dolayısıyla eyleyicilerin
―biricik‖ pratikleri de aslında kolektiftir. ―Habitus toplumsallaĢmıĢ bir öznelliktir‖
(Bourdieu;2003:116).
Habitus nosyonunu yalnızca tarihsel sistemler tarafından üretilen ve onları yeniden üreten, çıkıĢsız
bir kavram olarak okuyarak bu sistemlerin de sonsuz olduğu sonucuna varmak Wallerstein‘ın
(2005a:36) nesnel sistemlerdeki dönüĢümü ve bu sistemlerin tamamen değiĢimini örttüğü için
eleĢtirdiği ebedi zamanuzay ‘ı kullanma hatasına düĢmek olur. Oysa bu istemleri yapısal zamanuzay
ve döngüsel-ideolojik zamanuzay ile okumak ―sistem içinde neler olduğunu, niçin olduğunu ve ne
zaman olduğunu gösterir‖ (Wallerstein;2005a:44). Döngüsel zamanuzayı analiz edebilmek bize
Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ olarak adlandırdığı anları/fırsatları fark etme Ģansı verir. Bu an, nadir
olarak gerçekleĢen dönüşümsel zamanuzay anıdır. Çatallanma anında sistemin ritimleri iĢlemez hale
gelir ve kaostan yeni bir yapı çıkar (Wallerstein;2005a:44). Ancak ne yapısal sistemlerin ritmik
döngüsel kalıplarının iĢlemesi (habitus dolayımıyla, yani toplumsal faillerin de katkısıyla) ne de
dönüĢümü gerçekleĢtirecek çatallanma anları toplumsal mekanların dıĢında gerçekleĢmektedir. Bu
durum bizi nihayet alan nosyonuna getirir. Habitusun çıkıĢsız döngüleri tekrar eden bir kavram
olmadığını, Bourdieu‘nün (2003:125) deyimiyle ―kader‖ olmadığını anlamamız için alan nosyonuna
ihtiyacımız vardır.
Bourdieu (2003:81) alan kavramını ―konumlar arası nesnel bağıntılar ağı‖ olarak tarifler.
Dolayısıyla alan nosyonu ile düĢünmek ilişkisel düĢünmeyi gerektirir. Türkiye muhalefet alanı da
farklı habitusların içkin olduğu konumlanıĢlar arası iliĢkilerden oluĢan toplumsal mekandır. Yani bu
alan bir tür noktalar toplamı değil bu noktaların anlamlı bağıntısıdır. Bu nedenle muhalefet alanındaki
her bir konumlanıĢ, ancak diğerleri ile birlikte tanımlanabilir. Zira hiçbir konumlanıĢ kendiliğinden bir
töz halinde, steril bir biçimde var olamaz. ―Alanlar öyle sistemlerdir ki her tekil unsur (kurum, örgüt,
grup ya da birey) kendi ayırt edici niteliğini, diğer bütün unsurlarla olan iliĢkisinden devĢirir‖ (Swartz;
2011:175). Ancak bu iliĢkilerin niteliği, ittifak ve dayanıĢma iliĢkileri olabileceği gibi (uzun ya da kısa
vadeli olarak birlikte tavır almak gibi) çoğu zaman mücadele iliĢkileri olarak düĢünülmelidir. Zira
alanlarda bazı konumlar egemenken bazıları tabi konumlardır. Bu nedenle alanlar iktidar ve direniĢi
bir arada barındırır. Bourdieu (2003: 89) alanı, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkileri değiĢtirme
mücadelesinin yeri olarak tarifler. Alanın bu tanımı alanda karĢılaĢan habitusların ve dolayısıyla bizzat
alanın yapısının (sınırlarının, niteliklerinin, kurallarının) değiĢebileceğine iĢaret eder. BaĢka deyiĢle
alanın değiĢim motoru mücadele içeren iliĢkilerdir. Fakat değiĢimler kolay değil, sancılıdır, çünkü
habituslar değiĢime direnç gösterir. Swartz‘a göre habitusun yeniden üretime devam edemeyeceği ve
değiĢeceği koĢullar kendisini oluĢturan nesnel koĢulların farklılaĢmasıyla mümkün olur (2011:160).
Esasen bu durum Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ dediği durumdur ve bu duruma ancak farklı
habituslara sahip olanların politik mücadelesi sonucu gelinir. Alandaki mücadele, güç iliĢkilerinin ve
bu iliĢkilere özel sermaye biçimlerinin dağılımının değiĢmesi ya da sürdürülmesi için verilen
mücadeledir (Vandenberghe;2012:412). Bourdieu sermaye nosyonunu8, alanda hem mücadele silahı
hem de uğruna mücadele edilen, sahibine iktidar ve nüfus sağlayan Ģey olarak tanımlar (2003:82).
8
Bourdieu‘a göre sermaye çalıĢılan evren içinde sahiplerine kuvvet, iktidar ve kar getiren özelliklerdir. Bourdieu
sermaye türlerini temel olarak, ekonomik sermaye, kültürel ya da enformasyonel sermaye, sahip olunan iliĢki
ağları olarak sosyal sermaye ve simgesel sermaye olarak gruplar (2012:370).
53
Alanları kuran iliĢki ağlarına özgü sermaye(ler) vardır ve egemen ve tabi konumlar alanda dolaĢımda
olan sermayenin dağılımı bağlamında oluĢurlar. Zira sermaye alanın iĢleyiĢi, düzenlilikleri, sınırları,
kuralları ve bunlardan kaynaklanan faydalar üzerinde iktidar sağlar (Bourdieu; 2003:86). Muhalefet
alanı olarak tanımladığımız alanda da konumlanıĢları ve konumlar arası iliĢkilerin niteliğini, alanın
kendine özgü sermayeleri (kitlesel aktivist ve sempatizan grubuna sahip olmak, alanın eskisi/kurucusu
olmak, aynı zamanda alanı anlamlı kılan ―mücadele‖de bedel ödemiĢ olmak vb. gibi) belirlemektedir.
Peki muhalefet alanı olarak adlandırdığımız uzam nerede baĢlar, nerede biter ya da ampirik bir
alanın sınırları nasıl çizilir? Zira ―muhalefet” adlandırması tek baĢına hiçbir anlam ifade etmez. Bu
tanım Türkiye topraklarında o denli kalabalık bir eyleyici toplamına iĢaret eder ki, bu çalıĢma için
hiçbir harita çıkartamaz. Bu nedenle çalıĢmada muhalefet alanı denilen uzamdan ne kastedildiğini,
yani onun sınırlarını tartıĢmaya ihtiyaç vardır. Bourdieu ampirik çalıĢmada alanın inĢasının karar
vererek gerçekleĢemeyeceğini söyler (2003:85). BaĢka deyiĢle alan, aynı isimle çağırılsalar bile, çeĢitli
eyleyicilerin rastgele/keyfi toplamı olamaz. Bir eyleyici kümesinin alan oluĢturduğunu söyleyebilmek
için, egemen ya da tabi konumda da olsalar, ortak bir varsayımı paylaĢıyor olmaları gerekir:
―Mücadele alanının mücadele edilmeye değer olduğu varsayımını‖ (Swartz; 2011:177). BaĢka bir
ifadeyle alanı oluĢturan, yani eyleyicileri iliĢki ağı kurmaya zorlayan Ģey illusio‘dur. Ġllusio bir alanda
oynana oyunun değerli olduğuna dair inanç (doxa) ve kabuldür ve her alan bir illusio tipini gerektirir
(Swartz; 2011:178). Ġllusio bir anlamıyla oyuna yapılan yatırımdır, alandaki eyleyici (oyuncu),
oynanan oyunda kaybedilesi ya da kazanılası bir Ģey gördüğü için o alanın içindedir. Bourdieu
illusio‘yu taraf olmak, oyundaki mevcut hedeflere kendini vermek olarak tanımlar, ancak bu hedefler
sadece onu tanıyanlar için önemlidir, ―onların tersine, o oyuna girmeyenler açısından gereksiz Ģeyler
gibi görünen ve onu kayıtsız bırakan hedefler uğruna ölmeye hazır olanlar için mevcuttur‖ (1995:150).
Dolayısıyla alana, alanın hedef, inanç ve varsayımlarına inanmayan, böylece alanı ve oyunu anlamsız
bulan bir toplumsal fail halihazırda bu alanın dıĢında kalır. ―Bir alan, alanın etkisinin görüldüğü
mekan olarak düĢünülebilir … alanın sınırları alanın etkilerinin bittiği noktada son bulur‖ (Bourdieu;
2003:85). Ancak kendimize bir pay bırakarak ve yine Bourdieu‘ye dayanarak toplumsal dünyada bu
etkinin sınırlarının keskin çizgiler Ģeklinde olmayacağını belirtmek gerekir. Bu hayali düzlemler bir
tarafta daha belirginken bazen bulanık hale gelebilir. (Bourdieu:2012b:379). Buna rağmen geldiğimiz
noktada, çalıĢmada önerilen muhalefet alanının sınırlarını çizen ve eyleyicilerinin kendisini kaptırdığı
bir ortak inanç, bir oyun olduğunu, ancak bu oyunun hedefleri ve kurallarına inanan, bunun etkisi
altında olan eyleyicilerin, bu çalıĢmada önerilen alanının eyleyicileri olarak tanımlandığını
söyleyebiliriz. Bu çalıĢmanın alanını, yani muhalefet alanını ortaya çıkaran ve eyleyicilerinin etkisi
altında olduğu ortak inancı, biraz cesaretle, ―baĢka türlü bir dünyanın mümkün‖ olduğuna ve ―bunun
için mücadele etmenin anlamlı‖ olduğuna duyulan inanç olarak tarifleyebiliriz. Tarifimizi açmak için,
alana ismini veren muhalefet ediminin ―neye karĢı (muhalefet)‖ olarak gerçekleĢtirildiğini anlamaya
ihtiyaç vardır.
Kapitalizm, patriyarka, ırkçılık ve milliyetçilik ve heteroseksizm gibi baĢat ezme ve sömürü
sistemleri insanlar arasında hiyerarĢi iliĢkileri kurar. Wallerstein toplumda gücün ve imtiyazın
dağılımında bu hiyerarĢik basamaklandırmanın etkili olduğunu söyler. Bu sistemlerin yarattığı ırkçılık,
cinsiyetçilik gibi negatif normlar insanlar arasındaki hiyerarĢiyi, ezenlerin olduğu kadar ezilenlerin
gözünde de meĢrulaĢtırmaktadır (2005b:69-70). BaĢka bir değiĢle bu tarihsel sistemleri iĢleten sömürü,
ezme, dıĢlama ve baskı mekanizmaları, yaĢamın ―doğal‖ hatta bazen ―olması gereken hali‖ olarak
karĢımıza çıkmaktadır. Ancak bu sistemler birbirlerinden bağımsız, ―ayrı dünyalarda‖ iĢlemezler. Tam
tersi çoğu kez iç içe ve birbirlerine dayanarak var olurlar. Örneğin Wallerstein (2007:45-50)
kapitalizmin ırkçılık ve cinsiyetçilik sayesinde bir kısım insanı (kadınlar ve aĢağı ırktan olduğu
düĢünülen insanlar), sistem içinde ancak sistemin en alt tabakası olarak tuttuğunu ve bu iki negatif
norm sayesinde ucuz emek gücünü karĢıladığını söyler. Yine Balibar‘a göre, farklı tabiyet iliĢkilerinin
tabi tarafı olanların (kadınlar, aĢağı ırklar, ―sapıklar‖) benzer söylem ve tutumlara maruz
kaldıklarından çok birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan dıĢlama ve tahakküm iliĢkilerinin
oluĢturduğu yapıdan söz etmek gerekir (2007:66-67). Kastettiğimiz muhalefet edimi de tarihsel olarak
oluĢmuĢ ve içinde yaĢadığımız, birbiri ile iliĢkili, mevcut ezilme, baskı ve sömürü iliĢkilerine karĢı
gerçekleĢir. Dolayısıyla Türkiye muhalefet alanın sınırını çizen illusio, her ne kadar alanın kendisi de
bu iliĢkilerden azade değilse de, bu toplumsal iliĢkilerin, ezilen ve sömürülen tarafların lehinde
iyileĢtirilmesi, değiĢtirilmesi ya da tamamen yok edilmesi gerekliliğine duyulan ortak inançtır. Bu
54
inanç alanımızı kuran eyleyicileri iliĢkisel konumlanıĢlarla bir araya getirilir ve alanımız bu yolla
kurulur.
LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Mücadeleler, Ġttifaklar ve DönüĢümler
Bourdieu‘ye göre alanlar bir oyunu, o oyunun kurallarını ve alanda geçerli sermaye biçimlerini
içerirler. Alanın sınırı, içerisi ve dıĢarısı, dolayısıyla içerdiği ve dıĢladığı eyleyiciler, bu kurallara
uygun olarak belirlenirler. ―Bir alana giriĢ hakkını meĢrulaĢtıran Ģey belirli bir özellikler
konfigürasyonuna sahip olmaktır‖ (Boudieu & Wacquant: 2003:93). Bu anlamda alanın sınırları
konusu sürekli bir mücadele zeminidir. 80‘lerin ikinci yarısından sonra, Türkiye muhalefet alanı da
benzer mücadelelere tanık olduğunu görürüz. Zira 80‘ler ve 90‘lar boyunca muhalefet alanında yeni
toplumsal hareketler olarak adlandırılan eyleyicilerin alana girmek ve alanın geleneksel kodlarını
değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Sözümüzü çalıĢma odağına çekerek bu baĢlık
boyunca LGBT hareketin alanla iliĢkilenmesi ve alanın dönüĢüm dinamiklerine odaklanılacağını ve
―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı
çalıĢmanın bazı ampirik bulgularından9 da faydalanılacağını belirtelim.
LGBT hareket 90‘lı yılların baĢlarına kadar muhalefet alanında müstakil örgütlenmeler olarak
görülmese de alanda öne çıkan bazı eyleyicilerin izi sürüldüğünde hareketin ilk belirtileri görülebilir.
Bu eyleyicilerden biri Ġbrahim Eren‘dir. Türkiye ĠĢçi Partisi (TĠP) üyesi Eren 70‘li yılların sonunda
Ġzmir‘de Ġzmir Çevre Derneği‘ni kurmuĢ, buradaki G/L (gey/lezbiyen) kiĢilerin iletiĢim kurduğu ve
dayanıĢtığı bir ortam oluĢturmuĢtur. Ancak Eren‘in 12 Eylül Darbesi nedeniyle yurt dıĢına çımasıyla
çalıĢma kesintiye uğramıĢtır (Kurbanoğlu:2011:229). 12 Eylül‘ü yalnızca sol, sosyalist düĢünceleri ve
bu düĢünceler etrafında örgütlenen yapıları bastırılıp milliyetçi ve serbest piyasacı düĢüncelerin
yaygınlaĢtırılması olarak değil, aynı zamanda heteroseksist bir cinsel rejimin pekiĢmesi olarak da
okuyabiliriz. Zira Ġzmir LGBT Derneği Siyah Pembe Üçken tarafından hazırlanan ―80‘lerde Lubunya
Olmak‖ çalıĢmasında yer alan tanıklıklar, 12 Eylül sonrasında, trans ve eĢcinsel insanların, kendi
tercihlerinin de ötesinde çoğu kez zorunlu olarak yaptıkları seks iĢçiliği, dansözlük, Ģarkıcılık gibi
mesleklerde çalıĢmaları dahi bir tür ayrıcalık haline geldiğini ve engellendiğini gösterir. Darbe ile
birlikte bu insanların yalnızca çalıĢmaları değil, kamusal alanlarda görülmeleri bile polis ve asker
tarafından uygulanan farklı Ģiddet türleriyle engellenmiĢ, farklı Ģehirlere sürgünler yoluyla L/G/B/T10
kiĢiler arasındaki tanıĢıklık ve dayanıĢma iliĢkileri dağıtılmıĢtır.
L/G/B/T insanların, özellikle trans bireylerin kendilerine yönelik devlet kaynaklı baskılara ve
Ģiddete karĢı protesto ve hak arama eylemleri bu bireylerin muhalefet alanı ile tekrar iliĢkilenmelerini
sağlamıĢtır. 1987‘de Sevda Yılmaz‘ın11 sözcülüğünü yaptığı bir grup gey ve trans kiĢi kendilerine
yönelik baskı nedeniyle açlık grevine baĢlamıĢ, bu sırada Türkiye‘ye dönen Ġbrahim Eren‘in
giriĢimiyle kurulan Radikal Demokratik YeĢil Parti (RDYP) ile dayanıĢma iliĢkisi geliĢtirmiĢlerdir
(Yıldız:2007a:48). 1885-86 yıllarında kurulan RDYP muhalefet alanının yeni eyleyicileri ile bir araya
gelmiĢ, özellikle gey ve trans kiĢiler büyük ölçüde ön plana çıkmıĢ ve partinin yayın organı YeĢil
BarıĢ dergisinin orta sayfası ―Gay Liberasyon‖ baĢlığı ile çıkmıĢtır. (Eren:2004:83-84).
Türkiye muhalefet alanı 1990‘ların baĢlarına dek, birkaç geçici birliktelik ve kiĢisel çabalar
dıĢında, L/G/B/T kiĢilerin oluĢturduğu, sistematik olarak L/G/B/T kiĢilerin haklarını savunan ve
heteroseksizme karĢı mücadele eden bağımsız LGBT örgütleriyle tanıĢmamıĢtır. Yıldız (2007b:46)
Türkiye‘de ilk eĢcinsel derneğinin GökkuĢağı ‘92 grubu olduğunu söyler. Ancak bu grup tüzük
9
ÇalıĢmanın bulguları kendisini gey, lezbiyen, biseksüel, trans ya da queer olarak tarifleyen ve Türkiye
muhalefet alanında örgütlenme deneyimi olan 21 kiĢi ile yapılan derinlemesine görüĢmeler sonucu elde
edilmiĢtir.
10
Metin boyunca lezbiyen, gey, biseksüel ve trans kişilerden bahsederken, kelimelerin baĢ harflerinden oluĢan bu
kısaltmayı da kullanacağım. Fakat bu kullanımın yaygın biçimi (LGBT kiĢiler/bireyler) yerine, harfleri slaĢ
iĢareti ile ayırmayı, bahsedilen kiĢilerin aynı anda örneğin ―hem lezbiyen hem gey‖ olmayacağını göz önünde
bulundurmanın bir yolu olarak seçtim. Bu kullanım biçiminden bir diğer muradım ise lezbiyen, gey, biseksüel ve
trans olma hallerinin her birinin özgünlüğüne dikkat çekmek.
11
Bugün trans kadın olan Sevda Yılmaz, 1987 yılında kendisini gey olarak niteliyordu ve Ali Kemal Yılmaz
adını kullanıyordu, dolayısıyla farklı kaynaklarda bu isimle de karĢılaĢmaktayız.
55
tartıĢmaları sonucu kısa sürede dağılmıĢtır. Fakat hemen ardından bir grup eĢcinsel ve trans kiĢi
―Cinsel Özgürlük Etkinlikleri‖ adıyla onur haftası çalıĢması yapmaya giriĢmiĢ, ancak bu giriĢim
Ġstanbul Valiliği‘nin ―genel ahlaka aykırı‖ bularak izin vermemesi sonucu baĢarısız olmuĢtur. Yine de
bu çalıĢmayı birlikte yürüten grup Ġstanbul‘da 11 Nisan 1993 tarihinde Lambda‘yı kurmuĢlardır. Öte
yandan bir grup gey ve lezbiyen tarafından 90‘lı yılların baĢlarından itibaren ev sohbetleri olarak
sürdürülen toplantılar sonucu 1994 yılında Ankara‘da Kaos GL kurulmuĢtur. Dernek 20 Eylül 1994
yılında yine Kaos GL adıyla ilk yayınını da çıkartmıĢtır. 90‘ların ikinci yarısı Türkiye‘de eĢcinsel
hareketin giderek kalabalıklaĢtığı, çeĢitlendiği, yaygınlaĢtığı ve artık geri dönülemez biçimde alanda
yer edindiği yıllardır. Lezbiyen kadınlar, kadın ve erkek eĢcinsellerin bir arada bulunduğu örgütlerden
özerk bağımsız olarak Venüs‘ün Kız KardeĢleri (1995) ve Sappho‘nun Kızları (1998) isimleriyle
örgütlenmiĢlerdir. Yine aynı yıllar üniversitelerdeki LGBT örgütlenmeleriyle LGBT mücadelesinin
giderek Anadolu‘ya da yayıldığı dönemlerdir. EskiĢehir‘de Bilinçli EĢcinseller Topluluğu (1995),
Erzurum‘da Lambda Erzurum (1996), Bursa‘da Spartaküs (1997), Ġzmir‘de Biz GL (1997), çeĢitli
üniversitelerde öğrenci toplulukları aracılığıyla örgütlenmeyi amaçlayan LeGaTo (1996) ve trans
kadınların örgütlendiği Gacı (1997) bu dönemde kurulan oluĢumlardır (Yıldız;2007b:47).
Ġçinde bulunduğumuz dönemde ise kitleselliği, görünürlüğü ve tutarlı politik tutumuyla LGBT
hareketin muhalefet alanının önemli bir eyleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, çalıĢmanın
bulgularında alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında değiĢimin ve alanda antiheteroseksist mücadelenin simgesel değerinin yükseliĢinin önemli bir dinamiği olarak karĢımıza
çıkmaktadır. ÇalıĢmaya katılan görüĢmecilerin çoğu LGBT hareketin alanda olmak, alanı
dönüĢtürmek ve burada meĢruiyet kazanmak için gösterdiği çaba ve ısrar alanın diğer eyleyicilerini de
etkilediğine iĢaret etmektedir. GörüĢmeciler alandaki siyasetin LGBT hareketin alana girmesi,
kendisini (bazen dayatarak) ifade edecek siyasi araçlar yaratması ve diğer eyleyicilerle temas kurması
ile birlikte dönüĢtüğü görüĢünü öne çıkarmıĢlardır.
LGBT örgütleri, kendisi baĢlı baĢına tarihsel bir ezilme ve dıĢlanma sistemi olan heteroseksizmle
mücadele ettikleri ve L/G/B/T insanların insan hakkını savundukları için, ―muhalefet alanı‖nın hali
hazırda eyleyicisidirler. Zaten, Türkiye‘de LGBT hareketlerinin hemen hemen hepsi muhalefet alanına
girmeye talip, muhalefet alanını bir parçası, bir eyleyicisi olma iddiasıyla yola çıkmıĢlardır. Örneğin
Lambda‘nın ilkelerini belirlediği metinde ilk olarak karĢımıza kendilerini farklı ezilme, baskı ve
ayrımcılık biçimleriyle mücadele ekseninde tanımlayan aĢağıdaki paragraf çıkar:
Lambdaistanbul‘da lezbiyen, gey, biseksüel ve translar arası dayanıĢma örgütlemek, transfobi,
homofobi ve bifobiyle mücadele etmek için bir araya gelmiĢ olsak da, sadece cinsel yönelim ve
cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların değil, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, tür, vatandaĢlık, yaĢ,
kabiliyet, vb. temelli her türlü baskı ve ayrımcılığın karĢısında duruyoruz.12
Benzer biçimde Kaos GL ilk sayısında, içinde yaĢadığımız toplumun yalnızca seksist değil aynı
zamanda heteroseksist olduğu ve erkek egemen kapitalist bir düzende yaĢadığımız tahlili ile yola
koyulmuĢ, heteroseksüel erkek egemen ideolojinin kapitalist sistem ile pekiĢtirildiğini savunmuĢtur
(Kaos GL: 1994:1-3). Yine derginin ilk sayısında yer alan ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ metni13
Türkiye muhalefet alanını homofobi ile ilgili olarak eleĢtirip, SSCB‘nde Lenin ve Stalin dönemlerini
eĢcinsellerin durumu açısından karĢılaĢtırmaktadır. Bu durum her ne kadar alanı eleĢtiren bir durumu
yansıtsa da eleĢtiri aslında alanın muhatap alınması ya da Bourdieu‘cü anlamda alanda oynan
“oyun”un önemsenmesi olarak da okunabilir.
LGBT hareketinin alanın diğer eyleyicileriyle iliĢkilendiği bir diğer nokta ise 1 Mayıs ĠĢçi
Bayramı kutlamalarıdır. Kaos GL 2001 yılında, Lambdaistanbul grubu ise 2002 yılında 1 Mayıs
alanlarında ilk defa yerlerini almıĢlardır. Kaos GL yayınladığı ilk 1 Mayıs bildirisinde14 solu,
eĢcinselleri ve L/G/B/T bireylerin sorunlarını görmezden geldikleri ve eĢcinselliği egemen ahlak
anlayıĢıyla yargıladıkları için eleĢtirmiĢ, solu bu ―ikiyüzlü ahlak anlayıĢından‖ kurtularak
heteroseksizm ve kapitalizme karĢı birlikte mücadeleye çağırmıĢtır. LGBT hareket 1 Mayıs gibi
12
http://www.lambdaistanbul.org/s/hakkinda/ilkelerimiz/ (EriĢim Tarihi: 14.04.2013)
Gay‘e Efendisiz (1994). ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ Kaos GL. 12-13. Sayı:1
14
http://www.kaosgldernegi.org/etkinlikdetay.php?id=7281 (EriĢim Tarihi:15.04.2013)
13
56
tarihsel olarak muhalefet alanıyla iliĢkilendirilen bir günde yapılan etkinliğe katılarak hem politik
konumlanıĢını beyan etmiĢ hem de alana girmenin adımlarını sıklaĢtırmıĢtır. AraĢtırmaya katılan
birçok görüĢmeci LGBT hareketin 1 Mayısta alanda kabul gören ve simgesel değeri olan sloganları
(da) attığına anlatılarında yer verilmiĢtir. Fakat bu durumu yalnızca LGBT hareketin alanda bazı
eyleyicileri esas alarak, onların gözünde ―kabul görmek‖ için uyguladığı bir strateji olarak
okuyamayız. Zira LGBT hareketin hem birçok aktivistinin toplumsal iktidar iliĢkilerinin ―tabi‖
konumlanıĢlarında olduklarını hem de hareketin odağındaki heteroseksizmin, homofobinin ve
transfobinin diğer ezilme ve baskı biçimleri ile beraber iĢlediğini sürekli vurguladığını belirtmeliyiz.
LGBT hareketin heteroseksizm, homofobi ve transfobi ile diğer ezilme biçimlerine köprü atan onlarca
beyanından sonuncusunun 20. Onur YürüyüĢü‘nün basın metni15 olduğunu belirtelim. 2013
Hazira‘ında, Türkiye‘de daha fazla demokrasi, hak ve özgürlük talepleriyle, onlarca Ģehri kapsayan bir
halk direniĢine tanık olduk. Gezi DireniĢi olarak andığımız bu halk hareketinde de yerini alan LGBT
hareketler 2013 yılı Onur Haftası‘nın temasını ―DireniĢ‖ olarak belirlediler. Onur yürüyüĢü sonunda
okunan basın metninde ise Gezi DireniĢi‘ne katılan bütün kesimlerle LGBT hareketinin taleplerinin ve
mücadelelerinin çakıĢtığını, zira heteroseksizm, homofobi ve transfobinin ahlakçılık, cinsiyetçilik,
milliyetçilik gibi ideolojilerden beslendiğini vurguladılar, diğer ezilenler ile bağlarını somutlaĢtırdılar.
Basın metnini, ―kalbimizde devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali
gerçekleĢtirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz‖ cümleleriyle sonlandırarak
kendi mücadele pratiklerinin ve gelecek tahayyüllerinin alanla ve diğer eyleyicilerle bağlarını
vurguladılar. LGBT hareketin diğer eyleyicilerle teorik/politik ve pratik olarak kurmaya çalıĢtığı bu
bağlar, hareketin alanda kabul görmesinin ve alanın dönüĢümünün de önemli bir dinamiği olarak
karĢımıza çıkmaktadır.
Alanların yekpare bütünler olmadıklarını ve farklı konumlanıĢları barındırdıklarını daha önce de
tartıĢmıĢtık. Türkiye muhalefet alanı da heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında farklı
konumlanıĢlara ve tavır alıĢmalara sahne olmuĢtur. Özsel ve sabit olmadıklarını akılda tutarak alanda
üç farklı konumlanıĢın öne çıktığından bahsedebiliriz. Ġlk olarak açıkça homofobik, transfobik
beyanlarından yola çıkarak ―homofobik/transfobik‖ olarak adlandırabileceğimiz konumlanıĢla LGBT
hareketin iliĢkilerini incelediğimizde öne çıkan tartıĢmalardan birinin ĠĢçi Partisi Genel BaĢkanı Doğu
Perinçek‘in 3-6 ġubat 1999 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanan ―EĢcinsellik ve
16
YabancılaĢma‖ baĢlıklı metni olduğunu fark ederiz. Perinçek (2000:57-62) insanda var olan ―üreme
içgüdüsünü‖ referans alarak kadın ve erkek arasındaki cinselliğin doğal ve olması gereken cinsellik
biçimi olduğunu savunur. EĢcinsellik ise (metin boyunca erkek eĢcinselliğini esas alır) ―çürüyen
kapitalizmin yarattığı kültürel ve toplumsal durum‖un doğayı zorlaması ve biyolojik eşe
yabancılaĢmanın bir ürünüdür. (2000:37-48). Perinçek‘in eleĢtirisi yalnızca eĢcinselliğe değil, eĢcinsel
örgütlenmelerin ―arı‖ muhalefet alanında yer ediniyor olmasınadır da. Zira 12 Eylül sonrasında ortaya
çıkan bu örgütlenmelerin etkisiyle yeni sol, ―sınıf mücadelesini aĢağılayarak, eĢcinsel, travesti, fahiĢe,
lümpen gibi sınıf dıĢı unsurların‖ hak ve özgürlüklerini savunur olmuĢtur (Perinçek;2000:43-44).
LGBT örgütleri ―EĢcinsel Sivil Toplum Örgütlerinden Doğu Perinçek'e Yanıt‖ baĢlıklı metin ile
gecikmeden tepki ve cevap vermiĢlerdir.17 LGBT örgütleri metinde yalnızca Perinçek‘i değil, genel
olarak muhalefet alanına yönelik eleĢtirilerini dile getirmiĢlerdir. EĢcinselliğin farklı toplumlarda ve
toplumun bütün kesimlerinde görülebilecek bir varoluĢ hali olduğunu, dolayısıyla yoksul ve emekçi
kesimlerde de eĢcinsel insanların bulunabileceğini belirtmiĢler, ancak solu L/G/B/T bireylerin sendika,
parti ve derneklerde varlık göstermesini engellediği ve L/G/B/T bireyleri buralardan dıĢladığı
gerekçesiyle eleĢtirmiĢlerdir.
LGBT hareketin muhalefet alanı ile iliĢkilenme tarihini betimlerken bahsedilmesi gereken bir diğer
önemli uğrak ise, birçok hareket ve örgütün bir araya gelerek oluĢturduğu, yaĢadıkları sağlık sorunları
nedeniyle cezaevinde kalamayacak devrimci tutsakların serbest bırakılması için mücadele eden Hasta
Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda (HTÖP) yaĢanılan tartıĢmalardır. TartıĢma YürüyüĢ Dergisi‘nin,
15
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=14414 (EriĢim Tarihi: 13.07.2013)
Metin aynı isimle ancak geniĢletilmiĢ haliyle 2000 yılında Kaynak Yayınları tarafından basılmıĢtır.
Referanslar bu baskıya aittir.
17
http://www.ibnistan.net/kosmos/eshtoplumsalharSKL.html (EriĢim Tarihi:15.042013)
16
57
platformun yapacağı bir basın açıklamasında, platformun bileĢeni olan LGBT örgütlerinin diğer
örgütler ile beraber imzacı olmasına ve karar alma mekanizmasında yer almasına karĢı çıkmasıyla
baĢlamıĢtır. Bu tartıĢma farklı alandaki tavır alıĢları görebilmek açısından önemlidir. Zira platformda
18
LGBT hareketlerin imzacı olmalarının engellenmesi üzerine bazı hareketler platformdan çekilme
19
kararı alırlarken bazıları platformda kalmaya devam etmiĢtir. Ancak platformda kalan her hareket de
aynı tavrı sergilememiĢ, örneğin ODAK dergisi platformda kalmasına rağmen süreci yayınladığı
20
21
metin aracılığıyla eleĢtirmiĢtir. Bazı örgütlenmeler ise sonradan özeleĢtiri vermiĢlerdir. Yine
platformdan ayrılan ya da platformda hiç yer almammıĢ olan bazı hareketler eleĢtiri yazıları
yayımlamıĢlardır.22 Ancak YürüyüĢ Dergisi tartıĢmalara dair ―Direnemeyen Çürüyor‖ balıklı bir
yazı23 yayımlayarak eĢcinselliği ―sapkınlık, kapitalizmin yarattığı bir yozlaĢma‖ olarak tariflemiĢ ve
tartıĢmanın özününü ―kendilerine "LGBTT" adını veren bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere
dayatılması‖ olarak belirtmiĢtir. Bu metne karĢılık LGBT Hakları Platformu24 ve Kaos GL25 birer
metin yayımlayarak solun, ezilen, katledilen ve dıĢlanan LGBT bireyleri göz ardı etmesini eleĢtirmiĢ,
LGBT örgütlerin karar mekanizmasında olma, imzacı olma taleplerinde somutlanan görünürlük ve
diğer bileĢenlerle eĢitlik taleplerinin sorun yaratmasını kapitalist erkek egemen sistemin tavrının
soldaki yansıması olarak okumuĢlardır.
Alan çalıĢması boyunca bütün görüĢmecilerin, anahtar kiĢilerin ve çalıĢma ile ilgili diğer sohbet
ettiğim kiĢilerin Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda yaĢanılan tartıĢmalar andıklarını
söyleyebilirim. Fakat bu anmalar, hızla değiĢen ve akan alan için bir parça geçmiĢte kalan ―bir olayı‖
yeniden yeniden tartıĢmak için gerçekleĢmedi. Zaten bu bakıĢ, Wallerstein‘in (2005:13) eleĢtirdiği
episodik-jeopolitik zamanuzay okuması olurdu. Aksine yaĢanılanlar bir olay değil, alanda
heteroseksizmin iĢleyiĢ mekanizmalarını ve döngülerini belirginleĢtiren ve bunları takip edebilmemizi
sağlayan bir süreç olarak okunmalıdır. Zira ―Direnemeyen Çürüyor‖ metninin na-heteroseksüelliğe
dair argümanları alanda heteroseksizmin ve homo/trans/bifobinin iĢletilmesinde ve
meĢrulaĢtırılmasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Hatta çoğu kez anti-heteroseksist politik hat
oluĢturulmamasının ve bu konuda ―suskun‖ kalınmasının meĢruluğunu sağlamakta olduğunu görürüz.
Yapılan ampirik çalıĢmanın verileri ıĢığında bu ―suskun‖ konumlanıĢ biraz daha yakından
incelendiğinde, heteroseksizm, homofobi ve transfobi sorunlarına dair suskunluğun iki temel
argümanlarla meĢrulaĢtırıldığını görürüz: Ġlk argüman ―kapitalizm L/G/B/T kiĢileri ‗pembe
sermayenin‘ tüketicisi olarak kullanır‖ biçiminde karĢımıza çıkmakta. Fakat bu argümanın L/G/B/T
kiĢilere dair önyargıları içeren stereotipileri yeniden ürettiği gibi, heteroseksüel ve L/G/B/T
tüketicilerin tüketim pratikleri ile kapitalizmin devamı arasındaki niteliksel farkı da açıklamaktan uzak
olduğunu görüyoruz. ―Suskunluğu‖ meĢrulaĢtıran diğer argüman ise ―halkımız (L/G/B/T kimliklere ya
da heteroseksizmle mücadeleye) hazır değil‖ biçiminde formüle edilebilir. Bu argüman
―seslenilen/ulaĢılmaya çalıĢılan halk‖ın heteroseksüel olduğunu var sayıyor. Bu varsayım ise örtük
18
EHP, SFK, SDP, EKD, AMARGĠ, SP, ĠHD Ġstanbul ġubesi, DĠP, Ġstanbul Ahali, DÖH, Anti-Kapitalistler,
Halkevleri, ESP, Çağrı Merkezi ÇalıĢanları, ÖDP, ÇAĞRI
19
ÇHD, Devrimci Hareket, Devrimci 78‘liler, Emek Ve Özgürlük Cephesi, Emekli-Sen Ġstanbul ġubeleri,
EMEP, Erol Zavar‘a YaĢama Hakkı Koordinasyonu, Halk Cephesi, Kaldıraç, KESK ġubeler Platformu, Köz,
Odak, ÖMP, Partizan, PEN, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ġstanbul ġubeler Platformu, TAYAD, Tecrite KarĢı
Sanatçılar, TUYAB, UĠD-DER, Ürün Sosyalist Dergi, Ġvme Dergisi, TKP, DHF (Ancak bu örgütlerden bazıları
ilerleyen tarihlerde farklı sebeplerle platformdan ayrılmıĢlardır.)
20
http://gomanweb.org/GOMANWEB2/2010_Klasoru/Eylul/16Eylul/politik.htm (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
21
http://yenidemokratkadin.net/index.php/guncel-haberler/103-kadin-sorununda-ant-reformzmfemnzm-maskelsosyal-ovenzm-1-.html (EriĢim Tarihi: 16.042013)
22
Bazı örnekler için bkz: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/escinsellik-sinavindan-kalan-devrimcilik
vehttp://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995487&news_code=1263381531&year=2010
&month=01&day=13#.UW0HeaKeNSM ve
http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261317.php ve
http://www.yarinlar.net/sayi-26-mart-2010/devrimcilerin-cinsiyetcilikten-kacari-yokmu.html?tmpl=component&type=raw
23
http://www.yuruyus.com/www/turkish/news.php?h_newsid=6881 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
24
http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261300.php (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
25
http://www.kaosgldergi.com/sayfa.php?id=377 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
58
olarak L/G/B/T kiĢilerin ―yoksul ve ezilen‖ geniĢ toplumsal kesimler içinde/arasında olamayacağını,
bu kiĢilerin ―marjinal‖ ―zengin‖ ya da ―azınlık‖ olduğu düĢüncesini içeriyor. Kısacası bu iki argüman
alanda örtük ve bahanelendirilmiş homofobi ve transfobinin iĢlediğini gösteriyor. Buna rağmen birçok
görüĢmeci alanda yaĢanılan mücadele iliĢkilerinin olumlu okumalarını yapmıĢtır. Zira bu süreç hem
alanda kurulan ittifakların ve simgesel mücadelelerin görünmesini sağlamıĢtır, hem de buradaki
mücadele iliĢkileri alanın gündemine, heteroseksizm, homofobi ve transfobiye dair bir tartıĢmayı
sokarak eyleyicileri bu konuda somut politik tavırlar almaya çağırmıĢtır. Kısaca bu ve benzeri
mücadele iliĢkileri alanın dönüĢümünün temel dinamiklerinden biri olarak karĢımıza çıkmaktadır.
Öte yandan içinde bulunduğumuz dönemde alanın birçok eyleyicisinin26 program, tüzük ve temel
metinlerinde heteroseksizmle mücadeleyi ana eksenlerinden birisi olarak tanımladıklarını görürüz.
1996 yılında kurulan Özgürlük ve DayanıĢma Partisi (ÖDP) bu sürecin ilk örneklerindendir. ÖDP
süreci esasen alanın eski sahiplerinin yeni eyleyiciler –ve LGBT hareket ile- ilk ittifak ve dayanıĢma
çabası olarak da okunabilir. Zira ÖDP‘nin ilk genel baĢkanı Ufuk Uras ÖDP‘yi hayatın her alanının eĢ
anlı dönüĢümünü hedefleyen ve dolayısıyla feministleri, çevrecileri, L/G/B/T bireyler ve antimilitaristleri de içeren bir parti olarak tariflemiĢtir (Uras ve Laçiner: 1996:21). ÖDP sürecinde öne
çıkan isimlerden birisi transseksüel kadın olan Demet Demir 15 yıl boyunca ÖDP içinde siyaset
yaptığını, bu süreçte belediye meclis adayı, milletvekili adayı olduğunu ve Beyoğlu Ġlçe Yönetimi‘nde
çalıĢtığını belirtir (Demir:2012:135-36). Fakat çalıĢmaya katılan pek çok görüĢmeci, sol/sosyalist ve
sınıf eksenli hareketlerin heteroseksizm, homofobi ve transfobiye karĢı politik hat geliĢtirme ve LGBT
hareketlerle ittifak iliĢkileri kurma konusunda henüz çaba göstermeye baĢladıklarını, bunun önemli
nedenlerinden birinin ise bazı sosyalist ülkelerde LGBT haklarına yönelik geliĢmelerin örnek alınması
olduğunu belirtmiĢlerdir.
LGBT hareket ile diğer eyleyiciler arasında kurulan ittifak iliĢkileri alanın dönüĢümünün önemli
bir parçası ve dinamiği olarak karĢımıza çıkıyor. Hareketin en güçlü ittifak iliĢkilerini alanın yeni
eyleyicileri olan yeni toplumsal hareketlerle kurduğunu görmekteyiz ve çalıĢmada bu konumlanıĢa
“yandaş” konumlanış olarak isim verdik. ÇalıĢmada bu bağlamda, özellikle feminist hareketler, Kürt
Hareketi, anarĢist hareketler ve anti-militarist hareketlerle olan iliĢkiler sürekliliği ile öne çıkmıĢ ve
belirginleĢmiĢtir. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin alana giriĢinden beri özellikle
anarĢist hareket ile tutarlı bir ittifak iliĢkisi kurduklarına değinmiĢlerdir. Öte yandan patriyarka ile
heteroseksizm arasındaki yakın analitik iliĢki ve birçok kurum ve pratikte gözlemlenebilecek ampirik
çakıĢmalar, feminist hareket ile LGBT hareketin çoğu kez birlikte hareket etmesini ya da sürekli bir
dirsek temasını beraberinde getirmiĢtir. Yine neredeyse bütün görüĢmeciler LGBT hareketin bütün
eylem, etkinlik ya da mücadele süreçlerinde Kürt Hareketi ile –özellikle Sebahat Tuncel ismi öne
çıkmaktadır- dayanıĢma iliĢkisi kurduğunu belirtmiĢlerdir. Kürt Hareketi‘nin özgün yanı, alanın diğer
eyleyicilerinden farklı olarak devletin yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde (TBMM)
söz sahibi oluĢudur. GörüĢmeciler, Kürt Hareketi‘nin, L/G/B/T kiĢilerin anayasal hak ve özgürlükleri
meselesini ve LGBT hareketin nefret suçları yasası gibi devletten taleplerini yasama organına
taĢınmasını ve burada bu taleplerin tartıĢılmasını sağlamasını vurgulayarak, ittifakın bu özgün yanına
da değinmiĢlerdir. Fakat LGBT hareketin alanda kurduğu ittifak iliĢkilerinin sabit ve gerilimsiz
olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira görüĢmeciler LGBT hareketin ittifaklarına dikkat
çekerken aynı zamanda örneğin Kürt Hareketi‘nin muhafazakar tabanı ve aktivistleri ile olan/olası
gerilimlere ya da feminist hareketle LGBT hareket arasında özellikle son yıllarda ―feminizmin öznesi
kimdir‖ olarak formüle edilen soru etrafında yaĢanan tartıĢmalara birer ―gerilim noktası” olarak dikkat
çekmekteler.
ÇalıĢmada, muhalefet alanında birçok eyleyicinin heteroseksizmi gündemine almasının ve LGBT
hareketlerle iliĢki kurmasının bir diğer dinamiği olarak AKP Hükümeti‘nin bazen doğrudan normatif
hukuk yasalarını bazense gelenek, ahlak, namus, aile değerleri gibi vurgularla normatif olmayan
toplumsal kuralları muhafazakarlaĢtırmaya yönelik politikalar üretmesi öne çıkmıĢtır. Bu
26
Bazı örnekler için bkz :Emekçi Hareket Partisi Program ve Tüzük, sayfa:118-123,
http://ekmekveozgurluk.net/temel-metinler/i-konferans-kararlari/heteroseksizme-karsi-mucadele-lgbtlereozgurluk/#.UW2sbKKePe0 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013), http://yesillervesolgelecek.org/belgeler/kuruluskongresi-sonuc-bildirgesi/ (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
59
muhafazakarlaĢmadan en çok etkilenen kesimler ise kadınlar ve na-heteroseksüel kiĢiler olmuĢtur.
GörüĢmeciler, alandaki eyleyicilerin, cinsellik üzerindeki artan baskı ve muhafazakarlaĢma sonucu
artan nefret suçlarına ve cinayetlerine sesiz ve duyarsız kalamayarak ve heteroseksizm, homofobi ve
transfobiyi dert edindiklerini ve yükselen muhafazakarlığa karĢı daha güçlü bir mücadele hattı
oluĢturmak için LGBT hareketin taleplerini sahiplendiklerini belirtmiĢlerdir.
Son olarak muhalefet alanında anti-heteroseksist dilin, tavır alıĢların ve konumlanıĢların simgesel
değerinin yükselmesinin en önemli dinamiklerinden biri olarak alanda farklı hareketlerde örgütlü
L/G/B/T kiĢilerin kendi bulundukları örgütlenmede kurdukları mücadele ve dayanıĢma iliĢkilerine
değinmek istiyorum. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci L/G/B/T kiĢilerin bulundukları
örgütlenmelerde ―açıldıklarında‖27 ya da fark edildiklerinde farklı biçimlere bürünen
homofobik/transfobik tavırlarla karĢılaĢtıklarını belirttiler. Ancak birçok görüĢmeci bulundukları
örgütlenmelerin politikasında anti-heteroksist bir mücadele hattı oluĢturmak için atölye çalıĢmaları,
dergi yazıları, paneller gibi çalıĢmalarını anlattılar. Öte yandan görüĢmeciler L/G/B/T kiĢilerin
örgütlenmeleri ile LGBT hareket arasında ittifaklar kurmaya çalıĢtığını kaydetti. Yine pek çok
L/G/B/T kiĢinin bulundukları örgütlenmelerde homofobik/transfobik dil ve söylemlere müdahale
ederek dilsel habitusu değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz.
Alanın DönüĢümü ve Yeni TartıĢmalar
Yukarıda LGBT hareketin muhalefet alanı ile kurduğu farklı niteliklerdeki iliĢkilerle birlikte alanın
heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında dönüĢümünü tartıĢmaya çalıĢtık. Bütün bu
mücadele ve ittifak iliĢkilerinin anti-homofobik/transfobik politik söylemlerin ve pratiklerin alandaki
simgesel değerlerinin arttırdığını söyleyebiliriz. Fakat alanın dönüĢmekte olan bu yeni hali bizi yeni
tartıĢmalarla karĢılaĢtırıyor.
Öncelikle çalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci, anti-heteroseksist politikaların alandaki simgesel
değerinin artmasıyla birçok eyleyicinin bu yönde politika geliĢtirdiğini belirtmiĢtir, fakat bu noktada
bazı eleĢtirel gözlemler ve düĢünceler de belirginleĢmektedir. GörüĢmeciler, örgütlenmelerin bu
politikaları ―politik olarak doğru olan‖ ya da ―demokrat olmanın bir gereği‖ olarak düĢündüklerine ve
ana akım politikalarına bir ek olarak gördüklerine iĢaret etmekteler. BaĢka bir deyiĢle her ne kadar
söylemsel ve programatik olarak heteroseksizmi, kapitalizm, patriyarka, ırkçılık gibi, toplumsal
iliĢkilerin niteliğini oluĢturan temel sitemlerin yanına kaydetseler de, teori ile pratik arasında bir
boĢluğun olduğunu, bu alanlara dair politika üretilirken bir tür ―hiyerarĢi‖ kurulduğunu anlıyoruz.
Örgütlenmelerin bu tavrı, bir tür “ezilmeler hiyerarşisi” ve bununla bağlantılı olarak ―asli ve tali
politika‖ ikiciliği zemininde sürdürülüyor.
Bu kavrayıĢın önemli yansımalarından birini tartıĢmak için ―havalecilik‖ adlandırmasını
kullanabiliriz. Bu adlandırma ile örgütlenmelerdeki homofobi, transfobi ve heteroseksizme dair
çalıĢmaların L/G/B/T kiĢilere havale edilmesi, bu çalıĢmaların sürekli onlardan beklenmesi durumunu
tarifleyebiliriz. Heteroseksizm ile mücadele ekseninde yürütülen çalıĢmaları sürekli olarak
örgütlenmedeki L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyen “havaleci akıl” ile heteroseksizmi tali bulan
aklın birlikte iĢlediğini söyleyebiliriz. Bu akıl, heteroseksizmi ―Büyük Politika‖nın konusu saymadığı
ölçüde, heteroseksizme karĢı politikayı L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyerek, bu kiĢileri örtük bir
biçimde ―siyasetin kıyısına‖ atıyor.
ÇalıĢmada alanın dönüĢümü ile birlikte karĢımıza çıkan diğer bir adlandırma ise ―numunecilik‖
oldu. Esasen numunecilik anlayıĢının bize gösterdiği Ģey, alanda kimin “kurucu ve esas” kimin “renk
veren bir eklenti” olarak düĢünüldüğüdür. DüĢünceyi biraz açtığımızda, numuneciliğin dayandığı bu
ayrımın da temelinde, norm olanı ve olmayanı tayin eden heteroseksizmin olduğunu görürüz.
―Numune‖ olarak görülenin L/G/B/T kiĢiler oluĢu hem diğer herkesin heteroseksüel olduğunun
varsayıldığına hem de heteroseksüel kiĢilerin örgütün asıl sahibi olduğu düĢüncesine iĢaret eder. Öte
yandan numunecilik norm olanın, norm dıĢı olana verdiği bir “avans”, bir “hoşgörü” halidir ya da
Bourdieu‘nün kavramıyla ―simgesel inkar”dır (2003:138-39). Numuneci anlayıĢ hareketin asıl sahibi
27
―Açıklık-kapalılık‖ terimleri, kiĢinin heteroseksüel olmayan cinsel yöneliminin baĢka insanlar tarafından
bilinmesi ya da bilinmemesi halini tariflemek için kullanılır.
60
olan heteroseksüel ile renk olarak eklenen L/G/B/T kiĢi arasındaki tarihsel olarak kurulan iktidar
iliĢkisinin paranteze alınmasını ve heteroseksizmin simgesel inkarını beraberinde getirir. Daha açık bir
ifade ile L/G/B/T kiĢileri ―numune olarak bulundurma‖ tavrı, alanda heteroseksüel ve na-heteroseksüel
kiĢilerin eĢit koĢullarda bulunduğu yanılsamasını yaratmakta iĢ görür.
Alanın dönüĢümüyle karĢılaĢtığımız bir diğer tartıĢma ise ―susturulmuĢ homo/transfobi‖
tartıĢmasıdır. GörüĢmeciler, alanın değiĢmesiyle, özellikle ―yandaĢ‖ konumlanıĢtaki örgütlenmelerin
zemininin ve yapısının halihazırda açık bir homofobik/transfobik mekanizmanın iĢleyiĢi ya da bu tarz
pratiklerin geliĢtirilmesi önünde bir engel olduğuna iĢaret etmiĢlerdir. Ancak bu durumda pek çok
görüĢmeci homofobik ve transfobik söylem ve pratiklerin susturulmuş ve örtük bir biçimde iĢleyerek
devam ettiğini belirtmekteler. Daha açık bir ifade ile benimsenen anti-heteroseksist politik hat örgütlü
kiĢiler tarafından içselleĢtirilmediğinde homofobi ve transfobi sessiz ve örtük söylemler ile yeniden
üretilebilmektedir.
Bu çalıĢma boyunca ―Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm nasıl iĢler‖ sorusunun izini
sürdük. Bu sorunun muradı, heteroseksizmin alandaki döngülerini ve iĢleme mekanizmalarını
sorunsallaĢtırarak anlaĢılır kılmaktı. Bu sorunsallaĢtırma ile açığa çıkacak bilginin ise bize, muhalefet
alanında heteroseksizme karĢı hangi direniĢ ve mücadele pratiklerinin örülebileceğini, dayanıĢma
iliĢkilerinin nasıl güçlendirileceğini ve nihayet alanın dönüĢümünün mümkün yollarını göstermesini
umduk. Bu bilgi Türkiye muhalefet alanı için olduğu kadar sosyal bilimler için de önemli. Zira
çalıĢmanın baĢında tartıĢmaya çalıĢtığımız gibi heteroseksizm yaĢadığımız toplumsal dünyaya form
kazandıran temel bir tarihsel yapılanma. Dolayısıyla heteroseksizmi diğer toplumsal/tarihsel sistemler
ile birlikte düĢünmek sosyal bilimler için önemli bir kör noktanın aydınlatılması imkanını da
barındırmakta.
KAYNAKÇA
Bourdieu P. & Wacquant L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar. N. Ökten (çev).
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Bourdieu P. (1995). ―Çıkar Gütmeyen Bir Edim Olabilir mi?‖ Pratik Nedenler. H. Tufan (çev). 145171. Ġstanbul: Kesit Yayıncılık
Bourdieu P. (2012a) . ―Toplumsal Uzay ve Sembolik Ġktidar‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. I. Ergüden (çev).
349-366.Ankara: Notabene Yayıncılık
Bourdieu P. (2012b) . ―Sosyal Sınıfı Yapan Nedir: Grupların Kuramsal ve Pratik Varlığı Üzerine‖.
Tözcülüğün Tasfiyesi. E. Göker (çev). 367-384. Ankara: Notabene Yayıncılık
Butler J. (2007). Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma. O.Akınhay (çev). Ġstanbul Agora
Kitaplığı.
Butler J. (2008). ―Dikkatli Bir Okuma Ġçin‖. Çatışan Feminizmler. F. Sezer (çev). 138-156. Ġstanbul:
Metis Yayıncılık
Butler J. (2010). Cinsiyet Belası. B. Ertür (çev). Ġstanbul: Metis Yayınları
Connell R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar. C.Soydemir (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları
Delphy C. (2005). ―Rethinking Sex and Gender‖. Gender. Stevi Jackson & Sue Scott(der). 51-59.
New York: Roudledge
Demir D. (2012). 80‟lerde Lubunya Olmak. 123-150. Ġzmir: Siyah Pembe Üçken Tarihi Dizisi.
Foucault M. (2010). Cinselliğin Tarihi. H. U. Tanrıöver (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları
Freud S. (1996). Totem ve Tabu. S. Sel (çev). Ġstanbul: Sosyal Yayınlar
Kaos GL (1994). ―Var Olan Durum ve EĢcinsellik‖ Kaos GL. 1-3. Sayı:1
Kurbanoğlu E. (2011). ―Türkiye‘deki LGBTT Hareketinin Tarihi‖. Anti-Homofobi Kitabı 3. 229-257.
Ankara: Ayrıntı Basımevi
61
Laçiner Ö ve Uras U. (1996). ―Somut Sorunlar Üzerine Politika Yapıyoruz‖ Birikim. 18-27. Sayı:92
Perinçek D. (2000). Eşcinsellik ve Yabancılaşma. Ġstanbul: Kaynak Yayınları
Rich A. (1996). ―Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence‖. Feminism and Sexuality. 130144. Edinburgh: Edinburgh University Press
Scott S. & Jackson S (2012a). ―Heteroseksüellik Hala Zorunlu Mu‖. Cinselliği Kuramsallaştırmak. S.
Sezerli(çev). 143-191. Ankara: Notabene Yayınları
Swartz D. (2011). Kültür Ve İktidar. E. Gen (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Vandenberghe F. (2012). ―Gerçek ĠliĢkiseldir: Pierre Bourdieu‘nun Yapısalcılığının Epistomolojik Bir
Analizi‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. Ü. Tatlıcan (çev). 385-435. Ankara: Notabene Yayıncılık
Wallerstein I. (2005). ―Bilginin Temeli Olarak Zamanuzay‖. Yeni Bir Sosyal Bilim İçin. E. Abadoğlu
(çev). 34-56. Ġstanbul: Aram Yayıncılık
Wallerstein I.(2007). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık Ve Cinsiyetçilik KarĢısında
Evrenselcilik‖. Irk Ulus Sınıf. N. Ökten (çev). 41-50. Ġstanbul: Metis Yayıncılık
Wittig M. (2009). ―Kadın Doğulmaz‖. Cogito. Ç. Akanyıldız- ġ. Öztürk (çev). Sayı:58, 193-201
Yıldız D.(2007a). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-1‖. Kaos GL. 48-51.Sayı:92
Yıldız D.(2007b). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-2‖. Kaos GL. 46-49.Sayı:93
62
LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA
VE BĠLĠDĠKĠD
Ayçin Alp1
ÖZET
Toplumlarda ―biyolojik cinsiyet‖ kavramı kadın ve erkek cinsiyetlerini tanımlamak için
kullanılmıĢtır. Ġkili bir sisteme iĢaret eden bu durumda heteronormatif normlar baz alınarak, LGBT
(lezbiyen-gey-biseksüel-trans) bireyler dezavantajlı grup olarak görülmekte ve normun dıĢına
itilmektedirler. Heteronormatif toplum modelinde LGBT bireyler, ―sapkın‖, ―sapık‖, ―hastalıklı‖ gibi
birçok önyargılı ifadelerle nitelendirilmektedirler. Bu yapıda ―öteki‖ olarak etiketlenen LGBT
bireylerin kamusal alandan soyutlanmalarıyla birlikte durum yaĢam ve hak ihlallerine kadar
gidebilmektedir.
LGBT bireyler için toplumda farkındalık yaratabilmek ve sorunlara çözüm aramak adına iĢlev
gören kuruluĢların, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız inisiyatiflerin yanı sıra sanatçılar da büyük çaba
harcamıĢlardır. Özellikle sinemanın, görülmeyen ya da göz ardı edilen toplumsal gerçeklikleri
izleyiciye gösterme ve toplumsal zeminde bilinç yükseltme/farkındalık yaratma gibi iĢlevleri,
sinemanın hem görsel hem de iĢitsel olması nedeniyle topluma daha hızlı ulaĢmasına neden olmuĢtur.
Sinemada LGBT bireyleri konu alan birçok filmden bahsedebilmek mümkündür. Kutluğ
Ataman‘ın yönetmenliğini yaptığı ―Lola ve Bilidikid‖ filmi, Almanya‘ya göç etmiĢ Türkiyeli ailelerin
sorunlarını irdelerken, diyasporada LGBT birey olmanın temsilini de göstermesi bakımından
önemlidir. Bu çalıĢma, Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT bireylerin
sinemadaki temsilini incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: LGBT, heteronormativite, kimlik, sinema.
GIRIġ
Sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢki özellikle 1980 sonrasında dönüĢen dünyada hem dünya
genelinde hem de Türkiye'de sıklıkla tartıĢma konusu haline gelmiĢtir. Toplumsal olarak kurulan
gerçekliğin sinemada temsil biçiminde yansıması, birçok bilimsel disiplinin de çalıĢma konusu
olmuĢtur. ĠletiĢimciler, medya uzmanları, sosyologlar ve hatta siyaset bilimciler görsel bir metin
olarak sinemanın toplumsal gerçeklikle kurduğu iliĢki üzerine yoğunlaĢmıĢlardır.
Bu çalıĢma da sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢkiyi inceledikten sonra, LGBT bireylerin
sinemadaki temsilini incelemek üzerine kurulmuĢtur. Buradaki tartıĢmadan Türkiye sinemasındaki
LGBT temsilleri irdelenmiĢ ve Türkiye'li bir yönetmen olan Kutluğ Ataman'ın Lola ve Bilidikid isimli
sinema filmi üzerinden bir analiz yapılmıĢtır. LGBT bireylerin görsel alandaki yansımaları gerek
medyada gerekse sanatsal bir ifade biçimi olarak sinemada, genel olarak mağduriyetler ve sorunlar
bütünü Ģeklinde verilmektedir. Ancak sanatsal iĢlerin asıl amacı, bundan sonra ötekileĢtirilen kimliğin
bütün gerçeklikler gibi kendi gerçekliğini yansıtmasına ifade olanağı sağlamak olmalıdır. Çünkü sanat
gerçeği yansıtır, varlık nedeni daima değiĢebilir ama bu sanata asla zarar vermez. Sanatla insan
dünyayı tanır ve dünyayı değiĢtirebilme gücü bulur (Yamaner, 2009:141).
LGBT bireylerin toplumsal olarak konumlanıĢları, maruz kaldıkları baskı ve Ģiddet, cinsel yönelim
ve kimlikleri üzerinden uygulanan gerek toplumsal gerekse devlet baskısı, çalıĢma hayatındaki
karĢılaĢılan zorluklar, yabancı bir ülkede göçmen olarak varolmanın zorlukları gibi konular sinema
aracılığıyla dolaylı bir Ģekilde izleyici kitlesiyle paylaĢılmaktadır. Sinemanın taĢıyıcı bir rol
üstlenmesiyle, LGBT bireylerin 'cinsel hakları, rahat para kazanma istekleri, seks konusunda özgürlük
kazanabilmeleri ve topluma katılma istekleri' seyirciye anlatılmaya çalıĢılmaktadır (Selek, 2011:185).
Bununla beraber sinemanın asıl iĢlevi de, bütün bu mağduriyetler gerçekliğinin verilmesinin ve
1
Yüksek Lisans Öğrencisi,.Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı..
63
mağduriyetlerin önlenmesi için kamuoyunda farkındalık yaratmanın yanında aynı zamanda LGBT
bireylerin en doğal halleriyle herkes gibi sürdürdükleri yaĢam mücadelelerini sürdürmek olmalıdır.
Özellikle, varolamaya çalıĢan LGBT sinemasında bu gerçekliklerin temsiliyeti konusu toplumun
yönlendirilmesi açısından da önemli olmakla birlikte, hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan
sinemasında eĢcinselliğin dolaylı ya da doğrudan ele alındığı filmleri tarihsel bir perspektiften
incelemek, LGBT bireylerin sinemada nasıl konumlandırıldıklarıyla ilgili öndeyilerde bulunulmasına
olanak tanıyacaktır.
BIRI BIZI ANLATIYOR...
1800'lerin baĢından itibaren, yazının ve hareketin bütünleĢmesiyle birlikte sinematografi, sinema
filmlerine özgü bir sanat formu olarak kullanılmıĢtır. Tıpkı bir uçağın çalıĢma disiplinine benzeyen
sinematografi, uçak gibi hareket olanağını sağlayabilen ve mekanlar arasında hareketi mümkün kılan
bir donanıma sahiptir. Öyle ki bir zamanlar günün koĢullarında uçabilme kavramı bir rüya
niteliğindeyken, uçabilmek önemini yitirmiĢ ve git gide sinema rüyalar üretebilecek bir yapıya sahip
olmuĢtur (Diken ve Laustsen, 2011:19). Bir bakıma rüya fabrikası olarak da görülebilen sinema görsel
sanatlar içinde yer alıp görme duyusuna hitap ederek, aynı Ģiirde veya müzikte iĢitme duyusuna hitap
edildiği gibi; sanatın, dünyanın anlaĢılması adına duyuları rehabilite etme amacına hizmet etmektedir
(Farago, 2011:21). Fakat elbette ki bir sinema filmi sadece bizi eğlendirmek ya da dikkatimizi
dağıtmak adına yapılan bir sanatsal faaliyet değildir.
'Bir bakıma sinema, bir tür toplumsal bilinçdışı işlevi görür: Toplumsal incelemenin nesnesini
yorumlar, türetir, yerinden eder ve eğip büker. Sinema yalnızca toplum üzerine bir fikir sunmaz,
resmettiği toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Gelgelelim sinema yalnızca bir dış gerçekliği yansıtmaz/eğip
bükmez, aynı zamanda toplumsal yaşamın önüne muazzam bir olanaklar evreni serer. Bu bakımdan
sinema çoğu zaman, değişen toplumsal biçimlerle yapılan bir deney niteliği taşır.' (Diken ve Laustsen,
2011:24)
Bu bağlamda sinema toplumsal tarihe katkıda bulunarak, yaratılan eserlerle birlikte toplumsal
yaĢamın temsillerini ortaya koymaktadır. Çoğu zaman bir sinema filminin temelleri kurmaca üzerine
oluĢturulsa da bunu Aragon'nun 'doğru yalan söylemek' anlayıĢı bağlamında düĢünebilmek
mümkündür. Öyle ki tıpkı Zizek'in değindiği gibi filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın
canevindeki yalanı anlatmaktadırlar (Diken ve Laustsen, 2011:15). Bu perspektif içerisinde, sinema
sanatı görüntüden çıkmakta ve aynı zamanda gerçeği ortaya koymak için baĢka bir dünya
yaratmaktadır (Farago, 2011:27). Bu yaratılan dünya öyledir ki, karanlık bir oda içerisinde gerçekliğin,
bir bakıma kurmaca ve fantazilerle birlikte alegorik bir biçimde perdeye yansıtılmasını mümkün
kılmaktadır. Bu kurmaca ve fantaziler de mutlaka gerçekliğin içinden geçmektedir. Fantazinin
gerçeklikten kaçmaya yarayan bir yanılsama olmadığını söyleyen Zizek, bunları toplumsal yaĢamın
asıl temelleri olarak nitelendirmektedir. Bu doğrultuda Zizek film sanatının en büyük baĢarısını,
gerçekliği kurmaca anlatı içerisinde yeniden yaratarak ve aklımızı çelerek, kurmacayı gerçek gibi
algılamamızı sağlamasına değil; aksine, gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi,
gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasına bağlamaktadır. Ki Morin de bu
gerçekliğin ve kurmacanın iki zıt alan olmadığını ve insanın uyanıkken bile etrafının imgeler bulutuyla
çevrili olduğunu betimlemiĢtir. Bu bağlamda sosyal teori ve film arasındaki iliĢki de kurmaca ile
kurmaca olmayan, temsil ile gerçeklik arasındaki iliĢki kadar belirsizdir. Burada Diken ve Laustsen,
Filmlerin sorgulanmasıyla birlikte toplumsal geçeklik ve kurmaca arasındaki ikili karĢıtlığın ötesine
geçilmeye çalıĢarak, ortaya koydukları 'sosyo-kurmaca' kavramsallaĢtırılması ile birlikte sinemasal bir
toplumsal teori uygulamıĢlardır. Bu Ģekilde soyut teoriler vasıtasıyla toplumsal olguların betimlenmesi
ve incelenmesi yerine toplumsal olaylar olarak filmleri alegori aracılığıyla incelenmesine olanak
sağlanmaktadır (Diken ve Laustsen, 2011:34). Özellikle filmlerin bu bağlamda incelenmesi kurmaca
baĢlığı altında kimi gizil kalıplar ve ideolojilerin yorumlarının yapılması olanak sağlamaktadır.
Filmlerde gösterilen toplumsal olaylar genellikle temellerinde bir ideoloji oluĢturularak,
yönetmenin fikri doğrultusunda Ģekillendirilmektedirler. Sinema ideolojilerin üretimi için eĢsiz bir
zemine sahip olmasıyla birlikte, kimi zaman egemen ideolojiye destek vererek pekiĢtirilen temsillerle
gerçeği üretirken, kimi zaman da alternatif temsiller yaratabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal
gerçeklikte ortaya çıkan durumların temsil biçimi ile de ilgilenen Sinema Sosyolojisi, sinemanın çoğu
64
zaman toplumda baskın olan egemen ideolojilerinin doğrultusunda temsillerin Ģekillendiğinin
bilincindedir. Bundan ötürü de bir filmin ne kadar doğruyu söylediği, gerçekliği ne denli temsil ettiği
sorunları ortaya çıkmakta ve seyirciye yanlıĢ direktifler verilmektedir. Sadece yönetmenin ideolojisi
doğrultusunda sabit ve pasif olarak perdeye kilitlenen seyircinin filmdeki temsiller ve gerçekler
arasındaki iliĢkiye eleĢtirel Ģekilde yaklaĢabilmesi kimi zaman mümkün olmadan dogma bir Ģekilde
kabulleniĢi söz konusu olarak, bu da toplumda önyargıların oluĢması ya da kalıpyargıların
pekiĢtirilmesi adına olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir. Özellikle bu gerçeklik ve temsiliyet
konusunda önemli rol oynayan kimi senaristler, karakter yaratımları sırasında güldürü ögelerinin
oluĢturulması ya da ticari kaygıların ağır basması sebebiyle, toplumda yanlıĢ bir algı oluĢturduklarını
ve gerçekliği temsil etmeyen kodlar aktardıklarını fark etmemektedirler. Bu yüzden öncelikle
temsiliyeti söz konusu olan kimliklerin (cinsel, etnik vb.) tanımlanması önem taĢımakta ve
kavramların yüzeysel olunmadan gerçekçi bir Ģekilde literatür taramasının yapılarak ele alınması ve
senaryoların bu çerçevede yazılması topluma ayna tutan nitelikte, gerçekçi filmlerin yapılmasına
olanak sağlayacaktır.
LGBT + IQ
LGBT kavramı lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyleri temsil eden genel bir ifadedir. Daha
öncesinde travesti ve transeksüellerin ayrı kategorilerde ele alınması sonucu LGBTT olarak da yer
alabilen kavrama I (interseks) ve Q (queer)'da eklenerek interseksüel ve kendilerini queer olarak
betimleyen bireyler de dahil olmuĢlardır.
Homoseksüellik, 'homosexuality' teriminin bire bir çevirisi olmakla birlikte, kadın veya erkek bir
bireyin erotik, cinsel ve duygusal açıdan kendi cinsine yönelik olma durumudur. Lezbiyen, hemcinsine
yönelik olmayı kadınlar üzerinden tanımlayan bir terim iken; gey, hemcinsine yönelik olma durumunu
erkekler üzerinden tanımlamaktadır2. Biseksüel ise; erotik, cinsel ve duygusal yönelimleri hem erkeğe
hem de kadına olan bireylerdir. Transeksüellik kavramı ise hem kadını hem de erkeği temsil eden bir
terim olup; daha çok ruhsal eğilimler için belirleyicidir. KiĢinin davranıĢlarından çok iç dünyasında
kendisini karĢı cinsten biri gibi görmesi ve hissetmesidir. Bu yüzden transseksüel bireyleri dıĢ
görüĢünüĢleri ile belirlemek söz konusu olmamaktadır. Interseksüellik kavramı ise anatomik özellikler
yoluyla betimlenmiĢ ve ISNA (Intersex Society of North America) 'nın yapmıĢ olduğu tanım
itibariyle; seksüel anatomisi tipik kadın ya da erkek tanımlarına uymayan bireyler olarak açıklanmıĢtır.
Örneğin bir insan dıĢardan kadın gibi gözükür iken, seksüel anatomisi itibariyle çokça erkek
özelliklerini taĢıyabilmektedir.3 Yani bir bakıma çift cinsiyete sahip olarak nitelendirilebilecek olan bu
bireyler interseksüel olarak adlandırılmaktadırlar. Queer ise, Türkçe'de garip, tuhaf, yamuk gibi
olumsuz nitelikler taĢıyan bir kelime olmakla birlikte politik ve teorik meselelerde kullanılması
1990'larda baĢlamıĢtır. Özellikle New York'ta kurulan 'Queer Nation' adlı aktivist grupla birlikte
özellikle akademik alan da dahil olmak üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaĢmıĢtır
(Stevens, 2011:112). Queer kuramının merkezinde de ‗acayip‘, ‗tuhaf‘, ‗yamuk‘, ‗anormal‘, ‗iğrenç‘,
‗aĢağılık‘ olana; normatif alanın dıĢında kalana; bu alanın dıĢında bırakılana; normu ihlal edene bir
gönderme ve bu 'kötüyü', 'anormali' yeniden anlamlandırma imkanı yatmaktadır (Yardımcı ve Güçlü
2013:17). Zaten özellikle Queer Nation da kelimenin tüm bu olumsuz değer yüklenerek, aĢağılamak
ve ötekileĢtirmek adına kullanılmakta olan Queer kavramını bilinçli ve stratejik olarak sahiplenmiĢtir.
Çünkü burada Queer bireylerin asıl amacı, toplumsal normların geçerli gördüğü heteroseksist bir yapı
içerisinde 'öteki' olarak kalmayı kabul etmeleri ve bunu kimi zaman teatral biçimde de
gösterebilmeleridir. Özellikle örneklerinin Onur YürüyüĢü ya da Gezi Parkı Eylem'lerinde de
görüldüğü gibi, pankartlarda 'Velev ki ibneyim!' tarzında söylemler yer almıĢtır.
Türkçe'de kadın, erkek ve eĢ cinsel dıĢında kalan bu gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel
gibi kavramların yaygın olarak kullanılmaması ve anlamlarının bilinmesinde dahi tereddütte kalınması
da bu kavramların toplumsal ve kültürel bilincin dıĢında bırakıldığını da göstermektedir. Heidegger'in
'dil varlığın evidir' sözünden yola çıkılırsa, kavramların kendisinin var olup, dilde var olamaması
toplumsal ve kültürel bilinçte de görünmezliğe mahkum olduğuna iĢaret etmektedir (Ġri, 2011:213).
2
3
http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013)
http://www.isna.org/faq/what_is_intersex (EriĢim Tarihi: 04.07.2013)
65
Feminist teorinin de uzun yıllardır vurguladığı gibi dil erkektir. Dilin erkek olduğunun en temel
kanıtlarından biri, erkeklerin yüzlerce, binlerce yıl boyunca insan ve erkek kavramlarını eĢanlamlı
kullanmıĢ olmalarıdır (Somay, 2007:89). Aynı zamanda yoğun bir tahakkümü de içeren bu örnek,
erkek egemen dünyada erkekler tarafından kurulan dil'in bundan böyle erkek ve heteroseksüel
olduğunu da belirtmemize yol açacaktır. KuĢku uyandıran bu dil kalıpları yerleĢik düz cinsel kimliği
(ya da heteroseksizmi) olumladığı gibi, farklı olanın yadırganmasında da bir anormallik olmadığı
kibirli duruĢunu bir yanılsama ya da savunma mekanizması olarak getirecektir (Eradan, 2011: 129).
Heteroseksist dil, erkek egemen toplumda, LGBT bireyleri, bireylerin kurduğu dili ve hatta onun çok
öncesinde kategorilerin kendisini bile yok sayma eğilimi içerisindedir. Örneğin queer kelimesinin
Türkçe'de bir karĢılığının olmaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bir kelimenin bir dildeki
yokluğu, o dilde yaĢayanların o kelimenin neleri iĢaret edebileceği konusunda henüz bir uzlaĢmaya
varmadıklarının, belki yeterince konuĢmadıklarının ya da yeterince açık olmadıklarının bir
göstergesidir. Bu durum bir dilde yaĢayanların henüz var edemedikleri o kelimenin iĢaret edebileceği
anlama ihtityacı olduklarının görmezden gelinmesine, zaman zaman inkarına, bastırılmasına yol
açmaktadır. Queer gibi ithal kelimeler boĢluğu doldurabilir belki ama yaĢanan dilin çağrıĢımlardan
kaynaklanan gücünden ve etkisinden yoksun olacaktır (Ergül, 2013:383-384).
Öyle ki bu görünmezlik, LGBTIQ bireylerin çeĢitli aktivist hareketler ve kurulan sivil toplum
örgütleri ile varlıklarını göstermeye ve kanıtlamaya çalıĢmalarıyla aĢılmaya çalıĢılmaktadır. Özellikle
toplumda farkındalık yaratma amacı güden bu kuruluĢlar, LGBTIQ bireylerin her alanda karĢılaĢtıkları
Ģiddeti, baskıyı, ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik politika üretmektedirler. 29 Haziran 1969
yılında New York'da meydana gelen Stonewall Ayaklanması birleĢik LGBT hareketinin temsili
niteliğinde olmuĢtur (Yılmaz, 1998:254; Baird, 2004:25). Bu bağlamda LGBT bireylerin asıl amaçları,
yaratılması hedeflenen farkındalıkla birlikte olası nefret söylemlerinin ve suçlarının önüne geçebilmek
ve toplumun homofobi ve transfobi duygularını en aza indirebilmektir.
Hetoreseksist bir yapılanma içerisinde, heteroseksüelliğe vurgu yapan her Ģey olağan ve sıradan
kabul edilirken, bunların dıĢında kalanlara karĢı homofobi ve transfobi gibi fobiler oluĢmuĢtur.
Psikoloji kaynaklarında fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karĢı duyulan,
irrasyonel, dayanılmaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanmaktadır. Homofobinin ilk
kavramsallaĢtırıldığı yıllarda bireysel süreçler üzerine vurgu yapılırken; günümüzde homofobi
kavramı belirli bir sosyal kültürel bağlam içerisinde, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele
alınması gereken, politik bir alanda oluĢan gruplararası bir süreç olarak görülmekte ve önyargılı
fikirler ile ayrımcı tutumları kapsamaktadır (Szymanski ve Chung; Göregenli‘den akt: Öztürk ve
Kındap 2011:164). EĢcinsellere yönelik ayrımcılık, önyargı ve Ģiddet ise fobinin bir türü olan
homofobi kavramı ile açıklanmaktadır. Fakat homofobi, kiĢisel bir korku ve irrasyonel bir inanç
olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele
alınması gereken politik bir alanda oluĢan, gruplar arası bir sürece iĢaret etmektedir. Homofobi, daha
bireysel (kiĢilik, benlik algısı, biliĢsel yapılar vb.) süreçlerin de etkilediği, eĢcinsellerin ve
biseksüellerin bir dıĢ grup olarak kavramsallaĢtırılması sonucunda oluĢan ve belirli stereotiplerin eĢlik
ettiği bir gruplar arası iliĢki ideolojisi olarak görülebilmektedir. Transfobi kavramı ise, travesti ve
transseksüellere yönelik yargı ve nefreti temsil etmektedir. Biyolojik cinsiyetinden dolayı kendinden
beklenen seksüel ve toplumsal rollere uymayarak cinsiyet değiĢtiren bireylere karĢı bir tür kaygı veya
korku ifadesidir4.
Kalıpyargılar ve bu bağlamda oluĢan önyargılar, heteronormativ bir toplumda daha kolay vuku
bulmakta ve bu Ģekilde homofobi ve transfobi duygularını da pekiĢtirmektedir. Normal ve tek cinsel
yönelim olarak heteroseksüelliğin algılanıĢı ve toplumsal kural ve değerler içerisinde sadece kadın ve
erkek olarak iki kimlikten bahsedilmesi, 'öteki'lerin yaĢama alanını daraltmakta ve varlıkları dahi fobik
bir hal almaktadır. Toplumsal baskınlık kuramında toplumlarda bir ya da birkaç grup tıpkı
heteroseksist gruplar gibi baskın olup, diğerlerine göre daha dominant bir halde olmakta ve bu grup
kendi meĢruiyetini sağlamak için meĢrulaĢtırıcı ideolojiler kullanmaktadırlar. Bu ideolojiler ile baskın
olan heteroseksist grup, kendi eylemlerinin normal olduğunu ve bunların dıĢında kalanlarının normdan
saptığını ortaya koymaktadır (Çayır, 2010:47).
4
http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk(EriĢim Tarihi: 12.06.2013)
66
Egemen ideoloji olarak heteroseksist bir yapıya sahip olan toplumların sineması da yine toplumsal
geçerliliği olan normlar etrafında Ģekillendirilmekte ve toplumun yadırgamayacağı tarzda filmler
yapılmaktadır. Öyle ki heteroseksist bir yapı içerisinde LGBT'nin görünürlülük ihtimali azalmakla
birlikte, homofobinin ve transfobinin pekiĢtirilmesine yönelik filmler üretilmektedir. Asıl gerçek
temsillerle toplumsal durumları ele alan filmlerse hak ettikleri değerleri bulamamakla birlikte çoğu
zaman senaristleri ve yönetmenleri de zor durumda bırakarak ülkelerinin dıĢında, senaryolarının daha
kabul edilir yerlerde filme dönüĢtüğünü görebilmekteyiz. Yine de 20.yy sinemasının, 19.yy sineması
kadar sancılı olmaması ve sinemada daha özgür metinler, bağımsız sanatçılar tarafından
üretilmektedir. Bu süreç ne kadar yavaĢ da iĢlese, eĢcinsel sinemanın geliĢebilmesi ve temsiliyet
sorununun aĢılabilmesi adına hem Dünya sinemasında hem de Türkiye'de ümit verici filmler yapılmıĢ
ve yapılmaktadır. Tıpkı 20. yy'a adım atarken, Lola ve Bilidikid gibi...
BEYAZ PERDEDE LGBT: AVRUPA VE AMERIKAN SINEMASI‟NDAN ÖRNEKLER
EĢcinselliğin ilk temsiliyeti Amerikan sinemasında Türkiye'nin aksine erkek eĢcinselliğinin
gösterimiyle baĢlamıĢtır (Öğüt ve Deniz, 2012:68). Sinemanın doğuĢundan itibaren Hollywood
eĢcinselliğe hep yer vermiĢ fakat dönem dönem homosekesüllik kavramına yüklenen anlamlar ve
bunların sinemadaki temsiliyetinde farklılıklar görülmüĢtür. Çünkü özellikle 1930'lu ve 40'lı yıllar
süresince eĢcinsellik; acınacak, gülünecek hatta korkulacak bir Ģekilde gösterilmiĢ ve yapılan filmlerde
homofobik söylemlere de gizil ya da açık Ģekilde yer verilmiĢtir. Bunun ilk ilkel denemesi Amerikan
sinemasında 1895 yapımı bir Thomas Edison filmi olan The Gay Brothers olmuĢtur.Filmde iki erkek
dans ederken üçüncü bir erkeğinde keman çalması, tam anlamıyla bir LGBT temsiliyeti söz konusu
olmasa da ilk adımlardan biri niteliğindedir.Öyle ki filmde eĢcinsellik bir güldürü unsuru olarak yer
almıĢtır. 1920'lerin sonu ile 30'lar arasında ise lezbiyenlik kavramına yer verilerek, 1929 yapımı olan
Pandora's Box adlı ilk lezbiyen temalı filmi çekilmiĢtir. Fakat 30'ların ortalarında Hollywood, Hays
Yönetmeliği'nin kararı ile kendi filmlerini sansürlemeye karar vermiĢtir. Bu durum her ne kadar
homoseksüel temsilin tamamiyle ortadan kaldırılmasına neden olamamıĢ sadece yönetmenlerin
eĢcinsel imalarını daha da gizlemek zorunda bırakmıĢtır. Durum 1950'lerde daha da vahim hale
gelerek yükselen 'erillik' ile birlikte, geylere duyulan öfke daha da artmıĢtır (Davies, 2010:23-27).
60'lara gelindiğinde ise sinemada özellikle eĢcinseller korkulması gereken kötü karakterli, baĢlarına
kötü Ģeyler gelmiĢ acınası ya da hiç olmadı intihara meyilli insanlar olarak betimlenmiĢtir. ABD ve
Britanya'da 1961-1967 yılları arasında çekile 32 filmde eĢcinsel karakterlerin 13'ü intihar etmekte, 18
eĢcinsel de filmlerdeki baĢka karakterler tarafından öldürülmektedirler (Ulusay, 2011:3). Yapılan bu
yanlıĢ temsiliyetlere rağmen ilk defa 60'ların sinemasında bu kadar fazla eĢcinsel bireylere yer
verilmiĢ fakat özgürleĢmeye baĢlayan bireylere rağmen sinema eĢcinselleri özgürleĢtirememiĢ;
Hollywood, 60'larda sınırlılık çerçevesinde, eĢcinselliğin olumsuzlanarak temsilini öngörmüĢtür
(Benshoff ve Griffin, 2004:8).
Eylül, 1961'de, Amerikan Sinema Filmleri Derneği, Yapım Yönetmeliği'nin yeniden düzenlendiğini
ilan etmiştir: Düzenleme, 'dönemimizin kültür, ahlak ve değerlerini korumak kaydıyla' diyordu,
'eşcinsellik ve diğer cinsel sapkınlıklar özenli, sağduyulu ve sınırlı biçimde ele alınabilir.' (Davies,
2010:68-69).
60'ların ortalarında ise birçok oyuncu, yazar ve yapımcı New York'un Batı Yakası'nda yeraltı
filmleri yapmaya yönelmiĢlerdir. Böylece 1963 yılında queer sinemasında en önemli yere sahip,
avangart tarzda Kenneth Anger'in Scorpio Rising, Jack Smith'in Flaming Creatures ve Barbara
Rubin'in Christmas on Earth adlı üç film çekilmiĢtir. Cinsel Devrim'in de yaĢandığı bu dönemde
özellikle Andy Warhol da birçok yapıt ortaya çıkarmıĢtır (Davies, 2010:70-71).
Bu yıllara kadar sinemanın özgürleĢtiremediği eĢcinsel bireyler 1969'daki Stonewall Ġsyanı ile
birlikte, varlıklarını kabul ettirmeye baĢlayarak medyanın da desteği ile birlikte kendilerine sergilenen
tavırlarda değiĢiklikler de meydana gelmiĢtir. Böylece yavaĢ yavaĢ sinemada da olumlu eĢcinsel
karakter imgelerine yer verilerek bir bakıma farkındalık yaratılmaya baĢlanmıĢtır. Mart Crowley'in
tam da aktivist eĢinsel hareket ile aynı döneme denk gelen The Boys in the Band adlı filmde
Amerika'lılara, erkek eĢcinsellerin verdikleri mücadeleler anlatılmaya çalıĢılmıĢtır (Davies, 2010:9497). Özellikle Amerika'da aktivistelerin verdikleri müadelelerle birlikte, Amerikan Psikiyatri
Kurumu'nun 1974'te eĢcinselliğin hastalık olmadığını beyan etmesi bir dönüm noktası sayılmıĢtır
(Benshoff ve Griffin, 2004:4) . Böylece eĢcinselliğin sinemadaki temsiliyeti sorunu da aĢılırken
67
80'lerde eĢcinselliğe yönelik güçlü bir tepki de AIDS salgınıyla birlikte gelmiĢtir. Ġngiltere'de de
tabloid basını eĢcinselleri virüs taĢıyıcı olarak betimlemiĢ ve Thatcher hükümeti de insanları
bilinçlendirmek ve hastalığın gerçeklerini açıklamak yerine, belediye meclislerinin eĢcinsellikle ilgili
materyelleri desteklemesini yasaklayan 28. Madde'yi oylamaya sunmuĢtur. Fakat yine de Avrupa'da
durum bu Ģekilde lanse edilirken 80'lerin en iyi eĢcinselliği temsil eden filmlerini Hollywood'un aksine
Avrupa yapmıĢtır. Özellikle My Beautiful Laundrette adlı filmde Ġngiliz sinemasında gey erkekler
sisteme, sosyal adalete, orta sınıf ahlakına meydan okuduğu bir tarihsel sürece girmiĢtir. 80'lerin
ortalarında Amerika'da ise bağımsız filmlerle aynı döneme denk gelen bir 'AIDS sineması' ortaya
çıkmıĢ ve burada birçok duygusallığı sömüren sahnelere yer verilerek, eĢcinseller birer kurban
niteliğinde yer almıĢlardır (Davies, 2010:138-142). Bu bağlamda Hok ve Leung Amerika'daki bu
Bağımsız Sinema'nın Hollywood tarafından metalaĢtırıldığını savunmuĢlardır (Hok ve Leung, 2004:
157). 90'lara gelindiğinde ise bir bakıma 80'lerin AIDS kuĢağına cevaben travesti takıntısı oluĢmuĢ,
LGBT bireyler sinemada komedi unsuru haline getirilerek metalaĢtırılmıĢlardır.
B. Ruby Rich, 90'larda yapılan filmlerin 'yeni queer sinema'yı meydana getirdiğini ve özellikle
The Hours and Times (Christopher Munch, 1991), Swoon (Tom Kalin, 1991), The Living End (Gregg
Araki, 1992) ve R.S.V.P (Laurie Lynd, 1992) adlı bu dört filmin San Fransisco Gey ve Lezbiyen Film
Festivali'nde gey ve lezbiyen sineması için bir dönüm noktası niteliğinde olduğunu belirtmiĢtir (Rich,
1995:164). 2000'lerde ise eĢcinsel sinema kendi görünürlüğünü sağlayarak büyük baĢarılar elde
etmiĢtir. Hollywood'un baĢını çektiği 'queer yılı' ile 5 Mart 2006 yılı tarihe 'EĢcinsel Oscar'ları' olarak
geçmiĢtir. Altın Küre Ödülleri'nde de Brokeback adlı filme dört ve altı ödül de gey ve transseksüel
karakterlere gitmiĢtir (Davies, 2010:254-255).
L, G, B YA DA T GÖRDÜM SANKĠ? : TÜRK SĠNEMASI‟NDAN ÖRNEKLER
Toplumsal normlar doğrultusunda Ģekillenen heteroseksist yapı, tahakkümünü sinema gibi görsel
metinler üzerinde de kurmuĢtur. Bundan ötürüdür ki sinemanın tarihi 1800'lere dayanmasına rağmen,
yapılan filmlerin niteliği ve konuları incelendiğinde LGBT bireyler çoğu zaman üstü kapalı biçimde
gösterilmiĢ ve varlıkları ancak Türk yapımı filmlerde 1960'lardan sonra söz konusu olmuĢtur. Fakat ilk
olarak Türkiye'de homoseksüelliğe az da olsa atıfta bulunulmuĢ ve 1962 yapımı olan 'Ver Elini
Ġstanbul' adlı film gösterime girmiĢtir. Aydın Arakon'un yönetemenliğini ve Atilla Ġlhan'ın takma ad
kullanarak Ali Kaptanoğlu ismi ile yazdığı senaryoda ilk defa bir sahnede iki kadının 'masumane'
öpüĢmesi yer almıĢtır. Bunun yanı sıra Ġki Gemi Yanyana, Harem'de Dört Kadın gibi filmlerde 60'lı
yıllarda kadın eĢcinselliğine yer verilmiĢtir5. Fakat eĢcinsellik teması doğrudan iĢlenmemiĢ sadece
'masumane' öpüĢmelerden ibaret kalmıĢtır. Öyle ki bu bahsi geçen üç filmde de hikayelerin doğrudan
'farklı' cinsel kimlikler üzerinden kurulu olmayıĢından bu filmler eĢcinselliğin ele alınıĢı bakımından
bir ilk özelliği taĢımamaktadırlar.
1974-79 yılları arasında ise seks furyası ile birlikte, sinemada kadının cinselliği ve eĢcinselliği
cinsel giderim ve sömürü aracı olarak kullanılmaya baĢlanmıĢtır. Özellikle erkek seyircilere yönelik
gösterimleri yapılan bu filmlerde ticari kaygılar güdülerek, kimi zaman kadınların öpüĢme sahnelerine
yer verilmiĢtir. Genel itibariyle 80'lerden sonra çekilen filmlerde de tam olarak lezbiyen kimliği ele
alınmamıĢ; lezbiyen olmak, erkekler tarafından mağdur edilen kadınların hemcinsine yaklaĢtığı gibi
anlatımlarla, erkek dolayımlı bir biçimde yapılmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın 92'de yönetmenliğini üstlendiği
DüĢ Gezginleri adlı filmde (1994'te Uluslararası Torino Gey ve Lezbiyen Film Festivali'ne katılan ilk
Türk filmi) lezbiyenlik, yine erkekler tarafından mağdur edilen kadınlar arasında geçen bir birliktelik
olarak lanse edilmiĢtir (Öğüt ve ZeliĢ: 2012:68-70).
80'lerde darbe sinemada da etkisini göstermiĢ ve sinemaya çeĢitli yaptırımlar uygulamıĢtır. Beddua
isimli Bülent Ersoy'un cinsiyet değiĢtirmeden önce yer aldığı 1980 yapımı film ilk erkek eĢcinsellik
temalı film olmuĢtur. Fakat öyle ki filmde çocukluğunda tecavüze uğrayan ve sonrasında bunun
üstesinden gelemeyerek cinsiyet değiĢtiren bir kiĢiye yer verilmiĢ ve bu durum duygu, hissediĢ ya da
yönelimden ziyade tecavüz olayıyla bağdaĢtırılmıĢtır. Tekrardan 1981 yılında Yüz Karası adlı Orhan
Aksoy'un yönettiği ve Ersoy'un oynadığı filmde darbenin de kurduğu tahakküm ile birlikte tıpkı
Beddua'da olduğu gibi eĢcinselliğin nedenleri çocukken tecavüze uğramak, bebeklerle oynamak gibi
5
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036 (EriĢim Tarihi: 04.08.2013)
68
eylemlere indirgenmiĢtir. Bu filmde özellikle eĢcinsellik sapıklık/sapkınlık olarak gösterilmiĢ ve
filmin sonunda Ersoy tekrardan erkek olarak cinsiyetini değiĢtirerek bir bakıma af dilemiĢtir. Yine
aynı Ģekilde Eser Zorlu'nun yönetmenliğindeki Kadir Ġnanır'ın yer aldığı Acılar PaylaĢılmaz adlı
filmde de, eĢcinsel bir oğlu olan babanın onu bu yoldan vazgeçirmeye çalıĢması ve bu durumun
babasız geçen yıllara bağlanması durumu Ersoy'un filmleriyle benzerlikler taĢımaktadır.
Türk sinema tarihinde yer alan bir diğer grup da transseksüel ve travestilerdir. Sinema tarihinde
erkek rolünü üstlenen ilk kadın oyuncu olan Francesca Bertini, bir Ġtalyan filmi olan Histoire D'un
Pierrot'ta yer almıĢtır. Türkiye'de ise ilk olarak 1923'te Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Leblebici Horhor
adlı filmde travestiler yer almıĢtır. Fakat burada da tıpkı eĢcinselliğin temsiliyetinin tam olarak söz
konusu olamadığı gibi travestiler üzerinden yazılan senaryolar da temsiliyet konusunda sorunludur
(Özgüç, 2000:53). Öyle ki travestilik komedi türü filmlerde ortaya çıkarak, zorlu aĢamaları geçmek
için kılık değiĢtiren kadın ya da erkeklerin hikayeleri anlatılmaktadır. Özellikle erkekler için bu geçici
kadın olma durumu kısa süreli olmakta ve sonuçta tekrardan erkek kimliğine bürünmektedirler. Türk
filmlerinde daha çok 1959 sonrası transvestizim, erkekleĢmiĢ kadın tipleri ile süregelmiĢtir. Adeta bir
moda haline gelmeye baĢlayan bu akım ilk olarak Neriman Köksal'ın baĢrolünü oynadığı Fosforlu
Cevriye ile baĢlamıĢtır. Sonrasında ise ġoför Nebahat'te Sezer Sezin, Aslan Yavrusu'nda Leyla Sayar,
Gece KuĢu'nda Belgin Doruk ve Belalı Torun'da Fatma Girik gibi isimlerin maskülenleĢtiği
görülmektedir. Yine tıpkı homoseksüel iliĢkilerin perdeye yansımasında ilk olarak lezbiyenliğin ele
alınması gibi, travesti rollerinde de ilk olarak kadın tiplemeleri gösterilmiĢ ve erkekler ancak yaklaĢık
41 yıl sonra sinemada yerini almıĢtır. 1964 yılında yönetmenliğini Hulki Soner'in yaptığı, Sadri AlıĢık
ve Ġzzet Günay'ın baĢrolde yer aldığı Fıstık Gibi MaĢallah adlı filmde temel ögeler transvestizim
üzerine kurulmuĢtur fakat yine zor durumda kalmalarından ötürü kılık değiĢtiren erkek tiplemelerine
yer verilmiĢtir ve sonuçta yine bu oyuncular filmde erkek kimliklerine geri dönmüĢlerdir (Özgüç,
2000:54). Böylece travesti olma durumu sadece geçici bir durum haline getirilmiĢ ve travestiliğin
'ötekileĢtirilmesi' algısı izleyicide pekiĢtirilmiĢ ve bu filmlerin travesti kimliğini iĢleyiĢ tarzının amacı
sadece seyirciyi 'güldürmek' olmuĢtur.
1993'lere gelindiğinde ise, öncesinde yüzeysel ve ana tema olarak ele alınmayan eĢcinsellik ilk
defa irdelenmeye baĢlanmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın filmi olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, her ne kadar
eĢcinselliği bir yan tema ve 'normal' dıĢı insanlar olarak ele alsa da eĢcinsellik önceki filmlere göre
daha cesur olarak ele alınmıĢtır. 93'e kadar hem eĢcinsellerin hem de travestilerin komedi unsuru
olarak görülmeleri bir kenara bırakılarak hayatın gerçekliği olarak ele alınmıĢtır. Özellikle 90'larda
bağımsız sinemanın da ortaya çıkıĢının etkisiyle sinemacıların konulara bakıĢ açıları da değiĢmiĢ ve
eĢcinsellik 'dostluk' üzerinden anlatılmıĢtır (belki de toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢı).
Örneğin 97 yapımı olan Ferhan Özpetek'in Hamam adlı filminde gey kimliği dostluk kavramı
üzerinden ele alınmıĢtır. Yine aynı Ģekilde Özpetek'in Cahil Periler, Serseri Mayınlar, Bir Ömür
Yetmez gibi filmleri de dostluk kavramı ile ele almıĢtır. KAOS GL dergisinin LGBT temalı filmlerden
seçtikleri 100 sinema filminin arasında beĢ Türkiye'li yönetmenin filmine yer verilmiĢtir. Bunlar; DüĢ
Gezginleri (Atıf Yılmaz, 1992), Ġki Genç Kız (Kutluğ Ataman, 2004), Lola ve Bilidikid (Kutluğ
Ataman, 1999), Cahil Periler (Ferzan Özpetek, 2001) ve Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf
Yılmaz, 1993) olarak sıralanmaktadır (Safoğlu, 2008a:74-77). Burada üzerinde durulması gereken bir
konu, yönetmenlerden Kutluğ Ataman ve Ferzan Özpetek'in Türkiye dıĢında yaĢayan yönetmenler
olmasıdır. Dolayısıyla hem sinema filmi için sahip oldukları sermayeyi Türkiye dıĢından sağlamaları,
mekansal olarak çoğu zaman Türkiye dıĢındaki ülkeleri kullamaları, sinema filmi gösterimlerinin
Türkiye dıĢındaki ülkelerde gerçekleĢmesi bu filmlerinin yansıttıkları gerçekliğin yeniden kurulması
açısından önemlidir.
Bu filmlerin yanı sıra Türk Sineması'nın en önemli eĢcinsel filmlerinden biri de Zenne'dir. 2008
yılında Ahmet Yıldız'ı eĢcinsel olmasıyla, toplumsal normlara uygun davranmamasından ötürü
babasının öldürmesini konu edinen bu film Yıldız'ın arkadaĢları olan M. Caner Alper ve Mehmet
Binay tarafından 2011 yılında vizyona girmiĢtir. Filmde bu nefret suçunun ele alınmasının yanı sıra
TSK'nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) da eĢcinselliğe bakıĢ açısı da tüm gerçekliğiyle gösterilmiĢtir. Bu
Ģekilde temsil sorununun olmadığı, birinci ağızdan yaĢam hikayelerinin, LGBT evlat sahibi olan
ebeveynler tarafından anlatıldığı, Can Candan'ın yönetmenliğini üstlendiği, 2013 yapımı 'Benim
Çocuğum' adlı uzun metraj belgeseldir. Bu film ile birlikte; LISTAG (LGBTT Aileleri Ġstanbul Grubu)
69
Derneği'ne bağlı aktivist olan bu ebeveynler yaĢadıkları süreçleri, zorlukları açıkça dile getirerek
toplumda farkındalık yaratabilmek adına, geniĢ bir kitleye ulaĢmaya çalıĢmıĢlardır.
2000'ler öncesi genel olarak her ne kadar istisnalar olsa da, LGBT temsilinin Türk sinemasında
topluma gerçekler gösterilerek değil, ya ticari kaygılar güdülerek tamamiyle cinselliğin sömürüsü ya
da güldürü ögesi olarak ya da 'dostluk' kavramı üzerinden ele alındığını görmekteyiz. Öyle ki bu
durum toplumun gerçeğini yansıtan ve tüm dönemlerin bir bakıma aynası niteliğinde olan sinema,
LGBT bireyler için tam anlamıyla amacına ulaĢamamıĢtır. Amacına ulaĢamamasının yanı sıra
amacından da saptırılıp güldürü ögesi olmaları ve çoğu zaman sapkın/sapık, anormal tiplemeleriyle ele
alınmaları toplumda homofobi ve transfobinin de pekiĢmesine neden olabilmektedir.
SĠNEMANIN STONEWALL'U: LOLA VE BĠLDĠKĠD
1880'ler, sinema endüstrisinin oluĢmaya baĢladığı yıllar olarak kabul görmektedir. Bu yıllardan
itibaren günümüze gelinceye kadar eĢcinsel sinema örneklerine sıkça rastlanmamaktadır. Eldeki bazı
örnekler de kimliği ya da yönelimi gerçekliğin dıĢında bir temsil olarak sunmuĢtur. Kimi zaman
LGBT bireylerin temsili hastalıklı, sapık/sapkın Ģeklinde kimi zaman da toplumdan gelebilecek olası
tepkilere karĢın üstü kapalı bir Ģekilde ima edilmeye çalıĢılmıĢtır. Fakat öyle ki çoğu zaman da
sinemanın birer güldürü ögesi haline gelmeleri ya da cinselliklerinin aĢağılanması söz konusu
olmuĢtur. Durum böyleyken gerçeği tüm Ģeffaflığıyla gösteren filmler tıpkı Lola ve Bildikid'de olduğu
gibi eĢcinsel sinema tarihinde önemli bir yere sahiplerdir.
Lola ve Bilidikid 1961 Ġstanbul doğumlu olan Kutluğ Ataman tarafından Berlin'de çekilmiĢtir.
Filmde Ataman popüler bir oyuncu kadrosu oluĢturmak yerine, Osman rolündeki Hasan Ali Mete,
Bilidikid rolündeki Erdal Yıldız ve Murat rolündeki Baki Davrak haricindeki diğer oyuncular
Almanya'da yaĢayan ve profesyonel meslekleri oyunculuk olmayan Türkler'den oluĢturmuĢtur. Filmi
Ataman ilk olarak Türkiye'de çekmek istemesine rağmen, sponsor bulamamasından dolayı
Almanya'da bir takım fon yardımlarıyla birlikte çekilmiĢtir. Bunun yanı sıra Ataman'ın filmi Berlin'de
çekmiĢ olması tesadüf değildir. Öyle ki Karl Heinrich Ulrichs'in Ağustos 1867'de Münih'teki Alman
Hukukçular Kongresi'nde eĢcinsel haklarını savunan konuĢması, Almanya'daki eĢcinsel özgürleĢme
hareketinin baĢlangıcı kabul edilmiĢtir. Ayrıca, yine Berlin'de gey seksolog Marcus Hirschfeld'in
Cinsel Bilimler Enstitüsü'nü kurması fakat kütüphanesindeki 12 bin kitap, 35 bin fotoğraf ve sayısız el
yazması, 6 Mayıs 1933'te Nazi öğrenciler tarafından yok edilmiĢtir (Baird, 2004:27-28). Almanya ve
özellikle Berlin bu bağlamda eĢcinsel hareketin doğduğu ve geliĢtiği önemli merkezlerden biri kabul
edilmektedir. Dolayısıyla yönetmenin film için seçtiği ülke ve Ģehir tercihi bir tesadüf olmaktan çıkıp,
bilinçli bir tercih haline dönüĢmüĢtür.
Berlin Film Festivali'nin Panorama Bölümünü açan film, Ataman'ın deyimiyle 1998 zamanı
Türkiye'sine göre erken bir film niteliğindeydi. Çünkü filmde cinsel ve ırksal kimlikle ilgili
önyargıları, 'Almancı Türkler' bağlamında ele almıĢ, iĢin içine eĢcinsellik teması da girince halkın
gündüz sinemasında, 'yanlıĢ' anlaĢılmaya sebebiyet verebilecek filmleri arasına girmiĢtir. Oysa ki film
sonrasında Turin, Oslo ve Ġstanbul'da (Ataman Mithat Alam ile söyleĢisinde bunun eĢcinsellerin
desteğiyle olduğunu belirtiyor, Alam, 2009:14) ödüller almasının yanında, New York'un The New
Festivali'nde En Ġyi Film Ödülünü kazanmıĢtır.
Film tek bir toplumsal olay veya olguyu ele almak yerine toplumun birçok gerçeğini seyirciye
yansıtmıĢ, Türklerin Almanya'ya göç serüvenini ve Almanya'da yaĢayan Türkler'in yaĢam zorluklarını,
etnik ve cinsel kimlikleriyle ve veya yönelimleriyle toplumdan izole edilen bireyleri, nefret
söylemlerini ve suçlarını ve toplumsal sınıf gibi birçok kavramı ele almıĢtır. Ġlk defa hem eĢcinsel
sinemaya Türk bir yönetmenin gerçek temsillere yer vererek cinsel kimlikleri ele alması, hem de
bunun yanı sıra cinsel devrimin en sancılı yaĢanan yerlerden biri olan Berlin'de ele alınan bir dönem
filmi olması bakımından önemlidir.
GÖÇ...
Almanya'da 1950'li yılların sonuna doğru çoğu Türkiye'den olmak üzere Yunanistan, Portekiz,
Ġspanya ve Yugoslavya'dan yaklaĢık olarak iki milyon iĢçi alımı yapılmıĢtır. II. Dünya SavaĢı'ndan
sonra geliĢen Alman endüstrisinin iĢ gücü açlığı ile, Türkiye'deki gizli ve açık iĢsizliğin baskıları
birleĢince, 1960'ların hemen baĢında Türkiye'den büyük çapta bir iĢ gücü ihracı, Federal Almanya'ya
70
doğru geniĢ bir göç hareketine dönüĢmüĢtür (Turan 1997:13). Ekonomik zorluklar ya da diğer baĢka
sebeplerlerden ötürü yapılan bu göçler, Türkiye'den giden birçok insanın, kültür farklılığı nedeniyle
yeni bir topluma ve onların kültürlerine entegre olamamalarından dolayı göçmenler kimi zorluklara
maruz kalmıĢlardır. Öyle ki entegrasyon, toplumsal bir yapıda varolan etnik, sosyal ve azınlık
grupların o ülkedeki tüm olanaklara eĢit olarak eriĢebilmesini ve ortada herhangi bir çatıĢma
olmaksızın yaĢayabilmelerini öngörmektedir. Elbette bir bakıma bu entegrasyon sürecinin de
zorlaĢması, bireylerin köklerinin bulunduğu ülke ile sınırlı da olsa iliĢkilerini sürdürüyor oluĢuna ve bu
Ģekilde bağlı olduğu ülkeye aidiyetini kaybetmemesinden kaynaklanmaktadır (Tuna ve Özbek,
2012:47). Türklerin özellikle bu aidiyetinden ötürü de Alman toplumuna entegrasyonu zorlaĢmıĢ ve
çoğu Alman tarafından toplumdan izole edebilmek adına Türkleri 'öteki'leĢtirmiĢlerdir. Bu durum
Almanya'da yaĢayan Türklerin bir bakıma birlik olma bilinci ile birlikte birbirlerine yakın yerlerde
yaĢamalarını öngörerek Türk mahallelerinin oluĢmasına sebep olmuĢtur. Bir yere bağlı yerleĢme ve
organizasyon Ģeklini de alarak cemaat mantığına dönüĢen bu mahallerde komĢuluk prensibi de önemli
bir yapı iĢaretidir. Böylece komĢuluk birinci planda akrabalık bağlarına değil ikametgah yakınlığına
bağlı olan ve bunun neticesinde ortaya çıkan değerlere dayanmaktadır(Gezgin, 2013:185).
Her ne kadar Türkler kendi özel alanları içerisinde Türkiye'deki aidiyetleri doğrultusunda hareket
edip, yaĢam stillerini yine bu aidiyetlik doğrultusunda Ģekillendirseler de, Almanların dominant
olduğu kamusal alanda Türklerin dinsel, dilsel ve ırksal farkları gözetilmekte ve vasıfsız iĢçi olarak
çalıĢmaları da, onları 'ikinci sınıf' insan yerine koyarak, Türkler üzerinde tahakküm kurmaya
çalıĢmalarının ve bu bağlamda asimilasyon politikalarının izlenmesinin önüne geçilememiĢtir.
Özellikle 2010 yılında Türkçenin Almanya'nın çeĢitli yerlerinde kullanımının yasaklanmaya
baĢlaması, Türkçe derslerinin zorunlu ve kredili ders grubundan çıkarılması ve kimi yerlerde
kaldırılması, Türklerin tepkisine neden olan bir asimilasyon politikası haline gelmiĢtir. Oysa ki Esser
daha homojen bir toplumun oluĢabilmesi adına, göçmenlerin vergilerini ödedikleri ve yasalara uygun
davrandıkları sürece sistem entegrasyonunun gerçekleĢmesinin ve bunun için de yeni üyelerin dil
bilmeleri ya da içinde bulundukları kültür ya da gruplara uyum sağlamaları zorunlu olmadığını
belirtmektedir (2000: 56-66). Fakat kiĢilerin buna zorunlu olmamalarına rağmen, hali hazırda olan
sistem göçmenlerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri, çocuklarını okutabilmeleri gibi ihtiyaçlardan ötürü
bireylerin Alman toplumuna uyum sağlamasını öngörmektedir. Öyle ki bu bağlamda 'Yabancıların
korkusu, AB ülkelerinde farklı vurgularla uygulanmaya çalıĢılan 'integration-bütünleĢme'nin zorla
dayatılan asimilasyona dönüĢmesidir.' (Abadan-Unat‘dan akt: Tuna ve Özbek, 2012:42).
O GERÇEK SAÇIN MI?
Stuart Hall çalıĢmalarında temsil ve öteki kavramlarına önem vererek; temsili, dil ve kültür
arasındaki iliĢkiyi incelemiĢtir. 'Temsil, dili kullanarak anlamlı bir Ģey söylemek ya da diğer insanlara
dünyayı anlamlı bir biçimde sunmaktır.' diyen 'Hall sonrasında temsilin, anlamın üretildiği ve bir
kültüre ait üyeler arasında paylaĢıldığı sürecin önemli bir parçası olduğunu ve dilin kullanımını,
iĢaretlerin ve imgelerin Ģeyleri temsil etmesini ya da yerine kullanılmasını içerdiğini eklemektedir.'
(Hall akt: Kırel S. 2010:364-65). Bu bağlamda filmde Ataman'ın önemle vurguladığı ve filmin yanı
sıra Peruk Takan Kadınlar adlı kitabında da yer verdiği peruk filmde anlam üreten bir temsil
niteliğindedir. Ġlk olarak filmde Lola'nın sahneye çıkıĢı ile birlikte görülen peruğa film süresince
birçok kez rastlanmaktadır.
Peruk kullanım amaçları düĢünüldüğünde; kiĢinin kendi kimliğini gizlediği, kimi zaman bir perde
gibi arkasına saklanabileceği, kimi zaman zorunluluktan dolayı yada dini inançlar adına kullanılan bir
aksesuar olarak görülebilmektedir. Zaten peruk demek (insan saçından yapılmıĢ olanlar) bir bakıma,
Lola'nın travesti kimliği adına kullandığı bir aksesuar olarak ele alındığında, bir baĢkasının DNA'sını
taĢımak ve kendi kimliğinin dıĢında baĢka bir kimliğe bürünmek anlamlarına gelebilmektedir. Öyle ki
Lola tavırları, konuĢması, tarzı, giyiniĢi ve özellikle de peruğu ile birlikte kamusal alanda kendini ait
hisettiği yer ile özdeĢleĢtirerek ve kendi istediği kimliği yaratarak; baskıcı ve otoriter toplum yapısında
maruz kalan saldırı altındaki kimliğini değiĢtirmek ve yeniden inĢa etmek için savunmadadır (Baykal,
2008:44). Peruk bu bağlamda filmde Lola'nın cinsel kimliğini ve heteronormativiteye bir baĢkaldırıĢını
temsil etmektedir. Lola özellikle kimliğini ailesine açıklamak ve homoseksüelliğini bastırmaya çalıĢan
abisinin kendisine tecavüzünü de onun yüzüne vurmak istediğinde, kırmızı peruğunu takıp onların
71
karĢısına çıkmaktadır. Bunun yanı sıra baĢka bir sahnede de homofobik olan ve her seferinde Lola'ya
karĢı nefret söylemlerinde bulunan Alman gençlerden biri, 'Getirin o Türk'ün peruğunu bana..!' diyerek
peruğun temsiliyetinin yanı sıra simgesel olarak da bir anlam yüklendiğini göstermektedir.
Ataerkil sistem bu denli değerli kılınırken, hakim erkeklik kodları dıĢındaki bir bireyin, 'yüce'
erkeklikten vazgeçip efemine bir hale dönüĢmesi 'utanç verici', 'küçük düĢürücüdür' ya da olmaktadır.
Bu yüzden toplumda lezbiyen ya da biseksüel olan bireylere karĢı verilen tepkiler, bir lezbiyen bireyin
vazgeçtiği bir erkeklik kimliği olamamasından ya da bir biseksüelin en azından yarı da olsa erkek
olarak nitelendirilmesinden dolayı, gey ya da transseksüel bireylere verilen kadar nefret içerikli
olmamaktadır. Heteroseksit analyıĢa göre evrensel olarak cisniyetli olan insanlar, genel olarak ötekini
arzularlar ve döllemek için aynı zamanda genel olarak arzuladıkları bu ötekine bağımlıdırlar.
Hemcinsine karĢı özel ilgi rastlantısal bir olaydır ve kuralı bozmayan bir tür istisnadır. Dolayısıyla
geleneksel toplumlarda evlililik konumu ve çocuk sahibi olma olgusu bireyi kadın ya da erkek yapar.
Yani erkek ve kadın yalnızca doğuĢtan gelen özelliklerle değil, aile olmaları olgusuyla da
tanımlanmıĢtır (Agacinski, 1998:79-81). Öyle ki Bili filmde her ne kadar gey olsa da, tipik Türk maço
erkeği rolüyle Lola'nın cinsiyetini değiĢtirmesini isteyerek geleneksel aile yapısına vurgu yapılmakta
ve onunla Türkiye'de evlenip 'evinin kadını' rolüne sokmak istemektedir. Çünkü kamusal alanda bir
tanıdığıyla denk geldiğinde Lola'nın kimliğinden utanmakta ve söylemlerinde aktif tarafın kendisi
olmasından ötürü, kendisini 'ibne' olarak nitelendirmemektedir. Filmde bu Ģekilde Bili'yi homosekesül
kimliğini gizlemeye çalıĢan ve gizli homofobik olarak görürken, Lola'nın abisi rolündeki Osman'ı da
gizli bir homoseksüel ve kardeĢini öldürecek kadar uç bir homofobik karakter olduğunu
görebilmekteyiz. Yine Bili ile benzer bir Ģekilde Ġskender'in de Friedrich ile iliĢkisinde
homosekesülliğini yadsıdığını ve Friedrich'i 'ibne' olarak adlandırarak yine ataerkil söylemler
üretmektedir. Ġskender'in Friedrich ile iliĢkisinde Ataman sosyal sınıf ve statü kavramına da gönderme
yapmaktadır. Özellikle Friedrich'in annesi Ute ile iliĢkisi hakkında konuĢmasında; kadın, oğlunun
cinsel yönelimi hakkında yorum yapmak yerine onun iliĢkide bulunduğu Ġskender'in sosyal statüsüne
eleĢtiride bulunmaktadır. Burada önemle Ataman'ın vurgulamak istediği, bir Türk ailesinde evden
kovulma ve evlatlıktan ret hatta sonunda kardeĢ katliyle noktalanan bir kimlik açıklama durumunun,
Avrupalı bir ailede daha rahat bir Ģekilde konuĢulabildiğidir.
CINSIYETINIZ?: KADIN (K), ERKEK (E)
Berlin 1900'lü yılların baĢında eĢcinseller adına dünyada en fazla hak ve özgürlüklere sahip olan
Ģehirdi. Fakat Alman Ceza Kanunu'na, içeriğinde erkekler arası cinsel iliĢkinin yasaklanması bulunan
175. Madde'nin eklenmesiyle birlikte durum değiĢmeye baĢlamıĢ, cinsel özgürlükler kısıtlanmaya
baĢlamıĢtır. Özellikle Adolf Hitler'in baĢa gelmesiyle cinsel kimlikler adına yapılan birçok bilimsel
faaliyetler durdurulmuĢ, açılan eĢcinsel barlar, gece klüpleri kapatılmıĢ ve Naziler Almanya'da
eĢcinsellere karĢı terör kampanyası baĢlatmıĢtı (Wolf, 2012: 55). 1933 yılında genelde Yahudi
soykırımı olarak bilinen Holokost Katliamı'nda, baĢta Nazi Hükümeti içinde yer alan eĢcinseller
öldürülmüĢ, 1933-45 yılları arasında 100.000'e yakın eĢcinsel tutuklanmıĢ ve 50.000'i resmen hüküm
giymiĢtir. Bunlardan birçoğu da Naziler tarafından takılan pembe üçgenle (daha sonra gey
özgürleĢmesinin sembolü haline geldi), toplama kamplarına götürülerek Avrupa mahkemesi
Hükümlerince kısırlaĢtırılmıĢ ve zulüm görmüĢlerdir. 94'te 175. Madde'nin feshiyle birlikte 2001
yılında medeni birliktelik resmileĢtirilmiĢtir6.Bu Ģekilde karanlık bir geçmiĢe sahip olan Almanya'da
ve özellikle Berlin'de Ataman'ın eĢcinsellik kavramını ele alması buranın tarihiyle ilintilidir. Film
1999 Berlin'inini aldığından ötürü tam da bir geçiĢ evresinden bahsetmektedir. Fakat bu beĢ yıllık
zaman zarfı içinde insanlardaki homofobi duygusu yıkılamamıĢ ve filmde de özellikle buna yer
verilmiĢtir. Lola her ne kadar Türkiye'ye göre daha uygun bir ortamda kimliğinin inĢası için çabalasa
da, hem sahip olduğu etnik hem de eĢcinsel kimliğinden ötürü öldürülmüĢ gibi gösterilmiĢ fakat filmin
sonunda homofobik abisi tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıĢtır. Filmde homofobik homoseksüel
rolünde Osman'ın haricinde bir de Alman genç grubu içerisinde yer alan Lola'nın tacizcilerinden bir
genç de yer almaktadır. Bu genç de her ne kadar Lola'nın kardeĢi Murat'ı tuzağa düĢürmeye çalıĢıyor
gibi olsa da onun da eĢcinsine ilgi duyduğu gösterilmektedir. Fakat bu çocuğun içinde bulunduğu
6
http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10-ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792
(EriĢim Tarihi: 12.07.2013)
72
sosyal çevre ve toplumsal normlar onun bu duygularını bastırmasını ve içgüdüleriyle hareket etmesine
olanak sağlamadan toplumsal cinsiyeti doğrultusunda ve normlara uygun bir birey olarak yaĢamasını
öngörmektedir.
Filmde olayların yaĢandığı mekanların da kimi temsiliyetlere sahip olduğunu görebilmekteyiz.
Irkçılık yapan ve homofobik, transfobik olan Alman gençlerin Murat'ı ırkçı, homofobik ve transfobik
içerikli olan nefret söylemleriyle birlikte dövdükleri mekan olarak, faĢizmin yükseliĢte olduğu 1936
yılında inĢa edilen Olimpiyat Stadyumu'nda olduğu görülmektedir. Ayrıca filmin son sahnesinde yer
verilen Siegesaule anıtın, LGBT bireylerin 'çarka' çıktıkları Tiergarten'ın yanında olması, bunun yanı
sıra Magnus Hirschfeld'in Seksoloji Enstitüsü'nün de ilk burada kurulmuĢ olması Ataman'ın mekan
seçimlerinde temsiliyetinin ne kadar güçlü olduğunun ve Berlin'de giderek geliĢen bir gey kültürünün
varlığının da bir göstergesidir (Safoğlu, 2008b:46-47; Baird, 2004:63).
SONUÇ YERINE: LEZBIYEN (L), GEY (G), BISEKSÜEL (B), TRANSSEKSÜEL (T),
TRAVESTI (T), INTERSEKSÜEL (I), QUEER (Q)
Günlük yaĢamımızda hiç farkında olmadan bir anket sorusunun dahi cinsel kimlik yerine
toplumsal cinsiyete yönelik bir dayatmada bulunduğunu pek düĢünmeyiz. Fakat bu gibi küçük kodlar
dahi bireyin sahip olduğu cinsel kimliğini açıklamasına olanak tanımamakla birlikte üzerinde
tahakküm kurarak, iki Ģık arasına bireyi sıkıĢtırabilmektedir.
Toplumun algısının ikili bir yapıya sahip biyolojik cinsiyet etrafında Ģekillenmesiyle, dilde LGBT
bireylerin varlığı sorunsalı, bir metin olarak sinemada da temsil ve gerçeklik arasında uyuĢmazlığın
çıkmasına neden olmuĢtur. Dönem dönem toplumda yaĢanan değiĢim ve dönüĢümlerle farklılaĢan
yapı, elbette ki ayna niteliğinde olan sinemanın anlatım diline de yansımıĢtır. LGBT bireyleri konu
alan çalıĢmaların yapılması; sonuçta hastalık, sapıklık ya da sapkınlık olmadığının ortaya çıkmasıyla
birlikte özellikle 90'larda bağımsız sinemanın filizlenmesiyle LGBT karakterlerin temsilinde de
dönüĢümler yaĢanmıĢtır. Hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında benzer süreçler
yaĢanmıĢ, 1969 Stonewall Ayaklanması ile birlikte LGBT bireylerin direniĢleri de olumlu yönde
etkiler yaratmaya baĢlamıĢtır. Kamusal alanda var olduklarını ve LGBT gerçeğinin olduğunu topluma
göstermek adına sinemada gerçeğin temsili önemli bir nokta olmuĢtur. Öyle ki yönetmenin ideolojisi
ve düĢünceleri çerçevesinde Ģekillenen bir senaryo, seyirciyi gösterilene ve söylenene inandırmayı
amaçlamaktadır. Queer sinema bağlamında bunu düĢündüğümüzde LGBT bireylere yönelik
önyargının oluĢmasını veya kalıpyargıların pekiĢmesini ya da tam aksine farkındalık yaratılarak
toplumun heteronormatif duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktır.
Lola ve Bilidikid'de olduğu gibi gerçekliğin dıĢına çıkmayan temsiller; her ne kadar dönemsel
Ģartlara uygunluk sağlayamasa da, sonraki yıllarda dahi olsa hem sanatsal değerini koruyabilmekte
hem de sosyolojik açıdan birçok kavramı konu edinmesiyle analizinin yapılmasına olanak
tanımaktadır. Özellikle Almanya'da Türk diasporası bağlamında LGBT kimliğini ele alan Ataman'ın
Berlin'i seçmesi de bir tesadüf olmamıĢtır. Filmde hem göçmen hem de eĢcinsel kimliğinin sentezinin
yapılarak peruk anlam üreten bir sembol haline gelerek heteronormativitenin kodlarına meydan
okumakta hem Ataman'ın Peruk Takan Kadınlar kitabında hem de Lola ve Bildikid'de bir cinsel
kimlik göstergesi, temsili olarak ele alınmıĢtır.
Filmde göçmen kimlikleriyle toplumdan dinsel, dilsel ve ırksal farklılıklarından ötürü
'öteki'leĢtirilerek izole edilen Türkler, vasıfsız iĢlerde yer almakta ve cinsel kimliklerini para kazanmak
adına kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Cinselliklerini kamusal alanda yer alan ücra tuvaletlerde ya
da bir gece klubünde illegal Ģekilde satarak hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu bağlamda film
LGBT Türk göçmenlerini tüm gerçekliğiyle, ne Ģekilde eğlence sektörü içinde metalaĢtırıldıklarını ele
almaktadır.
Homofobinin, homoseksüel bireylerde de var olabileceğini ve heteroseksist bir topluma
aidetlerinden ötürü, 'erkeklik' kavramı baz alınarak söylemlerde bulundukları görülmektedir. Öyle ki
Bili Lola'nın cinsiyet ameliyatı geçirerek kadın olmasını ve Türk toplum siteminin gerektirdiği üzere
heteronormativitenin gerektirdiği gibi 'evinin kadını' olmasını ve bu Ģekilde de kendisini 'ibne' olarak
nitelendirilmesinden kurtulacaktır. Yani toplumdaki cinsiyet kalıplarını değiĢtirememesinden ötürü
partnerini ikili cinsiyet kalıpları içine sokmaya çalıĢmaktadır.
73
Transgender kimliğinden ötürü filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürülen Lola, çoğu
zaman üstü kapatılan, kaza süsü verilen ya da kayıtlara iĢlenmeyen nefret suçlarına maruz kalan
'öteki'lerin temsilidir. Filmin toplumsal gerçeği sınıf, cinsiyet, özne, kimlik gibi temsillerle yeniden
üretmesi onu nasıl bir söylemin bir parçası haline getirdiği, seyirciye sunulan göstergeler çerçevesinde
önemlidir.
Topluma katıksız doğruların gösterilmesi, iktidar mekanizmasına maruz kalmadan tahakküm altına
alınmamıĢ özgür bir platformda yaratılan filmlerin varlığı ile sinema asıl iĢlevini yerine getirecektir.
Ancak bu Ģekilde LGBT bireylerin doğru temsillerle, birer güldürü ögesi haline getirilmeden ve
metalaĢtırılmadan, 'Onlar da burada, tam da bizim yanımızda ve tıpkı bizler gibi!' gerçeği fikrine
inandıracak 'gündüz filmleri' yapılabilecektir.
KAYNAKÇA
Agacinski, S. (1998). Cinsiyetler Siyaseti çev. İ. Yerguz, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
M.
(2009).
'Kutluğ
Ataman:
Esas
Oyuncu
Atmosferdir',
http://www.mafm.boun.edu.tr/files/63_KutluğAtaman.pdf, EriĢim tarihi: 04.08.2013.
Alam,
Ataman, K. (2001). Peruk Takan Kadınlar. Ġstanbul: Metis Yayınları.
Avcı,
P. (2013). 'Teslimiyet ve Türk Sinemasında Farklı Cinsel
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036, (EriĢim Tarihi: 04.08.2013).
YaĢantılar
1',
Baird, V. (2004). Cinsel ÇeĢitlilik-Yönelimler Politikalar Haklar ve Ġhalaller, Ġstanbul: Metis
Yayınları.
Baykal, E. (2008). 'BeĢinci Karenin Gösterdiği: Öznelden Toplumsal Kimliğin Portresine', Kutluğ
Ataman: Sen Zaten Kendini Anlat!.Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Benshoff H. ve Griffin S. (2004). 'General Introduction: Queer Cinema, Film Reader', Queer Cinema:
The Film Reader, NY: Routledge.
Çayır, K. (2010). 'Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu', Nefret Suçları ve Nefret Söylemi.
Ġstanbul: Yeni Beyoğlu Matbaası. http://nefretsoylemi.org/rapor/nefretsoylemi_min.pdf EriĢim
Tarihi: 01.06.2013.
Davies, S. P. (2010). Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak. çev. A. Toprak, Ġstanbul:
Kalkedon Yayınları.
Diken, B. ve Laustsen C. B. (2011). Filmlerle Sosyoloji. çev. S. Ertekin, Ġstanbul: Metis Yayınları.
DW,
(2011). ―EĢcinsel Evlilik 10 YaĢında‖ http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792, (EriĢim Tarihi: 12.07.2013).
Eredam, Y. (2011). 'Cennet mekan Panopticon: Dünya Sinemasında LGBT Bellek Örüntüleri,
KliĢeleri & Homofobinin Beslenme Çantası', Heterseksizme KarĢı GökkuĢağı Antihomofobi 3
Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Ergül, S. (2013) 'BoĢluğu Dolduran BoĢalma Sesleri: Acconci ve Queer Sanat?', Queer Tahayyül (383400) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Farago, F. (2011).Sanat.çev. Ö. Doğan, Ankara: Doğubatı Yayınları.
Gezgin,
M.
F.
(2013)
'Cemaat-Cemiyet
Ayrımı
ve
Ferdinand
Tönnies',
http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/download/6356/5880,
EriĢim Tarihi: 22.07.2013.
Göregenli, M. (2003) 'Bir Gruplararası ĠliĢkisi Ġdeolojisi Olarak Homofobi ve Homofobik ġemalar',
Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal BarıĢ Ġçin Çözüm ArayıĢları Sempozyumu,
(142-148) içinde, Ankara:Ayrıntı Basımevi.
Hok, H., Leung, S. (2004). 'New Queer Cinema and Third Cinema', New Queer Cinema: A Critical
74
Reader, der. Michele Aaron, ABD: Rutgers University Press.
Intersex Society of North America-ISNA (2013).http://www.isna.org/faq/what_is_intersex, (EriĢim
Tarihi: 04.07.2013).
Ġri, M. (2011). Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Ġstanbul: Derin Yayınları.
KAOS GL, http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013).
Öğüt, H., Z. Deniz (2012) 'GeçmiĢten Günümüze Türkiye Sinemasında LGBT Temsilleri', 20. LGBT
Onur Haftası Bildiri Kitabı-BELLEK, Ġstanbul.
Öztürk, P., Kındap Y. (2011). 'Lezbiyenlerde ve Biseksüel Kadınlarda ĠçselleĢtirilmiĢ
Homofobi,
Benlik Saygısı ve Yalnızlık Düzeylerinin
Ġncelenmesi',
Heteroseksizme
Karşı
Gökkuşağı Antihomofobi 3 (164). Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Özgüç, A. (2000). Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi. Ġstanbul: Parantez Yayınları.
Rich, B.R. (1995). Homo Pomo: The New Queer Cinema, ed. Pam Cook ve Philip Dodd Londra:
Scarlet Press.
Safoğlu, A. (2008a). 'Ortalığa (S)açılmıĢ 100 Film', KAOS GL Dergi, Mayıs Haziran, Sayı 100.
Safoğlu, A. (2008b). 'Zamir MeloĢ'un Gölgesindekiler', KAOS GL Dergi, Kasım Aralık, Sayı 103.
Selek, P. (2011). Maskeler Süvariler Gacılar. Ankara: Ayizi Kitap.
Somay, B. (2007). BirĢeyler Eksik-AĢk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek Ġstemediğiniz ġeyler,
Ġstanbul: Metis Yayınları.
Stevens, H. (2011). Gey ve Lezbiyen Yazını çev. K. Tanrıyar.Ġstanbul: Sel Yayıncılık.
Szymanski, D. M. ve Chung, Y. B. (2001). ‗The Lesbian Internalized Homophobia Scale: A rational/
theoretical approach‘, Journal of Homosexuality, 41(2).
TekeĢ, K. (2013). 'Türkiye Sinemasının Onur YürüyüĢü', http://www.bianet.org/biamag/sanat/148062turkiye-sinemasinin-onur-yuruyusu?bia_source=rss, (EriĢim Tarihi: 30.06.2013).
Tuna, M. ve Özbek, Ç. (2012). Yerlileşen Yabancılar: Güney Ege Bölegsi'nde Göç, Yurttaşlık ve
Kimliğin Dönüşümü. Ankara: Detay Yayıncılık.
Ulusay, N. (2011). 'Yeni Queer Sinema: Öncesi ve Sonrası', Fe Dergi 3, Sayı 1.
Wolf, S. (2012).Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi. Çev. K.
Tanrıyar, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Yamaner, G. (2009) 'Sanatta Homofobik ve Cinsiyetçi Dil ve Göstergelerin Kurulumu', Uluslararası
Homofobi Karşıtı Buluşma Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Yardımcı S. ve Güçlü Ö. (2013). GiriĢ: Queer Tahayyül, Queer Tahayyül (17-27) içinde, der. S.
Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Yılmaz, A. (1998). Erkek ve Kadında Eşcinsellik. Ġstanbul: Özgür Yayınları.
75
D9 OTURUMU
TOPLUMSAL CĠNSĠYET-VI:
“DOĞU”-“BATI” ARASINDA
76
BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA “TÜRK KIZI”
Aylin AKPINAR1
ÖZET
2000‘li yılların baĢlarından itibaren sosyal medyada farklı platformların yanı sıra, yüksek eğitimli
ve orta sınıf gençlerin entelektüel tartıĢma platformu olan ―ekĢi sözlük‖‘ de toplumumuzdaki
kızlık‖/‖kadınlık‖ sorgulanmaktadır. Toplumumuzdaki cinselliğe iliĢkin tabuları da sorgulamaya
çalıĢan eril dil, gerek doğubilimci, gerekse batıbilimci söylemlerin içerdiği çeliĢkileri de taĢıdığı için,
üretilen ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı da bir dizi çeliĢkili simge üzerinden kurgulanmaktadır. Eril dil
cinsellik alanında özgürleĢmeye çalıĢan ama Batılı hemcinsleri gibi olamayan ―Türk Kızı‖nı
eleĢtirmektedir. Bu eleĢtiri ağırlıklı olarak doğubilimci söylem bağlamında yapılmaktadır: Türk kızı ne
kadar istese de Batılı hemcinsleriyle yarıĢamaz, çünkü ―genetik‖ olarak Batılı hemcinsleri ondan daha
üstün beden yapısına ve güzelliğe sahiptir. Cinselliğe bakıĢ açısı da sorgulanan ―Türk Kızı‖ yeterince
özgüven sahibi olmadığı, kendisini geliĢtirmediği ve insiyatif almadığı için eleĢtirilir. Bu noktada
batıbilimci söylem devreye girer ve bu kez de ―Türk Kızı‖ Batılı hemcinsleri gibi özgürlük ve eĢitlik
talep etmekle, edepsiz olmakla ve Batılı erkeklerin yanında daha rahat hareket etmekle suçlanır.
Anahtar Kelimeler Türk Kızı, Kezban Tipi Türk Kızı, Eril Dil, Doğubilimci Söylem, Batıbilimci
Söylem, Toplumsal Cinsiyet Rejimi.
ABSTRACT
Since the beginning of milennium, Turkish femininity has been questioned in various platforms of
the cyber world. The sourtimes.org which is a platform of the middle class and educated young
Turkish women and especially young Turkish men is only one of them. The dominant masculine voice
of the sourtimes.org has been trying to challenge the taboo subject of sexuality. While accomplishing
this task a ―Turkish Girl‖ stereotype is created within the context of orientalist and occidentalist
discourses. The masculine voice has been criticizing the ―Turkish Girl‖ who is not able to emancipate
claiming that the Turkish girl cannot compete with the ―Western Girl‖ as she is superior to the Turkish
girl in terms of body image & beauty. Approaching the subject matter from the occidentalist discourse
Turkish Girl is criticized again because she yearns for equality and freedom like the Western Girl and
feels more at ease withWestern men.
Keywords Turkish Girl, Kezban Type Turkish Girl, Masculine Voice, Orientalist Discourse,
Occidentalist Discourse, Gender Regime.
GĠRĠġ
2013 yılında, eğitim ortalaması yüksek, genç yaĢta erkek yazarların çoğunluğu oluĢturduğu EkĢi
Sözlük mecrasında ―Türk Kızı‖ üzerine 2001 yılında baĢlatılan polemik devam etmektedir. Bu
polemikte erkek öznelerin hâkimiyetinin yanı sıra eril dilin hâkimiyeti de sürmektedir. Polemiğe
katılan bazı kadın öznelerin kendi hemcinslerini ―ötekileĢtirmeleri‖söz konusudur. Bu ötekileĢtirme
―Kezban Tipi Türk Kızı‖ adı altında ortaya çıkmaktadır. EkĢi Sözlük yazarı ve ―nesnel‖ olmaya
çalıĢan bazı erkek öznelerin yanı sıra, bazı kadın öznelerin eril dil tahakkümünün Ģiddetini azaltmak
için, kendilerini ―Türk Kızı‖‘nın davranıĢlarının arkasında yatan sosyo-kültürel nedenleri açıklamak
zorunda hissettiği gözlenmektedir. Bu metinde, EkĢi Sözlük‘te egemen olan eril dil tarafından ―Türk
Kızı‖ kalıp yargısı oluĢturulurken, farkında olunmadan nasıl Doğubilimci (ġarkiyatçı/Oryantalist) ve
Batıbilimci (Garbiyatçı/Oksidentalist) söylemlerin etkisi altında kalındığına dikkat çekilmek
istenmektedir. Bu söylem biçimleriyle iliĢki içerisinde ―Türk Kızı‖ kalıp yargısını oluĢturan eril dilin
eleĢtirilmesi hedeflenmiĢtir. Burada mercek altına alınan eril dilin Türk kızlarıyla olan iliĢkisini
1
Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
77
anlatırken kullandığı ifade biçimleri ve kurgudur. Ġnternet ortamında sıklıkla kullanılan argo kelimeler
ve semboller özgün bir iletiĢim ortamı oluĢturmaktadır. Günümüzde gençler kendilerini ifade
edebilmek için yoğun olarak interneti kullanmaktadır. Dolayısıyla internette günlük bir konuĢma dili
kullanılmaktadır. EkĢi Sözlük yazarlarının ―Türk Kızı‖ hakkında yazdıkları onların gözünden 2000‘li
yıllarda Türkiye‘de yaĢayan kızlar hakkındaki yorumları olarak kabul edilebilir. Eril dil tarafından
kurgulanan ―Türk Kızı‖ hangi Türk kızlarını temsil etmektedir? Eril dil nasıl bir ―Türk Kızı‖ tahayyül
etmektedir?
ERĠL DĠLĠN DOMĠNANTLIĞI
Eril dilin dominantlığı ―Türk Kızı‖‘na giyim tavsiyelerinde bulunması kadar, Türk Kızı‘nın beden
özelliklerinin yanı sıra, davranıĢ kalıplarını da yargılamasından anlaĢılmaktadır. Bu durum karĢısında
EkĢi Sözlük‘te yer alan diĢi dil savunmaya geçebilmekte; ―aslında haksızsınız ama bu sosyokültürel
ortam bizi bu hale getiriyor‖ diyebilmekte ve zaman, zaman çaresizliğini ortaya koyabilmektedir. Eril
dil Türk toplumunda var olan ataerkil toplumsal cinsiyet rejimini eleĢtirmek yerine, nadiren çuvaldızı
kendisine batırmakta, diĢi dil ise karĢı cinse kendi davranıĢlarını açıklayabilmek adına daha detaylı bir
sosyo-kültürel analize girebilmektedir. Sözlük‘te kurgulanan Türk Kızı‘nı ―eleĢtirmek yerine kolaysa
dönüĢtürün‖ diyen ve nadir de olsa, kendini açığa çıkaran eril ses dahi, böyle bir dönüĢüm için, Türk
erkeğinin de kendisini dönüĢtürmesi gerektiğinin altını kolayca çizememektedir.
KEZBAN TĠPĠ TÜRK KIZI SÖYLEMĠ
―Kezban tipi Türk kızı‖ söylemi, orta sınıf beyaz erkek ve kadın öznelerin metropollerin
çeperlerinde yaĢayan ama sosyokültürel nimetlerden faydalanamayan ya da faydalanma kapasitesi
olmadığı için kendisini geliĢtiremediği düĢünülen kadın öznenin ötekileĢtirilmesini içerir. GeliĢtirilen
bu söylemde orta sınıf kentsoylu genç erkek ve kadın öznelerin ittifakı mevcut gibi gözükse de,
―kezban‖ deyimi eril dil tarafından genelleĢtirilip bütün Türk kızları için kullanılmaya baĢlandığı
andan itibaren, Sözlük‘te yazan kadın özne, erkek özneyle sosyal sınıf ittifakı yapılamayacağının
farkına varır. Toplumsal, tarihsel bellekte ―Kezban‖ Türk toplumunun kırsal kesimlerinden kopup
Ģehre göç etmiĢ ve Ģehirde kendisine yer edinmeye çalıĢan kadın için kullanıla gelen bir ad olmuĢtur.
―Kezban‖ Muazzez Tahsin Berkand‘ın yazdığı pembe romanlardan birisidir. Ġlk kez 1968 yılında
sinemaya uyarlanmasıyla birlikte gündeme gelmiĢtir. Konusu, annesi ölünce köyden babası tarafından
Ģehre getirilen ama yaĢadığı kentsoylu aile tarafından dıĢlanan ve aĢağılanan kızın hayatıdır. Daha
sonra Kezban Paris‘te ve Kezban Roma‘da filmleri çekilmiĢ ve aynı konu benzer bir Ģekilde, bu kez
Batı‘da Kezban‘ın tutunabilmek için sarf ettiği gayretleri konu edinmiĢtir. Bu gayret daha ziyade
kadının dıĢ görünümünü değiĢtirmek için sarf ettiği çaba olarak vurgulanmıĢtır. Bu yorumda ―Batı‖‘yı
kentsoylu ve üstün olarak mutlaklaĢtıran bir Batıbilimci söylem gizlidir. ―Batıbilimci‖ söylem sadece
―Doğu‖ ve ―Batı‖ karĢılaĢtırmaları bağlamında gündeme gelmez. ―Batı‖ diye adlandırılan
homojenimajın kendisi de sorunludur. Örneğin, Batı modernitesinin içerdiği tüm imajlar söz konusu
olduğunda, anakronik olarak kurgulanan köy yaĢamı, köylüler,Balkanlılar, Ġrlandalılar ve hatta
Yunanlılar ―Batı‖ hiyerarĢisinin içerisine tam anlamıyla alınmamaktadır (Nadel-Klein, 2003, s.113).
Buradaki temel nosyon, ―gerçek‖ anlamda Batılı olabilmek için yerel adetlerden, hısım-akrabalık
bağlarından ve adeta yerel bağların tümünden kurtulmak gereğidir. Köyün temsiliher zaman olumsuz
olmasa da, bazen romantik kararsızlıklara söz konusu olsa da, geçmiĢ ya da geçmekte olan bir yaĢama
iĢaret eder. Önemli olan kırsal yaĢantının modernite ile birlikte eĢ zamanlı olarak yaĢanamayacağına
olan inançtır. Gerçek anlamda Batılı insan kozmopolitandır. ―Batılı‖ imajı kültürel anakronizm ile
karĢıtlık kurularak kurgulanır (Chakrabarty, 1992). Batı kimliğinin temel unsuru olan ―ilerleme‖
kavramı teknolojik geliĢmeyi motor güç sayar. Batılı toplum ya da Batılı insan kaderini kendi eline
almıĢ insandır. Bu bağlamda Batıbilimci söylem (oksidentalist) ―gerçek Batı‖ imajını mutlaklaĢtırır.
Kentli, burjuva, kozmopolitan değerleri ön plana çıkararak ―Batı‖yı kurgularken, Doğubilimci
(oryantalist) kriterler kullanır ve Batılı olmayan toplumları zamandan ve mekândan soyutlayarak
değiĢmez öteki ilan eder (Said, 1978).
―Türk Kızı‖ ya da ―Kezban tipi Türk Kızı‖ hakkında eril dilin yaptığı genellemeler temelde üç
nokta altında özetlenebilir:
1. ―Özgür Batılı Kadın‖ ile ―Özgüveni eksik Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık;
78
2. ―Bekâretini KaybetmiĢ Batılı Kadın‖ ile ―Bakire Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık;
3. Türk dizilerinde rastlanabilen platonik aĢka dayanan kadim ―Leyla ile Mecnun‖
kültürünün etkisindeki Doğulu Kadın Tipi ile Amerikan dizilerindeyer aldığı söylenen,
―flört eden ve erkeği baĢtan çıkaran‖ Batılı Kadın Tipiarasındaki sıkıĢmıĢlık.
EkĢi Sözlük‘te, kısmen kendini açığa vuran Doğubilimci (ġarkiyatçı) söylem Türk Kızı‘nın Leyla
ile Mecnun‘un aĢkı gibi ömür boyu sürecek saf bir aĢk peĢinde koĢtuğunu söyler. Bu aĢk daha ziyade
Doğu‘nun maneviyata dayanan aĢkıdır ve Türk Kızı‘nın Batılı kızlar gibi olamayacağının altı çizilir.
Türk Kızı ―Orta Doğu Ailesi‖ içinde sayılır. Öte yandan, EkĢi Sözlük‘te gizliden gizliye de olsa yer
alan Batıbilimci (Garbiyatçı) söylem‘e göre Türk Kızı da ―Batılı‖ gibi materyalisttir; maddiyata önem
verir; tutku ve aĢktan uzaktır ve iliĢkilerinde çıkar hesabı yapar. Hatta, 1980‘ler sonrasında Türk
Kızı‘nda ―edep‖ kalmadığının altı çizilir. Sözlük‘te yer alan eril dilin resmettiği ―Türk Kızı‖ nın
metaforik anlamda ―Batılı‖ ve ―Batılı olmayan‖ kimliklerin karĢılıklı olarak kurgulanmasına yardım
eden bir özelliği vardır. Tıpkı oryantalist modernleĢme paradigmasında olduğu gibi, eril söylem
zaman, zaman Türk Kızı‘nı tanımlarken ―görüntü Avrupa Kızı, kafa Türk Kızı‖ demektedir. Bundan
kastedilen, Türk kızının Batılı hemcinsleri gibi modern giysiler giyse de, makyaj yapsa da, görüntüde
modernleĢtiği; aslında özgüven sahibi olmadığı, bireyleĢemediği ve cinsel özgürlüğünü
kazanamadığıdır.
Bu kurgunun çeliĢkili olması önemli değildir. Bir yandan ―Türk Kızı‖ bireyleĢemediği,
özgürleĢemediği, çocuk-kadın olarak kaldığı için eleĢtirilir. Çünkü, Türk Kızı ―üniversite mezunu olsa
da çalıĢmaz‖; ―bilgisayardan anlamaz‖; ―kollarındaki kılları almaz‖; ―ağzı kokar‖; ―saçı uzundur‖
(aklı kısadır demek isteniyor); ―boyu kısadır‖; ―giyinmesini bilmez‖; ―nazlıdır‖; ―trip atmaya bayılır‖;
―çalıĢmadan erkeğin sırtından geçinmek ister‖. Öte yandan, bekâret üzerine yalan söylediği için
eleĢtirilir ve evlilik öncesi flört ettiğinde ―hafif kadın‖ olarak damgalanır. Sözlük‘te yer alan ―Türk
Kızı‖ kurgusu, özellikle ―Rus Kızı‖ ile zıtlaĢtırılarak gerçekleĢtirilir ve bu karĢılaĢtırmada Türk Kızı
aĢağılanırken, Rus Kızı yüceltilir. Türk Kızı aĢktan da uzak durmaya davet edilir. Bu çeliĢkili gibi
gözüken durum sadece ―Türk Kızı‖ için geçerli değildir. Kadın bedeni ve imajı üzerinden kültürel
kimlik çatıĢmaları tarihin her döneminde ve her kültürde gerçekleĢmiĢtir. Örneğin, ―Ġrlandalı Kız‖
kalıp yargısı, 1920‘lerde postkolonyal Güney Ġrlanda Devleti‘nin oluĢumunda tezat değer yargıları
bağlamında gündeme gelmiĢtir. Katolik kilisesi ve milliyetçi Ġrlanda ―modern kız‖ ya da ―serbest
davranıĢlı genç kadın‖ söylemini özgürleĢmeye çalıĢan Ġrlandalı kadını eleĢtirmek için kullanmıĢtır.
1920‘lerde Ġngiliz medyasından ve Holywood filmlerinden etkilenen Ġrlandalı kadın imajı kurgulanmıĢ
ve ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ (flapper) aĢağılanarak milliyetçi proje gerçekleĢtirmeye çalıĢılmıĢtır
(Ryan, 2002, s.38-39).
DOĞUBĠLĠMCĠ (ġARKĠYATÇI) VE BATIBĠLĠMCĠ (GARBĠYATÇI) SÖYLEMLER
ARASINDA
Doğulu ya da Batılı gibi iki farklı kolektif özne kavrayıĢı sorunludur ve gerçekten uzaktır. Ama
özellikle kadın imajı ve bedeni üzerinden kültürel farklılıkların kurgulanması Rönesans‘tan yirminci
yüzyıla kadar süregelen bir olgu olmuĢtur (Chatterjee, 1986; Nira-Yuval Davis, 1997; Ryan, 2002;
Yeğenoğlu, 1998). Belki de bu yüzden Sözlük‘te egemen olan eril dil de kendi kurgusunu ―gerçek‖
gibi sunmaya çalıĢmaktadır. Oryantalist söylem epistemolojik düalizm üzerine oturur. Oryantalist bilgi
üretimi ötekinin kurgulanması bağlamında geliĢir. Varlığını merkeze koyan ―Batılı‖ özne, kendisini
tanımlayabilmek için ―Doğulu‖‘yu kurgular. Turner Ģöyle demektedir (2002),Oryantalizm gerçekçi
Batılı ve tembel Doğulu arasındaki zıtlık etrafında organize edilen bir karakter tipolojisi
oluĢturmuĢtur. Oryantalizmin görevi,Doğu‘nun sonsuz karmaĢıklığını belli tipler, karakterler ve
kurumlar haline dönüĢtürmektir (s.45).
Yukarıda yer alan örneğe benzer bir biçimde, Sözlük‘te açığa çıkan DoğubilimcibakıĢ açısı ve
belki de farkında olmadan bu söylemden hareket eden eril dil, Türk toplumundaki ataerkil cinsiyet
rejimine dayanan hiyerarĢiyi, ―Türk Kızı‖ kurgusu ile yeniden üretmektedir. Buna bağlı olarak,
hegemonik eril dil kendisini hiyerarĢinin tepesinde, kozmopolitan, üstün, rasyonel, nasıl davranılması
gerektiğini bilen, ―Türk Kızı‖‘nı ise, ezik, yerel bağlarından kurtulamayan, aklını çalıĢtıramayan, nasıl
davranılması gerektiğini bilemeyen kiĢi olarak kurgulamaktadır. Eril dile göre ―Türk Kızı‖ ―kolay
kadın‖ olmamak ve ―zor kadın‖ olmak arasında bocalarken ―Kezban‖ a dönüĢmekte, yani, nasıl
79
davranması gerektiğini bilememektedir. Eril dil kentte yaĢayan bu kızın adabı muaĢeret kurallarını
dahi bilmediğine iĢaret etmektedir. Örneğin, nasıl davranılacağını bilmeyen bu kız yol veren erkeğe
teĢekkür etmez. Eril dil, Türk erkeğinin, yabancı dil bilmese de, birçok milletten kızla anlaĢabildiğini
öne sürer. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir: Türk kızı kötü niyetli ve komplekslidir, her
zaman onaylanma ihtiyacı duymaktadır.
Arlı‘nın (2004) altını çizdiği gibi Doğubilimci söylem (Oryantalist), ―toplumsal bireylere
sabitlenmiĢ dünya fotoğrafları sunmaktadır‖ (s.10). Ayrıca, tüm eleĢtirel okumalara rağmen,
oryantalizmin ötekileĢtirici söylemi devam etmektedir. Arlı‘ya (2004, s.12) göre, Batıbilimci
(Oksidentalist) söylemin içeriğinde ise kültürel ve teknolojik geliĢmeler temele alınarak tanımlanan
―benzersiz Batı‖ imajı yer almaktadır. Öte yandan, oksidentalist söylem oryantalist söylemin
asimetrisi olarak tanımlanamaz. Çünkü, oryantalist söylem Batı-dıĢı toplum incelemeleri yapan bir
akademi içinde geliĢmiĢtir. Ama oksidentalist söylem oryantalizm eleĢtirilerinden ortaya çıkmıĢ olan
Batı imajına dayanmaktadır ve daha ziyade bir ―savunma hali‖ olarak anlaĢılabilir (ibid, s.73).
Sözlük‘te göze çarpan Batıbilimci söylem ―Batı‖‘nın Türk toplumunda yaratmıĢ olduğu tahripkar
etkilere odaklanmaktadır. Örneğin, 1980‘lerden itibaren Türk toplumunda yozlaĢmaların
baĢladığından dem vurulmaktadır. 1980‘ler öncesinde doğmuĢ ve yetiĢmiĢ olan kadınların ―ruhen
güzel‖ olduğu söylenirken, 1980‘ler sonrasında doğanların ―edepsiz‖ olduğu vurgulanmaktadır.
Kimileri de ―Türk Kızı‖ nın futbola olan ilgisini gereksiz bulmaktadır. Futbol eskiden erkek habitus‘u
içinde yer alırken, Türk kadınlarının futbola karĢı artan ilgisi erkek alanına yapılmıĢ bir müdahale
olarak algılanabilmektedir. Bu düĢünceye göre ―erkek adam‖ futbol takımı tutar. Toplumumuzda
erkek oyunu olarak kabul edilen futbolun taraftarları da erkek olmalıdır. Demez (2005, s.228),
BeĢiktaĢlı taraftarların statlarda açtıkları ―erkek adam renkli takım tutmaz‖ ifadesine dikkatimizi
çekmekte; bu temsille renkleri siyah beyaz olan BeĢiktaĢ kulübünün ne kadar ―erkek‖ bir takım
olduğuna yapılan vurguya iĢaret etmektedir.Sözlükte ―Türk Kızı‖ ve ―Türk Erkeği‖ni yetiĢtirenlerin
―Türk Anası‖ ve ―Türk Babası‖ olduğu da dile getirilir. Türk Anası kızına erkeği sevmeyi
öğretemediği için suçlanır. Türk Anası kızına kadınsılığı da öğretememiĢ; ona sadece kendisini
çocuklarına adayan anne rolünü öğretmiĢtir. Türk Anası, kızının zengin bir koca bulmasını istemekte
ve bu yüzden kızına, ara sıra, er ya da geç evlenmesi gerekeceğini hatırlatmaktadır. Türk Babası ise
babalık yapmayı ―eve ekmek getirmek‖ olarak algılamakta ve geri kalan zamanlarda da maç
izlemektedir. Böyle ana ve babanın yetiĢtirdiği ―Türk Kızı‖ ister istemez eksiklik duygusuna sahip
olacaktır. Bu noktada anne ve baba adaylarına tavsiyeler devreye girer. Kızlarına ve oğullarına karĢı
cinsi sevmeyi öğretmeleri gerekmektedir. ―Türk Kızı‖ kadar ―Türk Erkeği‖ de sevgisizlikten
yakınmaktadır.
Sözlükte hemcinslerine tavsiyede bulunan eril dil, Türk erkeklerinin er ya da geç Türk kızlarıyla
evleneceklerini söylerken bile, yapacaksınız bu hatayı, bundan kaçıĢ yok der gibidir. Ayrıca, ―biraz
yüksek eğitim gördü mü havasından geçilmeyen‖ ―Türk Kızı‖nın ―yabancı erkeklere kul köle‖
olduğundan Ģikayet edilmektedir.
O zaman, genç eğitimli Türk erkeğinin arayıp da Türk kızında bulamadığı ama Batılı kızda
bulduğu nedir? Batılı kızın cinsel özgürlüğüdür. Batı‘da cinsellik tabu olmadığı için Batılı kızın
özgüven sahibi olduğu düĢünülür. ―Türk Kızı‖ cinsel özgürlüğü adına adım atmadığı için suçlanır.
Genç kız özgürleĢmektedir; ama henüz yeterli adımları atamamıĢtır. Belki de eğitimli genç Türk
erkeklerininTürk kızlarında aradığı özgürlük son kertede bir fantezidir. Çünkü geleneksel olarak,
cinselliğe dayanan aĢk gündelik hayatın normal rutinlerini tehdit eden irrasyonel bir durumdur ve
kültürel bir risktir (Turner & Rojek, 2001, s.134). Öte yandan, modernite ile birlikte karĢı cinsle olan
yakın iliĢkilerde aranan erotizm, cinsel tatmin ve duygusal yakınlık arzusu kiĢisel mutluluğun
belirleyicisi durumuna gelmiĢtir (Giddens, 1992, s.30). Oysa, Batılı kadın cinsel özgürleĢmeyle
etkisiz hale getirilmektedir. Çünkü, cinsel özgürleĢmeyle kadın tüketilmekte, seksilik ve güzellik kadın
için temel nitelikler olarak belirmektedir (Baudrillard, 1997, s.167). Baudrillard‘a (1997, s.155) göre
insanlık cinsel özgürleĢme peĢinde koĢarken beden yeniden keĢfedilmiĢ ve bir arzu ve tüketim nesnesi
haline getirilmiĢtir. Dolayısıyla, EkĢi Sözlük‘te ―Türk Kızı‖ tanımlanırken büyük oranda beden
özelliklerine gönderme yapılması tesadüfî değildir. Türk kızları ―genelde boyu 1.57 cm olan bir ırk‖,
yani kısa boylu olarak tanımlanır. Üstelik basenleri çok geniĢ olan bu kızın karbonhidrat ile
beslenmesi ve az hareket etmesi eleĢtiri konusu olur. Osmanlı tarihinin son dönemlerine ve
80
Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerine göz attığımızda, ilerlemeci söylemden yararlanan kadınların
yüksek öğrenim görmeye baĢladıklarını ve milliyetçi harekete destek verdiklerini görürüz. 1918 –
1919 yıllarında, Avrupa‘da baĢlayan birinci dalga feminist hareket sırasında yayımlanan ―Türk
Kadını‖ dergisinde zamanın ruhuna uygun olarak milliyetçi ve erkek egemen bir söylem göze çarpar.
Bu dergide ağırlıklı olarak yer bulan eril dil, kadınların birey olarak ortaya çıkmalarıyla değil,
―toplumsal ahlakı fazlaca zorlamayan kadınlar yaratmak‖ ile ilgilidir (Mahir-Metinsoy, 2010,
s.XXVI). Milliyetçi-modernist erkekler tarafından çıkarılan, ağırlıklı olarak erkeklerin kadınlarla
birlikte yazdıkları bu dergide Türk kadınının önce Türk, sonra kadın olduğu vurgulanır. Eğitimli
kadınların yabancı etkilere açık olması bir tehdit olarak algılanır. Türk kadınlarının aynı toplumda
yaĢayan ve ticaret yapan Levantenlere benzememeleri; özellikle modaya olan düĢkünlükleri ve ön
kabul olarak düĢünülen ―iffetsizlikleri‖ nedeniyle Fransız kadınlara da benzememeleri gerektiği
üstünde durulur. Buna karĢılık, Alman kadını tutumlu ve ev hanımı olması dolayısıyla Türk kadınına
örnek gösterilir (Mahir-Metinsoy, 2010, s.
XXVIII). Dergide yazan Türk erkeklerinin Türk kadınına haksızlık yaptığını düĢünen kadın
yazarlar daha az sayıda da olsa vardır. ―Evli Barklı Hanımlar‖ adı altında kaleme aldığı makalesinde
ġükûfe Nihâl Hanım devamlı surette Türk kadınlarını eleĢtiren, Alman kadınlarını onlardan üstün
gören eril dile Ģöyle cevap verir (Talay-KeĢoğlu, 2005),
Evvelâ Almanya gibi bizden birkaç asır ileriye gitmiş bir milletle kendimizi
mukayese etmek için her iki milletin birbirine diğer husûsatta da ne derece
yakın ve uzak olduğunu araştırmalıyız. Bakalım Türk medeniyeti, Türk harsı
bugün Almanya‟daki kadar kat‟î, metin adımlarla ilerleyebilmiş mi? … Bilhâssa her
Türk erkeği bir Alman kadar ciddî, vazîfeşinâs, zevcesine hürmetkâr mı?... (s.139).
Aynı dergide ―Gençler Aradıklarını Niçin Bulamıyorlar?‖ baĢlıklı bir yazıda görücü usulü evlilik
eleĢtirilir; gençlerin aile toplantılarında birbirlerini görüp tanıdıktan sonra evlenmeleri tavsiye edilir.
Dönemine göre ileri sayılabilecek bu görüĢlere rağmen, kadınların özgürlüğü ve hareket sınırları aile
kurumunun bekası ile belirlenmiĢtir. Aynı dergide yazan bazı kadınlar bile, ―cinsel hayattaki
serbestliğin önceki dönemlere kıyasla artmasını, kadınların eĢlerini seçmek için aktif olmaya
baĢlamalarını‖ eleĢtirir, bu gibi davranıĢları ―erkekleĢme‖ olarak niteler (s. XXXII). Yine aynı dergi
kadınlara giyim kuĢamları konusunda, kıyafetlerde cilt renklerine uyum için hangi renkleri seçmeleri
gerektiği hususunda tavsiyelerde bulunur (Talay-KeĢoğlu, 2005, s.5). Dönemin adı geçen
sosyologlarından ve Türk Kadını Dergisinin yazarlarından Edhem Nejâd‘ın ―Ev Sâhibesi Olursam Ne
Yapacağım‖ baĢlığı ile kaleme aldığı yazıda Türk kadınlarına Ģu tavsiyesi güzel bir örnektir (TalayKeĢoğlu, 2005):
Ben ev hanımı olduktan sonra da dâimâ süslü olmak istiyorum.
Maamâfîh şuna da kaniyim ki ev sâhibesi hanıma sâde, ağır, kibâr, nezîh
tuvalet yakışır… Viyana‟nın, Paris‟in sokak ve şantan tuvaletinin bir aile
tuvaleti olmasını hiçbir vakit muvâfık görmem (s.145).
Kısacası, Türk kadını eğitimli, bakımlı, tutumlu, ideal anne ve eĢ olmak durumundadır. Ne var ki,
Türk Kadını dergisinde alt sınıftan kadınların savaĢ koĢullarında nasıl ayakta kaldıklarına yer
verilmemiĢtir. Türk Kadını dergisi kadınların özgüleĢme taleplerine orta-üst sınıf kadınların bakıĢ
açısıyla yaklaĢmıĢtır.Daha ziyade orta sınıf gençlerin sanal ortamda buluĢma mecralarından olan EkĢi
Sözlük‘te de, benzer bir biçimde, Türk kızına tavsiyelerde bulunan eril dil sayesinde cinsellik,
güzellik, beden temalarının ön plana çıktığı bir yazıĢma sürdürülür. Türk kızı giyinmesini bilmediği
için eleĢtirilir. KarĢı cinsle iletiĢim kurmada zorluklar çıkardığı için eleĢtirilir. Ne var ki Cumhuriyet
tarihinin ilk dönemlerinden farklı olarak, 2000‘li yıllarda daha fazla cinsel özgürlüğünü eline alması
beklenen Türk kızı, ne istediğini bilmez tavrı yüzünden, mahalle baskısını Ģikâyet ettiği için eleĢtirilir.
Zaman, zaman kendisini belli eden diĢi dil bütün bu suçlama ve eleĢtirilere savunma psikolojisi içinde
cevap verir. Türk kızı zor durumdadır. Çünkü eril dil bir yandan, ―evlenirsek karım, evimin direği
olacaksın, ben sana dokunamam‖ demektedir. Öte yandan, aynı erkek ―çok nazlanma, cinsellik
81
olmadan iliĢki olmaz‖ demektedir. Bir üçüncüsü ve en kötüsü, Türk kızına tecavüz ettikten sonra
dahi,―sen zaten bakire değildin ki‖ diyebilmektedir. YazıĢmada yer alan kadın öznelerin yanı sıra, bazı
erkek özneler Türk kızına fazla yüklenildiğinin ve ortaya çıkan çeliĢkilerin farkındadır. Onlara göre
Türk erkeği neyse, Türk kızı da odur. Türk kızından hem ―hanım kız‖ olması, hem de iliĢkilerde
insiyatif alması beklenecekse, Türk erkeğinden de hem nazik, hem de giriĢken olması beklenecektir.
Belirsizlik o duruma gelmiĢtir ki, kadın erkek eĢitliği adına, artık erkekler toplu taĢıtlarda kadına yer
vermemektedir.
KARġILIKLI BELĠRLENEN “TÜRK KIZI” VE “TÜRK ERKEĞĠ” ĠMGELERĠ
Demez (2005), ―Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi‖ adlı çalıĢmasında erkek
imgesini konu edinen bir araĢtırmanın kadına tersten bakıĢ anlamına geleceğini söyler. Çünkü,
―…birinin konumu diğerinin duruĢuna göre belirlenir‖ (Demez, 2005, s.20). Bu çalıĢmada, genellikle
üniversite mezunu olan ve profesyonel iĢlerde çalıĢan erkeklerin dayanıĢma için oluĢturdukları erkek
adam.com sitesindeki yazıĢmalar baĢka sanal sitelerin yanı sıra analiz edilmiĢtir. Bu sitede yazıĢan
erkekler ―kadına bağımlı erkekler olarak değil,
kendine yeten bireyler olarak yaĢamak istediklerini…‖ ifade etmektedir (Demez, 2005, s.189). Bu
erkeklere göre, ―erkek çocuk yetiĢtirilme sürecinde yaĢamasını sürdürmesini sağlayan günlük iĢleri
bile yapmaktan alıkonmakta, kendine yetmesi engellenerek, önce annesine sonra karısına bağımlı
duruma getirilmektedir‖ (Demez, 2005, s.191). Geleneksel rollerinden Ģikayet eden bu erkekler,
kadınların Ģefkat ve sevgi beklediklerini söylediklerini, ama gerçek yaĢamda bu davranıĢların tersini
sergileyen maço davranıĢlı erkeklerle birlikte olmayı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Demez
(2005, s.195) bu cümleyi Ģöyle yorumlamaktadır: ―… erkekler maço olmak istemezler ama kadınlar
onları bu yola iterek, kendilerini de erkekleri de içsel çatıĢmalara sürüklüyorlar‖. EkĢi Sözlükte de
Türk erkeğinin aslında kültürel kodlar yüzünden mağdur durumda olduğunun altı çizilir. Sözlükteki
eril dile göre, ―Türk Kızı‖ bir yandan özgür olduğunu ilan eder; öte yandan ise hesabı erkeğin
ödemesini bekler. Erkek kadınını rahat ettirmeli görüĢündedir. Erkeğinin arabalı olmasını bekleyen
―Türk Kızı‖ bir yandan da erkeğinden sertlik bekler. Genç Türk erkeğinin baĢka bir Ģikayeti de Türk
kızının iliĢki kurmada inisiyatifi sürekli erkeğin almasını beklemesidir. Connel‘a (1998, s.249) göre,
hegemonik erkeklik ile kadınların beklentilerinin uyuĢması söz konusudur. Kadınlar farkında olmadan
alıĢık oldukları ataerkil değerleri koruyabilmekte, ya da yeniden üretebilmektedir. Kadınlar erkekler
gibi rekabete giremez ve seçilmeyi bekler.Genç Türk erkeği bir taraftan ―özgürce‖ cinsel tatmin ve
Ģefkat duygularını paylaĢacağı ideal kızı ararken, öbür taraftan günün birinde annesinin tasvip edeceği
bir Türk Kızı ile evleneceğinin de beklentisi içindedir. Gane, evliliğin tutkuyu dizginleme iĢlevini
yerine getirerek erkeği huzursuzluktan kurtardığını dile getirmektedir. Evlilik erkeklerin zihinlerinin
dağılmaması ve düzenli bir yaĢam için gereklidir (Gane‘den aktaran Demez, s.105). Dolayısıyla evlilik
ve aile her iki cins için mutluluk kaynağı olmanın ötesinde özellikle erkek için gerekli bir kurumdur.
Kandiyoti (1998, s. 109-110) Türk toplumunda kadın erkek iliĢkileri bağlamında bir çifte söylemin
geçerli olduğuna vurgu yapar. ġöyle ki, korumacı ve kontrolcü geleneksel erkeklik modernleĢmeci
paradigma tarafından kadının ezilmiĢliği olarak algılanır. Aynı zamanda da ―popüler söylem‖
erkekliğe atfedilen bu değerleri idealize eder. Kandiyoti‘ye göre Türk toplumunda hegemonik erkeklik
bu çifte söylem tarafından belirlenmektedir. Yumul‘a (2000, s. 42) göre, bu çifte söylemin bir tarafı
eksik kaldığı zaman Türk toplumundaki hegemonik erkeklik kırılganlaĢmaya baĢlamaktadır. Yumul
Türk toplumunda ―dıĢı Batılı, içi Doğulu‖ ya da ―melez erkek‖ idealinin hâkim olduğuna vurgu yapar.
Örneğin, bu erkek kadının dıĢarıda çalıĢmasını kabul eder ama ev içinde karısına yardım etmez. Özbay
(2013, s.188) ise, ―Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak‖ adlı makalesinde Türkiye‘de
hegemonik erkekliği tespit etmenin değil, ―farklı erkekliklerin hangi doğrultularda yaygınlaĢtığını ya
da kuvvet kazandığını anlamaya çalıĢmanın‖ daha yerinde bir sosyolojik uğraĢ olacağından bahseder.
SON SÖZ YERĠNE: ERĠL DĠLĠN KURDUĞU SEMBOLĠK ĠKTĠDAR
Erkekliğin kurduğu iktidar biçimleri üzerine az tartıĢılmıĢtır. Oysa erkeklik, farklı ortamlarda,
kadınlığı kontrol ederek, disipline ederek, terbiye ederek ve eğiterek iktidarını kalıcı kılmaya
çalıĢmaktadır. Bu makalede, Osmanlının son dönemlerinden bu yana, doğubilimci ve batıbilimci
söylemlerin etkisinde ve günümüzde sanal ortamda ―Türk Kızı‖ ya da ―Türk Kadını‖ nın nasıl olması
gerektiği üzerine bitmez tükenmez tartıĢmalar içinde olan eril dilin hâkimiyetine dikkat çekilmiĢtir.
82
EkĢi Sözlük‘te eğitimli, orta sınıf gençler arasında yer alan tartıĢma, eril dilin diĢi cins üzerinde nasıl
sembolik bir iktidar kurmaya çalıĢtığına örnek olarak analiz edilmeye çalıĢılmıĢtır. Sanal ortamda
konuĢma dili, özellikle erkekler arasında, argo kullanımını da içermektedir. Dolayısıyla, bu mecrada
tartıĢılırken zaman, zaman aĢağılanan diĢi cins imgesi üzerinden sembolik bir Ģiddet üretilmektedir.
Sözlükte tartıĢan erkek öznelerin ve bazı kadın öznelerin farkında olmadan ürettikleri sembolik Ģiddet,
toplumda erkek iktidarını pekiĢtirmekte dolaylı da olsa rol oynamaktadır. ―Türk Kızı‖, ya da ―Türk
Erkeği‖ deyimleri diĢi ve eril cinsi homojenleĢtirici bir iĢlev gördüğü için sorunludur.―Türk Kızı‖‘nın
‗ötekisi‘ ‗Batılı Kız‘ olagelmiĢtir. Bu bağlamda ataerkil cinsiyet rejimi iktidarını doğubilimci söylemi
kullanarak yeniden üretegelmiĢtir. Buna karĢılık Türk erkeği nadiren sorgulanmıĢ ve ―Batılı Erkek‖
Türk erkeğinin ötekisi olarak düĢünülmemiĢtir. Batıbilimci söylem, Batı imajının kentsoylu özelliğini
mutlaklaĢtırarak, Doğubilimci söylemin homojen ―Doğu‖ imajını kurgulamasına yardımcı olmuĢtur.
Dolayısıyla, Doğubilimci söylem, Batıbilimci söylem ve hegemonik eril dil iç içe geçerek, ―Türk
Kızı‖ imajı üzerinden bir ötekileĢtirme gerçekleĢtirmekte ve diĢi cinsin erkek cinsinden daha aĢağıda
konumlanmasına ve değersizleĢtirilmesine neden olmaktadır.
KAYNAKÇA
Arlı, A. (2004). Oryantalizm Oksidentalizm ve ġerif Mardin, Ġstanbul: Küre.
Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Chakrabarty, D. (1992). The Death of History? Historical Consciousness and the
Capitalism. Public Culture: 4/2, 47-66.
Culture of Late
Chatterjee, P. (1986). Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative
London: Zed Books.
Discourse,
Connel, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar, Cem Soydemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Demez, G. (2005). Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi, Ġstanbul: Babil.
Giddens, A. (1992). The Transformation of Intimacy. Sexuality, Love and Eroticism in Modern
Societies, Cambridge: Polity.
Kandiyoti, D. (1998). Modernin Cinsiyeti: Türk ModernleĢmesi AraĢtırmalarında Eksik Boyutlar.
Türkiye‘de ModernleĢme ve Ulusal Kimlik, (derl.) Sibel Bozdoğan ve ReĢat Kasaba,
Ġstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Mahir-Metinsoy, E. (2010). Kadın Tarihi AraĢtırmaları Açısından Türk Kadını Dergisi. Türk Kadını
(1918-1919), (hazırl.) Birsen Talay KeĢoğlu ve Mustafa KeĢoğlu, Ġstanbul: Kadın Eserleri
Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı.
Nadel-Klein, J. (2003). Occidentalism as a Cottage Industry: Representing the Autochthonous
‗Other‘in British and Irish Rural Studies. Occidentalism. Images of the West, (ed.) James G.
Carrier, Oxford: Clarendon Press.
Nira-Yuval, D. (1997). Gender & Nation, London: Sage.
Özbay, C. (2013). Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak. Doğu Batı. Toplumsal Cinsiyet, 63,
185-204.
Ryan, L. (2002). Flappers & Shawls: The Female Embodiment of Irish National
Identity in the
1920s. Women as Sites of Culture. Women‘s Roles in Cultural
Formation from the
Renaissance to the Twentieth Century, (ed.) Susan Shifrin, Aldershot: Ashgate.
Said, E. (1978). Orientalism, New York: Vintage Boks.
Talay-KeĢoğlu, B.ve KeĢoğlu, M. (2010). Türk Kadını (1918 – 1919), Ġstanbul: Kadın
Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi.
Eserleri
Turner, B. S. & Rojek, C. (2001). Society & Culture. Principles of Scarcity & Solidarity, London:
Sage.
83
Turner, B. S. (2002). Oryantalizm, Globalizm ve Postmodernizm, Ġbrahim Kapaklıkaya (Çev.).
Ġstanbul: Anka Yayınları.
84
„SINIR‟DA KADIN OLMAK
Latife AKYÜZ1
ÖZET
Bu çalıĢmada, sınır bölgelerinde, sınır ekonomisiyle ortaya çıkan yeni toplumsal dinamiklerin bu
bölgelerde yaĢayan kadınlar tarafından nasıl deneyimlendiği ve bu kadınların yaĢamlarında ne tür
farklılıklar yarattığı Türkiye-Gürcistan sınırındaki Hopa ilçesi örneği üzerinden değerlendirilecektir.
ÇalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyet biçimlerine sahip
olduğu – kaçakçılık ya da sınırötesinden gelen kadınlar üzerinden ortaya çıkan eğlence sektörü gibive bu ekonominin etkilerinin en açık biçimiyle etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarının grup
içi ve gruplararası iliĢkilerinde izlenebileceğidir. Bu çalıĢma, 2007-2011 yılları arasında Hopa merkez,
Sarp sınır köyü ve KemalpaĢa ilçesinde yapılmıĢ 52 kaydedilmiĢ ve sayısız kayıt altına alınmamıĢ
derinlemesine mülakata, odak grup görüĢmelerine ve görüĢmecinin gözlemlerine dayanmaktadır.
ÇalıĢmada hem yerel kadınların hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadınların deneyimleri
kendi anlatıları üzerinden ve sınır çalıĢmaları içerisindeki toplumsal cinsiyet tartıĢmaları ıĢığında
analiz edilecektir. Sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyet ve etnik gruplarla kesiĢme noktaları ve bu
kesiĢme noktalarında ortaya çıkan yeni eĢitsizlikler tartıĢılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sınır, Sınır Ekonomisi, Toplumsal Cinsiyet, Etnik Grup
ABSTRACT
In thisstudy, how the new Dynamics that appear with the border economy experienced by women
wholive in theseregions and what kind of differences are occured in their daily life with this
economywill be explained. Main argument of this study is that border regions have economic
activities unique to themselves- smuggling, entretainment sector based on sex worker come from other
side of border-and this economy reflects itself in the intra-group and intergroup relations of ethnic
groups and gender.This research is based upon 52 recorded (voice recording and note taking) and
countless unrecorded interviews that were conducted at different times between the years 2007-2011,
at central Hopa, the border village of Sarp and the district of Kemalpasa and the observations of the
interviewer. In this study, both the experiences of local women and the migrant women coming from
otherside of the border will be analyzed with the irnarratives and in the light of gender discussions in
border studies. Then ewin equalities that appear with the intersection of gender and ethnicity with
border economy will also be analyzed.
Keywords: Border, Border Economy, Gender, Ethnic Groups
GĠRĠġ
Sınırların bir akademik disiplin içerisinde tartıĢılmaya baĢlanması Birinci Dünya SavaĢı‘nı izleyen
yıllara denk gelmektedir. Genellikle politik coğrafyacılar tarafından ve ulus-devlet tartıĢmaları ve
egemenlik, ulusal kimlik, vatandaĢlık gibi kavramlar üzerinden devam eden tartıĢmalar son 30 yılda
yeni boyutlar kazanmıĢtır. Sovyetler Birliği‘nin dağılıp, ikili dünya düzeninin sona ermesiyle ortaya
çıkan yeni devletler sınırların ideolojik ve kültürel boyutlarını tartıĢmaya açmıĢtır. Avrupa Birliği‘nin
geniĢleme politikaları ve yeni devletlerin vatandaĢlarının kültürel entegrasyonu gibi konular gündeme
oturmuĢtur. Sınır bölgeleri artık sadece ulus-devletlerin egemenlik alanlarını belirleyen çizgiler değil,
kültürlerin karĢılaĢtığı, çatıĢtığı, sosyal ve kültürel kimliklerin yeniden kurulduğu yaĢayan mekânlar
olarak ele alınmaya baĢlanmıĢ ve kültür, kimlik, yer/mekân gibi kavramlar sınırdaki görünüĢleriyle
tartıĢmaya açılmıĢtır.Türkiye-Gürcistan sınırının geçiĢlere yeniden açılması da bu politik geliĢmelerin
bir sonucudur.
1
ArĢ.Gör., ODTÜ, Sosyoloji Bölümü, latife@metu.edu.tr.
85
TÜRKĠYE-GÜRCĠSTAN SINIRI
Hopa ve çevresi tarih boyunca hep sınır savaĢlarına maruz kalmıĢ bir bölgedir. Son olarak 1921
yılında imzalanan Kars AntlaĢması ile Hopa Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliğinin sınırı iken,
SSCB`nin dağılma sürecinin ardından 1991 yılında Gürcistan`ın bağımsızlığını ilan etmesiyle de
Türkiye-Gürcistan sınırı haline gelmiĢtir. 1937-1988 yılları arasında tüm geçiĢlere kapatılmıĢ olan bu
sınır, 1988 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberalism dalgasının bir sonucu olarak yeniden
araç ve yolcu geçiĢine açılmıĢtır. Bu çalıĢmada, 1988 yılında sınırın yeniden açılmasından sonraki
süreçte yaĢananlara odaklanılmıĢtır.
Türkiye-Gürcistan sınırı hem bölgedenin politik arenasında meydana gelen geliĢmelerin ve hem de
sınır bölgelerinin kendine özgü yaĢamının izlenebileceği bir yer olmuĢ ve 1921 yılında sınırın
çizilmesinden günümüze kadar olan süreçteki politik ve sosyal geliĢmeleri ve değiĢimleri yansıtmıĢtır.
Sarp Sınır Kapısı Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan "Uluslararası Kara TaĢımacılığı
AnlaĢması" gereğince 31.08.1988 tarihinde trafiğe açılmıĢtır.
Bu sınır sadece iki ülke arasına çizilmiĢ bir sınır değil, aynı zamanda iki farklı ekonomik ve
ideolojik düzen arasına çizilmiĢ bir sınırdır. 1988 yılında sınırın yeniden açılması, sınırın her iki
tarafında da o güne kadar görülmemiĢ bir hareketliliğe yol açmıĢtır. Ġnsanlar çeĢitli nedenlerle ve
ençok da ellerinde varolan eĢyaları satmak üzere sınırı aĢıp Hopa`ya gelmiĢ ve Rus pazarları ve bavul
ticaretiyle baĢlayıp, eğlence sektörünün doğusuna kadar sürecek yeni ekonomik yaĢam hem Hopalılar
hem de sınırın diğer tarafından gelenler için baĢlamıĢtır.Sınırın diğer tarafında yaĢanan dönüĢümün de
bir göstergesi olarak açılan bu kapı onlar için aynı zamanda kapitalizme açılan kapı olmuĢtur.
Bağımsızlığını yeni ilan etmiĢ yoksul bir ülkenin vatandaĢları, altüst olmuĢ bir ekonomik ortamın
neden olduğu yoksulluktan kurtulma yolunu sınırın bu tarafına geçip, elinde ne var ne yoksa satmakta
bulmuĢ ve Hopa‘dan Trabzon‘a uzanan Rus pazarları böylece ortaya çıkmıĢtır.
Çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Hopa‘da ekonomik, kültürel ve sosyal yaĢamda
en etkili ve en fazla nüfusa sahip olan iki grup vardır. Bunlar Lazlar ve HemĢinlerdir. Bu çalıĢmada bu
nedenle bu iki grup değerlendirilmiĢtir.
Bu çalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyetlere sahip olduğu
ve bu ekonominin kendini en çok etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarınıngrupiçi ve
gruplararası iliĢkilerinde yansıttığıdır. Yukarıda bahsettiğimiz iki etnik grubun sınır ekonomisiyle
ortaya çıkan süreçleri nasıl deneyimledikleri bu çalıĢmada ele alınmamıĢ, kadınların deneyimleri
tartıĢılmıĢtır. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bu gruplar arasında varolan kültürel sınırlar devam
etmekle kalmamıĢ, sınırın yarattığı yeni sosyal ve ekonomik dinamikler, bu iki grup arasında yeni
ötekileĢtirme söylemleri ortaya çıkarmıĢtır. Etnik grupların birbirleriyle olan iliĢkilerinde yaĢanan bu
durum, toplumsal cinsiyet gruplarının iliĢkilerinde de benzer bir biçimde karĢımıza çıkmaktadır.
Toplumsal cinsiyet iliĢkilerindeki dinamikler çok boyutlu, çok katmanlı ve birbirleriyle içiçe geçmiĢ
bir iliĢki yapısı ortaya çıkarmıĢtır.
SINIR‟DA KADIN
Hopa‘da sınırın yarattığı kaotik süreçleri en fazla hissedenler kadınlar olmuĢtur. Burada hem yerelHopa‘lı kadından, hem de sınırın diğer tarafından çalıĢmak ya da yerleĢmek üzere Hopa‘ya gelen
göçmen kadından bahsetmek gerekmektedir. Bu kadınların süreci deneyimleme biçimleri elbette ki
birbirinden farklı olmuĢtur. Ancak en temelde hepsi için ortak olan ve Ģiddet, ezilmiĢlik ve yoksayılma
üzerine kurulmuĢ bir yaĢam ortaya çıkmıĢtır. Hem yerel kadının hem de göçmen kadının hayatını
belirleyen Ģey ‗eğlence sektörü‘ olmuĢtur. Seks iĢçisi olarak gelen göçmen kadın, bu sektörün temel
bileĢeni iken ve sektörün yarattığı sömürü ve eĢitsizlikten doğrudan etkilenirken, yerel kadın kocasının
eğlence sektörüne giriĢi ve ‗öteki‘ kadınla iliĢki kurma biçimi üzerinden etkilenmektedir. Yerel
kadının kocasıyla, ailesiyle ve çocuklarıyla kurduğu iliĢkileri ve sosyal yaĢamdaki statüsü yeniden
belirlenirken, göçmen kadının daha somut bir biçimde ‗bedeni ve can güvenliği‘ sözkonusu
olmaktadır. Özellikle sınırın ilk açıldığı zamanlarda, henüz bir sektöre dönüĢmemiĢken, sınırın diğer
tarafından seks iĢçisi olarak gelen kadınlara karĢı Ģiddet, dağa kaldırma, para vermeden cinsel sömürü
aracı olarak kullanma olayları yaĢanmıĢtır. Dövülme, tecavüze uğrama vakaları da ortaya çıkmıĢtır.
Daha sonra ise kuralların konduğu, kadınların görece daha güvenli ortamlarda (oteller gibi)
86
çalıĢtırıldığı bir sektöre dönüĢmüĢtür. Bu kadınlar, üzerinden para kazanılabilir bir meta haline
gelmiĢtir. FuhuĢ, izbe evlerden, kötü otellerden daha sistematik iĢleyen bir sektöre dönüĢmüĢtür.
Sınır ekonomisine dahil olma biçimleri yereldeki kadınla, dıĢarıdan gelen ‗göçmen‘ kadın için çok
farklı bir yol izlemektedir. DıĢarıdan gelen kadın bu ekonominin ‗belkemiği‘ olurken, Hopa‘lı kadın
bu ekonomiye dahil olamadığı gibi, bunun tüm etkilerini kendi yaĢamında, eĢiyle, ailesiyle ya da
çocuklarıyla olan iliĢkilerinde deneyimlemektedir. Özellikle daha önce köyde yaĢamıĢ, köy yaĢamında
söz sahibi olan ve aile ekonomisinde önemli bir rol oynayan kadınlar, Ģehir merkezine göç ettikten
sonra, ailedeki söz haklarını büyük oranda yitirmiĢlerdir. Ekonomik iliĢkilerde atıl duruma düĢen
kadınlar, ev içinde de sadece evislerini yapan, çocuklara bakan ve kocasının eve para getirmesini
bekleyen bir konuma gerilemiĢlerdir. Çay üretimine ve köydeki diğer üretimlere bağlı olan aile
ekonomisi, sınırın açılmasından sonra bu niteliğini kaybedip sınır ekonomisine bağlı hale gelmiĢtir.
Dolayısıyla kadının çay üretimindeki emeği açığa çıkmıĢ ama sınır ekonomisine de dahil olamamıĢtır.
Kandioti (1988:7)‘ye göre kadının statüsünün üretime katkısı üzerinden değiĢtiğini iddia etmek
basit bir ekonomist yaklaĢımdır ve Türkiye‘de kadının ailedeki yerini belirleyen temel etmenler
doğurganlık, yaĢ, taze gelin olmak ya da kaynana olmak gibi ekonomi dıĢı etmenlerdir. Bu aile
iliĢkilerinin ekonomiden bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir ona göre ama bu ekonominin yerel
yapılarla etkileĢimi gözardı edilmemelidir. Ancak bu ‗basit ekonomist‘ yaklaĢım bizim örneğimizde
kadının ailedeki yerinin belirlenmesinde temel etmen olmuĢtur. Hopa‘lı kadın sınır ekonomisinin
yarattığı ekonomik faaliyetlere katılamadığı ve topladığı az miktardaki çayın ekonomik değeri
olmadığı için hem eĢiyle olan iliĢkisinde hem de geniĢ aileyle devam eden iliĢkisinde varolan söz
hakkını kaybetmiĢtir.
Hopa‘da sınırın açılmasından sonra ortaya çıkan bu yeni sosyal dinamiklere kadınların uyum
sağlama yollarını anlamak ve ortaya çıkan yeni mağduriyetleri değerlendirmek için yine Kandiyoti‘nin
‗ataerkil pazarlık‘ kavramına bakmakta yarar vardır. Kandiyoti‘ye (1988:13) göre,
Bütün egemenlik sistemlerinde olduğu gibi erkek egemenlik sistemlerinin de hem
koruyucu hem de baskıcı öğeleri vardır ve her sistem içinde kadınların da kendi güç ve
özerklik kaynakları mevcuttur. Dolayısıyla onları eziyormuĢ gibi görünen sistemlere
kadınlar da erkekler kadar bağlı olabilir. Ancak ―ataerkil pazarlık‖lar birtakım karĢılıklı
beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır ve bu beklentilerin niteliği
toplumdan topluma değiĢebilir.
Evlerine hapsedilen Hopa‘lı kadınların pazarlığı ise, kocasının evini geçindirecek parayı
kazanmasına karĢılık, sınır ekonomisinin yarattığı herhangi bir ticaret biçimine girmesine gözyummak
ve bunun sonuçlarını kabullenmek olmuĢtur.
Karadeniz Bölgesindeki kırsal dönüĢüm,Kandiyoti‘nin dediği gibi erkekler arasındaki
tabakalaĢmayı derinleĢtirmiĢ, sınırın açılmasıyla farklı bir boyut kazanan bu değiĢim süreci aynı
zamanda kadınla erkek arasında varolan eĢitsizlikleri de derinleĢtirmiĢtir. Kadının varoluĢu erkeğin
sınır ticaretinin yarattığı koĢullara dahil olma biçimine göre Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Kırsal
yaĢamında üretim sürecine katılarak ya da bu sürecin tamamını yüklenerek elde ettiği söz hakkından
da Ģehirde evlere mahkûm edilerek mahrum bırakılmıĢtır.
Geleneksel, toprağa dayalı ataerkil sistemin çözülüĢü, Kandiyoti‘ye göre (2011:50) her ne kadar
kadınları özgürleĢtirici bir potansiyele sahip olsa da, bu sadece bir potansiyel olarak kalmakta,
―kadınlar geleneksel uğraĢılarından kopup boĢ zaman sahibi olmaya baĢladıklarında, üretken üyeler
olarak topluma girmektense, gösteriĢçi tüketim yoluyla erkekler için bir ‗prestij simgesine‖
dönüĢmektedirler. Üstelik bizim örneğimizdeki gibi, sınırın diğer tarafından gelen ‗bakımlı, güzel
giyimli, genç‘ kadınların seksiĢçisi olarak ortamda bulunduğu durumda iĢler zorlaĢmakta eĢitsiz bir
rekabet ortamı ortaya çıkmaktadır. Bu ortamda erkeği için bir ‗prestij simgesi‘ haline gelebilmek
neredeyse imkansız olmaktadır. Kadınlığını bu göçmen kadınlara göre yeniden tanımlamak ve buna
göre kurmak zorunda kalmaktadır. Ya daha güzel giyinerek, daha güzel görünerek, kocasının cinsel
ihtiyaçlarına daha fazla cevap vererek kocasını evde tutmak ya da kocasını baĢka kadınlarla
paylaĢmaya razı olmak zorundadır. Bugün Hopa‘daki kadınlara dayatılan durum budur. Kadınlar
kocasının sınır ticaretinden kazandığı paraya mahkûm duruma gelmiĢ, eve getirilen bu paraya karĢılık
87
çoğunlukla ‗kadınlıklarından‘ vazgeçmiĢlerdir. Kandiyoti (2011:126) ‗sınıf, kast ve etnik kökene bağlı
olarak çeĢitlilik sergileyebilen herhangi bir verili toplumda, kadınların hayat stratejilerini içinde
bulundukları sistemden kaynaklanan bir dizi somut zorunluluk çerçevesinde kurduklarını ileri sürmüĢ
ve bunlara ataerkil pazarlık terimini yakıĢtırmıĢtır. Ona göre ataerkil pazarlık;
Ġki cinsiyetin de uzlaĢtığı ve rıza gösterdiği ama bununla birlikte karĢı koyulabilen,
yeniden tanımlanabilen ve gözden geçirilebilen cinsiyet iliĢkilerini düzenleyen bir kurallar
dizisinin varlığına iĢaret eder. Bu ataerkil pazarlıklar, hem kadınların öznelliklerini hem
de farklı bağlamlarda toplumsal cinsiyet ideolojisinin niteliğini saptamakta güçlü bir etki
yaparlar. Aynı zamanda kadınların aktif ya da pasif direniĢinin hem gerçek hem de
potansiyel biçimlerini etkilerler. En önemlisi, ataerkil pazarlıklar tarih dıĢı ya da sabit
değildirler; toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin yeniden müzakeresi ya da mücadele için yeni
alanlar açan tarihsel dönüĢümlere açıktırlar.
Kadınların değiĢen ataerkil iliĢkiler içerisinde ‗pasif direniĢi bu ataerkil pazarlık çerçevesinde
kendi paylarını istemek biçimini alır: ‗itaat, uyumluluk ve erkek onurunun aslında kendi saygın
davranıĢlarına bağlı olduğunun onaylanması karĢılığında korunma ve güvence‘ (Kandiyoti; 2011:139).
Kalaycıoğlu ve Tılıç (1988:235), ev hizmetinde çalıĢan kadınlar üzerine yaptıkları
araĢtırmalarında, kadının iĢ yaĢamındaki durumunu ele alırken sadece kapitalizm ya da ataerkillik gibi
egemenlik iliĢkileri içerisinde değerlendirmenin çoğunlukla kadını bir birey olarak yok saymaya neden
olduğunu söylemektedirler. Bir birey olarak kadın Kalaycıoğlu ve Tılıç‘a göre,
[T]üm ideolojik etkileri kendi potasında yoğurup, olayları, iliĢkileri ve ortamı kendi
koĢullarına uygun ve kendini daha mutlu kılacak stratejiler saptamasıdır. Üstelik bu,
bireyin her gün, her an sürekli yaĢadığı bir meĢrulaĢtırma sürecidir. Bu meĢrulaĢtırma
süreci, kadının aile ve toplum içindeki konumunun belirlenmesindeki ana etkendir.
Her gün kocasının baĢka bir kadınla birlikte olduğunu bilerek yaĢamak ve bunu kabullenmek için
Hopa‘lı kadının da bir meĢrulaĢtırmaya ihtiyacı vardır. Bunu kimi zaman görmezden gelerek
yaparken, kimi zaman da bildiği halde çocukları için kaldığını söyleyerek meĢrulaĢtırmaktadırlar. Bu
söylemler, kadının sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı koĢullarla baĢetme yöntemi,
ataerkiyle yaptığı bir pazarlıktır. Bir taraftan köyden kente göç ederek köydeki birçok ağır iĢten
kurtulmuĢ, ekonomik olarak daha iyi koĢullarda yaĢamaya baĢlamıĢtır ancak bunun için kadınlığından
vazgeçip, çoğu zaman sadece bir anne olarak hanede varlığını devam ettirmek zorunda kalmıĢtır.
Erman‘ın (1998:211)‘ın da belirttiği gibi köyden kente göç, köy kadınları için arzulanan, büyük
beklentiler içeren, daha iyi, daha rahat bir yaĢantı vaadini taĢıyan bir olgudur. Kent bu kadınlar için;
[K]ocasının aile ve akrabalarının baskısından uzaklaĢabileceği, çocukları ve
kocasından oluĢan kendi ailesini kurabileceği, köyün ağır iĢlerinden, hem evde hem
tarlada ‗köle‘ gibi çalıĢmaktan kurtulabileceği, kocanın ‗kazak‘lığının yumuĢayabileceği,
ayrıca çocuklarının eğitim olanaklarına kavuĢacakları, ailenin kentin sağlık ve diğer
hizmetlerinden yararlanabileceği bir ortamdır.
Köyden ilçe merkezine göç eden HemĢinli kadınlar da kayınvalideleri ve kayınbabalarıyla birlikte
yaĢamak zorunda oldukları, hem çay bahçesinde hem tarlada çalıĢıp hem de eviçi iĢleri yapmak
zorunda kaldıkları bir köy yaĢamından kurtulmuĢlardır. Ancak büyük Ģehre değil, ilçe merkezine
göçmüĢ olmak mekân kullanımlarını kısıtlamıĢ, üstüne bir de sınır ilçesinde olmanın yarattığı ve
yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla da baĢetmek zorunda kalmıĢlardır. Belki de merkezde karĢılaĢtıkları
bu sorunlar nedeniyle, görüĢme yaptığım kadınlar köy yaĢamına duydukları özlemi sıklıkla dile
getirmiĢlerdir.
Sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı yeni yaĢam dinamiklerini tartıĢırken, HemĢinli
kadınlarla Laz kadınların süreci deneyimleme biçimlerindeki farklılıklara da değinmek gerekmektedir.
Çünkü sınırla beraber köyden Ģehir merkezine göç etme durumu HemĢinli kadınlar için söz konusu
olmuĢtur. Eğitim almamıĢ, hayatı boyunca da sadece çay ve tarla iĢlerinde çalıĢmıĢ HemĢinli
kadınların karĢısına merkezde kendilerine göre daha eğitimli, ‗Ģehirli‘, onların söyleyiĢiyle ―sosyete‖
Laz kadını çıkmıĢtır. Üstelik buna bir de, sınırın diğer tarafından gelen kadınlar eklenince bu
88
hiyerarĢide HemĢinli kadın en altta kalmıĢtır. EĢlerinin sınır ticaretinden daha fazla para kazanması,
aile ekonomisinin düzelmiĢ olması onların sosyal yapıda en altta olma durumunu çok da
değiĢtirmemiĢtir. Sınırla birlikte ortaya çıkan ve Hopa`ya ve daha doğrusu Karadeniz sahiline
genellenebilecek bir gerçeklik de, kadının içine düĢtüğü bu durumun, tuttuğunu koparan, güçlü ve söz
sahibi Karadeniz kadını anlayıĢının yıkılmıĢ olmasıdır. Elbette ki sınırdan önce kadınlar çok rahat
koĢullarda, evin içinde kocalarıyla eĢit bir iliĢki sürdürmemiĢlerdir ancak kadınların üretim sürecinde
yer almaları onlara bazı durumlarda söz hakkı sağlamıĢtır. Sınırın açılması kadın için zaten çok az olan
bu alanı da ellerinden almıĢtır. Bugün, çalıĢma olanaklarının olmaması, topladıkları çayın da
ekonomik olarak bir getirisinin kalmamıĢ olması bu kadınları evlere hapsetmiĢtir.
Laz ve HemĢinli kadınların sınır ekonomisiyle iliĢkisi ve bu ekonominin ortaya çıkardığı
dinamiklerden etkilenmesi dolaylı bir biçimde, kocalarının bu ekonomiye giriĢ biçimine bağlı olarak
Ģekillenmektedir. Bu etkilenme biçimleri, Laz ya da HemĢinli olmaya yani etnik kimliğine ve
kocasının bu ekonomik iliĢkilere hangi biçimde girdiğine bağlı olarak değiĢmektedir. Laz kadınlar, bu
ekonomik iliĢkilerin sonuçlarından daha farklı bir biçimde etkilenmiĢtir. Çünkü Laz erkekler toprak
sahibi olmaları avantajını kullanarak büyük otel sahibi olmuĢ ya da zaten dükkân sahibi oldukları için
esnaflık yapmaya devam etmiĢlerdir. Gümrük Ģirketlerini HemĢinliler kurmuĢ ya da tır sahibi
HemĢinliler olmuĢken, Lazlar Esnaf ve Sanatkârlar Odası baĢkanlığı ya da Ticaret ve Sanayi Odası
BaĢkanlığı yapmıĢlardır, yani resmi kurumlarda, daha ‗temiz‘ iĢlerde çalıĢmıĢlardır. Dolayısıyla sınırın
diğer tarafına yapılan küçük ölçekli ticaretle, Ģoförlükle ya da eğlence sektöründeki gene küçük ölçekli
iĢlerle uğraĢmamıĢlardır. FuhuĢ için bu mekânları iĢleten olmamıĢ, dolayısıyla da Laz kadınlar bu
sektörlerden sistematik bir biçimde değil, daha çok kocalarının seks iĢçileriyle kurduğu bireysel
iliĢkiler üzerinden etkilenmiĢlerdir. Oysa HemĢinli kadınlar için süreç tam tersine bir biçimde
iĢlemiĢtir. Üstelik HemĢinli kadının sadece çekirdek ailesi değil, geniĢ ailesi yakın akrabaları da
bunlardan etkilenmiĢtir. Çünkü HemĢinli erkekler, sınırın açılmasından önce de yaptıkları Ģoförlük
mesleğini sınırın açılmasından sonra daha da arttırmıĢ, aile ve akraba yardımlarıyla kamyonlarını tır‘a
çevirerek iĢin sadece çalıĢanı değil sahibi haline de gelmiĢtir. Ayrıca Hopa merkezdeki daha küçük
mekânlarda bar, lokanta, küçük otel sahipliği yaparak eğlence sektörünün tüm alanlarında kendini var
etmiĢtir. Sınırın diğer tarafındaki kadınlarla hem sınırın diğer tarafında hem de Hopa‘da iliĢki kurmuĢ
ve HemĢinli kadın bu kadınlarla kurulan iliĢkilerin etkilerine sürekli olarak maruz kalmıĢtır. Sınır ilk
açıldığı zamanlarda yükselen boĢanma oranları zaman içerisinde düĢüĢe geçmiĢtir. Kadınlar
‗yuvalarını bozmamak‘, ‗çocuklarını bırakmamak‘ için kocalarını terk etmediklerini söyleseler de, bir
yandan da kocalarının sınır ekonomisi üzerinden sağladığı ekonomik kazançla daha rahat hayatlar elde
etmiĢlerdir. Kandiyoti (1988)‘nin ataerkil pazarlık olarak tanımladığı ve yukarıda ele aldığımız bu
durum, HemĢinli kadının sınır ekonomisinin yarattığı bu iliĢkiler içerisinde kendi durumunu
meĢrulaĢtırma biçimidir.
HemĢinli ve Laz kadının arasındaki iliĢkilerde ortaya çıkan bu ayrım, göçmen kadınla karĢı karĢıya
kalındığında, bu kez her ikisi içinde ortak bir durum, bir rekabet ortamı yaratmaktadır. DıĢarıdan gelen
kadın her ikisinin ortak ―öteki‖si olmaktadır. Bakımlı, güzel ve eĢlerinin kolayca ulaĢabildikleri
göçmen kadınlarla kamusal alanda biraraya gelmemelerine rağmen, kocalarının bu kadınlarla kurduğu
iliĢkiler ve erkeklerin bu kadınlara dair anlatıları üzerinden bir karĢılaĢma gerçekleĢmektedir. ġöyle ki,
hem HemĢinli hem de Laz erkekler için, eğitimli, kültürlü, konuĢmayı bilen, bir görüĢmecinin dediği
Ģekliyle ‗insan ömrünü uzatan‘ bu kadınların gelmesi kendi kadınlarını da değiĢime zorlamaktadır.
Daha önce ‗yiyip, içip, çocuk doğurup ĢiĢmanlayan‘ Karadeniz kadınları erkeklerini kaptırmamak için
kendilerine ‗çeki-düzen‘ vermek zorunda kalmıĢlardır bu erkeklerin söylemlerine göre. Bu kadar
eĢitsiz bir rekabet ortamı, ataerkil sistemin kadınlara yüklediği sorunlara ve atfettiği sorumluluklara
yenilerini eklemiĢtir. Üstelik köyden Ģehir merkezine yakın zamanda göç etmiĢ ve eğitimsiz
bıraktırılmıĢ HemĢinli kadınlar için bu eĢitsizlikler katmerlenmiĢtir. ġehir merkezine göç ettikten sonra
çalıĢma yaĢamında yer bulamayan, köyle iliĢkisi de asgari düzeye inen HemĢinli kadınlar için
evlerinde oturup ‗kocalarını beklemek‘, gün düzenlemek ve rutin eviĢlerini yapmak dıĢında bir yaĢam
alanı kalmamıĢtır. Laz kadınlar için ise hep Ģehirde yaĢamıĢ olmaktan, eğitimli olmaktan ve
dolayısıyla iĢ yaĢamında daha fazla Ģansa sahip olmaktan kaynaklı bir avantaj ortaya çıkmıĢtır fakat
Hopa`nın istihdam koĢulları düĢünüldüğünde bunun çok da büyük bir avantaj olmadığını gözden
kaçırmamak gerekmektedir.
89
Yerel kadın için haksız rekabeti yaratan, bu hikâyenin ‗kötü karakteri‘ olarak görülecek göçmen
kadının hikâyesi ise bir baĢka sömürü ve mağduriyet öyküsüdür. Sınırın yarattığı ekonomik ortama
farklı biçimlerde katılan bu kadınlar da küresel ekonominin ve ataerkinin kurbanı olmuĢlardır. Sınırın
açıldığı zamandan günümüze kadar geçen sürede, sınırı geçip gelen ve sınırdaki ekonomik yaĢama
dahil olan dört farklı göçmen kadın tipinden bahsetmek mümkündür. Bunlar; bavul ticareti için gelen
kadınlar, evlenip yerleĢen kadınlar, seks iĢçisi kadınlar ve temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı gibi eviçi
iĢlerde çalıĢmak üzere gelen kadınlardır.
Sınır ilk açıldığı zamanlarda bavul ticareti olarak adlandırılan ve çoğunlukla da günübirlik yapılan
ticaret için sınırı geçen ve elindeki ürünleri satıp ülkesine dönen kadınlar hem `satıcı` hem de `alıcı
olarak Hopa`daki ekonomik yaĢama katılmıĢlardır. Bu kadınlar çoğunlukla aileleriyle beraber ve
evlerindeki eĢyaları satmak üzere gelmeye baĢlamıĢ, daha sonra ise Karadeniz sahilinden Ġstanbul
Laleli`ye doğru kayan bavul ticaretinin bir parçası olarak devam etmiĢlerdir.
Sınırın diğer tarafından gelen kadının Hopa‘daki günlük yaĢama entegre olabilmesinin en önemli
araçlarından birinin evlilik olduğu söylenebilir. Sınır açıldıktan sonra evlenerek sınırın bu tarafına
yerleĢenlere, hem sahte evlilik yapıp vatandaĢlık alanları hem de gerçekten evlenip gelenleri dahil
etmek gerekmektedir. Hopa`da sahte evlilik yapıp Türk vatandaĢlığını alanların birçoğu Hopa`da
kalamayip çalıĢmak üzere daha büyük Ģehirlere gitmiĢlerdir. Nüfus müdürünün verdiği bilgiye göre,
sınırın diğer tarafından evlilik yapıp gelenlerin sayısı 2004 ten sonra düĢüĢe geçmiĢtir. Çünkü, 2004
yılına kadar, evlilik yapanlar bir günde Türk vatandaĢlığına geçebilmiĢlerdir. Bu nedenle o dönemde
paravan evlilikler çok olduğunu belirten nüfus müdürü, bugün ise vatandaĢ olabilmek için 3 yıl
ikametgah zorunluluğu bulunduğunu ve vatandaĢlık iĢlemlerinin zorlaĢtırıldığını belirtmiĢtir. Bu
nedenle sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla evlenme oranı düĢmüĢ gibi görünmektedir. Ancak bu
noktada insanların genelde resmi evlilik yapmadan, nikahsız bir biçimde birlikte yaĢadıklarını da
belirtmek gerekmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen ve evlenip yerleĢen bu kadınlar için sürecin
farklı zorlukları vardır. Evlenip geldikleri ailelerdeki özellikle yaĢlı aile üyeler isimlerini değiĢtiriğ,
Türkçe isim koyarak onları sahiplenmeye ya da topluma kabul ettirmeye çalıĢmıĢlardır. Ayrıca bu
kadınların kendilerini aileye ve topluma kabul ettirebilmek için din değiĢtirdikleri de bilinmektedir.
Son dönemlerde sıklıkla bahsedilen bir baĢka durum ise, temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı için sınırı
geçen kadınlar olgusudur. Hopa‘da artık yaygın bir biçimde evlerde çocuk ya da yaĢlı bakımı için
gelip çalıĢan ve çoğu zaman da yatılı olarak kalan Gürcü kadınlara rastlamak mümkündür. Kimileri
çocukları için müzik dersleri aldırırken, birçoğu da temizlik ve yaĢlı bakımı için bu kadınları evlerine
almakta ve bu kadınların birçoğu bu evlerde yatılı olarak kalmaktadır. Bu durum, göçmen kadınlara
karĢı algıların yumuĢamasını sağlayan bir ortam yaratmıĢ aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen
kadınlar, Hopa‘lı kadınlar için artık ―yabancı‖ değildir ve onları evlerinde yatıracak kadar
güvenmektedirler. Oysa, sınırın diğer tarafından gelen ‗yabancı‘yla kurulan bu iliĢki, daha önce de
bahsettiğimiz gibi yüzyıllardır birarada yaĢayan Laz ve HemĢinli kadınlar arasında kurulamamıĢtır.
Dünyadaki baĢka sınırlar ve bu sınırlardaki kadınlar tartıĢılırken daha çok eğlence sektörüne
girmiĢ ve seks iĢçisi olarak çalıĢan kadınlar konu edilmektedir. Hopa içinde durum çok farklı değildir.
Bugün, Hopa‘da yaĢayan kadınlarla, sınırın diğer tarafından gelen seks iĢçisi kadınların kamusal
alanda karĢılaĢma ihtimalleri oldukça düĢüktür. Çünkü kurallar içerisinde, belli mekanlarda, belli
sokaklarda ve akĢam belli bir saatten sonra yapılan bir ticaret sözkonusudur artık. Seks iĢçisi
kadınların gittiği kuaförlere yerli kadınlar gitmemekte, mümkün olduğunca aynı dükkanlardan
alıĢveriĢ yapmamaktadırlar. Her ne kadar yerel kadınlar seks iĢçisi bu kadınlarla iletiĢim kurmasa da,
onlara karĢı bir nefret söylemi de yoktur. Burada seks iĢçisi bu kadınlara yönelik yaklaĢımda sol
söylemle bir eklemlenme gözlemlenebilir. Bu kadınlar genel olarak çok da ―kötü‖ algılanmamaktadır.
Hemen herkeste ―onlar da insan‖, ―öbür tarafta yoksulluk çok, mecburen bu iĢi yapıyorlar‖ gibi ortak
bir söylem bulunmaktadır. Yerel kadın eve hapsolduğu için ve dıĢarıdan gelen kadında yukarıda da
belirttiğimiz gibi otellerde hapsolduğu için bu kadınların karĢılaĢma ve iliĢki kurma olasılıkları
oldukça düĢük olmaktadır. Ancak yerli kadınlar ailesindeki erkeklerin (eĢinin, babasının, ya da
oğlunun) bu kadınlarla kurduğu iliĢkilerin etkilerini günlük yaĢamlarının her alanında
deneyimlemektedirler.
90
Özgen, (2006) Iğdır‘da, sınırın diğer tarafından gelen kadınlara dair söylemler üzerinden ―kadın
bedeni üzerinden ötekileĢtirilen ve ötekileĢtiren millet‖ tartıĢması yapmaktadır. Iğdır örneğinde Kürtler
bu kadınların Türk olduğunu, Türkler ise Kürt olduğunu iddia ederek milliyet üzerinden yeni
ötekileĢtirme söylemleri yaratmaktadırlar. Bizim örneğimizde de sınırın diğer tarafından gelen bu
kadınlar üzerinden derinleĢtirilen bir ayrımcılık vardır. Bu etnisite ile toplumsal cinsiyetinkesiĢtiği bir
diğer nokta olmuĢtur aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar ‗öteki‘, bu kadınlara
giden ya da bu kadınların çalıĢtığı mekânları iĢleten de bir kez daha dıĢlanması gereken HemĢinliler
olmuĢtur.
SONUÇ YERĠNE
Sarp sınır kapısının 1988 yılında insan ve araç trafiğine yeniden açılması ile baĢlayan süreç,
Hopa‘da özellikle kadınların günlük yaĢam deneyimlerinde derin etkiler bırakmıĢtır. Sınır hem köyden
kente göç eden HemĢinli kadının, hem Hopa merkezde yerleĢik olan Laz kadının ve hem de sınırın
diğer tarafından gelen göçmen kadının hayatında yeni deneyimler yaratmıĢtır. Hiç kimse ne tamamen
kaybetmiĢ ne de kazanmıĢtır. Kadınlar, çocukları ya da ailesinin bütünlüğünü devam ettirmek için feda
ettiği Ģeyler karĢısında özellikle yaĢamlarını kolaylaĢtıracak maddi kazançlar elde etmiĢ, sınır
ekonomisinin yarattığı ekonomik olanaklardan eĢi üzerinden de olsa kadınlar da yararlanmıĢlardır.
Buna karĢılık toplumsal yaĢamlarında yeni kısıtlamalara ve statü kayıplarına maruz kalmıĢlardır.
Bütün kadın görüĢmecilerin dile getirdiği bu mağduriyetler ve maruz kaldıkları eĢitsizlikler konusunda
bireysel bir takım müdahaleler dıĢında bir çözüm arayıĢı da yoktur.
Hopa`da sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyetle kesiĢtiği noktada kadınlar için yeni eĢitsizlikler
ortaya çıkmıĢtır. Farklı etnik kimliğe sahip olsa da, dıĢarıdan gelen kadın karĢısında ortak bir
küçümsenmeye ve aĢağılanmaya maruz kalan Laz ve HemĢinli kadın, buna rağmen birbirine
yaklaĢmamıĢ, birbirlerinin ―ötekisi‖ olmaya ve hatta bu yeni ortama uygun yeni ötekileĢtirme
söylemleri geliĢtirmeye devam etmiĢlerdir. Yerel kadın eğlence sektörünün yarattığı ortamda eve
hapsolurken, dıĢarıdan gelen kadın aynı sektörün bir nesnesi, bedeni üzerinden pazarlık yapılan bir
metası haline dönüĢmüĢ, o da otellere hapsolmuĢtur.
Çay toplayan, tarla-bahçe iĢlerini yapan, çocuklara bakıp, bütün ev iĢlerini yüklenen Hopa‘lı
kadınlar, geçmiĢte geniĢ aile içerisinde yine de daha fazla saygı görüyorken, bugün sarf ettikleri emek
‗görünmez‘ hale gelmiĢtir. Üstelik maddi durumu iyi olan ailelerde yaĢlı ve çocuk bakımı, ev temizliği
gibi iĢler için Gürcü kadınların çalıĢtırılıyor olması –eğer bir de koca dıĢarıda baĢka kadınlarla birlikte
oluyorsa- kadının evde ‗anlamsız bir nesne‘ye dönüĢmesine neden olmuĢtur. Üstelik sınırın diğer
tarafından gelen bakımlı, genç, cilveli ve kocalarının her an ulaĢabileceği seks iĢçileriyle rekabet
etmek zorunda kalmıĢlardır. Hem eviĢleri yapmak, çocuklara bakmak, çay toplamak vb. yüzyıllardır
üzerlerine yapıĢmıĢ kadınlık görevlerini devam ettirmek, hem de güzelleĢmek, bakımlı olmak ve
kocalarını memnun edip evde tutmaya çalıĢmak zorunda kalmıĢlardır. Bu kadar haksız bir rekabet
ortamının bu kadar kolay kabullenilmesi acıklı bir durumdur. Üstelik bunun yarattığı sosyo-psikolojik
etkilerin kadınlar ve çocuklar için çok daha derin sonuçlar doğuracağı da açıktır. Sınırın ilk açıldığı
zamanlarda, çok net rakamlara ulaĢmak mümkün olmasa da, boĢanma oranlarında çok ciddi bir artıĢ
meydana geldiği bilinmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla bu tarafta yapılan evlilikler ya
da sınırın diğer tarafında yapılan evlilikler, evlilik dıĢı çocuklar herkesin dile getirdiği ve bugün
neredeyse kanıksanmıĢ bir durumdur. Bugün boĢanma oranlarında düĢüĢ olsa da aile içindeki
iliĢkilerde yaĢanan çözülmeler devam etmektedir.
Türkiye‘de son yıllarda artan bir biçimde kadınların eĢleri, sevgilileri ya da eski eĢleri tarafından
öldürüldüğü haberleri yapılmaktadır. Sayıları tespit edilemeyecek kadar çok kadın ise yine aynı kiĢiler
tarafından Ģiddete uğramaktadır.
Can güvenliğinin bulunmayıĢının yanında, kadınların
mağduriyetlerin bir baĢka boyutu ise, ataerkil sistemin kapitalist sistemle kesiĢtiği noktada ortaya
çıkan ve kadının yaĢamın ekonomik, sosyal ve kültürel her alanında ezilmesiyle, yok sayılmasıyla ve
kamusal alandan dıĢlanmasıyla sonuçlanan günlük yaĢam deneyimleridir. Bu çalıĢmaya inceleme
konusu olan sınır bölgeleri de kendilerine özgü yaĢam koĢulları nedeniyle bu bölgelerde yaĢayan hem
yerel hem de göçmen kadınların bu mağduriyetleri fazlasıyla yaĢadıkları yerlerdir. Bu bölgelerdeki
göçmen kadınların ekonomik yaĢamda baĢat bir rol oynaması (bavul ticareti ya da seks iĢçiliği
yaparak), göçmen kadınların bu varoluĢ biçimlerinin yerel kadınların hemen bütün yaĢam pratiklerini
91
etkilemesi ve kapitalizmin ataerkiyle kesiĢtiği noktada kadın olmaktan kaynaklı yaĢanan
mağduriyetlerin kolayca izlenebilmesine olanak yaratmıĢtır. Sınır bölgesinde kadın olmak,
Türkiye‘nin herhangi bir yerinde kadın olmaktan daha farklı zorlukları barındırmaktadır.
Sonuç itibariyle, bir tarafta evlerine hapsedilmiĢ yerel kadınların, diğer tarafta ise otellere
hapsedilmiĢ göçmen kadınların olduğu ve Ģekil değiĢtirmiĢ olsa bile herbiri için erkeklere bağımlı
yaĢamın devam ettiği bir ortam yaratmıĢtır, sınır ekonomisinin ortaya çıkardığı eğlence sektörü. Ancak
buradan sınırın sadece dezavantajlar yarattığı sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Bu çalıĢma
göstermiĢtir ki, sınır, varolduğu bölgelerde, bu bölgelerde yaĢayan insanlar için avantajlar ve
dezavantajlar yaratmaktadır. Bu bölgede yaĢayanlar ne sadece mağdurdur ne de sadece
yararlanıcıdır(beneficiar). Aynı sınır kapısı zaman zaman olanaklar yaratıp, kimi zaman da büyük
olumsuzluklara ve olanaksızlıklara neden olabilmektedir. Sınırın yarattığı bu olanaklardan faydalanma
ya da olumsuzluklardan zarar görme durumunda kiĢinin cinsiyeti, ya da etnik kimliği önemli
olmaktadır.
KAYNAKLAR
Erman, T. (1998). Kadınların bakıĢ açısından köyden kente göç ve kentteki yaĢam. In. AyĢe Berktay
Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları.
Kalaycıoğlu, S. &Rittersberger, H. (1998). ĠĢ iliĢkilerine kadınca bir bakıĢ: Ev hizmetinde çalıĢan
kadınlar. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ
Bankası Yayınları.
Kandiyoti, D. (1988). BargainingwithPatriarchy. GenderandSociety, Vol. 2, No. 3, Special
IssuetoHonorJessie Bernard. pp.274-290.
Kandiyoti, D. (2011) Cariyeler, bacılar, yurttaĢlar: kimlikler ve toplumsal dönüĢümler. ĠST: Metis
Yayınları.
Özgen, N. (2006). Öteki‘nin kadını: Beden ve milliyetçi politikalar. Toplumbilim, 19, 125-137.
92
HAKKÂRĠ‟DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ
ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ
Tuğba METĠN1
ÖZET
Toplumsal cinsiyet, sosyalizasyon süreciyle elde edilen ve bireylerin bu bağlamda içselleĢtirdiği
davranıĢ örüntülerini içerir. Bu çerçevede, bu makalenin ana savı kadınların toplumsal hayata
katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri fazla etkilenmemektedir. Pierre
Bourdieu‘nun kuramsal yaklaĢımından, habitus ve sosyal sermaye kavramından hareketle çalıĢma
sonucunda, kadınların sosyal sermayesi artıkça, geleneksel kadın ve erkek rollerine iliĢkin
tutumlarının fazla değiĢmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Bu argüman, Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar üzerine yapılan bir araĢtırma temelinde
tartıĢılacaktır. Kadınların geleneksel cinsiyet rollerine bakıĢ açısı ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ve ―erkek ailenin reisidir‖argümanlarına yaklaĢımları ile ölçülecektir. Toplumsal hayata
katılım ise eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma, değiĢkenleri ile analiz
edilecektir. Nicel bir çalıĢma olan araĢtırmanın örneklemini, evreninin %1,5 temsili ile 1177 kadın
katılımcı oluĢturmuĢ ve anket ile veriler toplanmıĢtır.
Bulgulardan hareketle araĢtırmanın en önemli politik çıkarımı kadınların sosyal hayata katılımına
yönelik politikalar geliĢtirmek önemli olsada, içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinin değiĢimi
için daha uzun vadeli toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulduğudur.
Anahtar Kelimeler: Toplumsal cinsiyet, sosyal hayata katılım, ataerkil cinsiyet rolleri, ataerkil
ideoloji, sosyal sermaye
ABSTRACT
Gender is gained via socialization and involves the behaviors that people internalize in this
concept. From this point of view, this article‘s main argument is that although women have roles in
social life, their internalization of these roles by means of gender is not affected. With reference to
Pierre Bourdieus‘ habitués and social capital terms in his theoretical approach, it is concluded that
whilst women get more social capital, their attitudes towards gender roles do not change so much.
This conclusion will be discussed on the base of a research on women above 15 in Hakkari.
Women‘s attitudes to traditional gender roles will be analyzed around their approaches to the
arguments ―Woman must obey her husband all the time.‖ and ―Man is the head of the household.‖
Participation in social life will be analyzed around the variables education, working conditions,
attending a course and spending free time in an association. The sample of the research constitutes
1177 women, which represents %1.5 of the population and the data is collected with questionnaire
used in quantitative research technique.
The most obvious political implication of our findings is that while it is important to develop some
politics related with the women‘s participation in social life, there is a need for social engineering in
the long term to change internalized gender roles.
Keywords: Gender, participation in social life, patriarchal gender roles, patriarchal ideology,
social capital.
1
ArĢ.Gör.,Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, tugba.metin@ibu.edu.tr
93
GĠRĠġ
“…Batılı Kadınlar için Kadın işi annelerin
çocuk doğurmaları, evlerine ve ailelerine
bakmaları, gönüllü işler ve el işleri yapmaları
anlamına geliyordu. Erkek işi ise babaların evin
dışında işlerde çalışmaları, para kazanmaları,
ailede, toplumda ve ülkede baskın konumda
olmaları demekti…” H.R. Bell; Erkek işi/ Kadın
İşi, Psilon Yayınları, İstanbul, s. 18
Biyolojik farklılıkları açıklayan bir kavram olan cinsiyet, kadın ve erkek olarak iki ayrı cinsi ifade
etmektedir. Batı‘da cinsiyet (seks) kavramından ayrı olan, feminist yazın literatürde önemli bir yere
sahip olan ―gender‖ kavramı ise kültürel ve sosyo-psikolojik olanın farklılığını belirtmek için
kullanılmaktadır (BaĢak, 2010; Mottier, 2002). Bireylerin toplumsal cinsiyeti ise sosyalizasyon
sürecinde elde edilmiĢtir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet toplum tarafından kurgulanmıĢ, kadın ve
erkek için farklı rol tahsisi içermektedir.
Kadının evine (özel alan) ait olması gerektiği, erkeğin ise dıĢ dünya (kamusal alan) ile iliĢkisi
olması gerektiği düĢüncesi yüzyıllardan beri toplumlara egemen olan bir anlayıĢtır. Fakat toplumların
geçirdiği değiĢim ve dönüĢümler toplumsal hayatın tüm alanlarında olduğu gibi toplumsal cinsiyet
alanını da etkilemiĢtir. Bu değiĢimlerden en önemlisi kuĢkusuz sanayileĢmedir. SanayileĢmeden önce
üretim aileler tarafından kendi üretimleri için yapılırken endüstri devrimiyle baĢlayan süreçte iĢ
yerleri, ev ve aileden ayrılarak üretim bunların dıĢındaki organizasyonlarla gerçekleĢmeye baĢlamıĢtır
(Kapız, 2003): Bu noktadan itibaren iki ayrı alan olarak ele alınmaya baĢlayan iĢ yeri ve ev, kadın ve
erkeğin etkinlik göstereceği alanlar olarak ayrılmıĢtır.
Aydınlanmacı Liberal Feminizm özel alan ve kamusal alan ayrımına Ģiddetle karĢı çıkarak kadın
ve erkeğin eĢit haklara sahip olması gerektiğini savunmuĢtur. Kadınların erkeklerden ontolojik olarak
farklı olmadığını, farklılığın toplumsal olarak inĢa edildiğini belirterek, kadınların erkekler gibi eğitim
almasının, demokratik haklara (oy verme) ve hukuki haklara (boĢanma, mülk edinme vb.) sahip
olmasının kadınları özgürleĢtireceğini belirtmiĢlerdir Böylece kadın gelenekselliğin hurafelerinden
kurtularak özgürleĢecektir (Donovan, 2010:45).Yani kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal
alandaki eĢitsizliklerin ortadan kaldırılması kadınların içselleĢtirdiği rolleri de etkileyerek onların
erkekler ile aynı konumda olmasını sağlayacaktı (Connell, 1998:60). Günümüzde kadınların elde ettiği
hukuki ve demokratik haklar ve buna bağlı olarak kamusal alanda etkinlik göstermeye baĢlaması
geleneksel ataerkil düzen içerisindeki konumlarını değiĢtirmeye yetmemiĢtir. Oysa cinsiyet eĢitsizliğin
kökenini daha farklı yerlerden aramak gereklidir. Kadın ve erkeğe iliĢkin geleneksel roller yeniden ve
yeniden kurgulanmaktadır.
Günümüzde yapılan tartıĢmalar özel alan ile iliĢkilendirilen kadının kamusal alanda daha fazla yer
almasıyla geleneksel rolleri konusundaki tartıĢmaları beraberinde getirmiĢtir. Aile iliĢkilerinin eĢitsiz
yapısı, bir yandan toplumsal ve siyasal uzantılara sahip iken öte yandan bunları yeniden üreten bir
özellik gösterir (Bora ve Üstün, 2005:13)..
Bu bağlamda araĢtırmanın konusunu Hakkâri‘de yaĢayan kadınların toplumsal hayata katılım
dinamiklerinin geleneksel rol sahiplenmelerine etkisidir. Kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri
hususunda birtakım etkenlerin olduğu açıktır. Bu bağlamda bu araĢtırmanın problemi bu dinamiklerin
neler olduğudur. AraĢtırmanın amacı ise toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından kadınların
geleneksel rol sahiplenmelerinin ne Ģekilde etkilendiğinin tespitidir.
1. KURAMSAL YAKLAġIM: ERKEK EGEMEN YAPININ TOPLUMSAL YENĠDEN
ÜRETĠMĠ
Kadın ve erkek arasındaki toplumsal olarak kurgulanan suni eĢitsizliğe karĢı duran bir ideoloji olan
feminizm, bu eĢitsizliğin kökenlerini sorgular. Bu araĢtırmanın konusu olan Hakkâri‘de yaĢayan
kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri ile toplumsal hayat katılımları arasındaki iliĢkinin kuramsal
yaklaĢımını oluĢturan Bourdieu‘nun kuramına geçmeden önce kendisinden önce Feminist kuram
literatüründe bu konuyla ilgili yapılan tartıĢmalara bakılacaktır.
94
Kadın ve erkek arasındaki eĢitliği sağlamaya yönelik bir ideoloji olan feminizmin ilk dalgasında
Aydınlanmacı Liberal feministler, kadının özel alan ile sınırlandırılmasına karĢı çıkarak, toplumsal
dönüĢümün kadının öncelikle eğitim alması gerektiğine özellikle vurgu yapmıĢlardır. Daha sonrasında
ise oy verme hakkı ve piyasada erkekler ile birlikte eĢit konumda olmak gibi (eĢit iĢe eĢit ücret) hak
taleplerinde bulunmuĢlardır (AltınbaĢ, 2006). Erkek ve kadın arasında toplumsal olarak kurgulanan
eĢitsizliğe karĢı çıkan bir ideoloji olan feminizmin eĢit haklar mücadelesinin bu ilk dalgasında kadınlar
kamusal alanda büyük mücadelelerin sonucunda önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen cinsiyet
ayrımcılığını özsel olarak değiĢtirmekte baĢarısız olunmuĢtur (Karadağ ve Sabancılar, 2012).
1968‘li yıllara kadar süren Birinci Dalga Feminizm bundan sonra yerini ikinci dalga feminizme
bırakmıĢtır (Özsöz, 2008). Ġkinci dalga feminizm ile birlikte sorgulanmaya baĢlanan toplumsal cinsiyet
rolleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iĢ bölümü, kamusal alan ve özel alan kavramları ile liberal
demokrasi anlayıĢına getirilen eleĢtiriler bu akımın temel karakteristiğini oluĢturmaktadır
(Morsünbül). ModernleĢme projesinin bir bileĢeni olarak ortaya çıkan Birinci Dalga Kadın Hareketini
Yaraman (2008) kadını erkekleĢtirme projesi olarak adlandırmıĢ, bunun da ikinci dalganın çıkıĢ
noktası olduğunu belirtmiĢtir.
Kadının ikincil konumda olmasının varoluĢsal nedenlerini ele alan Simone de Beaviour ikinci
dalga kadın hareketinin en etkili ismidir. VaroluĢsal bakıĢ açısını feminist hareket ile sentezleyerek
toplumsal olarak kurgulanan kadın-erkek eĢitsizliğine açıklama getirmeye çalıĢmıĢtır. ―Kadın
doğulmaz, kadın olunur‖ sözü 1970‘lerden itibaren bu konuda yapılan feminist çalıĢmaların anahtar
kavramı olan biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımını en iyi açıklayan söz olarak Feminist
literatürde yerini almıĢtır (Gezgin, 2012). Ġnsan hakları bakımından erkeklerle eĢit düzeyde
sağlanmaya çalıĢılan biçimsel eĢitlik erkek egemenliğini yalnızca yasalarla sınırlamıĢ, özsel olarak ise
erkek egemenliği devam etmiĢtir (Yaraman, 2010).
Modernliğin eleĢtirisi noktasından hareketle baĢlayan ikinci dalga kadın hareketi ile birlikte
ataerkilliğin yeniden üretimiyle ilgili tartıĢmalar yavaĢ yavaĢ sosyal bilimler literatüründe yer almaya
baĢlamıĢtır. Bunlardan en önemlisi Bourdieu‘nun ―Masculen Dominatin‖ (2001) ve Connell‘ın
―Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar‖ (1998) adlı çalıĢmalarıdır. Her ikisi de ataerkil yapının gündelik
yaĢam içerisinde nasıl kurgulandığını ve kadınların üzerinde hegomonik bir etki yaratarak kadınların
bunu nasıl içselleĢtirdiklerini ele almaktadır.
Feminist teorideki tartıĢmalarının ekseninin ataerkil sistem, sınıfsal konum ve sosyalizasyon süreci
gibi etkenlerin toplumsal yapı içerisinde kadınları baskı altına altığı ve ezdiği görüĢünden toplumsal
cinsiyet kimliğinin değiĢim ve dönüĢümüne kayması Bourdieu‘nun kuramının feminist teori içerisinde
etkinliğini arttırmıĢtır (Mcnay, 2000, akt.Öztimur, 2010:589).
Feminist teori tartıĢmalarında önemli bir yere sahip olan Bourdieu‘nun ―Habitus‖, ―alan‖ ve
―sermaye‖ (sosyal, kültürel, ekonomik ve simgesel), ―simgesel Ģiddet‖ kavramları toplumsal cinsiyet
iliĢkilerinin analizinde kilit kavramlardır (Mcnay,1999; Ashall, 2004). Ayrıca kullandığı oyun
metaforu Bourdieu‘nun faillerin (aktif ve eyleyen olarak) toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde
katıldıklarını anlamaya olanak tanır. Fakat Bourdieu için faillerin eylemleri ne sadece toplumsal olarak
sınırları çizilmiĢtir ne de eyleyenlerin tamamen özgür iradesine bırakılmıĢtır (Öztimur, 2010:585). ĠĢte
bu noktada kadınların, toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirerek sistemin yeniden üretimine katkıda
bulunmaları noktası önem kazanmaktadır. Dolayısıyla bu araĢtırmanın ana savı olan kadınların
toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından (eğitim, çalıĢma durumu, kursa girme ve dernekte
çalıĢma gibi) avantajlı konumda olsalar dahi içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı
erkek egemen yapının hegemonik baskısından kurtulamamaktadırlar. Pierre Bourdie‘nun toplumsal
cinsiyet düzenine iliĢkin kuramsal yaklaĢımına geçmeden önce kullandığı temel kavramlara göz atmak
gerekir.
Bourdieu habitus, sermaye ve alan kavramlarını kullanarak hem toplumsal iliĢki kalıplarını ortaya
koymak hem de bireylerin algılarını araĢtıran ―inĢa‖cı bir bakıĢ açısı sağlama çabası içerisindedir
(Wacquant, 2007:61). Bourdie‘nun terminolojisinde alan kavramı oyun metaforu ile benzerlik
kurularak açıklanır. Yani eyleyenlerin (faiillerin) farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik,
toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda, o alanın kurallarına uygun olarak birbirleriyle
mücadele ettikleri yerdir. Bourdieu bu anlamda alanı Ģu Ģekilde tanımlar:
95
Çözümleyici açıdan alan, konumlar arasındaki nesnel bağıntıların
konfigürasyonu ya da ağı olarak tanımlanabilir. Bu konumlar, varoluĢları ve
kendilerini iĢgal edenlere, eyleyicilere ya da kurumlara dayattıkları belirlenimler
açısından, farklı iktidar (ya da sermaye) türlerinin dağılım yapısındaki mevcut
potansiyel durumlarıyla (situs), ayrıca diğer konumlara nesnel bağıntılarıyla
(tahakküm, itaat, benzeĢme vb.) nesnel olarak tanımlanır. Söz konusu iktidar (ya da
sermaye) türlerine sahip olmak, alanda elde edilebilecek özgül faydalara eriĢimi
belirler. (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 81)
Bir duygu olarak ele alınan habitus ise failin kim olduğu, dünyada nasıl var olduğunu, karakteristik
eylemler setini anlatır (Calhoun, 2010: 103). Bu anlamda habitus alan tarafından yapılandırılarak,
bedenleĢmiĢ toplumsallık olarak nitelendirilir (Bourdieu ve Wacquant, 2007:118). Kurumlar ve
benden arasında bir kesiĢim noktası olan habitus, bireyin salt biyolojik varlık olmanın ötesine
geçirerek sosyo-kültürel düzene uyum sağlamasına olanak tanır (Calhoun, 2010:104). Yani oyuna
katılmak için habitus önemlidir. Çünkü oyunlar belli kurallara uymayı gerektirir. Habitus fail için
dıĢsal toplumsal yapıların içselleĢtirilmesiyle ortaya çıkmaktadır (Tatlıcan ve Çeğin, 2010:315).
Habitus Bourdieu‘nun bir anlamda terminolojisinde farklılıkları üreten ve dolayısıyla eĢitsizliklere
neden olan bir faktör olarak karĢımıza çıkmaktadır (Öztimur,2010:586). Bourdieu, toplumda
cinsiyetler arası eĢitsizliği de yine bu kavramla açıklamaya çalıĢır.
Pierre Bourdieu (2001) erkek egemenliğinin toplumsal olarak yeniden üretimini
―MasculenDomination‖ adlı eserinde incelemiĢtir. Alan, habitus, simgesel Ģiddet ve simgesel iktidar
kavramları kullanarak kadınların toplumsal cinsiyet rollerini nasıl içselleĢtirerek ataerkil sistemi
yeniden inĢa ettiklerini açıklar. Cezayir kabilelerinde yaptığı etnografik çalıĢmaların bulgularını içeren
bu çalıĢmada Bourdieu toplumsal cinsiyetin nasıl inĢa edildiğini Ģu Ģekilde açıklar:
Bu düzen bir yandan zaman ile mekânın toplumsal örgütlenmesinde ve cinsler
arası iĢbölümünde ifade edildiği Ģekliyle toplumsal yapılar, diğer yandan
bedenlerde, zihinlerde kazılı biliĢsel yapılar arasında kurulan neredeyse kusursuz
ve doğrudan uyum sayesinde son derece doğal kabul edilir. Aslında ezilenler yani
kadınlar, toplumsal ve doğal dünyanın her nesnesine, özellikle içinde yer aldıkları
tahakküm bağlantısına, aslında bu bağıntının gerçekleĢtiği kiĢilere, üzerinde
düĢünülmeyen düĢünce Ģemaları uygularlar. Söz konusu Ģemalar bu iktidar
bağıntısının kelime çiftleri halinde (yukarı/ aĢağısı, büyük/ küçük, dıĢarısı/içerisi,
düz/eğik vb.) içselleĢtirmesinin ürünüdür, dolayısıyla onları bu bağıntıyı tahakküm
edenlerin bakıĢ açısından, yani doğalmıĢ gibi kurmaya yöneltir. (Bourdieu ve
Wacquant, 2007:171)
PatriarĢinin yani erkek egemen sistemin kadını baskı altına alıĢına dair literatürde farklı kuramsal
yaklaĢımlar bulunmaktadır. Örneğin Walby (1989)‘nin toplumsal yapının bir sistemi olarak
tanımladığı patriarĢi yani ataerkillik, erkeğin baskın ve egemen olduğu, bu yolla kadını sömürdüğü bir
sistemdir. Walby ataerkilliği özel ve kamusal olarak ikiye ayırarak sistemin toplumsal yapının geniĢ
bir kısmını kapsadığını belirtir. Kadınlar ise kendilerini ezen ve sömüren sisteme uyum sağlamak
zorundadır. Bourdieu‘nun feminist teoride ilgi uyandırmasının nedeni ise ―eyleme‖ kavramının
toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢme ve dönüĢme sürecinde etkisini ele almasıyla alakalıdır
(Öztimur, 2010:589). Salt toplumsal belirlenimlere sahip eylemlerde bulunmayan faillerin strateji
geliĢtirme potansiyelleri bulunmaktadır (Öztimur, 2010:587). Bunun için Kandiyoti (2011) kadınların
var olan uyum ve direniĢ stratejilerini, ―ataerkil pazarlık‖ kavramını kullanarak açıklamaya çalıĢmıĢtır.
Erkek egemenlik sisteminin baskıcı öğeleri olmasına rağmen kadınların da güç kaynakları mevcuttur,
bu yüzden aslında kadınları eziyor gibi görünen bu sisteme kadınlar da erkekler kadar bağlıdır.
.Kurallarını erkeklerin belirlediği bu sistemde kadınlar yer alabilmek için bu kuralları benimseyerek
bir takım davranıĢlarda bulunmaktadır (Demren, 2003). Öyleyse kadınlar sistemin yeniden inĢasında
aktif rol oynarlar.
Sosyal ve kültürel sermaye, erkek ve kadının davranıĢlarını, kararlarını ve tutumlarını belirleyen
bir alan olan toplumsal cinsiyet habitusunu oluĢturur (Ashall, 2004). Eril tahakküm kadınlar tarafından
toplumsal düzenin doğal bir parçası olarak kabul edilir. Bourdieu tahhaküm çözümlemesinde önemli
96
bir nosyon olan Simgesel Ģiddeti Ģu Ģekilde açıklar: ―Eyleyiciler, kendilerini belirleyeni
yapılandırdıkları kadar kendilerini belirleyenin etkililiğini üretmeye katkıda bulunan eyleyicilerdir‖.
Kadınların kendi habituslarında meĢrulaĢtırarak içselleĢtirdikleri ve yeniden ürettikleri bu durumu,
erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü olarak Bourdieu ―sembolik Ģiddet‖ olarak kavramsallaĢtırır
(aktaran, Öztimur, 2010).
Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ve kadınların bunu içselleĢtirmeleri noktasında Connell‘ın
―hegomonik erkeklik‖ kavramına değinmek gerekir. Connell Bourdieu‘nun kavramlarından yola
çıkarak toplumsal cinsiyet eĢitsizliğini açıklamaya çalıĢır. Connell (1998:172)‘a göre bir ailenin
toplumsal cinsiyet rejimi Ģu üç yapı tarafından belirlenir: duygusal iliĢkiler, ücret ve mesleğin
belirlediği iktidar, iktidarın belirlediği iĢbölümü. Bu durumda Hegomonik erkeklik ortaya çıkmaktadır.
Hegemonik erkeklik kavramı Connell‘ın çalıĢmalarında sıkça rastlanılan bir kavramdır. Gramsci‘nin
Ġtalya‘daki sınıf iliĢkileri analizinde var olan toplumsal üstünlüğü belirtmek için kullandığı hegemonya
kavramı Connell‘ın toplumsal cinsiyet analizinde erkeğin kadına üstünlüğünü açıklamak için
kullanılmıĢtır (Connell, 1998:247). Connell hegemonik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık
arasındaki uyumun, ―erkeğin kadın üzerindeki egemenliği kurumsal bir hale getiren pratiklerden
kaynaklandığını‖ belirtir (1998:251). Yani toplumsal cinsiyet iliĢkileri günlük yaĢamda kültürel
pratikler vasıtasıyla yaratılmaktadır. Sonuçta ise kadınların bunları içselleĢtirmesiyle meĢru hale
gelmektedir.
Connell gibi Bourdieu da patriarĢik toplumsal cinsiyet düzenin belli kadınlık ve erkekliği bireylere
dayattığını savunur. Ġktidar iliĢkilerinin oluĢtuğu ve yeniden üretildiği alan olarak gündelik yaĢam
Bourdieu‘nun kuramsal analizinde önemli bir yere sahiptir (Öztimur, 2010:584). Connell (1998)‗ın da
belirttiği gibi toplumsal cinsiyetin kurumsallaĢması, yeniden üretim aracılığı ile döngüsel pratikler
tarafından biçimlendirilmesine bağlıdır. Cinsiyet farkları her bir cins için ―habitus‖ alanı yaratarak bir
sistem oluĢturur ve ortaya çıkan ―eril tahakküm‖ cinsiyete dayalı bir iĢbölümü olarak toplumsal
yaĢamda tezahür eder (Sancar, 2011:190). Yani habitus toplumsal farklıkları ve eĢitsizliği toplumsal
yaĢamda ortaya çıkaran bir etkendir (Öztimur, 2010). Kadınları sınırlayan cinsiyetçi habituslar, onların
ev içi roller ve edilgin davranıĢ kalıplarını benimsemeleri sonucunu ortaya çıkarır. Böylece ataerkil
sistem kendini yeniden üreterek varlığını sürdürür (Yaraman, 2008).
Bu araĢtırmada da geleneksel toplumlarda yaygın bir görüĢ olan ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ ve ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumları Hakkâri özelinde ele alınacaktır.
Kadınları sınırlayan bu cinsiyetçi habitusların kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinden
nasıl etkilendiği ortaya konulmaya çalıĢılacaktır.
2. LĠTERATÜR TARAMASI
Günümüzde toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanması amacıyla Dünyada ülkelerin resmi politikası
haline gelen atılımlar söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin erkekleri de olumsuz yönde
etkilediği yaklaĢımından hareketle Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler tarafından devlete bağlı
birimler ve konseyler oluĢturulmuĢtur (Sayer, 2011). Bu politikaların hedefi toplumsal cinsiyet
eĢitliğine erkeklerin de katılmasını sağlayarak bir değiĢim ve dönüĢüm sağlamak hedeflenmektedir.
Türkiye‘de ise kadınların toplumsal fırsatlardan erkekle ile eĢit biçimde yararlanmasının sağlanması ve
kadının insan haklarının korunmasına yönelik olarak Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı
(2008-2012) yürürlüğe girmiĢtir. Ulusal bir mekanizma olarak baĢbakanlığa bağlı olarak kurulan
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen projede kadınların eğitim, sağlık ve istihdam
gibi alanlarda fırsat eĢitliğini sağlamaya yönelik farklı kurum, kuruluĢ ve üniversitelerle iĢbirliği
çerçevesinde çalıĢmalar yürütülmeye baĢlanmıĢtır (KSGM, 2009).
Türkiye‘de toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair mevcut duruma bakıldığında ise, dünya genelinde
yapılan araĢtırmalarda Türkiye‘nin toplumsal cinsiyet eĢitliği bakımından oldukça geri sıralarda
olduğu görülmektedir. UNDP (BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma Programı)‘nın her yıl yayınladığı
ülkelerin Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksine göre Türkiye 148 ülke ve bölge arasında 68. Sırada
yer almaktadır. UNDP‘nin 2013‘teki Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksi raporuna göre, Türkiye
yaĢayan kadınların baĢta eğitim olmak üzere, siyasi katılım, mecliste kadın temsili, iĢ hayatına katılım
konularında oldukça geri sıralardadır (UNDP, 2013). Görüldüğü toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair
kamusal alanda kadınlara erkeklerle aynı fırsat eĢitliğinin sağlanması, köklü bir toplumsal değiĢim ve
97
dönüĢüm için yeterli değildir. Bundan dolayı bu sorunun temeline inen araĢtırmalara daha fazla ihtiyaç
olduğu görülmektedir.
Toplumsal cinsiyet düzeninde cinsiyetler arası iĢbölümü kadının rolünü ev içinde (özel alanda)
tanımlarken, erkeğin rolünü dıĢarıda, ailesini geçindirmek ile tanımlanmıĢtır. Böylece evi geçindirme
erkeğin görev alanı içerisine alınmıĢtır. Kadınların aile reisi yani evi geçindirdiği durumlar genellikle
erkek reisin olmadığı durumlarda söz konusudur ( Dedeoğlu, 2000). AĢağıda toplumsal cinsiyet
rollerinin kadınlar tarafından içselleĢtirilmesi ve buna eğitim, istihdam ve bir sivil toplum kuruluĢunda
çalıĢma gibi toplumsal hayata katılım dinamiklerinin etkisinin incelendiği çalıĢmalar ele alınmıĢtır.
Kadının ev içi rol ve sorumluluklarında eğitimin değiĢime yol açtığını belirten araĢtırmalar
bulunmaktadır. Ersoy (2009) tarafından Malatya ilinde 288 kadın ile yapılan araĢtırmanın bulgularına
göre ―erkeğin üstün olması ve evde sözünün geçmesi‖ tutumuna, kadınların eğitim seviyesi arttıkça
karĢı bir tavır takındıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde okuma-yazma bilen fakat okul
bitirmemiĢ kadınların %33,3‘ü bu düĢünceye karĢı iken, yüksekokul mezunu kadınların ise %89,4‘ü
bu düĢünceye karĢı çıkmıĢtır. Öte yandan Günindi-Ersöz (2012) eğitim seviyesinin artmasının
toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumları değiĢtirmeyeceğine iĢaret etmiĢtir. Gazi üniversitesinde öğrenim
gören 837 kadın ve erkek öğrenci ile gerçekleĢtirilen çalıĢmada, toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumların
yer aldığı sorular öğrencilere öncelikle birinci sınıfta, daha sonrasında dördüncü sınıfa geldiklerinde
yöneltilmiĢtir.ÇalıĢmanın bulguları göstermiĢtir ki öğrenciler dördüncü sınıfta belirttikleri görüĢ ile
birinci sınıfta belirttikleri görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Günindi-Ersöz (2012)
bu durumu mevcut eğitim sisteminin parçası olduğu sosyal yapı tarafından belirlenmesine bağlar. Var
olan toplumsal iliĢki ve pratikleri meĢruiyet kazandıran eğitim sonuç olarak bağlı bulundukları
toplumun niteliğini taĢırlar (Ökten, 2009)
Günay ve Bener (2011) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde aile içi
yaĢamı algılama biçimlerini belirlemek amacıyla, Ankara‘da oturan toplam 575 evli kadınla anket
çalıĢması yapılmıĢtır. Yapılan çalıĢmanın bulgularına göre öğrenim ve çalıĢma durumu ile ―ailenin
geçimini sağlamak erkeğin sorumluluğudur‖ tutumu arasında anlamlı bir iliĢki tespit edilmiĢtir. Buna
göre kadınların ailede temel sosyal ve ekonomik faaliyet alanlarını toplumsal cinsiyet rolleri
çerçevesinde değerlendirmedikleri tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla kadınların öğrenim düzeyinin artması
ve herhangi bir iĢte çalıĢması geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini değiĢtirmektedir. Yine Bener ve
Günay (2012) tarafından Karabük Üniversitesinde okuyan öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerine
iliĢkin tutumlarının incelendiği çalıĢmada öğrencilere ―aile reisi erkektir‖ önermesi sunulmuĢtur.
Sonuç olarak kız öğrencilerin öğrenim düzeyi yükseldikçe evlilik ve aile yaĢamına iliĢkin tutumlarının
geleneksel bakıĢ açısından uzaklaĢtığı, fakat kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre evlilik ve aile
yaĢamına yönelik olarak daha gelenekselci bir tutum içerisinde oldukları tespit edilmiĢtir. Yani
kadınlar Bourdieu‘nun toplumsal cinsiyet düzenine kuramsal yaklaĢımıyla, eril tahakküm gücünü
egemenlik altına aldığı kadınların, bu durumu kendi rızalarıyla fakat bilinçsiz bir Ģekilde
kabullenmelerinden alır (Öztimur, 2010:595).
Yaraman (2010)‘ın ataerkil düzeni değiĢtirmek ve kadının özgürlüğü için çalıĢan kadın
aktivistlerle yaptığı çalıĢmanın bulguları ise oldukça dikkat çekicidir. GörüĢülen kadınların kamusal
alanda varlık göstermelerine ve kadınlar için mücadele etmelerine karĢın ev içindeki rollerden
öncelikle kendilerini sorumlu görmeleri bir çeliĢki yaratmaktadır. Yaraman (2010)‘a göre geleneksel
ataerkil yapı kendini yeniden üreterek etkinliğini sürdürmekte ve ―toplumsal erkekcilik‖in oluĢmasına
neden olmaktadır.
Alican (2007) tarafından kamu memur sendikalarında yönetici olarak görev yapan kadınlarla ilgili
yapılan çalıĢma da yine kadınların kamusal alan aktif olarak katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerini
içselleĢtirdiklerini ortaya koymaktadır. ÇalıĢma sonucunda kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin iĢ
ve yöneticilikten daha önce geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yine Gupta ve diğ. (2009) tarafından
yapılan, sosyal olarak inĢa edilen toplumsal cinsiyetçiliğin, erkek ve kadınların giriĢimcilik niyetleri
üzerindeki etkisini inceleyen bir çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda kadınların giriĢimcilik
niyetlerinin yüksek olmasına, erkeklerle aynı deneyim ve eğitim düzeyine sahip olmalarına rağmen
basmakalıp toplum cinsiyet yargıları nedeniyle giriĢimcilik niyetlerinin olumsuz etkilendiği sonucuna
ulaĢılmıĢtır. Çünkü kadınlar tarafından giriĢimcilik erkek egemen bir özellik olarak algılanmaktadır.
98
Güneydoğu Anadolu Bölgesinin toplumsal cinsiyet yapısına genel itibariyle bakıldığında kadın
cinselliği ve bedeni üzerine bölgenin sosyokültürel yapısına göre Ģekillenen bir anlayıĢın olduğu
söylenebilir (Ökten, 2009). Hassapour (2005:307)‘a göre kadın cinselliğini kontrol etme hakkı aile,
aĢiret, cemaat, modern devlet ve milletin erkek üyelerine verilmektedir.
Bölgede yapılmıĢ çalıĢmalara bakıldığında toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin çarpıcı sonuçlara
ulaĢılmıĢtır. Bayram vd. (1998) yılında yapılan bir çalıĢmanın bulgularına göre kadınların üretime
katılsa bile ev içi konumlarında bir değiĢmenin yaĢanmadığını göstermektedir. Hane halkı reislerinin
%80‘i eĢini ev hanımı olarak tanımlar iken, yalnızca 17,8‘lik bir kısmı eĢini tarım iĢçisi olarak
tanımlamıĢtır. Oysa kadınlar tarımsal üretiminin ve hayvan bakımının her alanında aktif bir Ģekilde yer
almaktadır (akt. Ökten, 2009).
Kahraman (2010) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet eĢitsizliğine yönelik tutumlarını
belirlemek amacıyla yapılan anket çalıĢmasında ―evlilikte kadın-erkek iliĢkisi nasıl olmalıdır‖ sorusu
yöneltilmiĢtir. Katılımcıların %71,1‘i ―kadın ve erkek eĢittir, bütün iĢler eĢit olarak yapılmalıdır‖
yanıtını verirken, katılımcıların %13,5‘i ―erkek ailenin reisidir, bu yüzden karar verici odur‖ yanıtını
vermiĢlerdir.
Yapılan çalıĢmalara genel olarak bakıldığında eğitim düzeyi, istihdam durumu baĢta olmak üzere
sosyal hayata katılım dinamikleri göz önüne alındığında kadınların toplumsal cinsiyet rollerine dair
içselleĢtirmelerinde önemli bir değiĢiklik yaratmadığı söylenebilir.
3. ARAġTIRMANIN YÖNTEMĠ
3.1. Evren ve Örneklem
AraĢtırmanın evrenini Hakkâri merkez ve Hakkâri‘nin bütün ilçelerinde yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri
kadınlar oluĢturmaktadır. TUĠK (2011) adrese dayalı nüfus kayıt sistemi veri tabanından elde edilen
verilerden hareketle 2011 yılında 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı tespit edilmiĢtir. Buna göre
Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı 76.876‘dır.
Örneklem büyüklüğü ise % 1.5 temsil oranı ile 1.223 kiĢi olarak belirlenmiĢtir. Ancak verilerin
SPSS‘e giriĢi sırasında, verilen cevapların Ģüpheli olduğu düĢünülen 45 anket değerlendirmeye
alınmamıĢtır. Örneklem sayısı sonuç itibariyle 1.177 olmuĢtur.
%1,5 örneklem temsiliyeti toplam nüfus içerisindeki yaĢ gruplarının, ilçelerin ve mahallelerin
toplam nüfus içerisindeki oranları da göz önünde bulundurularak sağlanmıĢtır. Örneklem seçimi
yapılırken Katmanlı Örnekleme Tekniği kullanılmıĢtır. Katmanlı Örnekleme Tekniğinde nüfus alt
nüfuslara (katmanlara) bölünür (Neuman, 2012:327). Bunun için evren yaĢ grubuna göre 15-24, 25-34,
35 yaĢ ve üzeri olmak üzere üç ayrı tabakaya ayrılarak yaĢ grupları arasında eĢit temsiliyet sağlanmaya
çalıĢılmıĢtır.
Neuman (2012:351)‘ın araĢtırma yapılacak evrenin toplam nüfusuna göre örneklem belirlerken
önerdiği örneklem büyüklüğü temel alınarak %1,5 temsil oranı kabul edilmiĢtir (Örneğin nüfusu
100.000 olan bir yer için örneklem büyüklüğü %1,2 temsil oranı ile 1.173 kiĢi).
Bu aĢamadan sonra Hakkâri Merkez, Çukurca, ġemdinli ve Yüksekova ilçe ve mahallerini toplam
nüfusu Hakkâri Nüfus Müdürlüğü‘nden alınarak örneklem dağılımı yapılmıĢtır. Bu dağılımlar
yapılırken ilçenin toplam nüfus içerisindeki oranına bakılarak, her ilçe için örneklem sayısı
belirlenmiĢtir. Yine aynı Ģekilde her ilçedeki mahallenin de o ilçenin toplam nüfusa oranı göz önüne
alınarak araĢtırmaya dâhil olacak örneklemi belirlenmiĢtir.
3.2. Veri Toplama ve Analiz Teknikleri
AraĢtırma niceliksel araĢtırma metodu olan anket çalıĢmasına dayanmaktadır. Kadınların
toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarını ortaya koymak amacıyla katılımcılara ―Erkek ailenin
reisidir‖ ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ önermelerine iliĢkin tutumları sorulmuĢtur.
Yanıtlar ―Katılıyorum‖, ―Bilmiyorum‖ ve ―Katılmıyorum‖ Ģeklinde sunulmuĢtur.
99
Sosyo-demografik sorular ve toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin sorulardan oluĢan anket formuyla
toplanan verilerin analizi SPSS 16.0(StaticalPackageForSocialScience) paket programı kullanılarak
yapılmıĢtır. AraĢtırmanın hem betimleyici hem de değiĢkenler arasındaki iliĢkinin anlamlılığını test
etmek amacıyla Ki Kare (Chi-Kare) testi uygulanmıĢtır. Yapılan analizlerden elde edilen bulguların
güvenilirlik düzeyi % 95 olarak alınmıĢ, % 5‘lik hata payı ile test edilmiĢtir.
3.3. Varsayım Ve Hipotezler
Bu araĢtırmanın temel varsayımı toplumsal bir kurum olarak ailenin kadın ve erkek rollerinin inĢa
edildiği ve yeniden üretildiği en önemli alan olmasıdır. Geleneksel toplumlarda kadının yeri özel alan
ile sınırlandırılırken erkeğin yeri kamusal alanda tanımlanmıĢtır.
Bu çalıĢmada kadınların toplumsal yaĢama katılımları eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ
zamanlarında derneklerde çalıĢma Ģeklinde operasyonelleĢtirilmiĢtir. Bu bağlamda araĢtırmanın
hipotezleri Ģunlardır:
 ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre
farklılık göstermektedir.
 ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna
göre farklılık göstermektedir.
 ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme
durumuna göre farklılık göstermektedir.
 ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma
durumlarına göre farklılık göstermektedir.

―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık
göstermektedir.
 ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık
göstermektedir.
 ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık
göstermektedir.
 ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre
farklılık göstermektedir.
4. BULGULAR
AraĢtırmanın bulguları katılımcıların sosyo-demografik özelliklerinin ele alındığı bölüm ve ―Kadın
kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―erkek ailenin reisidir‖ argümanlarına verilen cevapların
betimsel ve istatistiksel analizlerinin ele alındığı bölüm olmak üzere iki bölümde sunulmuĢtur.
4.1. Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri
Bu çalıĢmada katılımcıların Sosyo-demografik özellikleri olarak yaĢ, eğitim durumu, medeni
durum ve çalıĢma durumu ele alınmıĢtır.
Tablo.1: Katılımcıların YaĢı
Katılımcıların YaĢı
15-24
25-34
35 yaĢ ve üzeri
TOPLAM
Sayı
417
325
435
1177
Yüzde
%35,4
%27,6
%37
%100
100
Katılımcıların yaĢ dağılımlarına bakıldığında 15-24 yaĢ arası katılımcılar örneklemin %35,4‘ünü,
25-34 yaĢ arası katılımcılar % 27,6‘sını, 35 yaĢ ve üzeri katılımcılar ise % 37‘sini oluĢturmaktadır.
Görüldüğü gibi yaĢ grupları arasında hemen hemen dengeli bir dağılım söz konusudur.
Tablo.2: Katılımcıların Eğitim Düzeyi
Katılımcıların Eğitim Düzeyi
Hiç eğitim almamıĢ olanlar
Ġlkokul ve ortaokul mezunu
olanlar
Lise ve üzeri eğitim almıĢ
olanlar
TOPLAM
Kayıp veri:14
Sayı
479
Yüzde
%41,2
409
%35,2
275
%23,6
1163
%100
Katılımcıların eğitim durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında hiç eğitim almamıĢ olanların
oranı % 41,2, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların oranı % 35,2, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların
oranı ise % 23,6‘dır. Görüldüğü gibi örneklemi oluĢturan katılımcıların büyük bir bölümü hiçbir
eğitim almamıĢ olanlardan oluĢmaktadır.
Tablo.3: Katılımcıların Medeni Durumu
Medeni durum
Bekar
Resmi nikahla evli
Dini nikahla evli
BoĢanmıĢ/dul
TOPLAM
Kayıp veri:5
Sayı
440
623
58
51
1172
Yüzde
%38
%53
%5
%4
1172 (%100)
Tablo.3‘den katılımcıların medeni durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında bekâr olanlar
örneklemin % 38‘ini, resmi nikâh ile evli olanların % 53‘ünü, dini nikâhlı olanların % 5‘ini,
boĢanmıĢ/dul olanların ise % 4‘ünü oluĢturduğunu görülmektedir.
Tablo:4: Katılımcıların Ġstihdam Durumu
Ġstihdama katılanlar
Ġstihdam dıĢı olanlar
TOPLAM
Kayıp veri3
Yüzde
%8
% 92
1174 (% 100)
Tablo.4‘e bakıldığında katılımcıların % 92‘sinin istihdam dıĢı, yalnızca % 8‘inin ise istihdama
katıldığı görülmektedir.
4.2. “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar
AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma
durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır.
Tablo.5: Eğitim düzeyine göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz”
argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı
Hiç eğitim
almamıĢ olanlar
Ġlkokul ve
ortaokul mezunu
Lise ve üzeri
eğitim almıĢ
101
çıkmaz
Kayıp veri:22
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
2
x =1.223 df=4
olanlar
% 85,5
% 68,6
% 2,5
% 4,2
% 12
% 27,2
% 100 (475)
% 100 (408)
p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
olanlar
% 47,4
% 8,5
% 44,1
% 100 (272)
Tablo.5‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür.
Katılımcılar içerisinde hiç eğitim alamamıĢ olanların %85,5‘i bu görüĢe katıldığını belirtirken, ilkokul
ve ortaokul mezunu olanların %68,6‘sı, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü bu görüĢe
katıldığını belirtmiĢtir. Ersoy (2009)‘un Malatya ilinde yaptığı çalıĢmada da eğitim düzeyinin
artmasının ―erkeğin sözünün geçmesi‖ tutumuna karĢı bir tavra yol açtığı sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Dolayısıyla eğitim düzeyi yükseldikçe kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri
azaldığı söylenebilir.
Tablo.6: ÇalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın
kocasının
sözünden dıĢarı
çıkmaz
Herhangi bir iĢte
Herhangi bir iĢte
çalıĢanlar
çalıĢmayanlar
% 53,3
% 72,1
Katılıyorum
% 3,3
% 4,7
Bilmiyorum
% 43,5
% 23,2
Katılmıyorum
% 100 (92)
% 100 (1073)
TOPLAM
Kayıp veri:11 x2=19.101 df=4 p=0,001
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.6‘ya bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı
görülmüĢtür. Katılımcıların çalıĢma durumlarına göre ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında herhangi bir iĢte çalıĢanların %53,3‘ü, herhangi bir iĢte
çalıĢanların % 72,1‘i bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir.
Tablo.7: Kursa gitme durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı Katılıyorum
çıkmaz
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri: 9
x2=27.861 df=2
Kursa gidenler
Kursa gitmeyenler
% 60,2
% 74
% 3,4
% 4,9
% 36,4
% 21,1
% 100 (294)
% 100 (874)
p=0,000Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.7‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001)
farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %60,2‘si, kursa gitmeyenlerin ise
%74‘ü bu argümana katıldığını belirtmiĢtir. Bu bağlamda kadınların kursa gitmesinin toplumsal
cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini fazla etkilemediği sonucuna ulaĢılabilir.
Tablo.8: Dernekte çalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden
dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı
çıkmaz
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
Derneklerde çalıĢanlar
% 45,2
% 3,2
% 51,6
Derneklerde çalıĢmayanlar
% 71,2
% 4,6
% 24,2
102
Kayıp veri:9
TOPLAM
x =12.141 df=2
2
% 100 (31)
%100 (1137)
p=0,002
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.8‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı
görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 45,2‘si bu görüĢe katıldığını
belirtirken, derneklerde çalıĢmayanların %71,2‘si katıldığını belirtmiĢtir.
4.3. “Erkek ailenin reisidir” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar
AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına iliĢkin
tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre
farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır.
Tablo.9: Eğitim durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin
tutumları
Erkek
reisidir
Hiç
eğitim
Ġlkokul
ve
Lise
ve
almamıĢ olanlar
ortaokul mezunu üzeri eğitim
olanlar
almıĢ olanlar
ailenin
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri:29
x2=82.517
% 92,6
% 1,7
% 5,7
% 100 (476)
df=4
% 83,7
% 2,7
% 13,5
% 100 (476)
% 66,9
%6
% 27,1
%
100
(266)
p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.9‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların eğitim durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerisinde hiç eğitim almamıĢ olanların %92,6‘sı, ilkokul mezunu olanların %83,7‘si, lise
ve üzeri eğitim almıĢ olanların %66,9‘u katılıyorum yanıtı vermiĢtir. Eğitim durumuna göre
katılımcıların ―argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında (bkz. Tablo-5) katılımcıların bu konuda
daha esnek oldukları göze çarpmaktadır.‖ kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne, örneğin lise ve
üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü katılıyorum yanıtı verirken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı
olduğunda ― erkek ailenin reisidir‖ sözüne Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 66,9‘u katılıyorum
yanıtını vermiĢtir. Söz konusu kadına iliĢkin bir tutum olduğunda kadınların daha esnek bir tutum
izledikleri görülürken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ise kadınların daha katı bir tutum
takındıkları görülmektedir. Erkeklere ve kadınlara iliĢkin kültürel tutumların bedenselleĢtirilmesi,
erkek bedenlerinin erkeksileĢtirilmesi, kadın bedenlerinin ise kadınsılaĢtırılması vasıtasıyla
gerçekleĢtirilir . Böylece bu ikili farklılaĢtırma kadınlar ve erkeler arasında farklı eğilimler yaratır
(Bourdieu, Wacquant, 2007:172). Erkeğin evin reisi olması durumu, erkekliğin toplumsal olarak temel
bileĢeni olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Tablo.10: ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin
tutumları
Erkek ailenin
reisidir
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
Herhangi bir iĢte
çalıĢanlar
% 76,1
% 1,1
% 22,7
Herhangi bir iĢte
çalıĢmayanlar
% 84,2
% 3,3
% 12,5
103
Kayıp veri:18
TOPLAM
x =8.394 df=4
2
p=0,078
% 100 (88)
% 100 (1070)
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.10‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerinde herhangi bir iĢte çalıĢanların %76,1‘i, herhangi bir iĢte çalıĢmayanların ise %
84,2‘si katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların çalıĢma
durumuna göre ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı
Tablo.6‘ya bakıldığında kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ önermesine göre daha esnek oldukları
görülmektedir. Örneğin herhangi bir iĢte çalıĢanların % 53‘ü ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖
sözüne katıldıklarını belirtirken, herhangi bir iĢte çalıĢanları % 76,1‘i ―erkek ailenin reisidir‖ sözüne
katıldıklarını belirtmiĢlerdir. Görüldüğü gibi çalıĢan kadınlar ev bütçesine katkıda bulunmalarına
rağmen büyük çoğunluğu erkeği ailenin reisi olarak kabul etmektedir. Simon De Beauvoir
(1981:16)‘in ifadesiyle erkeğin, ekonomik olarak ailenin baĢında olması ailenin toplumdaki temsilcisi
olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla erkeğe biçilen bu rolü kadınların bu denli benimsemesi aile
ve erkek arasındaki diyalektik iliĢkiden kaynaklanmaktadır.
Tablo.11: Kursa gitme durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına
iliĢkin tutumları
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
2
Kayıp veri: 16 x =8.687 df=2
Erkek ailenin
reisidir
Kursa gidenler
Kursa gitmeyenler
% 78,1
% 85,4
% 3,8
% 2,9
% 18,2
% 11,7
% 100 (292)
% 100 (869)
p=0,013 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.11‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %78,1‘i, kursa gitmeyenlerin ise %85,4‘ü katılıyorum yanıtını
verdiği görülmektedir. Yine kursa gitme durumuyla ilgili soru olan ―Kadın kocasının sözünden
çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.7 ile karĢılaĢtırıldığında ―Erkek ailenin
reisidir‖ argümanına yaklaĢımlarında daha katı bir tutum izledikleri görülmektedir. ―Kadın kocasının
sözünden çıkmaz‖ argümanına kursa giden kadınların % 60‘ı katılıyorum yanıtını verirken, söz
konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran % 78,1‘e çıkmaktadır.
Tablo.12: Dernekte çalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir”
argümanına iliĢkin tutumları
Katılıyorum
Erkek ailenin
Bilmiyorum
reisidir
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri: 16 x2=4.301 df=2
Derneklerde çalıĢanlar
Derneklerde çalıĢmayanlar
% 70
% 84
% 6,7
%3
% 23,3
% 13
% 100 (30)
% 100 (1131)
p=0,116 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.12‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit
edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 70‘i, derneklerde çalıĢmayanların ise %
84‘ü katılıyorum yanıtı verdikleri görülmektedir. Önemli bir sosyal hayata katılım dinamiği olan
dernekte çalıĢma durumu söz konusu olduğunda bile kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin
tutumlarında önemli bir değiĢim olmadığı görülmektedir. Tablo.8‘deki dernekte çalıĢma durumuna
göre ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarıyla ―erkek ailenin reisidir‖
104
argümanına iliĢkin tutumları kıyaslandığında, erkeğin rolüne iliĢkin tutumlarının yine daha katı olduğu
görülmektedir. Dernekten çalıĢan kadınların % 45,2‘si ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖
argümanına katıldığını belirtirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran
%70‘e çıkmaktadır.
Kadınların toplumca kendilerine tanımlanan rol ve tutumlarında, eğitim düzeyi, çalıĢma durumu,
kursa gitme ve derneklerde çalıĢma gibi sosyal hayata katılım dinamiklerinin etkisiyle biraz daha
değiĢebilir olduğu görülmektedir. Fakat erkeğe iliĢkin toplumca biçilen rol ve tutumlarda daha katı
değer yargılarına sahiptirler.
SONUÇ:
Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rollere iliĢkin tutumları ile sosyal hayata katılımları
arasındaki iliĢkinin incelendiği bu çalıĢmada Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır:
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim, çalıĢma, kursa gitme ve
boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumuna göre farklılık gösterdiği tespit edilmiĢtir. Kadınların
eğitim düzeyinin yüksek olması, çalıĢma hayatına katılması, kursa gitmesi, derneklerde çalıĢması gibi
dinamiklerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini azalttığı sonucuna ulaĢılmıĢtır.
―Erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre farklılık gösterdiği, fakat
çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermediği
tespit edilmiĢtir.
Öte yandan araĢtırma bulgularına göre kadına dair ataerkil yargıların erkeğin rolüne dair ataerki
yargılarla kıyaslandığında daha esnek ve değiĢime açık olduğunu gözlenmektedir. Bu durumu
Yaraman (2010) çalıĢmasında Ģu Ģekilde açıklar:
Ataerkil kültürel kodlar erkeğe ait değerlerin yüceltilmesinden oluĢur ve tabii
ki böylece cinsiyetler arasında bir hiyerarĢi yaratır. Erkeğe atfedilmiĢ tüm
özelliklerin olumlandığı, kadına atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumsuzladığı yahut
kadının erkeğe tabiiyetini meĢrulaĢtırdığı kültürel atmosferdir söz konusu olan.
Bu anlamda kadının erkeğe bağımlılığının olağan kabul edildiği ataerkil yapıda erkeğe ait
değerlerin yüceltilmesi Bourdieu‘nun kavramsallaĢtırdığı ―eril tahakküm‖ hâkimiyetini cinsiyetler
arası farklılıktan aldığı söylenebilir. Kadınlar ise bu hâkimiyeti olağan aynı zamanda zorunluluk
hissetmeden fakat bilinçsiz bir biçimde kabul ederler (Öztimur, 2010:595). Kadının eğitim düzeyi,
çalıĢma durumu, dernekte çalıĢması veya kursa gitmesi yani sosyal sermayesinin kültürel sermayesi ile
iliĢkisi bu anlamda toplumsal alanda erkekler eĢit konumda olma bakımından bir avantaj
sağlamamaktadır. Bourdieu‘nun alan kavramını hatırlanacak olursa, faillerin farklı sermaye türlerini
kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda mücadele etmeleri olarak
tanımlanmıĢtı (Bourdieu ve Wacquant, 2010,103). Bu anlamda bakıldığında Hakkâri‘de yaĢayan
kadınların sosyal sermayesi ve kültürel sermayesinin toplumsal alanda erkekler ile eĢit konumda
olmasında bir etkisinin olmadığı hatta kültürel sermayesinin bu eĢitliğin sağlanmasına ket vurucu bir
nitelik gösterdiği görülmektedir.
Kadınların içselleĢtirdiği toplumsal cinsiyet rollerinin zorlama ile değil Connell‘ın ifadesiyle
hegomonik
olduğu
söylenebilir.
Connell‘a
göre
erkeklerin
kadınlar
üzerindeki
hâkimiyetihegomoniktir, yani zora ve güce dayanmaz, bunun yolu da kültürel dinamikler vasıtasıyla
sağlanır (aktaran, BaĢak, 2010). Toplumun en küçük birimi olan aile içerisinde pratikler ile yeniden
üretilen ataerkil yapının uzantılarını kadınlar diğer bütün toplumsal yapılarda yansımalarını
deneyimlemektedir. Erkeklerin ev içi alandan, kamusal alandaki tüm karar alma mekanizmalarına
kadar hegomonik gücü ataerkil yapının yeniden üretimini sağlamaktadır. Kadınlar da Bourdieu
(2001)‘un kavramsallaĢtırdığı ―sembolik Ģiddet‖i kendi habituslarında içselleĢtirerek sistemin
devamlılığını sağlamaktadırlar.
Erkeğin kadın üzerindeki hegomonik gücünün yeniden üretiminde, ataerkil yapının yansıması olan
eğitim sistemi (Arslan, 2000; Helvacıoğlu, 2006; GüneĢ-Ayata ve Acar, 2012), karar alma
mekanizmalarındaki erkek egemen yapı (Alican, 2007;ġentürk, 2012), medya (özellikle reklamlar ve
diziler) (Timisi, 1997; Mora, 2005) gibi toplumsal yapılar önemli bir yere sahiptir. Bu yapıların hemen
105
hemen her alanına sinmiĢ olan cinsiyetçilik sistemin devamlılığını sürdürülmesine katkıda
bulunmaktadır. Bu anlamda bakıldığında erkeğin rolünü belirleyen ve bunun üzerinden kadını
kısıtlayan yargılarla savaĢmak daha zor gibi görünmektedir. Ama baĢlangıç olarak kadın rollerinin
değiĢimine yönelik politikalar geliĢtirmek anlamlı olabilecektir.
Özellikle Hakkâri ili özelinde kadınların toplusal alanda eĢitliğini sağlamaya yönelik eğitim,
istihdam ve sosyal hayata katılıma yönelik atılımların gerçekleĢtirilmesi gerek bölge özeli gerekse ülke
için önemli bir husustur. Fakat yukarıda tartıĢılan içselleĢtirilmiĢ rollere bakıldığında bunun kendi
baĢına yeterli olmadığını görülmektedir. Bunun için ise uzun vadeli bir toplum mühendisliğine ihtiyaç
duyulmaktadır. Kadınların politika üretme ve karar alma sürecine tam katılımının sağlanması
toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik atılacak en önemli adımdır.
KAYNAKÇA
Alican, A. (2007). Kamu Memur Sendikalarında ÇalıĢan Yönetici Kadınlar. Yüksek Lisans Tezi,
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta.
AltınbaĢ, D. (2006). Feminist TartıĢmalarda Liberal Feminizm. Kadın AraĢtırmaları Dergisi syf: 2152, sayı:9.
Arslan, ġ. A. (2000). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik. BaĢbakanlık.
Ashall, W. (2004). Masculine Domination: Investing in Gender. Studies in Social and Political
Thought, 21-39, http://musicdoc.org.uk/cspt/documents/issue9-2.pdf alanından eriĢim
23.07.2013.
BaĢak, S. (2010). Cinsiyet Rolleri FaklılaĢması ve Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliği. Kamuda Sosyal
Politika Dergisi, yıl:4, sayı/no:12.
Beauvoir, S. De (1981). Kadın Evlilik Çağı. (Çev.) B. Onaran, Payel Yayınları, Ġstanbul.
Bener, Ö, Günay, G. (2012). Gençlerin Evlilik ve Aile YaĢamına ĠliĢkin Tutumları. Karabük
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:2, sayı:1.
Bora, A. ve Üstün, Ġ. (2005). Sıcak Aile Ortamı: DemokratikleĢme Sürecinde Kadın ve Erkekler.
Tesev Yayınları, Ġstanbul.
Bourdieu, P. (2001).Masculen Domination. Stanford University Press
Bourdieu, P, Wacquant, L.J.D. (2007). DüĢünümsel Bir Antropoloji Ġçin Cevaplar. (çev) Nazlı Ökten,
ĠletiĢim Yayınları, Ankara.
Calhoun, C. (2010). Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi
içinde syf: 77-131, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul
Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar.çev: C.Soydemir, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul.
Dedeoğlu, S. (2000). Türkiye‘de Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye‘de Aile ve Kadın ve
Emeği. Toplum ve Bilim Dergisi, sayı:86, syf: 139-171.
Demren, Ç. (2003). Erkeklik, Ataerkillik ve Ġktidar ĠliĢkileri. Toplumsal Cinsiyet, Sağlık ve Kadın.
Donovan, J. (2010). Feminist Teori: Amerikan Feminizminin Entelektüel Kökenleri. çev: A.Bora, M.
Gevrek ve F.Sayılan, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Ersoy, E. (2009). Cinsiyet Kültürü Ġçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği: Malatya Örneği. Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:19, sayı:2, sayfa:209-230.
Ersöz, A. G. (2012). The Role of University Education in The Determination of Gender Perception:
The Case of Gazi University. Procedia-Social and Behavioral Sciences , 401-408.
Gezgin, E. (2012). Simone De Beauvoır‘da Ġkinci Cins ve AĢkınlık Kavramı. Sosyoloji Notları
Dergisi, 39-47.
106
Gupta, V. K. , Turban D.,Vasti, A. ve Sikdar A. (2009). The Role of Gender Stereotypes in
Perceptions of Entrepreneurs and Intentions to Become and Entrepreneur. Entrepreneurship
Theory and Practice, vol.33 (2), pp: 397-417.
Günay, G. & Bener, Ö. (2011). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile Ġçi YaĢamı
Algılama Biçimleri. Türkiye Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, (3), 157-171.
GüneĢ-Ayata, A.,Acar F. (2012). Disiplin, BaĢarı ve Ġktidar: Türk Ortaöğretiminde Toplumsal
Cinsiyet ve Sınıfın Yeniden Üretimi. D. Kandiyoti ve A.Saktanber (ed.). Kültür Fragmanları
içinde 101-123, Metis Yayınları: Ġstanbul.
Hassanpour, A. (2005). Kürt Dilinde Ataerkilliğin (Yeniden) Üretilmesi. Devletsiz Ulusun Kadınları:
Kürt Kadını Üzerine AraĢtırmalar içinde:307-356, Avesta Yayınları, Ġstanbul.
Helvacıoğlu, F. (1996). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik, 1928-1995 (Vol. 179), Kaynak Yayınlar.
Kahraman, D.S. (2010). Kadınların Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliğine Yönelik GörüĢlerinin
Belirlenmesi. Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, (3) 1, 3035.
Kandiyoti, D. (2011). Cariyeler, Bacılar, YurttaĢlar: Kimlikler ve Toplumsal DönüĢümler. Ġstanbul:
Metis Yayınları.
Kapız, Serap S. (2002), ―ĠĢ ve Aile YaĢamı Dengesi ve Dengeye Yönelik Yeni Bir YaklaĢım: Sınır
Teorisi‖, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:4, sayı:3.
Karadağ, A., Sabancılar, S. (2012). Toplumsal Cinsiyet‖ten ―Çoklu-KesiĢen Farklılıklar‖a
KüreselleĢme ve Kadın. Turgut Özal Uluslararası Ekonomi ve Siyaset Kongresi-II: Küresel
DeğiĢim ve DemokratikleĢme, 90-101.
KSGM (2009). Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı. TC. BaĢbakanlık Kadının Statüsü
Genel Müdürlüğü, Ankara.
Mcnay, L. (1999). Gender, Habitus an The Field: Pierre Bourdieu and the Limits of Reflexivity.
http://tcs.sagepub.com/content/16/1/95 alanından erişim: 19.07.2013
Mora, N. (2006). Kitle iletiĢim Araçlarında Yeniden Üretilen Cinsiyetçilik ve Toplumda Yansıması.
International Journal of Human Science , 2(1).
Morsünbül, B. C. Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Feminist Etik: Kramer Kramer‘e KarĢı Filminin Özen
Etiği
(Care
Ethic)
Bağlamında
Ġncelenmesi.
http://eviciadalet.org/attachments/article/84/%C3%96zen%20Eti%C4%9FiKramer%20Kramer'e%20Kar
%C5%9F%C4%B1%20Bilgen%20Cennet%20Mors%C3%BCnb%C3%BCl.pdf
alanından
eriĢim: 21.07.2013.
Mottier, V. (2002). Masculen Domination: Gender and Power in Bourdieu‘
Writings.http://fty.sagepub.com/content/3/3/345.short alanından eriĢim: 23.07.2013
Neuman, W.L. (2012). Toplumsal AraĢtırma Yöntemleri: Nitel ve Nicel YaklaĢımlar. çev: Sedef
Özge, Yayınodası Toplumbilim Dizisi, Ġstanbul.
Ökten, ġ. (2009). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar: Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Toplumsal Cinsiyet
Düzeni. Uluslar arası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, sayı 2/8, syf: 302-312.
Özsöz, C. (2008). Kültürel Feminist Teori ve Feminist Teorilere GiriĢ. Sosyoloji Notları Dergisi, 5156.
Öztimur, N. (2010), ―Feminist Teoride Pierre Bourdieu TartıĢmaları‖, Ocak ve Zanaat: Pieerre
Bourieu Derlemesi içinde:581-605, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Sancar, S. (2011). Erkeklik:Ġmkansız Ġktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. Metis Yayınları,
Ġstanbul
Sayer, H. (2011). Toplumsal Cinsiyet EĢitliğine Erkeklerin Katılımı. Uzmanlık Tezi Kadının Statüsü
Genel Müdürlüğü, Ankara.
107
ġentürk, Ġ. (2012). Üniversitede Kadın Olmak: Akademik Örgütte Toplumsal Cinsiyet Sorunu: Nitel
Bir ÇalıĢma. Kadın/Woman, cilt:13, sayı:2, 13-46.
Tatlıcan, Ü. ve Çeğin, G. (2010),‖Bourdieu ve Giddens: Habitus veya Yapının Ġkiliği‖, Ocak ve
Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 303-367, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Timisi, N. (1997). Medyada Cinsiyetçilik. TC BaĢbakanlık Kadının Sorunları ve Statüsü Genel
Müdürlüğü, Ankara.
TUĠK
(2011),http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2&ENVID=adnksdb2Env&report=wa
_turkiye_il_yasgr.RDF&p_il1=30&p_kod=2&p_yil=2011&p_dil=1&desformat=html
UNDP
(2013),
21.07.2013
http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=4946alanından
eriĢim:
Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, Eserleri ve Entelektüel GeliĢimi. Ocak ve Zanaat:
Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (53-77) der. (G. Çeğin ve diğ.). ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Walby, S. (1989). Theorising Patriarchy.http://soc.sagepub.com/content/23/2/213 alanından eriĢim
20.07.2013.
Yaraman, A. (2008). Yanılsamanın Neresindeyiz? ĠçselleĢtirilmiĢ Cinsellikten Farkındalığa.
KüreselleĢme, DemokratikleĢme ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu Bildiri Kitabı, Gazi
Kitabevi, Ankara.
Yaraman, A. (2010). Modern Ataerkil ToplumsallaĢma: ―Erkeksi‖, ―Erkekçi‖ Kadınlar , F. ÇobanDöĢkaya (Ed.) 21. Yüzyılın EĢiğinde Kadınlar, DeğiĢim ve Güçlenme, Dokuz Eylül
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Ġzmir, syf: 257-265.
108
AMFĠ 9 OTURUMU
ÇALIġMA-EMEK-III:
ÜCRETLĠ KADIN EMEĞĠ
109
110
KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM
ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ
AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR1
Miki SUZUKĠ HĠM2
ÖZET
Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınlar tarım ve hayvancılık dıĢı üretim
faaliyetlerine de katılır. DıĢarıya ağ ören balıkçı eĢleri olduğu gibi zaman zaman eĢleriyle balığa çıkan
kadınlar da vardır. Bölgede ayrıca kadınlar balık temizleme ve paketleme gibi üretim faaliyetleri
yapan firmalarda istihdam edilir. Rapana Venosa (deniz salyangozu) üretiminde kadınların çalıĢması
da benzer bir istihdam alanını oluĢturur. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin
altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosa deniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak,
Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı
tür‖ sınıflamasında yer alır. 1980‘lerden sonra küresel yeni dünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin
çeĢitlenmesi ve ülkeler arası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore
ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını
buluĢturdu. Bu yaklaĢım Rapana Venosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik
baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul balıkçılara ve kırsal kadına istihdam alanı yarattığını
varsayar. Bu yaklaĢımdan hareketle çalıĢma Türkiye ve Japonya arasında yer alan Rapana
Venosaküresel üretim zincirini ve bu zincirde kırsal kadının konumunu araĢtırmaktadır. AraĢtırma iki
aĢamada yürütülmüĢtür. Birinci aĢamada Samsun kırsalında yer alan Rapana Venosa üretim
iĢletmelerinde Karaağaç ve Ayvancık köylerinden gelen kırsal kadınların sosyo-ekonomik konumları
iĢletme sahipleri, çalıĢan kadınlar ve yetkililerle derinlemesine yapılan yüz yüze mülakatlarla
irdelenmiĢtir.3 Ġkinci aĢama ise Tokyo‘da 2012 yazında gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu aĢamada Japonya‘daki
üretim zincirine yönelik veriler elde edilmiĢ ve üretim zincirindeki kadın emeğinin payı irdelenmiĢtir. .
AraĢtırma bulguları küresel Rapana Venosa üretiminin kayıtlı ekonomik bir sektör olmadığını
yansıtmaktadır. Ayrıca bu esnek üretim zinciri ucuz kırsal kadın emeğine dayanmasına rağmen, bu
emekte esnek ve görünmezdir.
ABSTRACT
In Black Sea rural areas, there are women who participate in non-agricultural production. While
there are fishers‘ wives who wave fishing nets for market, some women go out to sea for fishing with
their husbands. Some women are employed in seafood-processing factories.RapanaVenosa (whelks)
productionis also a sector where rural women are employed. RapanaVenosa, which arrivedin the Black
Seafrom Far East Asian seas by ballast water in the 1940s, arecategorised as a ―marine invader.‖They
are considered to be endangering native species by consuming large numbers of mussels and other
bivalves and threatening the Black Sea‘s ecological balance.In the context of the diversification of
export-oriented products and the globalisation of production since the 1980s, RapanaVenosa began to
be exported to Japan, Korea and China. This specific ―case‖ is thus a crossroad of ecology and rural
development. These two approaches assume that the exportation of RapanaVenosa reduces their
ecological pressure in the Black Sea and create employment opportunities for poor rural women. Our
study explores the global production chain of RapanaVenosa between Japan and Turkey and rural
women‘s position in this process. The research was conducted in two phases. In the first phase,
women workers‘ socio-economic statuses were investigated through in-depth interviews with owners,
managers and women workers of the factories in KaraağaçandAyvacık villages in Samsun. A research
in the second phase was conducted in summer 2012 in Tokyo. Data regarding the RapanaVenosa
production chain in Japan were collected in this research. Research findings show that the global
1
Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, hosgor@metu.edu.tr
Yrd.Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, mikihim@omu.edu.tr
3
AraĢtırma AB 7. Çerçeve Programı KnowSEAS projesi kapsamında yürütülmüĢtür.
2
111
RapanaVenosa production bears many characteristics of informal economy. The flexible production
chain relies on rural women‘s cheap labour which is flexible and invisible.
Keywords: Globalisation, Rural Women‟s Labour, Black Sea, Japan, RapanaVenosa
GĠRĠġ
Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Kadınlar tarım ve hayvancılık
gibi tarımsal üretim faaliyetlerine katılıyor.AraĢtırmalar, özellikle son yarı yüzyılda erkeklerin köy dıĢı
emek göçüne katılmalarından ötürü geride kalan kırsal kadınların iĢ yüklerinin arttığını yansıtıyor.
Yine de kırsal ekonomide kadın emeği değerin altında yansımakta ve görünmez emek ―ücretsiz aile
iĢçisi‖ olarak sınıflandırılıyor ve kadınların ekonomik kaynaklara sınırlı eriĢimleri devam ediyor.
Son yıllarda tarım faaliyetlerinin yanı sıra kırsal kadın emeği küresel üretim süreçlerine de
katılıyor. Benzer biçimde Karadeniz bölgesinde deniz ürünleri iĢletmelerinde, özellikle hamsi ve
deniz salyangozu (Rapana Venosa) üretiminde, köylerden kadınlar istihdam ediliyor. Kırsal kadının
tarım dıĢı ekonomiye katılımı yeni istihdam biçimini ve kırsal ekonomide, sosyal yaĢamda bazı
değiĢiklikleri de iĢaret ediyor. Ancak, Türkiye‘de kırsal kalkınma yazınında cinsiyete dayalı iĢ
bölümü üzerine önemli araĢtırmalar bulunmasına rağmen; yine de kırsal kadının tarım dıĢı ekonomik
iĢgücüne ücretli katılmasının üzerine yeterli çalıĢmaya rastlamıyoruz. ĠĢte bu boĢluktan hareketle,
mevcut çalıĢma ücretli kırsal kadın emeğinin yerel ve küresel boyutta durumunu araĢtırmayı
hedefliyor. ÇalıĢmada Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınların tarım ve
hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerinden biri olan Rapana Venosa (deniz salyangozu) küresel
üretiminde istihdam deneyimleri, bunun toplumsal yansımalarını ve küresel emek zinciri irdeleniyor.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1950‘ ler den itibaren süregelen kırsal dönüĢüm küresel ekonomiye, tarımda makineleĢmeyi ve
kırdan kente göçü içerdi. Kırsal kadın ise ne yazık ki bu sürecin oldukça dıĢında kalmıĢtır.
AraĢtırmalar arazinin, modern tarım teknoloji kullanımının, piyasa ve paraya ulaĢımının erkekler
tarafından kontrol edildiğini yansıtıyor (Morvaridi 1993; Sirman 1995; Ertürk 1995). Ancak,
1970‘lerden itibaren yeni uluslararası iĢbölümünün etkisiyle kalkınmakta olan ülkelerdeki kadınlar bu
sürece katılmaya baĢladı..
Karadeniz Bölgesi‘ndeki kırsal kadında bu küresel emek sürecin parçası oldu (Gündüz HoĢgör,
2011). 1990‘lardan itibaren dondurulmuĢ deniz salyangozu Karadeniz Bölgesi‘nden Doğu Asya‘ya
ihraç ediliyor. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği
tahmin edilen Rapana Venosadeniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık
türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer
aldı. 1980‘lerden sonra küresel yenidünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve
ülkelerarası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e
ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu.
Bu yaklaĢım RapanaVenosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı
azalttığını ve aynı zamanda yoksul kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsaydı. Deniz salyangozu
Türkiye‘de tüketilmiyor ve Bu canlı türüne Doğu Asya denizlerinde az miktarda olmakla birlikte hala
rastlanıyor. Yine de, deniz salyangozu Karadeniz bölgesinde toplanması ve kırsal kadın tarafından
ayıklanıp, paketlenip ve dondurulmuĢ gıda olarak Doğu Asya‘ya ihraç edilmesinde kırsal kadının ucuz
ve esnek emeği önemli katkı sağlıyor (Gündüz HoĢgör ve Suzuki Him, 2012).
Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Hane içi emeğin yanı sıra tarım
ve hayvancılıkla ilgili faaliyetleri yürütür. Özellikle 1970‘ lerden itibaren kırsal alandan erkeklerin
kentlerde çalıĢma nedeniyle göç etmeleri kırsal alanda geride kalan kadınların yükünü arttırdı. (Azmaz
1984; Incirlioğlu 1993). Fakat, tüm bu ağır çalıĢmaya rağmen kırsal alanda kadın emeği hala
görünmez; kadınların kaynaklara ulaĢımları sınırlıdır. Son otuz yılda ĢehirleĢme ve tarım sektörünün
gerilemesinden ötürü hem kadın hem de erkeklerin iĢgücüne katılım oranları azaldı (Gündüz-HoĢgör
2011). Yine de iĢgücüne katılan her iki kadından birisi kırsal alanda ücretli aile iĢçisi konumunda
112
istihdam ediliyor (Gündüz-HoĢgör and Smits 2008). Yani, kırsal kadının tarım dıĢı ücretli iĢi
geleneksel olarak henüz bilinmemekte ve kırsal ekonomi ve sosyal yaĢamda değiĢim iĢaret etmektedir.
Toplumsal cinsiyete dayalı iĢbölümüyle ilgili önemli bir yazın bulunmasına rağmen, kırsal kadının
ücretli tarım dıĢı faaliyetlerinde çalıĢması nadir araĢtırma konusu oluĢturmaktadır.
Kadının ücretli iĢgücüne katılması ve güçlenmesi kalkınma ve toplumsal cinsiyet yazınında önemli
konular arasında yer alır. Bugün kadın iĢgücü ve kadının güçlenmesi arasındaki iliĢki hakkında
bildiklerimiz karmaĢıklık ve çeliĢkileri içerir. Kalkınma kuramında kadın konusu üzerinde üç
yaklaĢımdan bahsetmek mümkündür: Kalkınmada Kadın Yaklaşımı (Women in Develpment, WID);
Kalkınma ve Kadın Yaklaşımı (Women and Development, WAD); ve Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma
(Gender and Development, GAD) YaklaĢımı. Kalkınmada Kadın yaklaĢımı (WID) ModernleĢme
Teorisine dayanır. Bu yaklaĢım kadının görünmez ancak anlamlı katkısının altını çizer. Kadınların
daha etkin biçimde ekonomiye katılmalarını vurgular. Kadınların düĢük toplumsal statülerini
geleneksel kültürel değerlere bağlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin modernleĢme ile
ortadan kalkacağını varsayar.
Kalkınma ve Kadın yaklaĢımı (WAD) ise Marksist-Feminist kurama dayanır ve kadınların gelir
getirici faaliyetlere katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizliğin giderilebileceğini vurgular. Bu
kuram ise kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarının hem evde (yeniden üretim sürecinde) hem de
dıĢarıda (üretim sürecinde) çalıĢmalarından ötürü ―ikili bir yük‖ oluĢturacağı gerçeğini göz ardı eder
(Boserup, 1970).
Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma yaklaĢımı (GAD) ise sosyalist-feminist kurama dayanarak
cinsiyete dayalı ev içi ve ev dıĢı eĢitsiz iĢbölümünün altını çizer. Sadece kadınların ev dıĢındaki ücretli
iĢgücüne katılmalarının yeterli olmadığını; aynı zamanda erkeklerinde ev içi iĢleri üstlenmelerinin
gerekliliğini öne sürer (Gündüz-HoĢgör 2001). Yalnız kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarıyla
toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizlik giderilememektedir. Yine de bu durum geleneksel sosyal yapıda
bazı değiĢimleri beraberinde getirir. Bu değiĢimlerin kadınların hayata yansıma biçimi sosyal ve
kültürel içeriklere göre farklılık gösterir. Tüm bu nedenlerden ötürü araĢtırmalar aracılığıyla
derlenecek yeni bilgi önemlidir. ĠĢte bu çalıĢma böyle bir amaca yönelik tasarlanmıĢtır.
YÖNTEM
Bu araĢtırma kırsal kadının deniz ürünleri iĢletmelerinde ücretli olarak çalıĢmasının kadının statüsü
üzerine etkisini ve küresel değer içerisindeki yerini araĢtırmayı hedeflemektedir. AraĢtırmanın iki
hedefi vardır. Ġlk hedefi, deniz ürünleri iĢletmelerinde kırsal kadınların ücretli çalıĢma koĢulları
(çalıĢma saatleri, ücretler, çalıĢma koĢulları, sosyal güvenlik, kadınların çalıĢmalarına yönelik algıları
ve zor olan çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejileri) irdelemektir. Ġkinci hedefi ise kadın emeğine
dayalı ürünün küresel değer zinciri incelemektedir.
Bu bir ―vaka‖ inceleme çalıĢmasıdır. Bu çalıĢmanın bulguları genellenemez, ancak kırsal kadının
ücretli çalıĢması hakkında geçerli yeni bilgi sunar. AraĢtırma üç alanda yürütüldü; Sinop-Karaağaç
köyü, Samsun/ÇarĢamba-Ayvacık köyü ve Tokyo/Japonya. Sinop-Karaağaç ve Samsun-Ayvacık
köylerindeki deniz ürünleri fabrikasında çalıĢan 31 kadınla ve 3 fabrika yöneticisiyle yüz yüze
görüĢmelerle yürütülen çalıĢmada araĢtırmanın ilk sorunsalı incelendi. Bu aĢamada kadınların
geldikleri köyler ayrıca ziyaret edildi ve daha önce çalıĢan bazı kadınlarla da görüĢmeler
gerçekleĢtirildi. Kadınların görüĢmelere dahil olmasında kartopu örneklem yöntemi kullanıldı. Yani
kadın iĢçiler rastgele seçilmedi. Ancak, görüĢmelerde iĢ deneyimi farklarını anlayabilmek için farklı
yaĢ grubundan kadınlar örnekleme dâhil edildi.
Makalede bu veriler ile alanda derinlemesine mülakatlara dayanarak elde edilen bulgular
karĢılaĢtırılarak sunulacaktır. Ġkinci aĢamada ise bu bulgulara Japonya‘da ki alan çalıĢması mülakat
sonuçları eklenecektir. Böylece, Türkiye‘de kırsalından derinlemesine görüĢmelerden elde edilen nitel
bulgular Tokyo pazarına yönelik Japonya‘da elde edilen bulgularla eklemlenerek ve karĢılaĢtırılarak
analiz edilecektir.
Karaağaç Köyü Samsun-Sinop yolu üzerinde Dikmen ilçe sınırı içerisinde yer alır. Köyün
ortalama hane büyüklüğü 4-5 arasındadır; köy ortalama 2000 nüfusa sahiptir. Köyden Ġstanbul,
Samsun gibi büyük kentlere göç etmiĢ haneler vardır; bazı hanelerin ise Almanya‘ya iĢçi olarak gitmiĢ
113
yakınları bulunmaktadır. Köydeki kadınlar temel tarım üretimi olarak fındık ve buğday üretimine
katılmaktadır. Deniz Ürünleri fabrikası Sinop-Durağan ilçe sınırında dağın yamacındadır. Fabrikada
yukarı dağ köylerinden gelen iĢçi kadınlarda istihdam edilmektedir. Bu kadınlar göreceli olarak daha
yoksul hanelerden gelen kadınlardır (Gündüz-HoĢgör, 2000).
Ayvacık-ÇarĢamba fabrikası ise Samsun ile Ordu arasında yer almakta ve köyün altyapısı ve
konumu Karaağaç-Sinop köyünden göreceli olarak daha iyi konumdadır. Ġki yerleĢkede de kadınlar
özel minibüslerle fabrikalara taĢınmaktadır. Özel ulaĢım köylerin Muhtarları tarafından organize
edilmektedir; örneğin Ģoförler muhtarın ailesinden biri ya da akrabasıdır. Muhtarlar bir biçimde
―aracı‖ konumunda fabrikaya kadın iĢçi bulma ve taĢıma fonksiyonunu yürütmektedir. Bu durum
özellikle fabrika sahibi (iĢveren) ile iĢçinin ―güvenliği‖ açısından önemlidir. Kadınların kolay iĢ
bulmalarını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onların üzerinde sosyal baskı ve kontrol
yaratabilmektedir. Örneğin, bazı kadınlar iĢveren ya da muhtarın yanında konuĢmaktan çekinmiĢ ve
araĢtırmaya katılmayı ret etmiĢtir. Özellikle mülakatların ses kayıtlarının alınmasında zorluk
yaĢanmıĢtır. GörüĢmeler yarım saat ile 3 saat arasında değiĢmiĢtir.
AraĢtırmanın yöntem açısından bir diğer önemli boyutu ise etnografik saha çalıĢması içermesidir.
Örneğin, kadınlar fabrikada çalıĢırlarken yapılan iĢin her aĢaması gözlenmiĢ; çalıĢma koĢulları
(sıcaklık, kötü koku vs.) bizzat deneyimlenmiĢtir.
BULGULAR
AĢağıdaki bölümde temel bulguları üç bölümde tartıĢacağız. Ġlk bölümde, Karadeniz Bölgesi
kırsalındaki deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢan kadınların deneyimleri sunacağız. Ġkinci kısımda ise
bu ürünün Türkiye-Japonya değer zinciri aktaracağız. Böylece kadın emeğinin küresel üretimdeki
yerinin tartıĢmamız mümkün olacaktır.
a) Rapana Venosa KüreselÜretim Zincirinde Karadeniz Kırsal Kadınının Ġstihdamı
ÇalıĢma KoĢulları
Kırsal kadının tarım dıĢında deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢma nedeninin baĢında para
kazanmak ve yoksullukla mücadele etmek yer almaktadır. Karaağaç-Sinop köyünde yaklaĢık 80 kadın
çalıĢırken, Ayvacık-Samsun üretiminde ortalama 100 kadın istihdam edilmektedir (Tablo 1).
GörüĢmelerde, geçmiĢte bu fabrikada çalıĢan kadınların sayısının 250‘e ulaĢtığı belirtilmiĢtir.
Kadınların yaĢ dağılımları değiĢmekle birlikte birçoğu genç ve bekârdır. Bazıları iĢletmelerde 1012 yaĢlarında çalıĢmaya baĢladıklarını iletmiĢtir ki bu durum geçmiĢte ―çocuk iĢçi‖ çalıĢtırıldığını
yansıtmaktadır. Günümüzde fabrikalarda çalıĢan kız çocuklarına nadir rastlanmaktadır. ÇalıĢan
kadınların çoğunluğu okul terk ya da ilkokul mezunudur.
Rapana VenasaiĢlenmesi son derece zor koĢullarda gerçekleĢmekte, monoton, tekrara dayalı rutin
iĢ gerektirmektedir. Örneğin, 100 derece üzerinde olan suya kabuklu Rapana bırakılmakta;
haĢlananmıĢ Rapanalar üretim bandının üzerine dökülmekte ve kadınlar tarafından kabukları tek tek
ayıklanmaktadır.. Bu iĢ ortalama 8 saat sürmekte ve bazen gece vardiyası gerekmektedir. Bir
yöneticiye göre bu iĢe kadınların alınması ―erkeklerin bu kadar uzun süre ayakta, sıkılmadan, böyle
rutin bir işi yapamamalarından‖ kaynaklanmaktadır. Ayrıca, yöneticiye göre ―kadınların küçük
parmakları küçük Rapanaları kabuklarından ayırmak için daha uygundur‖.
114
Tablo 1: Sinop, Karaağaç Köyü ve Samsun, Ayvacık Köyü Kadın Ġstihdamı
ÇalışanKadınSa
yısı
YaşDağılımı
EğitimDurumu
Ne üretiyorlar
ÇalışmaSaatleri
ÇalışmaOrtamı
Ücretler
SosyalGüvenlik
Algı
Coping
Strategies
Bust
with
KaraağaçKöyüĠĢletmesi
80-90 kadın; yoksuldağköylerinden
AyvacıkKöyüĠĢletmesi
100 kadınyakınköylerden
15 – 60 arası ;
Çoğunluğugençbekarkadınlar
Bazısı 12 yıldırçalıĢıyor
GeçmiĢte- çocukiĢgücü
Ġlkokulterkya da mezun
Rapana (Japonya, Kore) /
DondurulmuĢ hamsi
07:00- 17:00;
Gerekirsegecevardiyası
Ayda 20 günçalıĢma
ġirketservislerleköylerdeniĢyerinetaĢınmayısa
ğlıyorve öğleyemeği veriyor
Aracılar: muhtarlar
ĠĢsözleĢmesiyok
YöneticitarafındaniĢyerikamerlarlaizleniyor.
ÜretimbandınınetrafındaayaktaçalıĢma
Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ
Ortalamagünde150 kg rapanatemizleniyor
Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor
1 kg baĢına 2 TL
(gündeortalma 20- 35 TL)
Kazançaileyeveriliyorya
da
kendiihtiyaçlarıiçinharcanıyor
BireyselçalıĢma/ Rekabetcokfazla
Kollektifhareket
yok
ancakkazançgöreceliolarakyüksek
Sosyalgüvenlikyok
Sağlık: yeĢil kart
Kötükoku- stigma
Yoksulluk
Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil
Sağlıklıdeğil
Evlenme- iĢibırakma
KöydıĢındanbiriyleevlenme
Kenteya da uluslarası GÖÇ
18-30 arasıbekarkadınlar
Bazısı
10
yıldırçalıĢıyoGeçmiĢteçocukiĢgücü
Ġlkokulmezunuveyaüstü
DondurulmuĢ hamsi (Yerli pazar, AB)
Rapana (olursa)
08:00- 18:00;
Gerekirsegecevardiyası
10.5 ay boyuncaayda 20 günçalıĢma
ġirketservislerleköylerdeiĢyerinetaĢınmayısa
ğlıyorve / öğleyemeğiveriyor
Aracılar: muhtarlar
ĠĢsözleĢmesiyok
They are watched from manager‘s room
Bazısıayakta; bazısıoturuyor
Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ
Bilgiyok
Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor
Günlükortalama15 TL
Ödemelerylıkyapılıyor
Kendiihtiyaçlarıiçinya
da
çeyizparasıolarakbiriktirme
Grup çalıĢması/Rekabetaz
Kollektifhareketvar; kaznaçdüĢük
Yarısosyalgüvenlik
Sağlık: yeĢil kart
Kötükoku
Göreceyoksulluk
Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil
Sağlıklıdeğil
Evlenme- iĢibırakma
Göreceliyükseközgüven
GiriĢimcilik-kendiiĢinikurma
Karağaç-Sinop fabrikasında kadınlar 07:00-17:00 arasında çalıĢırken; Ayvancık-Samsun‘da iĢe bir
saat geç baĢlamakta ve bir saat geç paydos etmektedir (08:00-18:00). Ancak, bu bitiĢ saatleri esneklik
içermektedir. Rapana üretimi olmadığı durumlarda iki üretim alanında da hamsi ayıklanmakta ve
iĢlenmektedir. Rapana üretiminde kadınlar daha çok tek ve zamana karĢı adeta yarıĢır gibi çalıĢmakta
ve temizledikleri miktar kadar ücret almaktadır. Hamsi üretiminde ise kolektif çalıĢmaları
mümkündür. Bu durumu kadın iĢçiler iĢverenlerle yaptıkları pazarlıklar sonucunda elde etmiĢtir. Grup
olarak çalıĢan kadınlar, aldıkları iĢi grup olarak bitirmekte, ancak sabit ücret almaktadır. Bir diğer
ifadeyle, bu üretimde kadınlar Karaağaç iĢletmesiyle karĢılaĢtırıldığında az kazanmakta ancak kolektif
ve daha sağlıklı konumda çalıĢmaktadır.
Yukarıda belirtildiği üzere, kadınlar fabrikalara özel otobüslerle getirilmektedir. Kadınların
çalıĢma talepleri önce Muhtarlara iletilmekte; muhtarlar yöneticilerle bağlantıya geçmekte ve iĢ
talebini bildirmektedir. Muhtarın onaylamadığı durumda kadın iĢçinin istihdam edilmesi mümkün
olamamaktadır.
115
Ġki fabrikada da kadınlar montaj bandında seri üretim Ģeklinde çalıĢmaktadır. ÇalıĢtıkları odalar
kameralarla yöneticiler tarafından gözetlenmektedir. Bu durum Foucault‘un ―panoptikan‖ kavramını
hatırlatmaktadır; öyle ki gözetleyen (yönetici) kadınları haberleri olmadıkları her an
gözetleyebilmektedir.. AraĢtırma sırasında kadınlar durumdan son derece rahatsız oldukları ve
üzerlerinde güçlü kontrol yaratıldığını belirtmiĢtir. Örneğin, gözetlenme korkusundan ötürü iĢ
yaparken birbirleriyle konuĢmamaktadırlar; konuĢmaları yöneticinin odasındaki kameralardan TV
ekranına yansıdığı durumda sözlü olarak tüm odanın duyacağı Ģekilde uyarılmaktadırlar. Kadınlar
adeta ―robot‖ gibi çalıĢıyor olmaktan yakınmakta ve eğer uyarıldıkları davranıĢ devam ederse iĢten
çıkartılma korkusu yaĢadıklarını ifade etmiĢlerdir. Böylece kadın iĢçilerin örgütlü hareketi
engellemektedir.
Kadınların kameralarla gözetlenmelerinin bir diğer ilginç olumsuz etkisi daha vardır. Ġki fabrikada
iyi koĢullarda -iĢten önce ve sonra kullanılabilecekleri - banyolar bulunmaktadır; ancak kadınlar bu
imkânları kullanmamaktadır. Oysa fabrikalardaki ağır ―koku‖ bir sonraki bölümde tartıĢacağım gibi
kadınlar açısından son derece rahatsız edici ve toplumsal sitigma yaratan bir durumdur. Buna rağmen
kadınlar iĢ sonrası yıkanmadan fabrikalardan ayrılmayı tercih etmektedir. AraĢtırma sırasında bu
durumun nedenini çalıĢan bir kadın çarpıcı biçimde yanıtlamıĢtır: “.. orada da kamera olmadığı
nerden bilebiliriz ki !..‖
Ücretler
Ġki iĢletmede ücretler açısından da farklar vardır. Karaağaç-Sinop‘da kadınlar tek çalıĢmakta ve
kilo baĢına 2 TL ücret almaktadır. Bir günde en az 10 en fazla 15 kg. Rapana temizleyebilmekte;
ortalama 20 TL ile 30 TL (10-20 euro) arasında günlük kazanç elde edebilmektedirler. ÇalıĢma ortamı
oldukça rekabetçi bir yapıya sahip olduğundan kadınlar arasında dayanıĢma bulunmamaktadır.
Ayvacık-Samsun ĠĢletmesinde ise kadın iĢçiler iĢverenle pazarlık etmiĢ ve günlük 15 TL ücrette
anlaĢmıĢtır. AntlaĢmanın koĢulu günlük iĢi bitirmektir. Bunun için kadınlar gruplara ayrılmakta ve iĢ
bitine kadar hep birlikte çalıĢmaktadır. ĠĢi yavaĢlatan kadın iĢçide diğerleriyle birlikte aynı saatte
iĢyerinden ayrılabileceği için iĢ yavaĢlatmayı tercih etmemektedir. Kadınların Karaağaç-Sinop
iĢletmesinden daha düĢük ücret almalarına rağmen bu yöntemi daha fazla benimsedikleri gözlenmiĢtir.
Böylece, kollektif çalıĢabilmekte, hasta olan zor durumu bulunan kadınlar korunabilmekte, daha da
önemlisi kadınlar sosyalleĢebilmektedir. Bu bir biçimde zor çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma
stratejisidir.
Ġki iĢletmede de ulaĢım ve öğlen yemekleri iĢverene aittir. Kadınlar aylık ortalama 450 TL (300
Euro) kazanmaktadır. Ailenin yapısına bağlı olarak kadınlar kazançlarını kendilerine harcadıklarını
belirtmiĢtir; genç kadınlar için ise temel amaç ―çeyiz‖ parası biriktirmek ve evlenirken aileye yük
olmamaktır. Ancak, bazı mülakatlardan gerektiği durumda genç kadınların kazançlarını ailenin
ihtiyacına harcadıkları anlaĢılmaktadır. Örneğin;
“İşletmede 13 yaşında çalışmaya başladım. Şimdi 21 yaşındayım. İşte önce eti kabuğundan
ayırırız, bağırsaklarını temizleriz, yıkarız. Sonra kızlar büyüklüklerine göre sınıflandırırlar..
Fabrikada çalıştığım zamanlar evişi yapmam. Genellikle sabah 08:00 de geliriz, akşam 6‟ya
kadar çalışırız. Geçmişde gece vardiyası yaptığımızda oldu. Vardiya zamanı genellikle sabah
saat 05:00‟e kadar çalışırdık.. Bazen aynı gün öğlene kadarda devam ederdik. Şimdilerde
geceleri çalışmıyoruz zira Rapana tutamıyorlar miktarı azaldı. Yeterince iş olmuyor..Ortalama
günlük 15 TL kazanıyorum. Kendi ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Geçmişte kazancımı aileme
verirdim ama. Önce, mobilya aldık, sonra bu evi yaptık. Bütün kız kardeşlerim benim gibi
çalışırdı. Babam şoför, annem evde ya da fındığa gider. Ama artık çalışmak istemiyorum,
hastalandım, geceleri rüyamda hep o böcekleri görüyorum, uyuyamıyorum..”
Sosyal Güvenlik
Kadınların Rapana üretiminde istihdam edilmeleri Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının
Sömürü savıyla açıklanabilir. Bu kadınlar istihdam piyasasında birçok engelle karĢılaĢmakta, çok
düĢük ücretlerle istihdam edilmektedirler. Kadınların kolektif hareketlere katılımları da zayıftır.
ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları yoktur. Ücretler asgari ücretin altındadır. ĠĢgücü
116
esnektir; iĢe alınmaları iĢten çıkartılmaları esnektir. Tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında
sömürüldüklerini yansıtmaktadır.
Kadınların Çalışmalarına Yönelik Algıları
Deniz salyangozu iĢletmelerinde çalıĢan kadınlar son 12 yıldır çalıĢmalarına rağmen, yaptıkları iĢe
hala bir ―değer‖ atfetmemektedirler. ĠĢe girerken kontrat imzalanmamakta ve ücretler geçici
gündelikler üzerinden hesaplanmaktadır. Kadınların kendilerinin çalıĢmalarına yönelik algılarıda
benzerlik içermektedir: ―çalıĢıyoruz çünkü yoksuluz..‖
Kadınlar evlilik açısından da ―Ģanslarının‖ az olduğunu düĢünmekte ve ilginç bulgu olarakta bu
durumu Rapana ve/veya hamsi üretim Ģirketlerinde çalıĢtıkları için ―kötü kokmalarına‖
bağlamaktadırlar. ―Balık‖ gibi koktukları için ―iĢletme çalıĢanı‖ olarak sınıflandırıldıklarını; bu
nedenle çevrelerindeki erkeklerin evlenmek için kendilerini tercih etmediklerine inanmaktadırlar.
Koku bir tür sosyal dıĢlanma ve olumsuz etiketleme (sitigma) yaratmaktadır. Bununla ilgili bir diğer
inanıĢ ise çok uzun saatler ve zor koĢullarda çalıĢtıkları için sağlık problemlerinin olması, bu nedenden
ötürü de kadınların ―iyi‖ gelin adayı olmadıkları doğrultusundadır.
Genellikle, göç kadınların kırsal istihdamdan çıkmaları –kendi ifadeleriyle ―kurtulmaları‖ için bir
araçtır. Nitekim Ġstatistikler Batı Karadeniz Bölgesinde kır nüfusunun 1990‘da 12.6 % iken 2000‘lerde
oranın 10.4% düĢtüğünü yansıtmaktadır (Dünya Bankası, 2007). Rapor aynı zamanda göç eden
kadınların göç etmeyen kadınlardan ortalama olarak daha genç olduğunu vurgulamaktadır ; bir diğer
ifadeyle evlenerek göç eden kadınlar daha genç kadınlardır. Benzer biçimde balık üretim
iĢletmelerinde çalıĢan kadınlarında en büyük beklentileri/hayalleri ―kentten biriyle evlenmek ve göç
etmektir.
b) Rapana Venosa KüreselÜretim Zinciri
AraĢtırmamızın ikinci bölümünde yukarıda sözü geçen kırsal kadınların önemli ölçüde üretimde
yer aldığı Rapana Venasa üretim zincirini tartıĢacağız. Ġhracata dayalı bu üretim biçimi birçok ülkenin
katılımıyla yürümektedir. Türkiye‘den ihraç edilen ürünün pazarını Doğu Asya ülkeleri; özellikle de
Japonya, Kore ve Çin oluĢturmaktadır. Türkiye‘nin yanı sıra Bulgaristan‘da benzer biçimde üretimin
―arz‖ boyutunda yer almaktadır. Bu ülkede de Türkiye‘de olduğu gibi yoksul balıkçı erkekler
avlanmada, ürünün iĢlenmesinde ise yoksul kadın emekçiler yer almaktadır (Knudsen ve Koçak,
2011). Ancak, konu hakkında yürütülmüĢ araĢtırmalarda pazarın ―talep‖ boyutu yeterince
irdelenmemiĢtir. Rapana Venasa tüketiciye ulaĢana kadar hangi aĢamalardan geçmektedir? Ve üretim
zincirinin diğer aĢamaları nasıldır? Diğer önemli soruda Rapana Venosa tüketimine yönelik talepte
nasıl değiĢimler yaĢanmaktadır?
Tablo 2 Türkiye‘den ve Bulgaristan‘dan Japonya‘ya ihraç edilen dondurulmuĢ kabuklu deniz
ürünlerinin istatistiklerini yansıtmaktadır. Bu tabloya göre Türkiye‘den ihracat 1990 yılında baĢlamıĢ;
1997 yılında itibaren önemli bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Ancak 2011 yılında ihracat oldukça gerilemiĢtir.
Rapana Japonca‘da Akanishi olarak adlandırılmaktadır. . Rapana‘nın Japonya‘da Aichi Bölgesi
dıĢında tüketimi yaygın değildir. Sadece yakalamıĢ ve denemiĢ olanlar Rapana‘yı tanımaktadır.
Ancak, Rapana bazı durumlarda sahte olarak iĢlenmiĢ Sazae salyangozu (Turbo cornutus) yerine
satılmaktadır. Sazae daha değerli ve daha pahalı bir deniz salyangoz türüdür. Görüntüsü Rapana‘ya
benzemekte ve ikisinin arasındaki tat farkını ayırt etmek- özellikle soya sosu ile piĢirildiği
durumlarda- pekte mümkün değildir. Japonya‘da Rapana sahte Sazae olarak pazar bulmaktadır. Hatta
market ilanlarında Rapana ―Japon Sazae fiyatının beşte biri kadar ucuz olduğu‖ yer almaktadır.
Özetle, Rapana ucuz restoranlarda, tavernalarda ve iĢlenmiĢ gıda fabrikalarında satılmaktadır. Yalnız,
2000 yılında tüketicilerin Ģikayeti üzerine Fair Trade CommissionRapana ürünlerine Sazae adını
kullanmamak için üreticileri uyarımıĢtır. Bunun ardından Rapananın satıĢ için pazar daralmıĢ ve
üreticer zorlanmıĢtır.
117
Tablo 2: Türkiye‟den ve Bulgaristan‟dan Japonya‟ya Ġhraç Edilen DondurulmuĢ Kabuklu
Deniz Ürünleri
Yıllar
Türkiye (kg)
Türkiye (US/kg)
1990
1150,394
1997
2,046,251
5.2
1999
2,092,435
4.4
2001
957,359
3.7
2003
1,261,314
3.4
2005
776,715
4.7
2007
743,054
6.6
2011
212,956
Kaynak: Japonya Balık Üretim Ġstatistikleri: Ġhracat
Bulgaristan (kg)
0
381,567
714,006
786,160
541,912
851,005
615,416
525,527
Bulgaristan
(US/kg)
5.4
4.8
4.1
3.4
4.9
6.5
-
Rapana Venesa Türkiye‘de avlanma ile tüketiciye ulaĢma aĢamasında ortalama 12 el
değiĢtirmektedir (ġekil 1). Aracılar balıkçılardan ortalama kilo baĢına 0.78 Euro‘yasatın aldıkları
Rapana‘yı yukarıda detaylı tartıĢtığımız kırsal kadın iĢçilerin çalıĢtıkları iĢletmeler satmaktadır.
Avlanma ve aracıların tamamı erkeklerden oluĢurken, özellikle kabuklarından Rapana‘nın çıkartılması
ve pazara iĢlenmiĢ olarak sunulması kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu iĢletmelerde yöneticiler ve
Rapanayı kaynatanlar yine erkeklerdir. Sektörde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü vardır.
Fabrikalarda iĢlenmiĢ Rapana‘nın kilogramı 5 Euro dan Japonya‘ya satılmaktadır.
Japonya‘ya ihraç edilen Rapana ilk önce ―ihracatçıların‖, ardından ―dağıtıcıların‖ (distribütörler)
eline geçmektedir. Dağıtıcılar Rapana‘yı internet üzerinden pazara sunabildikleri gibi gıda üreticilerine
de satabilmektedir. Her iki durumda müĢteriye kilosu 19 Eurodan ulaĢmaktadır. Taverna, lokanta ya
da süpermarketlerde deniz ürünleri salatasının 90 gramı ise 2.87 avrodan satılmaktadır. Bu ürünün 1
kilogramı ise 31.9 Euro‘ya ulaĢmaktadır.
Özetle, avlandığında kilosu 0.78 Euro olan Rapana‘nın Japonya‘da ki son market değeri 19 Euroya
(yaklaĢık 20 katına) ulaĢmaktadır. Üretim zincirinde kadın emeğinin değeri ise çok düĢüktür
(1kg/2TL (1.4 Euro).
Tablo 2‘nin yansıttığı üzere ürünün pazarı, üretimi gibi son derece esnektir. Özellikle Japonya‘ya
ihraç edilen ucuz hayvansal gıdanın etkisiyle deniz ürünlerinin tüketimi azalmaktadır. Yine de
Japonya‘nın pazar olmaktan çıkması durumunda bile Çin ya da Kore gibi yeni pazarların bulunması
söz konusu olabilmektedir.
SONUÇ
AraĢtırmada Rapana Venasa küresel üretimin zincirinde ücretli çalıĢan kırsal kadının yeri
inceledik. Bulgular kırsal alanda tarım dıĢı ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin
zayıf olduğunu yansıtıyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından
ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanması üzerinden kadınların esas rollerinin ―eĢ ve anne
olma‖, ―ev kadınlığı‖ ve ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak devam ettiğini görüyoruz. Yani kadınların
hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde tahayyül ediyor.
Kadınların ücretli iĢgücüne katılmaları hem kendileri hem de aileleri tarafından geçici, ikincil ve
önemsiz olarak algılanmalarının yanı sıra bu durum küresel üretime de yansıyor. Son derece zor ve
ağır Ģartlarda sosyal güvenceden yoksun çalıĢan kadınlara 1kg. Rapana pazar değerinin sadece % 7 ‗si
( 1.4/19=0.07 euro) ödeniyor. Bu durum Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü
varsayımıyla örtüĢüyor. Kadınlar iĢ piyasasında birçok engelle karĢılaĢıyor, asgari ücretin altında
düĢük ücretlerle istihdam ediliyor; kolektif davranmaları zayıf. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri,
sigortaları bulunmuyor. Özetle, Sömürü yaklaĢımının öne sürdüğü gibi Rapana üretiminde kadın
iĢgücü esnek ve tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtıyor.
118
Ayrıca, araĢtırma bulguları kırsal alanda ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin
zayıf olduğunu vurguluyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından
ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanabileceğini varsayımı üzerinden, kadınların hanehalkı
bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde karĢımıza çıkıyor.
ġekil 1: Türkiye‟den Japonya‟ya Rapana Venosa Üretim Zinciri
TÜRKĠYE
ÜRETĠCĠLER
ĠĢletme sahipleri, yöneticiler
BALIKCILAR
YEREL
ARACILAR
Erkek ĠĢçiler (Kaynama Sorumluları)
€ 0.78/kg
Kadın ĠĢçiler (Ayıklama, sıralama,
paketleme)
€ 5/kg
ĠHRACATCILAR
GIDA
ÜRETĠCĠLERĠ
DAĞITICILAR
JAPONYA
INTERNET DAĞITICILARI
€ 19/kg
PERAKENDECĠ
SÜPERMARKET
INTERNET
SATIġI
TAVERNA
RESTORAN
SOKAK
TEZGAHI
TÜKETĠCĠ
DENĠZÜRÜN SALATASI€ 2.87 /pk (90 g)
119
KAYNAKÇA
Azmaz, A.(1984). Migration and Reintegration in Rural Turkey: The Role of Women Behind,
Gottingen: Heredot GmbH.
Boserup, E.(1970). Women‘s Role in Development, London: Earthscan.
Ertürk, Y.(1995). ‗Rural Women and Modernization in South-eastern Anatolia‘ in S. Tekeli (ed.)
Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 141152.
Gündüz HoĢgör, A. (teslimedilmiĢ) ―Rural Women Employment in RapanaVenosa
Production in Western Black Sea Coast, Turkey‖.
Gündüz
HoĢgör,
A.(2012).
―KaradenizBölgesiKalkınmaPolitikalarındanYansımalar:
RapanaVenosaÜretimindeKırsalKadınınRolü‖.
7.
BölgeselKalkınmaveYönetiĢimSempozyumu: KırsalKalkınmaveYönetiĢim. TEPAV.13-14
Aralık 2012.Ankara.
Gündüz-HoĢgör, A.(2011). ‗Kalkınma ve Kırsal Kadının DeğiĢen Toplumsal Konumu: Türkiye
Deneyimi Üzerinden Karadeniz Bölgesindeki Ġki Vaka‘nın Analizi‘, S. Sancar (Der.)
BirKaçArpaBoyu ...: 21. Yüzyıla Girerken Türkiye‘de Feminist ÇalıĢmalar, Ġstanbul:
KoçÜniversitesiYayınları, pp. 219-248.
Gündüz Hosgör, A.(2010). ―Gender, Globalization and Fisheries Management: Rural Women
Employment in Rapana Production in the Black Sea; Turkey.‖Poster Presentation.Knowseas EU 7th
Framework Project 1st. Annual Scientific Meeting. Spain.
Gündüz HoĢgör A., Him,M.S.( 2012). ―Commodity Chain of Rapana Venosa from
Turkey to Japan‖. Poster Presentation. Knowseas EU 7th Framework Project 4th.Annual Scientific
Meeting. 27 November-2 December 2012. Spain.
Gündüz-HoĢgör, A.,Smits,J.(2008). ―Variation in Labor Market Participation of Married Women in
Turkey‖, Women‘s Studies International Forum 31:2:104-17.
Ġncirlioğlu, E. O.(1993). ‗Marriage, Gender Relations and Rural Transformation inCentral Anatolia‘ in
P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The
Ethoen Press, pp.113-125.
Morvaridi, B.(1993). ‗Gender and Household Resource Management in Agriculture:
Cash Crops in Kars‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages,
Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp. 80-94.
Sirman, N.(1995). ‗Friend or Foe? Forging Alliances with Other Women in a Village of Western
Turkey‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New
Jersey: Zed Books, pp. 199-218.
120
KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
Ahmet ELNUR1
ÖZET
KüreselleĢmenin bir sonucu olarak, ülke ekonomileri dünya çapındaki sermaye, mal ve hizmetlerin
hareketliliğinden doğrudan etkilenmektedir. Ülke ekonomileri söz konusu hareketlilikten olumlu
etkilenseler bile ekonomik ürünün bölgelere, sınıflara, etnik gruplara ve toplumsal cinsiyete göre
dağılımı eĢit olarak gerçekleĢmemektedir. Küresel ekonomi, yaĢlıların, yoksulların, engellilerin,
kadınların ve farklı etnik grupların temsilcilerinin ―görünmez‖ kılınmasına neden olmaktadır.
Özellikle 1990‘lı yıllardaki ekonomik krizlerden sonra küresel ekonominin olmazsa olmazları arasında
yerini almıĢ olan enformel iĢ gücü sürekli olarak görünmezlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Enformel
ekonomide çalıĢanların çoğunluğunu oluĢturan kadınlar istikrarsız ve güvencesiz çalıĢma koĢullarını
zorunlu olarak kabul etmek durumunda kalmaktadırlar.
Kadınların seks iĢçisi olarak çalıĢtırılmak üzere seks ticaretinin bir nesnesi olarak alınıp satılması,
bir ülkeden baĢka ülkeye götürülmesi seks endüstrisinin küreselleĢmesi Ģeklinde tezahür etmektedir.
Her Ģeyin piyasaya açılarak alınıp satılan bir meta haline geldiği kapitalist küresel ekonomide seks
endüstrisinin boyutları sürekli geniĢlemektedir.
ÇalıĢmada küreselleĢme ve toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramlarına değinildikten sonra;
küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki
rolü enformel sektör, seks endüstrisi özelinde incelenmiĢ, bu sürecin erkek egemen sistemin bir ürünü
olarak sürekli toplumsal cinsiyet düzenine göre kodlandığı saptanmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, toplumsal cinsiyet, kadın emeği, iş bölümü, enformel sektör
ABSTRACT
As a result of globalisation, national economies are directly affected by the flow of capital, goods
and services around the world. Even though national economies might be positively affected by this
flow, economic resources aren‘t distributed evenly among regions, social classes, ethnic groups and
gender. The global economy causes the elderly, the poor, the disabled, women and representatives of
different ethnic groups to remain "invisible". Especially after the economic crises in the 1990s
informal labour became one of the sine qua non of the global economy, but is constantly overlooked.
Women constitute the majority in the informal economy and often have no choice than to accept
unstable and precarious working conditions.
The trafficking of women as sex workers, corresponding to a commodity of this trade, can be seen
as a manifestation of the globalisation of the sex industry. The size of the sex industry is continuously
expanding in a global capitalist economy where everything has become a commodity that can be
bought and sold on the market.
After describing the concepts of globalisation and gender division of labour in the study, the role
of the globalisation process in the formation and shaping of gender division of labour was analysed
within the context of the informal sector and the sex industry. As a product of the male-dominated
system, this process is continuously being encoded according to the gender order.
Keywords: Globalisation, gender, women‟s labour, division of labour, informal sector
1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Anabilim Dalı,
ahmet.elnur@gmail.com
121
GĠRĠġ
Son on yıllarda dünyayı kuĢatan küreselleĢme süreçlerinin sürekli tartıĢılmasına rağmen bu olguyu
ve etkilerini tam olarak açıklayan tek bir kavram oluĢturulamamaktadır. Genellikle küreselleĢmeyi
açıklama yolunda merkezi ekonomik güçlerin ve yeni iletiĢim teknolojilerinin sunduğu olanaklar
sayesinde herkes için seçim çeĢitliliği fırsatlarının oluĢturulduğu ifade edilmektedir. KüreselleĢme
süreci yeni fırsatlar sunmakla beraber yeni sorunlara da neden olmaktadır.
ÇalıĢma kapsamında küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün
oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü incelenmiĢ, söz konusu sürecin ataerkil ideolojinin etkisi
altında kaldığı ortaya konulmaya çalıĢılmıĢtır. Birinci bölümde, küreselleĢme süreciyle ilgili genel bir
çerçeve çizilmiĢtir. Ġkinci bölümde, toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramına kısaca
değinildikten sonra; çalıĢmanın üçüncü ve son bölümünde, küreselleĢme sürecinde toplumsal cinsiyete
dayalı iĢ bölümü incelenmiĢ, ataerkil sistemin bu süreç üzerindeki etkisi vurgulanmıĢtır.
1. KÜRESELLEġME
KüreselleĢme; ulaĢım, haberleĢme ve bilgi iĢlem teknolojisindeki geliĢmeler sonucunda, toplumsal
ve kültürel düzlemler üzerinde, mekansal uzaklıklardan kaynaklanan farklılıkların ortadan kalktığı
toplumsal bir süreçtir (EĢkinat, 1998: 7). KüreselleĢme; farklı ulusal ekonomilerin bileĢimi anlamına
gelen uluslararası ekonomiden tek tip kurallar tarafından yönetilen bir ―gezegensel piyasa
ekonomisine‖ geçiĢtir (De Benoist, 1998: 171). KüreselleĢme, kapitalizmin geliĢmesinde bir aĢama,
sözcük olarak dünyanın bütünleĢmiĢ tek bir pazar haline gelmesini ifade etmektedir (Kansu, 1996: 11).
Bu bağlamda, küreselleĢme olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecini doğuran
temel paradigmaları Ģöyle belirlenebilir;
 GeliĢmiĢ ülkelerde yatırım maliyetlerinin sürekli olarak artması, buna bağlı olarak karlılığın
düĢmesi,
 GeliĢmiĢ ülkelerde pazarın doyumu sebebiyle yeni pazar oluĢumlarının zorunlu hale gelmesi,
 GeliĢmiĢ ülkelerde yığılan sermayenin riski dağıtmak istemesi,
 Kitle iletiĢim araçlarında ve ulaĢım alanında baĢ döndürücü geliĢmelerin yaĢanması,
 GeliĢmiĢ ülkelerin sanayi yatırımları sonucunda oluĢan çevre sorunlarına duyarlılığı nedeniyle
bu yatırım alanlarının az geliĢmiĢ ülkelere kaydırma gerekliliğinin doğması,
 Uluslararası sermayenin ülkeleri kontrol etmede temel faktör olmaya baĢlaması,
 Teknolojik buluĢlar ve eldeki eski teknolojilerin değerlendirilmesi amacıyla az geliĢmiĢ
ülkelere pazarlanmasının istenmesidir (IĢıldak, 2003: 9-10).
Özellikle son çeyrek yüzyılda daha fazla kullanılmaya baĢlanan bir kavram olmasına rağmen
küreselleĢmenin kökenlerinin Christopher Columbus‘un yeni kıtayı bulduğu ve Ġlk Avrupa
Sömüreciliği‘nin baĢladığı 15.yüzyıla kadar uzandığını ifade etmek daha doğru bir yaklaĢım
olmaktadır. Yayılmacılık ve sömürgecilikle baĢlayan, daha sonra dünyadaki ticari, ekonomik
iliĢkilerin Avrupa merkezli olarak yeniden düzenlenmesi ve sosyal kurumların, normların, değerlerin
yeni toplumlara göçünün gerçekleĢtirildiği süreç küreselleĢmenin temellerini oluĢturmaktadır.
KüreselleĢmenin neoliberalizm doğrultusunda gerçekleĢmesiyle sosyal refah devleti fikri gölgede
kalmaktadır. Rekabetin, karlılığın, makro ekonomik göstergelerin korunmasının devletin öncelikli
görevleri haline gelmesiyle beraber, devlet ve piyasa, siyaset ve ekonomi arasında iliĢkiler yeniden
tanımlanmaktadır. Devlet bütçesi konsolidasyonunun birincil ekonomik ve politik hedef olarak
belirlenmesi vatandaĢların refahının görmezden gelinmesi sonucunu doğurmaktadır. Üretim, ticaret,
yatırım faaliyetlerinin sermayenin karlılığına endeksli olarak yapıldığı parasal ekonomi tüketim
malları üreten ekonominin yerini almaktadır. Sauer‘e göre küresel yeniden yapılanma sürecinde sosyal
politikalar, çevrenin korunması, kültür gibi siyasetin ―yumuĢak‖ alanları güç kaybetmekteyken, finans,
güvenlik gibi ―sert‖ alanları ise daha fazla güç kazanmaktadır (Scharenberg, Schmidtke, 2003: 106).
122
KüreselleĢme sürecinde yeni piyasa riske, rekabete hazır iktisadi insan (homo economicus) üzerine
kurulmakta ve sürdürürlüğünü sağlamaktadır.
Ekonomik büyüme, sermaye hareketlerinin inanılmaz boyutlarda bir geliĢme gösterdiği
günümüzde aynı geliĢmeyi gösterememektedir. Ekonomik büyüme gerçekleĢse bile iktisadi ürünlerin
toplumun tüm kesimlerine eĢit Ģekilde dağıtılması sağlanamamaktadır. YaĢlılar, yoksullar, engelliler,
kadınlar ve farklı etnik grupların temsilcileri küresel ekonomi tarafından ―görünmez‖ kılınmaktadır ve
artık yoksullukla mücadele devletin öncelikli hedefleri arasında yer almamaktadır. Toplumsal
çeliĢkiler ve eĢitsizliklerin giderilmesi için makro ekonomik göstergelerin düzeltilmesi gerekmektedir.
KüreselleĢme sürecinden etkilenen ve sayısı her geçen gün artmakta olan insanların eĢit güç
pozisyonlarına sahip olmadıkları için küreselleĢmenin olumlu veya olumsuz etkilerini kontrol etmeleri
imkansız hale gelmektedir.
Ulus devletlerin sınırlarının ötesinde geliĢen yeni toplumsal iliĢkilerin Ģekillenmesini sağlayan çok
yönlü süreç küreselleĢmenin günümüzde gelinen aĢamasını göstermektedir. Bu sürecin temelinde
neoliberalizmin ekonomik, siyasal olarak kurumsallaĢması ve serbest ticaret doktrininin uygulanması
yatmaktadır. Doğal olarak, kadın ve erkekler de mikro ekonominin aktif aktörleri olarak söz konusu
geliĢmelerden doğrudan etkilenmektedir. Bu etkilenme süreci toplumsal cinsiyet sisteminden
beslenmekte olan toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü çerçevesinde gerçekleĢmektedir.
2. TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
ToplumsallaĢma sürecinde öğrenilmekte olan kadınlık ve erkeklik rolleri bireyler tarafından
içselleĢtirilerek davranıĢ haline getirilmektedir. Toplum tarafından kadın ve erkek arasındaki keskin
ayrım üzerine sürekli yeniden üretilen bu roller toplumsal cinsiyet sistemini oluĢturmaktadır.
Toplumu oluĢturan tüm bireylerin kendilerine atfedilen toplumsal cinsiyet rollerine uymaları
beklenmektedir, aksi takdirde toplum tarafından dıĢlanma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmaları
kaçınılmaz hale gelmektedir.
Kitle iletiĢim araçlarının yaygınlaĢmasıyla toplumsal cinsiyet düzeninin küreselleĢmesi
gerçekleĢmektedir. KüreselleĢmeyle beraber değiĢen dünya düzeninde etkin rol oynayan ABD ve
Avrupa ülkelerinin toplumsal cinsiyet değerlerinin diğer coğrafi bölgelere aktarılması medya
aracılığıyla gerçekleĢmektedir. Otoriter erkeklik, cinsel açıdan çekici kadınlık gibi Batı‘ya özgü
tanımlamaların yayılmasıyla söz konusu erkeklik ve kadınlık kalıpları küresel standart haline
gelmektedir. Pop yıldızları, sinema yıldızları gibi ünlü kadınlardan 90-60-90 ölçülerini sağlamaları,
aynı anda elbiselerinin de cinsel açıdan çekicilik doğrultusunda seçilmesi beklenmektedir. Küresel
medya, etnik ve kültürel gelenekleri tamamen farklı olan Batı dıĢı toplumlardaki kadınların ve
erkeklerin bu ―güzellik standartlarını‖ benimsemesini sağlamaktadır.
Doğumdan itibaren öğrenilmekte olan toplumsal cinsiyet rolleri yaĢamın tüm alanlarında olduğu
gibi, çalıĢma hayatının düzenlemesinde de doğrudan etkili olmaktadır. Kadınların ve erkeklerin hangi
meslekleri icra edecekleri veya edemeyecekleri kiĢisel tercihlerine, yeteneklerine göre değil, toplumsal
olarak kurgulanmıĢ cinsiyet düzenine göre belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü,
bireylerin çalıĢma hayatının kendilerinden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet kalıplarıyla
düzenlenmesini ifade etmektedir.
Kadınlar ve erkekler üretim çalıĢmalarında bulunsalar da toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü
varlığını korumaktadır. Erkekler daha nitelikli ve yüksek ücretli iĢlerde çalıĢmaktayken kadınların
üretim faaliyetleri genel olarak evde yaptıkları iĢlerin uzantısı doğrultusunda gerçekleĢmektedir.
Kadınların tarım sektöründe çalıĢması ev iĢlerinin bir uzantısı olarak görüldüğü için ekonomik
hesaplara yansıtılmamaktadır. Erkeklerin istihdamına daha çok önem ve öncelik verilmektedir, çünkü
ataerkil ideolojiye göre, erkek ekmeği kazanan asli unsur ve ev halkının reisi olarak görülmektedir
(Bhasin, 2003a: 28). Dolayısıyla kadınların iĢe alınması ve çalıĢması tamamen önemsizmiĢ gibi sürekli
ikinci plana atılmakta veya hiç düĢünülmemektedir. Kadınların çalıĢma hayatında temsili toplumsal
cinsiyet bağlamında kendilerine atfedilen duygusallık, sakinlik, etkileyicilik, sabırlılık gibi özellikler
doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Evde güç ve denetim sahibi olan erkekler ise dıĢarıda da bu
özelliklerin gerekli olduğu ifade edilen mesleklerle temsil edilmektedirler.
123
Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün yeteneklerin de toplumsal cinsiyete göre taksim
edilmesine neden olduğunu belirten Bhasin‘e göre (2003b: 28), erkekler ve kadınlar, kız ve erkek
çocuklar, yalnızca kendi toplumsal cinsiyetlerine uygun olduğu varsayılan becerileri öğrenmekte ve bu
konularda uzmanlaĢmaktadırlar. Kadın ve erkeklerde yaratılan farklı beceri ve yetenekler aynı anda
toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün de temelini oluĢturmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ
bölümünün aynı zamanda emeğin ücretlendirilmesi konusunda da eĢitsizliklere yol açtığı, kadınların
ve erkeklerin emeklerinin eĢit ücretlendirilmediği gözlemlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ
bölümünde kadınlara ve erkeklere tahsis edilen görevlerin, aynı zamanda kaynaklar ve emek ürünleri
üzerinde emir, kumanda yetkisinin sonucunda, erkekler toprak, teknoloji, ürün satıĢından elde edilen
nakit ya da kredi üzerinde denetime sahip olmak, kadınlar ise sadece geçimlerini sağlayabilmek için
üretim sürecinde yer almaktadırlar.
KüreselleĢme süreci doğrultusunda yaĢanan ekonomik geliĢmeler kadınların iĢ gücüne katılımı
oranlarını doğrudan etkilemektedir. 1980‘lerin ortasından itibaren birçok ülkede yaĢanan ekonomik
kriz, kadınların iĢ gücüne katılımını büyük oranda artırdığında, ―iĢ gücünün feminizasyonu‖ süreci
yaĢanmıĢtır. Kadınların bu kriz döneminde iĢ gücüne katılımının nedeni; sermayenin herhangi bir
sosyal güvenceden yoksun, sınıf bilinci taĢımayan ucuz emeğe gereksinim duymuĢ olmasıdır (Ecevit,
1997:41). Kadınların ucuz iĢ gücü olarak kullanılması, devletin sermaye odaklı politika ve uygulama
tercihlerinin sürdürülebilirliği için toplumsal cinsiyetin bir kaynak konumunda olduğunu
göstermektedir.
3. KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
Küresel ekonomik düzenin sonucunda yoksulluğun artıĢı ve yoksulluğun feminizasyonu karĢımıza
çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasını ve çalıĢan nüfusun üçte birini oluĢturan kadınlar;
dünya gelirinin onda birine, yeryüzü malvarlığının ise sadece yüzde birine sahiptirler. Kadının
toplumsal statüsü ile doğrudan ilgili olan bu durum, kadınların her alandaki insan haklarından
erkeklerle eĢit ölçüde yararlanmalarını engellemektedir. (Vefikuluçay ve diğerleri, 2007: 32).
Toplumsal cinsiyet politikaları ve küresel toplumsal cinsiyet düzeni uluslararası iliĢkiler,
uluslararası ticaret, küresel piyasalar gibi alanlarda yeniden, ama eski prensipler doğrultusunda inĢa
edilmekte, böylece toplumsal cinsiyet tarafsızlığının varlığı neoliberal ekonomide sadece görünüĢte
kalmaktadır. Küresel sistemin egemen kurumları ekonomik ve siyasi giriĢimciler olan erkekler
tarafından yönetilmektedir. Connell‘ın (2000: 52) ―ulus aĢırı iĢ erkekliği‖ olarak ifade ettiği bu yeni
hegemonik erkeklik için benmerkezcilik, baĢkalarına karĢı sorumluluk duygusunun azalması veya
tamamen kaybolması, iĢ hayatı ve cinsel iliĢkilerde daha az sadakat gösterme eğiliminin oluĢması,
tüketime düĢkünlüğün daha fazla artmasıyla kadınların da tüketim nesnesi olarak görülmesi söz
konusu olmaktadır.
Sermaye ve finansın küreselleĢmesi cinsiyet ve ırksal farklılıklara dayalı bir yapı üzerinde inĢa
edilmektedir. Wallerstein‘a göre kapitalizmin iki temel özelliğinden birincisi, artı değeri artırmak için
ücretli emekle çalıĢanların çoğalmasıdır. Buna bağlı olarak ikinci özelliği ise emek gücünün değerini
azaltmak için ücretli emek arasında yapısal bir takım tabakalaĢmalar oluĢturmaktır. Bu anlamda
cinsiyetçilik, ırk ayrımcılığı türünden ayrımlar kapitalizmin lehine olarak tabakalaĢmıĢ ve farklılaĢmıĢ
bir ücretli emek yaratmaktadır. KüreselleĢme sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm bir taraftan
bütün insanların ücretli emeğe katılımını sağlarken, diğer taraftan emek gücü arasında ırkçı, cinsiyetçi
vb. ayrımlar üretmektedir (akt., CoĢkun, 2006: 74).
Ġhracata dayalı küreselleĢme politikaları iĢ gücü piyasalarında yarı zamanlı, geçici, enformel
istihdam olarak ifade edilen standart dıĢı istihdam biçimlerinin yaygınlaĢmasını sağlamaktadır. 1970‘li
yıllardan itibaren dünya haritası üzerinde ucuz iĢ gücü olan ülkelerde ortaya çıkmaya baĢlayan ―dünya
pazarı fabrikaları‖nda ağırlıklı olarak kadınlar istihdam edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin
Amerika‘nın ihracata yönelik bölgelerindeki bu fabrikalarda iĢçilik maliyetleri daha az olduğu için
kadınların erkeklere tercih edilmesi erkeklerin iĢsizliğinin artmasına ve kadınların da hak ettikleri
ücretlerin çok altında çalıĢmasına neden olmaktadır. Ailelerinin geçimini sağlamak için düĢük
maaĢlarla ihracata yönelik üretimde yer almaları, kadınların toplumdaki geleneksel konumlarında
kayda değer bir değiĢimle sonuçlanamamaktadır.
124
Birçok geliĢmekte olan ülkenin hükümeti yabancı sermaye ve özellikle çok uluslu Ģirketlerin
ilgisini çekmek için çalıĢma standartlarını belirlerken Uluslararası ÇalıĢma Örgütü (ILO)
sözleĢmelerini doğrudan ihlal etmektedir. Kadınlar ataerkil toplum tarafından kendilerine aĢılanan
güçsüzlük, itaatkârlık gibi geleneksel özelliklere paralel olarak iĢ gücü piyasasında ücret ayrımcılığına
uğramaktadır. KüreselleĢen ekonomide kadınların uğradığı bu ayrımcılık genellikle evin geçimini
sağlayan kiĢinin erkek olması, kadının ise böyle bir görevi bulunmadığı, ev bütçesine çok az katkıda
bulunmasının da yeterli olabileceği düĢüncesiyle açıklanmaya çalıĢılmaktadır. II. Dünya SavaĢı
sonrasında fordizmin sunduğu aile modeline göre de tam gün çalıĢan erkekten kazandığı para ile
ailenin tüm geçimini sağlanması beklenirken, kadından ise ücretsiz olarak ev emeğini icra etmesi ve
ailenin devamlılığının sağlanması için çocuk doğurması beklenmektedir. ÇalıĢan orta sınıf kadınların
kendilerinin ücretsiz yaptıkları ev iĢleri için hizmetçi bulmaları durumunda söz konusu iĢler ücretli
hale gelmektedir. Ev içi emek ihtiyacı genellikle Güneydoğu Asya veya eski Sovyetler Birliği kökenli
kadınlar tarafından karĢılanmaktadır. Bu uluslararası iĢ bölümü sürecini ―küresel bakım zinciri‖ olarak
kavramsallaĢtıran Ehrenrich ve Hochschild‘e göre, yeniden üretim emeğinin uluslar arası iĢ bölümü
sayesinde ‗batılı‘ ülkelerde kadınlar daha kolay Ģekilde ücretli emeğe baĢlayabilmektedir. Çünkü
ücretli emeğe giren kadınlar, kendi bakım emeklerini gidermek için baĢka kadınların emeğini satın
almaktadırlar (akt., Özer, 2010: 20). Bakıcı veya hizmetçi çalıĢtırmaya maddi olarak gücü yetmeyen
kadınların ise ev içindeki sorumlulukları tam gün çalıĢmalarını engellemekte ve onları yarı zamanları
iĢlerde çalıĢmaya mecbur bırakmaktadır.
Güneydoğu Asya'daki ―dünya pazarı fabrikaları‖nda kadınlar iĢe alınmadan önce kendileriyle 5 yıl
boyunca evlenmelerini yasaklayan ve süre bitiminde uzatma haklarının bulunmadığı özel sözleĢmeler
yapılmaktadır (Truong, 1999: 148). Kadın iĢçiler zorunlu gebelik testi, zorunlu doğum kontrolü, hatta
kısırlaĢtırma gibi insan hakları ihlalleriyle karĢılaĢmaktadır. Kadınların ucuz iĢçi olarak çalıĢtırıldığı
dünya pazarında iĢyerinde cinsel taciz ve Ģiddet bir yapısal özellik olarak karĢımıza çıkmaktadır. Zor
Ģartlarda, uzun saatler boyunca, izinsiz çalıĢılan birkaç yılın sonunda kadınların güç ve sağlık kaybına
uğraması onların iĢlerine son verilmesi ve yerlerine daha genç kadınların iĢe alınmasıyla
sonuçlanmaktadır. Truong‘a göre (1999: 158) Güneydoğu Asya'da ekonomilerin hızla büyümesinin
arkasında yatan asıl neden toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürecidir. Kadınlar sadece fabrikalarda
değil, aynı anda yazılım geliĢtirme gibi alanlarda çalıĢan çok uluslu Ģirketlerde de ayrımcılığa
uğramaktadır. Hindistan, Latin Amerika, Doğu Avrupa‘da söz konusu teknolojik alanlarda çalıĢmak
için kadınlar erkeklerle aynı eğitim ve beceri düzeyinde olmalarına rağmen düĢük vasıflı iĢlerin
%70‘ini, erkekler ise yüksek vasıflı iĢlerin %80‘ini yerine getirmektedir.
ILO‘nun 2005 ve 2012 verilerine göre, dünya genelinde seks iĢçiliği, eğlence, ev hizmetleri, tarım,
inĢaat gibi çeĢitli sektörlerde yer alan zorla çalıĢtırılma mağduru sayısı 12,3 milyondan 20,9 milyona
yükselmiĢtir. Zorla çalıĢtırılanların %55‘ini oluĢturan kadınların %98‘inin seks amaçlı insan ticareti
mağduru olduğu belirtilmektedir (www.state.gov/documents/ organization/192587.pdf). Uluslararası
örgüt ve giriĢimler tarafından yönetilen seks amaçlı kadın ticareti, boyutlarının her geçen gün
artmasıyla küresel ekonominin hızlı büyüyen sektörlerinden biri haline gelmektedir.
Güneydoğu Asya ülkelerinde erkek egemenliği, kadınları daha farklı pratiklerle ezebilmekte ve
özellikle kız çocuklarından evi geçindirmeleri beklenebilmektedir. Kadınlar göç ederek seks iĢçiliği
veya ev hizmetlerinde çalıĢarak ailenin geçimini üstlenmektedir. Göç veren Asya ülkelerinin
hükümetleri de kadınların göç akımlarının geliĢtirilmesinde aktif bir rol üstlenmektedirler. Sovyet
Sisteminin çöküĢü ortamında yaĢanan ekonomik ve sosyal buhranla baĢlayan kadınların Batı Avrupa,
Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerine göçü her geçen gün artarak devam etmektedir (UlutaĢ ve Kalfa,
2009: 14). Göç ettikten sonra seks iĢçiliğinde çalıĢtırılan kadınların bedenlerinin tüketim kültürünün
bir nesnesi haline gelmesiyle küresel seks endüstrisi oluĢmaktadır. Ülkelerinden çeĢitli vaatlerle
kandırılarak baĢka ülkelere götürülen kadınların doğrudan seks iĢçiliğine zorlanması, pornografi ve
seks turizmiyle küresel seks endüstrisinin sürekliliğini sağlanmaktadır. Hedef ülkelerde yoğun sömürü
koĢullarında çalıĢtırılan kadınlar, çok çeĢitli sorunlar yaĢamaktadırlar. Büyük oranda ekonomik
kaygılarla göç ettikleri hedef ülkelerde borç batağına sürüklenerek çoğu zaman kazançlarının tümüne
el konmakta, yaĢadıklarından ötürü psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar geçirmektedirler. Ülkelerine
geri dönebilseler bile, bu kez de seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları için damgalanmaktadırlar (Kalfa,
2008: 182). Seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları öğrenilen kadınlar toplum tarafından dıĢlanarak,
125
aĢağılanarak, ayrımcılığa maruz kalarak adeta aforoz edilmektedirler. Ülkelerinde toplum tarafından
kabul edilmemeleri onları tekrar göç etmeye mecbur edebilmektedir.
Özellikle kriz dönemlerinde küresel ekonominin ayrılmaz parçası haline gelmiĢ olan enformel
sektörde ürün ve hizmetlerin üretimi devlet denetimi, vergilendirme ve sosyal güvence olmaksızın
gerçekleĢtirilmektedir. ĠĢgücü maliyetlerinin azaltılması amacıyla ağırlıklı olarak kadınlardan
yararlanılan enformel sektörde kriz dönemlerinde de öncelikle kadınların iĢlerine son verilmektedir.
ĠĢe girme konusunda erkeklere öncelik tanınması ve kadınların genellikle yarı zamanlı iĢlerde
çalıĢtırılması toplumsal cinsiyete dayalı küresel ekonominin sürekliliğini sağlamaktadır.
SONUÇ
ÇalıĢma kapsamında ele alınan küreselleĢme sürecinin ataerkil ideolojinin Ģekillendirdiği
toplumsal cinsiyetle karĢılıklı etkileĢim halinde olduğu görülmektedir. KüreselleĢme süreci sadece
kadın ve erkekleri farklı Ģekilde etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda toplumsal cinsiyet düzeni
üzerinden gerçekleĢmektedir. Küresel toplumsal cinsiyet düzeni erkeklere ayrıcalık tanıdığı için
ataerkil nitelik taĢımaktadır. Ataerkil sistem; kamusal ve özel alan ayrımıyla kadınların sosyoekonomik bağlamda faaliyetlerini, emek, ücret, mülkiyet, kültürel ve cinsel haklarını geleneksel
toplumsal cinsiyet kimliklerine göre belirlemektedir.
Aynı zamanda, küreselleĢme karĢıtı direniĢ sırasında oluĢan, yerelleĢme olarak ifade edilen milli,
dinsel, etnik köktenciliğin de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, iktidar ve denetim biçimlerini
onayladığı görülmektedir. Yerel ataerkil elit sınıfı tarafından milliyetçilik temelinde yeni kimlik
oluĢturulmaya çalıĢıldığında kadın bedeni annelik ve cinsel paklık söylemleri için bir sembol olarak
kullanılmaktadır. Wichterich‘in (2004: 14) de ifade ettiği gibi, cinsiyetler arasındaki haksızlıklar göz
ardı edilerek ―bir baĢka dünya‖ mümkün değildir ve olmayacaktır.
KüreselleĢmenin sadece bir ekonomik determinizme indirgenmemesi, karanlıkta kalan insani
yüzünün ortaya çıkarılması gerekmektedir. Küresel boyutta toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına
yönelik yasal düzenlemelerin yapılmasına ve uygulanmasına önem verilmelidir. Türkiye‘nin son 6
yılda
105.sıradan
124.sıraya
gerilediği
Cinsiyet
EĢitsizliği
Endeksi‘nden
(www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf) sadece küresel ekonomik forumlarda
bahsedilmemeli, aynı anda söz konusu endeksteki durumu iyileĢtirmek üzere ekonomik revizyonlar
gerçekleĢtirilmelidir. Yaptırımcı önlemler alınmadığı takdirde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü
sürekli yeniden üretilerek varlığını sürdürecektir.
KAYNAKÇA
Bhasin, K. (2003a). Ataerkil Sistem.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav.
Bhasin, K. (2003b). Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav.
Connell, R. (2000). The Men and the Boys. Berkeley: University of California Press.
CoĢkun, M. K. (2006). ‗‘Süreklilik ve KopuĢ Teorileri Bağlamında Türkiye‘de Eski ve Yeni
Toplumsal Hareketler‘‘. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61 (1): 68-102
De Benoist, A. (1998). ‗‘KüreselleĢmenin Gerçek Yüzü‘‘. Doğudan Batıdan Uluslararası Konferanlar
Dizisi III, Ġstanbul: Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Yayınları.
Ecevit, Y. (1997). ‗‘KüreselleĢme, Yapısal Uyum ve Kadın Emeğinin Kullanımında DeğiĢmeler‘‘.
Küresel Pazar Açısından Kadın Emeğinde ve İstihdamında Değişmeler: Türkiye Örneği,(Der:
Ferhunde Özbay), Ġstanbul: Ġnsan Kaynağını GeliĢtirme Vakfı.
EĢkinat, R. (1998). ‗‘Küreselleşme ve Türkiye Ekonomisine Etkisi‟‟. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi
Yayınları, No:1036
IĢıldak, D. (2003). Küreselleşme ve Ulus Devlet Boyutunda Türkiye, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.
Kalfa, A. (2008). Eski Doğu Bloku Ülkeleri Kaynaklı İnsan Ticareti ve Fuhuş Sektöründe Çalışan
Kadınlar, Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek
126
Lisans Tezi.
Kansu, I. (1996). Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: Kamu ĠĢletmeciliğini
GeliĢtirme Merkezi Vakfı
Özer, E. N. (2010). Türkiye‘de İnsan Ticareti Mağdurları Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.
Scharenberg, A., Schmidtke, O. (2003). Das Ende der Politik? Globalisierung
und der Strukturwandel des Politischen, Münster: Westfaelisches Dampfboot
Truong, T.D. (1999). The Underbelly of the Tiger: Gender and the Demystification of the Asian
Miracle, Review of International Political Economy, 6 (2): 133-165
UlutaĢ, Ç. U.,Kalfa, A. (2009). Göçün kadınlaĢması ve göçmen kadınların örgütlenme deneyimleri, Fe
Dergi, 1 (2): 13-28
Vefikuluçay, D., Demirel, S., TaĢkın, L., Eroğlu, K. (2007). Kafkas Üniversitesi Son Sınıf
Öğrencilerinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Bakış Açıları. Hacettepe Üniversitesi
HemĢirelik Yüksekokulu Dergisi, 14 (2): 26-38.
Wichterich, C. (2004). Küreselleştirilen Kadın: Eşitsizliğin Geleceğinden Raporlar (Çev: Tunç
Tayanç, Füsün Tayanç), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği,
http://www.state.gov/documents/organization/192587.pdf
EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00.
http://www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf
EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00.
127
B10 OTURUMU
KÜRESELLEġME-II:
KAMUSAL-ÖZEL ALAN VE ĠLĠġKĠLER
128
ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ
Ahmet ÖZALP1
ÖZET
Ulusçuluğun toplum hayatında önemli bir yer edinmeye baĢlaması ile ulusçuluk toplumları siyasi,
ekonomik, sosyal ve daha birçok yönden etkilemiĢtir. Çok uzun süreçlerle ifade edilemeyecek bu süreç
daha sonralarında ise küreselleĢme ve sanayileĢmenin etkisi ile toplumları etkileyecek, yerini
çokkültürlülüğe bırakacaktır. Toplumlar, içerilerindeki farklılıkları fark etmeye baĢlaması ile onları
psikolojik yönden de etkileyecek birbirleri ile etkileĢimlerini arttıracak ve bu farklılıkların sonucunda
ortaya çıkacak sorunları da çözmeye çalıĢacaklardır. Ġmparatorlukların yıkılıp yerlerine ulus
devletlerinin kurulması, ulusçuluk fikrinin oluĢmaya baĢlaması daha sonrasında bunun tekrar yerini
çokkültürcülüğe bırakmaya baĢlaması makalenin konusunu oluĢturacaktır. ÇalıĢma, belgeleme
yöntemi ile yapılmıĢ, tarihsel örnekler verilerek kavramlar yorumlanmaya çalıĢılmıĢtır. Önceleri
çalıĢmada ulusçululuk, milliyetçilik, çokkültürcülüğün tanımı daha sonrasında ise bu kavramların
toplum hayatında tarihsel olarak hangi süreçlerle yer edinmeye baĢlaması incelenmiĢtir. ÇalıĢmada
Avrupa Birliği örnekleminden de yararlanılmıĢtır. Birliğin bu süreci nasıl yaĢadığı ve bu süreçte
yaptığı bazı düzenlemeler incelenmiĢtir. ÇalıĢmada esas amaç bu kavramsal süreçleri Tarihsel
Sosyolojik açından inceleyerek günümüz sürecini açıklamaya çalıĢmaktır.
Anahtar Sözcükler: Ulusçuluk, Çokkültürlülük, Küreselleşme, Sanayileşme
ABSTRACT
With the start of obtaining an important place in social life, nationalism has influenced societies in
many ways such as political, economical andso on. This process, which cannot be defined as very
long, will affect societies by means of industrilization and globalization and leave its place to
multiculturalism. When the societies realize the differences among them, they will try to solve the
problems that will affect them psychologically, rise the transmission with each other and appear from
these differences. The theme of the essay is the collapse of empires and coming of the national states
instead of them, developing the idea of nationalism and then appearing of the multiculturalism. This
study is done bymeans of documentationmethodandhistoricalexamplesaregivenandconceptsaretriedto
be interpreted. First, the definition of nationalism and multiculturalism is given, and then it is tried to
be investigated in which process these concepts take place in social life as historically. In the study, it
is also benefited from the sample of European Union. How the union lived this process and some
arrangements which were made in this process are also investigated. The main aim of the study is to
explain the process of today by means of studying these conceptual processes in terms of history and
sociology.
Keywords: Nationalism, Multiculturalism, Globalisation, Industrilization
I. GĠRĠġ
Yüzeysel olarak incelendiğinde ulus ve millet kavramları eĢ değer olarak görülür. Oysa ki: Ulus,
―Aynı devlet içersinde barınan insanları iĢaret ederken millet, ― Bir devlet içerisinde olsun ya da
olmasın, ortak bir dine inanan olan, aynı bir dili konuĢan ve ortak bir tarihe sahip olarak etki altında
olmayan politik bir unsur olarak bir arada hayatlarını idame ettirmeyi isteyen insan topluluğu
anlamında kullanılır. Üzerinde kesin bir fikir birliğine varılamamıĢ bir kavram olan ulus, genel olarak
Fransız ihtilalinin bir sebebi olmaktan daha çok bir sonucu olmuĢtur. Gellner, modern toplumların
kültürel benzerlik ihtiyacının ulus kavramının ortaya çıkmasına neden olduğunu ve milliyetçiliklerin
de tarım toplumundan, endüstri toplumuna geçiĢte kültürel uyumunu sağlayan modern bir kurgu
1 Doktora Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü,
ozalpahmet1988@gmail.com
129
olduğunu savunmaktadır.Gellner‘de, modern ulus, modern devletle birlikte var olan tarihsel bir
kategori ve siyasal ve sosyolojik örgütlenme biçimi‘ olarak kabul edilmektedir (Gellner, 1998:9-12).
Hobsbawn, modern ulus içinde olmak üzere çoğu Ģeyin, uygun ve genelde çok yakın zamanlı
göstergeler ve bunlara uydurulmuĢ söylemlerle ‘‘ulusal tarih‟ iliĢkilendirildiği için, geleneğin icadına
gerekli dikkat gösterilmeden ulus olgusunun üzerinde hakkıyla durulamayacağını söylemektedir
(Hobsbawn, 2005:17-18).
Semantik mana yönünden incelendiğinde ise, ―ulus‖un Arapça kaynaklı ―millet‖ sözcüğünden
geldiği genel olarak kabul edilmekle birlikte, kelimenin etimolojisi hakkında daha değiĢik
düĢüncelerde bulunmaktadır. Bernard Lewis, millet kelimesinin Aramice‘den geldiğini ve ―bir söz‖
anlamına gelen ―milla‖ kökenine kadar gittiğini belirtmekte ve ―bir kutsal kitabı kabul eden insan
topluluğunu kavramını karĢıladığını söylemektedir. Kökenbilimindeki dinsel anlam doğrultusunda
millet kelimesi daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen
ve ―nation‖ sözcüğünü karĢılamak için kullanılan ―ulus‖ kelimesi anlam olarak daha çok, değiĢik bir
etnik topluluğu belirtmektedir. Ulus olmanın, oluĢturmanın bilinci ve dünya toplumlarının, ulus öncesi
toplumsal yapılardan ulus olma seviyesine ulaĢma sürecinin hem bir ürünü hem de kuramsal aracı
olarak tanımlanabilecek olan ―milliyetçilik‖ ise bir terim olarak ilk defa 1774 yılında Johann
GottfriedHerders tarafından ortaya atılmıĢtır (Karyelioğlu, 2012:143-144).
Çokkültürlülük; Ġlk kez Avrupa‘da ortaya çıkan ve niyeti; etnik, kültürel ve dilsel farklılıkları aynı
kazan içerisinde eriterek tek bir tarih, dil ve kültüre dayalı bir ulus yaratmak olan ulus-devlet projesi
ile karĢı karĢıya kalmıĢtır.
Çokkültürlülük olarak ifade edilen manzume bazen de çokkültürcülük olarak isimlendirilmiĢ ve bu
karĢı gelme, özü itibariyle toplumda her türlü tekdüzelik, birlik ve ortaklığı bozan ―farklılaĢma‖
karvamının altını çizmektedir. Özellik olarak farklı olmakla birlikte Avrupa‘da farklılaĢtırma olgusu
en az üç temelden beslenmektedir. Ġlk temel, var oluĢ tarihleri Avrupa‘daki toplumların tarihi kadar
eski olan ve halen de önemli oranda varlığını devam ettiren yerli azınlıklardır (Canatan, 2009:83).
AlainTouraine, günümüzde kültürel değerlerin toplumsal ya da politik\siyasal değerler üzerinde
yükselen bir önceliği olduğunu ve büyük çatıĢmalar, yüksek tercihler, yüksek karĢıtlıkların büyük
kültürel sorunlar düzeyinde kendini gösterdiğini belirtir. Çokkültürlülük de bu artmakta olan kültürel
sorunların önemli parçasını değerlendirip inceleme yapmaya ve cevap vermeye çalıĢırken kullanılan
ve yaygınlaĢan kavramlardan biridir. Avrupa'da ve çeviriler yoluyla da Türkiye'de, çokkültürlülük
kavramı çevresinde geliĢen edebiyat giderek artmaktadır. Her yeni uğraĢ ve çalıĢma da kavramın ve
çalıĢma alanının kapsamının ne olduğuna dair farklı ve güncel ifadeler getirmektedir. Parekh ise
kitabında çokkültürlüğü, kültürel farklılıklara olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal kuramın ana
unsuru olarak kavramsallaĢtırma uğraĢındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek baĢına çeĢitlilik ve kimlikle
ilgili değil, kültürle iç içe geçmiĢ ve ondan faydalanan çeĢitlilik ve kimliklerle, yani bir grup insanın
kendilerini ve dünyayı anlamakta, kiĢisel ve birlikte yaĢamlarını idame ettirmekte kullandıkları
yöntemler bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Aslında ifade edilmeye çalıĢılan ve vurgulanan yer,
kiĢisel yönelimlerden beslenen değil, kültürden kaynaklanan çeĢitliliklerin çokkültürlülükle alakalı
olduğudur (Sarı, 2003:168).
Çokkültürlülük kelimesi ilk olarak okul müfredatları etrafındaki karĢıtlıklarıyla ilgili olarak
kullanan Amerika‘da ulusal beraberlik isteğinin ve temelindeki çeĢitliliği de ortaya koymak için ortaya
kullanılmıĢtır. Günümüzde çokkültürlülük daha geniĢ bir anlamıyla ayrımcılığın ve ötekileĢtirmenin
olmadığı, hiçbir kültürel kaynağın öbüründen daha farklı ve üstün olmadığı ve ulusal kimliğin
dünyanın farklı yerlerinden gelen kültürel temaların karmaĢık bir birlikteliği sonucunda meydana
geldiği, daha iyi bir Amerika‘nın sözlük karĢılığı olmuĢtur. Fakat çokkültürlülük konusunda sosyalist
yönetimlerin konumu ise tam karĢılığının ifade edilmesi zordur. Doytcheva (2009:141)‘ya göre,
çokkültürlülük bir realite ya da hayata geçirilecek bir yöntem olmaktan çok, bir heves, bir
aldatmacadır. Bu, kültürel sömürünün eski zenginliğin yerine koyduğu modernite ile bezenmiĢ bir
boĢluk kültüründen ibarettir. Ayrıca bazı Avrupa ülkelerinde de çokkültürlülük ne geniĢ bir kitleye
hitap ediyor ne de olumlu karĢılanıyor. Çokkültürlülük çok zaman, demokrasi geleneğine yabancı,
toplulukçu ve farklılaĢtırıcı bir geniĢ görüĢlülüğe sahip bir Anglosakson keĢfi olarak görülüyor
(Yıldırım, 2011:240).
130
ULUSÇULUK, ULUS-DEVLET VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜN TARĠHSEL GELĠġĠM
SÜRECĠ
Fransız Devriminden hemen önce ve sonra oluĢan ulusçuluk, burjuva grubunun üstünlüğü,
aristokrasiden alıp ulus‘a devretme kendi yönetimini sistemleĢtirme sürecinin fikirlerini ve görüĢlerini
yansıtır. Önceki toplum yapılarında böyle bir durumdan söz etmek olanaksızdır.Modern ulusçuluk
fikrinin geliĢimi Fransa, Ġngiltere ve Almanya gibi köklü tarihleri olan devletlere çok Ģey borçludur.
Fransa ve Ġngiltere‘de geliĢen ulus fikri, ulusal krallıkların doğuĢuyla birlikte bulunan topraklar
üzerindeki insanların beraber olmalarını sağlamıĢtır. Ancak, ulusçuluk Fransız kökenli ulusçuluk
olarak adlandırılmıĢtır (Aksoy vd, 2010:32). Ulus, Orta Çağ‘ın sonu ve Yeni Çağ‘ın baĢlangıcı ile
Avrupa‘da ortaya çıkmaya baĢlayan, üretim iliĢkileri sisteminin parçası olan bir yapı. Bir mal
biriktirme ve üretim iliĢkileri sisteminin değiĢme sürecine iĢaret eden ulus, kapitalizm ile aynı
tarihlerde geliĢen bir oluĢum. Üretimin küçük ölçekten büyük alana yayılması, bu anlamda yeni
toplumsal etkileĢimlerin ve kurumların kurulmasında temel oluĢturan ulus, kiĢilerin
özgürleĢtirilmesinin yolunu açtı. Önemli üç Ģart vardır. Bu üç Ģart (toprak birliği, dil birliği, ekonomik
fayda birliği), bir toplumun bir ulus haline dönüĢmesi için yeterli olmuyordu. Ulus olarak birleĢmiĢ
insanların, ulus bütünlüğünü korumak için aynı toplumsal ruh yapısını ve aynı kültürel özellikleri
taĢımaları da gerekiyordu. Bu ise, ortak bir tarih bilincine ulaĢarak ve ortak bir tarih yeniden
temellendirilmesine doğru yönelerek, ortak bir gelecek ve kader ortaklığı etrafında bir araya gelerek,
―tarihsel‖ ve ―ahlaksal‖ yakınlığı oluĢturmak sayesinde olacaktı. Bu yakınlık daha da ileriye taĢındı ve
hukuktan eğitime uzanan geniĢ bir çerçevede de kültürel, ruhsal ve manevi birliktelik sağlanmıĢ oldu.
UluslaĢma süreci, Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizmin geliĢmesine paralel olarak gerçekleĢmeye
devam etti. MüĢterekler ve ortak bir geçmiĢ ve gelecek etrafında bir halk bir araya gelerek devletlerini
oluĢturamaya baĢladı (Habernas, 2002:7-8).
Ulus-devletin, ulus egemenliği etrafında tanımına dair tarihsel süreç 12. yüzyıla kadar dayanmakla
beraber, Westfalya AntlaĢması‘nın konuya iliĢkin tarihi bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir.
1648'de imzalanan Westfalya AntlaĢması, ulus devletin uluslararası düzende ön plana çıkması ve
kendi sınırları içinde ne kadar büyük bir güce sahip olduğuna iĢaret etmesi bakımından bu durumun
daha farklı bir boyuta taĢınmasıdır. Westfalya modeline göre, devletler, devletlerarası hukukta ‗‘eĢit
yapılar‘‘ olarak yer alan siyasi aktörlerdir (Cebeci, 2008:25).
Çokkültürlülüğün ne olduğu, özünde ne tür tartıĢmalar eĢliğinde gündeme geldiği öncelikle
kavramsal bir analizi gerekli kılar. Dünyada çokkültürlülük kavramı ilk olarak 1957‘de Ġsviçre‘de
kullanılsa da, 1960‘ların sonunda günümüzde herkes tarafından kabul edilen anlamını Kanada‘da
buldu. Kavram seri bir Ģekilde diğer Ġngilizce konuĢan ülkelere yayıldı ve bu ülkelerde tartıĢılmaya
baĢladı. Dolayısıyla modern manada çokkültürlülük, Kuzey Amerika menĢeli bir kavramdır. ABD ve
Kanada‘da farklı bir dili konuĢan ve kendilerine ait olduğuna inandıkları topraklarda yaĢayan insanlar,
kültürel kimliklerinin tanınmasını istemiĢlerdir. Çokkültürlülük kavramı bu tanınma isteğine bir cevap
olarak ortaya çıktığı söylenebilir (Özensel, 2012:59). KurtuluĢu modernizmde bulan düĢünce, 1960'lı
yıllara kadar tartıĢılmaz etkinliğini sürdürmüĢtür. 1960'lı yıllar ile birlikte hızlı bir Ģekilde artan
küresel Batı hegemonyasının dünya ülkeleri arasında yarattığı siyasal\politik ve ekonomik farklar,
zengin ve fakir ülkeler arasında açılan uçurum ile modernizmin en çok eleĢtiriye açıldığı ve görünüĢte
bütün kültürlere saygıyı, temelinde ise "ötekileri"kendi hallerine terk etmeyi ifade eden postmodernist
kuramların geliĢtiği yıllardır. BaĢka bir yönden bakıldığında ise bu durum yine modernizm temelinde,
Batı medeniyetlerinin mega ifadesine karĢı artan tepkinin asıl sebebi, dıĢarıda bıraktığıyla da
görünmez olarak Ģekillendirdiği Ģeyler konusunda bilinçlenmenin artması örneği gösterilerek
eleĢtirilebilir. Her ne kadar imparatorluklar bunu fark edip bir kültür etrafında diğer kültürlerin
varlıklarını korumalarına imkân oluĢturan kendi yapılarını devam ettirseler de modern çağ için
imparatorluk tarzı bir kültürel çoğulculuk anlayıĢından bahsetmek olanaklı ve kaynaksal değildir.
Modern zamanların bir politika olarak çokkültürlülük uygulamasına ilk olarak Kanada‘da rastlarız
(Temizkan, 2008:2).
KüreselleĢme, Ulus-Devlet ve Çokkültürlülük
KüreselleĢme, dünya düzeyinde ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel birliktelik, fikirlerin,
düĢüncelerin, uygulamaların, teknolojilerin global düzeyde kullanılması, para dolaĢımının
131
globalleĢmesi, ulus-devlet sınırlarını aĢan yeni iliĢki ve etkileĢim biçimlerinin meydana gelmesi,
uzamın yakınlaĢması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest ticaret\dolaĢım, pazarın dünya
ölçeğinde geniĢlemesi ve milli sınırların dıĢına çıkması, kısaca dünyanın tek sınır veya pazar haline
gelmesidir (Balay, 2004:63). Sosyo-politikten siyasete, kültüre değiĢimi anlamlandırmak için
kullanılan geniĢ ve önemli geçiĢleri olan bu ifade hakkında oldukça değiĢik yorumlamalar yapılmıĢ
değiĢik boyutları ön plana çıkarılmıĢtır.
Balay (2004:64)‘ın yaptığı araĢtırmaya göre 1960‘ta M. McLuhan‟ın, ―Global Köy‖ deyimi ilk
kez ―ĠletiĢimde Patlamalar‖ adlı kitabında literatüre girmiĢ ve tüm dünyada kullanılır hale gelmiĢ,
küreselleĢme konusu tartıĢılır olmuĢtur. Yenidünya düzenini ifade eden küreselleĢme, mal, hizmet,
sermaye, teknoloji ve iĢ gücünün dünya çapındaki gücünü ve yaygınlığını artması sürecidir. Bu zaman
içerisinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda oluĢan bazı ortak değerlerin tüm dünyaya
egemen olması söz konusudur.
KüreselleĢme boyutları açısından incelendiğinde üç kategoriye ayrılır. Bunları sıralamak gerekirse;
ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlar olmak üzere.
Ekonomik açıdan küreselleĢme; Modern açıklamada globalleĢmeyi ortaya çıkaran etmenlerden
baĢta geleni çok kültürlü ve milletli Ģirketlerdir. Çok uluslu Ģirketlerin oluĢumu ve geliĢimi ile süreç
içerisinde ulusal ekonomik planlamalar yerini çoğunlukla uluslar arası ya da küresel planlamalara
bırakmıĢtır. Birden çok uluslu Ģirketlerin geliĢim sürecinde, sadece endüstrileĢmiĢ ülkelere bir yönelim
ile karĢılaĢılmamıĢ, aynı zamanda geliĢmiĢ ülkelerden geliĢmekte olan ülkelere doğru da bir yabancı
sermaye giriĢi ve bu yabancı sermayenin de çokuluslu belirginliği de oldukça yüksek seviyelerde
olmuĢtur. Tarihsel Sosyolojik bir bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle 1960–1980 zaman
aralığında, geliĢmekte olan ülkelerin, uyguladıkları sanayileĢme politikalarıyla birlikte, çok uluslu
Ģirket olarak tanımlanabilecek bu yabancı sermayeyi çekebilmek için önemi mevzuat düzenlemelerine
yöneldikleri görülmüĢtür (Balkanlı, 2002:15).
Özellikle sayısal olarak incelemek istersek 1980 ve 1990 yılları arası çokuluslu Ģirketler dikkate
değer olacaktır. Tağraf (2002:38)‘ınyaptığı araĢtırmada belirttiği üzere küreselleĢme süreci ile eĢdeğer
bir süreçte dünyada çokuluslu Ģirketlerin sayısı ve aktifliğinde büyük artıĢlar meydana geldi. Bu tür
Ģirketlerin dünyadaki toplam sayısı 37.000‘e yükseldi. Çokuluslu Ģirketlerin dünyanın çeĢitli
ülkelerindeki merkez ya da temsilciliklerinin sayısı 450.000‘e kadar yükselmiĢtir. Bankalar ve mali
kuruluĢlar hariç, çokuluslu en büyük 100 Ģirketin varlıkları 1,8 trilyon dolara, yıllık satıĢları ise 2,5
trilyon dolara ulaĢmaktadır. 1996 yılında gerçekleĢen bu satıĢlar, Çin, Hindistan, Güney Kore,
Malezya, Singapur ve Filipinler‘ in gayri safi milli hâsılaları toplamını aĢmaktaydı.
Siyasal anlamda küreselleĢme ise; demokrasi küresel bir ahlaki değer olarak daha çok ön plana
gelmektedir. Ekonomik noktada özgürlükçü ekonomik düzen, siyasi alanda ise demokrasiye dayalı bir
politik yöntem tüm dünyada kabul görmektedir. Özgürlükçü Demokrasi adı verilen, yeni bir politik ve
ekonomik düzen dünyada hızla yayılmaktadır (Bayraç, 2003:47). Diğer bir Ģekilde ifade edilmek
gerekirse, siyasal anlamda küreselleĢme devlet ve onun alt yapıları arasındaki iliĢki ve oynanacak
rollerin tekrardan yeni bir hal alması gerekmekte, ulus devletin önünde milletler ya da ulus devletler
üstü yapılarla birlikte, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme yönünde bir
yükseliĢ sağlamaktadır. 1950‘lerin baĢından beridir ekonomik ve sosyal birlikteliğini olumlu bir Ģekle
getiren Avrupa Birliği‘nin bugün konfedere bir birleĢik Avrupa yaratma çabası, siyasal
küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım
bölgeselleĢme ve birlik içerisinde bir bloklaĢma, ulus üstü uyum çabalarını da içerdiğinin en çarpıcı
örneğidir. Siyasal globalizasyon ulus devlet içinde bir benzeĢme ekseninde bir temsil mekanizması
varsayılması sebebi ile zaten kendini zor ifade eden demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir yapıya
dönüĢmesini de sağlamaktadır (Demirel, 2006:108).
KüreselleĢmenin kültürel boyutuna bakılınca aslında en önemli noktası da toplum yaĢamı için
bunu oluĢturacaktır. Kültürel boyut toplumsal değiĢme ve yönelime sebep olacaktır. Uzun süreçlerin
ürünü olan toplumsal değiĢme küreselleĢmenin de kültürel yayılmacı etkisi ile kendini gösterir.
Tarihsel Sosyolojik bir noktadan baktığımızda Mahiroğulları (2005:1277)‘nın yaptığı bu konudaki
önemli araĢtırmada Endüstri Devrimi‘nin meydana gelmesine sebep olan veya bu devrime etkisini
göstermemiĢ batı ülkeleri, devrimin kendilerine yararlandırdığı çoğu avantajlar nedeniyle ekonomik ve
132
sosyal ilerlemelerini sonuca ulaĢtırarak dünya ekonomisini ve siyasetini yeniden Ģekillendirmeye
baĢlamıĢlardır. Bu noktadaki ülkeler, baĢlangıçta sanayilerinin hammadde ihtiyaçlarını karĢılama,
ürettikleri iç tüketim fazlası mallara yeni yerler arama ve siyasi anlamda yeni geliĢim sahaları
geniĢletme adına sömürge faaliyetlerine yönelmiĢ; ulusal duruĢ sergileyemeyen kimi ülkeleri çeĢitli
noktalarda kendilerine bağımlı kılabilmiĢlerdir.
Batılı güç (power) kapitalleri, daha sömürgeleĢtirme sürecinde, bu tip ülkelerde hegemonyalarını
sürekli etki halinde tutabilmek için, 19. yüzyılın baĢlarından itibaren misyonerleri kullanarak kendi
kültürlerini ve dini yaĢantılarını bunlara ahlaki değerleri de ekleyebiliriz, sömürge ülke halkına zorla
ya da istem yolunu da izlemiĢlerdir. Misyonerler, sahipleri oldukları ülkeler adına bulundukları ülke
insanlarına özellikle kendi kültürlerini tanıtmak ve yaymak, dolayısıyla bu ülkelerde kendi dillerini
konuĢan, kendileri gibi düĢünen taraftarlar oluĢturmak tarzında faaliyetlerde bulunmuĢlardır. Bununla
birlikte, kültürel küreselleĢme, sömürgecilikle yeni bir ivme ve hareket kazanmıĢ; misyonerlik
faaliyetlerinin içinde önemli bir yer tutarak, insanlarla kurulan yüz yüze iliĢkilerle 19. yüzyılda kısmen
de olsa ilerleme kat etmiĢ; 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöntem değiĢtirerek hızını olağanüstü
bir boyutta artırma fırsatı bulmuĢtur (Mahiroğulları, 2005:1278).
KüreselleĢme aslında bir yönüyle hiç yeni bir Ģey değil; aslında ilk ortaya çıkıĢı Rönesans‘taki
coğrafi keĢiflere ve dünyanın her yanının tanımasına kadar uzanıyor. Olgunun ilk adımı bu; ikinci
adımı Birinci Sanayi Devrimi‘nden, üçüncü adımı Ġkinci Sanayi Devrimi‘nden geçiyor. Yukarıdaki
analiz gösteriyor ki; bilimsel buluĢların getirdiği küreselleĢme sermayenin küreselleĢmesinin baĢlıca
kaynağı ya da dayanağı değildir. Bu ikinciyi yaratan baskılar ayrıdır. Tabii ki, teknolojik geliĢmelerin
haberleĢme-ulaĢtırma alanında kazandığı ivme, sıcak paranın hareketini hızlandırıyor, kolaylaĢtırıyor.
Ancak aynı teknolojik imkânlar 1850‘lerden 1. Dünya SavaĢı‘na kadar geçen zamanda sermayeyi
küreselleĢtirirken, 1970‘li yılların ortasına kadar uzanan süreçte çok daha geniĢ teknolojik araçlar
denetimli ekonomiyle birlikte yaĢanmıĢtı. Ekonomide ulus-devletin gücünü yok etme düzeyine varan
özelleĢtirme baskılarını ‗sanki dıĢarıdan verili teknolojideki geliĢmelerin sonucu diye dayatmak;
kavram kargaĢası yaratmak olarak ya da sanal gerçekliğe uyum olarak da düĢünülebilir (Kaymakçı,
2007:4). KüreselleĢme sürecinde kapitalizmin bugünkü boyutu, ulus-devleti, ekonominin ilerlemesi
ve büyümesi için uygun bir ölçek olmaktan uzak kalmıĢtır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında hâkim
olan soğuk savaĢ ulus-devleti yıkılmaktan korurken, 1990‘larla birlikte soğuk savaĢın sona ermesi,
ulus-devletin temellerini sarsan bir diğer sebep olmuĢtur. Sovyetler Birliği‘nin dağılması ile ABD‘nin
tek güç haline gelmesi, küreselleĢmenin temel siyasi ilerlemesini anlatmakta; doğal olarak da egemen
siyasi aktör ulus-devleti tamamen yok etmiĢ olmasa da, büyük oranda değiĢime uğratmaktadır. Bu
geliĢmeyle birlikte otoritesi sarsılan devletin, etkin ve sınırlı bir yapıya kavuĢturulması üzerine
tartıĢmalar artmıĢtır. Bu anlamda küreselleĢme, ulus devletin potansiyel öneminin ve bağımsızlığının
büyük ölçüde azaldığı bir görüngü olarak ortaya çıkmıĢtır. KüreselleĢmeyle birlikte klasik sınırların
ortadan kalkması, çok uluslu Ģirketler, bölgesel bütünleĢmeler, özel sektördeki kuruluĢlar gibi yeni
küresel ve bölgesel aktörlerin ortaya çıkıĢını da sağlamıĢtır (Cebeci, 2008:27). KüreselleĢme
sürecinde ulus–devletlerde yıpranma ve yenileĢme birçok farklı alanda oluĢmasına rağmen en çok da
egemenlik, idari yapılanma, kimlik ve ulusta yaĢanmıĢtır. Bu yıpranma ve yenileĢmenin sıklıkla
görüldüğü alan ulus-devletlerin egemenlik meselesidir. Ulusal sınırların bazı alanlarda sembol haline
dönüĢmesi ve küreselleĢmenin iktidar erimesini hızlandırıĢı ile egemenlik anlayıĢı değiĢmiĢ, ulus–
devleti tartıĢma konusu haline getiren baĢlıca etmenlerden birini ortaya çıkarmıĢtır. KüreselleĢme ile
bütün ülkelerin egemenlik alanlarında bir daralma olmuĢ, küresel bir topluluğun varlığı ve uluslararası
hukukun kurumsal bir yapı halini alması ile yaĢanılan bağımlı ekonomik süreçler bu daralma için
uygun koĢulları hazırlamıĢtır. Yani küreselleĢme sürecine ulus-devletin yıpranma süreci de denilmesi
gayet uygun düĢer (Sayın, 2009:3). Kültürel, ekonomik ve politik etkilerin bir bileĢkesi tarafından
yönlendirilen karmaĢık bir süreç olan küreselleĢme yeni bir uluslararası güç ve sistem oluĢturur ve
özellikle geliĢmiĢ ülkelerde sürekli değiĢmekte olan bir süreçtir. KüreselleĢme kavramını bir bütün
olarak ele alındığımızda çağdaĢ politika zemininden daha fazla anlamı, toplumun kurumsal yapısını
ifade ettiğini ve toplumun kurumsal yapısını değiĢtirdiğini fark ederiz. Bir baĢka deyiĢle içinde
bulunduğumuz küreselleĢme süreci zamansal ve mekânsal bir yapıya, kendi içinde bir cogitoyu
barındıran evrenselci bir yapıya karĢılık bulur. Bu bağlamda modern döneme ait olan ve modernite
içinde siyasetin zamansal ve mekânsal kurulmuĢluğunu ifade eden ―ulusal ve alansal boyutun‖ sorunlu
bir özellik kazanması sorusunu akıllara getirmektedir. Çünkü küreselleĢme ile birlikte, ulus devlet
133
denilince düĢünülen merkezci ekonomik yapıyı kırılmakta ve liberalizmle yenilenen toplumlardaki
kimlik anlayıĢının oluĢumunda zorunlu etken görevi görmektedir (Eken, 2006:261).
KÜLTÜREL ÇEġĠTLĠLĠK BAĞLAMINDA ÇOKKÜLTÜRLÜ ULUS DEVLET VE
TÜRKĠYE‟DE ETNĠK YAPI
Katı gruplandırılmıĢ bir yaklaĢım içinde, farklılıkları içerisinde kabul etmeyen, benzerleĢmiĢ ve
tam olarak bütünleĢmiĢ bir küresel kültürden söz etmek oldukça zor hatta imkânsızdır. Ancak kültürü,
sürekli değiĢmekte olan, çok değiĢkenli ve süreçlere tabi bir olgu olarak anlamlandırırsak, kültürün
küreselleĢmesinden söz etmek mümkündür. Ulus-devletler arasındaki süregelen iliĢkiler Ģekillerinin
ötesinde dünyanın değiĢik yerlerinde yaĢayan gruplar, gruplar ve kiĢiler arasında farklı Ģekillerde
artarak geliĢen iliĢkiler ve etkileĢim, var olan kültürleri durağan bir yapı içinde tutmayı adeta olanaksız
kılmıĢ ve bu çok çeĢitli ve farklı süreç içinde ―üçüncü kültürler‖ denebilecek analizler oluĢmaya
baĢlamıĢtır. Bu bakıĢ açısına uygun olarak değiĢik kültürleri tüm Ģekilleri birlikte yeryüzünden silen ve
yalnızca Batı kaynaklı bir batı kültürünün mutlak egemenliği anlamında bir küresel kültürden söz
etmek tam anlamı ile olanaklı değildir. Dolayısıyla kültürün küreselleĢmesi önermesi zorunlu olarak
otantik kültürlerin yok olmasını gerektirmemektedir (Nezihoğlu, 2006:20).
Kongar (1997:1)‘ın bu konuda söyledikleri dikkate alındığında; kiĢilerin kültürel kimlikleri, onlar
üzerinde bağlayıcı olduğu oranda kiĢisel haklarını ve özgürlük alanlarını daraltmakta, ama benzer
Ģekilde bir kimlik iĢlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında,
bireyin tutum ve davranıĢlarının farklılıklarına izin verilen hareket alanının geniĢliği bakımından karĢıt
bir korelatif iliĢki söz konusudur. Bir baĢka yolla ifade etmek gerekirse, katı bir kültürel kimlik,
bireyin, ait olduğu kültürel kimlik bakımından yapması beklenen inanç ve davranıĢları büyük ölçüde
kendisine baskı ile kabul ettirir ve böylece "kiĢisel hak alanı" önemli ölçüde daralmıĢ olur. Bunun
yanında ona göre yumuĢak bir kültürel kimlik, bireyin inanç ve davranıĢlarına daha az etki ettiği için,
onun "kiĢisel hak alanı" daha geniĢ bir çerçeveye taĢır. Burada, bir kültürel kimliğin "savunucu
(militanı)" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için
kendisinden farklı inanç ve davranıĢları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer ve böylece
toplumsal etkileĢimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluĢum ortaya çıkar. Buna karĢılık, yumuĢak bir
kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaĢadığı öteki kimlik sahiplerine de hoĢgörü ile
bakma eğilimindedir. Böylece yumuĢak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin özgürlük
alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaĢama dürtüsünü kısıtlamadığı için,
toplumsal etkileĢim miktarı kısıtlanmamıĢ, dolayısıyla toplumun iĢleyiĢi bozulmamıĢ olur (Kongar,
1997:2).
Canatan‘ın yaptığı araĢtırmadan bazı istatistikler verildiğinde Avrupa örneğinde göçün neden
olduğu kültürel çeĢitlilikte; Resmi istatistiklere göre Avrupa‘da en az 21 milyon göçmen
yaĢamaktadır. Göçmen nüfusun dörtte üçü Almanya (7.343.591), Fransa (3.596.600), Ġngiltere
(2.281.000), Ġsviçre (1.406.630) ve Ġtayla (1.116.394) olmak üzere belli Avrupa ülkesinde
yoğunlaĢmıĢ durumdadır. Yoksulluğun ve bu yolla aile birleĢimlerinin devam ettiği düĢünülürse bu
yoğunluğun çok daha üst seviyelere çıkıp artacaktır. Göçmen ailelerin sahip olduğu çocuk sayılarının
o ülkelerde verilen destekler yüzünden daha fazla olduğu düĢünülürse bu sayı Avrupalı ailelerden daha
yüksek seyretmektedir. Avrupa‘da çokkültürlülüğü artıran saydığımız sebeplerin dıĢında da bir göç
yolu vardır, bu da Avrupa Birliği çerçevesinde serbest dolaĢımın ürünü olan iç göçtür. 1990 yıllardan
bu yana çoğu Avrupa ülkesine yönelik iç göç giderek artmıĢtır. Bugünkü koĢullar itibariyle her yıl
Avrupa içinden kaynaklanan göç oranı, dıĢarıdan gelen göç oranının çok üstündedir. Sözgelimi 1999
yılında toplam göç içinde iç göç oranları yüzde 33,2 (Ġngiltere) ile yüzde 97,9 (Slovenya) arasında
değiĢmektedir. Her halükârda iç göç oranı, Avrupa dıĢından kaynaklanan göç oranının kat kat üzerinde
seyretmektedir (Canatan, 2009:81).
Burada ifade edilmesi gereken unsur UNESCO‘nun Ulus devletler içinde ve diğer devletler içinde
aldığı kültürel çeĢitliliği korumak için kararlar vardır. UNESCO tarafından kültürel çeĢitliliğe ve
kültürel hakların kullanılmasına iliĢkin olarak kabul edilen uluslararası belgelerin hükümlerine ve
özellikle 2001 tarihli Kültürel ÇeĢitlilik Evrensel Bildirisi‘ne atıfta bulunarak, 20 Ekim 2005 yılında
anlaĢmayı kabul etmiĢtir. Bu maddeler sıralanırsa (DKP, 2006:32) ;
1. Ġnsan Haklarına ve Temel Özgürlüklere Saygı Ġlkesi
134
2. Egemenlik Ġlkesi
3. Bütün Kültürler için EĢit Ġtibar ve Saygı Ġlkesi
4. Uluslararası DayanıĢma ve ĠĢbirliği Ġlkesi
5. Kalkınmanın Ekonomik ve Kültürel Yönlerinin Tamamlayıcılığı Ġlkesi
6. Sürdürülebilir Kalkınma Ġlkesi
7. Hakkaniyete Uygun EriĢim Ġlkesi
8. Açıklık ve Denge Ġlkesi
9. Uygulama Alanı
Önemle belirtilmesi gereken nokta Ülkemizde toplumsal yapı çeĢitliliği üzerinde Konda araĢtırma
Ģirketi tarafından 2006 da yapılmıĢ ‗‘Biz Kimiz‘‘ adlı önemli bir anket çalıĢmasının tablosal verilerine
bakarsak;kiĢilerin etnik kimliklerine dair soru Ģu Ģekildeydi: ―Hepimiz Türk vatandaĢıyız, ama değiĢik
kökenlerden yörelerden olabiliriz; siz kendinizi, kimliğinizi ne olarak biliyorsunuz veya
hissediyorsunuz?‖ AraĢtırmada kendi bildiğimiz veya yaygın kullanılan adlandırmalar yerine, halkın
kendini nasıl bildiğini, nasıl tanıtmak istediğini tespit etmeye önem verdik. Bunun için, kimliğe dair
sorduğumuz sorularda seçenek sunmadık ve herhangi bir yönlendirme yapmadık. Anketörlerden
kiĢilerin kendi verdikleri ilk cevabı anket formlarına yazmalarını istedik. Denekler bu soruya 100‘ün
üzerinde farklı cevap verdi. Daha sonra bu cevapların benzerliklerini ve sıklıklarını inceleyerek belli
gruplar oluĢturduk. Tablo 1 de araĢtırmaya katılan deneklerin illere göre dağılımı verilmiĢ ayrıca
aĢağıda yer alan Tablo 2‘de ise deneklerin cevaplarına göre oluĢturulan kimlik grupları ve bu
gruplardaki kimliklerin söylenme oranları yüzde olarak yer almaktadır (Konda, 2006:2).
Tablo-1: Deneklerin Ġkamet Ettikleri Ġllere Göre Sayıları (Konda, 2006: 4)
Bu araĢtırmada büyük iller dikkate alınmıĢ, veriler dikkate alındığında genel bir yorum yapılmak
gerekirse AraĢtırma sonuçlarına göre Türkler‘in yüzde 57,6′sı gelin veya eĢ olarak, yüzde 53,5′i iĢ
ortağı olarak, yüzde 47,4′ü komĢu olarak bir Kürt‘ü istemiyor. Buna karĢılık Kürtler‘in de yüzde
26,4′ü gelin veya eĢ olarak, yüzde 24,8′i iĢ ortağı olarak, yüzde 22,1′i komĢu olarak bir Türk‘ü
istemiyor. 2006′daki araĢtırmada Kürt ve Zaza olduğunu söyleyenlerin nüfus içindeki oranı yüzde
15,7′yle 11 milyon 445 bin iken, bu sayı 2010′da yüzde 18,3′e çıkarak 13 milyon 261 bine ulaĢtı.
Sadece Kürt kimliğini söyleyenlerin oranı 2006′da yüzde 13,4′ken, dört yılda bu oran sadece yüzde 1,3
arttı. Zaza kimliğinde artıĢ ise, 1,4. Aynı Ģekilde, kendi kimliğini Türk olarak tanımlayanların oranı
2006′da yüzde 76.7 iken, bu oran 2010′da yüzde 78.1 çıktı. Türk, Kürt ve Zaza kimliklerindeki artıĢın,
‗diğer kimliklerle tanımlamadaki azalıĢında etkili olduğu görüldü. Kürtlerin dağılımı, Güneydoğu‘da
yüzde 27, Doğuanadolu‘da yüzde 39, Ġstanbul‘da yüzde 18′ken, tüm Karadeniz‘de sadece yüzde 0,3
oranında kalması dikkat çekti. Tüm Türkiye nüfusu içinde Türkler yüzde 73,6 ile 53 milyon 377 bin,
135
Kürtler ve Zazalar yüzde 18,3 ile 13 milyon 261 bin, diğer etnik grupların toplamı ise yüzde 8,2 ile 5
milyon 915 bin. Türk-Kürt arasında akrabalık iliĢkisi olanlar da 3 milyon 500 bin dolayındadır
(Konda, 2006:17).
Tablo-2: Denekler Tarafından Belirtilen Kimliklere Göre YetiĢkinlerde Etnik Kimlik Dağılımı
(Konda, 2006:14)
Bu araĢtırma toplamda 53,224 örneklem üzerinde yapılmıĢtır. AraĢtırmada dikkate değer unsur
Türk Ulus devleti içerisinde kendini Türk olarak ifade eden kesimin yüzde 81,33 bir değer ifade
etmesidir. Bunun hemen arkasından yüzde 9,02 lik bir oranla kürt nüfusu gelmektedir. Görüldüğü gibi
Türkiye‘de de etnik çeĢitlilik fazladır.
Ulus Devletin DönüĢümü ve Çokkültürlü Avrupa Birliği Örneği
BaĢlangıcında Avrupa‘daki toplulukları ve sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk
hareketlerinin ilk ortaya çıkıĢ noktası olarak 1789 Fransız Ġhtilali kabul edilmektedir. Ulusçuluk gibi
dinsel bağnazlık ve yobazlık da daha Ortaçağ‘da, yine Avrupa‘da ortaya çıkmıĢtır. Ayrıca insan
hakları özellikle de kadın ve çocuk hakları ihlalleri ve bu ihlallere karĢı mücadeleler de yine bu kıtada,
özellikle de Sanayi Devriminin yaĢandığı zamanlarda Ġngiltere‘de sık olarak yaĢanmıĢtır. Sonuçta
bütün bu ve benzeri sorunlar sebebi ile 20. yüzyılın ortalarına kadar çatıĢma ve savaĢların en yoğun
yaĢandığı yer Avrupa kıtası olmuĢtur. 18. yüzyıl ile baĢlayan küreselleĢmenin geliĢimi döneminde
küreselleĢme sürecinin hızlanmasının en önemli etkenini de Avrupa Ģiddeti oluĢturmuĢtur. Çünkü
ekonomik kazanç ve siyasal güç elde etme amacıyla baĢlayan sömürgecilik yarıĢı sırasında gidilen
topraklarda yaĢayan yerli halk ile Avrupalı halklar eĢdeğer insanlar olarak görülmemiĢtir (Gürkaynak,
2011:6).Avrupa ülkelerindeki çeĢitliliği, doğal olarak ulusal azınlıklar ve göçmenlerle sınırlamak
doğru değildir. Avrupa, Reformlardan günümüze kadar gelen süreçte dini bakımdan büyük bir
çeĢitlilik sergilemiĢtir. Uzun bir süre boyunca kendi aralarında kavgalı olan Katolik ve Protestan
gruplar, ancak geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren yakınlaĢmaya baĢlamıĢ ve ekümenik diye tarif
edilen bir hareket ortaya çıkmıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘nda yaĢanan derin acılar sonunda azalmaya ve
dostluğa dönüĢmeye baĢlamıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan bu yana devam eden göçlerle birlikte var
olan dini çeĢitliliğe farklı bir boyut daha eklenmiĢtir. Bu sayede Avrupa, daha önceleri kendi içinde
mevcut olmadığı için yüz yüze iliĢki kuramadığı Ġslam, Hinduizm, Budizm gibi dinlerle yüz yüze
iliĢkiler kurmaya ve aynı topraklarda yaĢamaya baĢlamıĢtır. Temelleri ve özellikleri ne olursa olsun
136
bugün Avrupa‘da çokkültürlü ve çokdinli bir toplumsal yapı oluĢmuĢtur (Canatan, 2009:81-82). Bütün
bunlar ile beraber çokkültürlü yapıya bir alternatif olarak bir üst kimlik oluĢturma zorunluluğu
hissetmiĢtir. Avrupa Birliği, farklı ulus devletler, farklı kültür, din ve dillerden oluĢmuĢ bir mozaik
olarak bütün toplum projelerinde ve çeĢitli zirvelerin sonunda yayınladığı bildirgelerinde bir yandan
kültürel çoğulculuğun önemi üzerinde dururken diğer yandan da ortak bir Avrupa kimliği yaratma
çabası içine girmiĢtir. Bu çeliĢkili durumu, bir baĢka deyiĢle, farklı kültürlerin üstünde bir ortak üst
Avrupa kimliği oluĢturma çabasını Avrupa‘nın köklerindeki kutsal Roma-Grek kültürünün yeniden
hayata geçirilmesi olarak açıklamıĢtır (Tekinalp, 2005:78). Ayrıca çokkültürcülük tartıĢmaların özüne
bakıldığında bu olgunun aslında yirminci yüzyılın içinde ortaya çıkan büyük göç dalgaları ve çöken
sömürge imparatorluklarının kalıntıları sayılabilecek büyük etnik çeĢitlilikle temelden ilgili olduğu
görülmektedir. Bu bağlamda Avrupa‘nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurmuĢ olduğu kolonyalist
hegemonyanın sona ermesi ve bunun sonucunda sömürgelerin özgürlüklerini kazanması, sömürge
halklarının yerel ve azınlık kültürlerine fikir bildirme Ģansı veren süreçlerin iĢlemesini
kolaylaĢtırmıĢtır. Böylelikle, 18 ve 19. yüzyıl Avrupa‘sının akıl ve ilerleme için sürdürdüğü mücadele
olan evrensellik fikri önemini yitirirken toplum artık beraberliğini de kaybetme sürecine girmiĢtir
(ġan, 2006:77). Devlet–toplum–birey arasındaki iliĢki ve görevlerin yeniden düzenlenmesini
gerektirmekte, ulus devlet karĢısında uluslar üstü düzenlerle beraber, sivil topluma yönelik üstünlük
kullanımında demokratikleĢme çizgisinde bir ilerleme sağlamaktadır. 1950‘lerden itibaren ekonomik
birleĢmenin farklı adımlarını baĢarıyla tamamlayan Avrupa Birliği‘nin bugün geleneksel ve kurumsal
federatif bir birleĢik Avrupa yaratma uğraĢı, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına
yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve ulus üstü bütünleĢme
çabalarını da içerdiğinin en iyi örneğidir. Siyasal küreselleĢme ulus devlet içinde dengelenme
çizgisinde bir temsil mekanizması öngörülmesi nedeniyle zaten kendini ifade etmekte zorlanan
demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir renge bürünmesini de sağlamaktadır (Yalçınkaya vd, 2012:5).
Avrupa Birliği içerisinde çokkültürlü yapı kendisini etnik azınlıklar Ģeklinde göstermektedir.
Yoğun göçler, ekonomik sıkıntılar, savaĢlar gibi nedenlerden dolayı Avrupa sürekli göç almakta ve
azınlık problemleri ile uğraĢmaktadır. Örnek olarak Fransa bu süreçte, 59 milyon nüfusa sahip olan
Fransa‘da göçmenlerle birlikte çoğunluktan farklı yaklaĢık 10 milyon kiĢi yaĢamasına rağmen, ülke
içerisinde resmen azınlık olarak kabul edilmiĢ bir grup bulunmamaktadır.
Tablo–3 Fransa‟da YaĢayan Etnik Gruplar (BaĢbilen, 2008:48)
Etnik Grup
Alsaslılar (Almanca)
Basklar
Brötanlar
Çingeneler
Katalanlar
Korsikalılar
Hollandalılar
Oksitanlar
Lüksemburg dil azınlığı (Lorenler)
Türk
Sayıları
1.600.000
260.000
4.300.000
310.000
200.000
350.000-400.000
80.000
500.000
30.000-40.000
500000-600000
Fransa‘da kültürel ve etnik çeĢitliliklerin kabulü konusundaki karĢılıklı tartılmalar 1980‘li yıllarda
ortaya çıkmıĢtır. Geleneksel bakıĢ açısına sahip olanlar, laik devlete destek vererek ve savunarak,
çokkültürlülük yönünde siyasal uygulamaların uygulanmasına karĢı çıkmıĢlardır. Bununla birlikte,
azınlık kültürlerinin tamamen olmasa da var kabulünü savunan modern bir çokkültürlü demokrasi
anlayıĢı da meydana gelmiĢtir. Yine aynı dönemde Ġslami kesimin oluĢturduğu azınlık devlete ve
cumhuriyete yönelik tehlike olarak görülmesi, pek çok fikrin tekrardan gözden geçirilmesine neden
olmuĢtur. Fransız Devrimi‘nden kalma özgürlük, eĢitlik, kardeĢlik teması tekrardan tartıĢılmaya ve
137
1980‘lerin sonunda cumhuriyetçi uyum modelinin krizinden bahsedilmiĢ ve çokkültürlü toplumdan
uzaklaĢılma politikaları izlenmeye baĢlanmıĢtır. (BaĢbilen, 2008:49).
Avrupa Birliği içerisinde konuĢulan diller dikkate alındığında dillerin sadece o devlete ait coğrafya
içerisinde konuĢulmadığı, bir ülke de dahi birden çok dilin resmi dil olarak kullanıldığı
gözlemlenmektedir. Yirmi dört resmî dil ile birlikte, Avrupa Birliği sınırlarında yaklaĢık elli milyon
kiĢi tarafından ortalama 150 yerel dil ve azınlık dili konuĢulmaktadır. Bunlar arasında, yalnızca
Ġspanya'da konuĢulmakta olan bölgesel dillerden Baskça, Katalanca ve Galiçyaca ile Avrupa Birliği
vatandaĢları birliğin resmî kurumlarına baĢvuruda bulunabilirler (Wikipedia, 2013:2). Avrupa Birliği
kısmen de olsa özel programlarla azınlık dillerini ya da yerel dilleri desteklese de grupların dil
haklarını korumak üye devletlerin kendi sorumluluğundadır.
Birçok yerel dilin yanında, dünyanın pek çok ülkesinden Avrupa'ya gelmiĢ göçmen bireylerce
konuĢulan bir o kadar da azınlık dili vardır. Türkçe, Magrib Arapçası, Rusça, Urduca, Bengalce,
Hintçe, Tamilce, Ukraynca ve çeĢitli Balkan dilleri Avrupa Birliği'nin pek çok noktasında konuĢulur.
Bu göçmen gruplar genelde hem kendi dillerini hem de içinde bulundukları ülkenin resmî dilini
konuĢan çok dilli kiĢilerdir. Göçmen dilleri henüz Avrupa Birliği içinde ya da üye ülkelerden herhangi
birinde resmî bir statüye sahip değildir. Ancak Avrupa Birliği'nin YaĢam Boyu Öğrenme Projesi
dâhilinde 2007 yılından itibaren özel destek görebilirler. Türkçe Kıbrıs'ta, Lüksemburgça
Lüksemburg'da resmî dil statüsünde olmasına karĢın bu ülkelerde, birliğin mevcut dillerinden en
birisinin zaten resmî dil olmasından dolayı (Lüksemburg'da Fransızca, Almanca, Kıbrıs'ta Yunanca)
bu diller Avrupa Birliği dilleri içine alınmamıĢtır (EuropeanCommission, 2004:30).
Tüm veriler dikkate alındığında,
Tablo-4 Avrupa Birliği‟nde Kültürel ÇeĢitliliğin Ülkelere Göre Dağılımı (Wollf, 2010: 2)
Bu sonuç incelendiğinde Avrupa‘da en yüksek derecede kültürel çeĢitlilik Bosna ve Hersek‘te
görülmektedir. Bosna içerisinde birden çok kültürel çeĢitliliğin yaĢandığı ve bu ülkede bir bütünü
oluĢturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır: BoĢnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. Ġngilizce'de ve daha
birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak
Türkçe'de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiği anda BoĢnaklar yani Bosnalı
Müslümanlar terimi kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği
vurgulamak için kullanılır. Sonrasında ise Letonya, Sırbistan ve Ġsviçre gelmektedir. Bu ülkedeki
azınlıkların durumu ayrı bir araĢtırma konusu olarak da göze çarpmaktadır.
138
SONUÇ
Tüm dünyada sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiĢ sürecinin temel taĢlarından biri olan
küreselleĢme kavramı ekonomik, siyasal ve çokkültürelkavramların tüm altyapılarıyla iç içe geçmiĢ
görüngünün önde giden kavramlarından birini oluĢturmaktadır. Günümüzde sıkça kullanılmaya
baĢlanan bu kavram, etkilerini hayatın her noktasında hissettirmektedir. On sekizinci yüzyılda baĢ
gösteren ulus devlet olgusu, kendisinden önceki siyasi ve toplumsal yapılanmaların üzerinde
yükseldikçe iktidar yapısında merkezileĢme, kültürde standartlaĢma, hukukta eĢitleme ve ekonomide
bütünleĢme sürecine girerek bireylerden talep ettiği sadakat alanında da geniĢleme meydana gelmiĢtir.
Bu bağlamda devlet, nüfuz etme (kurumsallaĢmanın artıĢı), standartlaĢma (ulusal kimliğin oluĢumu),
katılma (siyasal sosyalleĢme ile politik yurttaĢlığın inĢası), kaynakların yeniden dağılımı (sosyal
yurttaĢlığın geliĢimi) gibi unsurlarla kiĢileri yurttaĢa dönüĢtürmüĢtür. Ulus kavramı, eĢit grupsal
kimlikler üretmiĢ ve bu kimlikleri kiĢiselleĢtirmiĢtir, yani her milletin karakteristik özelliklerinden söz
etmeyi mümkün kılmıĢtır (Yalçınkaya, 2012:11). Ulus-devlet kendi sınırları içerisinde baĢka bir
egemenlik kabul etmemektedir. KüreselleĢme ile birlikte ise sözü geçen kavramların gerek anlamında
gerekse pratik olarak temsil ettikleri değerlerde önemli dönüĢümler meydana gelmiĢtir (Cebeci,
2008:35). Bu dönüĢümden en önemlisi de çokkültürlü ulus-devlet yapısıdır. Çünkü ModernleĢme ve
KüreselleĢme ulus-devlet yapısını etkilemiĢ, bu yapıyı yok etmese de yıpratmıĢtır. Ayrıca bunun
yanında Çokkültürlülük, birkaç istisna dıĢında bütün toplumlar için bir tarihsel antropolojik
gerçekliktir. Zaten Çokkültürcülük ideolojisi kültürleri bölümlere ayırma eğilimindedir. Bunun yanı
sıra, kültürleri etnik gruplara bağlı, kendi içinde tutarlı, birleĢik ve yapısal bütünlükler olarak kabul
eder. Çokkültürcülük, kültür kavramını bir etnik grubun mülkiyeti olarak tözselleĢtirerek, kültürleri
bağımsız birimler olarak ĢeyleĢtirme ve farklılıkları aĢırı vurgulama riskini taĢır (Çelik, 2008:330).
Sonuç olarak Fransız Devriminden günümüze temel siyasi aktör olan ulus-devlet, halen varlığını
koruyor olsa da, temelini oluĢturan birçok dayanağını kaybetmiĢ, genel anlamdaki egemenlik yetkisini
büyük oranda yitirmiĢ ve küreselleĢmenin devleti olma yönünde önemli bir değiĢime uğramıĢtır
(Cebeci, 2008:36).
Ayrıca Avrupa Birliği‘nde çokkültürlü yapı coğrafi keĢiflerin etkisi ile de baĢlaması, hammadde,
dıĢarının zenginliği Avrupa Birliğinin tarihinden önce bir akın olarak da gözlenmektedir. Avrupa‘nın
devrimlerle geliĢmeye baĢlaması dıĢarıdan göç almasına sebep olmuĢ, buna da en büyük etkiyi sanayi
inkilabı yapmıĢtır. Avrupa sınırları içerisinde yaĢayan etnik unsurlar sınırları çoğu ülkeye göre küçük
olan Avrupa ülkeleri içerisinde farklı dilleri konuĢmakta, farklı folklora sahip olmaktadırlar. Bu da
geçmiĢten gelen bir Avrupa yabancı sorununu oluĢturmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği yabancı
sorunları konusunda bazı giriĢimlerde bulunup düzenlemeler yapsa da Avrupa‘da meydana gelen
yabancı düĢmanlığı bu yapılanları gölgelemektedir. Son dönemde Fransa‘nın Romen göçmenleri sınır
dıĢı etmesi de söylediklerimize dayanaktır. Ancak küreselleĢme süreci içerisinde sınırların daha da
ortadan kalkması ile çokkültürlülük daha da artarak devam edecek yerele hapis olan kültürel mozaikler
görülmesi muhtemel olacaktır.
KAYNAKÇA
Aksoy, N. D., ArslantaĢ, H. A. (2010). ‗‘Ulus, Ulusçuluk ve Ulus-Devlet‘‘. Türklük Bilimi
AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 28, ss: 31-39.
Balay, R. (2004). ‗‘KüreselleĢme, Bilgi Toplumu ve Eğitim‘‘. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004, Cilt: 37, Sayı: 2, ss: 61-82
Balkanlı, A. O. (2002). ‗‘Küresel Ekonominin Belirleyici Faktörleri Üzerine‘‘. Uludağ Üniversitesi,
Ġktisadi Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21(1), ss: 13-26.
BaĢbilen, P. (2008). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Etnik Ve Dini Kimliklere YaklaĢımı: Güneydoğu Anadolu
Bölgesi Örneği‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara
Bayraç, H. N. (2003). ‗‘Yeni Ekonomi‘nin Toplumsal, Ekonomik ve Teknolojik Boyutları‘‘. Sosyal
Bilimler Dergisi, 4(1).ss :41-62
139
Canatan, K. (2009).‘‘ Avrupa Toplumlarında Çokkültürlülük: Sosyolojik Bir YaklaĢım‘‘. Uluslararası
Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, Sayı 2/6, ss:81-87
Cebeci, K. (2008). ‗‘KüreselleĢme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün DönüĢümü‘‘.
SayıĢtay Dergisi, Sayı:71. ss:23-39
Çelik, H. (2008). ‗‘Çokkültürlülük ve Türkiye‘deki Görünümü‘‘. U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal
Bilimler Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 15, ss: 319-332
Demirel, D. (2006). ‗‘Küresel Eksende Devletin Yeni Kimliği:―Etkin Devlet‖, SayıĢtay Dergisi, (60),
ss:105-128.
Devlet Planlama TeĢkilatı MüsteĢarlığı Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Kültür ve Özel
Ġhtisas Komisyonu Raporu, http://plan9.dpt.gov.tr/oik48_48kultur.pdf, EriĢim tarihi:
10.06.2013
Doytcheva, M. (2009).Çokkültürlülük. (Çev.). Tuba Akıncılar OnmuĢ. Ġstanbul:ĠletiĢim
Eken, H.(2006). ‗‘KüreselleĢme ve Ulus Devlet‘‘. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı: 16, ss: 243-263
EuropeanComission (2004). EuropeansandTheirLanguages, http://ec.europa.eu/public_opinion
archives/ebs/ebs_243_sum_en.pdf (EriĢim Tarihi: 02.03.2013)
Gellner, E. (1992). Uluslar ve Ulusçuluk. (Çev.). BüĢra Ersanlı vd.Ġstanbul:Ġnsan
Gürkaynak,M. (2011). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Ulusçuluk ve BütünleĢme Paradoksu‘‘. SDÜ Fen Edebiyat
Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2011, Sayı:24, ss:1-12
Habermas, J. (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. (Çev.) Medeni BeyaztaĢ,
Ġstanbul:BakıĢ.
Hobsbawn, E. J. (2005). Geleneğin İcadı. (Çev.), M. Murat ġahin. Ġstanbul:Agora.
Karlelioğlu, S. (2012), ‗‘ Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve KüreselleĢmenin
Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri‘‘, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde
Diyaloglar, Ocak, 5(1), ss:143-144
Kaymakçı, O. (2007). Küreselleşme ve Ulus Devlet. Bursa: Ekin.
Konda AraĢtırma ve DanıĢmanlık, (2006). Toplumsal Yapı AraĢtırması, Biz Kimiz Raporu,
http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/2006_09_KONDA_Toplumsal_Yapi.pdf, EriĢim Tarihi:
10.06.2013
Kongar, E. (1997). ‗‘KüreselleĢme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür‘‘. Ġnternet
Kaynağı; http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php, (EriĢim: 10.06.2013)
Mahiroğlları,A. (2010). ‗‘KüreselleĢmenin Kültürel Değerler Üzerine Etkisi‘‘. Sosyal Siyaset
Konferansları Dergisi, (50). ss:1275-1288
Nezihoğlu, H. (2006). ‗‘KüreselleĢme ve Kültür‘‘. AlatooAcademicStudies, Sayı:1, Cilt:1. ss:18-23
Özensel, E. (2012).‘‘ Çokkültürlülük Uygulaması Olarak Kanada Çokkültürlülüğü‘‘. Akademik
Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, ss:55-70
Sarı, E. (2003).‘‘ Çokkültürlülüğü Yeniden DüĢünmek‘‘. Ġlim AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 1(1),
ss:167-172
ġan, M. K. (2006). ‗‘Farklılık ve Çokkültürlülük Siyasetleri Üstüne Bir Deneme‘‘. Milel ve Nihal
Kültür AraĢtırmaları Dergisi, Yıl :3, Sayı : 1-2: ss: 70-117
Sayın, Y.(2009). ‗‘Ulus ve Ulus Devlet‘‘. http://yusufsayin.com/makaleler/ulusveulusdevlet.pdf
(EriĢim: 16.01.2013)
Tağraf, H. (2002). ‗‘KüreselleĢme Süreci ve Çokuluslu ĠĢletmelerin KüreselleĢme Sürecine Etkisi‘‘.
CÜ Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Dergisi, Cilt, 3, 2.Ss: 33-47
140
Tekinalp, ġ. (2005). ‗‘KüreselleĢen Dünyanın Bunalımı: Çokkültürlülük‘‘. Ġstanbul Kültür
Üniversitesi Dergisi, Sayı:1 ss:75-87
Temizkan,
Ö.
(2009).
‗‘Modern
Toplumda
Çokkültürlülük‘‘.
http://www.academia.edu/1744248/Modern_Toplumda_Cokkulturluluk, (EriĢim: 15.01.2013).
Wolff, S. (2010). EthnicMinorities in Europe: The Basic Facts, Centrefor International Crisis
Management andConflictResolutionUniversity of Nottingham, England, Ġnternet Kaynağı:
http://www.stefanwolff.com/files/min-eu.pdf, (EriĢim: 12.06.2013)
Yalçınkaya, M. H., Cılbant,Ç.,Yalçınkaya,N. (2012). ‗‘ KüreselleĢme Ġle Yeniden ġekillenen UlusDevlet AnlayıĢı‘‘, International Journal of EconomicandAdministrativeStudies, Year:4
Number: 8, pp:1-26,
Yıldırım, T. (2011). Kitap Tanıtm ve Değerlendirmeleri, Hitit Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt. 10, Sayı: 19, ss: 239-242
141
C10 OTURUMU
SĠYASET-II:
TÜRKĠYE
142
TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK
ÖNEMĠ
Meral S. ÖZTOPRAK1
ÖZET
Burada, demokrasilerde, muhalefetin ‗olmazsa olmazlığı‘ ön kabulünden hareketle, 2002 sonrası
Türk siyasetinde, AKP‘nin kesintisiz onbir yıllık tek parti iktidarı karĢısındaki muhalefetin durumu
ele alınacaktır.
Bunun için öncelikle siyasetin değiĢen doğası, genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde oy
verme saiklerinin - sunulan hizmet ve adayların kim olduğu ile daha yakından ilgili olması gibi- özgün
yanları, 2002 sonrası seçim sonuçları ve değiĢen BüyükĢehir Yasası üzerinde durulacaktır.
ÇalıĢmamızda yürüteceğimiz analizlere dayanarak, yapılan her seçimde oylarını artırmıĢ,
nihayetinde seçmenin yarısının oylarını almayı baĢarmıĢ bulunan AKP karĢısında, ana muhalefet CHP
baĢta olmak üzere, diğer muhalefet partilerinin 2014 yerel seçimlerinde baĢarı ön koĢulları
değerlendirilecek, muhalefet partilerinin siyasal kimliklerini muhafaza ederek yapacakları seçim
iĢbirliğinin, Türk demokrasisinde iktidar-muhalefet dengeleri bakımından stratejik önemine vurgu
yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türkiye‟de Demokrasi, Yerel seçimler, Muhalefet, AKP, stratejik uzlaşma
ABSTRACT
Here, by moving from the idea of ― opposition is the 'sine qua non' part" of democracy‖,the status
of the opposition will be discussed againist - the eleven years uninterrupted one-party rule- of AKP, in
Turkish politics after 2002.
For this, it will be referred to the changing nature of politics, the specific reasons of voting in local
elections unlike general elections, the results of the elections held after 2002 and changing
Metropolitan Law.
Based on the analysis, in the sake of democracy, preconditions for success of the opposition parties
to be held in 2014 local elections will be evaluated and highlighted the strategic importance of
cooperation among the opposition parties with their own identity.
Keywords:Democracy in Turkey, local elections, opposition parties,strategic consensus, AK
TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE
Demokrasi, pek çok tanımı yanında ―muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının
olduğu‖ bir yönetim biçimi olarak da tarif edilebilir. Modern toplumda insanların siyasal yaĢama
doğrudan katılabilmelerinin olanaksızlığının bir sonucu olarak doğan temsili demokrasi, esasen ulusal
karakterlidir.
Ancak, 80‘li yıllardan itibaren giderek artan bir hızla yükselen küreselleĢme süreciyle toplumlar
daha karmaĢık bir hale gelmiĢtir. KüreselleĢme, ulus kavramını yeniden üretirken kimlik/farklılık
kavramlarını vatandaĢ kavramının önüne geçirmekte, siyasal yapıları değiĢtirmekte ve
dönüĢtürmektedir. …EvrenselleĢmeyle yerelleĢmenin eĢ zamanlı olarak yaĢandığı, ―ulusal ölçekte
yaĢananları anlamak için …yerleĢik modern-geleneksel ayrımının yetersiz kaldığı bu ortamda yeni
anlamlandırma araçlarına gereksinim duyuldğu görülmektedir (CoĢar, 2002-03:114).
1
Yeditepe Üniversitesi, ĠĠBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
143
Özellikle 90‘lardan itibaren (sivil toplum örgütleri, yeni sosyal hareketler, yerel vatandaĢlık
inisiyatifleri…gibi), siyasal aktörlerin sayısı artarken siyasetin ekseni vatandaĢlık, sağ ve sol gibi
ideolojik kalıpların dıĢına çıkmıĢ/taĢmıĢ görünmekte, yerel yönetimler demokratik süreçlerde önem
kazanmaktadır.
Siyasetin bu değiĢimi, sosyal bir olgu olarak ―kimlik‖lerin öne çıkmasını ve buna bağlı olarak
da―ötekileĢtirme‖yi tetiklemiĢtir. Ancak, modern toplumun gerçekliğinden doğmuĢ bulunan temsili
demokrasinin, küreselleĢme ve modern-ötesi toplumların gereksinimleriyle uyumsuzluğu temsil
krizlerine yol açarken, geliĢmekte olan çoğulcu/katılımcı demokrasinin inĢa süreci, Canovan‘ın
ifadesiyle, ‗her biri eyleyebilen ve yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar arasında gerçekleĢtiği‘
özgürlükçü düĢünce çıkıĢ noktası alındığında, demokrasinin güncel gereklerine uygun esneklik ve
siyasal fırsatları da getirebilir (CoĢar, 2002-03:114).
Modern demokrasilerde siyasal temsil kavramı açısından en önemli kurum hiç kuĢkusuz
parlamentolardır. Parlamentolar açısından temsili ortaya çıkaran durum ise milletvekillerinin
belirlendiği genel seçimlerdir. Bu nedenle parlamentonun temsil niteliği büyük oranda anayasal düzen
ve ona bağlı olarak oluĢturulan seçim kanunları ile yakından ilgilidir. Ülkemizde bilindiği üzere temsil
krizi tartıĢmalarına neden olan önemli konu, ülke genelinde uygulanan % 10 barajıdır. Anayasanın 67.
maddesinin 5. fıkrası ise seçim kanunlarının, ―temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini
bağdaĢtıracak biçimde‖ düzenleneceğini öngörmektedir. Bu oranın demokratik temsili ciddi bir
biçimde zedelediğini düĢünenlerin yanında ―siyasi istikrar‖ veya ―ülke bütünlüğü‖ gibi gerekçelerle
barajdan yana olanlar da vardır. Sonuç olarak, uygulanmakta olan % 10 barajı Türkiye‘deki
parlamento kompozisyonunu ve dolayısıyla hükümetlerin nasıl teĢekkül edeceğini belirleyici olması
bakımından önemli bir tartıĢma konusudur (Tekin-Çiftçi,2006) . Anayasa hükmü dayanak alınarak
uygulanan ülke barajı çok sayıda partinin ve dolayısıyla bu partileri destekleyen vatandaĢların
ekonomik, siyasal, kültürel vb. taleplerinin parlamentoda temsil edilmesine engel teĢkil etmekte, seçim
barajının olmadığı yerel seçimler de bu bakımdan çok daha önem kazanmaktadır.
TÜRK DEMOKRASĠSĠNĠN GERĠLĠMLERĠ
Türk demokrasisinin, temel gerilimlerinden biri, laiklik ve irtica gerilimidir. Cumhuriyet‘in
baĢlangıcından itibaren varolan bu kutuplar arasındaki mücadele, Cumhuriyetin dini temelli bir tehdit
algısını sürekli kılmıĢ, çok partili yaĢama geçiĢle de 1950-60 arasındaki Demokrat Parti (DP)
iktidarında, iktidar partisi ile Cumhuriyetin kurucu elitlerinin muhalefetteki partisi olan Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP) arasındaki mücadelenin temelini oluĢturmuĢtur‖ (Çarkoğlu-Toprak,2006).
Çok partili dönemden sonra, merkez sağ partilerin dine siyaseten yakın durmalarını saymazsak, ilk
kez –daha- açık biçimde islam referanslı bir parti olarak kurulan Necmettin Erbakan liderliğindeki
Milli Nizam Partisi (MNP), 1970‘de Anayasa Mahkemesi‘nin faaliyetlerini laikliğe aykırı bulması
üzerine kapatılmıĢtır.
Kapatılan MNP'nin kadroları, daha sonra MNP gibi Milli GörüĢ çizgisinde Millî Selamet Partisi
(MSP) adıyla bir parti kurmuĢlardır. MSP, 14 Ekim 1973 seçimlerinde 1.2 milyon oy alarak, %11'lik
bu oyla kazandığı 48 milletvekiliyle meclise girmiĢ, Senato seçimleri sonucunda ise 3 senatörlük elde
etmiĢtir. MSP, 1974‘de CHP-MSP koalisyonunda ve daha sonra 1.ve 2. Milliyetçi Cephe
hükümetlerinde yer almıĢ bir partidir.
70‗li yıllarda MSP olarak koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olan Milli GörüĢ çizgisi, 1980
darbesinden sonraki süreçte yine Erbakan liderliğinde, Refah Partisi (RP) etrafında örgütlenmiĢ ve
1994 Genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıĢtır.
―Seçmenlerin tercihlerinde yükselen Milli GörüĢ geleneği ülkede siyasal Ġslamın yeniden tehdit
olarak algılanması sürecine hız katmıĢtır. 1970‘li yıllarda marjinal bir kesimden destek bulan MSP‘nin
devamı niteliğindeki RP, etkin bir parti örgütlenmesiyle, kentli alt sınıflar gözünde çekiciliğini
kaybetmiĢ sol hareketin bıraktığı boĢluğu doldurmuĢtur. Geleneksel olarak küçük Anadolu çevre
cemaatlerinden destek bulan bu hareket, kentlileĢen seçmen tabanı ile birlikte merkez sermayesine
karĢı geliĢen bir çevre sermaye kesiminden de destek bulmuĢ ve Ġslami imgelerle muhafazakar bir
ahlaki çerçeve etrafında birleĢmiĢ görünen bir ―karĢı elit‖i ortaya çıkarmıĢtır‖ (Çarkoğlu144
Toprak,2006). ―KarĢı elit‖ Gramscian perspektifle okunucak olursa, Milli GörüĢ Hareketinin iktidarın
parçası olmaktan, iktidar olma pozisyonuna yol aldığı süreçte önemli bir olgudur.
Nitekim, 1995 seçiminin ardından kurulan koalisyon hükümetinde büyük ortak olarak yer alan
RP‘nin icraatları süresince ülkede siyasi kutuplaĢma ciddi Ģekilde artmıĢtır. Bu kutuplaĢma sonunda
ülkeyi ―28 ġubat‖ sürecine sürüklemiĢ, Anayasa Mahkemesince kapatılan RP yerine kurulan Fazilet
Partisi (FP) de kapatılınca hareket ikiye bölünerek, Milli GörüĢ etrafında birleĢmiĢ kadrolar Saadet
Partisinde kalırken, ―yenilikçiler‖ diye adlandırılan kadrolarla kurulan AKP 2002 seçimlerinde tek
baĢına iktidara gelmiĢtir.
AKP‘nin Genel Seçimlerde gösterdiği baĢarı, bir yandan yeni bir sentezin (muhafazakarlık ve
demokratlık) sonucu gibi dururken, diğer yandan, Türk siyasetinde baĢarısız olanların (Çiller, Yılmaz
gibi) tasfiye olmasıyla yeni bir ―merkez‖ inĢası olmaktan ibaret yüzeysel bir yenilik olarak da okunup
okunamayacağı da yanıtını zamanın vereceği bir ikilem olmuĢtur (CoĢar, 2002-03:103).
Liderlerinin ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımladığı AKP, Ġslami geleneklere bağlı, bu
bağlamda muhafazakar değerleri savunan, ekonomi politikaları bakımından Batı‘yı esas alan ve
küresel ekonomiyle uyumlu bir parti olarak, 2002, 2007 ve 2011 Genel Seçimlerinde her seçimde
oylarını artırarak (%34.28-%34.43-%46.66) iktidarda kalmıĢtır.
Temel gerilim açısından bakarsak (laiklik-irtica), 2002 Seçimlerinden sonra, Erdoğan‘ın ―Milli
GörüĢ gömleğini çıkarıp çıkarmadığı‖ konusundaki tereddütler ve laiklikle ilgili endiĢeler,-baĢta
CHP‘lilerde- olmak üzere yükselmiĢtir. Ancak, 2007 ve özellikle de 2011 seçimlerinden sonra genel
olarak muhalefetin laiklik kaygısının üstüne, hegemonik bir tek parti yönetimiyle demokrasinin
yitirilmekte olduğu endiĢesi gündeme yerleĢmiĢtir.
2004 VE 2009 YEREL SEÇĠMLERĠNDEN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNE
Gezi olayları, muhalefet yelpazesinin yalnızc a geniĢliğini, çeĢitliliğini, siyasal partilerin de
dıĢında kalan muhalefet unsurlarını değil, hepsinden önemlisi, partili partisiz, politik, apolitik... farklı
toplum kesimlerinin kendi kimlikleriyle var olarak ortak bir hedefe demokratik bir talebe- doğru bir
araya gelebilme yeteneğini ortaya koydu.
Bu yazının amacı (Gezi DireniĢinde de görünürlük) kazanan muhalefetin nicel ve nitel kapsamını
dikkate alarak, AKP‘nin katıldığı -genelden çok- yerel seçim sonuçlarının okunması ve ―Arap Baharı‖
diye adlandırılan -sivil itaatsizlik ya da direnme hakkı olarak okunmaya elveriĢli görünengeliĢmelerden çıkarılacak derslerle Türkiye‘de muhalefetin gücünü demokratik sürece dahil edebilme
olanak ve olasılıklarını tartıĢmaya açmaktır. Modern toplumun, iktidar partisi, muhalefet partisi,
vatandaĢlık gibi... özneleri ve temsili demokrasi kurallarıyla, yazının baĢında kavramsallaĢtırılan
‗muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu bir rejim‘ biçimindeki demokrasi
tanımının iĢlemesi olanağı mümkün görünmemektedir. Ġktidarın el değiĢtirebilecek olma olasılığını;
modern ötesi toplumun çoğulculuk anlayıĢı çerçevesinde, yerel yönetimlerin çağdaĢ demokrasi
bakımından kazandığı önem, baraj engelinin burada sözkonusu olmaması ve genel seçimlerde parti
etkisi öndeyken yerel seçimlerde aday etkisinin genel seçimlerden daha önemli olması gibi etkenleri
bir arada düĢünmek demokratik dengeler bakımından sağlam bir güvence olarak görünmektedir.
2014 Yerel Seçimlerinde, ana muhalefet partisi ve diğer muhalefet partilerinin seçim öncesi
varacakları bir uzlaĢmayla, hangi partiden olursa olsun tabanın benimsemekte zorlanmayacağı
adaylarla seçimlerde ‗ aday ve parti etkisini‘ optimalize ederek, her yörede belli ortak adayları
desteklemeleri tek parti hegemonyası tehdine yönelik bir demokratik refleks olarak düĢünülebilir.
Yerel seçimlerde ‗aday etkisi‘ nin önemi konusunda yapılan bir çalıĢmada 2009‘da yapılan yerel
yönetim seçimlerinde belediyelerin yüzde 40‘ında adayların, yüzde 60‘ında ise partilerin etkisinin öne
çıktığına iĢaret edilmektedir (Tüzün, 19 Ağustos 2013). Demokrasilerde alınan oy, meĢruiyetin temeli
olmakla birlikte, seçim sisteminden kaynaklanan nedenler, alınan oyların temsil yeteneğini zaafiyete
uğratabilmektedir. Özellikle günümüzde yükselen bir değer olan çoğulculuğa olanak tanımayan,
çoğunlukçu sistemlerde, alınan oyla temsil gücü arasında doğrusal bir iliĢki olmayabilmektedir. Eğer
meĢruiyet verilen oylar da aranacaksa, dıĢarda kalan oyların temsil gücü kazanmasının yol ve
yöntemleri aranmalıdır. Zaten çoğulculuk etiği de bunu gerektirir.
145
2004 ve 2009 yerel seçimlerine bu çerçeveden baktığımızda, parçalı olmakla birlikte muhalefetteki
oyların, AKP‘nin oylarından daha fazla olduğu görülecektir. Bu bir bakıma, demokrasi için duyulan
endiĢeleri gereksiz kılarken, muhalefetin ortak bir seçim stratejisinin önemini de ortaya koymaktadır.
Tablo 1 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.017.424
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.066.859
Belediye BaĢkanlığı
Sayısı
1750
467
388
247
100
64
63
52
30
13
10
5
2
1
1
0
0
0
0
0
0
3.193
Katılım Oranı: %73.26
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
9.674.306
4.988.427
2.268.599
2.441.190
712.439
1.129.049
1.148.920
249.422
468.777
581.891
150.429
53.963
24.711
77.146
3.624
27.475
25.963
24.321
11.991
10.989
395
24.074.027
Oy Oranı (%)
40.18
20.72
9.42
10.14
2.95
4.69
4.77
1.03
1.94
2.41
0.62
0.22
0.10
0.32
0.01
0.11
0.10
0.10
0.05
0.04
0.00
100.0
2004 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 20 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo1‘de görülen ve YSK‘nın
WEB sayfasından elde edilen verilere göre, 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde, %73.26 oranında
katılım ve 24.074.027 oyla, toplam 3.193 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye
baĢkanlığı sayısı 1.750‘dir.
Tablo 22004 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.213.138 Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.067.950 Katılım Oranı: %73.27
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
9.635.145
4.912.313
2.286.020
2.500.000
682.264
1.204.431
1.111.017
39.968
484.555
607.847
179.090
Seçilen Üye Sayısı
Seçilen Üye Oranı (%)
16.637
5.631
4.747
3.401
1.105
1.067
961
17
385
183
215
48.25
16.33
13.76
9.86
3.20
3.09
2.78
0.049
1.11
0.53
0.62
146
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
56.912
29.269
66.582
3.742
33.770
28.011
12.139
12.223
7.366
391
23.893.656
48
21
23
11
5
13
0
3
0
4
34.477
0.13
0.06
0.06
0.03
0.01
0.03
0.05
0.00
0.00
0.01
100.00
Tablo 32004 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 43.552.931
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.211.457
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
13.477.287
5.882.810
3.216.213
3.372.249
807.761
1.662.280
1.297.681
234.443
683.266
839.856
374.125
79.584
12.379
154.495
7.837
79.774
18.685
85.178
8.711
3.872
0
32.268.496
Katılım Oranı: %76.25
Seçilen Üye Sayısı
Seçilen Üye Oranı (%)
2.276
392
156
178
26
129
19
9
9
4
7
0
0
0
2
0
1
0
0
0
0
3.208
70.94
12.21
4.86
5.54
0.81
4.02
0.59
0.28
0.28
0.12
0.21
0.0
0.0
0.0
0.06
0.0
0.03
0.0
0.0
0.0
0.0
100.0
Belediye Meclisi seçimlerinde katılım oranı %73.27, geçerli oy sayısı 23.893.656‘dır.Seçilen
toplam üye sayısı 34.477 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 16.637‘dir.
Ġl Genel Meclisi üyelikleri için katılım oranı %76.25, geçerli oy sayısı ise 32.268.496‘dır. Seçilen
toplam üye sayısı 3.208 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 2.276‘dır.
147
Tablo 4 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.717.580
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi)
11.ÖDP
12.DTP(Demokratik Toplum Partisi)
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi)
20.HYP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı: 33.430742 Katılım Oranı: %87
Belediye
BaĢkanlığı
Sayısı
1442
503
483
148
80
60
45
20
16
4
4
96
4
0
0
0
0
0
0
0
2903
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
Oy Oranı (%)
12.449.187
7.960562
5.315.180
1.164858
1.729.182
925.575
239.849
384.483
196.049
101.090
21.745
1.661.117
15.298
28.101
8.608
5.670
5.772
867
151
8.192
32.221.536
38.64
24.70
16.50
3.62
5.37
2.87
0.74
1.19
0.61
0.31
0.07
5.16
0.05
0.09
0.03
0.02
0.02
0
0
0.03
100.0
2009 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 19 siyasal parti katılmıĢtır.
Tablo 4‘de görülen verilere göre, 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde %87oranında katılımla
ve 32.221.536 oyla,
toplam 2903 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye
baĢkanlığı sayısı 1.442‘‘dir (Tablo 4).
Tablo 5 2009 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.787.986 Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.447.257 Katılım Oranı: %84.06
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi)
11.ÖDP
12.DTP(Demokratik Toplum
Partisi)
Alınan Geçerli
Oy Sayısı
12.237.325
7.966.710
5.336.695
1.181.074
1.807.745
945.722
43.633
508.055
202.976
82.848
25.557
Kazanılan
Üyelik Sayısı
14.732
6.125
6005
1.843
1.081
774
14
294
240
45
35
1.687.773
1169
Kazanılan Üyelik Oranı (%)
45.48
18.91
18.54
5.69
3.34
2.39
0.04
0.91
0.74
0.14
0.11
3.61
148
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi
Partisi)
20.HYP
Toplam
21.100
3.409
2.451
4.618
6.685
2.258
23
2
1
0
2
3
0.07
0.01
0.00
0.00
0.01
0.01
203
0
0.00
5.566
32.072.363
4
32.392
0.01
100.00
Tablo 6 2009 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 48.049.446
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP
11.ÖDP
12.DTP
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP
20.HYP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:
Alınan
Geçerli Oy
Sayısı
15.353.553
9.229.936
6.386.279
1.536.847
2.079.701
1.139.878
172.279
943.765
304.361
167.986
67984
2.277.777
48.939
85.507
2285
29.392
41.818
114.243
36
172.279
39.988.763
Katılım Oranı:%85.33
Kazanılan
Üyelik Sayısı
Kazanılan Üyelik Oranı (%)
1.889
612
414
45
29
26
7
18
4
1
0
235
1
0
0
0
0
0
0
0
3.281
57.57
18.65
12.62
1.37
0.88
0.79
0.21
0.55
0.12
0.03
0.00
7.16
0.03
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
100.0
Tablo 7 2004 ve 2009 Yerel SeçimlerindeAKP ve Diğer Partilerin Aldıkları Oyların
KarĢılaĢtırılması
2004
2009
Bld .Mec. Ġl.Gnl. Mec. Bld. BĢk.
Bld .Mec.
Üyeliği
Üyeliği
Üyeliği
Toplam Geçerli Oy 24.074.027 23.893.656 32.268.496 32.221.536 32.072.363
Bld. BĢk.
AKP
Diğer Oyların Top.
9.674.306 9.635.145 13.477.287
(% 40.18) (%48.25)
(%70.94)
14.399.721 14.258.511 18.791.209
12.449.187 12.237.325
(%38.64)
(%45.48)
19.772.349 19.835.325
Ġl.Gnl. Mec.
Üyeliği
39.988.763
15.353.553
(%57.57)
24.635.210
149
AKP 2004‘de Belediye BaĢkanlığı seçimlerinde %40.18, Belediye Meclisi seçimlerinde %48.25
ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %70.94 oranında oy almıĢtır.
2009 Yerel Seçimlerinde AKP‘nin Belediye BaĢkanlığı için aldığı oy oranı %38.64, Belediye
Meclisi seçimlerinde %45.48 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %57.57 oranında oy almıĢtır.
AKP‘nin, 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi ile (seçmen sayılarındaki
artıĢın etkisini dıĢarda bırakarak) 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi oranlar
üzerinden karĢılaĢtırıldığında, genel seçimlerdeki artıĢın aksine yerel seçimlerde (belediye baĢkanlığı,
belediye meclis üyeliği ve ilgenel meclisi üyeliği seçimlerinin hepsinde) oyların düĢme eğilimi
görülmektedir.Bir baĢka nokta, 2009 yerel seçimlerine katılım oranı 2004 seçimlerinden yüksek iken,
AKP‘nin aldığı oylar düĢmüĢtür.
Ancak, 12 Kasım 2012‘de TBMM‘den geçip, 6 Aralık 2013‘de Resmi Gazete‘de yayınlanan ve 30
Mart 2014 Yerel Yönetim Seçimleriyle yürürlüğe girecek olan 6360 sayılı BüyükĢehir Yasası ile
oluĢturulan yeni BüyükĢehirler, kır ve kentiyle bir bütün olarak Belediye tarafından yönetilebilme
özelliği kazanıyorlar.
Yeni BüyükĢehir Yasası, nüfusu 750 bin ve üzeri olan illere BüyükĢehir statüsü
kazandırmaktadır.Bu yasayla, BüyükĢehir Belediyelerinin il mülki sınırlarına uzanan yapısıyla köyler
ve belde belediyeleri kaldırılıp, mahalleye dönüĢtürülerek belediye sınırları içerisine katılmıĢtır. Bu
durum, ilin geneli için olduğu gibi, ilin tüm ilçeleri için de geçerlidir.
BüyükĢehirlere bağlı ilçe belediyeleri de ilçe sınırlarının tamamına yönelik hizmet verecek
yerinden yönetim birimlerine dönüĢmüĢ oluyor.
Köyler mahalleye dönüĢürken, en küçük mahalle nüfusunun 500‟den az olamayacağı da hükme
bağlanıyor. Böylece, hem büyükĢehir, hem de ilçelerin seçilmiĢ Belediye BaĢkanları, artık sadece
kentsel alanlarda yaĢayanların değil, il ya da ilçede yaĢayanların tamamının Belediye BaĢkanları
oluyorlar.
Aynı süreçte alınan bir baĢka kararla, Ġl Özel Ġdareleri kaldırılarak, bu idarelerin yetkileri Valiliğe
devri sözkonusu. Ayrıca ilin merkezi devlet yönetimiyle bağlantısını kurma, koordinasyon sağlama ve
süreci izleme göreviyle illerde Valiye bağlı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Kurulları
oluĢturulmaktadır. Bu kurulların yönetmeliğini hazırlama görevi ise ĠçiĢleri Bakanlığı‘na veriliyor.
Böylece, BüyükĢehir niteliği kazanmıĢ ilin yönetimi için seçilmiĢ bir BüyükĢehir Belediye BaĢkanı ve
bir de iktidar adına yatırımları hem izlemek, hem de koordinasyonunu sağlamak üzere atanmıĢ Valisi
olmuĢ oluyor (Sezgin Tüzün,bianet,5 Ağustos 2013).
Bu yeni yasanın getirdiği köklü değiĢiklik nedeniyle önceki yerel seçimlerle 2014 Yerel
seçimlerinin karĢılaĢtırılmasının sağlıklı olmayacağı açıkça görülmektedir. Yasaya göre, 30 ilde
yapılacak yerel yönetim –belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği-seçimlerinde, tüm ilin
seçmenleri kır-kent ayırımı olmadan oy kullanacaktır. Bu da 2014 yerel seçimlerinde 2009 belediye
seçimlerine göre önemli oranda seçmen artıĢıyla karĢılaĢılacağını ortaya koyuyor.
Türkiye‘deki kayıtlı her dört seçmenden üçü 2014 yerel yönetim seçimlerinde BüyükĢehir
seçmenlerini oluĢturacak.Bu seçmenlerin de yarısına yakın kısmı, yeni BüyükĢehir statüsü gereği,
BüyükĢehir seçmeni olmuĢ eski kır seçmenleri ve ilçe Belediye BaĢkanlığı için oy kullanmıĢ kent
seçmenlerinden oluĢuyor. Dolayısıyla 2009-2014 Belediye BaĢkanlığı seçimleri –hem büyükĢehir hem
de ilçeler için- kapsamları bağlamında karĢılaĢtırılabilir seçimler olma özelliklerini yitirmiĢ oluyorlar.
Belediye sınırlarının ilçenin kent merkezinden ilçenin ilçenin mülki sınırlarına taĢınması durumunda
karĢılaĢtırma için kullanılabilecek tek veri, ilçe Ġl genel Meclisi seçim sonuçları olabiliyor. Bu
sonuçlar AKP ve diğer partilerin kazandıkları Belediye BaĢkanlığı sayıları açısından karĢılaĢtırmalı
olarak irdelenecek olursa:
1. AKP 508 ilçenin 250‘sinde Belediye BaĢkanlığı kazanmıĢken, seçim ilçe sınırlarını kapsar
biçimde geniĢletildiğinde ve Ġl genel Meclisi seçimlerinde AKP‘nin birinci olduğu ilçeler gözönüne
alınarak yeni dağılım hesaplandığında AKP 97 ilçede daha Belediye BaĢkanlığı kazanabilecek konuma
gelmiĢ oluyor.
150
2. Diğer partiler ve bağımsızlar 258 Belediye BaĢkanlığı kazanabilmiĢken, seçim kapsamı ilçenin
tamamına dönüĢtüğünde ortaya çıkan ilçenin birinci partisinin AKP dıĢında bir parti olması
durumunda kazanılabilen Belediye BaĢkanlığı sayısı 161‘e geriliyor (Sezgin Tüzün, Bianet,5 Ağustos
2013).
Yeni BüyükĢehir yasasının yönetsel bakımdan değerlendirilmesini bir yana bırakırsak, 2014 Yerel
Seçimlerinde siyasal bakımdan iktidar partisinin elini güçlendireceği görülüyor.
SONUÇ
Türkiye‘de demokrasinin meĢruiyetini çoğunlukçulukta bulan anlayıĢtan, zamanın ruhuna uygun
bir katılımcı/çoğulcu anlayıĢa evrilmesi, güçlü bir iktidarın karĢısında güçlü bir muhalefetin varlığını
gerektirir. 2000‘li yıllardaki Türk siyasetinin anahtar sözcüklerinden birinin ―istikrar‖ olmasının, her
ne kadar 90‘lı yılların siyasal istikrarsızlığına dönük bir toplumsal refleks yanı da olsa, temsilde
adaletin siyasal istikrar uğruna görmezden gelinmesi demokrasi bakımından bir tehdittir. Bu tehdit,
muhalefet unsurlarının konumlarının farkındalığı ve Gramsci‘nin hegemonya kuramından ilhamla,
kendilerini ―toplumsal nesne değil‖, ―toplumsal özne‖ olarak görmeleriyle berteraf edilebilir.
Burada, öncelikle, bu durumun pratik karĢılığı olarak, iktidarda olanların benimsemeye daha fazla
yatkın olduğu ―en fazla oy alanın meĢruluğu‖nun radikal eleĢtirisi bir yana, kendi mantığı içindeki
çeliĢkisi dikkat çekicidir. Demokrasiyi ―en fazla oy‖ mantığına indirgediğimizde, iktidarın aldığından
daha fazla oy/daha fazla irade dıĢarıda ise, bunun nedenleri (temsili demokrasi, seçim sistemi, seçim
barajı, siyasal partiler yasası...vs. ) ve daha da önemlisi, verili koĢullardaki pratik olanaklar üzerinde
düĢünmekte yarar olmalıdır. Çünkü, demokrasilerde, kurumsal düzenlemelerden ötede, nihai olarak
iktidarın gücünü dengeleyen muhalefettir. (Ayrıca, ―kiĢisel olan siyasaldır‖ anlayıĢıyla bakılsa bile her
siyasal yapılanmanın temsili fiilen olanaklı değildir. Bu anlamda mesele pratik çözüm arayıĢları bir
yana, yukarıda da ifade edilebildiği gibi, muhalif bir düĢüncenin iktidara gelebilme Ģansının/yollarının
açık olmasıdır).
Türkiye‘de muhalefet partilerinin durumu (2004 ve 2009 yerel seçimlerine katılan partilere
baktığımızda) parçalı olması, ideolojik farklılıkları ve seçim barajı gibi kısıtlarının olması ve böylece
parlamentoda temsil Ģansları olmamasının yanında, iktidarın hegemonik gücünün artmasını
kolaylayan, hatta bir bakıma destekleyen bir olgu görünümündedir. Aralarında ideolojik uzlaĢı
olasılığı son derece zayıf, hatta olanaksız görünen bu partilerin, ―demokratik varoluĢ refleksi‖yle ve
―kendi kimlikleri‖ ile iktidara karĢı bir yerel seçim iĢbirliği yapabilmeleri olasılığı görece daha
kuvvetlidir.
Nitekim ĠĢçi Partisi‘nin Milli Merkez yaklaĢımı benzer bir arayıĢın sonucudur. Ancak, ―yerel
seçimler için stratejik ve demokratik uzlaĢı‖ nın ikna yeteneği, kendileri (milli merkez gibi) baĢlı
baĢına bir ideolojik duruĢ ya da tercihin tezahürü olan kavramsallaĢtırmalardan daha güçlü
görünmektedir. Burada siyasal partilerin ve tabanlarının ideolojik kaygılarını azaltabilecek bir baĢka
konu, böyle bir iĢbirliğinin liderliğini kimin yaptığıyla da yakından ilgili görülebilir. Bu nedenle,
seçim iĢbirliğine liderlik yapacak partinin ideolojik kimliğinden daha önde durması gereken siyasal
pozisyonudur ki, bu da liderlik rolü için ana muhalefet partisini iĢaret eder.
Son olarak, Yeni BüyükĢehir Yasası‘nın olumlu ve olumsuz eleĢtirileri mümkün olmakla birlikte,
özellikle zamanlama açısından pratik bir okuması iktidar partisinin katıldığı yerel seçimlerdeki
oylarının düĢüĢ eğilimini tersine çevirme gayretinin bir sonucu olduğudur denilebilir. Bu ise,
demokrasi için seçim iĢbirliğinin önemini artırmaktadır.
KAYNAKÇA
Besley,T.,Coate,S. (1988).Sources of in a Representative Democracy: A Dynamic Analysis,The
American Economic Review, Vol.88,No.1(Mar.), 139-156
Çarkoğlu,A.,Toprak,B.(2006).Değişen Türkiye‟de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV Yayınları.
CoĢar, S. (2002).Türkiye Bağlamında Yeni Siyaset:Yeni Bir Siyasal Etiğe Doğru, Doğu-Batı Dergisi,
Yeni Devlet Yeni Siyaset, 03,s.103-115
151
Tekin,Y.,Çiftçi,S.(2006).Temsil Krizi Tartışmalarına Bir Katkı: 22. Dönem TBMM‟nde Yapılan Bir
Alan Araştırmasının Sonuçları Işığında Türk Siyasal Yaşamında Demokratik Temsil İlkesinin
Görünümü, SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ ĠKTĠSADĠ VE ĠDARĠ BĠLĠMLER FAKÜLTESĠ DERGĠSĠ,
Sayı: 11, 69-90, (2006).
Tüzün,S.(2013).Yeni Düzenlemelerin Yerel Yönetim Seçimlerine Etkileri, www.bianet.org/05 Ağustos
2013
Tüzün,S.(2013). Belediye Başkanlığı Seçimlerinde Aday Etkisi, www.bianet.org
www.ysk.gov.tr
152
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ
Mezher YÜKSEL1
ÖZET
Bu çalıĢma 2002 yılından beridir Türkiye‘de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin
(AKParti) toplumsal kökenleri ile ilgilenmektedir. Bu amaçla üç dönem üst üste parti saflarında
parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç milletvekilinin doğum yeri, cinsiyeti, eğitim durumu gibi
özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin verilerden
hareketleAKPartinin toplumsal niteliği ortaya konulmaktadır. Diğer bir ifade ile, on yılı aĢkın bir
süredir siyasal alanda egemen aktörler olarak yer alan bu yeni seçkinlerin toplumsal kökenlerine, sahip
oldukları sosyo-kültürel sermayelerine ve sınıfsal aidiyetlerine iliĢkin sosyolojik bir analiz
yapılmaktadır. ÇalıĢmanın AKParti döneminde uygulanagelen temel politikaları açıklama ve anlama
çabalarına ve Türkiye‘de genel olarak siyasal alanın daha özelde ise parlamenter seçkinlerin geçirdiği
değiĢimi tarihsel bir bağlam içerisinde değerlendirmek amacıyla yapılacak araĢtırmalara katkıda
bulunması da hedeflenmektedir.
Anahtar Kavramlar: Adalet ve Kalkınma Partisi, siyaset, parlamenter seçkinler.
ABSTRACT
This study is about the social origins of the deputies of the Justice and Development Party (JDP)
that has been in power in Turkey since 2002. In this research I attempt to demonstrate social
characteristics of the JDP with a specific attention to the 73 Members of Parliament, who have been
elected as MPs for the three periods that the JDP has been in power. I will focus on the following
demographic characteristics of these 73 MPs: place of birth, gender, and educational status along side
their previous jobs and Professional backgrounds before they were elected to the Parliament. In other
words, with particular attention to their social origins, socio-cultural capital and social class, I attempt
a sociological analysis of these new elites that have been holding political power in Turkey forover a
decade. This study is an original contribution to the field in tworespects. First, it helps us beter
understand and explain the policies that have been put into effect by the JDP. Secondly, this researchs
hed slight on the historical contextualization of the political sphere in Turkey in general and the
change that Turkish parliamentary elites have undergone throughout the Republican history, in
particular.
Keywords: Justice and Development Party (JDP), politics, parlamentarian elites.
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ
Türkiye‘de 2002 yılında yapılan genel seçimler sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)
yüzde otuz beĢ oy alarak iktidara geldi. Daha sonra yapılan iki genel seçimi de kazandı ve çok partili
dönemde ülkeyi en uzun süre yöneten parti oldu2.Partinin kurucu ve ileri gelenleri partilerini
muhafazakar-demokrat bir kitle partisi olarak tanımlamakta3, daha önce Demokrat Parti (DP)
veAnavatan Partisi (ANAP)ile temsil edilen merkez sağ siyasal geleneğin temsilcisi olduğunu
vurgulamaktadırlar. Öte yandan partinin güçlü bir milli görüĢ mirasına sahip olduğu da bilinmektedir.
1
Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,mezheryuksel@yahoo.com
AKParti oy oranınıönce 2007 yılında % 47‘ye daha sonra 2011 yılında ise % 50‘ye çıkardı ve 1950-1960
arasında iktidarda olan DP‘yi geride bırakarak çok partili dönemde en uzun süre ülkeyi yöneten parti oldu
(TÜĠK: 2012).
3
Bu konuda kapsamlı ve içeriden bir çalıĢma için aynı zamanda baĢbakanın danıĢmanlığını da yapan Ankara
milletvekili Yalçın Akdoğan‘ın (2004) Muhafazakar Demokrasi isimli çalıĢmasına bakılabilir.
2
153
DeğiĢtiklerini belirtseler de4 baĢta partinin kurucu baĢkanı ve baĢbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak
üzere partinin önde gelen üyelerinin önemli bir kısmı milli görüĢ geleneği içerisinde yer almıĢ, aktif
siyaset yapmıĢ kimselerdir5.
Merkez sağ gelenek ile milli görüĢ siyasal tecrübesini bir araya getiren AK Partinin toplumsal
kökenleri bu çalıĢmanın konusunu oluĢturmaktadır. Diğer bir ifade ile partinin öne çıkan sosyal
özelliklerinin neler olduğu, ne tür bir beĢeri ve kültürel sermayeye sahip olduğu ve hangi sınıfsal
dinamiklerden beslendiği gibi sorular bu çalıĢmanın cevabını aradığı sorulardır. Bu amaçlapartinin üç
dönem üst üste parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç üyesinin doğum yeri, cinsiyet, eğitim gibi
özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin veriler kullanılarak
partinin toplumsal kökenlerine dair bir tartıĢma yürütülmektedir6.
Ak Parti sözcüleri ve temsilcilerinin sıklıkla kullandıkları argümanlardan bir tanesi Türkiye partisi
olduklarıdır. Bu argüman özellikle seçimlerin ardında elde ettikleri baĢarıyı vurgulamak, rakip siyasi
partilerden daha geniĢ bir toplumsal ve bölgesel desteğe sahip olduklarını belirtmek üzere kullanılan
bir argümandır. Seçim sonuçları göz önüne alındığında bu argümanın doğru ve haklı olduğu görülür.
Örneğin 2011 yılında yapılan son genel seçimlerde aldığı yüzde elli oy oranı ile sadece Türkiye
genelinde değil aynı zamanda bölgeler bazında da birinci olmuĢtur. Öte yandan çalıĢmamıza konu olan
üyelerin doğum yeri verileri incelendiğinde AK Partinin Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri tabanlı bir
parti olduğu görülmektedir.
YetmiĢ üç vekilden yirmi bir tanesi Karadeniz, on yedi tanesi ise Ġç Anadolu Bölgesi doğumludur.
Diğer bir ifade ile yüzde elliden fazlası iki bölgedendir. Buna karĢılık Ege Bölgesi doğumlu vekillerin
oranı yaklaĢık olarak yüzde yedi Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde doğmuĢ olanların
oranı ise yaklaĢık yüzde sekizerdir. Geriye kalan diğer iki bölgede, Doğu Anadolu ve Akdeniz, ise bu
oranlar sırasıyla yüzde on iki ve on birdir. Doğum yeri bakımından dikkat çeken bir diğer nokta
Trabzon ve Kayseri doğumluların yüksek temsil edilme oranıdır. BeĢer milletvekili ile en fazla temsil
edilen bu iki il, Ege Bölgesi ile aynı sayıda Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleridoğumlu (6)
olanlara ise yakın sayıda üyeye sahiptirler.
Kurucu-önde gelen kadrolarının belli bir bölge ile sınırlı olması bakımından AK Parti ile
Demokrat Parti arasında önemli bir benzerlik söz konusudur. 1950-1960 arasında kurulan Demokrat
parti kabinelerinde yer alan vekillerin doğum yerlerine baktığımızda Ege Bölgesi doğumluların oranı
yüzde otuz üç Marmara Bölgesinde doğmuĢ olanların oranının ise yüzde yirmi dokuz olduğunu
görüyoruz.
Mekânsal-bölgesel dağılımdan daha çarpıcı olanı üyelerin cinsiyetlere göre dağılımıdır. Bu
itibarıyla bakıldığında kadın vekil sayısının ve temsil oranının oldukça düĢük olduğu görülmektedir.
YetmiĢ üç milletvekilinden sadece üç tanesi kadındır. Esasen kadınların genel olarak siyasette daha
özelde ise parlamentoda düĢük oranda temsil edilmesi AK Partiye özgü bir durum olmayıp Türkiye
genelinde gözlenen bir durumdur. Örneğin çok partili dönemin ilk elli yılı ortalaması yüzde ikinin
altındadır (TÜĠK: 2012:5). Bu durum 2000‘lerden sonra değiĢmeye baĢlamıĢ ve önce 2007 yılında
yüzde dokuza daha sonra 2011 yılında ise yüzde on dörtün üzerine çıkmıĢtır. AB üyesi ülke değerleri7
ile karĢılaĢtırıldığında bu oranların da çok düĢük kaldığı görülmektedir.
Siyasal temsildeki bu erkek egemen tabloda 2000 sonrası dönemde ortaya çıkan değiĢimde AK
Partinin önemli katkısı vardır. 2002-2011 arası dönemde yapılan üç genel seçim sonunda meclise giren
4
DeğiĢtikleri yönündeki açıklamalar zaman içinde azalmıĢ olsa da iktidarlarının ilk iki döneminde milli görüş
gömleğini çıkardık Ģeklinde özetlenen bir Ģekilde basında sıklıkla yer alıyordu.
5
2007 yılında cumhurbaĢkanı seçilmesi üzerine parti ile yasal bağları kopmuĢ olsa da bugün parti tabanında
saygı ve kabul gören Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi ilk defa milli görüĢ çatısı altında siyasete atılanlar ve
Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi siyasete ANAP‘ta baĢlamıĢ ancak daha sonra milli görüĢ partilerine
geçmiĢ olanlar buna bir kaç örnektir.
6
Milletvekillerine ait burada yer veriler için Ģu kaynaklar kullanıldı; TBMM: 2010 ve 2012.
7
AB üyesi ülkelerdeki oranlar yüzde yirmi ile kırk beĢ arasında değiĢmektedir. Özellikle kuzey Avrupa
ülkelerinde yüzde kırklar düzeyinde olup en yüksek temsil oranına sahip ülke yüzde kırk beĢ ile Ġsveç‘tir (TÜĠK:
2012: 5).
154
toplam yüz elli üç kadın milletvekilinden seksen dokuzu AK Partilidir. Bu sayı 1950-1995 arası kırk
beĢ yıllık dönemde oluĢan on iki parlamentoda görev alan kadın milletvekili toplamından daha
fazladır. Kadınların parlamentoda temsili meselesinde AK Partinin katkısı sayı ve oran ile sınırlı
değildir. Daha önceki çok partili parlamentolarda görev alan kadın milletvekillerinin büyük bölümü
metropol kentleri temsilen seçiliyorken AK Parti ile birlikte bir çok taĢra kentini temsilen ilk defa
kadın vekil parlamentoya girmeye baĢlamıĢtır. Ağrı, Aksaray, Denizli, Gaziantep, Mardin ve Van gibi
illerde cumhuriyet tarihinde,Erzurum, Konya, Malatya, Trabzongibi illerde ise çok partili döneme
geçildikten sonra ilk defa kadın milletvekili seçilmiĢtir.
TaĢra kentlerinin kadın milletvekilleri tarafından temsil edilmesi esasen tek-parti dönemi siyasal
pratiğidir. Örneğin 1935 seçimlerinde cumhuriyetin ilk kadın milletvekilleri olarak parlamentoya giren
on sekiz kadın üyeden on beĢ tanesi Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir dıĢında kalan kentleri temsil etmek
üzere seçilmiĢlerdir. Bu kentler Edirne‘den Erzurum‘a, Afyon‘dan Diyarbakır‘a, Balıkesir‘den Sivas‘a
Türkiye‘nin değiĢik bölgelerinden illerdir (TÜĠK: 2012: XI).
AK Partinin kadınların siyasal yaĢama daha fazla dahil edilmesi yönündeki siyaseti milli görüĢ
geleneğinin 1990‘lardaki tecrübesinden izler taĢımaktadır. Söz konusu tecrübe büyük ölçüde siyasal
propaganda çalıĢmalarında kadın üyelerinin aktif görev alması ve bunun için gerekli olan kadın
örgütlenmesi ile sınırlı idi. Diğer bir ifade ile bu pratik kadınların parti yönetiminde veya yerel ve
ulusal meclislerde görev almasından ziyade yerel ve genel seçim süreçlerinde propaganda
faaliyetlerinde yer almasını içermekteydi. Erdoğan‘ın partili kadınların örgütlenmesine özel bir önem
verdiği ve RP Ġstanbul il baĢkanlığı döneminde otuz iki ilçede kadın kolları kurduğu belirtilmektedir
(Besli ve Özbay: 2010: 66).
Kadınların siyasal yaĢama daha fazla katılımı yönündeki bu tutum ve buna bağlı olarak partide ve
parlamentoda artan kadın varlığı cinsiyet eĢitliği kapsamında kadınlar lehine önemli yasal
düzenlemelerin hayata geçirilmesini sağlamıĢtır. Bir kısmı AB uyum sürecinin gereği olarak yapılmıĢ
olsa da baĢta ceza ve çalıĢma yasaları olmak üzere çeĢitli yasalarda yapılan düzenlemeler ile kadınlar
lehine önemli değiĢiklikler gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha önce aile ve toplum düzenine karĢı suç olarak
kabul edilen cinsel suçların bireye yönelik suçlar kapsamına alınması, bekaret kontrolünün yargı
kararına bağlanması, evlilik içi tecavüz ve cinsel tacizin yasa kapsamına alınması, evlilikte mal rejimi
kadının lehine değiĢtirilmesi, çalıĢma yasasında eĢit iĢe eĢit ücret ilkesi getirilmesi bunlardan
bazılarıdır. (AK Partinin kadın politikası hakkında genel bir değerlendirme için bakınız; Bora: 2012).
Eğitim düzeyleri ve Türkçe dıĢında bildikleri dil gibi verilerden hareketle milletvekillerinin
entelektüel birikimleri ve kültürel sermayelerine iliĢkin bir değerlendirmeyapmak mümkündür. Söz
konusu veriler milletvekillerinin siyasal kimlikleri ve siyasi yelpazedeki konumları hakkında doğrudan
bir fikir vermese de özellikle kültürel coğrafyadaki yerleri ve kültürel beslenme kaynakları hakkında
fikir verebilecek önemli bir göstergedir. Bu çerçevede eğitim durumlarına bakıldığında iki milletvekili
iki diplomaya sahip olmak üzere yetmiĢ iki vekilin üniversite mezunu olduğu görülmektedir.
Bunlardan on altısı yüksek lisans on üçü ise doktora derecesine sahiptir.
Üniversite mezunlarının bitirdikleri bölümlere göre dağılımları Tablo 1‘de verilmiĢtir. Tablo 1‘de
de görüldüğü üzereyirmi dört milletvekili ile hukuk fakültesi mezunlarıilk sırada gelmektedir. Ġkinci
sırada bulunan mimarlık-mühendislik fakültesi mezunlarını iktisat, iĢletme, maliye ve ekonomi
bölümü mezunları takip etmektedir.Siyasal bilgiler, ilahiyat, eğitim ve tıp fakültelerinden derece almıĢ
olan vekillerin oranı yüzde onun altındadır. Diğer grubunda yer alan dört milletvekiliise insan
kaynakları, kimya, Türk dili ve edebiyatı ile veterinerlik bölümlerinden mezun olmuĢlardır.
155
Tablo 1: Milletvekillerinin bitirdikleri fakülte veya bölümlere göre dağılımı
Bitirilen bölüm veya fakülte
Hukuk Fakültesi
Mühendislik &Mimarlık Fakültesi
Ġktisadi Ġlimler (Ġktisat & ĠĢletme & Maliye & Ekonomi)
Siyasal Bilgiler & Kamu Yönetimi & Uluslararası ĠliĢkiler
Ġlahiyat Fakültesi
Eğitim Fakültesi
Tıp & DiĢ Hekimliği Fakülteleri
Diğer
Toplam
KiĢi
24
14
12
7
6
4
3
4
74*
%
32,4
18,9
16,2
9,5
8,1
5,4
4,1
5,4
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
* Üniversite mezunlarının sayısı 72 olmakla birlikte iki milletvekili iki üniversite derecesine sahip
olduklarından değerlendirme 74 üzerinden yapıldı.
Milletvekillerinin sadece yüksek eğitim düzeyine sahip olmadığı aynı zamanda yüksek yabancı dil
bilgisine de sahip oldukları anlaĢılmaktadır. Bu itibarlabakıldığında altmıĢ üçünün Türkçe dıĢında en
az bir dil bildiği, baĢka bir dil bilmeyenlerin sayısının ise on olduğu görülmektedir. Diğer bir ifade ile
yüzde seksen altısı en az bir farklı dil bilmektedir. Bunlardan en büyük grubu oluĢturan ve sadece bir
dil bilenlerin sayısı kırk dört iken iki dil bilenler on beĢ, üç dil bilenlerin sayısı ise dörttür.
Bilinen dillerin dağılımına bakıldığında ilk sırada Ġngilizce olduğu görülmektedir. Elli bir
milletvekili Ġngilizce bildiğini beyan etmiĢtir. Diğer bir ifade ile milletvekillerinin yüzde yetmiĢi
Ġngilizce bilmektedir. Ġkinci sırada on üç kiĢi ile Arapça bilenler gelmektedir. Onları on bir kiĢi ile
Fransızca ve sekiz kiĢi ile Almanca bilenler takip etmektedir. Birer milletvekili ise Farsça, Japonca ve
Abhazca bilmektedir.
Türkçe dıĢında bilinen dillere iliĢkin verilerin ortaya koyduğu bir kaç husus vardır. Birincisi
Arapça bilenlerin sayısının yüksekliğidir. Ġlahiyat fakültesi mezunu vekil sayısının altı olduğu göz
önüne alındığında önemli oranda milletvekilinin özel bir ilgi ile Arapça öğrendikleri anlaĢılmaktadır.
Öte yandan bu oranın AK Parti ortalamasından düĢük olduğunu belirtmek gerekir. Ġkinci husus genel
olarak yerel diller daha özelde ise Kürtçe konusundaki bilgisizliktir. Örneğin aralarında kabinede görev
alan bazı üyelerin de bulunduğu bazı vekiller Kürtçe bilmelerine rağmen bunu beyan etmemiĢlerdir.
Son olarak milletvekillerinin yüzde seksen beĢten fazlası en az bir yabancı dil bilmesine karĢılık
bilinen dillerin büyük kısmı batı dilleri olup çeĢitlilik bakımından zayıftır.
Ak Partinin toplumsal kökenlerini açıklamak üzere baĢvurulabilecek en önemli araçlardan bir
tanesi milletvekillerinin mesleklerine ve seçilmeden önce yaptıkları iĢlere iliĢkin verilerdir. Söz
konusu verilerde öne çıkan hususları tartıĢmaya geçmeden önce genel görünümüne kısaca bakmakta
fayda vardır. Tablo 2‘de de görüldüğü üzere ilk sırada hukukçular gelmektedir. Esasen hukuk fakültesi
mezunu sayısı yirmi dört olmakla birlikte iki tanesi hukuk dıĢında mesleğe mensup olduklarını beyan
etmiĢlerdir. Ġkinci sıradaki mühendis ve mimarları iktisatçı, iĢletmeci, ekonomist ve maliyecilerden
oluĢan meslek grubu takip etmektedir. Daha sonra sırasıyla eğitimci, mülki amir, sanayici & tüccar,
özel sektörde yönetici ve doktor & diĢ hekimi gibi mesleklere mensup milletvekillerinin toplam
içindeki payı yaklaĢık yüzde yirmi beĢtir. Son olarak diğer grubunda yer alan ve sosyolog, siyaset
bilimci, veteriner ve kimyager gibi farklı mesleklere mensup milletvekillerinin toplamı beĢtir.
156
Tablo 2: Meslekleri itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı
KiĢi
22
14
10
7
5
4
3
3
5
73
Meslek
Hukukçu
Mühendis &Mimar
Ġktisatçı & ĠĢletmeci &Ekonomist & Maliyeci
Eğitimci
Mülki Amir
Sanayici &Tüccar
Özel Sektörde Yönetici
Doktor &DiĢ Hekimi
Diğer
Toplam
%
30,1
19,2
13,7
9,6
6,8
5,5
4,1
4,1
6,8
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
Tablo 3 milletvekillerinin seçilmeden hemen önce yaptıkları iĢlere göre dağılımı vermektedir.
Eğitim ve meslek bilgisi verileri ile de uyumlu olarak ilk sırada avukatlık gelmektedir.Ġkinci sırada
müteĢebbis olarak tarif edebileceğimiz ve ticaret, sanayi ve müteahhitlikle iĢtigal edenler
bulunmaktadır. Mülki amir, genel müdür, müsteĢar gibi kamuda üst düzey yöneticilik yapanların
sayısı ise ondur.YaklaĢık tamamı üniversitede öğretim üyeliği olmak üzere on milletvekili seçilmeden
önce eğitim-öğretim alanında görev yapmıĢtır. Yedi milletvekili en son yaptığı iĢ olarak yerel
yöneticilik altı tanesi ise özel sektörde yöneticilik Ģeklinde beyanda bulunmuĢtur. Doktor, gazeteci ve
mali müĢavir olarak hayatını idame ettirenlerin toplamı altıdır.
Tablo 3: Seçilmeden önce yaptıkları son iĢ itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı
En Son Yapılan ĠĢ
Avukatlık
Sanayi & Ticaret &Müteahhitlik
Kamuda Yöneticilik
Eğitimci
Yerel Yönetici
Özel Sektörde Yöneticilik
Gazeteci
Doktor
Mali MüĢavir
Diğer
Toplam
KiĢi
%
18
13
10
10
7
6
2
2
2
3
73
24,7
17,8
13,7
13,7
9,6
8,2
2,7
2,7
2,7
4,1
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
Eğitim düzeyleri, mesleki geçmiĢleri ve seçilmeden önce yaptıkları iĢler birlikte ele aldığında bir
kaç husus öne çıkmaktadır. Ġlki ve belki de en dikkat çekici olanı milletvekillerinin yaklaĢık üçte
birinin hukuk eğitimi almıĢ, hukuk mesleğini icra etmiĢ olmasıdır. Bu oran sadece AK Partigrup
ortalamasının değil aynı zamanda parlamento ortalamasının üstündedir. Parlamentoda veya herhangi
bir siyasi partide hukukçuların, özellikle de avukatlarıngörece yüksek oranda temsil edilmelerinde bu
meslek grubunun sahip olduğu çeĢitli mesleki avantajların rolü kuĢkusuz vardır. Benzer biçimde
parlamenter bir hukuk devletinde yasama organında hukuk bilgisi ve tecrübesine sahip üyelerin görece
yüksek oranda temsil edilmesi beklenebilir bir durumdur. Diğer bir ifade ile bir tür hukuk üretme
157
faaliyeti olan yasama faaliyetininhukuk bilgisine sahip üyelertarafından gerçekleĢtirilmesinde
yadırganacak bir durum yoktur.
Öte yandangerek TBMM‘deki vekillerin mesleki kompozisyonunda zaman içinde yaĢanan ve
1980‘lerden sonra hukukçuların payında düĢüĢ Ģeklinde meydana gelen değiĢimler gerekse 2002-2011
arası dönemde AK Parti gruplarındaki hukukçu üye oranlarında yaĢanan düzenli artıĢ8 ile birlikte ele
alındığında partinin çekirdek kadrosundayüksek oranda hukukçuya yer verilmesinibir tür savunma
refleksi veya tedbir olarak okumak mümkündür. Bilindiği gibi milli görüĢ geleneğine bağlı siyasi
partilerin bir çoğuAnayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıĢtır. Dahası 2007 yılında iktidarda
bulunduğu dönemde AK Parti de kapatılma talebiyle Anayasa mahkemesinde yargılanmıĢ ve bir oy
farkla faaliyetlerine devam etmesine karar verilmiĢti.
Ġkinci dikkat çekici husus partinin sınıfsal niteliği ile ilgilidir. YetmiĢ üç vekilden on üç tanesi
seçilmeden önce yaptıkları son iĢ olarak sanayi, ticaret ve müteahhitlik faaliyetini beyan etmiĢtir. Son
iĢ ile sınırlamadan baktığımızda bu sayının on sekize çıktığını görüyoruz. Son iĢ olarak altı, genel
toplamda ise on bir milletvekili özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Kısacası yaklaĢık otuz milletvekili
daha önce ya kendi iĢinin patronu olmuĢ veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Bu üyelerin meslek
örgütü üyeliklerine baktığımızda dört tanesinin Müstakil Sanayici ve ĠĢadamları
Derneği‘ne(MÜSĠAD) üye olduğunu görüyoruz.9MüteĢebbis veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢ
üyelerin sadece parti içinde değil aynı zamanda hükümette de etkili olduğunu ve altı tanesinin
kabinede görev aldığını görüyoruz.
Öte yandan iĢçi sınıfının temsili açısından bakıldığında hiç iĢçi olmadığı ancak bir üyenin
seçilmeden önce sendikacılık yaptığı görülmektedir10. Özel sektörde profesyonel yöneticilik yapmıĢ
olanlar ile ticaret ve sanayi ile uğraĢanların neredeyse tamamı Anadolu sermayesi denilen görece
küçük ve orta büyüklükteki iĢletmelerdir. Bu bakımdan da Milli görüĢ geleneğinden izler taĢır.
Özellikle bu geleneğin gerek 1970‘lerde siyasal partileĢme sürecinde olsun gerekse 1990‘larda iktidara
giden yükseliĢinde olsun Anadolu sermayesi olarak tanımlanan bu küçük ve orta ölçekli sermayenin
rolü önemlidir11.
Üçüncü bir nokta partinin sosyal özellikleri ve toplumsal kökenlerinden ziyade egemen siyaset
paradigmasındaki değiĢime iliĢkindir. Tablo 1 ve tablo 2‘de de görüldüğü üzere üçüncü büyük grubu
iktisat, iĢletme, ekonomi ve maliyeden oluĢan iktisadi ilimler kökenliler oluĢturmaktadır. Bu durum
özellikle 1980 sonrası TBMM‘nin mesleki kompozisyonunda görülen değiĢme eğilimi ile de paralel
olup siyaset algısında yaĢanan bir kırılmaya ve yükselen yeni siyaset algısına iĢaret etmektedir. 19501980 arası dönemde yüzde otuzlar düzeyinde seyreden hukuk kökenli üyelerin oranında 1980
sonrasında anlamlı düĢüĢ yaĢanırken buna karĢılık iktisadi ilimler kökenli üyelerin oranında dikkat
çekici bir artıĢ yaĢanmıĢtır.
Bu değiĢimde baĢka etkenlerin de rolü kuĢkusuz vardır ancak bu değiĢim esasen siyaset algısında
ve siyasete bakıĢta yaĢanan bir kırılmaya iĢaret etmektedir. Yeni algıda devlet bir Ģirket, siyaset ise
Ģirket idaresidir.Neo liberal ekonomi politikalar ile uyumlu olarak devletin küçüldüğü, iĢlevlerinin
yeniden tanımlandığı bu dönemde devlet bir tür iĢletmeye, siyaset ise söz konusu iĢletme veya Ģirketi
idare etme, yüksek verimlilik ve kar ile yönetme sanatına evrilmiĢtir. Bir tür
governmenttanmanegementa evrilmedurumu olarak tanımlamak mümkündür.
8
2002 seçimlerinde AK Parti üyesi olarak parlamentoya girenler arasında hukukçu oranı % 17 iken sonraki iki
seçim sonunda bu oranlar artarak % 19 ve % 21‘e çıkmıĢtır.
9
AK Parti saflarında parlamentoya giren MÜSĠAD üyesi sayısının çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.
2002‘de 23 olan MÜSĠAD kökenli AK Partili vekil sayısı 2007‘de 30, 2011 yılında ise 23 olarak gerçekleĢmiĢtir
(Yankaya: 2012:37). Diğer bir ifade ile AK Parti milletvekillerinin yüzde yediden fazlası MÜSĠAD üyesidir.
10
Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, seçilmeden önce Hak-ĠĢ Konfederasyonunda genel baĢkan yardımcısı
olarak görev yapıyordu.
11
Özellikle Milli Selamet Partisinin (MSP) ortaya çıkmasında Anadolu sermayesinin rolü ve MSP ile bu
sermaye grubu arasındaki etkileĢimin sosyolojik bir analizi için bkz: Sarıbay: 1985.
158
Milletvekillerinin mesleki dağılımında ortaya çıkan dördüncü önemli husus mühendis kökenlilerin
payıdır. Üyelerin yaklaĢık yüzde yirmisi mimarlık-mühendislik eğitimi almıĢ ve bu meslek grubuna
mensuptur. Esasen mühendis kökenlilerin Türkiye siyasetinde oran olarak değil belki ama etki olarak
önemli olmaya baĢlamaları 1960‘lardan sonradır. Bu dönem aynı zamanda ekonomide yapısal
değiĢimlerin yaĢandığı, kentleĢmenin hızlandığı, nüfus hareketlerinin arttığı, toplumun sosyal ve
kültürel yapısında önemli değiĢimlerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu süreç genel olarak
toplumdaki ihtiyaç ve beklentilerin farklılaĢmasını,daha özelde siyasetten beklentiyi etkilemiĢ ve
siyasal seçkinlerin kompozisyonunda önemli değiĢimleri beraberinde getirmiĢtir. Bu sürecin en önemli
sonucu ise mühendis siyasetçilerin yükseliĢi olmuĢtur.Bu itibarla AK Partinin bu geleneği sürdürdüğü
anlaĢılmaktadır.
Mühendis kökenlilerin partide yüksek oranda temsil edilmesi cumhuriyet tarihi boyunca çeĢitli
düzeylerde tezahür edegelen sosyal mühendislik olarak siyaset olgusunu gündeme getirmektedir.
Gerek milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna gerekse iktidarı boyunca ortaya koyduğu çeĢitli
uygulamalara baktığımızda AK Partinin sosyal mühendislik olarak siyaset geleneğini sürdürdüğünü
söylemek mümkündür. Bununla birlikte AK Parti,geleneksel sosyal mühendislik tavrının salt
yukarıdan emretme, yönetme usulünden farklı olarak, alttan gelen muhafazakar müdahaleci taleplerle
üstten gelen otoriter müdahale ve özlemlerin eklemlendiği, çoğunlukçu bir görünüm alan bir sosyal
mühendislik örneğini temsil ediyor(Ġnsel: 2010: 21).
YetmiĢ üç vekilin önemli bir kısmı daha önce yerel veya ulusal düzeyde aktif siyasetin içinde yer
almıĢtır. Yerel yönetimlerde belediye baĢkanı, meclis üyesi veya üst düzey yönetici olarak görev
yapanların sayısı on altıdır. Diğer bir ifade ile yerel siyaset deneyimine sahip olanların oranı yüzde
yirmi ikidir. Bunların arasında en dikkat çekici olanı baĢbakan Erdoğan‘dır. Bilindiği üzere Erdoğan
1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi adayı olarak Ġstanbul BüyükĢehir Belediye baĢkanlığı seçimini
kazanmıĢ ve dört yıl kenti yönetmiĢti. Belediye baĢkanlığı dönemde Erdoğan‘ın ekibinde yer alan bir
çok kimse AK Partinin iktidara gelmesinden sonra kabine, parlamento veya partide önemli görevlerde
bulunmuĢlardır.12Öte yandan on dört milletvekilinin ise daha önce merkez sağ partilerde (ANAP ve
DYP) veya milli görüĢ saflarında (RP ve FP) parlamento deneyiminde sahip olduğunu görüyoruz.
Gerek yerel gerekse ulusal düzeyde daha önce aktif siyasette yer alanların kompozisyonu AK Partinin
siyasi yelpazedeki pozisyonu ile uyumlu bir tablo ortaya koymaktadır.
Milletvekillerinin özgeçmiĢlerine baktığımızda önemli bölümünün seçilmeden önce sivil toplum
faaliyetleri içinde aktif olarak yer aldığını görüyoruz13.Yirmi dörttanesi çeĢitli vakıf ve derneklerde
üyelik veya yöneticilik yapmıĢlardır. Bu dernek ve vakıfların arasında birlik vakfı14 ve mazlum-der15
gibi etkili ve bilinen kuruluĢların yanı sıra faaliyet alanları belli bir bölge (il kültür ve yardımlaĢma
derneği) veya belli bir meslek grubu ile sınırlı olan kuruluĢlar da yer almaktadır. Sivil toplum
deneyiminin genel olarak devlet toplum iliĢkilerinin yeniden düzenlenmesi daha özelde ise bireysel
hak ve özgürlüklerin tanımlanması sürecinde önemli katkısı olmuĢtur. AK Parti iktidarının özellikle
ilk döneminde hayata geçirilen çeĢitli reformlar ile devlet toplum iliĢkilerinin bireyin lehine yeniden
tanımlandığını, bireysel hak ve özgürlüklerin geniĢletilerek yasal güvence altına alındığını görüyoruz.
BaĢta AB üyelik süreci olmak üzere çeĢitli iç ve dıĢ faktörlerin yanı sıra sivil toplum tecrübesinin de
bu süreçte etkili olduğunu belirtmek mümkündür.
12
AK Parti kabinelerinin en uzun süre görev yapan üyelerinden ulaĢtırma, denizcilik ve haberleĢme bakanı Binali
Yıldırım ile bir dönem içiĢleri bakanlığı yapmıĢ olan Ġdris Naim ġahin bunlardan sadece iki tanesidir.
13
Türkiye‘de milli görüĢ geleneği özelinde Ġslamcılık hareketinin iktidar ile sonuçlanan serüveninde sivil toplum
deneyiminin yeri ve rolü bağlamında örnek bir çalıĢma için bakınız Tuğal: 2011.
14
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) genel baĢkanlığı ve Refah-Yol hükümetinde kültür bakanlığı da yapmıĢ olan
Ġsmail Kahraman tarafından 1985 yılında kurulan Birlik Vakfı‘nın kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan,
Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ömer Dinçer, Ali CoĢkun gibi isimler vardır. Vakıf eğitim ve kültür
faaliyetlerini desteklemek üzere kurulmuĢ olsa da aktif siyaset ile yakından ilgili olmuĢtur. Türkiye‘nin farklı
illerinde bulunan ondan fazla Ģubesi ile faaliyetlerini devam ettirmekte olan vakıf hakkında daha fazla bilgi için
bakınız; http://birlikvakfi.org.tr/index.php
15
Kısa adı Mazlum-der olan ĠnsanHakları ve Mazlumlar için DayanıĢma Derneği 1991 yılında aralarında
gazeteci, yazar, iĢ adamı ve avukatların bulunduğu farklı mesleklere mensup bir grup tarafından kurulmuĢ olup
ana faaliyet alanı insan haklarıdır. Dernek hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://www.mazlumder.org/
159
Sivil toplum deneyiminin siyaset algısı, siyasete yüklenen anlam ve siyaset yapma amacı gibi
hususlarda da yansımaları olmuĢtur. Millete hizmet, milletin hizmetkarı, halka hizmet-hakka hizmet
gibi deyim ve tabirler partinin egemen siyasal söyleminin kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır16.
Bu söylemde siyaset toplum yararına, gönüllülük esasına millete hizmet etmektir. Siyaset yapma ile
sivil toplum faaliyeti yürütme arasındaki paralelliği mümkün kılan ve ikisine de benzer amacı
yükleyen aynı kültürdür.
Sivil toplum deneyimi ve geçmiĢi Ak Partinin siyaset yapma biçimine ve siyaset pratiğine de
yansımıĢtır. Sivil toplum faaliyeti büyük ölçüdeyoksullukla mücadele, kırılgan ve dıĢlanma riski
altındaki gruplar ile dayanıĢma ve yardım faaliyetleri olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Sivil toplum faaliyeti
bir anlamıyla neo-liberal ekonomik düzende devletin ihmal ettiği veya yetiĢemediği ekonomik ve
sosyal nitelikli kamu görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesi olarak gerçekleĢti veya bu türden
faaliyetler yürüten STK‘lar daha fazla bilinir ve etkili oldu. Bunda 1980‘lerin sonlarında baĢlayan ve
1990‘lar boyunca derinleĢerek devam eden ekonomik krizlerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan
yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin rolü büyüktür. Bu tecrübenin gerek ulusal gerekse yerel
yönetim düzeyinde AK Partinin icraatları ile politikalarında etkili olduğu anlaĢılmaktadır17. Ak Partili
belediyelerin icraatları arasında sosyal yardım faaliyetlerinin önemli bir yeri vardır.
Ulusal düzeyde de benzer sosyal politikalar takip edilmektedir. Bu çerçevede en yaygın ve sürekli
uygulama yoksullukla mücadeleye iliĢkindir. Örneğin sosyal transferler için 2002 yılında bütçeden
ayrılan pay GSYH‘nin %0,3‘ü iken bu oran 2012 yılına gelindiğinde % 1,43‘e çıkmıĢtır. Sosyal
transferlerin yoksullukla mücadelede sürdürülebilir kalıcı bir araç olup olmadığı ayrı bir tartıĢmanın
konusudur. Ancak söz konusu dönemde yoksulluk verilerinde önemli iyileĢmeler yaĢanmıĢ ve 2002
yılında % 1,35 olan gıda yoksulluğu 2009 yılında % 0,48‘e gerilemiĢ aynı dönemde % 27 olan gıda ve
gıda dıĢı yoksulluk oranı ise % 18‘e düĢmüĢtür. Bununla paralel olarak günlük 4.3 doların altında
yaĢayanların oranında da ciddi iyileĢmeler sağlanmıĢ ve 2002 yılında %30 olan bu oran 2011 yılında
%3‘e düĢmüĢtür (SYDGM: 2012: 5).
SONUÇ
Buraya kadar yapılan tartıĢmalar kısaca değerlendirildiğinde bir kaç hususun ön plana çıktığı
görülmektedir.Genel seçim sonuçlarının ortaya koyduğunun aksine AK Parti bölgesel bir partidir.
Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri doğumlu olanların belirgin bir üstünlüğü vardır. Kadınların
objektif olarak düĢük sübjektif olarak ise yüksek oranda temsil edildiği bir partidir. BaĢta AB ülkeleri
olmak üzere geliĢmiĢ demokratik ülkelerdeki oranlar ile karĢılaĢtırıldığında kadın temsil oranının çok
düĢük ancak cumhuriyet tarihi boyunca gözlenen oranlar ile karĢılaĢtırıldığında ise oldukça yüksek
olduğu görülmektedir. Zengin bir entelektüel birikim ve kültürel sermayeye sahiptir. ÇalıĢmamıza
konu olan üyelerin neredeyse tamamı üniversite mezunu, yaklaĢık yarısı ise yüksek lisans ve doktora
derecelerine sahiptir. Önemli bir kısmı akademik tecrübeyesahip ve yüzde doksana yakını ise en az bir
yabancı dil bilmektedir. Öne çıkan önemli hususlardan bir tanesi de AK Partinin sahip olduğu sivil
toplum deneyimi ve sivil toplum ile kurduğu güçlü bağdır. Bir diğer deneyim yerel ve ulusal düzeyde
siyaset deneyimidir. Üyelerin önemli bir kısmı daha önce merkez sağ veya milli görüĢ temsilcisi
partilerde yerel veya ulusal düzeyde aktif siyaset yapmıĢlardır. Sınıfsal karakteri itibariyle
bakıldığında AK Partinin küçük ve orta ölçekli Anadolu burjuvazisini temsil ettiği görülmektedir. Son
olarak,milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna bakıldığında özellikle hukuk, mühendis ve iktisadi
bilimler kökenli vekillerin yüksek oranda temsil edildiği görülmektedir. Bu itibarlabaĢta 1980 sonrası
olmak üzere cumhuriyet tarihinin çeĢitli dönemlerinde ortaya çıkan değiĢimler ve gözlenen çeĢitli
eğilimler ile süreklilikler arz etmektedir.
KAYNAKÇA
Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi. Ġstanbul: Alfa Yayınları.
16
Milleti kutsayan ve yüksek düzeyde popülizm içeren bu söylemin DP‘den baĢlayarak hemen hemen bütün sağ
partiler tarafından kullanıldığını, AKP‘ye has olmadığını, belirtmek gerekir.
17
AK Parti dönemi sosyal politikalarını yoksullukla mücadele ekseninde tartıĢan değerli bir çalıĢma için bakınız
Buğra: 2011.
160
Besli, Hüseyin ve Ömer Özbay 2010 Bir Liderin DoğuĢu: Recep Tayip Erdoğan, Ġstanbul: Meydan
Yayıncılık.
Bora, A.( 2012). ―AKP ve Kadınlar: Fıtratları Yettiğince‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 58-61.
Buğra, A.( 2011).Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye‟de Sosyal Politika. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Ġnsel, A.(2012). ―Güven Tesisinden Özgüven Patlamasına‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 15-22.
Sarıbay, A. Y.( 1985). Türkiye‟de Modernleşme ve Din Parti Politikası: MSP Örnek Olayı.Ġstanbul:
Alan Yayıncılık.
Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Genel Müdürlüğü (SYDGM) 20122012 Sosyal Yardım
Ġstatistikleri Bülteni, Ankara: SYDGM.
TBMM 2010 TBMM Albümü 1920-2010, 3. Cilt 1983-2010, Ankara: TBMM.
TBMM 2012 24. Dönem TBMM Albümü, Ankara: TBMM.
Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi. Ġstanbul: Koç Üniversitesi
Yayınları.
TÜĠK (2012). Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara: TÜĠK.
Yankaya, D.( 2012). ―28 ġubat, Ġslami burjuvazinin iktidarı yolunda bir milat‖, Birikim, Sayı: 278279, ss. 29-45
Elektronik Kaynaklar:
http://birlikvakfi.org.tr/index.php
http://www.mazlumder.org/
161
162
TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF
Türkan FIRINCI1
ÖZET
Türkiye'de son yıllarda, özellikle de 2005 yılında tam üyelik müzakerelerinin baĢlamasıyla
birlikte, Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen çalıĢmalarda niceliksel bir artıĢın olduğu gözlenmiĢtir.
Bu çalıĢmaların büyük bir bölümü konuyu AvrupalılaĢma ekseninde incelemeye baĢlamıĢ ya da
Türkiye'nin üyeliğine engel teĢkil eden problem alanları çerçevesinde değerlendirme eğiliminde
olmuĢlardır. Bu makale sosyal bilimler alanı kapsamında Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen
araĢtırmaları öncelikle odak temaları bakımından sınıflandırmakta ve son dönem çalıĢmaların
metodolojik yaklaĢımına yönelik getirilen eleĢtirileri tanıtmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB
iliĢkilerini anlamada sosyolojik yöntem ve analizin önemi tartıĢılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye, Avrupalılaşma, Tarihsel Sosyoloji.
ABSTRACT
Recently in Turkey after the full membership negotiations has started in 2005 in particular, it is
observed that the number of the Turkey & EU relations themed studies increased dramatically. Most
of these studies followed a trend to debatethe affairs focusing on Europeanization and/or to discuss the
obstacles towards Turkey's accession to the EU.This paper aims to classify suchstudies of social
sciences in terms of their focal themes and also tointroduce the critical view on their methodological
approach. As for the conclusion the importance of sociological method and analysis on Turkey & EU
relations is also debated.
Keywords: European Union, Turkey, Europeanization, Historical Sociology.
SOSYAL BĠLĠMLERĠN POPÜLER KONUSU OLARAK TÜRKĠYE VE AVRUPA
BĠRLĠĞĠ ĠLĠġKĠLERĠ
Türkiye'de özellikle de son yıllarda en önemli gündem baĢlıklarından biri haline gelen Türkiye'nin
AB'ye üyeliği konusunda çok sayıda araĢtırma bulunmaktadır. Konunun popüler yapısı bu çalıĢmalara
olan ilgiyi daha da arttırmıĢtır. Türkiye‘nin AET‘ye 1959‘daki ilk üyelik baĢvurusundan günümüze
uzanan yarım asırlık tarihsel kesitte gelinen son nokta, AB‘nin 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye için
baĢlattığı katılım müzakereleri sürecidir. Müzakerelerin, diğer aday ülkelerinkinden farklı olacağı,
Türkiye‘yi zorlu bir sürecin beklediği AB yetkili makamlarınca sık sık belirtilmekte, bu husus ayrıca,
AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlarda da açıkça ortaya konulmaktadır. Bu durum konuyu
sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Sadece Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kütüphanesi
veritabanı baz alındığında AB'yi kendi disiplinleri çerçevesinde konu edinen tezlerin sayısının (19892012 yılları arasında) 2350 civarında olduğu görülmektedir.
KuĢkusuz ki bu tezlerin tamamını incelemek ve değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Fakat dar
kapsamı ile sosyoloji bilimini, geniĢ olarak ise sosyal bilim disiplinlerinin ilgi alanında olan bazı tezler
gözden geçirilerek bu bölümde tanıtılmaktadır. ÇalıĢmanın ikinci bölümünde ise bu çalıĢmaların
sosyolojik yaklaĢımdan yoksunluğu gösterilmekle birlikte özellikle de AvrupalılaĢma kavramı
çerçevesinde ayrıca metodolojik zayıflıkları da yansıtılmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB
iliĢkilerindeki sosyolojik yaklaĢımın önemi tartıĢılmaktadır.
Sosyoloji disiplini kapsamındaki güncel çalıĢmalardan örneğin Öztürk'ün (2011) AB'nin tarihsel
geliĢim sürecinde kültür politikalarını incelediği ve gelinen noktada bunların aday bir ülke olarak
Türkiye üzerindeki etkilerini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin "çeĢitlilik içerisinde
birlik" vurgusu sonuç bölümünde Türkiye açısından değerlendirilmektedir.
1
Dr. Türkan FIRINCI, Gazi Üniversitesi,Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü,
turkanfirinci@gmail.com
163
Tamer'in (2009) Türkiye'nin AB'ye adaylık sürecinde sivil toplum kuruluĢlarını incelediği doktora
çalıĢmasında, 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında AB'ye üyelik konusunda rolü artan STK'ların süreci
destekleyici ya da karĢıt söylemi ön planda tutan oluĢumlar olarak AB'nin sivil toplum politikalarından
nasıl etkilendikleri yönünde kapsamlı bir değerlendirme yer almaktadır. Bu çerçevede AB fonlarından
yararlanan STK'ların rolü de tartıĢılmaktadır. Bu konuda Öksüz'ün (2008) doktora çalıĢması da dikkati
çekmektedir: Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde resmi söylem karĢısında bir sivil toplum söylemi
geliĢtiremediğini savunan bu tezde eleĢtirel bir bakıĢ açısıyla demokratikleĢme sürecinin sağlıksız bir
biçimde AB'ye üyelik Ģartına indirgenmiĢ olduğu, geniĢ bir toplumsal uzlaĢı ve sivil kültür
geliĢmeksizin Türkiye'de gerçek bir demokratikleĢmenin mümkün olamayacağı savunulmaktadır.
Sosyal bilimler alanı bütünüyle kapsam olarak alındığında ise son yıllarda AB ile Türkiye
iliĢkilerini konu alan bilimsel çalıĢmaların odağında çoğunlukla AB‘nin üyelik kriterlerinin yer
almakta olduğu, ya da Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar (din, kültür, kimlik, nüfus,
Kıbrıs sorunu vb.) referans alınarak değerlendirmeler yapıldığı gözlenmektedir.
Bu türden çalıĢmalar arasında örneğin Onat (2008), BM kararları nezdinde AB'nin Kıbrıs
sorununun çözümündeki etkisini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin bu konuda vaat
ettiği sözleri yerine getirmemiĢ olduğu sonucuna varmaktadır.
Akyüz (2008) ise Kıbrıs'ı Türkiye- AB iliĢkilerine etkisini konu yapmakta ve sorunun
yorumlanmasında farklı politik duruĢları ortaya koymaktadır. Sonuç olarak ise Kıbrıs sorununun
Türkiye‘nin AB müzakere sürecini çıkmaza soktuğu, ayrıca adanın konumu itibariyle küresel ve
bölgesel güçlerin etkinlik kurmak istediği bir merkez konumunda olmasının ise sorunun
çözümsüzlüğünü pekiĢtirdiğini vurgulamaktadır.
Yurdigül (2007), Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusu ve ulusal kimliğin
televizyon haberlerinde sunumu konulu doktora tezinde, kimliğinin oluĢum süreci ve Avrupa
Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusunu tartıĢmaya açmaktadır. Bu çalıĢmada anlatı bilim
yöntemi ve görüĢme metodundan faydalanıldığı görülmektedir.
AB bütçesi ve Türkiye‘nin üyeliğinin Birlik bütçesine olası etkilerini inceleyen GümüĢay (2005),
Türkiye‘nin AB bütçesine etkilerini, olumsuz ve olumlu yönleri ile 2004‘e kadarki gerçekleĢmelerle
irdelemekte, sonuç olarak ise Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin korkulanın aksine çok da büyük bir yük
getirmeyeceğini ileri sürmektedir.
Ġzlendiği gibi bu eksende yapılan AB çalıĢmaları genellikle fonksiyonalist bir yaklaĢıma sahip
bulunmaktadır. Yine son 5 yılda yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri incelendiğinde bu
çalıĢmaların da çoğunlukla AB ile Türkiye iliĢkilerinde din, eğitim, ekonomi, kültür ya da sosyal
politika gibi tekil bir boyuta odaklandıkları gözlenmiĢtir.
Örneğin Yıldırım (2007), Türk eğitim sisteminin AB eğitim politikalarına uyumunu konu edinen
yüksek lisans çalıĢmasında; Genel Eğitim, Mesleki ve Teknik Eğitim, Yüksek Öğretim Özel Eğitim,
Özel Öğretim ve Yaygın Eğitim alanlarında yapılan çalıĢmaları ortaya koyarak analiz etmekte, sonuç
olarak ise AB politikalarının Türk Eğitim Sistemi'ne olumlu katkılar sağladığını ileri sürmektedir.
Nacar ise (2008), AB'ye giriĢ sürecinde olan Türkiye‘nin sosyal politikasını incelediği doktora
çalıĢmasında, son yıllarda bu alanda yapılan reformları ve özellikle risk gruplarının en baĢında gelen
özürlülerin konumunu, sorunlarını incelemekte ve özürlülerin sosyal politika çerçevesinde sorunlarına
çözüm önerileri üzerinde durmaktadır.
KuĢkusuz ki Avrupa entegrasyonunu ve kurumsal reformunu ele alarak Türkiye ve AB iliĢkilerini
çok dar bir kesitte inceleyen bu çalıĢmalar büyük bir öneme ve değere sahiptirler. Yine de sosyal
bilimlerin geniĢ perspektifi çerçevesinde Türkiye‘nin AB‘ye üyeliğini ekonomik büyüme, kalkınma,
dıĢ siyaset gibi konularla değerlendiren çalıĢmaların sayısı özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası
iliĢkiler alanlarında artmaktadır.
Buna karĢılık sosyoloji disiplini temelinde konuyla ilgili tarihsel perspektifi merkeze alan
araĢtırmaların sayıca daha az olduğu gözlenmekte. Bunlardan örneğin Sever (2009) yüksek lisans
çalıĢmasında Türkiye‘nin GB‘ye üyeliğini konu edinerek yaptığı tarihsel değerlendirmede Türkiye‘nin
kısa ve orta vadede AB‘ye üyeliğinin mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır.
164
Bir diğer tarihsel çalıĢmada Özdemir (2007), Türkiye'deki AB karĢıtı düĢüncenin geliĢimini konu
edindiği yüksek lisans tezinde, GB sonrası dönemi incelemekte ve Türk insanının AB sürecine daha
çok ülkenin bölünüp parçalanması, kuruluĢ felsefesine aykırı düĢecek ve AB tarafından dayatılan
değiĢiklik taleplerinin ağır maliyetlerinin olacağı yönünde karĢıt düĢünce geliĢtirdiği sonucuna
varmaktadır.
Yiğit (2006) tarihsel bir perspektifle AB kurumlarındaki değiĢimi odağa alarak geniĢleme
sürecinde Türkiye‘nin AB ile iliĢkilerini çözümlemeye çalıĢmıĢtır. Bu çalıĢmada geniĢleme sürecinde
AB kurumlarının değiĢimi de irdelenerek Türkiye‘nin tam üyeliği neticesinde olası sorunlara yönelik
öngörüler de ortaya konmaktadır.
Dikkati çeken bir diğer tarihsel çalıĢma ise Kılıç‘ın (2006) Türkiye-AB siyasi iliĢkilerinin tarihsel
geliĢimini ele aldığı ve kronolojik bir derleme sunan çalıĢmasıdır. Müzakere sürecinin anlaĢılması ve
izlenmesi gereken siyasi strateji konusunda önerilere yer veren bu çalıĢma tarih bağlamında siyasi
geliĢim aĢamaları incelenmektedir.
Uluslararası literatüre bakıldığında ise Visier (2009) Türkiye‘nin AB'ye adaylığı ile ilgili
araĢtırmaların yapısında genellikle Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihinin açıklamasının
verildiğini aktarmaktadır. Birçok araĢtırma ise Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendirme yolunu tercih etmektedir.
Son yıllarda özellikle de AB geniĢlemesi konulu araĢtırmalarda da tarihsel kurumsalcı yaklaĢıma
doğru bir değiĢim olduğu görülmüĢtür. Bu nedenle literatürde AB çalıĢmalarının tarihsel sosyoloji
bağlamında ele alındığı; AB kurumlarının liderlik ve bilgi gibi çeĢitli durum ve kaynaklara bağlı
olarak politika üretme sürecinde etkili bir unsur olarak görülmeye baĢlandığı gözlenmektedir (Bulmer,
1994; Pierson, 1996; Beach, 2005).
AB‘nin kurumsallaĢması konusunda yürütülen tarihsel-sosyolojik çalıĢmalar arasında Avrupa
entegrasyonu, kurumsal reform ya da kurumsal yapılar gibi konular üzerine odaklanan çalıĢmalar
olduğu gibi (Annett, 2010; Sarıgil, 2009; Jenson & Merand, 2010; Liorakapi, 2007; Kıratlı, 2008);
demokratikleĢme, AvrupalılaĢma ya da Avrupa kimliği gibi konuları odağına alan çalıĢmaların da
sıklıkla yapılmıĢ olduğu dikkati çekmektedir (Yıldız, 2008; Vassallo, 2006; Özcan, 2010; Kubicek,
2009; Baban & Keyman, 2008; Müftüler Bac, 2005; Erdoğan, 2006).
Yukarıda örnekleri verilen çalıĢmalar çerçevesinde Türkiye-AB iliĢkilerine yönelik
araĢtırmalargenel hatlarıyla konuları bakımından sınıflandırılarak TABLO 2'de gösterilmiĢtir.
TABLO 2: Türkiye-AB ĠliĢkilerini Konu Edinen AraĢtırmalar
AraĢtırma Konuları
AB‘nin üyelik kriterlerini temele alan çalıĢmalar
Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar
bakımından değerlendiren çalıĢmalar
Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren
çalıĢmalar.
Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak
suretiyle değerlendiren çalıĢmalar
AB geniĢlemesi perspektifi ile yapılan çalıĢmalar
Avrupa entegrasyonunu, kurumsal reformları ya da
kurumsal yapıları odağa alan çalıĢmalar
Odak Tema Örnekleri
Kopenhag Kriterleri, AB
Müktesebatı vb.
Din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs
sorunu vb.
Ġktisadi, kültürel, siyasi iliĢkiler
vb.
DıĢ Politika, Ekonomik Büyüme,
Ġnsan Hakları vb.
AvrupalılaĢma, Avrupa Kimliği,
DemokratikleĢme vb.
Ekonomi, eğitim, sağlık, hukuk,
kültür, din vb. kurumlar.
Kaynak: (Fırıncı, 2013: 28).
165
Türkiye-AB iliĢkileri konusu popüler niteliği ve karmaĢık yapısı nedeniyle çok sayıda
araĢtırmacının ilgi odağı olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle tüm bu araĢtırmaların gerek konuları
gerekse yöntemleri bakımından bir arada değerlendirilmesi gün geçtikçe zorlaĢmaktadır. Türkiye-AB
iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren bütüncül araĢtırmaların önemi bu bakımdan büyüktür.
AVRUPA ÇALIġMALARI VE METODOLOJĠK UNSURLAR
Türkiye-AB iliĢkilerinin uzun bir tarihsel geçmiĢi bulunmaktadır. 1963 tarihli Ankara
AntlaĢması'ndan günümüze kadar olan süreçte Avrupa kamuoyunun ve politik elitlerin Türkiye'nin
katılımına iliĢkin görüĢleri farklılaĢmıĢtır: Bir yönüyle Türkiye'nin üyeliğinin sağlayacağı ekonomik
faydalar olumlu algılanırken, AB'nin kendisinin ekonomik bir proje olmayı aĢarak politik bir birlik
haline gelmiĢ olması karĢılıklı iliĢkiler açısından bir paradoksa neden olmaktadır. Bu durum iliĢkileri
karmaĢık hale getirmekte ve konuyla ilgili akademik araĢtırmaları da metodolojileri bakımından
çeĢitlendirmektedir.
Bu bölümdedaha önce konuları bakımından sınıflandırdığımız Türkiye-AB iliĢkilerini inceleyen
araĢtırmaların metodolojik geliĢiminden söz edilmekle birlikte sosyolojik perspektifin yokluğundan
kaynaklanan metodolojik eksikliklerine değinilmektedir.
Avrupa çalıĢmalarında uzun süre sosyolojik perspektifin ihmal edildiğini belirten Visier (2009: 2),
Orta ve Doğu Avrupa'da yapılan analizlerindaha çok dıĢ politikaya bakılarak Avrupa geniĢlemesi (üye
ülkelerin politik aksiyonu, üye ülkelerin politik aksiyonu, AB'nin politik aksiyonu konusunda) ya da
aday ülkelerin kendi iç dinamiklerine odaklandığını tespit etmektedir. 2000'li yılların baĢına kadar
olan süreçte Türkiye'de ise "Avrupa BütünleĢmesi" konusunda sınırlı sayıda çalıĢma olduğunu tespit
eden Bac (2003), bu durumu siyaset biliminin epistemolojik ve metodolojik olarak Türkiye'de
felsefeye yakın durması ve Türkiye'deki araĢtırmaların temelde iç politikaya, politik teoriye,
demokratik bütünleĢmeye ve Ġslam'ın politikadaki rolüne odaklanmasıyla açıklamaktadır. Ayrıca,
literatüre bakıldığında Türkiye-AB tarihsel iliĢkilerinin Türkiye'nin Avrupalı kimliği ve BatılılaĢma ile
iliĢkileri nezdinde de sıklıkla incelendiği görülmektedir (Onis, 1999; Arıkan, 2006; Fırıncı, 2013).Bu
çalıĢmaların Türkiye-AB iliĢkilerini genellikle statik olarak ve uluslararası bağlamıyla ele almakta
olduğu tespitini yapmak mümkündür.AraĢtırmalar çoğunlukla iç politika değiĢkeninde kesin bir analiz
faktörü kullanılarak yapılmaktadır. Bu analiz faktörü ise esasında ya bağımsız baĢka bir değiĢkenin ya
da dıĢ politikayı etkileyen yapısal datanın bakıĢ açısını yansıtmaktadır (Visier, 2009). BaĢka bir
deyiĢle yapısal-fonksiyonalist yaklaĢımın bu tür araĢtırmalarda hakim olduğu görülmekte.
90'ların sonu itibarıyla Türkiye-AB iliĢkilerinin analizi daha karmaĢık hale gelmiĢtir. Bazı
araĢtırmaların öncelikle dıĢ ve iç politika arasındaki karĢılıklı dinamik iliĢkilere vurguda bulundukları,
ikincil olarak ise AB ve Türkiye'nin dıĢ politikası çerçevesinde alınan aksiyonun - aralarındaki görüĢ
farklılığını ortaya koymak ve iliĢkilerdeki karĢıtlığı vurgulamak suretiyle - dinamik karaktere dikkati
çektikleri görülmüĢtür. Metodolojik olarak bu türden analizler tarihsel sosyolojik yaklaĢımı
benimsemekte ve çoğunlukla politik süreç analizi gerçekleĢtirmektedirler (Fırıncı, 2013). Süreç
analizi; sosyal etkileĢimlerin birbirine zaman ve mekânda nasıl etki ettiklerini araĢtırır. Zaman ve
mekânı ek birer değiĢken olarak ele almak yerine, yer-zaman bağlantısının sosyal süreçleri
belirlediğini varsayar ve bu sosyal süreçler yer ve zamanda kendi konumlarında farklı birer iĢlev
olarak etki ederler (Tilly, 2001: 6754).Ġzlendiği gibi bu yaklaĢımda politik bir olay ya da olgunun (bu
durumda Türkiye-AB iliĢkilerinde) nerede ve ne zaman meydana geldiği büyük bir önem
kazanmaktadır. Böylece zamanlama konusundaki dikkatli bir analizle iliĢkilere etki eden alternatif
açıklayıcı faktörler ve AB'nin etkisini ayırt etmek mümkün olabilmektedir (Haverland, 2006).
1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye'nin adaylığının resmileĢmesini takiben AvrupalılaĢma
çalıĢmalarında bir artıĢ olduğu da gözlenmiĢtir (Buhari, 2009). 2000'lerde AvrupalılaĢma kavramını
kimi durumlarda kullanmaya dahi gerek duymadan kavramın anlamı ile örtüĢen çok sayıda çalıĢma
yayınlanmıĢtır (Onis ve Türem 2002; Çarkoğlu ve Rubin, 2003).
AvrupalılaĢma kavramı, Avrupa entegrasyonuyla ilgili çalıĢmaların odağını oluĢturmaktadır.
AvrupalılaĢmanın esasen ne olduğuyla ilgili, özellikle de 90'lardan sonra ortaya çıkan büyük bir
tartıĢma olmasına rağmen, genel olarak literatürde iç politik sistemin Avrupa tarafından etkilendiği
durumlarda "AvrupalılaĢmak" tan söz edilmektedir. Bu nedenle AvrupalılaĢma özünde Avrupa
166
entegrasyonu nedeniyle oluĢan iç değiĢim olarak tanımlanabilir (Vink, 2002). Bu değiĢimler üye
ülkelerde daha açık izlenebilse de aday ülkeler için de gözlenebilirdir (Moga, 2010). Bu farklılıklara
referansla Featherstone (2003, 3-4), AvrupalılaĢmayı aktörleri ve kurumları, fikir ve çıkarları farklı
Ģekillerde etkileyen yapısal değiĢim süreci olarak makro düzeyde yapısal değiĢime; daha dar bir
tanımlamayla ise AB politikalarının etkisine iĢaret etmesi bakımından iki farklı yönüne dikkati
çekmektedir.
AvrupalılaĢmanın geniĢ ve dar tanımından hareketle, kavramın salt AB müktesebatının (Acquis
Communautaire) üye/aday ülke tarafından benimsenmesi ve ulusal düzeyde karĢılaĢılan değiĢiklikler
anlamında değil, geniĢ anlamda Avrupa değerlerinin, politika ve kurumlarının benimsenmesi gerektiği
yönünde yaklaĢımlar da vardır. Bu durumda AvrupalılaĢma, kimlikler ve kurumlar arasındaki
etkileĢimi de kapsadığından, sürecin salt politik değil kültürel ve sosyal bir perspektiften de
incelenmesi gerektiği savunulmaktadır.
Örneğin "Bazı siyaset yapıcılara göre AvrupalılaĢma ancak AB'ye aday olma ile gerçekleĢir. Bu
yüzden de ‗Avrupa Birliği=AB‘lileĢme‘ olarak gündeme gelmektedir" (Keyman, 2005). Keyman'a
göre (2005) ise AvrupalılaĢma demek Avrupa değerler sisteminin yaratılması demektir. Bu da
Avrupa‘nın küresel bir aktör olarak demokratikleĢme ve ekonomik kalkınmayı dünyaya
yaygınlaĢtırması, Avrupa‘nın kendi içinde çok kültürlü bir yapıya sahip olması, yani bir Avrupa
değerler sisteminin oluĢturulması anlamına gelmektedir.
Söz konusu bu araĢtırmalardaAvrupalılaĢma kavramına yönelik en belirgin özelliklerden birisi;
ilgiyi uluslar-üstü kurumsal düzenden (AB) alarak Avrupa'nın kuruluĢundaki iç dönüĢümlere
yönlendirmesidir. AvrupalılaĢma, uluslararası değiĢimlerin iç politika düzeyine etkisini vurgulayarak
uluslararası yaklaĢımın merkezindeki perspektifiadeta tersine çevirmektedir.
Böylece AvrupalılaĢma çalıĢmaları AB'nin Türkiye üzerindeki harekete geçirici etkisini ön plana
çıkarmaktadır denebilir. Yine de AvrupalılaĢma yaklaĢımını benimseyen bu çalıĢmaların birçok
eksikliği bulunmaktadır (Kahraman, 2000; Kaliber, 2008; Ozcan, 2008; Visier, 2009). EleĢtirel bir
değerlendirme yapan Buhari (2009: 96-100) bu bağlamda 4 temel sınırlılık tespit etmektedir:
1. Bu çalıĢmalar AvrupalılaĢma sürecini AB'den Türkiye'ye basit ve doğrudan bir politika
transferi olarak görerek tavandan-tabana yaklaĢımını (top-down approach)
benimsemektedir. Bu yaklaĢım AB modellerini, Türkiye ile AB ya da IMF, World Bank
gibi diğer uluslararası kuruluĢlarla arasındaki karĢılıklı etkileĢimi görmezden gelmektedir.
Bu nedenle AB'leĢme ile AvrupalılaĢma arasındaki önemli ayrım da yapılamamaktadır.
2. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının çoğu politika adaptasyonu ve politikaları uygulamaya
koyma arasındaki ayrımı görmezden gelmektedir. Öyle ki Türkiye'nin formel olarak
adapte ettiği bazı reformları niçin pratikte uygulayamadığını ve bu konuda yapılan
tartıĢmaları yok saymaktadır. Örneğin sivil-asker iliĢkileri, kültürel haklar, dini haklar ve
azınlık hakları gibi konularda çalıĢan akademisyenler bu problemle karĢı karĢıya
kalmaktadırlar.
3. AB'nin dıĢ iliĢkileri, geniĢleme dalgaları gibi AB içerisindeki geliĢmelerden büyük oranda
etkileniyor olsa da literatüre bakıldığında Avrupa entegrasyonundaki iç dinamiklerin
Türkiye-AB iliĢkilerine etkisini gözardı etmektedir. Gerçekten de AB'ni iç dinamikleri,
bunlar açık bir biçimde engelleyici bir unsur haline gelmedikleri sürece Türkiye'nin
AvrupalılaĢması konusunda yapılan analizlerin dıĢında bırakılmaktadır.
4. En önemlisi, Türkiye-AB iliĢkileri bağlamında akademisyenlerce uzlaĢılan bir
AvrupalılaĢma tanımı bulunmamaktadır. Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda
literatürde üç ana eğilim vardır: a) Bir terim olarak Türkiye'nin kısa vadeli iç ekonomik
çıkarları karĢısında bir araç olarak AvrupalılaĢma; b) Atatürk'ün muasır medeniyetler
seviyesine ulaĢma ülküsü olarak tanımladığı modernleĢme projesinin bir parçası olarak
AvrupalılaĢma; c) Kimlik inĢa etme süreci olarak ya da Türkiye'yi Batılı/Avrupalı bir ülke
haline getirecek olan BatılılaĢma süreci olarak AvrupalılaĢma.
167
Tüm bu yaklaĢımlar genel olarak Türkiye-AB iliĢkilerini küresel kültürel çevreden ayrı tutma
eğilimindedir. Bu bağlamda, "Avrupalılık" modelleri sorgulanmaksızın Türkiye ile iliĢkilerde referans
olarak alınmaktadır.
AvrupalılaĢma çalıĢmalarının büyük bir bölümünde pozitivist metodolojinin benimsenmekte
olduğu görülebilir. AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini bağımsız değiĢken olarak tanımlayan ve
çoğunlukla da örnek olay olarak yapılan bu çalıĢmalarda aday ülkede gerçekleĢen iç değiĢim ise
bağımlı değiĢken olarak ele alınmaktadır. Buradaki en büyük eleĢtiri bağımsız değiĢkenin, yani AB'nin
aday üzerindeki etkisinin hemen her durumda mevcut olduğu örneklerin inceleme konusu edilmesidir
(Haverland, 2006). Fakat böyle bir metodolojik kurguda AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini, mevcut
olan iç veya küresel etkilerden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir (Buhari, 2009:113).
KuĢkusuz ki bu yöndeki eleĢtiriler Türkiye-AB iliĢkilerini analiz etmede sosyolojik perspektifin
önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
SONUÇ YERĠNE
Türkiye-AB iliĢkileri konusunda yapılan çalıĢmaların hem konuları hem de metodolojileri
bakımından gittikçe çeĢitlenip karmaĢıklaĢtığı, buna karĢılık iliĢkilerin dinamik yapısı nedeniyle
konunun sosyal bilimler alanındaki popülerliğini korumaya devam ettiği gösterilmiĢtir. Buna karĢılık
Türkiye-AB iliĢkilerine sosyolojik perspektif ile bakmanın çoğu zaman ihmal edildiği vurgulanmıĢtır.
Türkiye ile AB politik iliĢkilerinin analizinde tarihsel sosyolojik yaklaĢım bu bakımdan önemlidir.
Tarihsel sosyoloji kısaca; toplumların nasıl olduğunu ve nasıl değiĢtiğini, geçmiĢlerini (tarihlerini)
araĢtırarak bulmaya çalıĢan disiplin olarak tanımlanmaktadır. Yapılan bir baĢka tanımda ise tarihsel
sosyoloji; zaman ve tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak yapılanan bir Ģey olarak, bir taraftan kiĢisel
eylem ve tecrübe ile diğer taraftan sosyal organizasyon arasındaki iliĢkiyi anlama giriĢimi olarak
görülmektedir. Bir diğer yorumunda ise tarihsel sosyolojiyi "genel anlamıyla sosyal süreçleri zaman
ve mekânda ortaya koymak" olarak tanımlamak da mümkündür (Hobden, 1998: 21).
Tüm politik analizler büyük ölçüde tarihsel bağlama önem verirler. Çünkü politik analizler; a)
olgunun temellerine ve zaman-mekân kapsamındaki koĢullarına dayanırlar, b) politik süreçlerin bazı
özellikleri insanların gözleminin dıĢında meydana gelirler ve bu durum tarihsel yeniden
yapılandırmayı gerekli kılar, c) politik süreçler tarihle belirlenen yerel kültürleri içerirler, d) politik
süreçler zaman içinde değiĢen dıĢ faktörlerin etkisi altındadırlar (komĢu ülkeler vb.) ve e)
güzergâhabağlılık politik süreçleri etkiler (Goodin &Tilly, 2006).
Yukarıdaki ilkeler araĢtırma konusuna, yani Türkiye-AB iliĢkilerine uygulandığında da tarihselsosyolojik yaklaĢımın politik süreçlerin analizi konusundaki elveriĢliliği daha iyi görülebilir. Böylece
sosyolojik perspektifin konuya uygulanıĢında aĢağıdaki hususlar dikkati çekmektedir.
Türkiye ile AB arasındaki iliĢkiler:
a) Ġçinde bulunulan tarihsel koĢulların etkisi altındadır. Örneğin AET'ye ilk baĢvurunun
yapıldığı yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, kültürel ve iktisadi yapısı dıĢ
siyasetini de belirlemiĢ ve böyle bir kararın verilmesinde etkili olmuĢtur.
b) Türkiye-AB iliĢkilerini etkileyen iç ve dıĢ faktörlerin yanında gözlem konusu edilemeyen
önemli olaylar, politik yönelimler ya da kararlar, politik aktörler ya da gizli güçler gibi
ikincil faktörler de etkilemektedir. Örneğin müzakere sürecinde alınan kararların en
önemli etkilerinin bir süreliğine gecikmiĢ olabileceği, dolayısıyla öngörülemediği halde
sürecin büyük ölçüde bundan etkileneceği düĢünülebilir.
c) Siyasi partiler, sivil toplum ve medya organları yerel kültürler olarak politik iliĢkileri
etkilemektedir.
d) Ġçinde bulunulan uluslararası sistem ve uluslararası politik iklimdeki değiĢimler, örneğin
Ġkinci Dünya SavaĢı'nın etkileri ya da Soğuk SavaĢ'ın bitmiĢ olması vb. olaylar politik
süreçleri etkileyen dıĢ faktörlerdendir.
168
e) Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı Ankara AntlaĢması ile AB'ye adaylık sürecini
hukuken baĢlatmıĢ ve bugün hala 60'lı yıllarda verilen bu kararın etkisiyle Türkiye üyelik
güzergâhında AB ile iliĢkilerini sürdürmektedir.
Sosyolojik perspektif kendine has problem alanlarıyla çoğu zaman yeni politik alanlara bakmayı
da gerektirmektedir. Pasif olarak sadece AB'nin kurallarını ve yönergelerini temele almak yerine,
karĢılıklı olarak sosyal ve politik aktörlerin de rollerine bakmak Türkiye-AB iliĢkilerini anlama ve
açıklamada önem kazanmaktadır. Özellikle de Türkiye'nin adaylığı konusunda bireysel ve kollektif
aktörlerin düĢünce ve eylemlerinin kurumsal düzeydeki etkileri vearalarındaki etkileĢime bakılarak
Avrupa politik sistemindeki dönüĢümlere de ıĢık tutulabilir.
KAYNAKÇA
Akyüz, E. A. (2008). ‗‘BirleĢmiĢ Milletler ve Avrupa Birliği Kararlarında Kıbrıs sorunu ve bu sorunun
Türkiye- Avrupa Birliği iliĢkilerine etkisi (2000‘den günümüze)‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek
Lisans Tezi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası ĠliĢkiler Ana Bilim Dalı,
Ankara.
Annet, I. (2010). ‗‘Historical Institutionalism as a Regional Integration Theory: an Outline of Theory
and Methodology‘‘. Paper prepared for the Fifth Pan-European Conference on EU Politics,
23-26 June, Porto-Portugal.
Arıkan, H. (2006). ‗‘Turkey and the EU: An Awkward Candidate for EU Membership‘‘.England and
USA: Ashgate Publishing Limited.
Baban, F., Keyman, F. (2008). ‗‘Turkey and Postnational Europe: Challenges for Cosmopolitan
Political Community‘‘. European Journal of Social Theory 11(1), 107–124.
Bac, M. M. (2003).‘‘ Turkish political science and European Integration‘‘. Jounal of European Public
Policy, (10) 4, 655-663.
Bac, M. M. (2005). ‗‘Turkey‘s Political Reforms and the Impact of the European Union‘‘. South
Europen Sociaty & Politics. 10 (1). 16-30.
Beach, D. (2005). ‗‘The Dynamics of European Integration: Why and When EU Institutions Matter?‘‘.
Palgrave: Basingstoke.
Buhari, D. (2009). ‗‘Turkey-EU Relations: The Limitations of Europeanisation Studies‘‘. The Turkish
Yearbook of International Relations. (40), 91-121.
Bulmer, S. (1994). T‘‘he Governance of the European Union: A New Institutionalist Approach‘‘.
Journal of Public Policy. (13), 351-380.
Çarkoğlu, A., Bary, R. (Eds) (2003).‘‘ Turkey and the European Union, Domestic Politics‘‘.
Economic Integration and International Dynamics, London, Frank Cass.
Erdoğan, B. (2006). ‗‘Compliance with EU Democratic Conditionality; Turkey and the Political
Criteria of EU‘‘. Paper Submitted for ECPR-Standing Group on the European Union Third
Pan-European Conference on EU Politics, 21-23 September 2006, Istanbul, Turkey.
Featherstone, K. (2003). ‗‘Introduction: In the Name of Europe, The Politics of Europeanization‘‘.
Kevin Featherstone & Claudio Radaelli (Eds.), Oxford University Press.
Fırıncı, T. (2013). ‗‘Türkiye ile Avrupa Birliği ĠliĢkilerinin Tarihsel GeliĢimi ve Bugünkü Durumu.
YayınlanmamıĢ Doktora Tezi‘.Gazi ÜniversitesiEğitim Bilimler Enstitüsü-Felsefe Grubu
Öğretmenliği Anabilim Dalı, Ankara.
Garcia, L. B. (2011). ‗‘European Political Elites‘ Discourses on the Accession of Turkey to the EU:
Discussing Europe through Turkish Spectacles‘‘. European Perspectives – Journal on
European Perspectives of the Western Balkans, Vol. 3, 2 (5), 53-73.
Goodin, R. E., Tilly, C. (Eds). (2006). The Oxford Handbook of Contextual Political Analysis. Oxford:
Oxford University Press.
169
GümüĢay, A. (2005). ‗‘Avrupa Birliği Bütçesi ve Türkiye‘nin Üyeliğinin Birlik
Bütçesine Olası Etkileri‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Ġktisat Anabilim Dalı, EskiĢehir.
Haverland, M. (2006). ‗‘Does the EU Cause Domestic Developments? Improving Case Selection in
Europeanisation Research‘‘.West European Politics, 29 (1), 134–146.
Hobden, S. (1998). International Relations and Historical Sociology: Breaking Down Boundaries.
London & New York:Routledge.
Jenson, J.,Merand, F. (2010). Sociology, Institutionalism and the European Union. Comperative
European Politics, (8), 74-92.
Kahraman, E. (2000). Rethinking Turkey-European Union Relations in the light of Enlargement,
Turkish Studies, 1 (1), 1–20.
Kaliber, A. (2008). Reassessing Europeanisation as a Quest for a New Paradigm of Modernity: The
Arduous Case of Turkey, Paper presented at the annual meeting of the ISA's 49th Annual
Convention, Bridging Multiple Divides, Hilton San Francisco, San Francisco, CA, USA, 26
March 2008. <http://www.allacademic.com/meta/p254652_index.html>.
Keyman, F. (2005). Avrupa‘nın Geleceği, Türkiye‘nin Üyeliği. Etkinlikler-Voyvoda Caddesi
Toplantıları
2005-2006.
Osmanlı
Bankası
Müzesi.
<http://www.obmuze.com/2008/metin_1008.asp>
Kılıç, M. (2006). Türkiye-Avrupa Birliği Siyasi İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1951-2005). Ankara:
Ankara Üniversitesi.
Kıratlı, O. S. (2008). ‗‘Path Dependency Dynamics of Turkish-EU Relations‘‘. Paper presented at the
annual meeting of the MPSA Annual National Conference, Palmer House Hotel, Hilton,
Chicago, IL, April 03, 2008.
Kubicek, P. (2009). ‗‘The European Union, European Identity, and Political Cleavages in Turkey‘‘.
Paper presented at the EUSA 11th Biennial International Conference.
Lıarokapı, M. C. (2007). ‗‘The Model of Path-Dependency and the Political Analysis of the EU
Policy-Process‘‘. Political Perspectives, EPTU (2) 6, 1-32.
Moga, T. L. (2010). ‗‘Connecting the Enlargement Process with the Europeanization Theory (the Case
of Turkey)‘‘. CES Working Papers, II, (1). Center for Europen Studies: Alexandru Ioan Cuza
University of IaĢi.
Nacar, M. (2008). ‗‘Avrupa Birliğine GiriĢ Sürecinde Türkiye'nin Sosyal Politikası, Özürlülerin
Konumu Sorunları ve Rehabilitasyonu‘‘.YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul
ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü-Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ġstanbul.
Onat, A. E. (2008). ‗‘The Role of the European Union in the Solution of the Cyprus Dispute in the
Light of the United-Nations- Led Settlement Efforts‘‘. Unpublished Master‘s Thesis.
Department of International Relations. Ankara: Bilkent University.
Önis,Z. (1999). ‗‘Turkey, Europe, and Paradoxes of Identity: Perspectives on the International Context
of Democratization‘‘. Mediterranean Quarterly 10(3), 107-136.
Önis,Z. ,Türem, U. (2002). ‗‘Entrepreneurs Democracy and Citizenship in Turkey‘‘. Comparative
Politics, (35) 4, 439-456.
Öksüz, O. (2008). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Üyelik Sürecinde Resmi Söylem KarĢısında Sivil
Toplum Söylemi: 1990 Sonrasına EleĢtirel BakıĢ‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ege
Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Genel Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara.
Özcan, M. (2008). ‗‘Harmonizing Foreign Policy: Turkey‘‘. the EU and the Middle East, Ashgate,
Burlington, VT.
Özcan, S. (2010). ‗‘Historical Evolution of the Europeanization Process of Turkey‘‘. Portuguese
170
Journal of International Relations. Spring/Summer, 33-40.
Özdemir, A. U. (2007). ‗‘Türkiye'de Avrupa Birliği KarĢıtı DüĢüncenin GeliĢimi- Gümrük Birliği
AntlaĢması Sonrası‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Hacettepe ÜniversitesiAtatürk
Ġlkeleri ve Ġnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara.
Öztürk, G. (2011).‘‘ Avrupa Birliği Politikaları ve Türkiye'ye Etkileri. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans
Tezi‘‘. Atılım ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ankara.
Pierson, P. (1996). ‗‘The Path to European Integration: A Historical Institutionalist Analysis‘‘.
Comparative Political Studies, 29(2), 123–63.
Sarıgil, Z. (2009).‘‘ Paths are What Actors Make of Them‘‘.Critical Policy Studies, 3 (1), 121-140.
Sever, Y. (2009). ‗‘Tarihsel Süreçte Türkiye Avrupa Birliği ĠliĢkileri‘‘. Yüksek Lisans Tezi. Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi.
Tamer, G. M. (2009). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Adaylık Sürecinde Sivil Toplum KuruluĢlarının
Rolü‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Ankara.
Tilly, C. (2001). ‗‘Historical Sociology. International Encyclopedia of the Behavioral and Social
Sciences‘‘. Amsterdam: Elsevier. Vol. 10, 6753-6757.
Vassalo, F. (2006). ‗‘EU‘s Commitment to Democracy, Turkey Accepts the Chellenge‘‘. Paper
prepared for the Panel: Challenges of Future Enlargement, Jean Monnet Conference Europe‘s Democratic Challenges – EU Solutions?, School of International Studies, University
of Trento, Italy. June 30 – July 1, 2006.
Vınk, M. (2002). ‗‘What is Europeanization? And Other Questions on a New Research Agenda?‘‘
Paper for the Second YEN Research Meeting on Europeanisation, Milan: University of
Bocconi.
Visier, C. (2009).‘‘Turkey and The European Union: The Sociology of Engaged Actors and of their
Contribution to the Candidacy Issue‘‘. European Journal of Turkish Studies, (9),
Web:<http://ejts.revues.org/index3910.html> (2010, 2 Kasım).
Yıldırım, Y. (2007). ‗‘Türk Eğitim Sisteminin Avrupa Birliği Eğitim Politikalarına Uyumu‘‘.
YayımlanmamıĢ Yükseklisans Tezi.Fırat Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Eğitim
Bilimleri Anabilim Dalı. Elazığ.
Yıldız, T. (2008). ‗‘European Sequentialism and Path Dependancy Lessons from Turkey‘‘. Paper
presented at the 49th annual convention of the International Studies Association (ISA), Mar26-29, San Francisco.
Yurdigül, Y. (2007). ‗‘Avrupa Birliği'ne Uyum Sürecinde Ulusal Kimlik Olgusu ve Ulusal Kimliğin
Televizyon Haberlerinde Sunumu‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü - Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı, Ġstanbul.
171
D 10 OTURUMU
PANEL:
HUKUK
172
ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI
Yasemin IġIKTAÇ1
ÖZET
YaĢadığımız yüzyıl biyo-teknoloji yüzyılı olarak da isimlendirilmektedir. Birçok yeni teknik buluĢ
tıp etiği alanındaki tartıĢmaların hukuk alanında yer bulmasına neden olmuĢtur. Biyo-teknoloji eli ile
insan doğasının dönüĢtürülmesinden baĢlayarak, ilkecilik (principalism), özerkliğe saygı ilkesi, yarar
ilkesi, zarar vermeme ilkesi ve adalet ilkeleri üzerinden oluĢan tartıĢmaların hukukun normatif
alanında gerçekleĢme biçimleri üzerinde durulması bir zorunluluk halini almıĢtır.
Hayatın baĢlangıcı, kürtaj, klonlama, gen analizi ve genetik müdahale, genetik mühendislik,
yaĢamın patentlenmesi ile organ nakli, ötenazi ile ölümün bir hukuk kavramı olarak yeniden
tanımlanmasının sosyal yaĢamda ortaya çıkarttığı son derece önemli etkiler vardır.
Tüm bu baĢlıklarla birlikte tıbbi kaynakların dağıtımında hak ve adaletin korunması, etik kurullar
ve etik kurallar ile biyo-teknolojinin hukuken düzenleme zorunlulukları üzerinde de durulmalıdır.
Uluslararası hukuk açısından da Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsan
Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi baĢta olmak üzere hukuki profilin değiĢen koĢullar açısından
uygunluğunun sosyolojik olarak da ortaya konulması gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Gereksinim, Hukuki Profil, Biyo-Teknoloji, Gen Analizi, Yaşamın
Patentlenmesi, Adalet İlkesi, Etik Kurullar
ABSTRACT
The century in which we live in is named as century of bio-technology. Many new technical
inventions have caused controversies in the field of medical ethics take place in legal field. Starting
from the transformation of human nature by the hand of biotechnology,the elaboration ofdebates
constructed upon principlism, principle of respect for autonomy, benefit principle, no harm principle
and justice principle about forms of realization in law‘s normative field has become a necessity.
Redefinition of the inception of life, abortion, cloning, gene analysis and genetic intervention,
genetic engineering, patenting life and organ transplant, euthanasia, and death as a legal concept has
utmost importance that has bring out in social life.
Apart from all these issues, the protection of rights and justice in distribution of medical resources,
ethical boards and ethical rules via necessities of legal regulation of bio-technology should also be
elaborated. In perspective of international law, Convention for the Protection of Human Rights and
Dignity of the Human Being with regard to the Application of Biology and Medicine: Convention on
Human Rights and Biomedicine being in the first place, suitability of legal profile with regards to
shifting circumstances should be elaborated sociologically.
Keywords: Social Need, Legal Profile, Bio Technology, Gene Analysis, Patenting Life, Justice
Principle, Ethical Rules
I. BEDEN OLARAK ĠNSAN
Ġnsanın bedeni üzerindeki haklarını öncelikle insanın ontolojik tanımı ile iliĢkisi üzerinden ele
almak gerekir. Tarihsel olarak ve teolojik açıklama Ģemalarında insan, beden ve ruh düalizmi üstünden
tanımlanmaktadır. Bu klasik ayrım esas alındığında insanın bedeni ile iliĢkisi fiziksel, sosyo-kültürel
ve simgesel düzeyde incelenebilir. Tarihsel perspektif klasik ayrımın günümüzde de süren etkisine
rağmen beden-insan iliĢkisinin son derece farklı düzeylerde ele alınabileceğini göstermektedir.
Makalede düĢünce geliĢimi açısından sadece ana hatları ile ele alınmıĢ olan bu perspektif, insanın
bedeni ile olan iliĢkisine antropolojik giriĢ içinde kullanılmıĢtır.
1
Prof. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, isiktac@yahoo.com
173
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları beden algısı ve bedenin bir ―Ģey‖ olarak nitelendirilmesini de
olanaklı kılar. ĠĢte bu olanak aynı zamanda bedenin bir eĢya, daha doğrusu mülkiyete konu olan Ģey ya
da kiĢilik haklarının konusu olarak hukuksal nesneye dönüĢmesini sonuçlar. Fetüs, beden parçaları,
ölü beden üzerinde haklar, organ ve doku nakline iliĢkin tartıĢmalar da bu alana dâhil edilir ve
teknolojik geliĢmelerin bir gereği olarak hukuksal açıdan çözülmesi gereken sorunlara dönüĢür.
Beden üzerindeki hakların kiĢilik hakları olarak korunması günümüzdeki hukuksal profildir.
Ancak kiĢilik hakları ve mülkiyet haklarına iliĢkin koruma günümüz biyotıp geliĢimleri karĢısında
yetersiz kalmıĢtır. Hukuk, bu alandaki korumayı mülkiyet ve kiĢilik hakkı olarak bir arada ele alıp
durumun özelliklerinin örf ve adetler üstünden takdir edilmesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalıĢmak
yöntemine kitlenmiĢ görünüyor.
Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisi klasik insan tanımının iki boyutta oluĢu ile iliĢkilidir; beden ve ruh.
Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisinde Platon‘dan beri devam eden düalist anlayıĢın izlerini görebiliriz.
Platon ―Beden ruhun mezarıdır.‖ diyordu. Ama bu dünyada dolanan beden olmazsa ruhu kim
yelpazeleyecek? Platon, ruh-beden karĢıtlığında ruhu iĢaret eder ancak Antik Yunan kültürü, bedensel
görünüĢü ve bedenin olanaklarını da yüceltmiĢtir. Yunan tanrıları aynı zamanda mükemmel insan ve
estetiğinin de temsilcileridir. Güzellik hedonizmle birlikte bir hedef bir varıĢ noktası haline gelmiĢtir.
Antik Yunan‘ın beden – ruh düalizmi yüzlerce yıl hatta günümüzde bile önemli bir metafor olarak
iĢlev görmektedir. Bu metafor Platon eliyle ruha bir yol açma olanağına çevrilmiĢtir, oysa nesne olarak
beden ve bedensel baĢarı gündelik yaĢamda statü oluĢturur, yani bütünsel olarak bakıldığında Antik
Yunan bu düalizmi çözememiĢtir.
Ortaçağ‘da insan – beden iliĢkisi aĢağılama, çilecilik ve bedensel zevklerden uzaklaĢmanın
yüceltildiği bir dönemdir. Bakım ve temizlik bir çeĢit tanrıdan uzaklaĢma ve rehavet olarak
görülmüĢtür. Ortaçağ‘a gelindiğinde, Hıristiyan öğretisinin insan vücudunun kutsallığı ve zarar
vermeyi yasaklayan tutumu ironik bir Ģekilde kan akıtmadan vücut bütünlüğünü bozmanın dehĢetli
yollarını bulan engizisyon mahkemesi uygulamalarına dönüĢmüĢtür. Rönesans bedenin yeniden
keĢfidir. Logos yeniden yükselmiĢtir. BaĢta Leonardo da Vinci, Boticelli, Michaelangelo, Titian ve
Raphael olmak üzere sanatçıların yaptığı eserler insan güzelliğine bir iltifattır. Güzellik aynı zamanda
ruhsal iyiliğin bir iĢareti düzeyine de çıkarılmıĢtır. Sonrasında Descartes‘in insanı bir makine olarak
tarif eden görüĢü ile onu kökten eleĢtiren Spinoza beden-insan iliĢkisi açısından önemli dönüm
noktalarıdır. Antik Yunan‘da izlerini bulacağımız beden-ruh düalizminin anlam dünyamızda yarattığı
çerçeveyi merkeze alarak soruna yaklaĢmak doğru olacaktır. Hem teolojik gelenek hem de
rasyonalizmde ruhun öncelenmesi bugünün dünyasında Descartes‘in ünlü ―düĢünüyorum o halde
varım‖ sözü ile bir noktaya bağlanmıĢtır. Rasyonel birey bedenden soyutlanır, çünkü beden edilgen ve
ikincildir. Bu ontolojik kabul insana iliĢkin açıklamaların merkezine yerleĢmiĢtir. Aydınlanma çağında
insanın kendi bedeni üzerindeki hakkı mülkiyet hakkıdır. Örneğin Locke bu konuyu açıkça vurgular
(Locke, 1952: 17 vd). Bedenin, kol gücünün ve emeğin bir mübadele aracı olarak mülkiyete konu
olması hususunu asıl Marx vurgulamıĢtır. Kapitalist dönem iĢçiyi metalaĢtırılır.19. yüzyıl beden-insan
iliĢkisi bağlamında son derece ilginç bir yüzyıldır. Bir yanda Marx‘ın insanı makinenin bir ekine
çeviren kapitalist anlayıĢı reddeden yaklaĢımı diğer yandan insanı varoluĢsal sistematik içinde
hayvanla aynı sınıflandırma içinde tanımlayan Darwinci tutumlar, diğer yanda ise Nietszche‘nin
kiĢinin beden ve ruhtan oluĢtuğunu söylemesini çocukluk olarak değerlendiren yaklaĢımı vardır.
Nietszche de Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘da ruhu bedende olan bir Ģeyin adı olarak tanımlar. Nietszche‘de
insanı belirleyen akıl değil bedendir, bu ilginç bir evirtmedir (Harris, 1996: 56 vd). Beden – insan
iliĢkisi açısından odak değiĢtiren bir baĢka önemli düĢünür ise Freud‘dur. Özellikle histeri ile ilgili
yaptığı çalıĢmalarda psikolojik olguların fiziksel olgulara dönüĢtürülebileceğini göstermiĢtir. Yani
beden ve akıl birdir. Akıldaki sorun çözülünce beden de yeniden düzene girebilir. Beden, toplum
iliĢkisi açısından Foucault çağdaĢ, önemli bir açılım ortaya koymuĢtur. Bedenin kullanımı ve beden
pratikleri üzerinden toplumsal sistem analizi Foucault‘nun baĢlıca konularındandır. Bedenin tarihsel
olarak üretilmiĢ olan bilgi ve iktidar iliĢkilerinin bir sonucu olarak tezahür ettiği tezi, çalıĢmalarının
―bedenlerin tarihi‖ olarak isimlendirilmeye kadar götürülmesine olanak tanır. Öyle ki güç iliĢkileri
bağlamı üzerinde yaptığı soybilim analizleri bedenlerin sorgulanmasıdır. Bedenin cinsellik açısından
tanımını ―baskı‖ ya da ―yasak‖ kavramı ile iliĢkilendirmez. Ona göre beden-toplum iliĢkisi iktidar
kavramı ile açıklanabilir bu sonuca vardığı Cinselliğin Tarihi etkileyici bir örnektir (Foucault, 2010:
174
81 vd). Foucault‘nun iktidarın soy kütüksel analizi bedenlerin sosyal olarak inĢa edilmesidir. Çünkü
beden iliĢkilerinin tarihsel koĢullarında Ģekillenen bir üründür. Bir baĢka önemli açılım Derrida‘nın
bedenin söylem tarafından inĢa edildiği belirten yaklaĢımdır. Derrida bedenin bir metin olduğunu ve
okuyucularca inĢa edildiğini belirtir. Aslında bu tutumun bedeni bütünüyle özünden koparttığını,
organizma oluĢunu göz ardı ettiğini de bir eleĢtiri olarak ekleyebiliriz (Csordas, 1990: 7 vd). Bu
noktadan sonrasında konuyu birkaç yönü ile birlikte ele alan teorilerin etkinlik kazandığını
söyleyebiliriz, tipik örnek fenomenolojik yaklaĢımlardır.
Fenomenoloji bedensel indirgemeciliğe karĢıdır. Ġnsanların dünyaya dair algılarından söz ederken
bedensellik bir perspektif verir. Beden bir olasılıklar dizinidir. Beden iki biçimde ele alınabilir: ilki
objektif amaçsal beden (körper) diğeri ise sübjektif canlı beden (leib). Bu ayrımın fenomonolojik
olarak bedenin nitelenmesine imkân verdiği kabul edilmektedir. Bedenin bir temsil olarak ele
alınmasında yaĢayan bedenin fenomenolojisinin yapılması gereği bu görüĢü ĢekillendirilmiĢtir. Alman
felsefi geleneği felsefi antropoloji ile bedenin kavramsallaĢtırılması olanaklarını değerlendirmiĢtir.
Beden, biyolojik sabitlikler içinde materyal, kültürel değiĢime açık bir Ģey olarak tanımlanmaktadır.
Tüm bu açıklamaları bir sistematik içinde göstermek istersek beden teorilerini;
 Kökenci Ontoloji
 Naturalistik Teoriler
 Tercih Teorileri
 Söylem Teorileri
 Sosyal ĠnĢacı Epistemoloji
 Fenomonolojik Beden Teorileri, olarak sınıflandırabiliriz (Harris, 1996: 66).2
Günümüz beden – insan iliĢkisini bir milat olarak Ġkinci Dünya SavaĢı deneyimi ile birlikte
okumak gerekir. Ġkinci dünya savaĢı ile ortaya çıkan ırkçı deneyim adeta insanın bedeni ile
sınanmasıdır. Sonucu insanın insanlıktan çıkması, bir kabuğa dönüĢmesidir. Ġnsanın kaybettiği kötü bir
sınavdır bu büyük savaĢ. Günümüzde ise tüm bu tarihsel deneyimlerin tortusu ve tüketim toplumunun
genel kabulleri insanlığı bir bedenler imparatorluğuna çevirmiĢtir (Csordas, 1990: 17 vd). Birçok
yönden insan, tasarlanabilen plastik ve biyonik bir objeye dönüĢtürülebilmiĢtir. Kalp pili, kalça
kemiği, elektronik göz ve kulak, polimer damar, yapay deri vb. uygulamalar son derece kolay
ulaĢılabilir olanaklara dönüĢmüĢtür. ―Ġnsan inĢa edilebilir bir Ģeydir.‖ Gerçekten öyle midir? Biyotıp
geliĢmeleri nedeniyle konu tıp-hukuk iliĢkisi üzerinden tartıĢılmaktadır.
Hukuki açıdan imkânlar ve sınırlar giderek belirginleĢmektedir, örneğin canlı organizmaların
kendisinin üzerinde patent tesisi kabul edilmemektedir. DNA keĢfedileli elli yıllık süre geçmiĢtir.
DNA‘nın keĢfinden sonra 2003 yılında Ġnsan Genom Projesi ile insanın gen haritasının çıkarılması
içinde bulunduğumuz yüzyılın ―biyo-teknoloji‖ çağı olarak isimlendirilmesinin en haklı
gerekçelerinden birisi sayılabilir. Burada ortaya çıkan geliĢmeyi salt bir bilimsel buluĢ olarak değil
sosyal, politik ve ekonomik hatta hukuki bir etki olarak ele alıp değerlendirmek gerekir.
Biyo-teknolojik ürünler ve bunların patentlenmesi ile ilgili en yoğun çabalar ABD‘de
gerçekleĢmiĢtir. Özellikle Bayh-Dole Yasası 1980 yılından itibaren bilimsel araĢtırma sahalarının hızla
ticarileĢmesine neden olmuĢtur. Bu geliĢme ile birlikte genetik materyal bütünlüğünü ifade eden
Genom terimi de yerleĢik hale gelmiĢtir. Genom projesinin bir baĢka yönü de bir insanın gen
haritasının çizilmesinin yanında DNA dizilimlerinin belirlenmesine imkân sağlayan SNP (Single
Nucleotide Polymorphism) haritalarının oluĢturulabilmesidir. SNP haritaları özellikle büyük ilaç
firmaları için son derece stratejik öneme sahiptir.
Böylece farklı bir yönü ile yeniden insan, mülkiyete konu olan bir ―Ģey‖ biçimine
büründürülebilmiĢtir. Tarihsel olarak kölelik, insan ticareti, fuhuĢ, pornografi, organ kaçakçılığı vb.
2
Daha farklı sınıflandırmalar yapılmakla birlikte bu çalıĢmada tarihsel dönüm noktaları olarak iĢaretlenen
tutumlardan yola çıkıldığında bu sınıflandırma uygun sayılabilir.
175
konular da bu bağlamda ele alınabilir. Günümüzde ise hukuksal alan farklılaĢmıĢtır, beden üzerindeki
hakların Genom projesi çerçevesinde ve SNP açısından tartıĢıldığını söyleyebiliriz, ancak kanunun
giderek karmaĢıklaĢması hukuksal açıdan pek çok yeni sorunun daha ortaya çıkacağını göstermektedir.
II. BEDENLĠ BENLĠK VE BEDENLĠLEġME
Kültür taĢıyıcısı sıfatıyla beden, toplumun etkin ve önemli bir sembolüdür. Antropoloji bedenin bu
yanını en fazla irdeleyen çalıĢma alanıdır. Çünkü farklı sosyal kültürel sistemler bedenin görünür
olmasını sağladığı gibi onu ―Ģey‖leĢtirmektedir de. Bedeni bu biçimde algılayan teoriler edilgen beden
teorileri olarak isimlendirilmiĢtir.3 Antropolojik bu açılımların özellikle bedenle iliĢki açısından tıp
alanında doğrudan yansımaları vardır (Douglas, 2005: 17 vd). Tam bu noktada acaba temel bilimsel
bir çalıĢma alanı olan tıp insan bedenini ne Ģekilde algılamaktadır? Biyolojik sınıflandırmada hayvan
ile bedensel benzerliğin esas alındığını, anatomik incelemede ise cinsiyetçi bir bakıĢla fizyolojik
farklılıklara odaklanan kadın-erkek ayrımı üstünden sistematik çalıĢmaların yapıldığını görüyoruz
(Bourdieu, 2004: 35 vd).
Bu uygulama alanı olarak tıp, bedene bilimsel bulgu sağlayan ve müdahale edilebilir bir nesne
olanak bakmaktadır. Tıpkı, siyaset ve din alanında olduğu gibi tıp alanında da akıl-beden ayrımı
geçerlidir. Ancak doğa genel bir perspektiften bakıldığında sosyal bilimlerin, eylem ya da faillik
iliĢkisini açıklayamaya yönelik teorileri farklılaĢmaktadır: bu teorilerde baĢlangıçta bu ayrımı esas
almakla birlikte bir oluĢ olarak yaĢamın beden-akıl düalizmini aĢan bir Ģekilde kavranması noktasına
ulaĢmaya çalıĢmaktadırlar. Tam da konuyu ele alıĢ biçimimiz açısından iki yeni interdisipliner alana
iĢaret etmek gerekir.
Bedenin irdelenmesinde interdisipliner çalıĢma alanları medikal antropoloji ve medikal sosyoloji
belirsizlik yaratan konuların çözümü için genel kabulleri sorgulamaktadır. Her iki alanın da önemli
kavramları alarak ―embodied self (bedenli benlik)‖ ve ―embodiment (bedenlileĢme)‖ kavramlarıdır
(Turner, 1992: 17-38).
Bu kavramlar aracılığı ile fenomonolojik bir tutum alınıp örneğin bedensel bütünlük veya hastalık
gibi hallere iliĢkin salt araçsal beden açısından bir değerlendirme yapmanın uygun olmadığını ―bedenli
benliğin‖ tüm boyutlarının dikkate alınması gereği üzerinde durulur.
Kültür bağlamında hastalık veya rahatsızlık tarifinin değiĢmesi bedenlileĢme kavramını
gerektirmiĢtir. BedenlileĢme ile acı, hastalık veya rahatsızlığın toplumsal bağlam içindeki bir duygu
olarak anlaĢılması sağlanmaktadır (Turner, 1992: 87). Bireyin amaçlı eyleminin anlaĢılabilmesinde
akli tutumu kadar bedensel hal ve duygularının anlaĢılmasının da gerekli olduğu sonucu ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle uzman medikal söylem bedeni anatomik cinsiyet özellikleri açısından
ayrıĢtırır. Foucault‘nun biyo-iktidar kavramı ile bedensel varoluĢu yapılandıran farklı fizyolojik ve
biyolojik nedensellikler ve bedenleĢmiĢ varoluĢun anlamı birlikte konumlandırılmıĢtır. Heteroseksüel
hegemonya, tıbbi-hukuksal dispositif, bedeni tektipleĢtirir, bunu zorunlu bir sınıflandırma öğesi olarak
sunar ve düzenler.
Thomas Csordas geliĢtirdiği ―bedenlileĢme‖ kavramı antropolojinin bütünsel yaklaĢımı ile
paraleldir. Böylece insanın hem doğası hem etkileĢim aracı hem de etkileyen olarak bedeninin tarifini
geniĢletilmiĢtir. Çünkü bir beden sadece doğanın bir olgusu olarak kabul edilemez. En geniĢ anlamda
insan olmak hem acı ve hastalığı hem de yabancılaĢmayı deneyimleyebilen bir beden olmaktır
(Csordas, 1990: 16).
Bu sonuç bedenin antropolojik açıdan da kültürün üstüne iĢlediği bir hammadde olmayıp orijinal
ve kökensel olarak kültür alanına katılımı da içerir. Beden kültür öncesi bir katman olarak ele
3
En önemli temsilcilerinden birisi Mary Douglas‘dır. Douglas toplumsal sınırların bedensel sınırlara
dönüĢtüğünü belirtilmektedir. Douglas‘da beden bir temsildir.Ancak bu görüĢ bedeni sadece edilgen bir bütünlük
olarak ele aldığı için haklı olarak eleĢtirilmektedir.
Bir baĢka önemli açılım Pierre Bourdieu‘nün habitus kavramından yola çıkan yaklaĢımıdır. Daha çok sınıfsal
serim açısından bedenin fonksiyonuna vurgu yapan bu çalıĢma bireyin kültürel göstergeleri sunuĢ yeri olarak da
bedenin önemini vurgular. Feminizm ise konuyu bambaĢka bir boyuttan tartıĢarak kadın bedeni kavramına
yönelik kültürel giydirmeleri silmeye çalıĢmaktadır.
176
alınamaz. Bedenli olmak tarihselliğe de bir göndermedir. Bu nedenle söylemsel olarak oluĢan bedenler
ya da antropolojide sıkça karĢımıza çıkan sembolik beden analizlerinin ötesine bir beden anlayıĢı
günümüzde merkeze alınmalıdır. Klasik beden yaklaĢımlarının ruh-beden, akıl-duygu ayrımları ile
yaratılan karĢıtlıklar yerine bütünleĢtirici ve yeni bir bakıĢ açısıyla kavranan bedenden yola çıkarak
konumuzun baĢlığını oluĢturan ―Ġnsanın bedeni üzerinde hakları var mıdır?‖, ―Beden hak konusu
olabilir mi?‖ sorularının cevaplandırılması gerekir. Bu sorular hem hukuk hem de tıbbın konusudur.
Sonuç olarak bedensel olanla – ruhsal olan ayrımı yerine kültür ve söylemin bir ürünü olan tek
taraflı bakıĢ açılarının yerine bedene dair baĢta fenomenoloji olmak üzere pek çok farklı paradigma bir
arada değerlendirmek daha verimli olacaktır (Csordas, 1990: 31 vd). Bu beden anlayıĢının hukuk
açısından güncel sorunlarla ilgili ne tür bir imkân sunabileceğine de bakmak gerekecektir.
III. HUKUKUN KONUSU OLARAK BEDEN
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları, tarihsel perspektif paralelinde değiĢecek hukukun konusu
olmaya devam etmektedir. Bu baĢlık altında, insanın bedeni üzerindeki haklarının niteliğine geçmeden
önce bu hakkın konusu olma açısından total beden üzerindeki haklar, beden parçaları, beden
eklentileri, bedenden üretilen Ģeyler ve ölü beden üzerindeki hakların kapsamının da belirlenmesi
gerekir. Bu baĢlıkların ayrıĢtırılması özellikle biyotıp alanındaki geliĢmelerin burada sözü edilen
baĢlıklar nedeniyle yeniden gözden geçirilmesine ihtiyacından kaynaklanır. Her bir ayrıĢtırılmıĢ hak
alanı, mülkiyet hakkı ve kiĢilik hakkının konusu olma açısından ele alınabilir. Mülkiyet hakkı
bağlamında konu ele alındığında tartıĢma, eĢya kavramından baĢlatılır. Oysa eĢya, insanın dıĢında
kalandır. Ġnsan, hukukun nesnesi değil, öznesidir. Ġnsanlar, hakkın sahibi olabilirler ancak konusu
olamazlar. ġey, eĢya, mal birbiri yerine kullanılan kavramlardır. EĢya kavramının unsurları olarak
cismanilik, sınırların belirli olması unsuru, üzerinde hâkimiyet kurmaya elveriĢli olma, kiĢi dıĢılık
sayılmaktadır.4
EĢya olma açısından beden üzerindeki hakların, bedenden bütünlüğü bozmaksızın ayrılabilecek
parçalar ile ölü beden, vücut atıkları ve benzeri gibi öğeler açısından pratik bir çözüm olarak halen
iĢlevini koruduğundan söz edebiliriz. Bulunan bu çözüme rağmen yeni geliĢmeler nedeniyle halen çok
sayıda hukuksal sorun bulunmaktadır. Örneğin vücut atıkları veya ameliyatla çıkarılmıĢ beden
parçaları üzerinde yapılacak tıbbi araĢtırmaların yarattığı artı değerde, araĢtırma yapanın fikri hakkı ile
parçanın sahibinin hakları yarıĢtığında, hukuk soruyu nasıl cevaplandıracaktır?
Mülkiyet hakkına oranla, bugünkü insan hakları anlayıĢı açısından kiĢilik hakkı olarak beden
üzerindeki hak daha öne çıkmıĢ görünmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkına oranla öne çıkan
kiĢilik hakkı ile beden üzerindeki haklar açısından iliĢki kurmak gerekir. Dilbilim bakımından kiĢi
kelimesi Latince persona kelimesinin karĢılığıdır, persona tiyatroda aktörün oyunda taktığı maskenin
de adıdır. Bu metaforik gönderme hukuksal anlamla da iliĢkilendirilebilir. Bireyin hukuk sahnesinde
oynadığı rol kiĢiliğidir. Hukuk kiĢisi, haklara sahip olabilen, borç altına girebilen olarak tanımlanır.
KiĢi ve kiĢilik kavramlarının iliĢkisine de bakmak gerekir. KiĢilik, gerçek kiĢileri doğumlarından
ölümlerine kadar ayrılmaz bir biçimde sahip oldukları hukuksal değerlerin bütünüdür. KiĢilik kavramı
kiĢi kavramını da kapsar. Litaratürde birbirinin yerine kullanılmakla birlikte kiĢilik kavramı dar
anlamda değil geniĢ anlamda ele alınmalıdır.
KiĢiler hukuku; eĢitlik, özgürlük kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkelerini içerir. Özgürlük ve
eĢitlik insan haklarının parçası olarak uluslararası hukuk ve kamu hukukunu kurucu profilini oluĢturur.
KiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkesi ile kiĢi hem dıĢarıdan hem de kiĢinin kendisinden
4
―Günümüzde kölelik söz konusu olmadığı için baĢka bir insan üzerinde de ayni hak düĢünülemez. Bu
sebeple insan vücudu hukuken eĢya kavramının dıĢında sayılmaktadır. 4 EĢya aynı zamanda sınırları belirlenmiĢ
olandır. Bir varlığın eĢya sayılabilmesi için üzerinde ayrıca hâkimiyet kurulabiliyor olması gerekir, bu özellikle
maddi varlığı olan sınırları belli olma özellikleri açısından bedenin eĢya oluĢu ile ilgili tartıĢmaları güçlendirir.
Üzerinde hâkimiyet kurulabilmesi özelliği biri fiili hâkimiyet diğeri de hukuki hâkimiyet olarak ayrıĢtırılabilecek
iki baĢlık açısından değerlendirilir. Fiili hâkimiyet biraz olanak sorunudur. Örneğin güneĢin hâkimiyeti Ģu anda
söz konusu değil ancak ay üzerinde hâkimiyet kurulabilmiĢtir.‖ Daha detaylı bilgi için bkz. (Dursun, 2012:2430)
177
gelebilecek hukuka aykırı saldırılara karĢı korunur. Öyle ki bu koruma aĢırı fedakârlık hallerini de
engeller (CMK 23. ve 24. madde) (Helvacı, 2006: 4 vd). Konumuz açısından özellikle bu hüküm
kiĢinin bedeni üzerindeki hakları değerlendirmede baĢlıca ilkedir.
KiĢilik hakkının konusu, kiĢiliği oluĢturan değerlerin tümü üzerindeki haktır. KiĢilik hakkının
birden fazla bir hak mı olduğu yoksa genel bir hak olarak kabulün gerekip gerekmediği hususu
doktrinde tartıĢılmıĢ ancak özellikle Medeni Yasanın 24. maddesinde geçen ―kiĢilik hakkı‖ ifadesi de
göz önünde bulundurulduğunda genel bir hak olarak kabulü baskın görüĢ olmuĢtur.
GeliĢen teknoloji ve artan ihtiyaçlar göz önünde tutulduğunda nelerin kiĢilik hakkında dâhil
olabileceği hususunun takdiri bu genel kiĢilik hakkı kavramının yargıç tarafından ve gerektiğinde örf
ve adet hukukuna iliĢkin durumu da göz önünde tutularak doldurulmalıdır. KiĢilik hakkı, haklara
iliĢkin nitelendirmeler içinde mutlak, Ģahıs varlığına ve kiĢiye sıkı sıkıya bağlı, ölümle sona erip
mirasçılarına geçmeyen bir haktır; icra takibine konu olmaz, zaman aĢımına uğramaz ve hak düĢürücü
süreye tabi değildir (Helvacı, 2006: 76 vd).
Sonuç olarak; günümüz hukuku içinde ve özel olarak insan hakları bağlamı içinde kiĢinin vücudu
üzerindeki hakları mülkiyet hakkı ile değil, kiĢilik hakları ile ilgilidir ve bu kapsam içinde
değerlendirilmelidir. Hukukumuz açısından Anayasanın 17. maddesinde yer alan kiĢinin maddi ve
manevi varlığına dokunulamayacağı maddesi ise Medeni Yasamızın 23. maddesinde yer alan kiĢilik
haklarının vazgeçilmezliği ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu düzenlemeler doğrultusunda insanın
kendi vücudu, sağlığı ve özgürlüğüne yönelik saldırı, kiĢinin kendisi veya yabancı birisi tarafından
yapılsa da hukuken korunmaz.
KiĢinin temel hakkı sağlıklı yaĢama hakkıdır. YaĢam hakkı kiĢinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü
koruyabilmesidir. YaĢam hakkı kiĢilik hakkını oluĢturan en temel değerdir. Anayasamızın 17.
maddesinin de koruduğu budur. YaĢam hakkına herkes eĢit olarak sahiptir. Bu hak üzerinde hiçbir
Ģekilde tasarruf edilemez. Bir kiĢinin hayatına baĢkası ve hatta kendisinin de son verme hakkı yoktur.
KiĢinin rızası hukuka aykırılık unsurunu ortadan kaldırmaz. Tam da bu gerekçe ile Türk hukuku
açısından ötenazi kabul edilemez. Hayat hakkının uzantısı vücut bütünlüğüdür. Bunun ilk korunma
biçimini AĠHS‘de yer alan 5. maddedeki iĢkence yasağı ile iliĢkilendirebiliriz. Anayasanın 17.
maddesinde yer alan tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dıĢında, kiĢi vücudunun bütünlüğüne
dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Aynı ilkenin Hasta Hakları
Yönetmeliği 5. maddesi ile de desteklendiğini görüyoruz. Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı
haller dıĢında rızası olmaksızın kiĢinin vücut bütünlüğüne ve diğer kiĢilik haklarına dokunulmaz;
ayrıca Türk Ceza Kanunu 90. madde, insan üzerinde deney yapmayı da cezalandırmaktadır. Vücut
bütünlüğü kadar psikolojik bütünlük de hukuksal koruma altındadır.
Hukuken insan bedeni, kendi bütünlüğü içinde korunduğu gibi beden parçaları üzerindeki haklar
bakımından da özel olarak korunmaktadır. Vücudun parçaları üzerindeki haklar ise vücudun doğal ve
yapay parçaları üzerinden ayrı ayrı değerlendirilir. Protez, peruk, saç, tırnak vb. parçalar ile kan, diĢ,
tümör, plasenta, ameliyatla çıkarılan parçalar, sperm ve yumurtanın hukuki niteliği tartıĢmalıdır. Bir
görüĢ vücuda zarar vermeksizin ayrılabilir olan Ģeylerin eĢya sayılabileceği yönündedir. AyrılmıĢ olan
Ģeyin mülkiyeti konusu ise bizim hukukumuz açısından Medeni Kanun 685. madde ―Bir Ģeyin maliki,
onun ürünlerine de malik olur‖ bir çerçeve oluĢturmaktadır. Bedenin eĢya olarak nitelendirilebilmesi
durumu özellikle kiĢi dıĢılık unsuru açısından değerlendirilmelidir. KiĢinin bedensel ya da manevi
bütünlüğü ile bağlantı kurularak bir varlığın eĢya sayılamayacağı sonucuna varılabiliyor (Helvacı,
2006: 30). Ayrıca embriyo veya vücut parçalarının eĢya sayılıp sayılmayacağı hususu çok kolay
cevaplandırılamamaktadır.5
5
Bir Ģeyin eĢya sayılması için ekonomik değerinin olması gerektiği konusundaki görüĢler eĢyayı mal ile özdeĢ
saymakta ve malı da ihtiyaçları karĢılayan tüm araçlar biçiminde geniĢletmektedirler. Ġktisat bilimi açısından mal
ve hizmetlerin ihtiyaçları karĢılama özelliği olan fayda belirleyici olmaktadır. Konu açısından üzerinde
durulması gereken bir diğer kavram da ―değer‖dir. Değer; mal ve hizmetlere verilen önemdir. Değer bir Ģeyi elde
etmek için katlanılan fedakârlık oranı ile ölçülür. Bir malın değerli olabilmesi için hem bir ihtiyacı karĢılaması
hem de miktarının ihtiyaçlara oranla az olması gerekir. Bir baĢka açıdan eĢya hukuki iĢlemlere konu olabilen
178
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi‘nin biyoetik sözleĢmesinin hazırlanmasına dair 1160
(1991) sayılı tavsiye kararı doğrultusunda hazırlanan ―Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından
Ġnsan Hakları ve Ġnsanın Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi, Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖
Avrupa Konseyi‘nde 4 Nisan 1997 tarihinde imzaya açılmıĢtır. TBMM 3 Aralık 2003 tarih ve 5013
sayılı kanun ile sözleĢmenin onaylanmasını uygun bulmuĢtur. Böylece Anayasanın 90. maddesi
uyarınca sözleĢme iç hukukun parçası haline gelmiĢtir.
Bu sözleĢme kısaca Avrupa Biyotıp SözleĢmesi (Bundan sonra ABS) olarak isimlendirilmektedir;
on dört bölümden oluĢmaktadır.
Temel konular olarak;
 - Rıza
 - Özel yaĢam ve bilgilendirme hakkı
 - Bilimsel araĢtırma
 - Embriyo araĢtırmaları
 - Ġnsan genomu
 - Organ ve doku nakli
 - Ticari kazanç ve insan vücudundan alınmıĢ parçalar üzerinde tasarruftur.
BaĢlıklar aynı zamanda hangi konularda en fazla sorun olduğuna da iĢaret etmektedir. Belirlenen
bu konularla ilgili olarak sözleĢme yol gösterici ilkeler olarak;
 - Ġnsan önceliği
 - Sağlık hizmetlerinden adil Ģekilde yararlanma
 - Mesleki standartlar benimsediğini belirtmiĢtir.
SözleĢmenin temel amacı 1. madde içinde insan onuru ile insan kimliğinin korunması ve ayrım
gözetmeksizin herkesin vücut bütünlüğü ile diğer temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına
alınmasıdır. Biyotıp uygulamaları bu ilkeye uygun olmak zorundadır.
Ġnsan önceliğinden, insanın menfaat ve refahının bilim veya toplumun menfaatlerinden üstün
tutulacağı (ABS 2. madde) sağlık hizmetlerinden adil biçimde yararlanmada, sağlığa duyulan ihtiyaç
ve kaynakların göz önünde tutulacağı (ABS 3. Madde) düzenlenmiĢtir. Bu ilkenin anlaĢılması
açısından sağlık hizmetinin ne olduğu da tanımlanmalıdır. Sağlık hizmeti; sağlık ile ilgili iĢ görme ya
da hastalık veya sakatlığın olmaması ve bedenen, ruhen, sosyal yönden tam bir iyilik halinin
sağlanması amacıyla yapılan iĢlemlerdir. Sağlık sadece hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp
bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.6
ABS‘nin 28. maddesi ―Kamuya Açık TartıĢma‖ baĢlığını taĢımaktadır ve yukarıda verdiğimiz
sağlık hizmeti tanımı da göz önünde tutularak ele alındığında Ģu sonuçlar önemlidir: Maddede, ―Bu
sözleĢmenin tarafları, biyoloji ve tıp alanının geliĢmelerin doğurduğu temel sorunların, özellikle ilgili
tıbbi sosyal, ekonomik, ahlaki ve hukuki yargılamaların ıĢığında, uygun Ģekilde kamusal tartıĢmaya
konu olmasını ve bunların muhtemel uygulamalarının, uygun istiĢarelere konu olmasını
sağlayacaklardır‖ ifadesi ile açıkça kamuoyu bilgilendirme ve sınırlar açısından geniĢ katılımlı
tartıĢmalara duyulan ihtiyaca iĢaret etmektedir.
varlıkların adıdır. EĢya kavramı zamana göre değiĢir ancak yine de nelerin eĢya sayılabileceği hususu
toplumların hukuk düzenlerine kalmıĢtır. Tüm gerekçeler bir yana eĢya kavramının hukuksal bir kavram olduğu
tartıĢmasızdır. Ayrıca zaman içinde eĢya kavramının geniĢlemekte olduğu da bir gerçektir.
6
Aynı husus Sağlık Hizmetlerinin SosyalleĢtirilmesi Hakkında Kanun‘un 2. maddesinde de yer almaktadır.
Ayrıca bkz. (Bayraktar, 1972: 17 vd).
179
Bu uygulama tıbbi meslek kuralları açısından da sınırlamaya tabidir; ABS 4. madde ―AraĢtırma
dâhil, sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun
olarak yapılması gerekir.‖ TartıĢmalarda ana eksenin kabul edilen hukuki standartları esas alan ancak
kiĢi hakları bakımından daha ileriye götürücü bir uygulama için zemin kurulması sağlanmaya
çalıĢılmaktadır.
Çünkü insan bedeni üzerindeki hakları açısından da ABS temel düzenlemedir. SözleĢmenin rızaya
iliĢkin 5, 6, 7, 8, 9, 10 ve 22. maddeleri özellikle ―aydınlatılmıĢ hastanın rızası‖nı düzenler. Bu
uluslararası düzenlemenin bizim iç hukukumuz açısından bir uyum sorunu yaratmadığını görmekteyiz.
Örneğin Türk hukukunda 1219 sayılı Tababet ġuabatı Sanatların Tarzı Ġcrası Hakkında Kanunun
70. maddesi ile de hastanın rızasının alınmaması suç olarak tanımlanmıĢtır (Kataoğlu, 2006: 170-171).
Ayrıca sözleĢmenin 5. maddesindeki düzenlemeye paralel olarak ilgili kiĢinin rızasını her zaman geri
alınabileceğini de hükme bağlamıĢtır.
Ayrıca Medeni Kanunu‘nun 23. maddesinde 1990 yılında yapılan değiĢiklik eklenen fıkrasına
göre; ―Ġnsan kökenli biyolojik maddelerin alınması, aĢılanması ve nakli vericinin yazılı rızası ile
mümkündür. Ancak biyolojik madde verme borcu altına girmiĢ olandan edimini yerine getirmesi
istenemez, maddi ve manevi tazminat isteminde bulunamaz.
Medeni Kanunun 24. Maddesinde kiĢilik haklarına yönelik her saldırının hukuka aykırı sayılacağı
ilkesini vurgulandıktan sonra, 2. fıkrada 1988 ve 2001 tarihinde değiĢtirilmiĢtir. Buna göre kiĢilik
haklarına yönelik saldırı üç halde hukuka uygun sayılabilir:
1 – KiĢilik hakkı zedelenen kimsenin rızası
2 – Daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar
3 - Kanunun verdiği yetkinin kullanılması
KiĢinin sağlığı ve beden bütünlüğü üzerindeki hakları, mutlak ve sınırsız bir hak değildir. KiĢinin
rızası, kiĢilik hakkından bütünüyle vazgeçmesi veya devredebilmesi ya da aĢırı sınırlamaya yol açmaz.
Örneğin estetik operasyonlar açısından kiĢinin rızası kimliğin değiĢtirilmesine, farklılaĢmaya yol
açabilecek biçimde kullanımlar açısından tartıĢılmıĢtır. Bu tür operasyonlarda kriter yapılan
değiĢikliğin kiĢinin beden ve ruh sağlığına bir katkı sayılıp sayılamayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır.
Aynı Ģekilde organ ve dokuların para ile alınıp satılması hususu da kanun, genel ahlak ve adaba ve
kamu düzenine aykırıdır. Aynı Ģekilde cinsiyet değiĢtirme ameliyatlarında bu açıdan tartıĢılmaktadır.
Bu tür tartıĢmalı konularda müdahalenin ―tedavi amacı‖ ile yapılmıĢ olması temel gerekçelerden
birisidir. Günümüzde bu gerekçenin ―üstün amaç‖ Ģekline dönüĢmüĢ ve özel ya da kamu yararı
düĢüncesi ile yapılan tıbbi müdahale hukuka uygun kabul edilebilmektedir.
Ayrıca rızanın kapsamı konusu da kiĢinin bedeni üzerindeki hakları açısından değerlendirilmelidir.
Rıza hangi konuya iliĢkin ise, doktorun müdahalesi de bu konuda gerçekleĢtirilmelidir. Hasta Hakları
Yönetmeliği 31. madde rızanın tıbbi müdahalenin gerektirdiği tıbbi iĢlemleri kapsadığını belirtmiĢtir.
Rıza, tıbbi müdahaleden önce alınacaktır. Bazen rızaya ek özel korumalar da oluĢturulmuĢtur. Örneğin
Hasta Hakları Yönetmeliği deneme, araĢtırma ve eğitim amaçlı tıbbi müdahaleye konu edilmesi için
kendi rızası yanında Sağlık Bakanlığı‘nın onayı da aranacaktır.
Ayrıca gönüllü olarak tedaviyi kabul eden kiĢinin rızası ortaya çıkacak tıbbi uygulamalarla ilgili
yasal düzenlemeler ile korunan sınırın aĢılması halleri araĢtırma personelinin sorumluluğunu ortadan
kaldırmaz (HHY 32. madde).
Hasta Hakları Yönetmeliği 36. madde ile de bir ilaç veya tenkibinin üretimi veya satıĢı için gerekli
izin ve ruhsat alınmıĢ olsa dahi sadece araĢtırma amaçlı olarak hasta üzerinde kullanılması halleri de
özel olarak düzenlenmiĢtir. Bu durumda ancak hastanın izni ile alınabilir ayrıca 1993 tarih ve 21480
sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Ġlaç ve Tıbbi Müstahzar AraĢtırmaları Hakkında Yönetmeliğinde
konuya iliĢkin birçok detaylı koruyucu hüküm yer almaktadır.
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları organ ve dokularının bağıĢı, alınması nakli konuları açısından da
tartıĢılır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, AĢılanması ve Nakli Hakkında Kanun ve
180
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu konuyu düzenlemektedir. Her iki yasa açısından da canlı ve ölüden
organ ve doku nakli ayrımı yapılmaktadır. Organ ve doku nakli tıbbi müdahaledir ve bu çerçevede
yürütülmelidir.
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları konusunu bir baĢka açıdan daha tartıĢabiliriz. Özellikle
teknolojik geliĢmelerle ortaya çıkan gen analizleri ve kiĢinin DNA yapısına iliĢkin bilgilerin bir
iktisadi değere haiz olması ile bu bilgilerin korunması hususlarının kiĢilik hakları açısından
tartıĢmalıdır.
Teknolojik geliĢme gen bankası uygulamaları, verilerin korunması ve veri madenciliği
(datamining) kavramları açısından tartıĢılmaktadır. Verilerin korunmasın Ģu hususa dikkat etmek
gerekir. Veri korunmasından verinin iliĢkili olduğu kiĢinin ―kiĢilik haklarının korunması‖
anlaĢılmalıdır (Yıldırım, 2007: 383). Buradaki korunma anayasal bağlamda ―biliĢimsel geleceğini
bizzat belirleme hakkı‖ olarak tanımlanmaktadır. KiĢilik haklarının para ile ölçülemeyeceği fikri
değiĢmiĢtir. Alman Anayasa Mahkemesi‘nin bir kararında kiĢiliğin, serbestçe tasarruf edebilmesine,
depolayabilmesine, dağıtması ve yaymasına bağlı olduğu değerlendirmesini yapmaktadır (Yıldırım,
2007: 384). Bu değerlendirme mülkiyet hakkı ile bağlantısı koparılmıĢ olan kiĢi hakları alanının yeni
baĢtan değerlendirilmesi anlamına gelebilir.
Gen analizi yapımı tıbbi bir müdahale sayıldığı için bu müdahalenin yapılması için kiĢinin
aydınlatılmıĢ rızasının alınması gerekir.
Yukarıdaki görüĢten farklı olarak vücuttan ayrılabilen parça olarak değerlendirilen ―gen‖in
sahipsiz eĢya statüsünde değerlendirildiği görüĢler ile iĢlevsel bağı esas olan iki ayrı görüĢ vardır.
Örnek olarak vücuttan kopan parçalar, kiĢiye kendi kanının verilmesi, deri, kemik ve doku nakli
parçaları, yumurta ve sperm vb. Ģeyler iĢlevsel bağlılığını sürdürür.
Çözüm için hem mülkiyet hem de kiĢilik hakları kapsamında konuyu ele alan yeni ve karma bir
yaklaĢım daha vardır. Bu görüĢ ana argüman olarak teamüller ve yerleĢik anlayıĢ üzerinde
durmaktadır. Yani vücuttan ayrılan parça hem eĢya hem de kiĢilik haklarına konu olabilecektir. Saç,
diĢ vb. Ģeylerle vücuttan alınan böbreğin hukuki statüsü böylece ayrıĢtırılabilecektir. Örneğin berberde
saçını kestiren talep etmiyor ise teamül, onların berber tarafından değerlendirilebileceğidir (Dursun,
2012: 140 vd). Günümüzde vücuda yapısal bir zarar vermeksizin alınabilen parçalar için daha serbest
bir alan söz konusu iken vücut bütünlüğünü bozucu transplantasyonlar için halen pek çok hukuksal
kaydın tutulduğu ve ticarete konu olma hususlarının yasaklı olduğunu da tespit ediyoruz.
Bu görüĢün bir baĢka önemli avantajı da, beden parçaları üzerinde giderek artan biyotıp
uygulamalarına olanak sağlamada yaratacağı kolaylıktır. Ayrıca hem mülkiyet hem de kiĢilik hakkına
iliĢkin korumaların vücut parçaları ile ilgili olarak kullanılması imkânı sağlanır. Ancak vücuttan
ayrılan parça daha sonra baĢka birisine veya kiĢiye yeniden nakledilecekse ilgili parçanın eĢya
niteliğini kazanmadığını kabul etmek gerekir. Parçanın kullanım amacı nitelendirmede önem taĢır.
Vücut parçalarının da tıpkı vücut bütünü gibi kiĢilik hakları kapsamında değerlendiren görüĢ, eĢya
sayılma hususunu reddetmektedir. Ancak bu görüĢ ortaya çıkabilecek çok sayıda hukuki belirsizliğin
çözülebilmesi ile ilgili bir çözüm de sunamamaktadır. Türkiye‘de genel olarak bu görüĢ kabul
edilmektedir.
Vücut bütünlüğünün bozulması açısından organ ve doku nakli teknolojik geliĢmeler göz önünde
tutulduğunda önemli ve tartıĢmalı bir alandır. Organ ve doku nakli kiĢiye sağlık kazandırmak için
―üstün bir amaç uğruna‖ yapılabilir. Yasa iĢlemin amacını açık ve tartıĢmasız bir biçimde belirlemiĢtir.
2238 sayılı Organ Nakli Yasası (ONY); Tedavi, teĢhis ve bilimsel amaçla organ ve doku alınması
saklanması, aĢılanmasını vb. hususları düzenlemiĢtir. Buna göre;
Ana ilke bedel veya baĢkaca bir çıkar karĢılığı organ ve doku alınması ve satılmasını yasaklı
olduğudur (ONY 3. madde). Organ ve doku alımına iliĢkin reklam yapmak yasaktır. Eğer organ ve
dokusu alınacak kiĢinin hayatı için bir tehlike varsa bu tıbbi iĢlem yapılmaz. Organ veya doku verecek
kiĢinin 18 yaĢını doldurmuĢ olması ve ayırt etme gücü sahibi olması da gerekir. Yani akıl hastası, zekâ
geriliği olanlardan ve çocuklardan organ ve doku alınamaz. Eğer organ veya doku ölüden alınacak ise
sağlığında izin vermiĢ olması veya yakınlarınca bu tür bir iĢlemin yapılabileceği hususunun yazılı
181
olarak beyan edilmesi gerekir. Bu kuralın istisnası afet halleri veya trafik kazalarıdır. Bu olağanüstü
hallerde izin aranmaksızın kiĢinin organları alınabilir.
Alınan parçaların o bireyin isteğine aykırı olarak kullanılması kiĢilik hakkı ihlali doğurur. Sadece
eĢya hukuku kurallarıyla, tek yönlü bir koruma yeterli değildir (Cain, 2000: 474).
Konunun hukuksal açıdan tartıĢıldığı 1988 tarihli Amerikan hukuk yargılamasına yansıyan ünlü
Moore v. Regents of University California davası üzerinde durabiliriz7. Dalak ameliyatı yapılan Moore
iyileĢtikten sonra uzun süre kontrol amacı ile hastaneye çağrılır. Bu sürecin çok uzadığını düĢünerek
doku örneklerinin akıbetini sorguladığında kendi tedavisini yapan Dr. Golde‘nin doku üzerinde yaptığı
araĢtırmanın bir hücre dizini (cellline) haline getirilerek patentlenmek üzere yüksek ücretle bir ilaç
firmasına satmıĢ olduğunu öğrenir. Bu bilgi üzerine kan ve doku parçalarının mülkiyetinin kendisine
ait olduğu iddiası ile dava açar.
Amerikan mahkemesi dokularla ilgili mülkiyet hakkının hastanede olduğu yönünde bir karar
vermiĢtir. Çünkü hücre dizini ile ilgili teknik çalıĢma hastane olanakları ile ve akademik çalıĢma ile
gerçekleĢtirilmiĢtir. Mahkeme gerekçesini sözleĢme hukukuna aykırılık açısından değerlendirerek bu
husustaki aykırılığı tazminat konusu yapmıĢtır. Doktor ile hasta arasındaki tedavi dolayısı ile
oluĢturulan sözleĢmeye aykırı olarak yapılan araĢtırmanın hastaya söylenmemesi ancak bir tazminat
konusu yapılabilir.
Kararın hukuksal dayanağı ise vücuttan ayrılan parçaların eĢya niteliğinde olduğudur. Hasta,
mülkiyet hakkına iliĢkin saklı hakkını hastaneye devredilebilir (Ayan, 1991: 49 vd). Dokunun kendisi
değil doku üzerinden bilimsel araĢtırma ile oluĢturulan dizin mali açıdan kıymetlidir. Bu nedenle
hekimin ürettiği formül üzerindeki hakkı da göz ardı edilemez.
Konunun bir baĢka tartıĢılma biçimi ise genetik verilerle ilgilidir. Genetik verilerin önemi biyotıp
geliĢmeleri nedeniyle son derece güncel bir hale gelmesidir. Genetik verilerle ilgili tartıĢma için
hukuki açıdan yukarıda değindiğimiz Moore davası iyi bir örnektir. Bu olayda; kiĢilik hakları mülkiyet
hakkı ve fikri mülkiyet hakları yarıĢması ortaya çıkmaktadır. Genetik veriler ve embriyoya iliĢkin
sorunlar da benzer özellikler göstermektedir. Embriyonun hakları mülkiyet yani eĢya oluĢ üzerinden
yapılamaz, nihayetinde bir hak sahipliği söz konusu olmasa da embriyo bir insan modelidir. Anne ve
babanın embriyo ile olan iliĢkisini kiĢilik hakkı kapsamında ele alabiliriz. Ancak kiĢi olmaya iliĢkin
yasal koĢullar ―tam ve sağlam doğma‖ koĢulu ile ilgilidir. Bu durumda embriyo olsa olsa ―kiĢi adayı‖
sıfatındadır (Dursun, 2012: 155 vd). Çünkü anne rahmine düĢüldüğü andan baĢlayacak süreç tam ve
sağlam doğma koĢuluna bağlanmıĢtır. Bu durumda embriyonun sperm ve yumurta olarak birleĢtiği an
(tüpte veya baĢka usulde) kiĢi adaylığını baĢlatır. Embriyonun dondurularak saklanması, ticari amaçla
kullanılması, çocuk sahibi olma amacı dıĢında örneğin tıbbi araĢtırmalar için kullanılmasına iliĢkin
sorunlar da hukuksal açıdan önem taĢımaktadır.8 Kural olarak embriyonun geleceğini belirtme hakkı
eĢlerindir. Bu belirlenim de embriyonun kiĢilik hakları çerçevesinde korunduğunu göstermektedir.
Embriyo, cenin, cenin parçaları ve kök hücre vücuttan ayrılmıĢ organlardan farklıdır. Çünkü embriyo
vücut bulabilir bir bütünlüktür. Ceninden alınan kök hücreler biyomedikal uygulamalar açısından ufuk
açıcıdır, bunların tıbbi araĢtırmaya konu olması hususundaki aĢırı tutuculuk insanlığın geleceği
açısından zorluk da doğurabilir.
ġimdiye kadarki açıklamalar beden, beden parçaları ve nihayetinde embriyoya iliĢkin konular
açısından beden üzerindeki hakların ele alınmasıdır. Acaba aynı tartıĢmaları ölmüĢ beden açısından
yaptığımızda ne tür hukuksal problemlerle karĢılaĢabiliriz? Cesedin hukuki niteliği de eĢya sayılıp
sayılmayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Ölüm ile kiĢilik sona erdiği için kiĢilik hakları açısından
konunun değerlendirilmesi güçtür. Bu tartıĢmanın önemli bir noktası da ―ölüm anı‖ kavramıdır.
Özellikle organ nakli ve tıbbi müdahale açısından ölüm anı da önem taĢımaktadır. Türk hukuku
açısından hukuki çerçeve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında
Kanun‘dur. Yasa, tıbbi ölüm halinden 11. maddede ―bilimin ülkede ulaĢtığı düzeydeki kuralları ve
7
249 Cal Rptr. 494 (Court of Appeals; 1990, 271 Cal Rptr 146. (California Supreme Court), Kararın
değerlendirilmesi ile ilgili bkz. (Harris, 1996:78vd).
8
Konunun hukuki çerçevesi Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Yönetmeliğidir (son hali 11 Ocak 1998
değiĢikliğidir Resmi Gazete 23227)
182
yöntemleri uygulanması‖nda bahsetmektedir. Hukuksal açıdan biyolojik ölüm ve beyin ölümü
arasında bir ayrım gözetilmektedir. Tıbbi açıdan geri dönüĢümün olmadığı nokta beyin ölümüdür.
Cesedin bir insandan arta kalan oluĢundan hareket eden kiĢilik bakiyesi teorisi cesedin hukuki
niteliğini yasal düzenlemelerle de desteklemektedir. Mezara saldırının, cesede yapılacak muamelelerin
hukuki düzenlemeye konu olmasını bu hususa bağlamaktadır. Bir diğer görüĢ ise cesedi kendisine has
bir varlık olarak sayan görüĢtür. Bu görüĢ özellikle yakınlarının cesetle iliĢkisi üzerinden hukuki
değerlendirme yapmaktadır.
Türk hukuku açısından ölünün yakınlarının ceset üzerinde sınırlı tasarruf hakkı vardır. 2238 sayılı
Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘un 14. Madde özel bir düzenleme ile
kaza, doğal afetler sonucu ölenlerin yanında herhangi bir yakını yoksa doku ve organları alınabiliyorsa
rıza aranmaksızın organ veya dokuları nakledilebilir. Bu düzenlemenin gerekçesi tıbbi zorunluluk ve
ivedilik halleridir. Yasanın düzenlemesi kural olarak kiĢinin ölmeden önceki beyanları veya
yakınlarının iznini öncelemektir. Yasa 15. madde ile de ceset parçaları üzerindeki her türlü tasarrufun
ahlaka, kamu düzenine, kanunun emredici hükümlerine ve kiĢilik haklarına aykırı bir biçimde iĢlem
yapılamayacağıdır. Ceset üzerinde ölenin yakınlarının mülkiyete benzer mutlak bir hakları olduğu
kabul edilir. Örf ve adetlerde bunların bulunmadığı durumlarda hâkim, ceset üzerindeki hakkın
içeriğini belirler.
Diğer yandan ölen kimsenin vücut parçaları üzerinde ölüm sonrası tasarruf durumu daha
belirsizdir. Ölenin vasiyet aracılığı ile bedeni üzerindeki tasarrufu imkân dâhilindedir veya
yetkilendirdiği kiĢiler bu imkânı kullanabilir.
Bazen de ölü beden, eĢya olarak değerlendirilmektedir (Ataay, 1996: 25 vd). Örneğin Mısır
mumyalarının veya eski mumyaların ticarete konu olabilmesi bu açıdan ele alınabilir. Ancak ölü beden
ve parçaları hususundaki hukuksal tartıĢmaların daha çok yerel hukuklar ve örf ve adet hukuku
çerçevesinde değerlendirilmekte olduğunu da ekleyelim.
Bir baĢka husus ise anatomi bilgisi açısından tıp fakültelerinin ihtiyaç duyduğu ölü bedenlerle
ilgilidir. Bu tür bedenler de daha çok kimsesiz olanlardan temin edilmektedir. Bunun istisnası kiĢinin
yaĢarken bu tür incelemeler için cesedini tıp fakültelerine veya tıbbi araĢtırma enstitülerine
bağıĢlamasıdır. Bu tür irade açıklamaları da kiĢilik hakkı çerçevesinde ele alınır (Ataay, 1996: 26 vd).
Sonuç olarak kiĢinin bedeni üzerindeki hakları konusu bedenin tümü ile ilgili haklar açısından
tedavi amaçlı yapılan müdahalelerde ―açık rıza‖ ilkesi çerçevesi ile sınırlı tutulmuĢtur. Uluslararası
belgeler ile iĢ hukuk uygulamaları açısından bir paralellik vardır. Koruma genel anlamda ―kiĢilik
hakları‖ çerçevesinde ele alınan özüne dokunulamaz haklar kategorisi içindedir. Bedenin parçaları
üzerindeki haklar da vücuda zarar vermeksizin ayrılabilen veya tıbbi müdahaleyi zorunlu kılan
parçalar ayrımı üzerinden değerlendirilmektedir. Genetik ve embriyoya iliĢkin hususların da bu
paragrafta ele alınan konu ile paralelliği açıktır.
Ceset üstünde haklar ise artık açıkça bir kiĢilik hakkından bahsedilemeyeceği için kiĢinin yaĢarken
yaptığı irade beyanları veya yasada sayılan yakınlarının tasarrufları çerçevesinde
değerlendirilmektedir.
Konunun sosyoloji kongresi çerçevesinde ele alınma sebepleri burada tartıĢılan pek çok hukuksal
konunun değiĢen yaĢam koĢulları nedeniyle düzenleme esaslarında yaĢanan büyük farklılaĢmaya iĢaret
etmek içindir.
AraĢtırmanın baĢında iĢaret etmiĢ olduğumuz antropolojik giriĢte ipuçlarını bulabileceğimiz
beden-ruh farklılaĢması günümüzde artık klasik ayrımdan farklı olarak ―bedenlileĢme‖ ve ―bedenli
benlik‖ nitelendirmeleri üzerinden okunmaktadır. Bu farklılaĢma hukukun klasik anlamda koruma
alanı içine almıĢ olduğu ―kiĢilik hakları çerçevesinde koruma‖nın yetersizliğinin açık ifadesini
oluĢturmaktadır.
Tarihsel olarak mülkiyet hakkı üzerinden değerlendirilen kiĢinin bedeni üzerindeki hakları modern
zamanlarda kiĢilik hakları koruması altında ĢekillenmiĢken değiĢen biyotıp beden, beden parçaları,
embriyo ve ölü beden üzerindeki hakların yeni bir hukuksal refleksle korunmasını gerekli kılmaktadır.
183
Hukukun, mülkiyet hakkı, kiĢilik hakkı ve mülkiyet hakkı konusundaki çeĢitli hükümlerle
korumaya çalıĢtığı ―kiĢinin bedeni üzerindeki hakları‖ konusu geliĢen teknoloji ile birlikte giderek
geniĢleyerek ve yeni düzenlemeleri talep edecek bir alan olmaya aday gözükmektedir.
KAYNAKÇA
Ataay, A. (1996). ―Vücut (Beden) ve Ceset Üzerindeki Hak‖, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları
Dergisi, No: 20, s.25-28.
Ayan, M. (1991).Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk, Ankara: Kazancı Yayınları.
Bayraktar, K. (1972).Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Ġstanbul: Sermet Matbaası.
Bourdieu, P. (2004).Pratik Nedenler çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Hil Yayınları.
Cain, A. S. P. (2000). ―Property Rights in Human Biological Materials: Studies in Species Production
and Biomedical Technology‖, Arizona Journal of International and Comparative Law, Cilt:
17, No: 2.
Csordas, T. J. (1990). ―Embodiment as a Paradigm for Anthropology‖, Ethos, Cilt: 18, No: 1, s.5-47.
Douglas, M. (2005).Saflık ve Tehlike, çev. Z. Ayhan, Ankara: Metis Yayınları.
Dursun, S. A. (2012).Eşya Kavramı, Ġstanbul, On Ġki Levya Yayıncılık.
Foucault, M. (2010).Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Helvacı, S. (2006).Gerçek Kişiler, Ġstanbul: Arıkan Basım Evi.
Harris, J. W. (1996). ―Who Owns My Body‖, Oxford Journal of Legal Studies, Cilt: 16, No: 1, s.5584.
Kataoğlu, T. (2006). ―Türk Hukukunun Bir Parçası Olarak Avrupa Konseyi Ġnsan Hakları ve Biyotıp
SözleĢmesi‖, AÜHFD, Cilt: 55, No: 1, s.157-193.
Locke, J. (1952).Second Treatise of Government, New York: Liberal Art Press.
Turner, B. (1992).Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, London: Routledge.
Yıldırım, M. F. (2007). ―Gen Analizleri ve KiĢilik Haklarının Korunması‖, EÜHFD, Cilt: 11, No: 3-4,
s.383-402.
184
ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN
SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ 1
Seren DĠKEL2
ÖZET
Suç ve cezanın olmadığı bir toplum düĢünülemez. Suç toplumun gerçeğidir. Neyin suç olduğu
kanunlar aracılığıyla ―hukuk‖ tarafından belirlenir. Hukuk düzeni, suç karĢısında diğer toplumsal
kontrol araçlarından sonra en son çare olarak cezaya baĢvurur. Toplumsal düzenin sağlıklı bir Ģekilde
devamının sağlanabilmesi için devletten suçun soruĢturulma, yargılanma ve cezanın infazı
aĢamalarında ―adaleti‖ gerçekleĢtirmesi beklenmektedir. Bunun nedeni bütün bu aĢamalarda, insan
hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahalenin söz konusu olmasıdır. Bu müdahaleler keyfi
olamaz. Suç ve cezalar, belirli bir sistemle düzenlenirler. Suçları sistematik bir Ģekilde sınıflandırmayı
amaçlayan bir kanundan suçların hukuki konusunu temel alarak normun yorumlanmasını sağlaması
beklenmektedir.
Bu çalıĢmada yeni Türk Ceza Kanununun eski Türk Ceza Kanunuyla karĢılaĢtırılarak suç
sistematiğini meydana getiren suçlar ve gerekçeleri incelenip konu bağlamında yeni Türk Ceza
Kanununda değiĢen suç sistematiğinin kanunun hedefindeki özellikle kiĢi hak ve özgürlüklerindeki
değiĢime ne Ģekilde etki ettiğinin incelenmesi amaçlanmaktadır. ÇalıĢmanın odak noktası, ceza
hukukunun temel görevi olarak suç sistematiğiyle suç ve cezanın esaslarının insan hakları bağlamında
belirlenip ilan edilmesini sağlama yöntemlerinin analizidir. Bu makale suç politikasını temsil edecek
Ģekilde kanunlarda belirli bir sistemle düzenlenen Eski ve Yeni Türk Ceza Kanunun suç
sistematiklerini incelemektedir.
Anahtar sözcükler:Suç sistematiği, suç politikası, TCK.
ABSTRACT
It‘s impossible to imagine a society without crime and punishment. Crime is a reality of the
society. ―Jurisprudence‖ determines what is a crime in terms of laws. Legal system appeals to
punishment as a final corrective choice after depleting all other social control means against crime. It‘s
expected that the State will fulfill ―the justice‖ through all the phases of investigation, trial and
enforcement of the retribution in order to secure the perpetuity of the social order in a reliable manner.
This is crucial because an unavoidable intervention to human rights and freedom is required during all
these phases. The so-called interventions may not be arbitrary. Crime and punishment are organized
according to a specific system. It‘s expected that a law whose purpose is the systematic classification
of crime, should construe the norm by taking the legal aspect of the crime as basis.
In this paper, the New Turkish Penal Law has been compared to the Old Turkish Penal Law,
analysing offenses that constitute the crime systematic and their justifications, as well as the effect of
the New Turkish Penal Law with its altered crime systematic on the personal rights and freedom,
which are the main aim of the changes. The focus of the study is the analysis of the methods aiming to
establish and proclaim guidelines about crime and punishment as well as crime systematic as the main
duty of the penal law within the context of human rights. The article examines crime systematics of
1
765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi suçun hukuki
konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir. 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde
―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet
aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢından sonra giderek karmaĢıklaĢan
toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da
köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı
kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç
kategorileri eklenmiĢtir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve
özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını
korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir.
2
ArĢ.Gör.; Çukurova Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı.
185
the Old and New Turkish Penal Laws, which have been organized according to a specific legal system
in a way to represent the crime policy.
Keywords: Crime systematic, crime policy, Turkish Penal Law.
GĠRĠġ
Suçun olmadığı bir toplum düĢüncesi ütopiktir. Dolayısıyla, suç ve ceza toplumun gerçeği ve
insanın yazgısıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2012: ix). Hukuka aykırı bir fiilin suç haline gelmesinin
temelinde suçun hukuki konusu, ihlal edilen toplumsal ya da beĢeri bir varlık alanının bulunması
gerekmektedir. Suçun bir ihlal fiili olmasından hareketle, suç hukuki bir değer veya menfaati ihlal
etmektedir (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Dolayısıyla, suçla ihlal edilen, ceza ile korunarak
hukukilik kazanan beĢeri değer veya menfaat, suçun hukuki konusunu oluĢturmaktadır (Hafızoğulları
ve Güngör, 2007: 23). Suç, hukuk düzeninin en son çare olarak ceza ile koruduğu hukuki değerlerin
ihlal edilmesidir ve ceza ile misilleme sağlanmıĢ olur (Dannecker, 2006a: 358). Ancak, burada her
toplumsal değerin değil ancak Anayasa ile hukuki değer ve menfaat niteliği kazanmıĢ olan koruma
altına alınan toplumsal-beĢeri değerlerin suç sayılarak cezalandırılması söz konusudur (Hafızoğulları
ve Güngör, 2007: 22). Buradaki amaç kiĢisel yararı korumak olduğu kadar sosyal düzenin devamını da
sağlamaktır. Hukuku gerçekleĢtirmede genel amacın kamu yararının sağlanması olduğu noktasından
hareketle, devlet suçu ve suçluyu cezalandırarak kamu yararını telafi etmiĢ olur. Toplumsal düzenin
devamı için devletten suçların önlenmesi, iĢlendiğinde soruĢturulması, sanıkların adil bir Ģekilde
yargılanması ve suçlu bulunarak mahkûm edilenlerin cezasının infazı beklenmektedir (Sözüer,
2013:7). Bütün bu aĢamalarda ise, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahale söz
konusudur (Sözüer, 2013:7). Ancak, tarihi geliĢim ve insanlığın kazanımları sonucunda kanun
koyucunun geliĢi güzel her hangi bir davranıĢı suç haline getiremeyeceği sonucu bugün ulaĢılan hukuk
devletinin baĢlıca niteliğidir. Devlet, keyfi cezalandırma yapamaz. Kanunilik ilkesi gereği kanunsuz
suç ve ceza olamayacağı için özgürlükleri yakından etkileyen ceza hukukuna iliĢkin suçun ve
cezalandırılmanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesi gerekir.
Genelde hukuk normları ve özelde ceza hukuku normları bazı ihtiyaçlara göre inĢa edilir.
Toplumsal ihtiyaçların giderilmesi de hukukun baĢlıca boyutlarından biridir ve bu ihtiyaçların çağdaĢ
dünyada insan hakları perspektifine aykırı olmaması gerekmektedir. Toplumların üst yapısını
oluĢturan hukukun toplumsal ihtiyaçlar doğrultusuna değiĢimi gerekmektedir. Dolayısıyla, hukukun
koruduğu toplumsal değerler de mutlak değiĢmez bir yapı sergilemezler, toplumun evrimiyle birlikte
değiĢir ve Ģekillenirler (Hafızoğulları ve Güngör, 2007:25).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hukuki değerlerin kaynağı öncelikle anayasadır. Ancak, ceza
hukuku anayasa hukukunun uygulaması, ceza muhakemesi ise anayasanın sismografı olma nitelikleri
açısından hukuki değerlerin korunması ve düzenin sağlanmasında çok önemlidirler(Sözüer, 2013: 8).
Türk Ceza Kanununun amacı; kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini,
kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak, suç iĢlenmesini önlemektir. Bu amacın
gerçekleĢtirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları, suçlar, ceza ve güvenlik tedbirleri
kanunda, normatif bir çerçeve Ģeklinde düzenlenmiĢtir. Öte yandan, muhakeme süreci neticesinde
hükmedilen ceza hukuku yaptırımları yanında soruĢturma ve kovuĢturma sürecindeki iĢlem ve
tedbirlerle de kiĢi hak ve özgürlüklerine müdahaleler söz konusudur (Sözüer, 2013: 7). Bu anlamda,
Ceza hukuku, kiĢi hak ve özgürlüklerine diğer hukuk dallarından çok daha ağır nitelikte
müdahalelerde bulunmaktadır (Sözüer, 2013:7).
Dolayısıyla neyin suç ve neyin kanuna aykırılık olduğu Türk Ceza Kanunu aracılığıyla ―hukuk”
tarafından belirlenir. Bu belirlenim 765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunundan farklı olarak 5237 sayılı
Ceza Kanunu‘nda;
Uluslararası Suçlar,
KiĢilere KarĢı Suçlar,
Topluma KarĢı Suçlar,
Millet ve Devlete Suçlar Ģeklinde bir sistematikle düzenlenmiĢtir.
186
Bu düzenleniĢin sebebi ise değiĢen toplumsal yapıların suç sistematiğinin sosyal düzeni sağlamada
toplumsal süreç içinde ve kültürel temelde, özellikle insan hak ve özgürlükleri bağlamında yeniden
formüle etmeyi gerekli hale getirmesidir (BektaĢ, R., 2009:670).
1.SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ NEDĠR?
Devletin görevi olarak kiĢi hak ve özgürlüklerinin korunmasında kanun koyucunun öncelikle
yapması gereken suç politikasını oluĢtururken temel ilkeleri dikkate almaktır (Sözüer, 2013:11). Bu
temel ilkeler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu için, kanunilik, örf ve âdete göre cezalandırma yasağı,
belirlilik ilkesi, kıyas yasağı ve geçmiĢe yürüme yasağını kapsayan hukuk devleti ilkesi, kusur ve
insanilik ilkeleri olarak kabul edilmektedir (Sözüer, 2013:14).
Doktrinde ceza hukuku dogmatiği ve suç politikası anlamında da kullanılan suç sistematiği ceza
kanunun fihristi ve künyesidir. Ayrıca, dar anlamdaki ceza hukuku bilimine dâhildir (Sözüer, 2013:8).
Suç sistematiği sadece çeşitlilik gösteren suç tiplerini gruplar ve alt gruplar halinde toplamak
suretiyle onlara hâkimiyet sağlamak şeklindeki dogmatik ve didaktik yararlar yönünden değil aynı
zamanda suç tiplerinin bilinmesi ve bunların esasının ve ilgili oldukları normların değer ve
işlevlerinin belirlenmesini gerekli kıldığı için de önem taşır (Özar, 2006:99). Suçların hangi hak ve
değere yönelik iĢlenmiĢ olduğu sorusunun cevaplarının gruplandırılması ceza kanunun sistematiğini
meydana getirmektedir (Özar ,2006:101). Suç politikası kavramı, politik düzenleme alanına suçluluğu
değil, bilakis onun kontrolünü gizler. Suç politikası, ceza hukukunun müdahalesinin nasıl ve ne
üzerine olup olmayacağına karar verirken temel kategorileri hukuki konuya göre yapan esaslı kontrol
politikasıdır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasından, toplumun ve her bir bireyin korunmasına,
suçlulukla mücadeleye ve suçluluğun engellenmesine yönelmiĢ tüm devlet tedbirlerinin bütünü
anlaĢılır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasının sorduğu soru ceza hukukunun toplumu en adil Ģekilde
nasıl koruyabildiği ve suçun gerçekleĢmesine uygun olarak vatandaĢların hakkını gereksiz Ģekilde
sınırlamamak adına suç tiplerinin özelliklerinin doğru olarak nasıl sıralanacağıdır ve bu anlamda suç
sistematiğinin kendisini de meydana getirir (Dannecher, 2006a:78). Dolayısıyla kanunun sistematiği
kanunun yorumlamayı sağlayan ve kanun koyucunun suç politikasını ve stratejisini gösterebilen bir
araçtır (Özar, 2006:100). Ceza yorumcusu ve uygulayıcısı ceza kanunundaki bir maddenin
düzenlenme amacının ne olduğuna ve nasıl değerlendirileceğine suç sistematiğindeki kategorisine göre
tespit edebilecektir (Özar, 2006: 99). Dolayısıyla, Eski ve Yeni ceza kanunlarındaki suç sistematiğinin
temeli korunan hakların sınıflandırılmasına dayanmaktadır (Özar,2006: 101).
Ceza hukuku biliminin çekirdeği olarak ceza hukuku dogmatiği, yürürlükteki hukukun
uygulanmasını da içerir (Dannecher, 2006a:71). ―Ceza hukuku dogmatiği bu değerlendirme sistemi
içinde, eşit davranmanın ve hukuksal güvenliğin, kısaca hukukun tasavvur edilebilirliği ve hukuksal
ilkeler altında olayların kesin içtimaı vasıtasıyla, maddi vakıalarla katı bağlılığın güvenceye
alınmasını içermektedir.‖ (Dannecher, 2006a:72). Ceza hukuku dogmatiği, ceza hukukunun tarihine,
hukuk felsefesine ve hatta Avrupa Konseyi‘nin, BirleĢmiĢ Milletler‘in çok sayıdaki uluslararası
sözleĢmesi karĢısında giderek büyük bir anlam kazanan karĢılaĢtırmalı hukuka hizmet etmektedir
(Dannecher, 2006a:72).
Suç politikası, suçun nedenlerini oluĢturup saptamakta ve suç gerçekliğine tekabül etmek için suç
tiplerinin unsurlarının nasıl doğru biçimde oluĢturulması gerektiğini tartıĢmaktadır (Dannecher,
2006a:76). Ayrıca, ceza hukukunda kullanılan yaptırımların etkilerini saptamak ve vatandaĢın
özgürlük alanını gerekli olandan daha fazla kısıtlamamak için ceza hukukunun alanının geniĢletilmesi
açısından kanun koyucunun sınırlarının ne olduğunu saptamayı da denemektedir (Dannecher,
2006a:76).
Ceza hukukunun reformu, suçla mücadelede düzenin sağlanması ve gerçekleĢtirilmesini kapsayan
suç politikasının ve suçlulukla mücadele düzenlemelerinin gerçekleĢmesini kapsayan suç siyasetinin
konusudur (Dannecher, 2006b:371). Burada Avrupa ülkelerinin çoğunun ceza kanunlarında bulunan
modern ceza hukukunun temelini oluĢturan genel hükümlerin kural ve ilkeleri üzerindeki çalıĢmaların
önemi ortaya çıkar (Dannecher, 2006b:372). Bu bağlamda anayasal ve insan haklarına iliĢkin ilkelerin
bağlantısı ve Avrupa çapındaki mutabakat ve bunlarla uyum sağlayabilen prensipler en önemli
gerekliliklerdir (Dannecher, 2006b:372). Bir diğer gereklilik olarak ise, olası düzenleme modellerinin
tam ve sadece hesaplanmıĢ istisnalarla, en az ihlale olanak verecek Ģekilde yapılmasıdır (Dannecher,
187
2006b:374). Bu noktada hukuku düzenleyen ve kaçınılmaz olan yapıların varlığının mevcudiyeti
sorusu önem taĢımaktadır (Dannecher, 2006b:373). Ceza kurumunun uluslararası anlamı çerçevesinde
uyum sağlayacak ortak noktalar yaratılması, düĢünce biçimleri ve alıĢkanlıkların yenilenmesi
gerekmektedir (Dannecher, 2006b:373). Hukuk sistemi yalnızca birbiriyle maddi iliĢkisi bulunmayan
yargı kararlarının bütününden oluĢsaydı, ceza hukuku dogmatiğinin bir anlamı olmazdı ve hukuk
kurallarının yapılanması, yenilenmesi ve sistemleĢtirilmesini gerektiren bir disipline ihtiyaç
duyulmazdı (Dannecher, 2006b:373). Ancak hukuk dogmatiği, çeliĢkisiz bir hukuk sistematiğini
gerekli kılan ve yargı kararlarının kurallara bağlanması için düzenlemiĢtir. Bunun nedeni, yapısal
devamlılığa ihtiyaç duyan hukuk düzenleri için ceza hukuku dogmatiğine olan kesin ihtiyaçtır. Yapısal
devamlılığa ilişkin kurallar sisteminin hedeflenmesi, inşa edici, yenileştirici ve sistematize edici
fonksiyonlarının dikkate alınmasını zorunlu kılarak, keyfilik ve hukuk karşıtlığını engellemiş olur
(Dannecher, 2006a:76).
2. CEZA HUKUKU ĠÇĠN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠNĠN ÖNEMĠ
Suçu ve cezayı ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunun anlaĢılmasıyla cezalandırmanın amacı
üzerine düĢünsel faaliyetler artmıĢ, geçmiĢten günümüze kadar ulaĢmıĢlardır. Kant, Hegel ve
E.Brunner‘ın teorisi adalet duygusu zedelenen toplumun tepkisi olan intikamı uygun görmeyerek,
adalet duygusunun yeniden kazanılması kavramını kullanırken, Hobbes, Beccaria, Bentham,
Schopenhauer ve Feuerbach cezanın amacını çıkarların korunmasında görmüĢlerdir (Dannecher,
2006b:358). Bu bağlamda, Ceza hukuku teorilerine baktığımızda cezalandırmanın amaçlarına iliĢkin
çeĢitli yaklaĢımlara rastlarız. Bunları genel olarak, cezayı mutlak bir amaç olarak suç sayılan eylem
için verilmiĢ bir karĢılık olarak gören mutlak ceza yaklaĢımı, cezayı suçları önleyici, ıslah edici bir
yöntem olarak gören faydacı yaklaĢım ve bu iki yaklaĢımı birlikte değerlendiren karma yaklaĢım
olarak özetleyebiliriz (Sururi AktaĢ, 2009:1-24).
Cezanın amacı, kendisi ile belirlenen iradeyle birlikte toplumsal olarak toplumun varlığına,
sürekliliğine iliĢkin koĢulların güvencesine yöneliktir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Ancak bu
amacın günümüzde toplumun ilerlemesi, geliĢmesi koĢullarının güvence altına alınmasını da
sağlayabilmesi önemlidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Güvence altına alınacak ortak yaĢam,
toplumda insan hayatı, ortaklaĢa yaĢamak ve birlikte var olmak olgularını içermektedir (Hafızoğulları
ve Özen, 2012:4) Ceza hukuku açısından beĢeri davranıĢın normu olarak, Kanun bildirme ve belirtme
niteliğinden çok yaptırma, emretme niteliğine sahiptir. Emretmenin dildeki ifadesi ise normatif
önermelerdir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4). Dolayısıyla, normatif bir önerme olarak kanunun temel
niteliği ihlal edilebilir olmasıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:21). Bunun nedeni ihlalsiz suçun
olmayıĢı, diğer bir deyiĢle her suçun kural olarak bir değer ya da menfaatin ihlalini gerektirmesidir
(Hafızoğulları ve Özen, 2012:22).
Ceza Hukuku toplumsal kurumlar arasında önemli bir yere sahiptir. Ülke içi barıĢı ve değerlerin
adil paylaĢımına iliĢkin güvenceyi sağlamasıyla beraber sosyal hukuk devletinin temelinde yer alan
bireyin özgürlüğü için de gerekli koĢulları sağlamaktadır (Roxin, 2006:55). Modern Ceza Hukukunun
kurucusu sayılan Hugo Grotiou‘a göre, ceza hukuku düzenli ortak yaĢam için bir ihtiyaçtır. Ġnsanlar
varoluĢları gereği değiĢim, ortak yaĢam ve güvene ihtiyaç duyarlar (Roxin, 2006:56). Dolayısıyla, ceza
hukuku bu ihtiyaçları barıĢ ve düzen içerisinde sağlamak için gerekli toplumsal kontrol sistemleri
arasında temel bir öneme sahiptir (Roxin, 2006:78). Bunun nedeni ise ceza hukukunun ana konusunun
topluma uymayan davranıĢları önlemek oluĢudur (Dannecher, 2006b:356). Ceza hukukunun kötüye
kullanımlarını engellemek ve ceza hukukunun kiĢi hak ve özgürlüklerin güvencesi olmasını sağlamak
amacıyla, demokratik hukuk toplumlarında evrensel nitelikli ilkeler oluĢturulmuĢtur (Sözüer,
2013:10).
Winfried Hassamer‘e göre ceza hukuku, kültüre kuvvetli Ģekilde bağlı olan ve bu nedenle kültürler
arasında hareket etmesi mümkün olmayan bir hukuk alanıdır (Sözüer, 2013:11). Örneğin suçu
belirlerken kendi emir ve yasaklarının bağlayıcılığından hareket ederek diğer kültürlerden gelen
yabancılardan bu emir ve yasaklar hakkında bilgi sahibi olmalarını bekler (Dannecher, 2006b:353355). Ceza hukuku biliminin bakıĢ açısının ne olduğu sorusuna verilecek cevap, cezanın amacıyla
iliĢkilendirilmiĢ olarak ulusal veya uluslararası ceza hukuku dogmatiğine kadar uzanır (Dannecher,
2006a:76).
188
Buradan hareketle, ceza hukukunun görevi, sosyo-kültürel ve tarihsel açıdan geleneksel özelliklere
dayanan Birlik hukukunun ulusal sınırlarını oluĢturmaktadır diyebiliriz. Ayrıca, topluluk yararına
yorum yoluyla ulusal ceza hukuku açısından topluluk hukukuna iliĢkin önkoĢulları dikkate almak da
ceza hukuku dogmatiğinin ödevidir (Dannecher, 2006a:76).
3. ESKĠ VE YENĠ TÜRK CEZA KANUNLARINDAKĠ SUÇ SĠSTEMATĠKLERĠNĠN
KARġILAġTIRILMASI
Türk Hukuk Düzeni ―temel norm‖ ya da bir ―kurucu iktidar iĢlemi‖ niteliği taĢıyan Anayasanın ilk
üç maddesinin koyduğu ―demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti‖ ilkelerinin oluĢturduğu etiksiyasi düzene aykırı olamaz (Hafızoğulları ve Özen, 2012:7).
Temelinde 1889 tarihli Ġtalyan Ceza Kanunu yatan, kaynağı Aydınlanma dönemi ceza kanunları
olan (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8) 1926 yılında yürürlüğe giren ve 60 defadan fazla değiĢikliğe
uğrayan (Roxin ve Ġsfen, 2006:277) ancak her defasında omurgası korunan Hafızoğulları ve Özen,
2013:8).765 Sayılı Mülga Türk Ceza Kanunundaki suç sistematiği on kategori Ģeklinde tasnif
edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Bunlar;
Devletin ġahsiyetine KarĢı Cürümlerdir,
Hürriyet Aleyhinde ĠĢlenen Cürümlerdir,
Devlet Ġdaresi Aleyhinde ĠĢlenen Cürümler,
Adliye Aleyhinde Cürümler,
Ammenin Nizamı Aleyhine ĠĢlenen Cürümler,
Ammenin Ġtimadı Aleyhinde Cürümler,
Ammenin Selameti Aleyhinde Cürümler,
Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler,
ġahıslara KarĢı Cürümler,
Mal Aleyhinde Cürümler Ģeklinde sıralanmıĢtır. En son Babı oluĢturan ―biliĢim alanında suçlar‖
ise bağımsız bir suç kategorisi olarak kanuna sonradan eklenmiĢtir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya,
1998: 37-629). Ayrıca kanunda kabahatler cürümlere paralel olarak tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve
Özen, 2013:8). 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların
tasnifi, suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 1930
Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine
sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖
kategorisine yer vermiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra giderek
karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik
geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal
geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli
değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir
(Hafızoğulları ve Özen, 2013:9).
765 sayılı Türk Ceza Kanununda belirlenmeyen amaç maddesinden faklı olarak 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve
güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini
önlemektedir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Yeni Türk Ceza Kanunu, suçları ―özel hükümler‖ adı
altında dört kısımda tasnif etmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen,2013:8). Özel hükümler kısmında;
Uluslararası Suçlar; soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları
olarak belirtilmiĢtir. KiĢilere karĢı suçlar ise; hayata karĢı suçlar, vücut dokunulmazlığına karĢı suçlar,
iĢkence ve eziyet suçu, koruma gözetim, yardım veya bildirim yükümlülüğünün ihmali, çocuk
düĢürtme, düĢürme veya kısırlaĢtırılma suçları, cinsel dokunulmazlığa karĢı suçlar, hürriyete karĢı
suçlar, Ģerefe karĢı suçlar, özel hayata ve hayatın gizli alanına karĢı suçlar, malvarlığına karĢı, suçlar
Ģeklinde sıralanmıĢtır (Özbek, Kanbur, Bacaksız v.d., 2010:9). Yeni Ceza Kanununun üçüncü kısmın
da ise topluma karĢı suçlar yer almaktadır. Bu kısmın bölümleri, genel tehlike yaratan suçlar, çevreye
189
karĢı suçlar, kamunun sağlığına karĢı suçlar, kamu güvenine karĢı suçlar, kamu barıĢına karĢı suçlar,
ulaĢım araçlarına veya sabit platformlara karĢı suçlar, genel ahlaka karĢı suçlar, aile düzenine karĢı
suçlar, ekonomi, sanayi ve ticarete iliĢkin, biliĢim alanına iliĢkin suçlar Ģeklindedir. Bir diğer kısım
olan millete ve devlete karĢı suçlar ise kamu idaresinin güvenilirliğine ve iĢleyiĢine karĢı, adliyeye
karĢı, devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karĢı, devletin güvenliğine karĢı,
anayasal düzene ve bu düzenin iĢleyiĢine karĢı, milli savunmaya karĢı, devlet sırlarına karĢı suçlar ve
casusluk, yabancı devletlerle olan iliĢkilere karĢı suçları içermektedir (Ġzzet Özgenç, 2005:775-1128).
765 sayılı mülga TCK ile 5237 sayılı TCK‘daki suç sistematiğinde insan hakları bağlamında öne
çıkan bazı maddelerin karĢılaĢtırılması aĢağıdaki tabloda belirtilmiĢtir.
5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU
5237 sayılı Vücut dokunulmazlığına karĢı
iĢlenen suçlar için ağır cezalar öngörülmüĢtür
(m. 86, 87, 88, 89).
765 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU
765 sayılı Kanun üzerindeki eleĢtirilerden
birisi de, insanın vücut bütünlüğünün, mala
göre daha az korunduğu hususu idi. Bu
tespit doğrultusunda Kanunda, vücut
dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar
bakımından, mala karĢı iĢlenen suçlara
göre daha fazla cezalar öngörülmüĢtür.
Madde 2.
(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil
için kimseye ceza verilemez ve güvenlik
tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı
cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden baĢka
bir ceza ve güvenlik tedbirine
hükmolunamaz. (2) Ġdarenin düzenleyici
iĢlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3)
Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin
uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve
ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak
biçimde geniĢ yorumlanamaz.
Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma
Madde 53.
KiĢi, kasten iĢlemiĢ olduğu suçtan dolayı
hapis cezasına mahkûmiyetin kanuni sonucu
olarak;
Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin
üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya
Devlet, il, belediye, köy veya bunların
denetim ve gözetimi altında bulunan kurum
ve kuruluĢlarca verilen, atamaya veya seçime
tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde
istihdam edilmekten,
Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer
siyasî hakları kullanmaktan,
Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa
ait bir hizmette bulunmaktan,
Vakıf, dernek, sendika, Ģirket, kooperatif ve
siyasî parti tüzel kiĢiliklerinin yöneticisi veya
denetçisi olmaktan,
Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluĢunun iznine tâbi
bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu
altında serbest meslek erbabı veya tacir
Madde 1 – Kanunun sarih olarak suç
saymadığı bir fiil için kimseye ceza
verilmez. Kanunda yazılı cezalardan
baĢka bir ceza ile de
kimse
cezalandırılamaz.
Suçlar; cürüm veya kabahattir.
Madde20 – Hidematı ammeden
memnuiyet cezası müebbet veya
muvakkattir.
Müebbeden
Hidamatı
ammeden
memnuiyet:
1-Devairi intihabiyede müntehip veya
müntehap olmaktan ve sair bilcümle
hukuku siyasiyeden,
2- Büyük Millet Meclisi azalığından ve
intihaba tabi olan veya devlet ve
vilayet ve Belediye ve köy tarafından
veya bunların teftiĢ ve murakabesi
altında bulunan müessesat canibinden
tevcih kılınan bilcümle memuriyet ve
hizmetlerden,
3-Devletçe veya salahiyettar ilmi
encümenlerce tevcih olunan rütbe ve
unvan ve niĢan ve madalyalardan.
4- Bundan evvelki bentlerde beyan
edilen niĢan, rütbe, unvan, sıfat, hizmet
ve memuriyetlerden birinin bahĢettiği
maaĢlı veya fahri her türlü hukuktan,
190
olarak icra etmekten,
Yoksun bırakılır.
KiĢi, iĢlemiĢ bulunduğu suç dolayısıyla
mahkûm olduğu hapis cezasının infazı
tamamlanıncaya
kadar
bu
hakları
kullanamaz.
Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen veya
koĢullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu
üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık
yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar
hükümleri uygulanmaz. Mahkûm olduğu
hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında
birinci fıkranın (e) bendinde söz konusu
edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına
karar verilebilir.
Kısa süreli hapis cezası ertelenmiĢ veya fiili
iĢlediği sırada onsekiz yaĢını doldurmamıĢ
olan kiĢiler hakkında birinci fıkra hükmü
uygulanmaz.
Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden
birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen
suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkûmiyet
hâlinde, ayrıca, cezanın infazından sonra
iĢlemek
üzere,
hükmolunan
cezanın
yarısından bir katına kadar bu hak ve
yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına
karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin
kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar
dolayısıyla sadece adlî para cezasına
mahkûmiyet hâlinde, hükümde belirtilen gün
sayısının yarısından bir katına kadar bu hak
ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına
karar verilir. Hükmün kesinleĢmesiyle icraya
konan yasaklama ile ilgili süre, adlî para
cezasının tamamen infazından itibaren
iĢlemeye baĢlar.
(6) Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik
düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen
yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla iĢlenen
taksirli suçtan mahkûmiyet hâlinde, üç aydan
az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu
meslek
veya
sanatın
icrasının
yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri
alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve
geri alma hükmün kesinleĢmesiyle yürürlüğe
girer ve süre, cezanın tümüyle infazından
itibaren iĢlemeye baĢlar.
5- Mahküm olan kimsenin kanunu
medeni hükmünce kendi füruu üzerinde
haiz olduğu velayet hakkı müstesna
olmak üzere velayet ve vesayete
müteallik bir hizmette bulunmaktan,
6- Bundan evvelki bentlerde beyan
edilen her türlü hakları, unvanları,
rütbeleri, niĢanları, sıfatları, hizmet ve
memuriyetleri ihraz ehliyetinden,
Mahrumiyet hususlarıdır.
Geçici olarak kamu hizmetlerinden
yasaklanma cezası, hükümlünün, üç
aydan üç yıla kadar yukarıda gösterilen
siyasi haklar, hizmet, memuriyet,
sıfat,rütbe ve niĢandan ve bunları ceza
süresi içinde yeniden elde etmek
ehliyetinden mahrumiyetidir.
Hidematı
ammeden
memnuiyet
cezasının bu hizmetlerden bazılarına
hasr edildiği hallerle muayyen bir
meslek veya sanatın icrasına Ģamil
olduğu halleri kanun tayin eder.
Madde 25 – Muayyen bir meslek ve
sanatın tatili icrası üç günden iki seneye
kadardır.
Madde 33 – BeĢ seneden ziyade ağır
hapis cezasına mahküm olanlar ceza
müdetleri
zarfında
mahcuriyeti
kanuniye halinde bulundurulur. Ve
emvalinin
idaresinde
mahcurlar
hakkındaki kanunu medeni ahkamı
tatbik olunur.
BeĢ seneden ziyade ağır hapse mahküm
olan Ģahsın ceza müddeti zarfında
babalık hakkından ve kocalık sıfatının
bahĢettiği
kanuni
haklardan
mahrumiyetinede hüküm verilebilir.
Madde 34 – Bir cürüm ile katiyen
mahkümiyet; kanunen siyasi bir
hizmete
intihap
olunabilmek
kabiliyetini
selbettiği
veya
memuryetten mahrumyeti müstelzim
olduğu takdirde azalık ve memuriyetin
zevalinide mucip olur.
Madde 35 – Kanunun tayin ettiği
ahvalden maada resmi sıfatı veya icrası
ait
olduğu
daireden
verilecek
ruhsatname ve Ģehadetname gibi
vesikaya muhtaç olan bir meslek ve
sanatı suistimal suretiyle iĢlenen cürüm
191
Hak yoksunlukları
Madde 17.
(1)Yukarıdaki maddelerde açıklanan hâllerde
mahkeme, yabancı mahkemelerden verilen
ve Türk hukuk düzenine aykırı düĢmeyen
hükmün, Türk kanunlarına göre bir haktan
yoksunluğu
gerektirmesi
hâlinde,
Cumhuriyet savcısının istemi üzerine Türk
kanunlarındaki sonuçlarının geçerli olmasına
karar verir.
ve kabahatlere müteallik hükümler
mahkümun mahküm olduğu müddete
veya
cezayı
nakdinin
ademi
tediyesinden dolayı ne miktar hapis
cezası verilmek lazımgelirse o miktara
muadil olacak ve yirminci ve yirmi
beĢinci
maddelerde
muayyen
müddetlerin
azami
hadlerini
geçmiyecek bir müddetle muvakkaten
hidematı ammeden memnuiyetini veya
meslek ve sanatının tatilini dahi
istilzam eder.
Sair meslek ve sanatlar hakkında tatili
icabettiren ahvali kanun tayin eder.
Madde
41–Hidematı
ammeden
memnuiyet, veya muayyen bir meslek
ve sanatın tatili cezası, gıyaben verilen
kararlara müteallik ahkamı kanuniye
müstesna olmak üzere, hükmün
katileĢdiği tarihten baĢlar.
Eğer hidematı ammeden memnuiyet
veya bir meslek ve sanatın tatili ve sair
ehliyetsizlik cezası Ģahsi hürriyeti tahdit
eden diğer bir cezaya bağlı olur veya
bir ceza mahkümiyetinin neticesi
bulunursa
asıl
cezanın
icrası
müddetince devam etmekle beraber
hüküm ilamında veya kanunda tayin
edilen müddet ancak cezanın ikmal
edildiği veya sakit olduğu günden
baĢlar.
Madde8– Bundan evvelki maddelerde
beyan
olunan
ahvalde
ecnebi
mahkemeden
verilen
ve
Türk
kanunlarına muvafık bulunan hüküm
Türk kanununca gerek asli ve gerek
fer'i
olarak
hidematı
ammeden
memnuiyeti veya sair güna iskatı
ehliyeti mucip bir cezayı mutazammın
olduğu takdirde müddei umuminin
talebi üzerine ecnebi memlekette
hüküm olunan mahrumiyet ve iskatı
ehliyet cezaları netayicinin Türkiye‘de
dahi cari olacağına mahkeme karar
verebilir.
Müddei umuminin talebi üzerine
mahkemece bir muamele yapılmazdan
evvel
mahkum
dahi
ecnebi
mahkemesinden
verilen
hükmün
Türkiye
mahkemesince
yeniden
192
Kast
Madde 21.
Suçun oluĢması kastın varlığına bağlıdır.
Kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların
bilerek ve istenerek gerçekleĢtirilmesidir.
(2)KiĢinin, suçun kanunî tanımındaki
unsurların gerçekleĢebileceğini öngörmesine
rağmen, fiili iĢlemesi hâlinde olası kast
vardır. Bu hâlde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet
hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet
hapis cezasına, müebbet hapis cezasını
gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmi beĢ
yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer
suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına
kadar indirilir.
Cezalar
Madde 45.
Suç karĢılığında uygulanan yaptırım olarak
cezalar, hapis ve adlî para cezalarıdır.
Mahsup
Madde 63.
(1) Hüküm kesinleĢmeden önce gerçekleĢen
ve Ģahsî hürriyeti sınırlama sonucunu
doğuran bütün hâller nedeniyle geçirilmiĢ
süreler, hükmolunan hapis cezasından
indirilir. Adlî para cezasına hükmedilmesi
durumunda, bir gün yüz Türk Lirası sayılmak
üzere, bu cezadan indirim yapılır.
Takdiri indirim nedenleri
Madde 62.
Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri
nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaĢtırılmıĢ
müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis;
müebbet hapis cezası yerine, yirmibeĢ yıl
hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda
tetkikini talep etmek hakkını haizdir.
Madde 45 – Cürümde kasdin
bulunmaması cezayı kaldırır. Failin bir
Ģeyi yapmasının veya yapmamasının
neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun
o fiile ceza tertip ettiği ahval
müstesnadır.
Kabahatlerde kasit sabit olmasa bile herkes
kendi fiil veya ihmalinden mesuldür.
Failin öngördüğü neticeyi istememesine
rağmen neticenin meydana gelmesi halinde
bilinçli taksir vardır; bu halde ceza üçte bir
oranında artırılır.
Madde 11 – Cürümlere mahsus cezalar
Ģunlardır:
1 – (Ġdam cezası 14.07.2004 gün, 5218A S.K. ile yürürlükten kaldırılmıĢtır.),
2 - Ağır hapis,
3 - Hapis,
4 – ( Sürgün cezası 647 SK. nun geçici
2. md. Ġle yürürlükten kaldırılmıĢtır.)
5 - Ağır cezayı nakdi,
6 - Hidematı ammeden memnuiyet.
Kabahatler
için
mevzu
cezalar
Ģunlardır:
1 - Hafif hapis,
2 - Hafif cezayı nakdi,
3 - Muayyen bir meslek ve sanatın tatili
icrası.
Bu kanunda Ģahsi hürriyeti tahdit eden
cezalar tabirinden ağır hapis, hapis,
sürgün ve hafif hapis cezaları murad
olunur.
Madde
40
–
Hüküm
katiyet
kesbetmeden evvel vuku bulan
mevkufiyet ceza mahkûmiyetlerinden
indirilir.
Eğer cezayı nakdi tertip olunmuĢ ise
tenzil, 19 uncu maddede gösterilen
hesaba göre yapılır.
Madde
59
–
Kanuni
tahfif
sebeplerinden ayrı olarak mahkemece
her ne zaman fail lehine cezayı
hafifletecek takdiri sebepler kabul
edilirse idam cezası yerine müebbet
ağır hapis ve müebbet ağır hapis yerine
30 sene ağır hapis cezası hükmolunur.
193
birine kadarı indirilir.
(2)Takdiri indirim nedeni olarak, failin
geçmiĢi, sosyal iliĢkileri, fiilden sonraki ve
yargılama sürecindeki davranıĢları, cezanın
failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi
hususlar göz önünde bulundurulabilir.
Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir.
Diğer cezalar altıda birden
olmamak üzere indirilir.
Ceza zamanaĢımı ve hak yoksunlukları
Madde 69.
(1) Cezaya bağlı olan veya hükümde
belirtilen hak yoksunluklarının süresi ceza
zamanaĢımı doluncaya kadar devam eder.
Madde 115 – Amme hizmetlerinden
muvakkat memnuiyet yahut diğer bir
ıskatı ehliyet cezası veya bir meslek ve
sanatın tatili icrası sair cezalara zam ve
ilave edildiği veyahut bir hüküm
neticesi olduğu takdirde ıskatı ehliyet
ve tatili meslek ve sanat cezaları, onlar
için muayyen olan müddetin iki misline
muadil bir müddet geçmedikçe sakıt
olmazlar ve iĢbu müruru zaman aslı
mücazatın sakıt olduğu tarihten itibaren
cereyana baĢlar.
Madde 183 – Kanunda yazılı hallerin
haricinde bir kimsenin üzerini aramak
için emir veren yahut bizzat arayan
memur altı aya kadar hapis olunur.
Haksız arama
Madde 120.
(1) Hukuka aykırı olarak bir kimsenin
üstünü veya eĢyasını arayan kamu
görevlisine üç aydan bir yıla kadar hapis
cezası verilir.
Göçmen kaçakçılığı
Madde 79.
Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî
menfaat elde etmek maksadıyla, yasal
olmayan yollardan;
Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede
kalmasına imkân sağlayan,
Türk vatandaĢı veya yabancının yurt dıĢına
çıkmasına imkân sağlayan,
KiĢi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve
onbin güne kadar adlî para cezası ile
cezalandırılır.
Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde
iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı
oranında artırılır.
(3) Bu suçun bir tüzel kiĢinin faaliyeti
çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, tüzel kiĢi
hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine
hükmolunur.
fazla
Madde 201/a – Doğrudan doğruya veya
dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek
maksadıyla, yabancı bir devlet tâbiiyetinde
bulunan veya vatansız olan veya
Türkiye‘de sürekli olarak oturmasına
yetkili mercilerce izin verilmemiĢ bulunan
kimselerin Türkiye‘ye yasal olmayan
yollardan
girmelerini
veya
ülkede
kalmalarını, bu kiĢilerin veya Türk
vatandaĢlarının yasal olmayan yollardan
ülke dıĢına çıkmalarını sağlamaya göçmen
kaçakçılığı denilir.
Göçmen kaçakçılığı suçunun faillerine
veya böyle bir suça iĢtirak etmeksizin, daha
önce ülkeye sokulmuĢ veya girmiĢ kaçak
göçmenleri, maddî menfaat elde etmek
maksadıyla, yasal olmayan yollarla ülkeden
çıkaranlara, yasal koĢullara uymaksızın
ülkede kalmalarını olanaklı kılanlara, bu
maksatla sahte kimlik veya seyahat
belgelerini hazırlayanlara veya temin
edenlere ya da bu suçlara teĢebbüs
edenlere, fiilleri baĢka bir suç oluĢtursa bile
ayrıca iki yıldan beĢ yıla kadar ağır hapis
ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır
para cezası verilir; suçun iĢlenmesinde
kullanılan taĢıtlar ve bu fiil nedeniyle elde
194
Ġnsan ticareti
Madde 80.
Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek,
esarete veya benzerî uygulamalara tâbi
kılmak, vücut organlarının verilmesini
sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir
veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye
kullanmak,
kandırmak
veya
kiĢiler
üzerindeki denetim olanaklarından veya
çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde
etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran,
bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk
eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki
yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî
para cezası verilir.
Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen
ve suçu oluĢturan fiiller var olduğu takdirde,
mağdurun rızası geçersizdir.
Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olanların birinci
fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik
edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir
yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya
barındırılmaları hâllerinde suça ait araç
fiillerden hiçbirine baĢvurulmuĢ olmasa da
faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir.
(4) Bu suçlardan dolayı tüzel kiĢiler hakkında
da güvenlik tedbirine hükmolunur.
ĠĢkence
Madde 94.
Bir kiĢiye karĢı insan onuruyla bağdaĢmayan
ve bedensel veya ruhsal yönden acı
çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin
etkilenmesine, aĢağılanmasına yol açacak
davranıĢları gerçekleĢtiren kamu görevlisi
hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis
cezasına hükmolunur.
Suçun;
Çocuğa, beden veya ruh bakımından
kendisini savunamayacak durumda bulunan
kiĢiye ya da gebe kadına karĢı,
Avukata veya diğer kamu görevlisine karĢı
görevi dolayısıyla, ĠĢlenmesi hâlinde, sekiz
yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına
hükmolunur.
Fiilin cinsel yönden taciz Ģeklinde
gerçekleĢmesi hâlinde, on yıldan onbeĢ yıla
kadar hapis cezasına hükmolunur.
Bu suçun iĢleniĢine iĢtirak eden diğer kiĢiler
de kamu görevlisi gibi cezalandırılır.
(5) Bu suçun ihmali davranıĢla iĢlenmesi
hâlinde, verilecek cezada bu nedenle indirim
yapılmaz.
edilen maddî menfaatler müsadere edilir.
Madde 201/b – Zorla çalıĢtırmak veya
hizmet ettirmek, esarete veya benzeri
uygulamalara
tâbi
kılmak,
vücut
organlarının
verilmesini
sağlamak
maksadıyla, tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet
uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak,
kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim
olanaklarından veya çaresizliklerinden
yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle
kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden
baĢka bir yere götüren veya sevk eden,
barındıran kimseye beĢ yıldan on yıla kadar
ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak
üzere ağır para cezası verilir.
Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen
ve suçu oluĢturan eylemler var olduğu
takdirde, mağdurun rızası yok sayılır.
Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ çocukların
birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik
edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer
bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri
veya barındırılmaları hâllerinde suça ait
araç fiillerden hiçbirisine baĢvurulmuĢ
olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen
cezalar verilir.
Madde 243 – Mahkemeler ve meclisler
reis ve azalarından ve sair hükümet
memurlarından biri maznun bulunan
kimselerin cürümlerini söyletmek için
iĢkence eder yahut zalimane veya
gayri-insani veya haysiyet kırıcı
muamelelere baĢvurursa beĢ seneye
kadar ağır hapis ve müebbeden veya
muvakkaten memuriyetten mahrumiyet
cezası ile mahküm olur.
Fiil neticesinde ölüm vukua gelirse 452
nci, sair hallerde 456 ncı maddeye göre
tertip olunacak ceza üçte birden yarıya
kadar artırılır.
195
Eski ve yeni kanun arasındaki farklılıklar burada ortaya konulandan çok daha fazla olmakla
birlikte değerlendirmemiz konumuz kapsamındakileri içermektedir.
4. SONUÇ
5237 sayılı Kanunla 765 sayılı Türk Ceza Kanununun sistematik yapısı tamamen değiĢtirilerek,
Yeni Türk Ceza Kanunu, eskisinden farklı olarak yalnız hükümleri bakımından değil sistematiği
bakımından da ―insan merkezli‖ bir kanun halini almıĢtır (Roxin ve Ġsfen, 2006:280). 765 sayılı
Kanunun sistematiğinde, öncelikle Devletin Ģahsiyetine karĢı suçlar düzenlenmiĢken; 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununda bireye verilen önemi vurgulamak amacıyla, insanlığa karĢı suçlar ve kiĢilere karĢı
suçlar, özel hükümler arasında, öncelikle düzenlenmiĢtir (Sözüer, 2013:10).
5237 sayılı Kanunla, 765 sayılı Kanunda yer alan yaptırım sistematiği de önemli değiĢiklikler
uğramıĢtır. 19. yüzyıl ceza hukuku anlayıĢı kaldırılmıĢ, yaptırımlar, ceza ve güvenlik tedbiri olarak
belirlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Suçlar arasındaki ―cürüm‖ ve ―kabahat‖ ayırımı terk
edildiği için, hürriyeti bağlayıcı ceza açısından kabul edilen ―hapis‖ ve ―hafif hapis‖ ayırımı da
kaldırılmıĢtır. Böylece, temel ceza olarak, hapis cezası benimsenmiĢtir (Sözüer, 2013:17).
5237 sayılı Kanunla birey ön plâna çıkarılmıĢtır. KiĢinin hayatı, vücut bütünlüğü, cinsel
dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, haberleĢme hürriyeti, fikir ve düĢünce hürriyeti ve bunu ifade
edebilme imkânı sağlanmıĢtır (Sözüer, 2013:24). Bireyin sahip bulunduğu hukukî değerlerle, hak ve
özgürlüklerinin güvence altına alınması, kanun koyucunun amaç maddesinin gerekçesinde belirttiği
Ģekliyle oluĢturulmuĢtur. Bireyin bir hukuk toplumunda yaĢama hakkının gereği olarak, kamu düzeni
ve güvenliğinin korunması ile suç iĢlenmesinin önlenmesi, Kanunun temel amaçları arasında
sayılmıĢtır (Sözüer, 2013:7-26).
Eski Kanunda ayrı bir kısmı oluĢturan hürriyete karĢı suçlar, 5237 sayılı kanunda Ģahsa karĢı
suçlar baĢlığı altında düzenlenmiĢtir. Oysa 765 sayılı kanun ―hürriyet‖ olgusunu baĢlı baĢına bir değer
olarak kabul ederek bu doğrultuda bu değerin çeĢitli görünüm biçimlerine göre hukuki konu
saptamıĢtır. Yeni kanunda ise ―hürriyet‖ kiĢiye yönelik olduğu için kiĢisel bir değer olarak kabul
edilerek, mağdurun rızasının fiili meĢru hale getirip getiremeyeceği sorunun ortaya çıkarmıĢtır. (Özar,
2006:107).
Uluslararası antlaĢmalarda yer alan düzenlemeler göz önünde bulundurularak, kadınlar ve
çocuklarla ilgili çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri Kanunda
suç olarak hükme bağlanmıĢ, çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi
fiilleri için ceza öngörülmüĢtür (Roxin ve Ġsfen, 2006:277).
Kast, doğrudan kast ve olası kast olarak; taksir ise, taksir ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılmıĢ ve
bunlara iliĢkin hükümlere yer verilmiĢtir. Gönüllü vazgeçme, soykırım ve insanlığa karĢı suçlar,
yeniden düzenlenmiĢ ve töre saikıyla insan öldürme, nitelikli insan öldürme suçu olarak kabul
edilmiĢtir. Ġnsan üzerinde deney, organ ve doku ticareti, ayırımcılık, kiĢiler arasındaki konuĢmaların
dinlenmesi ve kayda alınması suç haline getirilmiĢtir. KiĢisel verilerin kayda alınması, ele geçirilmesi
ayrı bir suç olarak kabul edilmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277-291). ġartla salıverme, para cezasının
infazı, hapis cezalarının özel infaz Ģekilleri gibi doğrudan infaz hukukunu ilgilendiren hükümlere yer
verilmemiĢ, bunlar Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunda düzenlenmiĢtir (Roxin
ve Ġsfen, 2006:282).
5237 sayılı TCK, suçun hukuki konusu ve suçla ihlal edilen ceza ile korunan hukuki değer veya
menfaatin omurgasını oluĢturduğu 765 sayılı TCK‘dan farklılık göstermektedir (Hafızoğulları ve
Özen, 2013:10). 5237 sayılı TCK‘un getirdiği yeniliklerden biri de yeni suçlara yer vermesidir. Öte
yandan Yeni TCK Mülga TCK‘un birçok maddede tanımladığı fiilleri tek bir maddede toplamıĢtır
(Hafızoğulları ve Özen, 2013:11). Yeni TCK‘un suç ve kabahat ayrımını yaparak, Mülga TCK‘na göre
hürriyet alanını geniĢlettiği söylenebilir. Cumhuriyetin baĢlangıcı dönemindeki Ceza Hukuku
reformunun amacı yeni kurulan cumhuriyet rejimi anlayıĢını ―yukarıdan aĢağıya‖ doğru topluma
hâkim kılmakken, 2004‘te baĢlayan Türk Ceza Hukuku reformunun amacı ise ―aĢağıdan yukarıya‖
doğru birey özgürlüklerini güçlendirmek ve güvenceye almak olarak nitelendirebilir (Sözüer,
2013:22).
196
Bu amaçla hareket edilerek oluĢturulan 2005 Türk Ceza Hukuku Reformunda öne çıkan hususlar
ise ölüm cezasının kaldırılması, iĢkence uygulamalarına son verilmeye yönelik düzenlemeler, kolluk
kuvvetlerinin silah kullanma yetkisinin sınırlandırılması, halkı kin ve düĢmanlığa tahrik veya
aĢağılama suçu gibi ifade özgürlüğü için sorun yaratan suçların yeniden kaleme alınması, terör örgütü
gibi muğlâk ifadelerin cebir, tehdit gibi yöntemleri kullanarak suç iĢleyen ―silahlı örgütler‖ olarak
belirlenmesi, vücut dokunulmazlığı, cinsel dokunulmazlık ve özel hayatın dokunulmazlığına karĢı
suçlarda hukuki değerlerin bireyin dokunulmazlığı anlayıĢına uygun Ģekilde düzenlenmesi Ģekilde
sıralanabilir (Sözüer, 2013:23).
Ancak, amaç belirlemesinin tatmin edici olmadığı eleĢtirilerinden baĢlamak üzere doktrinde 5237
sayılı TCK‘un yeterli düzenlemeleri sağlayamadığına dair görüĢler de mevcuttur. Bunun nedeni, geniĢ
tutulmuĢ bazı kavramların diğer belirsiz kavramlarla örtülmeye çalıĢılmasıdır. Oysaki vatandaşların
barış içinde ve güvenli olarak beraber yaşamaları için kaçınılmaz olan kişinin ve toplumun hukuki
değerlerini, bunları daha hafif başka hukuki ve sosyal-politik tedbirlerle korumanın mümkün olmadığı
durumlarda korumaktır Ģeklinde belirtilen bir amacın görece daha yerinde olacağına yönelik
düĢünceler vardır (Roxin ve Ġsfen, 2006:277).
Öte yandan, eski TCK‘da suçların tasnifinde esas alınan suçun hukuki konusu düĢüncesinin göz
ardı edilmesi, suçların genel tasnifinin kendi içinde tutarsız olduğuna dair, Anayasa ve AĠHS ile
mutlak insan hakkı sayılan siyasi hürriyetler, din ve vicdan hürriyetine karĢı suçların baĢka suçlar
arasına serpiĢtirilmiĢ olması, kanunun dilinin Türk dilinin bugün geldiği noktayı yansıtamıyor oluĢu,
kanunun özel hükümleri kısmındaki suç tanımlarında eksikliklerin bulunması, 765 sayılı kanundaki
suçların çoğunu bir araya toplaması ve suçların sayısını arttırarak kiĢilerin hürriyet alanını daralttığına
dair eleĢtiriler yer almaktadır (Hafızoğulları, Özen, 2013:2-28).
KAYNAKÇA
AktaĢ S. (2009). Cezalandırmanın Amacı Üzerine. Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.
XIII, S. 1–2, 1-24.
Artuk, M., Gökcen A.,Yenidünya, C. (1998). Ceza Hukuku Özel Hükümler. Ankara: Seçkin.
BektaĢ, R. (Ekim 2009). Türkiye‘de Suç Politikalarının Epistemolojik-Hukuki Temeli Üzerine Bir
AraĢtırma. 6. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı. 698-716.
Dannecker, G. (2006). Ceza Hukukunun Avrupa Hukuk Kültürüne Katkısı, Suç Politikası,
(P.Bacaksız, Çev. ) , (ss.353-374). Ankara: Seçkin.
Dannecher, G. (2006). Ceza Hukuku Biliminin BakıĢ Açıları. Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss. 7182) Ankara: Seçkin.
DemirbaĢ, T. (2012). Kriminoloji. (4.bs.) Ankara: Seçkin.
Hafızoğulları, Z.,Güngör D. (2007). Türk Ceza Hukukunda Suçların Tasnifi. TBB Dergisi. Sayı 69,
21-50.
Hafızoğulları, Z., Özen, M. (2013).Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Kişilere Karşı Suçlar. (3.bs)
Ankara: Us-a Yayıncılık.
Hafızoğulları, Z.,Özen, M. (2012). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümle. (5.bs) Ankara: Us-a
Yayıncılık.
Özar S. (2006). Türk Ceza Kanunun Sistematiğine ĠliĢkin Kritik Noktalar. Ankara Barosu Dergisi Sayı
3. 97-114.
Özbek, V., Kanbur, M., Bacaksız P. v.d. (2010). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler. Ankara: Seçkin.
Özgenç Ġ. (2005). Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi Genel Hükümler. (2.bs) Ankara: Seçkin.
Roxin C. (2006). Ceza Hukukunun bir Geleceği Var mıdır? Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss.55-70)
Ankara: Seçkin.
Roxin C., Ġsfen O. (2006). Yeni Türk Ceza Kanunu‘nun Genel Hükümleri, Suç Politikası, (O. Ġsfen
197
Çev.),( ss.277-293), Ankara: Seçkin.
Sözüer,
A.
(2013).
Türk
Ceza
Hukuku
Reformu
Mevzuatı,
Ġstanbul:
Alfa
Basım.
198
“HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR”:
ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI
Ġrem Burcu ÖZKAN1
ÖZET
Fransız Devrimi sonrası filizlenen ulus devlet ve milliyetçilik düĢüncelerinin oluĢturduğu ve bu
kavramlarla organik bağ içinde ortaya çıkan vatandaĢlık, küreselleĢme çağı olarak adlandırılan
günümüz dünyasında adından sıkça söz edilen ve üzerinde önemle durulan bir kavram olmaya devam
etmektedir. Bunun yanında uluslararası hukukun aktörleri olan hükümetler arası örgütler ile bu
örgütlerin üye devletleri eliyle hazırlanan ve iç hukuklarda yürürlüğe konulan belgelerle ―insan
hakları‖ alanının birçok alt baĢlığı evrenselleĢtirilmekte ve ihlaller çeĢitli mekanizmalar yoluyla tespit
ve tazmin edilmektedir.
Bu noktada; bir siyasi topluluğa üyelikten kaynaklanan ―vatandaĢlık hakları‖ ile evrensel olarak
insanlığın üyesi olmaktan kaynaklanan ―insan hakları‖ arasındaki iliĢki, üzerinde durulmaya değer bir
husus olarak karĢımıza çıkmaktadır. Konuya dair araĢtırma; eĢitlik ve özgürlük üzerinden yürütülen
tartıĢmalar, vatansızların çalıĢma konusu bağlamındaki durumu ve küreselleĢme koĢullarında konuyla
ilgili tartıĢmaların geldiği noktanın tespit edilmeye çalıĢılması ile sınırlandırılmıĢtır.
ÇalıĢmanın konusuna iĢaret etmesi itibariyle 1949-1957 yılları arasında Ġstanbul Valiliği yapmıĢ
olan Fahrettin Kerim Gökay‘ın medyaya yansıyan ünlü cümlesi baĢlık olarak kullanılmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Vatandaşlık, insan hakları, haklara sahip olma hakkı, vatansızlık, tikellik,
evrensellik.
ABSTRACT
The notion of citizenship, which has an organic bond with nation-state and nationalism that began
to develop after the French Revolution, still continues to be a notion that being discussed and being
elaborated in today which is called the age of globalization. Besides, through the documents which are
prepared by the Inter-Governmental Organizations and their member states and brought into force in
domestic law; many subtitles of ―human rights‖ are being universalized and the violations are being
detected and compensated by variety of mechanisms.
At this point, the relationship between ―rights of citizens‖ which arise from the membership of a
political community and ―human rights‖ which have its source in the membership of humanity
becomes a point to worth examining. This research content is limited its content with the discussions
on equality and liberty, the state of statelessness and the point that these discussions arrived at the
condition of globalization.
In the respect of indicating the research subject, a well-known statement of a former governor of
Istanbul(1949-1957) named Fahrettin Kerim Gökay, is being used as the title.
Keywords: Citizenship, human rights, right to have rights, statelessness, particularism,
universalism.
I- TĠKEL VATANDAġ VE EVRENSEL ĠNSAN
Ġnsan hakları ile vatandaĢlığın bir arada değerlendirilmesi karĢımıza iki soru üzerinden farklı teorik
yaklaĢımlar çıkarır: bunlar ―insanın‖ ne olduğuna ve insan ile devlet arasındaki iliĢkinin algılanıĢına
iliĢkindir. Dina Kiwan, bireye ve birey-devlet iliĢkisine dair farklı anlayıĢlar üzerinden, vatandaĢlığı,
1
AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
iremburcuozkan@gmail.com.
199
kavramın tarihsel geliĢimini takip eden beĢ temel kategori içinde değerlendirir. Bunlar; ahlaki, hukuki,
kozmopolit, kimlik temelli ve katılım temelli vatandaĢlık kategorileridir (Kiwan, 2005: 38).
VatandaĢlığın ahlaka iliĢkin kategorisinin izlerini Antik Yunan‘a ve ―adil toplum‖ ile ―adil birey‖
arasında sıkı bir iliĢki olduğunu öne süren ve ahlaki eğitimin devletin en önemli iĢlevi olduğunu ifade
eden Platon‘a değin sürebilmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Platon‘un vatandaĢı,
devlete karĢı hakları olan bir birey olarak değil, doğası gereği sosyal olan insan tabiatını kastederek ele
almasıdır. Zira Platon‘a göre devlet için en iyi olan, onun vatandaĢları için de en iyi olacaktır.
VatandaĢlığın ahlaki inĢasına iliĢkin güncel formülasyonların da vatandaĢlık ve ―değer‖ üzerinden
Ģekillendiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan Platon‘un kavramsallaĢtırmasına yakın durmakla
beraber bugün farklı olan husus, insan mefhumunun siyasi doğasına bugün artık merkezi önem
addedilmemesidir. Bugün değerler bağlamında üzerinde durulan en önemli hususlardan biri çok
kültürlü toplumlarda ―paylaĢılan değerler‖ bakımından bir formülleĢtirmeye gitme çabasıdır (Kiwan,
2005: 39) .
VatandaĢlığı, onun hukuki yönünü vurgulayarak ele alan ilk vatandaĢlık anlayıĢını Roma‘da
bulmak mümkündür. Roma vatandaĢlığında tam teĢekküllü vatandaĢın haiz olduğu altı ayrıcalık
bulunur. Bunların dördü kamusal alana iliĢkin olup (askerlik hizmeti, mecliste oy hakkı, memuriyete
seçilebilme ve uyuĢmazlığı yargı önüne götürebilme) diğer ikisi özel hayata iliĢkindir (yabancı ile
evlenme ve diğer Roma vatandaĢlarıyla ticaret yapabilme). Birey, öncelikli olarak bu haklar ve ödevler
bileĢeninden ibaret olarak anlaĢılır ve bu noktada bireyin hak ve ödevleri ile vatandaĢın hak ve
ödevleri üst üste biner. Roma vatandaĢlık anlayıĢının hukuki yönü oldukça ağır basmasına rağmen
Antik Yunan‘da görülen devlete sadakat ve değer mefhumları da önemini yitirmez. VatandaĢlığın ve
devletin modern liberal anlamı genel itibariyle on yedinci yüzyıl Avrupa‘sında tezahür etmeye
baĢlamıĢ, devletin egemenliği ve ―yabancı‖nın tarifi hususları üzerine eğilmeye değer görülmüĢtür.
Liberalizm teriminin anlamı da zaman içinde seçme özgürlüğü düĢüncesi ve bireylerin sahip oldukları
doğal haklarla birlikte özgür ve eĢit olmaları ile birlikte anılmaya baĢlanmıĢtır. Bireyin hakları
üzerindeki bu vurgu aslında vatandaĢlığın hukuki kavrayıĢına denk düĢmektedir. (Kiwan, 2005: 40)
Thomas Hobbes ve John Locke‘un egemen devlet anlayıĢlarında da görebildiğimiz üzere, modern
Avrupa liberalizminin düsturu, devletin, kendi çıkarlarını en iyi kendileri tayin edecek olan
vatandaĢlarının hak ve özgürlüklerini korumak adına var olduğudur. (Kiwan, 2005: 40) Bu bağlamda
Fransız vatandaĢlığının yapısını incelemek faydalı olacaktır. Fransa‘da vatandaĢlığın formülü, insan
haklarının devletten kaynaklanması ve insan haklarına belli bir siyasi toplumun üyesi olma üzerinden
sahip olma, dolayısıyla ―Fransız olma‖ üzerinden oluĢmuĢtur. Ġnsan haklarının sahip olunan
uyrukluktan kaynaklandığı bu anlayıĢ, bu bağlamda, insanlık ailesini evrensel olarak kucaklayan insan
hakları mefhumuna açık bir karĢıtlık oluĢturmaktadır (Shafir ve Brysk, 2006: 278; Kiwan, 2005: 47).
Aidiyet üzerinden değerlendirilen vatandaĢlığı incelediğimizde karĢımıza, katılım boyutuna olduğu
kadar ―aidiyet‖ yönüne de önemli vurgular yapan komüniteryan teoriler çıkar.Bu teoriler liberalizmin
insan konseptine eleĢtiri getirerek insanın ―bir bağlam içinde‖ ele alınması gerektiğine iĢaret etmiĢtir.
Komüniteryanizmle sıkı sıkıya iliĢkilendirilen düĢünürlerden Alasdair McIntyre liberalizmin insan
konseptinin bireyin bir topluluğa aidiyetini ciddiye almadığını söyler. McIntyre, Rawls için bizim ıssız
bir adaya düĢen ve herkesin birbirine yabancı olduğu bir grup birey olduğumuzu ifade eder (Kiwan,
2005: 41). Günümüzde etnik aidiyetin vatandaĢlık tanımında açıkça yer aldığı bir örnek olarak Alman
vatandaĢlığı gösterilmektedir. Aidiyet ve kültürün merkeze alındığı vatandaĢlık anlayıĢında, insan
haklarının üzerinde yükseldiği evrenselliğin tam tersine tikellik bir gereksinim olarak ortaya çıkar,
dolayısıyla insan haklarının vatandaĢlığın bu konseptine de bir temel oluĢturamayacağı
belirtilir(Brubaker, 2009: 106-113; Kiwan, 2005: 47).
VatandaĢlığın katılım boyutunu ele aldığımızda karĢımıza çıkacak en önemli isimlerden biri
―Toplum SözleĢmesi‖ eseriyle aktif katılım üzerinde ziyadesiyle durmuĢ olan düĢünür Jean Jacques
Rousseau olacaktır. Katılımcı demokrasi ve tüm vatandaĢların aktif katılımı düĢüncesinin
savunucularından olan Rousseau, Hobbes ve Locke‘un aksine, genel iradenin ifadesi olduğunu
söylediği yasaların, bireyin özgürlüğünü geniĢlettiğini ifade eder (Kiwan, 2005: 42). Rousseau için
özgürlük ve değer karĢılıklı iliĢki içindedir; insan ancak sivil toplumda özgür olur ve değer
üretebilir(Rousseau, 2008: 71-72). Ġnsanın doğa durumundaki vaziyetinin ―özgür‖den ziyade
―bağımsız‖ olduğunu belirten Rousseau, doğa durumundaki bu bağımsız kiĢilerin ahlaki varlıklar
200
olmadığını, özgürlüğün ise ancak ahlaki varlıklarca tecrübe edilebileceğini öne sürer. Sivil toplum,
insana kapasitesini artırması için gerekli olan ortamı sağlar ve ancak o zaman insanın ahlaki
varlığından ve sivil topluma aktif katılım yoluyla insanlığını gerçekleĢtiren insandan söz edebiliriz
(Kiwan, 2005: 42, Rousseau, 2008: 71-72). VatandaĢlığın katılım boyutuyla ele alındığı anlayıĢ için,
aktif katılımın sağlanabileceği bir siyasi toplumun gerekliliği oldukça açıktır, dolayısıyla herhangi bir
siyasi topluluğa atıf yapmayan insan hakları kavramının bu vatandaĢlık anlayıĢını temellendirebileceği
sonucuna varmak pek mümkün gözükmemektedir (Kiwan, 2005: 47).
Son olarak, vatandaĢlığın kozmopolit kavramsallaĢtırmasını, Stoacıların, site devletlerinin
güçsüzleĢtiği ve önlerinde kozmopolit bir dünya imparatorluğu olan Roma Ġmparatorluğu‘nun
yükseldiği dönemde ortaya attıkları ―evrensel akıl‖ fikrine kadar götürmemiz mümkündür. Stoacılar
herkeste var olduğunu ileri sürdükleri bu evrensel akıl sayesinde herkesin eĢit olduğunu söylemektedir
ve buradan hareketle vatandaĢlık için, insanlık ailesinin tüm fertlerinin geliĢtirebilecekleri bu ―akıl‖
tek gereklilik olarak ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 1990‘lardan itibaren liberal ve komüniteryan teorilere
tepki olarak çok çeĢitli evrensel yahut kozmopolit vatandaĢlık teorileri ortaya atılmıĢtır. Genel olarak
ulusal-aĢırı (transnational) ve ulus-ötesi (postnational) olarak kategorize edilen bu vatandaĢlık
teorileri içinde küresel vatandaĢlık, çoklu vatandaĢlık, diaspora vatandaĢlığı, kültürel vatandaĢlık gibi
bir çok alt kategori barındırmaktadır. Bu alt baĢlıkların her biri birbiriyle çatıĢma içinde görünse dahi
aslında tümü ―ulus-üstü‖ ve ―ulus-altı‖ kimlikleri güçlendirmekte ve ulus düzeyindeki kimliği ise
zayıflatmaktadır (Kiwan, 2005: 44).Buna karĢılık, ulusal aidiyetin görece zayıfladığı bu anlayıĢta dahi
bir siyasi toplum atfının mevcut olduğuna dair görüĢler mevcuttur. Buna göre, buradaki fark bu siyasi
topluluğun ulusal düzeyde olmayabileceği noktasındadır. Kiwan, evrenselliğe doğrudan göndermede
bulunan ―küresel vatandaĢlık‖ anlayıĢının dahi insan hakları mefhumuyla birebir örtüĢmeyeceği
görüĢünü savunur. (Kiwan, 2005: 48) VatandaĢlığa dair kozmopolit ve küreselleĢmeci yaklaĢımlar
çalıĢmanın üçüncü bölümünde daha ayrıntılı incelenecek ve konuya iliĢkin farklı görüĢler dile
getirilecektir.
Dina Kiwan, insan haklarının vatandaĢlık için teorik temel oluĢturabilmesinin -vatandaĢlığın nasıl
kavramsallaĢtırıldığından bağımsız olarak -mümkün olmadığını ileri sürer. Zira insan hakları söylemi
evrensel -tümel- bir çerçeveye atıfta bulunurken vatandaĢlığın daha kısmi -tikel- bir yapıda olması
bunu sonuçlar. Ġnsan hakları, vatandaĢlıktan kavramsal olarak farklıdır, bu ikisini aynı potada eritmek
kavramsal olarak tutarsızlık oluĢturmanın dıĢında siyasi topluma aidiyeti sağlayan karĢılıklı iliĢkinin
ihmal edilmesi hasebiyle tekil olarak vatandaĢın siyasi toplum bağlamında aktif katılımının önünü
tıkayabilecektir. (Kiwan, 2005: 37-38)VatandaĢlığın pratikteki karĢılığı bir siyasi toplum içinde
kendine yer bulurken insan hakları söylemi bireyin etik açıdan kavramsallaĢtırılmasına dayanan ortak
bir insanlık tasarımına atıfta bulunur. Ki bu atıf bireyin bir siyasi toplumla iliĢkisine ve politik
kavramsallaĢtırılmasına dayanan vatandaĢlık haklarıyla tezat oluĢturacaktır (Kiwan, 2005: 37).
Tikellik-evrensellik bahsini noktaladıktan sonra üzerinde duracağımız ikinci husus eĢitlik ve
özgürlük arası iliĢki üzerinden insan hakları ile vatandaĢlık arasındaki gerilimi anlamaya çalıĢmak
olacaktır.
Bugün, insan hakları söylemi kiĢi güvenliğinden kendi kaderini tayin hakkına kadar geniĢ bir
yelpazeyi ifade ederken, vatandaĢlık hakları söyleminden oldukça farklı bir yerde var olmaya devam
etmektedir. VatandaĢlık hakları söyleminin kendisi ise politik alanın -ekoloji gibi- yeni alanlara doğru
geniĢletilmesi gibi çabalarla, kolektif müzakere ve karar alma süreçleri gibi klasik politika alanlarını
yeniden canlandırma arasında bocalamaktadır. Dolayısıyla Balibar, 1789 devriminin formüle ettiği
―Ġnsan ve YurttaĢ hakları‖ denkliğini sürdürmenin zorluğuna iĢaret eder. Bunun yanı sıra insan ve
vatandaĢ arasında değiĢmez bir eĢitlik güdülmesinin, ―her Ģey politiktir ve politika her Ģeydir‖
düsturunun yarattığı bir totalitarizme yol açtığına dair neredeyse evrensel bir kabul olduğu hususuna
iĢaret edilmektedir. (Balibar, 1994: 40)
Balibar, 1789 devrimi ve sonrasında ortaya çıkan, kadınların, iĢçilerin ve sömürge halklarının
haklarına iliĢkin söylemlerin vatandaĢlıkla birleĢtirildiğinin Ģüphe götürmez olduğunu ifade eder.
Fakat Ģüphe ettiği nokta; bunun klasik doğal hakların devamı olarak görülmesidir (Balibar, 1994: 40).
Geleneksel ve yarı resmi yorum on yedi maddelik bildirinin içeriğinin insanın hakları (evrensel,
devredilmez, herhangi bir kurumdan bağımsız olarak var olan, varsayımsal) ile vatandaĢ hakları
201
(pozitif, kurumsal, sınırlı ve fakat etkin) arasındaki ayrım olduğunu dile getirir. Lakin Balibar, bu
bağlamda bildiri tekrar okunduğunda ―insan hakları‖ ile ―vatandaĢ hakları‖ içerikleri arasında herhangi
bir fark olmadığının ve aslında birebir aynı olduklarının görüleceğini ileri sürer. Bu savını
desteklerken, bildirinin ―doğal ve zamanaĢımı ile kaybedilmeyen‖ hakları sıralayan ikinci maddesinde
yer alan hakların hukuki güvenceye bağlanacağının bildirinin geri kalanından anlaĢılabildiğini öne
sürer. (Balibar, 1994: 40)Madde metni Ģöyledir;
Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi
Madde 2
Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını
korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır2.
Balibar burada ―eĢitliğin‖ yokluğunun baĢta rahatsız edebileceğini fakat madde metninin,
bildirinin ilk maddesi ile birlikte okunduğunda problemin giderileceğini ifade eder. Bildirinin ilk
maddesinin konumuzu ilgilendiren ifadesi Ģöyledir:
Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi
Madde 1
İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. (…)3
Bu madde, yalnızca ikinci maddede eĢitlikten bahsedilmemesini telafi etmeyecek, aynı zamanda
eĢitliği bir ilke yahut hak olarak diğer her Ģeyi birbirine bağlayan bir pozisyona taĢıyacaktır. (Balibar,
1994: 45) Dikkat etmek gereken baĢka bir nokta, Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi‘ndeki
eĢitliğin, ―zoon politikon”unyeniden uyanıĢı değil ve fakatbir sonuç ve özgürlüğün bir özelliği
olmasıdır. (Balibar, 1994: 46)
Özgürlüğün eĢitlikle eĢ tutulmasının arka planında özcü bir yaklaĢımdan ziyade tarihsel de facto
koĢulların yarattığı deneysel durumların olduğunu söyleyen Balibar, iki kavramın içeriğinde ―olan‖ ve
―olmayan‖ hususların ortaklığına dikkat çeker. Daha açık bir ifadeyle özgürlük ve eĢitlik tamamen
aynı hususlarla çatıĢma yahut karĢıtlık halindedir. Zira tarihte özgürlüğü baskılayıp kısıtlayan ve fakat
eĢitliğe engel oluĢturmayan –veya tam tersi- bir durum mevcut değildir. Balibar, bu görüĢüne iki ayrı
cepheden itiraz gelebileceğini ifade eder. Kapitalizm savunucusu cepheden gelebilecek itiraz; toplu iĢ
sözleĢmeleriyle gerçekleĢtirilmek istenen eĢitliğin pratikte özgürlüğün kısıtlanması sonucunu
doğurduğu görüĢüdür. Sosyalist rejimlerin itirazı ise; kamusal özgürlüklerin bastırılmasının,
ayrıcalıklar üreten toplum yapısının ve eĢitsizliklerin pekiĢtirilmesinin önüne geçeceği üzerinden
olacaktır. Fakat Balibar burada önemli olan noktanın, bireysel özgürlüklerin ortak kullanımı için
yetecek düzeyde eĢitlik ile bireylerin kolektif eĢitliğini sağlamaya yarayacak ölçüde özgürlük
olduğunu dile getirir. (Balibar, 1994: 48)
Peki, bu iki prensipten birine öncelik verilmesinin altında yatan motif ne olabilir? Tambakaki,
insan hakları yahut vatandaĢlık prensiplerinden birinin yahut diğerinin öncelenmesinin tamamen
kiĢinin demokratik siyasetten ne anladığı üzerinden Ģekillendiğini iddia eder. Buna göre eğer kiĢi
demokratik siyaseti, siyasi katılım ile yasal olarak kodifiye edilmiĢ hakları bağdaĢtıracak bir dizi
aĢama olarak, rasyonel ve prosedürel kavramlarla algılıyorsa insan haklarını öncelemesi kaçınılmaz
olacaktır. Buna karĢılık demokratik siyaset, muhalefet ve çekiĢmenin merkezi rol oynadığı bir değerler
2
Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article 2: “The aim of every political association is
the preservation of the natural and imprescriptible rights of Man. These rights are Liberty, Property, Safety
andResistance
to
Oppression.”
Çevrimiçi
eriĢim:
http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil
constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir.
3
Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article first:“Men are born and remain free and
equal in rights. Social distinctions may bebased only on considerations of the common good.” Çevrimiçi
eriĢim:http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf.
EriĢim
tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir.
202
sistemi yahut yaĢam tarzı olarak çekiĢmeci (agonistic) bağlamda ele alındığında tercih vatandaĢlığın
yeniden biçimlendirilmesi olarak karĢımıza çıkacaktır. (Tambakaki, 2010: 134)
Bu ayrımı netleĢtirmek adına Chantal Mouffe‘un ―çekiĢmeci çoğulculuk‖4(agonistic pluralism)
olarak adlandırdığı demokrasi modelini incelememizin faydalı olacağı fikrindeyiz. Mouffe, katılımcı
demokrasiye (deliberative democracy) bir alternatif olarak sunduğu modeli ―çekiĢmeci çoğulculuk‖
olarak isimlendirir. Mouffe‘a göre politika, sosyal gerginliği (antagonism) yatıĢtırma ve muhalefeti
törpüleme iĢlevlerini icra eder. Zira burada önem atfedilen soru, hiçbir dıĢlama oluĢturmadan, rasyonel
bir konsensüse nasıl varılacağı değildir; nitekim Mouffe bunun imkânsız olduğunu ileri sürer.
Politikanın bu bağlamda üzerinde durduğu husus, çatıĢma ve çeĢitlilik bağlamında ―onlar‖ı tespit
ederek, ―biz‖i yaratmak ve bu sayede birliği sağlamaktır. Demokratik siyasetin bu anlamda yeniliği
―onlar‖ ve ―biz‖ ayrıĢmasını aĢmak değil ve fakat bu mevzubahis ayrımı çoğulcu demokrasi ile
bağdaĢabilecek Ģekilde oluĢturmaktır. (Mouffe, 1999: 754-745)
Mouffe‘un çekiĢmeci çoğulculuk kavramıyla ileri sürdüğü merkezi argüman, demokratik siyasetin
temel görevinin tüm insan iliĢkilerinde doğası gereği var olan ―hiddet‖i (passion) ortadan kaldırmak
yahut tamamen kiĢilerin özel alanına sürgün edip hapsetmek değil ve fakat bu hiddeti demokratik
amaçları desteklemeye yönelik olarak harekete geçirmek olduğudur. Zira bu ―çekiĢmeli karĢılaĢmalar‖
demokrasiyi tehlikeye düĢürmek bir yana, onun varlığının bir koĢuludur. (Mouffe, 1999: 756)
Mouffe, çoğulcu politikalar için, sistem teorisinden ödünç aldığını söylediği ―karma
oyun‖5(mixed-game) kavramını kullanır. Bununla kastettiği, çoğulcu politikaların bir yönden uyuma
dayalı iken, diğer yönden çatıĢma içermesi; bir baĢka deyiĢle liberal çoğulcuların büyük kısmının iddia
ettiği gibi -kül halinde- iĢbirliğinden oluĢmamasıdır. (Mouffe, 1999: 756)
VatandaĢlık ve insan hakları arasındaki iliĢkiyi incelemeye devam ettiğimiz bu noktada karĢımıza
çarpıcı bir sorun çıkar: KiĢinin vatandaĢlık haklarından mahrum kaldığı devletsizlik durumunda insan
haklarına olan eriĢimi ve bu haklardan yararlanabilmesi sekteye uğrayacak mıdır? Bu konunun ele
alınmasında Hannah Arendt‘in “haklara sahip olma hakkı” kavramsallaĢtırması merkeze alınacaktır.
II- VATANSIZLIK VE HAKLARA SAHĠP OLMA HAKKI
VatandaĢlık ve insan hakları konusunu mercek altına aldığımızda karĢımıza çıkan bir diğer husus,
vatandaĢlığın, insan haklarına sahip olmaya yahut yirminci yüzyılın en önemli siyasi düĢünürlerinden
biri olan Hannah Arendt‘in deyimiyle ―haklara sahip olma hakkına‖ eriĢim bakımından bir ön koĢul
olup olmadığıdır.
Ġnsan haklarının ―devredilemez‖, baĢka yasalara ya da haklara indirgenemez ve onlardan
çıkarsanamaz olduğu söylemi dolayısıyla bu hakların yerleĢmesi için hiçbir otoriteye baĢvurulmamıĢ;
bütün yasalar ona dayandığından insan haklarını korumak için özel bir yasanın gerekmediği
varsayılmıĢtır. (Arendt, 2011: 294) Devredilmez insan hakları varsayımında baĢtan beri var olan
paradoks hiçbir yerde varolmayan ―soyut‖ bir insanın göz önünde bulundurulmuĢ olmasıdır. Kabul
Ģöyledir: Eğer geri kalmıĢ bir topluluğun insan hakları yoksa bunun nedeni henüz bir bütün olarak
uygarlık evresine, halkın ve ulusun egemenliği evresine ulaĢamamıĢ olmalarından kaynaklanır.
Dolayısıyla bütün insan hakları sorunsalı ulusal özgürleĢme problemiyle iç içe geçmiĢ ve kiĢinin kendi
halkının özgürleĢmiĢ egemenliğinin insan haklarını temin edebileceği varsayılmıĢtır. Özellikle Fransız
Devrimi sonrası döneme hâkim olan, insanlığı bir uluslar ailesi olarak kavrama eğilimi ile insanın
imgesini yavaĢ yavaĢ bireyden halka doğru dönüĢtürmüĢtür. (Arendt, 2011: 295)
Ġnsan hakları, bütün siyasi yönetimlerden bağımsız olduğu varsayıldığı için ―devredilmez‖ olarak
tanımlanmaktadır. Lakin insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve asgari haklarına geri
çekilmeleri gerektiğinde, onları koruyacak hiçbir otorite ve onları garanti altına alacak hiçbir kurum
kalmadığı görülecektir. (Arendt, 2011: 296)
4
Çeviri yazara aittir.
5
Çeviri yazara aittir.
203
Ġnsan hakları kavramının on dokuzuncu yüzyıl siyasi düĢüncesi tarafından pek fazla dikkate
alınmaması ve yirminci yüzyılda dahi hiçbir liberal yahut radikal partinin programlarına
almamalarının nedenini Arendt Ģu Ģekilde açıklar(Arendt, 2011: 298): Farklı ülkelerde yurttaĢların
değiĢen haklarının, yurttaĢlıktan ve milliyetten bağımsız olduğu varsayılan insan haklarını, elle tutulur
somut yasalar Ģeklinde cisimleĢtirdiği varsayılmaktaydı. Burada kabul; bütün insanların bir tür siyasi
topluluğun yurttaĢı olduğu idi. Fakat hiçbir devletin yurttaĢı olmayan insanlar ortaya çıktığında
devredilmez olduğu varsayılan insan haklarının uygulanabilir olmadığı görüldü.
Arendt‘e göre yurttaĢlık haklarından ayırt edilen genel insan haklarının gerçekten neler olduğunu
güvenle tanımlayabilecek kimse bulunmamakta ve aslında kimse insan haklarını yitirdiğinde aslında
hangi hakları yitirmiĢ olduğunu bilir gibi görünmemektedir. (Arendt, 2011: 298-299) Bu hususla ilgili
Edmund Burke, insan haklarının bir soyutlama olduğunu söyleyerek kiĢinin devredilmez insan hakları
yerine ―Ġngiliz hakları‖ndan bahsetmenin daha doğru olduğunu, zira sahip olduğumuz hakların ulusun
içinden doğduğunu öne sürer. (Arendt, 2011: 309)
Ulusal statü kaybının ve dolayısıyla düĢülen ―uyruksuzluk‖ halinin tüm hakların yitimi ile eĢdeğer
olduğu görüĢü uyarınca; hiçbir devletin uyruğunda bulunmayan bu kiĢilerin mahrum kaldıkları
yalnızca vatandaĢlık hakları değil her nevi insan hakkıdır. Arendt‘e göre burjuva devrimleri ve
ardından hazırlanan insan hakları bildirgelerince içi sarih biçimde doldurulmayan insan hakları ile
vatandaĢlık hakları güçlü bir biçimde birbiri üzerine binmektedir. VatandaĢlıkla ilgili herhangi bir ön
Ģart barındırmayan uluslararası insan hakları belgelerinin ifade ettiğinin aksine ulusal haklardan
mahrumiyet insan haklarının tümünden mahrum olmayı sonuçlamaktadır. (Benhabib, 2006: 60)
Bu fikri destekleyen Arendt‘e göre eĢitlik varoluĢumuza içkin olmayıp adalet ilkesince yön
verilmiĢ bir insani örgütlenmenin sonucu olarak tezahür eder. Zira eĢit olarak doğmaz, karĢılıklı olarak
eĢit haklara sahip olduğumuzkararına güvenen bir grubun üyeleri olarak eĢit hale geliriz. Arendt bu
varsayımın siyasi yaĢamımızın olmazsa olmaz bir kabulü olduğunu dile getirir: ―…Çünkü insan
eĢitleriyle, yalnızca eĢitleriyle birlikte müĢterek bir dünyada eyleyebilir, onu değiĢtirebilir, kurabilir.‖
(Arendt, 2011: 312-313) Bu bağlamda ulusal haklarından mahrum kalan birey bir devletin yurttaĢı
olmanın sağladığı ―farklılıkların o muazzam eĢitlemesinden yoksundur‖, artık üyesi olduğu tek
topluluk -tıpkı bir hayvanın hayvanlar âlemi ile olan aidiyet iliĢkisine benzer biçimde- insan ırkıdır.
(Arendt, 2011: 314)
Peki, bu minvalde bir devletin uyruğu olmakla ilgili sorun yaĢayan kiĢilerin durumu ne olacaktır?
Mevzubahis grupları ulus devletin eylemleri doğrultusunda yaratılan ―özel insan kategorileri‖ olarak
betimleyen Benhabib bu kategorilere dâhil ettiği alt grupları tek tek ele almıĢtır: ―KiĢi zulüm
gördüğünde, sınır dıĢı edildiğinde ve vatanı olan topraklardan sürüldüğünde mülteci konumuna gelir.
Ġktidardaki politik çoğunluk, belli grupların sözde homojen halka dâhil olmadıklarını ilan ettiği
takdirde kiĢi azınlık haline gelir. KiĢinin Ģimdiye dek koruması altında bulunduğu devlet bu korumayı
kaldırdığı ve ayrıca sunduğu evrakları hükümsüz kıldığı takdirde kiĢi uyruksuz bir yaĢam sürecektir.‖
Bu üç kategori topluluğun kendilerine bir yer sunmaya gönüllü bir devlet bulamadıkları sürece ise
―yersiz-yurtsuz‖ kalacaklarını ifade eder. (Benhabib, 2006: 65)
Azınlıklar aslında devletsiz değildirler; özel anlaĢmalar ve garantiler biçiminde ek korumaya
ihtiyaçları olmakla birlikte, hukuki olarak belli bir siyasi bünyeye mensupturlar. Kendi dilini
konuĢmak ve kendi kültürel toplumsal muhitinde oturmak gibi hakları tehlikede olup, harici bir yapı
tarafından isteksizce korunur. Buna karĢılık ikamet ve çalıĢma gibi haklara dokunulmamaktadır.
―Olgusal bakımdan daha direngen ve sonuçları açısından çok daha uzun erimli‖ olan devletsizlik ise
çağdaĢ tarihin en yeni kitlesel görünümüdür.
Devletsizler sorunu Birinci Dünya SavaĢı sonrası belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. SavaĢtan önce
BirleĢik Devletler ve bazı baĢka devletlerde uyrukluğa kabul edilen kiĢinin, uyruğuna girdiği ülkeye
samimi bir bağlılık göstermekten vazgeçtiği durumlarda uyrukluğun feshi mümkün kılınmıĢtır. Bu
fesih ile uyruktan çıkarılan kiĢi devletsiz olur. SavaĢ sırasında da bazı Avrupa devletleri yasalarında
uyrukluğa alma iĢleminin feshini olanaklı kılacak değiĢikliklere gitmiĢlerdir. Birinci Dünya SavaĢı
sonrası devletler hiçbir muhalefete hoĢgörü göstermeyecek ve farklı görüĢlere sahip insanlara barınak
olmaktansa yurttaĢlarını yitirmeyi yeğleyebilecek bir yapıya bürünmüĢlerdir. (Arendt, 2011: 273)
204
Kitlesel ölçekte ulusal haklardan yoksun bırakma politikası o dönem için yeni ve daha önce
görülmemiĢ bir tutum olmuĢtur. Fakat Doğu ve Güney Avrupa‘da azınlıkların ortaya çıkması ve
devletsiz halkların Orta ve Batı Avrupa‘ya sürülmesiyle savaĢ sonrası ulusal haklardan yoksun
bırakma, totaliter politikaların güçlü bir silahı haline gelmiĢtir. Avrupalı ulus devletlerin, ulusal olarak
temin edilmiĢ haklarını yitirmiĢ olan kimselerin insan haklarını garanti etmedeki baĢarısızlığı açıkça
gözlenebilmiĢtir. (Arendt, 2011: 258) ―Ġnsan hakları ibaresi bütün taraflar –mazlumlar, zalimler ve
onları seyredenler- için, umutsuz bir idealizmin ya da eblehçe beceriksiz bir ikiyüzlülüğün kanıtı
haline geldi.‖(Arendt, 2011: 259)
Arendt‘in ve Benhabib‘in üzerinde durduğu üzere Avrupa‘da iki savaĢ arası dönemde vuku bulan
vatandaĢlıktan çıkarma uygulamaları Milletler Cemiyeti‘nin uyruksuz kalan kiĢiler üzerindeki
himayesinin geniĢlemesi sonucunu doğurmuĢtur. 1950 tarihli Ġnsan Hakları Evrensel Bildirisi madde
14, sığınma hakkını temel insan hakları arasında sıralamıĢtır. Buna göre:
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi
“Madde 14: (1) Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelerden sığınma(iltica) talep etme ve
sığınmacı (mülteci) muamelesi görme hakkına sahiptir.
(2) Bu hak, gerçekten siyasal nitelikli olmayan suçlara ya da Birleşmiş Milletler amaçlarına ve
ilkelerine aykırı eylemlere dayanan kovuşturmalar durumunda, ileri sürülemez.” (Gemalmaz, 2010:
10)
Buna karĢılık, sığınma hakkının bir insan hakkı olarak ele alınması, devletlere sığınma imkânı
sunma yükümlülüğü bakımından gerçek bir yükümlülük tesis edememiĢtir. (Benhabib, 2006:
79)Cemiyetin anlaĢmalarını yorumlayan bazı devlet adamları daha da açık sözlü bir tavırla; bir ülkenin
yasalarının, farklı bir milliyete aidiyette ayak direyen, yani asimile edilemez nitelikteki kiĢilerden
sorumlu olamayacağını iddia etmiĢlerdir. Böylelikle, devletin yasaların bir aygıtı olmaktan çıkıp
―ulusun aygıtına‖ dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını itiraf etmiĢ olurlar; öte yandan devletsiz
halkların ortaya çıkması bunu pratikte de kanıtlayacak fırsatı tanımıĢtır. ―Ulusun devleti fethetmesi ve
ulusal çıkarın yasalar karĢısında önceliği, Hitler‘in ‗hak, Alman halkı için iyi olan Ģeydir‘ demesinden
uzun süre önce gerçekleĢmiĢtir.‖ (Arendt, 2011: 268-269)
Arendt, konuyu kaleme aldığı dönemde bir milyon ―kabul edilmiĢ‖ devletsiz kiĢinin varlığına
karĢılık on milyonu aĢkın de facto devletsiz olduğunu dile getirir. Görece zararsız olarak görülen de
jure devletsizlerin durumuna iliĢkin zaman zaman uluslararası konferanslar düzenlenmekte ve konu
masaya yatırılmakta olup mülteci sorunuyla özdeĢ olan devletsiz kitleyle ilgili bir adım
atılmamaktadır. Arendt‘in ifade ettiği üzere Ġkinci Dünya SavaĢı öncesi yalnızca totaliter yahut yarı
totaliter diktatörlükler ulusal haklardan yoksun bırakma silahını doğuĢtan yurttaĢlarına karĢı
kullanırlarken, sonraki dönemde BirleĢik Devletler gibi özgür demokrasilerde dahi doğma büyüme
Amerikalı komünistleri yurttaĢlıktan mahrum etmeyi düĢündüğü noktaya gelinmiĢtir. (Arendt, 2011:
276)
Uyruğa alma uygulaması tek tek kiĢiler için ve istisnai olarak çalıĢtırılmaktaydı. Uyrukluk
baĢvurusu kitlesel bir görünüme kavuĢtuğunda bütün bu süreç çöküĢe geçmiĢtir. Bu yeni durumun
neden olduğu panik ve gelen yeni kitlenin onlarla aynı kökene sahip olup baĢka ülkelerin yurttaĢı
olmuĢ kiĢilerin olagelmiĢ durumunu değiĢtirmesi üzerine devletler önceden uyruklarına aldıkları
kiĢileri de uyrukluktan çıkarmaya baĢlamıĢlardır. (Arendt, 2011: 284)
Devletsiz yani hak-sız kiĢilerin ulus devletler içerisindeki varlığı ―ölümcül bir hastalığın
tohumlarını taĢımaktaydı‖. Zira yasalar karĢısındaki eĢitlik ilkesi bir kez bozulduğunda ulus devletin
varlığını sürdürmesi sıkıntıya düĢer. Bu tasarlanmıĢ eĢitlik olmazsa ulus çözülerek ayrıcalıklı ve
ayrıcalıksız bireylerden oluĢmuĢ bir kitleye dönüĢecektir. Herkes için eĢit olmayan yasalar ulus
devletlerin tam da doğasıyla çeliĢecek bir biçimde haklar ve ayrıcalıklar halini alacaktır. (Arendt,
2011: 293)Modern ulus devlet, hukukun egemenliğini tüm vatandaĢ ve vatandaĢ olmayanlar için icra
etmekten, ulusun hukuku hukuksal çerçevede araç haline getirdiği ve ―kanunsuz bir ayrımcılığa
dönüĢtürdüğü‖ bir hale evirilecektir. Bu sürecin sonucu olarak ulus devletler ―istenmeyen azınlıklar‖
üzerinde toplu bir vatandaĢlıktan ihraç politikasına gitmiĢ ve bu da ulus devletler ailesinin dıĢında ve
205
herhangi bir uyrukluğu haiz olmayan insan toplulukları oluĢmasını sonuçlamıĢtır. (Benhabib, 2006:
64)
Ġltica hakkının devletin uluslararası haklarıyla çeliĢtiği düĢünüldüğünden ne anayasalarda, ne
uluslararası anlaĢmalarda sözü edilmekte, BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde dahi fazla üzerinde
durulmamaktaydı. Bu haseple Arendt‘e göre iltica hakkı Ġnsan Hakları ile aynı yazgıyı
paylaĢmaktaydı. Ġnsan Hakları da -en azından Arendt‘in eserini kaleme aldığı dönem itibariyle- yasa
haline gelememiĢ, ancak olağan yasal kurumların yeterli olmadığı tekil ve ayrıksı durumlarda bir
baĢvuru olanağı olarak muğlâk bir varlık kazanmıĢtır. (Arendt, 2011: 277)
YurttaĢını ihraç etme hakkının egemenlik hakkı olduğunu ileri süren devlet, devletsizleri yasa dıĢı
doğalarından ötürü, yasa dıĢı eylemlerde bulunmaya zorlar. (Arendt, 2011: 282)Oturma ve iltica hakkı
bulunmayan devletsiz kiĢi Ģüphe yok ki yasaları sürekli çiğneyecektir. Arendt bu noktada ―uygar
ülkelere özgü bütün değerler hiyerarĢisini tersyüz eden‖ bir hususa dikkat çeker: Devletsiz kiĢi yasanın
durumunu düzenlemediği bir aykırılık teĢkil ettiğinden ancak yasada öngörülmüĢ bir normu
çiğneyerek, yani suç iĢleme suretiyle kendini normalleĢtirebilecektir. (Arendt, 2011: 287)
YurttaĢlığın kaybı,bir diğer yandan, kiĢileri yalnızca yasaların korumasından değil, aynı zamanda
yerleĢmiĢ ve resmen tanınmıĢ bir kimlikten de yoksun bırakır. Ulusal haklarını elinden alan ülkeden
bir doğum kâğıdı almak için gösterilen çabanın ne kadar hummalı olduğu bunun pratikteki
görünümüdür (Arendt, 2011: 288).
Hak-sızların ilk yitirdikleri Ģey yurtlarıdır ve aslında burada yeni olan husus yurdun yitirilmesi
değil, yeni bir yurt bulmanın olanaksızlığıdır. Artık devletsizlerin ciddi denetim ve kısıtlara maruz
kalmadan gidebilecekleri bir yer, bir ülke, bir toprak parçası kalmamıĢ ve kendilerini uluslar ailesinden
dıĢlanmıĢ halde bulmuĢlardır. Ġkinci kayıpları ise; siyasi yönetimin korumasından mahrum
kalmalarıdır. Bu mahrumiyet yalnızca kendi ülkelerinde değil bütün ülkelerde yasal konumlarını
kaybetme anlamına gelmektedir. Uluslararası anlaĢmaların kurduğu ağ sayesinde bir ülkenin vatandaĢı
dünyanın neresinde olursa olsun yasal statüsünü beraberinde götürebilmekte iken, bu ağın dıĢında
kalmıĢ olanların kendilerini tamamen yasa dıĢı bir alanda buldukları bir baĢka gerçekliktir (Arendt,
2011: 300).
III – KÜRESELLEġME ÇAĞINDA VATANDAġLIK VE ĠNSAN HAKLARI
Ġnsan haklarının kendi düĢünsel ilhamı olmasına rağmen yararlanıcılarını çok uzun süre
vatandaĢlıkla bağlantılı olarak tanımlamıĢtır. Birinci Dünya SavaĢı sonrası ve faĢizm döneminde
görülen azınlık haklarının korunması hususundaki baĢarısızlıktan çıkarılan dersler ve 1990‘lardaki
küreselleĢme dalgasının teĢviki, BirleĢmiĢ Milletler ve sivil toplum örgütlerini insan haklarını
bağlarından kurtarmaya çalıĢmaya itmiĢtir. Küresel insan hakları otonomi ve önem kazandıkça,
esasında ulusal vatandaĢlığın bir parçası olarak görülen sosyal ve ekonomik haklar yönünde de
geniĢlemeye baĢlamıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Bu minvalde, çıkıĢ noktası olarak daha evrensel
ve fakat ―medeni haklarla‖ kısıtlı olarak ele alınan insan hakları alanında ―ulus-aĢırı‖ çalıĢmalarda
bulunan araĢtırmacılar, T. H. Marshall‘ın 1949 tarihinde yayınlanan ―VatandaĢlık ve Toplumsal
Sınıflar‖ eserinde vatandaĢlığın medeni ve siyasi haklar boyutunun yanı sıra belirttiği sosyal ve
ekonomik boyutunu da insan hakları alanına dâhil edecek Ģekilde bir yeniden yapılandırma çalıĢması
yürütmektedirler. Benzer Ģekilde önceleri vatandaĢlık ile iliĢkilendirilmiĢ olan kimlik ve kültürel hak
talepleri de bugün insan hakları Ģemsiyesi altına alınmaya çalıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006:
275)
Siyasi egemenliğin yerinin değiĢmesine bağlı olarak vatandaĢlığın konumunda meydana gelen
değiĢiklikler ana hatlarıyla siteden Roma Ġmparatorluğu‘na, Orta Çağ Ģehirlerine ve oradan da ulusdevlete doğru gerçekleĢmiĢtir. Ulus-devlet egemenliğinin çeĢitli açılardan sorgulanmaya açıldığı
günümüzde vatandaĢlığın anlamının bu bağlamda yeni bir değiĢikliğe daha maruz kaldığı
gözlemlenebilmektedir. DeğiĢim sonucu meydana gelen yahut gelecek yeni anlamı ulus-ötesi yahut
küresel vatandaĢlık biçimde okuyan yazarlar bulunmaktadır. Ġkinci değiĢme alanı olarak var olan
vatandaĢlık haklarının yeni grupları, daha açık ifade etmek gerekirse iĢçileri, azınlıkları, göçmenleri ve
yerlileri içerecek biçimde geniĢlemesi ifade edilmektedir. Konumuzu daha çok ilgilendiren üçüncü ve
son değiĢim ise yeni hakların yahut baĢka bir ifadeyle yeni kuĢak hakların kavramın kapsamına dâhil
206
edilmesiyle gerçekleĢtiği iddia edilen değiĢimdir. Mevzubahis yeni haklar, hali hazırda var olan
haklara sahip olmayı ve bunların kullanımını daha etkin kılmakta ve öncesinde hukuki yahut
toplumsal bariyerlerle grupları birbirinden ayıran duvarların yıkılmasına ön ayak olmaktadır. Bu
haseple, vatandaĢlığın yaĢadığı her geniĢlemenin onu daha kuvvetli ve zengin kıldığı ileri sürülür.
(Shafir ve Brysk, 2006: 277)
VatandaĢlık haklarının içeriğinde vuku bulan geniĢlemeye ilk dikkat çeken düĢünürlerden T. H.
Marshall, vatandaĢlık haklarını Ġngiltere‘de birbirini izleyen üç dönemde etkili olduğunu varsaydığı üç
ayrı katmana ayırır: medeni, siyasal ve sosyal haklar. (Kymlicka, 2008: 188) Bunlardan medeni
haklar, bireyin özgürlüğü için gerekli görülen ve On sekizinci Yüzyılda ortaya çıkan hak demetini,
siyasal haklar On dokuzuncu Yüzyılın bireye temsil edilme, oy kullanma ve siyasi iktidarın
kullanımına katılma haklarını bahĢeden hakları ifade eder. Yirminci Yüzyılda ortaya çıkan ve
Marshall‘ın deyimiyle medeni kiĢinin toplumda geçerli görülen standartlarda yaĢamasına olanak
sağlayacak sosyal haklarla sosyal vatandaĢlık kavramı ortaya çıkmıĢtır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta sosyal vatandaĢlığı Marshall‘ın tanımladığı Ģekliyle, daha açık ifadeyle ortak bir
medeniyet standardında yaĢamaya hak olarak tanımlamanın, bu kavramı ―sosyal yardımlaĢma‖ ile
karıĢtırma tehlikesini barındırmasıdır. Zira sosyal yardımlaĢma, dezavantajlı bireyleri korunmaya
ihtiyacı olanlar Ģeklinde bir kenara ayırmayı öngörürken, sosyal vatandaĢlık, hakları siyasi toplumun
tüm vatandaĢlarını barındıracak Ģekilde geniĢletmeyi gerektirir. (Shafir ve Brysk, 2006: 278-279)
Bu noktada vatandaĢlık geleneğindeki bir ayrıĢmadan bahsetmek yerinde olacaktır. TartıĢmanın bir
tarafı, hakların bu mevzubahis geniĢlemesini -baĢka bir ifadeyle önceleri yalnızca üst-sınıflara özgü
olduğu düĢünülen hakların toplumun diğer kesimlerine yaygınlaĢtırılmasını- olumlu bir gözlükle
okuyarak demokratikleĢme sürecinin olmazsa olmazı olarak değerlendirirken, özellikle Iris Young ve
Will Kymlicka gibi bazı düĢünürler, vatandaĢlığın yeni toplulukların karakter özelliklerini Ģemsiyesi
altında toplayamadığını ve ―ayrıcalıklardan‖ ―haklara‖ geçiĢ aĢamasının henüz tamamlanamadığını
ileri sürerler. Bu ikinci grup düĢünürün nihai amaçları vatandaĢlığı kül halinde ortadan kaldırmak değil
ve fakat haklarından mahrum edilmiĢ bu yeni grupların vatandaĢlık hakları bağlamına oturtulması ve
dolayısıyla ―geleneğin‖ geliĢtirilmesidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 279)
Bu vatandaĢlık anlayıĢı bizi Iris Young‘ın, Marshall‘ın medeni, siyasi ve sosyal haklar Ģeklindeki
üçlü hak katmanına bir dördüncü hak olarak ―kültürel haklar‖ın eklemleneceği ―farklılaĢtırılmıĢ
vatandaĢlık‖ (differentiated citizenship) vatandaĢlık kavramsallaĢtırmasına götürecektir. (Young,
1989: 258) FarklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık anlayıĢının vatandaĢlık kuramı içerisinde radikal bir geliĢmeyi
ifade ettiğini söylemek yanlıĢ olmaz. Hâkim vatandaĢlık anlayıĢından bakıldığında, farklılaĢtırılmıĢ
vatandaĢlık kuramının vatandaĢlık fikrini kavramsal bir çeliĢkiye sürükleyeceği yargısına
varılmaktadır. Klasik vatandaĢlık kuramını destekleyenler, vatandaĢlığın tanım itibariyle insanlara
kanun önünde eĢit haklara sahip bireyler olarak davranma mesafesinde bulunduğunu, dolayısıyla
vatandaĢlığın herhangi bir alt grup üyeliğinden türetilen hak ve talepler temelinde örgütlenmesi
fikrinin vatandaĢlığın özüyle ters düĢeceğini vurgularlar. (Kymlicka, 2008: 208)
Ġnsan haklarının ortaya çıkıĢı her ne kadar ulus devletin yükseliĢiyle paralel olsa da bugün ulusaĢırı ve küresel düzeyde de ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki çerçeveler oluĢturulmaya
çalıĢılmaktadır. Ġnsan haklarının ulus-ötesi mevcudiyeti de var olan hakların yeni gruplara geniĢlemesi
manasına gelmektedir. Peki, insan haklarındaki bu geniĢleme vatandaĢlık geleneğini nasıl
etkilemektedir?
Bu bağlamda insan hakları söyleminin geniĢleyen tarafının özellikle üç hak üzerinde yükseldiği
iĢaret edilmektedir. Bunlar; sağlık hakları, ―hak bazlı kalkınma‖ (rights-based development) ve kimlik
haklarıdır. Ġkinci ve üçüncü kuĢak olarak adlandırılan bu hakların (sosyal - ekonomik ve kültürel yahut
halkların hakları) geliĢimi vatandaĢlık geleneğindeki geniĢlemeyle oldukça paraleldir ve ikisi de
küreselleĢme ile üretilen yeni toplumsal tutumu ve ulus-aĢırı hareketliliği yansıtır. (Shafir ve Brysk,
2006: 280) Bu mevzubahis haklardan konumuz bağlamında önem teĢkil edeceğini düĢündüğümüz
sağlık hakkı ve kimlik hakları üzerinde durmayı tercih etmekteyiz.
BirleĢmiĢ Milletler Dünya Sağlık Örgütü‘nün 1998‘de bir insan hakkı olarak tanıdığı ―sağlık
hakkı‖ bulunduğu kuĢak bakımından karma bir yapı sergilemektedir. Zira iĢaret ettiği haklardan
bazıları bireyin tıbbi müdahaleyi reddetme hakkı yahut savaĢ esnasında iĢgalci bir gücün sivillerin ve
207
mahpusların tıbbi bakımına izin verme yükümlülüğü gibi birinci kuĢak hakları iĢaret ettiği gibi,
olabilecek en yüksek tıbbi bakım ve kaynaklardan yararlanma gibi bazı haklar da ikinci kuĢak sosyal
haklara göndermede bulunur. Bunların yanı sıra, sağlık hizmetleri ile ilgili kararların belirlenme
aĢamalarına kolektif katılım ve bilgi alma gibi haklar ise üçüncü kuĢak haklar olan halkların haklarına
iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 281)
Ġnsan haklarının yenilendiği alanlardan bir diğeri kimlik hakları alanıdır. Mevzubahis hakların
mensubu olduğu üçüncü kuĢak hakların bireylere mi yoksa kolektif bir özneye mi yönelik olduğu
hususunda bir belirsizlik söz konusudur. Bu hakların en geniĢ yankı bulduğu alt baĢlık olan yerli
haklarının yerel ve ulusal otoritelere mi yoksa uluslararası mercilere mi yöneltileceği de ayrıca
tartıĢılan bir husus olmaya devam etmektedir. Sözü edilen haklar hem ulusal yasama organlarının
oluĢturdukları metinlerde hem de ―BirleĢmiĢ Milletler Yerli Halkların Hakları Bildirisi‖ (United
Nations‟ Declaration of the Rights of Indigenous Peoples) gibi uluslararası belgelerde artarak
tanınmaya baĢlanmıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 282)
Kimlik haklarının bazı noktaları azınlık hakları ile benzerlik taĢımakla beraber tam teçhizatlı bir
kolektif kültürel haktan bahsedebilmemiz için, toprak hakkı (land right) yahut iki dilli eğitim gibi
hususları da kuĢatacak Ģekilde çerçevenin yeniden inĢası gerekecektir. Bu hakların ulusal düzeydeki
görünümünün yeni ortaya çıkacak -küresel vatandaĢlık olarak anılan- vatandaĢlık rejimini
Ģekillendirme ve hızlandırma rolü üstleneceği iddia edilmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 283)
Ġki hak geleneğinin ayrımlarının en açık biçimde görüldüğü noktalar; toplumsal dayanıĢma ve
yaptırım alanları olup, mevzubahis bu iki alan, siyasi hakları temin edecek küresel insan hakları ile
sıkı iliĢki içindedir. Bu iki farklılık noktasını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız. (Shafir ve
Brysk, 2006: 283)
VatandaĢlık haklarından medeni haklara iliĢkin olanlar, negatif haklardan, siyasi haklar,
eriĢilebilirliği sağlayan haklardan (enabling rights) oluĢmaktayken sosyal vatandaĢlığa iliĢkin haklar
pozitif haklarla bağlantılıdır. Sosyal vatandaĢlık ancak karĢılıklı sorumluluğun, yeniden dağıtımın ve
dağıtıcı adaletin var olduğu toplumlarda gerçekleĢebilmektedir. Sağlık sigortası, emeklilik hakları,
zorunlu eğitim, iĢsizlik hakları ve ücretli izin gibi sosyal vatandaĢlık hakları, ortak bir fondan
yapılacak ödemelerle her bireyin topluluğun eĢit birer vatandaĢı olarak belli bir yaĢam standardını
yakalamasını öngörür. Dolayısıyla sosyal haklar bakımından bir tehlike doğduğunda yahut tümden
kayıpları halinde toplumsal dayanıĢmanın bir temeli olarak hizmet edecek –ulus devlet gibi- bir
topluluğa ihtiyaç vardır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283-284)
Bu bağlamda vatandaĢlığın ayırıcı noktası vatandaĢların bağlılığıyla oluĢmuĢ bir topluluk fikrinden
kaynaklanır. Aralarında etnik farklılıklar olsa dahi, ait oldukları siyasi topluluğa katılım ve onun
kurumlarıyla tanımlanıyor olmalarıyla vatandaĢ olunmaktadır. Peki, küresel dayanıĢma için bu ne
ifade edecektir? Bu husus bizi komüniteryan ekolün toplumsal bağlar, aidiyet ve eğitimin, dayanıĢma
sağlayabilecek bir topluluğu yaratmada baĢat gereksinimler olduğu yönündeki iddiasına götürecektir.
Hali hazırda böyle bir toplumsal dayanıĢmayı bulabildiğimiz ulus-aĢırı tek örnek Avrupa Birliği‘nde
karĢımıza çıkar. Bunun arkasındaki nedenlerden biri Batı Avrupa devletlerinin yarattığı ortak kültürün
uzun bir tarihsel arka planı olması ve Avrupa Birliği‘nin ulus-üstü vatandaĢlık deneyimidir. (Shafir ve
Brysk, 2006: 284)
Avrupa Birliği‘nin bu noktadaki önemi yalnızca toplumsal dayanıĢma üzerinden değil ve fakat
vatandaĢlıkla insan hakları arasında ki bir fark olarak olduğunu ileri sürdüğümüz diğer bir husus olan
yaptırım konusunda yarattığı farklılıktır. Birlik bünyesinde bölgesel insan hakları hususunda yargı
yetkisi ve etkin bir yaptırım kapasitesi bulunmaktadır. Avrupa Birliği doğrudan etkiye yönelik
prensipler benimsemiĢtir; buna göre Birliğin yasal metinleri ulusal mahkemelerce –ulusal
parlamentodan bir karar çıkmasından bağımsız olarak- uygulanmak durumundadır. Bu da Birliğin
yasalarıyla ulusal hukukun çatıĢması halinde doğrudan Birlik hukukunun öncelikli olması sonucunu
doğurur. Bu ölçüde bir yaptırım kapasitesi diğer bölgesel yahut uluslararası örgütler için söz konusu
değildir. Bu durum, insan haklarının uygulanmasındaki etkinlik bakımından bir zayıflık teĢkil
etmektedir. Buna karĢın vatandaĢlık hakları teorik olarak devlet kurumlarınca güvence altına alınmıĢ
durumdadır ve yaptırım gücü daha yüksektir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284-285)
208
Bu hususların ıĢığında vatandaĢlık ve insan hakları arasındaki kritik ayrımın vatandaĢlığın
toplumsal dayanıĢma ve yaptırım kapasitesi alanlarında daha güçlü bir temel oluĢturması noktalarında
olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu iki önemli farka bağlı olarak bir üçüncü fark daha kendisine
ifade bulur: oy kullanma hakkı ve seçilme için aday olabilme hakkını da içeren siyasi haklar alanı.
Siyasi haklar ―eriĢilebilirliği sağlayan‖ haklar olarak, haklarından mahrum kalmıĢ kiĢileri bu
mevzubahis haklara kavuĢturma yönünde çok kilit bir önemi haizdir. Küresel insan hakları, küresel
düzeyde bir politik hak içermez, ulusal düzeyde gerçekleĢtirilenler de vatandaĢların siyasi haklarından
baĢka bir Ģey değildir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
VatandaĢlık hakları kümülatif ve görece sağlam yapıda olup,
ulus-devletin yaptırım
kapasitelerinden yararlanmaya devam etmektedir. Bir diğer yandan ulusal topluluğun sınırlarına
ulaĢtığında, evrenselliğinin sınırları da açıkça ortaya çıkar. VatandaĢlık, içinde bulunduğu siyasi birimi
yeniden yapılandırmadan onun dıĢındakilere eriĢmesi mümkün değildir. Ġnsan hakları perspektifinden
bakıldığında, vatandaĢlık diğer herkesten siyasi sınırlarla ayrılan içeridekiler tarafından yararlanılan
ayrıcalıklar gibi görünmektedir. Zira vatandaĢ, sınırlandırılmıĢ ve dıĢlayıcı bir siyasi topluluğa,ortak
bir tarih ve beklenen bir gelecek algısı ile bağlıdır. (Nash, 2009: 1067) Ġnsan haklarının ise evrensel
olma bakımından potansiyeli vardır; ancak, tutarlı ve etkin bir yaptırım mekanizması bulunmamakta
ve ayrıca toplumsal ve özellikle siyasi boyutları hala tartıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
Dolayısıyla insan haklarının geniĢlemesi, tekil devletlerin vatandaĢlarının siyasi haklarına bağlı
olarak devam edecektir. Ne vatandaĢlık ne de yaptırım için hala en iyi araç olan ulus-devlet arkada
bırakılamayacaktır. Küresel insan haklarının hayata geçebileceği en uygun ortam, bölgesel yahut
kozmopolit bir vatandaĢlık için toplumsal bir kuruluĢun varlığıyla mümkün olabilir. KüreselleĢme
çağında insan haklarının etkinliği, vatandaĢlığa dönüĢmelerine bağlı olarak devam edecek, bu da kendi
dayanıĢması, kurumları ve güvenliği ile toplumsal adaleti sağlamaya yetecek kapasiteye sahip bir
küresel siyasi topluluğun üyeliği ihtiyacına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
KAYNAKÇA
Arendt, H. (2011). Totalitarizmin Kaynakları-2: Emperyalizm. çev. Bahadır Sina ġener, Ġstanbul:
ĠletiĢim Yayınları.
Balibar, E. (1994). “Rights of Man and Rights of Citizen: The Modern Dialectic of Equality and
Freedom”, Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy Before and After Marx,
çev. James Swenson, New York: Routledge, s. 39-59.
Benhabib, S. (2006). Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar. çev. Berna Akkıyal,
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Brubaker, R. (2009). Fransa ve Almanya‟da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu. çev. Vahide Pekel, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları.
Gemalmaz, M. S. (2010). Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri, II. Cilt: Uluslararası Sistemler.
Ġstanbul: Legal Yayınevi.
Kymlıcka, W. (2008). “Vatandaşlığın Dönüşü: Vatandaşlık Kuramındaki Yeni Çalışmalar Üzerine Bir
Değerlendirme”, çev. Can Cemgil, VatandaĢlığın DönüĢümü: Üyelikten Haklara, ed. AyĢe
Kadıoğlu, Ġstanbul: Metis Yayınları, s. 185-217.
Kıwan, D. (2005). “Human Rights and Citizenship: an Unjustifiable Conflation?”, Journal of
Philosophy of Education, Cilt: 29, Sayı: 1, s. 38-50.
Mouffe, C. (1999). ―Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?‖, Social Research, Cilt: 66,
Sayı: 3.
Nash, K. (2009) “Between Citizenship and Human Rights”, Sociology, Cilt: 43, Sayı: 6, s. 1067-1083.
Rousseau,J.J. (2008). Toplum SözleĢmesi, çev. Ġsmail Yerguz, Ġstanbul: Say Yayınları.
Shafır, G., Brysk, A. (2006). “The Globalization of Rights: From Citizenship to Human Rights”,
Citizenship Studies, Cilt: 10, Sayı: 3, s. 275-287.
209
Tambakaki, P. (2010). Human Rights or Citizenship?, Abdingdon-Oxon: Birkbeck Law Press.
Young, I. M. (1989). “Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”,
Ethics, Cilt: 99, Sayı: 2, s. 250-274.
210
MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ
Umut KOLOġ1
ÖZET
Hukuksal özne, yani kiĢi ile ilgili bu makalede yapılmaya çalıĢılan, kiĢinin hukuk sosyolojisi
bakımından ele alınması, baĢka deyiĢle, hukuksal öznenin toplumsal iliĢki örüntülerindekapladığı
yerin ortaya konmasıdır. Konunun tamamını tüketmenin imkânsız olduğu böylesi bir çalıĢma, ancak
birtakım temel konulara değinerek ve bunlarla ilgili fikir yürütülerek gerçekleĢtirilebilir. Bu temel
konular, kiĢi kavramından genel olarak anlaĢılanın ne olduğu ve kiĢinin toplumsal bir artalanda varlık
buluĢunun yanı sıra bu toplumsal artalanın, söz konusu olan modern toplumlar ise, rasyonelliği öne
alan bir konumda olduğu, modern toplumların hukukunun da rasyonel olduğu ve bu hukuka uymanın
kendisinin rasyonel kabul edildiği biçiminde kısaca ifade edilebilir. Bu rasyonaliteye uyulmaması,
ondan sapılması hâlinde ise rasyonelleĢtirici pratikler devreye girecektir.
Anahtar Kelimeler: Hukuk Sosyolojisi, Kişi, Hukuksal Özne, Rasyonalite, İdeoloji, Söylem
ABSTRACT
The subject of this article related to legal subject or the person is to deal with person in the context
of sociology of law, in other words, to propound the basis of legal subject within the patterns of social
relations. The article will not be able to clear up the matter throughly but concerns some of the basic
issues and give opinions about them. These basic issues can briefly be expressedthrough the concept
of person and the meanings it may have, its relations to social background, rationality of modern social
formation and modern law, and lastly, rationality of legal subject that supposed to obey the law
rationally. And rationalizing practiceswill be enforced when the person is out of the rational boundries.
Keywords: Sociology of Law, Person, Legal Subject, Rationality, Ideology, Discourse
I.KĠġĠ YA DA HUKUK ÖZNESĠ: KAVRAM VE TOPLUMSAL KARġILIĞA DAĠR
YAPISAL AÇILIMLAR
Hukuksal kiĢilik ile ilgili olarak zor olan, Smith‘in deyiĢiyle, onu gizemli kılan sürekli eğilimi
açıklamaktır (Smith, 1928:284). Bu gizemin ortadan kaldırılabilmesi, onun toplumsal gerçeklikte
tuttuğu yerin, daha açık ifadesiyle sosyolojik artalanının ortaya konması suretiyle gerçekleĢtirilebilir.
Hukuksal kiĢilik, hukuksal muamelelerde bulunmanın önkoĢulu ise ve hukuken kiĢi hukuksal
iliĢkilerde taraf olabilen kiĢiye göndermede bulunuyorsa (Smith, 1928:295) öncelikle bu kavram
açımlanmalı ardından bunun toplumsal karĢılığına bakılmalıdır.
Hukuksal bir kiĢiliğe sahip olmak, en genel ifadesiyle, haklara ve yükümlülüklere sahip bir özne
olmak demektir ve hukuksal kiĢiliğe dair en tatmin edici tanımlama, hukuksal kiĢiliğin hukuksal
iliĢkilerde bulunma kapasitesi olduğu biçiminde gerçekleĢtirilendir (Smith, 1928:283; Weber,
1978:706). Holland, kiĢinin genellikle bir hakkın öznesi ya da taĢıyıcısı diye tanımlandığını ancak bu
tanımlamanın yükümlülükleri dıĢta bıraktığı ölçüde dar kaldığını, kiĢi dendiğinde hakların olduğu
kadar yükümlülüklerin de öznesini anlamak gerektiğini belirttiğinde (Holland, 1908:90) subject
kelimesinin iki anlamlılığına yapılan vurguyu da belirtmiĢ olmaktadır. Zira subject bir yandan vicdan
ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı olan diğer yandan denetim ve bağımlılık yoluyla baĢkasına
tabi olan anlamlarına gelmektedir (Foucault, 2005b:63) ve bu itibarla kendine bağlı olması
bakımından haklara, baĢkasına tabi olması bakımından yükümlülüklere tabi olmayı ifade etmektedir.
1
AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı;
kolos@istanbul.edu.tr
211
Roma Hukukundaki kullanımına bakılacak olduğunda kiĢi bir status sahibi olandır; bir insan
hukuksal olarak hak ve yükümlülüklere sahip olduğunda kiĢi olur ve Romalı hukukçuların deyiĢiyle
hukuksal edimde bulunma kapasitesi maskesi yani persona2takmıĢ olur (Holland, 1908:90).
Holland‘ın Digesta‘dan aktardığı kadarıyla yaĢayan bir insan olmak ve devlet tarafından bir kiĢi olarak
tanınmıĢ olmak kiĢi olmayı sağlamaktadır (Holland, 1908:91-93). Roma toplumunda kölelik gibi
―statü‖lerin toplumsal yapıdaki yeri akılda tutulduğunda kiĢi olabilmenin biyolojik olarak insan olan
herkese bahĢedilmemiĢ olduğu ifade edilebilecektir.
Günümüzün modern hukuk sistemleri bağlamına geldiğimizde ise temelde yer alanın insanın
kiĢilik değerlerinin korunması olduğu ifade edilebilir; zira kiĢiliğin en yetkin konumuna kavuĢması
modern dönemlerin eseridir (Gürkan, 1995:39). Burada söz konusu olan, kiĢinin hak ve
yükümlülüklerinin evrensel görülen ilkelerle örülü oluĢudur. Bu ilkeleri genel olarak eĢitlik, özgürlük,
kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması, kiĢiliğin sosyal karakteri ve belirlilik olarak ifade etmek
mümkündür (Özsunay, 1979:5-6). Burada ister istemez birtakım ideolojik örüntülere ve onların felsefi
temellerine değinmek lazım gelecektir. Zira bilindiği üzere ideolojiler, bilimsel göndermelere sahip
olabilmekle beraber bilimsel olmayan, evrensel iddiaları haiz inĢâi giriĢimlerdir. Bu noktada modern
toplumsal formasyonda hukuksal özne dogmatiğine değinilmesi faydalı olabilir. Wallerstein‘e göre
modernitenin aydınlanma düĢüncesi geleneksel toplumların Tanrı anlayıĢını bir adım öteye taĢıyarak
herkesin doğuĢtan sahip olduğu insan haklarını türetmiĢtir (Wallerstein, 2000:41) ve bu türetmenin
hukuksal ifadesi de modern toplumsal formasyonun kiĢisidir. Bu noktaya daha sonra geri
döneceğimizi ifade ederek, kiĢi konusuna iliĢkin temel yaklaĢımları sınıflandırma giriĢimlerine yer
vermek uygun görünmektedir.
Naffine, kiĢi kategorisine iliĢkin üç ayrı yaklaĢım olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilkinde,
kimi analitik hukukçulara göre kiĢi salt hukuksal bir artefact olarak karĢımıza çıkmaktadır ve kiĢiye
dair metafizik ön kabullere dayanılmamaktadır (Naffine, 2003:349-350). Bu görüĢ çerçevesinde
kiĢilik, hukuksal hakları haiz olmak ve hukuksal iliĢkilerde bulunmak bakımından biçimsel bir
kapasiteden fazlası değildir; ahlâki göndermeleri yoktur ve metafizik iddialara dayanmaz (Naffine,
2003:350); hukuksal kiĢi salt bir soyutlamadır, bir oluĢ değildir (Naffine, 2003:353). Dolayısıyla
hukuksal iliĢkiler yoksa kiĢilik de yoktur (Naffine, 2003:353).
Ġkinci görüĢ penceresinden hukukun kiĢisi doğal bir karakterdedir; öyleyse artefact oluĢtan söz
edilemez (Naffine, 2003:349). Burada kiĢiliğin dar bir kavramsal alana sıkıĢtırılmasından kaçınılır ve
onun hem hukuksal hem de ahlâki bir temele sahip olduğu düĢünülür; hukuksal kiĢi her zaman ve
kaçınılmaz olarak kendisini ahlâken değerli kılan ve hukukun saygı göstermek zorunda olduğu özsel
bir insanlığa sahiptir (Naffine, 2003:350). Bu bakımdan, kiĢi olunması için rasyo ya da bilincin varlığı
zorunlu değildir, insan olmak yeterlidir (Naffine, 2003:361).3
KiĢi kategorisine iliĢkin üçüncü yaklaĢımda hukuksal kiĢi, klasik toplumsal sözleĢme
yaklaĢımlarında görülen, rasyonel ve bu yüzden sorumlu olan insan hukuk aktörü ya da öznesidir ve
birinci görüĢün aksine hukuksal iliĢkilerden bağımsız ve ahlâki bir varlık söz konusudur (Naffine,
2003:362-364). Ġkinci görüĢten farklı olarak ise rasyonellik kiĢi olmak bakımından zorunludur
(Naffine, 2003:365).
YaklaĢımlardan son ikisi birbirleriyle geçiĢimli niteliktedirler. Ġlk yaklaĢım ise daha pozitivist bir
eksende yer almaktadır. Burada ek olarak, Supiot‘nun antropolojik montaj olarak deyimlediği
yaklaĢımına da değinme imkânımız olacaktır.
2
Persona‘ya iliĢkin Gürkan‘ın ifadeleri açıklayıcı olabilecektir: ―KiĢi diye dilimize çevrilen bu sözcüğün
türetildiği ‗persona‘nın ilk anlamı eski Yunan ve Roma aktörlerin sahnede temsil ettikleri roller için kullandıkları
‗maske‘dir. Böylece yaĢlı bir adamı tasvir eden maske bir yandan yaĢlı bir insanı temsil ederken, bir yandan da
yaĢlı adamın tüm dünyası demek olan sahnede oynadığı rolü, yaĢlı adam rolünü temsil etmektedir. Daha sonra
maskeyi değil, sahnede karakteri ifade edilen kimseyi ya da karakteri oynayan oyuncuyu ifade eder oldu. Bir
süre sonra da ‗beden‘ olarak algılanmağa baĢladı‖ (Gürkan, 1995: 42).
3
Bu yaklaĢıma aynı zamanda biçimci eĢitlik anlayıĢına yönelen bir doğal hukuk anlayıĢının eĢlik ettiğini ifade
etmek hatalı olmayacaktır. Zira biçimci eĢitliğin salt aritmetik bir eĢitlik olduğu oysa bunun doğal olarak var
olan bir adalet içeriği ile desteklenmesi gerektiği savunulmuĢtur (IĢıktaç, 2004b: 136).
212
Supiot‘ya göre bir insanın homojuridicus kılınması, ondaki sembolik ve biyolojik boyutları
birleĢtirmenin Batılı tarzıdır (Supiot, 2008:11). Bir doğa olgusu olmayan hukuk öznesi buna rağmen
artefact‘tır, yani insanı sadece biyolojik bir varlığa indirgemeyen, onun etini ve ruhunu bir bütün
kabul eden bir idealleĢtirme, bir tasarımdır (Supiot, 2008:12). Yukarıda Foucault‘ya atıfla göstermeye
çalıĢtığımız özne vurgusu Supiot‘da da kendini gösterir; zira ona göre hukuksal kiĢilik bir yandan
bağlı bir yandan özerk, bir yandan beden bir yandan ruh olarak insanı ele alır ki, bu boyutların
hukuksal kiĢilik içinde birleĢtirilmesine antropolojik bir montaj denebilir (Supiot, 2008:50-51).
Supiot‘nun görüĢlerinin önemi artefact terminolojisini, Naffine‘in kullanımıyla, analitik hukukçuların
tekelinde kalmaktan azade kılmasından kaynaklanmakla tükenmeyip aynı zamanda inĢâi boyut ile
bedene yaptığı vurgu bakımından olgusal boyutu bir araya getirdiği için de vurgulanmalıdır.
Gelinen bu aĢamada ise Wallerstein‘a geri dönmek gerekmektedir. Wallerstein‘ın belirlemesi, ilk
yaklaĢımın artefact oluĢa yaptığı vurgu ile diğer yaklaĢımların bu artefact niteliğin içini doldurur
görünen ideolojik içeriklendirme çabalarını modern toplumsal formasyon içinde değerlendirmeye
iliĢkin Pašukanis okumasını anlamlandırmamıza da yardımcı olabilecektir.
Wallerstein evrenselciliği bir ideoloji olarak nitelendirir ve sonsuz sermaye arayıĢında evrenselci
bir ideolojinin savunulmasının ve uygulanmasının aslî bir unsuru olduğunu düĢünmektedir.
Dolayısıyla evrenselcilik, kapitalist dünya ekonomisine ve kapitalist dünya ekonomisi içinde ortaya
çıkan davranıĢ, norm ve pratikler anlamında moderniteye uygun bir ideolojidir. Zira kapitalist
sistemin, sistem dıĢına atmanın anlamsız görüneceği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır (Wallerstein,
2000:44). Ona göre malları, sermayeyi ya da emeği pazarlanabilir olmaktan alıkoyan ne varsa
metaların pazar içindeki akıĢına ket vuran, onu kısıtlayan bir özellikte olduklarından istenmeyen
hâlleri oluĢturur (Wallerstein, 2000:42). Bu açıklamalar ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğer ortada
bir artefact oluĢ varsa bunun nedenlerine iliĢkin ipuçlarının modern toplumsal formasyon içinde
aranması gerektiği anlaĢılmaktadır. Bu nokta kiĢi kavramından anlaĢılanın ne olduğuna ilave bir Ģeyler
söylemenin ve kiĢinin yani hukuk öznesinin varlık buluĢunun modern toplumsal formasyondaki
karĢılığına bakmanın gerekliliğini düĢündürmektedir.
ġimdiye kadar yapılan açıklamalar ıĢığında denebilir ki, ―olması gereken‖ düĢüncesinin toplumsal
yaĢamın yapısallığı içinde bir oluĢumu vardır ve toplumsal norm kategorileri bu ―olması gereken‖lik
içinde anlaĢılmalıdır. Olması gereken anlayıĢı bir düĢünce sistemi olarak kurulmadan önce, insanların
bilinçli tercihlerine dayanmaksızın bir oluĢum göstermektedir. Burada hukuka da yol açılmaktadır;
zira hukuk da bir kural bilimi olarak anlaĢılabilir yani o da bir ―olması gereken‖e bağlı olmak
bakımından normatiftir (Can, 2003:24).
Geldiğimiz bu nokta, hukukun kendisinin de toplumsal yapı içinde ve kendiliğinden oluĢup
oluĢmadığına iliĢkin bir soruĢturmayı haklı göstermektedir. Öncelikle ifade edilmesi gereken, hukukun
kendiliğinden oluĢup oluĢmadığının soruĢturulmasının zorunlu olarak doğal hukukçu bir yaklaĢıma
götürmeyeceği ya da yasama faaliyeti ve yargı pratiklerini, yani inĢâi zemini zorunlu olarak dıĢlamaya
yol açmayacağı hususudur. Burada yapılmaya çalıĢılanın hukuku ve onun kiĢisini sosyolojik olarak ele
almak olduğunu belirtmekte yarar gördüğümü tekrar ifade etmeliyim. Bu noktada Evgeny
B.Pašukanis‘in yaklaĢımının yardımcı olabileceğini sanıyorum.
Pašukanis‘in (1891-1937) hukuka yaklaĢımının esasını döneminin Marksist hukuk kuramcılarının
anlayıĢlarına yönelen bir eleĢtirinin oluĢturduğu belirtilmelidir. Ona göre hukuk (dolayısıyla hukuk
öznesi yani kiĢi) salt ideolojik bir kurgu olmaktan ötede bir muhtevaya sahiptir. Hukukun altyapı
iliĢkilerinin üstyapısal ve kurgusal bir ifadesi olduğu biçimindeki klasik Marksist yaklaĢımın ötesine
geçmeye dair bir giriĢimi Pašukanis‘in çabalarında yine Marksizm içinden gelen bir biçimde görmek
mümkündür. Pašukanis hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak görür ve toplumsal iliĢkilerin
hukuksal biçim aldığından bahseder (Pašukanis, 2002:74-75). Pašukanis‘e göre hukukun bilinçli
temellere dayanmayan altyapısal bir temeli vardır; zira hukuk bir düĢünce sistemi olarak değil ama
üretim iliĢkilerinin baskılaması ile ve insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan meydana gelen bir
iliĢkiler sistemi olarak gerçek bir tarihe sahiptir (Pašukanis, 2002:64). Hukuku bir kurallar yığını
olarak aldığımızda, onu doğuran iliĢkilerin kuralları öncelediği vurgulanmalıdır (Pašukanis, 2002:85).
Pašukanis çok net biçimde Ģunları ifade eder (Pašukanis, 2002:85-86):
213
―Hukuk kuralının kendisi yani mantıksal içeriği doğrudan doğruya var olan iliĢkilerden
kaynaklanır‖ ―Kural hukuksal iliĢkiyi doğurmaz; hukuksal iliĢki temelindeki toplumsal iliĢkiyle kuralı
doğurur.‖
Dolayısıyla, toplumsal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak
olmak zorunda değildir. Can‘ın deyiĢiyle toplumsal gerçekliğin içindeki olgular, günlük gereksinimler
ve duygusal tepkiler gibi süreçlerden geçerek birtakım hukuksal değerlere dönüĢmektedirler ve bu
noktada ―olan‖dan ―olması gereken‖e bir geçiĢim yaĢanmaktadır (Can, 2003:70-71).
Hukuk için ifade edilenlerin onun temel kavramlarından olan kiĢi için de ortaya konması
mümkündür. Denebilir ki, kapitalist toplumun hukuksal öznesi ―hukukçuların düĢünce düzleminde
yaratılmadan önce toplumsal yaĢamın süjesi olarak kültür tarafından oluĢturulmuĢtur‖ (Özcan,
2011:110). Hukuk bir kiĢilik ideali ortaya koymaktadır ancak bu kiĢilik ideali, olağan koĢullarda,
toplumda zaten var olan toplumsal kiĢilik tipiyle uyumlu olma eğilimindedir ve kiĢi toplumdaki kültür
aracılığıyla algılanan toplumsal kiĢilik olduktan sonra hukukun bu kiĢiliği tanımlaması veya yeniden
biçimlendirmesi ile hukuksal kiĢilik hâline gelmektedir (Özcan, 2011:122). Hukuk ile yapılanın
toplumsal artalanda oluĢan bu kiĢiliğin korunması çabası olduğu da düĢünülmelidir.
Pašukanis toplumda zaten var olan toplumsal kiĢiliğin, modern toplumsal formasyonda yani
kapitalizm koĢullarında mülk ve özel çıkar sahibi, iktisadi öznede somut varlığını bulduğunu ifade
etmektedir (Pašukanis, 2002:77). Ona göre hukuksal kiĢi yani hukuk öznesi hukuk kuralı dıĢında,
toplumsal iliĢkilerde vardır ve maddi dayanağını yasanın yaratmadığı ve fakat hazır bulduğu iktisadi
öznede bulmaktadır (Pašukanis, 2002:88-91). Harvard ekibi hukukta kiĢi metaforunun kullanımının
iĢlevini belirtirken bunun salt bir metafor olmaktan çıktığını ve ağır ihtilaflı sosyal meselelere dair
sorunların ifade edilmesi için bir zemin, bir depo oluĢtan bahsettiklerinde (Harvard, 2001:1766) aynı
sosyolojik zemin üzerinde yer almaktadırlar. Pašukanis ise borçlu ile alacaklı arasındaki iliĢkinin
devletin koyduğu yasalar tarafından yaratılmadığını, zaten toplumda bunun nesnel bir karĢılığının
olduğunu belirttiğinde bu durumu somutlaĢtırmaktadır (Pašukanis, 2002:87). Burada hukukun
toplumsal yaĢam bakımından bir girdi oluĢu ihmal ediliyor değildir. Posner hukukun toplumsal denge
durumlarına iliĢkin, ilki davranıĢsal olan ve hukukun insanların davranıĢlarına etki etmesiyle açıklanan
ve ikincisi hermenötik olan ve insanların sahip oldukları inanıĢları değiĢimlemesiyle açıklanan iki
etkisinin bulunduğunu ifade ettiğinde, bu girdi oluĢa değinmektedir (Posner, 2002:33). Ancak
hukukun toplumsal yapıyı değiĢimlemeye dair giriĢimlerinin örneğin bir hukuk devriminin yapıldığı
olağanüstü dönemler için daha çok açıklayıcılığa sahip olduğunu düĢündüğümüzü ifade etmekte yarar
vardır.
O hâlde sorun, bir toplumsal norm kategorisi olarak hukukun nesnelliğine iliĢkin noktada
düğümlenmektedir. Bu konuya iliĢkin sosyolojik bir tahlilin hukukun kendiliğinden geliĢimi ve
yasakoyucunun faaliyetlerinin anlaĢılması bakımından gerçekleĢtirilebileceğini düĢünüyorum.
Buradaki duraklar ilk adım ile ilgili olarak yine Pašukanis, ikinci adım ile ilgili olarak ise Searle
olacaktır.
Yukarıdaki açıklamalar hukuk ve toplumsal karĢılık ile ilgili önemli olduğunu düĢündüğüm
açılımlara göndermede bulunmaktadır. Gerek sosyolojik anlamda bireyin, gerek hukuk sosyolojisi
anlamında kiĢinin oluĢumunun izlerinin bu artalanda sürülmesi, hukukun nesnelliğine iliĢkin
yürütülecek tartıĢmaya da zemin hazırlamaktadır. Modern toplumsal formasyonun kapitalist niteliği,
bu nesnellik arayıĢlarını da kapitalist iliĢki örüntülerinde aramaya yol açmaktadır. Pašukanis‘in
açıklamaları bu izlekte görünmektedir. Ona göre hukuksal iliĢkiler, her durumda, doğrudan doğruya
insanlar arasındaki üretim iliĢkileri tarafından yaratılmaktadırlar (Pašukanis, 2002:95). Hukukun kiĢisi
de kapitalist mübadele iliĢkilerinde tüm olası taleplerin taĢıyıcısı ve hedefi olmak bakımından
toplumdaki üretim iliĢkilerine denk düĢen temel hukuksal birim olarak karĢımıza çıkmaktadır
(Pašukanis, 2002:98). Zira tüm hukuksal iliĢkiler özneler arasındadır ve özne yani kiĢi hukuk
kuramının en küçük, basit ve bölünemez unsurudur (Pašukanis, 2002:109). Özne kategorisi nesneler
üzerinde pazarda özgürce tasarruf edebiliyor olmanın en iyi ifadesi olarak karĢımıza çıkmaktadır
(Pašukanis, 2002:110). Bu bakımdan hukuk öznesi de toplumsal iliĢkilerin saf bir ürünü olarak
görünür (Pašukanis, 2002:114). Bu anlamda hukukun kendisinin nesnel varlığına iliĢkin bir saptama
yapılacak olduğunda denebilir ki, bunun saptanabilmesi için hukuk kuralının içeriğini bilmek yeterli
214
olmayıp o kuralın toplumsal iliĢkilerde gerçekleĢip gerçekleĢmediği bilinmelidir (Pašukanis, 2002:85).
Pašukanis‘in hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak gördüğünü hatırda tuttuğumuzda, burada
belirttiklerimizi de bu görüĢe eklemeyerek toplumsal iliĢkilerin nesnel olarak ele alınabilmesi
ölçüsünde hukukun ve hukuk öznesinin de nesnel bir ele alıĢa konu olabileceğini zira onların da
sosyolojik anlamda bir nesnelliğe sahip olduğunu ifade etmenin hatalı olmayacağını düĢünüyorum.
Ġkinci adım ise yasakoyucunun faaliyetinin nesnelliğinin olup olmadığına iliĢkindir. Burada kilit
kavram Searle‘ün ―kurumsal olgu‖ diyerek adlandırdığı belirlemede ifadesini bulmaktadır. Searle‘e
göre olgular kaba olgular ve kurumsal olgular olmak üzere ayrılabilir. Kaba olgular ya da fiziksel
evren insan tarafından yaratılmaya ihtiyaç duymadan varlık bulmuĢlardır. Kurumsal olgular ise insanın
inĢâi faaliyeti neticesinde ortaya konanlardır (Searle, 2005:147 vd). Bu ayrımlaĢtırma ise kurumsal
olguların toplumsal yapıda karĢılık bulduklarına dair belirlemeye engel değildir. Searle kurumsal bir
olgu olan mülkiyet hakkından söz ederken, mülkiyet haklarının hukuki olarak yaratılmasının, tipik
olarak satma ve satın alma edimlerini gerektirdiğinden bahsettiğinde (Searle, 2005:148) toplumsal
iliĢkilere göndermede bulunmuĢ olur. Ona göre kurumsal olgular insan uylaĢımıyla var olurlar (Searle,
2005:152). Burada kolektif kabullerin rol oynadığından bahseden Searle, mülkiyet hakkının toplumun
çoğunluğu ya da tamamı tarafından reddedildiği momentlerde mülkiyet hakkının da sona ereceğine
iĢaret ettiğinde toplumun yeterli sayıdaki üyesinin kabulünü kurumsal olguların süregiden
varoluĢlarının sırrı olarak sunmuĢ olur (Searle, 2005:149). Searle‘ün yaklaĢımının önemi hem olan ile
olması gereken arasındaki uçurumu ortadan kaldırmasından (Özcan, 2008:316) hem de kendi
ifadesiyle kurumsal olguların, ki hukuk da buna örnektir, fiziksel evrenin yani kaba olguların bir
parçası olduğunu göstermesinden ileri gelmektedir; zira ona göre toplumsal, kurumsal ve zihinsel
gerçeklik tek bir fiziksel gerçeklik içinde yer almaktadır (Searle, 2005:153).
ÇalıĢmamın birinci bölümünün sonunda toparlama maksadıyla belirtmem gerekir ki, hukukun
öznesi yani kiĢi modern toplumsal formasyonu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri içinde
ortaya çıkmıĢtır. Hukuk sosyolojisi bağlamında kiĢinin ele alınması, sosyoloji bağlamında bireyin
oluĢumuyla baĢlayan ve kapitalist iliĢki örüntülerini hesaba katarak iktisadi özne zemininde
temsillenen bir toplumsal artalana sahiptir. ―KiĢi‖nin nesneleĢmesi, onun materyalize ediliĢiyle
mümkün olur.
II.RASYONALĠTEDEN HUKUKUN RASYONELLĠĞĠNE WEBERYAN BĠR AÇILIM
KiĢi kavramı açımlanıp onun toplumsal karĢılığına göz atıldıktan sonra, baĢka bir deyiĢle, kiĢinin
sosyolojisine giriĢin ardından bu kiĢiye atfedilen en önemli niteliklerden biri olan rasyonalite
meselesine de bakmakta fayda görüyorum. Burada özellikle sosyoloji cephesinden rasyonel olanın bir
takibine giriĢecek ve ardından bu rasyonalitenin hukuk alanında nasıl ifade bulduğuna dair Weber‘den
beslenerek birtakım belirlemeler yapmaya çalıĢacağım.
Hukukun rasyonalitesine iliĢkin önemli belirlemeleri Weber‘in çalıĢmalarında bulmak
mümkündür. Buna iliĢkin değerlendirmelerine girmeden önce Weber‘in ekonomi hukuk iliĢkisine dair
saptamalarına kısaca da olsa yer verilebilir. Weber‘e göre ekonomik faktörler hukuk üzerinde
doğrudan olmayan bir etkide bulunmuĢlardır. Bu etki sadece Ģu derecededir: ekonomik davranıĢın
piyasa ekonomisi ya da sözleĢme serbestisi gibi olgular üzerinde temellenen belirli rasyonalizasyonları
ve hukuk tarafından çözülmesi beklenen menfaat uzlaĢmazlıklarının artması, hukukun
sistemleĢtirilmesine etkide bulunmuĢlardır (Weber, 1978:655). Dolayısıyla ekonomik çıkarlar hukuku
doğrudan yaratmamıĢtır (Weber, 2012:18). Ancak bu saptamaları, Weber‘in modern Batı
toplumlarında kapitalizm hukuk iliĢkisini göz ardı ettiği anlamına gelmemelidir. Weber‘e göre modern
Batı toplumsal düzeninin en önemli iki parçasından biri rasyonel yapıdaki hukuktur ve rasyonel hukuk
hesaplanabilir olan hukuktur (Weber, 2012:17) ve kapitalizmin gereksinimi hesaplanabilir bir
hukuktur (Torun, 2003:96). Rasyonel amaçlara ulaĢabilmek için toplumsal yapıda tanımlanmıĢ ve
kurumsallaĢmıĢ alt sistemlere ihtiyaç vardır (Özcan, 2011:120) ve Weber‘e göre rasyonel biçimde
nitelendirilmiĢ, dile gelmiĢ olan anayasalara, yasalara ve hukuka bağlı siyasal örgütlenme olarak
devlete modern Batı toplumları dıĢında rastlanmamıĢtır (Weber, 2012:8).
Weber‘in hukuk sosyolojisi yaklaĢımında modern Batı toplumlarında görüldüğü hâliyle çağdaĢ
hukuk düĢüncesi iki ana kategoriye ayrılmaktadır: Hukuk yapma ve hukuk bulma. Bunlardan hukuk
yapma ile anlaĢılan hukukçuların düĢüncesinde rasyonel hukuk kuralları olarak varsayılan genel
215
normların kurulması iken hukuk bulma ile anlaĢılan bu kuralların somut olgulara uygulanmasıdır
(Weber, 1978:653). Weber hukukun rasyonelliği ile ilgili görüĢlerinde rasyonel ya da irrasyonel olma,
Ģekli bakımdan ve maddi bakımdan ele alınabileceğini belirtir. ġekli bakımdan rasyonellik –
irrasyonellik meselesine dair söylenebileceklerin ilki, gerek hukuk yapımında gerek hukuk bulmada
rasyonel araçlara değil ama örneğin kehanetlere ya da vahye baĢvurulursa Ģeklen irrasyonalitenin
gündeme geleceğine iliĢkindir (Weber, 1978:656). Dolayısıyla denebilir ki, gerek usul hukukunda
gerek maddi hukukta karar genel ve ortak bir norma göre tespit ediliyor ve bunlara göndermede
bulunuluyorsa Ģeklen rasyonalite söz konusudur (Topçuoğlu, 1964:245). Maddi bakımdan rasyonellik
– irrasyonellik ayrımı ise hukuki kararın ahlâki, duygusal ya da siyasal temellere dayandırılması
hâlinde irrasyonelliğin ortaya çıkması, aksi hâlde ise rasyonellikten söz edilmesiyle belirlenmektedir
(Weber, 1978:565). BaĢka deyiĢle, bir hukuki uyuĢmazlık vukuunda bu ihtilafa hukuku uygulayacak
kimseler uyuĢmazlığın ya da aykırılığın yarattığı duygusal tepkilerle bir karara varıyorlarsa orada
irrasyonel bir hukuki süreç gündeme gelmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243). Görüleceği gibi, Ģekli
bakımdan rasyonellik hukuk yapma ve hukuku bulmada, maddi bakımdan rasyonellik ise uyuĢmazlığı
çözecek kararı vermede dikkate alınmaktadır. Hukuk yapmada ve bulmada rasyonel araçlar olarak
kabul edilen genel ve ortak bir usûl belirlendiğinde Ģeklen rasyonalite, hukuki uyuĢmazlığı çözen
kararın verilmesinde duygusallıklara ve ahlâki nedenler gibi göreli noktalara değil de genel bir kurala
göndermede bulunulduğunda ise madden rasyonalite tesis edilmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243244). Belirtilmelidir ki, irrasyonel oluĢ adil olmayan ya da kötü bir anlamı ifade etmemekte ama
hukuki prosedürlerde genel kural olarak kabul edilemeyecek ve bu anlamda hukuka yabancı unsurlara
göndermede bulunma anlamına gelmektedir (Topçuoğlu, 1964:245).
Bu açıklamalar alt alta getirilip toplandığında modern toplumsal formasyonun kapitalist iliĢki
örüntüleri bakımından ratio‘nun nasıl anlaĢıldığını ve haiz olduğu önemi görmek ve buna ek olarak
modern hukukun bu rasyodan aldığı paya Weber‘den hareketle iĢaret etmek imkânımızın olduğunu
ifade edebiliriz. Özellikle kapitalizmin hesaplanabilir olma anlamında rasyonel bir hukuka ihtiyaç
duyması ve modern Batı toplumlarının bu hukuka ve hukuksal örgütlenmeye sahip bir siyasal sisteme
sahip olmaları Weber‘in karĢı konamaz katkısını ortaya sermektedir. Weber kapitalizmin gerektirdiği
hukukun rasyonel niteliğini gerek hukuk yapma ve bulmada gerekse hukuki kararı vermede nasıl
anlaĢılabileceklerini de vurgulayarak göstermiĢtir.
Ancak hukukun rasyonelliğinin belirlenmesi yeterli değildir. ÇalıĢmanın amacı hukuk öznesinin
bir analizinin yapılması oldukça, bu rasyonaliteyle kiĢinin iliĢkisini kurmak da zorunlu hâle
gelmektedir. Dahası ve belki de öncesinde, hukuk öznesinin rasyonalitesini ortaya koymalıyız. Sırada
bu konuyla ilgili hususların aktarılması vardır.
III.MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE RASYONEL HUKUK ÖZNESĠ: FOUCAULT
ETKĠSĠ
ÇalıĢma bağlamında, burada Foucault etkisi diyeceğim yenilik ise, bu iki ismin Devlet
konusundaki ve Althusser‘in bilime dair kabullerinin bir tür eleĢtirisi olarak anlaĢılabilir. Önce bilim
alanından baĢlayalım.
Michel Foucault‘nun (1926-1984) genel çalıĢmasının merkezi kavramlarından biri ―söylem‖dir.
Foucault, söylemi, aynı oluĢum sisteminden kaynaklanan, aynı söylemsel oluĢuma bağlı olan
sözcelerin toplamı olarak tanımlar (Foucault, 1999: 139,152). Söylem kavramını kullanan Foucault,
ideolojiyi neden tercih etmediğini de açıklamaktadır. Foucault ideoloji nosyonundan yararlanmanın üç
nedenden ötürü kendisi için uygun görünmediğini ifade eder. Buna göre ilk sebep, ideolojinin, hakikat
olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle potansiyel olarak da olsa daima bir karĢıtlık içinde
konumlandırılmasıyken ikinci sebep, ideoloji nosyonunun kaçınılmaz biçimde ve hep bir tür özneye
göndermede bulunmasının yarattığı sakıncadır; son olarak ideolojinin, onun altyapısı, maddesi ya da
ekonomik belirlenimi gibi iĢlevler bakımından hep ikincil bir pozisyonda yer almasının yarattığı bir
kullanıĢsızlık söz konusudur (Foucault, 1980: 118). Ġdeolojiyi bu Ģekilde kullanıĢsız ya da ―sakıncalı‖
bulan Foucault‘nun analizinin merkezine söylemi alması, Althusser‘i hatırlayalım, ideoloji eleĢtirisinin
ardından elde kalan bilimi -ki Foucault‘ya göre söylemsel pratikler hakikat iddiası taĢıyan psikoloji,
kriminoloji vs. gibi bilimsel araĢtırma alanlarına göndermede bulunmaktadır (Keskin, 2005: 16)eleĢtiriden ―mahrum bırakmama‖ gibi bir kaygıyla tasarlanmıĢ olabilir. Ġdeolojinin kullanıĢsız oluĢunu
216
açıklarken belirttiği, ideolojilerin hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle daima karĢıtlık içinde
olduğu saptaması ve üçüncü neden olarak sunduğu ikincillik hususu, böylesi bir akıl yürütmeyi
mümkün kılmaktadır.
Foucault söylemin, söylemsel oluĢum denen kurucu kategori içinde oluĢtuğunu, söylemsel
oluĢumun ise söylemi oluĢturan sözcelerin dağılma ve bölünme ilkesi olduğunu ifade etmektedir
(Foucault, 1999: 139). Söylemsel oluĢum, sözcelerin çatlaksız, çeliĢkisiz ve bir iç keyfilik olmaksızın
tarihsel birlikler olarak kurulmalarına iĢaret etmektedir (Foucault, 1999: 148). Eagleton‘ın ifadesiyle
söylemsel oluĢumlar, bir kurallar kümesi olarak, toplumsal yaĢam içindeki belirli bir konumdan
söylenebilecek ve söylenmek zorunda olan Ģeyleri belirlerler (Eagleton, 2011: 257). Foucault da bu
kuralları, söylemin düzenini sağlayan içsel usûller ve dıĢlama usûllerinin bir dökümünü sunmaktadır
(Foucault, 1987: 23-41). Söylemsel oluĢumların, iktidar pratikleriyle iliĢkileri bakımından arz ettikleri
bir özellik ise bunların zorunlu olarak Devlet iktidarına göndermede bulunmuyor oluĢlarıdır.
Foucault iktidarı bir iliĢkiler kümesi olarak ele alır ve iktidar tanımının unsurları iliĢki olma, eylem
üzerinde eylem olma ve davranıĢları yönlendirme olarak sıralanabilir (KoloĢ, 2012: 118-121).
Foucault‘nun analizi bakımından iktidarın en önemli özelliklerinden ikisi ise onun merkezsizliği ve
aĢağıdan yukarıya oluĢudur. Ġktidarın merkezsizliği ile anlatılmak istenen, onun sayısız noktadan
çıkması, eĢitsiz ve hareketli iliĢkiler içinde iĢlemesidir (Foucault, 2010: 72). Ġktidarın aĢağıdan
yukarıya oluĢu ise Devlet‘i iktidarın merkezi üssü olarak almak ve toplumdaki iktidar iliĢkilerinin
Devlet tarafından belirlendiğini varsaymak biçiminde anlaĢılabilecek olan yukarıdan aĢağıya oluĢun
bir eleĢtirisidir. Foucault‘ya göre iktidar iliĢkileri aĢağıdadır; daha doğru bir ifadeyle, kendilerine ait
bir yörüngeleri ve teknolojileri vardır ve bunlar bir üst-belirleyenin sultasında değildir (Foucault,
2003: 44). Somut bir örnek ise aileden hareketle sunulur ve Foucault‘ya göre ailede var olan iktidar
iliĢkileri yukarıya biçim vermektedir (Foucault, 2010: 73).
Burada bu iki Foucault verisini birleĢtirmek uygun görünüyor. Ancak öncesinde belirtilmelidir ki,
Foucault‘da analiz edildiği hâliyle iktidarın en önemli özelliği özneyi (Foucault, 2005b: 63) ve
hakikati üretmesi (Foucault, 1980: 133) anlamında pozitif oluĢudur. Eğer öyleyse, özne merkezsiz
iktidar iliĢkileri içinde üretilmekte ve yeniden üretilmektedir. Bu aynı zamanda, özneyi kuranın Devlet
merkezli, yukarıdan aĢağıya bir mekanizma olmadığını da söylemektir. Özne, onu kuran iktidar
pratiklerinin ürettiği hakikatlerle birlikte bir tarihe sahiptir. Dolayısıyla, özneyi kuran ideolojilerden
değil ama hakikat iddialı söylemsel pratiklerden ve onların dispositifler altında bir arada bulundukları
söylemsel olmayan pratikler olarak iktidar mekanizmalarının iĢleyiĢinden söz etmek gerekir ve bu
mekanizmalar da her zaman ve zorunlu olarak Devlet‘e göndermede bulunmazlar.
Foucault‘nun soybilim çalıĢmaları itibariyle iktidarın kurumsal ortaya çıkıĢı bakımından üç
spesifik alan üzerinde yoğunlaĢtığını ifade edebiliriz. Bu alanlar aynı zamanda bireylere birtakım
öznellik gömleklerinin giydirildiği özellikledirler. Tımarhanelerde akıl hastalığı, hapishanelerde
tehlikelilik ve hastanelerde anormallik üzerinden bir öznellik yükletilmesi söz konusudur. Böylece
bireyler, akıl hastası-normal, tehlikeli-uysal, sağlıklı-anormal ve cinsellik dispositifi itibariyle sapkınsapkın olmayan gibi kategorilerde tanımlanırlar4.Foucault‘ya göre, modern epistemenin temel öznellik
kipleri bunlardır.
Öyleyse, gelinen noktada, Foucault‘da hukuk öznesinin nasıl ele alındığına bakılabilir.
Foucault hukuk ve sujet iliĢkisini, önemsediği Hobbes ve toplum sözleĢmesi bağlamında ele alır.
Hobbes‘un doğa durumunda eĢit ve özgür olduklarını varsaydığı özneler hukuksal bir bağıt olan
toplum sözleĢmesini yaparak ve sözleĢme ile iktidarlarını bir egemene devrederek Leviathan‘ı
oluĢtururlar. Bu kurgu sujet‘nin çift anlamlılığına imkân sunar niteliktedir. Öyle ki, konu hukuk
olduğunda sujet hem uyruk hem de özne olarak anlaĢılacaktır.
Foucault söz konusu iktidarın hukuksal-söylemsel analiz modeli olduğunda bir ―uyruk – özne
dikotomisi‖ üzerinden gitmektedir. Hukuksal sujet, bir yandan, Foucault‘ya göre Batı‘da iktidarın
anlaĢılıĢını sürekli biçimde hukuksal kılan monarĢik konsept bakımından, üzerilerinde kullanılabilecek
en uç hakkın ölüm olduğu uyruklardır. Söz konusu olan hükümran – uyruk iliĢkisidir ve uyruk
4
Bu kurumlar ve kurumlardaki iktidar pratikleri için bkz (KoloĢ, 2012: 195-224).
217
hükümrana, onun hukukuna itaat eder bir pozisyondadır. Ancak sujet‘nin hükümranlığı meĢrû kılan bir
boyutu da vardır. Ġnsanlar özgür, eĢit ve doğaları itibariyle hak sahibi olarak nitelendirilmeleriyle,
yaptıkları tercihler de bu özgürlüğün ve eĢitliğin neticesi olarak telâkki edilecektir. Foucault‘nun
hukuksal-söylemsel iktidar modelinde yani iktidarın hukuksal terimlerle ve hukuk ekseninde analiz
edildiğinde öznenin doğal olarakya da doğası gereği hak ve imkânlara sahip kiĢi olarak anlaĢıldığını
ifade etmesi (Foucault, 2003: 55) bu tip bir okumaya imkân sağlamaktadır.
Hukuksal-söylemsel iktidar modelinde iktidarın muhatabının sadece üzerilerinde fiziksel kuvvetin,
zorun kullanıldığı uyruklar olmadığı belirlemesi, çoklukla doğal hak ve ilkel iktidarlara sahip,
sonrasında ise iktidarlarını devreden, toplum sözleĢmesi tasarımına uygun ve böylece hukuku devletin
ideal oluĢumunda iktidarın temel bir belirtisi kılan öznelerin varlığı ile (Foucault, 2003: 271)
tamamlanmaktadır. Ben buna uyruk – hukuksal özne dikotomisi demeyi tercih ediyorum.
Ancak Foucault, modern epistemede iktidarın hukuksal-söylemsel iktidar modeli ile analiz
edilmesinin uygun olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu dönemde iktidar hukuksal terimlerle değil,
dönemi karakterize eden biyo-iktidar perspektifiyle analiz edilmelidir.
Foucault‘ya göre özne meselesi, biyo-iktidar denen ve modern çağın antropolojik epistemesine
uygun biçimde insanların yaĢamlarını ve bir tür olarak onları dikkate alan kesitte baĢkalaĢıma
uğramıĢtır. Yukarıda ifade etmeye çalıĢtığım üzere, modern çağın tipik öznellikleri genel olarak
normal-anormal ikiliği üzerinden giydirilen gömleklerle bireyleri özne kılmaktadır.
Foucault‘ya göre biyo-iktidarda iktidarın muhatabı hukuksal öznedense yaĢamsal bir türdür
(Foucault, 2010: 105). Zira biyo-iktidar ile söz konusu olan artık yasa karĢısındaki öznelerden çok
canlı varlıklar, yani hayattır (Lemke, 2013: 56). Ġnsana bir tür olarak yaklaĢmak, hukuksal-söylemsel
iktidar modelindeki uyruk – hukuksal özne dikotomisi niteliğinin değiĢmesi ve yeni bir tür öznenin
kurulması olarak okunmaktadır (Rajan, 2012: 27).
Buradaki sorun, Foucault‘ya göre modern epistemede hukuksal öznenin akıbetinin ne olduğudur.
Ona göre modern toplumlarda bireyler bir yasayı ihlâl ettiklerinde cezaya mahkûm edilecek ve
cezaları infaz edilecek hukuksal özneler olarak kabul edilmeye devam ederler (Foucault, 2007: 261).
Ancak, bu faillerin mahkeme önüne yargılanmak üzere gelmeleri, Foucault‘ya göre, hukuksal özne
kılığına bürünme olarak anlaĢılmalıdır. Örneğin livatadan ötürü yargı önüne gelen bir fail görüntü
itibariyle bir hukuk öznesi olarak orada bulunmaktayken artık bu, bir hukuk öznesi kılığında gelmek
olarak anlaĢılmalıdır. Zira bu özne artık, aslında normalleĢtirici zihniyetin kurduğu türlerin
göndermede bulunduğu davranıĢların öznesi olarak yani bir tür-özne olarak yargı önüne gelir
(Foucault, 2010: 39-40).
Burada ek olarak vurgulanması gereken bir husus da, Foucault‘nun hukuk pratiklerine atfettiği
öneme dairdir. Foucault‘nun hukuk pratiklerine iliĢkin vurgusu son derece açık ve belirgindir
(Foucault, 2005a: 166):
―Tarihsel analizi yeni öznellik biçimlerinin ortaya çıkıĢını konumlandırmayı sağlayan toplumsal
pratiklerin veya daha kesin olarak yargı pratiklerinin en önemli pratikler olduğu kanısındayım.‖
Böylece görülmektedir ki, bireyin ne olduğunun belirlenmesinin ya da diğer bir ifadeyle onu akıl
hastası, tehlikeli, sapkın ya da anormal olarak daha önceden belirlenmiĢ öznellik kiplerinin içine
sokulmasının ve böylece o öznellik kiplerinin göndermede bulunduğu davranıĢ kalıplarının o kiĢiye
olumlu ya da olumsuz yönde giydirilerek sayılan öznelliklerin biri ya da birkaçı ile donatılmasının en
önemli yollarından biri hukuk pratikleri olmaktadır (KoloĢ, 2012: 331-332).
ÇalıĢma bakımından belirtilmesi gereken husus ise, söylemsel pratikler ile ortaya çıkan normların
söylemsel olmayan pratikler ile bireylerin yontulmasında kullanılmasının bir rasyonalitenin,
yönetimsel rasyonalite olarak da anılabilecek yönetimselliğin (governmentality) bir stratejisi
olduğudur. Burada bahsedilen, aynı zamanda, rasyonel bireyin kurulmasıdır da. Zira modern
toplumsal formasyon ve onu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri, Weber‘den hatırlayalım, hep
bir rasyonalite izleğindedir. Bu rasyodan sapanlar kapatılarak, disipline edilerek, tedavi edilerek tekrar
raya oturtulmaya çalıĢır.
218
ÇalıĢmanın bütünü ile birlikte düĢünerek toparlanacak olursa, Foucault‘da modern toplumsal
formasyonda bireyin rasyonel oluĢunu sağlamanın önemli yollarından biri, yine rasyonel bir oluĢum
olduğu varsayılan hukuk pratiklerinin iĢleyiĢidir. Bu rasyonalite, iktidar iliĢkilerinin Foucault‘daki
hâliyle mikro ölçekliliği ve yerelliklerde bulunup her yerden geldiği düĢünüldüğünde, mikro alanlarda
dolaĢımda olan bir özelliktedir. Ġktidarın aĢağıdan yukarılığını dikkate aldığımızda, hukukun da mikro
alanlardaki bu rasyonaliteyi öncelikle taĢıyan sonra ise sağlayan bir boyutunun olduğunu
görebilmekteyiz.
Kısa ve net biçimde ifade etmek gerekirse, modern toplumsal formasyonda kiĢinin ve hukukun
rasyonel olduğu, rasyonel kiĢinin yine rasyonel olan hukuka uyması gerektiği, uymadığında ise bu
rasyoya uyacak vaziyete getirildiği hususu Weber ve Foucault‘yu birlikte okumanın bir sonucu olarak
saptanabilir.
KAYNAKÇA
Can, C. (2003). Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel GeliĢim Çizgisi2. bs., Ankara:
Seçkin Yayıncılık.
Eagleton, T. (2011). Ġdeoloji 3. bs., çev. Muttalip Özcan, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
Foucault, M. (1980).―Truth and Power‖, iç. Power/Knowledge: Selected Interviews and Other
Writings 1972-1977, çev. Colin Gordon, Leo Marshall, John Mepham, Kate Soper, (ed. Colin
Gordon), New York: Pantheon Books, s.109-134.
Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Hil Yayın.
Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ġstanbul: Birey Yayıncılık.
Foucault, M. (2003). Toplumu Savunmak Gerekir 3. bs., çev. ġehsuvar AktaĢ, Ġstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Foucault, M. (2005a). ―Hakikat ve Hukuksal Biçimler‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:3 Büyük
Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.163-279.
Foucault, M. (2005b). ―Özne ve Ġktidar‖, çev. Osman Akınhay, iç. Seçme Yazılar:2 Özne ve Ġktidar2.
bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.57-82.
Foucault, M. (2007). ―Cezalandırmak Neye Diyoruz?‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:4
Ġktidarın Gözü2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.250-263.
Foucault, M. (2010). Bilme Ġstenci – Cinselliğin Tarihi Birinci Kitap 3. bs., çev. Hülya Uğur
Tanrıöver, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Gürkan, Ü. (1995). ―KiĢilik Kavramının Evrimi‖, Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu‘na Armağan, Ankara:
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 498, s.39-54.
―What We Talk About When We Talk About Persons: The Language of A Legal Fiction‖, Harvard
Law Review, Cilt: 114, No: 6, s.1745-1768. (Metinde Harvard, 2001 olarak geçmektedir)
Holland, T. E. (1908). The Elements of Jurisprudence10. bs., New York, London: Oxford University
Press.
IĢıktaç, Y. (2004b). ―Yaratıcı DüĢüncenin Cinsiyeti Var Mıdır?‖, iç. Hukuk Yazıları, Ankara: Yetkin
Yayınları, s.127-142.
Keskin, F. (2005). ―Büyük Kapatılma‖, iç. Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda
Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.11-20.
KoloĢ, U. (2012). Michel Foucault‘nun Ġktidar Analizinde Hukukun Yerinin Belirlenmesi,
YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul.
Lemke, T. (2013). Biyopolitika. çev. Utku Özmakas, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Naffine, N. (2003). ―Who Are Law‘s Persons? From Cheshire Cats to Responsible Subjects‖, The
219
Modern Law Review, Cilt: 66, No: 3, s.346-367.
Özcan, M. T. (2008). Modern Toplum ve Hukuk Devleti, Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık.
Özcan, M. T. (2011) Hukuk Sosyolojisine GiriĢ 4. bs., Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık.
Özsunay, E. (1979). Gerçek KiĢilerin Hukukî Durumu 4. bs., Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları
No: 2610
Paśukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm,çev. Onur Karahanoğulları, Ġstanbul:
Birikim Yayınları.
Posner, E. A. (2002). Law and Social Norms 2. bs., Cambridge, Massachusetts, London: Harvard
University Press.
Rajan, K. S. (2012). Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın KuruluĢu, çev. AyĢe Deniz Temiz, Ġstanbul:
Metis Yayınları.
Searle, J. R. (2005). Toplumsal Gerçekliğin ĠnĢâsı, çev. Muhittin Macit, Ferruh Özpilavcı, Ġstanbul:
Litera Yayıncılık.
Smith, B. (1928). ―Legal Personality‖ The Yale Law Journal, Cilt: 37, No: 3, s.283-299.
Supiot, A. (2008). Homo Juridicus: Hukukun Antropolojik ĠĢlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Bige
Açımız Ünal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Topçuoğlu, H. (1964). ―Max Weber‘e Göre Hukukî DüĢüncenin Kategorileri ve Yeni Hukuk
Normlarının TeĢekkül Tarzları‖, Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch‘e Armağan, Ankara: Ankara
Üniversitesi Yayınları No: 197, s.199-260.
Torun, Ġ. (2003). Max Weber‘de Ġktisadi GeliĢme DüĢüncesi, Ġstanbul: OkumuĢ Adam Yayınları.
Wallerstein, I. (2000). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik KarĢısında
Evrenselcilik‖, iç. Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler 3. bs., çev. Nazlı Ökten, Ġstanbul: Metis
Yayınları.
Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, (ed. Guenther Roth,
Claus Wittich), Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press.
Weber, M. (2012). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu 2. bs., çev. Emir Aktan, Ankara: Alter
Yayıncılık.
220
HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN
OLARAK ġARKLI
Sercan Gürler 1
Vahdet ĠĢsevenler2
ÖZET
Bu makalenin amacı hukuki şarkiyatçılık tartıĢmalarına Türkçe literatürde bir giriĢ yapmaktır. Söz
konusu tartıĢmaların merkezinde yer alan Edward Said‘in Şarkiyatçılık eseri bu makalenin de temelini
oluĢturur. Said, bu eserinde Ģarkiyatçılığı anlamada Foucault‘nun kullandığı söylem kavramına
baĢvurduğunu ve Ģarkiyatçılığın ancak bir söylem olarak incelendiği takdirde anlaĢılabileceğini
belirtmiĢtir. Dolayısıyla makalede Foucault‘nun düĢüncesinde söylem kavramının ne‘liğine ve bu
kavrama imkân tanıyan ontolojik ve epistemolojik argümanlara da değinilmiĢtir.
ġarkiyatçılık ile birlikte ele alınması gereken diğer bir disiplin de post-kolonyal çalıĢmalardır.
Post-kolonyal çalıĢmalar, Ģarkiyatçılığın‗öteki‘ söyleminin izlerini Batı sömürgecilik tarihinde sürer.
Edebi metinler baĢta olmak üzere bilimsel ve felsefi literatür aracılığıyla bu söylemin nasıl yeniden
üretildiğini araĢtırır. Hukuk da bu süreçte önemli bir role sahiptir. Bir yandan sömürgeleĢtirme
sürecini meĢrulaĢtırır, diğer yandan sömürgeleĢtirilen toplumların kontrol edilmesini kolaylaĢtırır. Bu
ikili iĢlevini yerine getirirken belirli bir insan kavramına dayanan bir söylem inĢa eder ve bu söylem
aracılığıyla batı dıĢı toplumların hukuk sistemlerini ve insan anlayıĢlarını yargılar.
Anahtar Kelimeler: söylem, hukuki söylem, şarkiyatçılık, hukuki şarkiyatçılık , kolonyalizm, postkolonyalizm
1. ġARKĠYATÇILIK NEDĠR?
Edward Said‘e göre Ģarkiyatçılığın birkaç anlamından bahsedilebilir. Birincisi ġark hakkında
yazan, ders veren, araĢtırma yapan kiĢinin eylemiyken; ikincisi ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve
epistemolojik farka dayanan düĢünme biçimidir. Nihayette varılan üçüncü bir anlam ise ġark‘la
uğraĢan bir Batı biçemidir. Burada yapılan ġark‘la, onu betimleyerek, hakkında saptamalar yaparak,
onu öğreterek, oraya yerleĢerek ve onu yöneterek meĢgul olmaktır (Said, 1999:12-13).Belki de
Ģarkiyatçılığın bu doğası yüzünden, Said onun ancak bir söylem olarak tahlil edildiği takdirde
anlaĢılabileceğini söylemiĢtir ve söylemden ne anladığını ise Foucault‘nun Bilginin Arkeolojisi ve
Hapishanenin DoğuĢu eserlerinde ortaya koyduğu ile sınırlamıĢtır (Said, 1999:13). Bu, araĢtırmacıya
Foucault‘nun söylem ile ifade ettiğinin ne‘liğini anlama yükümlülüğü getirmektedir. Diğer bir yanıyla
da bu, Foucault‘nun söylem söylemine eklenen Said‘in ġarkiyatçılık söyleminin bize ne anlattığını ve
ne anlatmadığını keĢfetme yükümlülüğüdür.
1.2. Foucault‟nun Söylemi Nedir?
Foucault her ne kadar nevi Ģahsına münhasır bir karakter olsa ve bu yüzden birden fazla Foucault
varmıĢ gibi bir iz bıraksa da çalıĢma alanlarının tıpkı Ģarkiyatçılık külliyatı gibi birden fazla disiplini
içerdiği konusu su götürmezdir ve bu geniĢ yelpazede bir düĢünce dizgeleri tarihçisi olarak, düĢünceyi
kısıtlayan kuralları ortaya koymak gayretinde bulunmuĢtur (Gutting, 2010:15-57). Hapishanenin
DoğuĢu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi eserler bu minval üzere yazılmıĢtır. Said‘e ve
diğerlerine araĢtırmalarında kullanabilecekleri bir araç olarak söylem konseptini bu macerada
bırakmıĢtır. Bilginin Arkeolojisi ve Söylemin Düzeni eserlerinde ise söylem ayrıca gündemde olsa da
açık ve sınırları belli bir söylem tanımı arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Foucault kendisi için ¨Bana kim olduğumu sormayınız ve aynı kalacağımı söylemeyiniz.¨
(Foucault, 2011:29) derken de, söylem gibi kavramları kullanırken de Nietzsche‘ye sadık kalmıĢ,
1
Yrd. Doç. Dr.; Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
sercan_gurler@yahoo.com
2
ArĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
vahdetissevenler@hotmail.com
221
filozof mizacını reddetmiĢtir. O mizaç ki Nietzsche‘ye göre açık ve sınırları belli olan değiĢmeyen
kavramlarla yaĢamı mumyalaĢtırmıĢ, oluĢa karĢı çıkmıĢtır ve tarih anlayıĢındaki bu eksiklikten dolayı
elinden canlı hiçbir Ģey kurtulamamıĢtır (Nietzsche, 2009:29). Yine de Foucault, yolda da düzse bir
kervana sahiptir, bugün söylem derken yarın baĢka bir Ģey dememiĢ, sadakatini hep bitmemiĢ ve
değiĢmeye hazır tanımcıklarla sürdürmüĢtür.
Foucault Söylemin Düzeni adlı çalıĢmasında söylemin, ilk durumda yazı, ikincisinde okuma,
üçüncüsünde değiĢ tokuĢ olan bir oyundan fazlası olmadığını belirtmiĢtir (Foucault, 2001:27). Bilginin
Arkeolojisi adlı çalıĢmasında ise söylemsel oluĢumlar ve söylem birlikleri baĢlığı altında siyaset
ekonomisi, tıp, psikopatoloji gibi birlikleri, ifadeler bütünü olarak anmıĢtır ve baĢlangıç itibariyle bir
ve aynı nesneye yönelmiĢ olan ifadelerin bir birlik oluĢturduğu hipotezini ortaya koymuĢtur. Fakat bu
nesne, örneğin psikopatoloji için akıl hastalığı, baĢka söylemsel birlikler tarafından oluĢturulagelmiĢtir
ve muhtemeldir ki psikopatoloji, sözü bu söylemsel birliklerden ödünç almıĢtır. Dahası melankoli veya
nevroz gibi bir nesneler çokluğu durumu mevcuttur ve bu söylemler, bu nesneleri ödünç alır lakin
onlarla, onları oluĢturarak meĢgul olurlar. ġu hâlde ¨söylemler birliği tek bir ufkun oluĢmasına
dayanmayan, verili bir dönemde nesnelerin ortaya çıkıĢını mümkün kılan kurallar oyunu¨ olarak
görünür. Foucault, ikinci hipotezini ifadelerin art arda geliĢ biçimleri ve tipleri olarak ortaya koyar
fakat tıbbi söylemin içeriğinin sadece algının kaydına dayanan betimsel ifadelerden değil ahlâki
tercihler, tedaviyle ilgili kararlar, yönetmelikler, öğretim modelleri gibi dile getirmelerden oluĢtuğunu
belirtir. Buradan bize çıkan sonuç söylemin sadece ifadelerden oluĢmadığı, oyunun aynı zamanda
birbirinin yerini alıĢ olduğu, dahası kavramlarda ve temalarda bitmiĢlik ve kesintisiz bir süreklilikten
ziyade oluĢun, kopuĢun yer değiĢtirmenin söz konu olduğudur. Foucault, nihayetinde nesneler, ifade
biçimi, kavramlar, tematik seçimler adını verdiği dağılım öğelerinin oluĢum kurallarına bağlandığı
söylemsel oluĢumu tarif eder (Foucault, 2011: 44-53). ¨Böylece bir dıĢ görünüĢ ya da form olarak
değil; fakat bir pratiğe içkin ve kendi özelliği içinde onu tanımlayan kurallar bütünü keĢfedilmiĢ olur¨
(Foucault, 2011:62). ġu hâlde söylem sadece söz değil çeĢitli düzeylerde iktidar ile iliĢki kuran
düĢünme ve eyleme kalıbı denilebilecek bir pratiktir (Küçükalp, 2003: 273).
Foucault‘nun söylemine dair bu kısa anekdottan sonra Said‘in bu aracı nasıl kullandığına
geçebiliriz. Bunu yaparken Said‘in eserindeki iddialarını seçip çıkaracağız yoksa bu iddiaların
ispatlarına baĢvurmayacağız, aksi ġarkiyatçılık eserini baĢtan yazmak olurdu.
1.3. Nesne Olarak ġark ve ġarklı
Said‘e göre ġarkiyatçılık ilk bakıĢta Doğu‘nun bilinir kılınmasıdır ve eserinin ġarklıyı Bilmek
baĢlıklı birinci bölümünde çoğunlukla Ġngiltere-Mısır hattı özelinde ama genel olarak imparatorluksömürge iliĢkisi üzerinde durmuĢtur. Buradaki dayanakları da çoğunlukla Avam Kamarası üyesi
Arthur James Balfour‘un ve Ġngiltere‘nin Mısır temsilcisi Lord Cromer‘in açıklamalarıdır. Bu
açıklamalarda genel olarak verilen mesaj ise Ģu Ģekildedir: Biz (Batı/Ġngiltere) Ģarklıyı biliyoruz; buna
onların kendilerini yönetememeleri de dahildir ve biz kendimizi de biliyoruz buna bizim yönetmekteki
becerimiz de dahildir. Bilgilerimizin doğruluğunu gerçekleĢtirdiğimiz iĢgal ispatlamıĢtır (Said,
1999:42-44). ġarklı, aklın önderliği anlamındaki rasyonellikten yoksundur; bu rasyonellik en iyisidir
ve biz de bu iĢte en iyisiyiz (Said, 1999:48,49). Bu Ģartlar altında ¨makûl olan¨ ġark‘ın bizim
yönetimimiz altında olmasıdır. Uzuvlarından merkeze bilgi, insan kaynağı ve maddi zenginliğin
aktarıldığı bir makine olan Ġngiliz Ġmparatorluğu‘nun ġark‘taki etkinliği bu Ģekilde meĢru zemine
yerleĢtirilir (Said, 1999:54).
Burada ilk olarak dikkatimize, ifadelerin sahibinin, akademisyenler veya genel olarak bilgi
üretiminin hizmetinde olanlar değil siyasiler olduğu sunulmaktadır. Said, yönetilmeye muhtaç Ģarklı
imgesinin akademik anlamca da beslendiğini, yani nesnel bilgi perdesinin imgelemle yaratılmıĢ anlamı
ve politik motivasyonları örttüğünü belirtmiĢtir (Said, 1999:12). Ġkincisi bu durum, Foucaultcu
söylem tarifinin, söylemin sadece ifadelerden ve ifadelerin de sadece nesnesini betimlemeye yönelik
ifadelerden ibaret olmadığı uyarısı ile örtüĢür. Dikkat çekici bir husus da bilginin nesnelliğinin veya
doğruluğunun ispatının pratikte oluĢudur; denilmektedir ki: yönetebildiğimize göre dediğimiz
doğrudur. Üçüncüsü, ifadeleri aktüel bir Ģarka yönelimde bulunurken nesnesinden hiçbir zaman
değiĢmeyen, sabit bir cisimmiĢ gibi bahsetmektedir. Özetle bilme ediminin altında oluĢturma, yani
222
tanımlama, temsil etme, yönetme edimleri gizlidir. Politik olarak tarafsız olanların masum bir okuması
değil, yönetme güdüsü ile yapılan bir yorumlama söz konusudur (Sayid, 2006:68).
1.3.1. ġarkiyatçılığın Sabit ġarkı
Said, Abdel-Malek‘in meĢhur çalıĢmasından alıntılayarak, ġarkiyatçılığın nesnesi olan Ģarklının
söz gelimi homo Arabicus‘un, homo Africanus‘un, Antik Yunan‘dan bu yana gelen Avrupalıdan, yani
normal insandan baĢka olarak betimlendiğini belirtmiĢtir. O kendisi ile olan iliĢkisinde dahi edilgen
olan, baĢkası tarafından tanımlanmıĢ sabitlenmiĢ olandır (Said, 1999:107,108).
Örnek olarak; Renan, Sami dillerine dair bilimsel ġark filolojisi alanındaki görüĢlerinde, bu dilin
yaĢamadığından hareketle Samilerin canlı olmadığını, kendini yaĢatabilecek durumda olmadığını
savlar. Bu karĢılaĢtırmada Hint-Avrupa organik, Sami ise inorganiktir ve Said‘e göre ġarkiyatçılık
incelemelerindeki tekrar eden bir yöntem olarak karĢılaĢtırmacılık, varlıksal eĢitsizliğin eĢanlamlısıdır
(Said, 1999:153,161). ‗Batı‘nın bir tarihi vardır; ama Ġslâm hanedanlar arasındaki salınımlardan
ibarettir. Batı rasyoneldir, Ġslâm dogmatiktir. Batı‘da demokrasi vardır; Ġslâm despotiktir‘ gibi (Sayid,
2006:69). Burada Ġslâm Ģarkiyatçılık özelinde toplanan ötekilerden biridir. Tanımlanırken sabit bir
bilme nesnesi olarak kabul edilmesi bir yana, bilenden farklı olmasını sağlayan kendine özgü
özellikleri göz ardı edilmek suretiyle açıklanır; ne olduğundan ziyade ne olmadığı izaha konu edilir
(Keyman, 2006:121).
Said burada araĢtırmanın hem yöntemine, hem de temel varsayımına itiraz etmektedir. Zira aslında
olan biten, sabit bir Ģarkın anlamını ortaya çıkarmak değil bilakis bir Ģarklı oluĢturmaktır. Said‘e göre
ġarkiyatçı, araĢtırmasında her ne kadar sabit bir Ģark varsayımını kullansa da Garp için ġark, bir ikame
hatta yeraltı benliğidir ve ne ġark, ne de Garp statik değildir; bu ikisi birbirini destekleyerek var eder
(Said, 1999:13-14). Ġnalcık da çeĢitli örneklerle oryantalist Barthold ve Köprülü‘nün Ģahitliğinde bu
tespite katılır (Ġnalcık, 2011:24).
1.3.2. ġarkiyatçılık Temsil Sahnesinde OluĢturulan ġark ve ġarklı
Said, Foucult‘nun ¨...kelimeler ve Ģeyler arasında görünüĢte çok kuvvetli olan bağın gevĢediği ve
söylemsel uygulamaya özgü olan bir kurallar bütününün ortaya çıktığını, açık örnekler üzerinde
gösterme¨ (Foucault, 2011:65) isteğine paralel olarak ġarkiyatçılığın nesnesine olan uygunluk ile
değil, söylem içi tutarlılık ile yükseldiğini belirtmiĢtir (Said, 1999:14). Burada söz konusu söylemler
nesneyi iĢaret eden değil oluĢturan uygulamalardır (Foucault, 2011:65) lakin bu pratik, nesnel bilgi
iddiası altında saklanmaktadır.
Said‘e göre, ¨ġarkiyatçının ġark‘ı, ġark‘ın kendisi değil ġarklaĢtırılmıĢ ġark‘tır. Kesintisiz bir bilgi
ve iktidar kemeri Avrupalı ya da Batılı devlet adamı ile Batılı ġarkiyatçıları birbirine bağlar; ġark‘ın
içinde bulunduğu sahneyi çevreleyen de bu kemerdir¨(Said, 1999:114).Said‘e göre bunun farkında
olmayan Ģarkiyatçı, ¨ġark‘ı varlığı Batı için sergilenmekle kalmayan, zaman ile mekanda sabitlenmiĢ
de olan bir Ģey gibi görür¨.(Said, 1999:119).Üstelik bu ısrar dünya savaĢlarının ve devrimlerin
yaĢandığı bir vakitte ortaya konur, yani söz konusu olan, değiĢen Batının karĢısındaki sabit Doğu
imgesidir. Ġnsani değerlerin ortadan kalktığı bu ânı, Said yöntem sorunlarına eğilen düĢünsel yollar
önerme vakti olarak da değerlendirir (Said, 1999:120).
Burada Ģark ve Ģarklı birlikte dönüĢtürülür; uzak, anlaĢılmaz Ģark bilinir kılınırken aslında
Ģarkiyatçı tarafından oluĢturulan bir sahnede temsil edilir. Said, temsil düĢüncesinin tiyatro kökenli bir
düĢünce olduğunu belirtmiĢtir: ¨ġark, tüm Doğu‘nun sınırlandığı bir sahnedir. Rolleri türedikleri geniĢ
bütünü temsil etmek olan simalar çıkar bu sahneye. Dolayısı ile ġark, tanıdık Avrupa dünyasının
ötesindeki bitimsiz bir yayılım gibi değil, daha çok kapalı bir alan, Avrupa‘ya eklenmiĢ bir tiyatro
sahnesi gibi görülür¨ (Said, 1999:72). Bir Ģarklı bu sahnede kendisine ancak uygun bir rol kapabilirse
yer açabilir. Örneğin Hz. Muhammed Ġslâm dininin peygamberi değil, Muhammetçilik adı verilen bir
sapkınlığın yaratıcısıdır (Said, 1999:75). Bu imgelemde olduğu gibi genel olarak ġark, ġarklaĢtırılır.
Batının temsil teknikleri ile oluĢan ġarkiyatçılık söyleminde doğrular değil temsiller vardır (Said,
1999:31). ġarkiyatçı, nesnesine karĢı keyfiyken Ģarklı olduğu yerden temsil sahnesinden dıĢlandığını
hisseder, bir anlamda ona, ne olmadığı telkin edilir.
Peki bu nasıl mümkündür veya Şarkiyatçılık bu sunumda bize ne anlatır?
223
Burada Said yine Foucault‘nun söylem tarifine paralel bir izahat verir. O hâlde evveliyetle
Foucault‘a baĢvurmak gerekir. Foucault‘a göre söylemlerin kendi kendilerini denetledikleri usullerden
bahsetmek mümkündür. Burada Foucault yorumdan, yazardan ve disiplin ilkesinden bahseder. Yazar
anlam birliği ve tutarlılık, yorum ise yeniden üretim iĢlevini görür (Foucault, 2001:16-18). Disiplin
ilkesi ise söylemler için doğru çizgi olarak ifade edilebilecek ancak belli kavramların, nesnelerin,
kabul edilmiĢ kuramsal ufukların içinde konuĢma imkânına iĢaret eder (Foucault, 2001:20,21).
Bunlara paralel olarak Said de ġarkiyatçılığın temelde bir yorumlama iliĢkisi olduğunu ifade eder.
Uzak bir uygarlığı nesne edinerek ona dair olan muğlaklığı giderme iĢlevini üstlenir Ģarkiyatçı.
AraĢtırmacılar, seyyahlar, ozanlar yazdıkları ile bir ġark özü oluĢturmuĢtur (Said, 1999:233,234).
Said, bilgiye dayalı olsun, imgelem ürünü olsun yazıların hiçbirinin özgür bir üretim olmadığını;
toplum, gelenek, dünyevi koĢullar, yönetimler vs. tarafından sınırlandığını ve belirlendiğini, netice
itibariyle bu üretimlerin beklenenden çok daha alt düzeyde bir nesnel doğruluğa sahip olduğunu
belirtir (Said, 1999:214). ġarkiyatçılıkta faal olan ortak bir düĢünce ve yöntem geleneğine ilaveten
ġarkiyatçıların siyasal düzlemde de birbirlerine bağlı olduğu tespitini yapar. Bu yazarlar aynı zamanda
sömürgelerde siyasi görev sahibidirler (Said, 1999:222).
1.4. ġarkiyatçılık ve Bilme Meselesi
Said bize birden fazla Ģarkiyatçının, Ģark hakkındaki bir ve aynı rüyayı tekrar ve tekrar her gece
görerek, dahası birbirlerine anlatarak bu rüyayı gerçekliğe aktardığını söylemektedir. Tuhaf bir Ģekilde
Ģarklının gururunu okĢayan Şarkiyatçılık adındaki eleĢtiri, aslında birçok Ģarklı okurunun kendisinden
beklediğinin aksine Ģarktan bahsetmek veya onu savunmak gibi bir gündeme sahip değildir. Eser,
Ģarkiyatçılık araĢtırmaları özelinde özcülük karĢıtı bir programa sahiptir (Said, 1999:346,348).
Ardında batı bilmesine karĢı yöneltilmiĢ bir eleĢtiri vardır. Bu anlamda öncelikle batının kendi
meselesidir.
Sorun ġarkiyatçılık özelinde Ģarkın ve Ģarklının bilinmesi gibi duruyor olabilir lakin sosyal
bilimlerin (!) tarihinde benzer vakıalar olagelmiĢtir. Ġyi veya güzelin araĢtırılmasının felsefecilere
bırakıldığı ânın, doğa bilimlerinin değerden bağımsız olduğu iddiasına haklılık kazandırması ve bu
ayrıĢmanın orta yerinde filizlenen lakin rüĢtünü hep doğa bilimlerine yakınlığı ile ispata uğraĢan
sosyal bilimler ve tarih çalıĢmalarının, en basitinden milliyetçi duyguların pekiĢtirilmesinde gördüğü
hizmet bilinmektedir (Wallerstein, 2011:19-23). Bilimlerin değerden bağımsızlığı hep tartıĢılagelmiĢ
lakin büyüyüp geliĢmesi politik ve ekonomik motivasyonlar ve pratik etkileri münasebetiyle
desteklenmiĢtir. Antropoloji ve Ģarkiyatçılık, bu doğrultuda merkez ülkelerin çevre ülkelerindeki
mevcudiyetlerine verdikleri destekler doğrultusunda var olmuĢ ve serpilmiĢlerdir. ġarkiyatçı,
antropologdan nesnesini sabit kabul etmesi ve araĢtırmasını daha ziyade sahada değil kütüphanede
yapması ile ayrılmıĢtır (Wallerstein, 2011:27).
ġarkiyatçılık geleneği ile hesaplaĢmak Modernite ile hesaplaĢmaktır çünkü modern bilimin
ontolojik, epistemolojik temelleri ve dönemin politik argümanları bu söylemden beslenir. Nesnel
doğrulara ulaĢmanın yolu olarak modern bilim ilerledikçe gerçeklik haritasını daha görünür kılar;
burada insan aklı bir özne olarak merkezi konumdadır. Lakin her ne kadar bu insan, evrensel bir özne
olarak sunulsa da ilerlemenin bir aĢamasında görünür hâle gelmiĢ olan aydınlanmıĢ insandır. Bu insan
yeryüzü sahnesine Avrupa‘da çıkmıĢtır lakin yeryüzünde ilerleyecek ve aydınlığı ġark gibi
yeryüzünün en karanlık, ücra köĢelerine de götürecek ve hem gerçekliğin kesin bir kavranıĢını
sunacak, hem de tüm diğerlerini aydınlatacaktır. Gelgelelim bu söylemin meyvelerini ilk toplayan da,
ilk mağduru da esas itibariyle Avrupa olmuĢ, II. Dünya SavaĢı sonrası Avrupa bu söylem ile
hesaplaĢmak durumuna gelmiĢtir. ġarkiyatçılığın ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik
ayrımlara dayalı düĢünme biçimindeki ikinci anlamının, ġarkiyatçılık eserini yazarken Said‘in Michel
Foucault‘un söylem fikrinden hareketle ortaya koymasını hatırlayalım. Nihayetinde Foucault tüm
diğer Avrupalı düĢünürler gibi eleĢtirirken dahi belirli bir gelenek içerisinde konumlanır. Bunu
sözgelimi kendisinin Nietzsche‘den etkilendiğini belirttiği yerlerde, Kant‘ı, Spinoza‘yı, Hegel‘i açıkça
hedef hâline getirdiği yerlerde, nitekim incelemesini yönelttiği coğrafya ve zaman kesiti itibariyle
eserlerinin bütününde görmek mümkündür. Bu takdirde Said‘in ġarkiyatçılık savına dair bir araĢtırma,
doğallıkla (Batılı) ontolojik ve epistemolojik argümanların değerlendirmesini gerektirecektir.
224
Söyleme anlam katanın tutarlılık olması, ġarkiyatçılığın geçerliliğini ġarktan almaması bu
doğrultuda anlamlıdır zira bu tespite imkân tanıyan doğruların söylem içi oluĢu, baĢka bir ifadeyle
söylemler arasında mukayeseye imkân tanıyacak tek aklın ve bunun içinde yaĢayacağı ontolojik
savların reddidir. Söylemin nesnesini umursamamasına imkân tanıyan da onun pratik etkinliğidir.
Burada Said‘in daha önce ifade ettiğini hatırlamak gerekir: ġark yönetilmelidir, Garp yönetmeyi bilir,
tüm bu önermeler doğrudur çünkü ispatı gerçekleĢtirilen iĢgallerdir. Bu yüzden bilgiden değil iktidarbilgiden bahsedilir; mevzu bahis olan, bilmeye önce gelen arzuyu gerçekleĢtirebilmektir,
‗yapabilmektir‘.
Bu durum bizi büyük anlatılar sorunu ile yüzleĢmeye zorlar: Evrensel değerler var mıdır, varsa
nasıl bilinebilir, mevcut iktidar sahipleri bu değerleri temsil ve icra ediyorlar mıdır? Evrensel
değerlerin yokluğu yönünde verilecek köktenci bir cevaba yönelmek mümkün ol(a)mamaktadır zira bu
cevap kendisinin evrenselliğini temellendirmekte sorun yaĢayacağı gibi meĢruiyet sorunu da olduğu
gibi bırakacaktır (Wallerstein, 2010:50,57).
Bu sorular ve cevapları -çalıĢmanın sınırları ötesinde- tartıĢılmaya devam ediyor lakin tespit
edebildiğimiz kadarıyla ġarkiyatçılık özelinde hararetlenen tartıĢma (bu büyük soruları zaman zaman
askıya alarak) ikiye ayrılmaktadır: Bir yanıĢarkiyatçılıktan diğer alanlara ilerlemekte, diğer yanı ise
kendini ĢarklaĢtırma [self-orientalism] olarak ifade edilen Ģarkın kendi kendisine yaptığı Ģarkiyatçılık
pratiği yönünde gitmektedir. Diğer bir ifade ile bir yanda Ģarklının Ģarkı modernleĢtirme çalıĢması
diğer yanda ise Ģark/Ģarklı yerine çevre/güney/kadın/madun ve benzerini gündeme alan ‗post‘
çalıĢmalar.
Yukarıda sosyal bilimler ve tarih alanında yapılan çalıĢmaların Avrupa‘da milliyetçi duyguların
pekiĢmesinde rol oynadığına değinilmiĢti. Paralel bir süreç olarak Ģarkiyatçılık çalıĢmaları da yerli
liderlerin ve entelektüellerin iradesi ile söz konusu coğrafyalarda modern-ulus devletlerin veya
toplumların modernleĢmesinin destekçisi olmuĢtur (Bezci, 2012:141). Hukukun ĢarkiyatçılaĢması da
bu bağlamda anlamlıdır: yerli liderlerin ve elitlerin batılı değerleri içselleĢtirmesi, tek ulus, tek dil, tek
din Ģeklinde özetlenebilecek kültürel hakim özün oluĢturulması, ilerleme için ulus-devlet sisteminin
zaruriliğine duyulan inanca kani olunması ve bunun icrası kapsamında batıdan yasa ithali (Bezci,
2012:155). Yasalar ithal değerlere dayalı yeni bir toplumun inĢası için ithal edilmiĢtir. ġarklı, doğulu
olmayı kabul etmiĢ, geçmiĢinin üzerine beyaz bir perde çekmiĢ, merkezden yükselen büyük anlatıların
gölgesini takip edip, taĢırmamaya özen göstererek perdesini boyamaya koyulmuĢtur.
Kendini ĢarklaĢtırmanın tespitine yönelik çalıĢmalar ġarkiyatçılık sonrasının bir yanıdır.
ġarkiyatçılık eleĢtirisi ilk bakıĢta yukarıda ifade edildiği üzere bir iç eleĢtirinin devamı Ģeklindedir.
Kendini ĢarklaĢtırma ise Ģarkın kendine yönelttiği bir iç eleĢtiri konumundadır ve devam eden
eleĢtirinin bir cüzüdür. Said‘in de ifade ettiği üzere ġarkiyatçılık, sömürgecilik sonrası çalıĢmaların
ġark özelinde tatbik edilmiĢ bir öncülüdür (Said, 1999:364). O kadar ki önde gelen sömürgecilik
sonrası kuramcıları, Şarkiyatçılık‟ısömürgecilik sonrası çalıĢmalarının kurucu kitabı olarak sunar
(Young, 2006:55). Said‘e göre de ―modern ġarkiyatçılığın hem emperyalizm hem de sömürgeciliğin
bir veçhesi olduğunu söylemek, su götürmez bir gerçeği dile getirmektir‖ (Said, 1999:133). ¨Siyah ya
da kadın araĢtırmaları gibi alanlarda, masumluk ya da suçluluğa, bilimsel yansızlık ya da baskı grubu
nüfuzuna iliĢkin soruların ortaya atılmasını sağlar ġarkiyatçılık¨ (Said, 1999:107). Bu anlamda
nesnesini baĢka türlü seçmiĢ bilimler için de bir baĢlangıçtır.
ġarkiyatçılığın ne olduğuna iliĢkin bu anlatılanlardan sonra çalıĢmanın ana temasını oluĢturan
hukuki Ģarkiyatçılığa geçilebilir.
2. HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK
Edward Said‘in de belirttiği gibi hukukçuluk mesleği ġarkiyatçılık açısından simgesel bir anlam
taĢır (Said, 1999:88). Buna rağmen hukukun Ģarkiyatçılık tarihinde oynadığı rol, ne Said‘in kendisi
tarafından doğrudan inceleme konusu yapılmıĢ, ne de ġarkiyatçılık hakkındaki sonraki çalıĢmalarda
hukukun önemi üzerinde durulmuĢtur. Diğer bir deyiĢle hukuk, ġarkiyatçılık tarihinin olduğu kadar
sömürgecilik tarihinin de unutulan bir parçasıdır (Strawson, 2001:663).
Buna karĢılık son yıllarda yürütülen pek çok araĢtırma, bu araĢtırmaların sonucundan hareketle
yazılan bir dizi makale, hukuk ile ġarkiyatçılık ve sömürgecilik arasındaki iliĢkinin niteliğini ortaya
225
koyan hayli ilginç kuramsal yaklaĢımların geliĢtirilmesine ön ayak olmuĢtur. Böylece hukukun
sömürgecilik tarihindeki rolü ve ġarkiyatçılık açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılması mümkün
hâle gelmiĢtir.
Hukukun sömürgecilik tarihi açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılmaya açılması ve
dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık olarak isimlendirilebilecek yeni bir araĢtırma alanının ortaya
çıkmasında, özellikle 1990‘lı yıllardan itibaren geliĢme gösteren sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının
katkısı göz ardı edilemez.
Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına getirdiği en önemli
yenilik, tartıĢmanın öncelikle ―öteki‖ kavramı merkeze alınarak yürütülmeye baĢlanmasıdır. ―Öteki‖
kavramının tartıĢmaya girmesi ise hukuki özne sorununun gündeme gelmesi demektir. Nitekim
çalıĢmanın bu bölümünde de hukuki Ģarkiyatçılık konusu ve somut tarihi örnekler üzerinden ve hukuki
özne sorunu bağlamında ele alınacaktır.
2.1. Sömürgecilik Sonrası AraĢtırmaları [Postcolonialism] ve Hukuki ġarkiyatçılık
Sömürgecilik sonrakı araĢtırmaları, günümüzde Batı‘nın ―öteki‖ ile iliĢkisinin niteliğini eleĢtirel
bir bakıĢla ele almayı amaçlayan temel yaklaĢımlardan biridir. Bu iliĢkinin en görünen kısmını ise
hukuk oluĢturur (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). Dolayısıyla sömürgecilik sonrası
araĢtırmalarının hukuka kayıtsız kalması düĢünülemez. Nitekim diğer alanlardaki kadar geliĢmiĢ
olmasa da hukuka yönelik sömürgecilik sonrası araĢtırmalar, hukuki söylemin doğasını anlamada
hukukçulara önemli yöntemsel imkânlar sunmaktadır (Roy, 2008:315).
―Sömürgecilik sonrası‖ terimi çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Uluslararası hukukta daha
çok olumlu bir anlama sahiptir. Terimin Ġngilizce karĢılığındaki "post" ifadesi, Avrupa'nın hukuk
tarafından desteklenmiĢ sömürgeciliğinin sona erdiğini ima eder. Bu anlamda olumlu bir içeriğe
sahiptir; sömürgeleĢtirilmiĢ toplumların kendi kaderini tayin hakkının, daha eĢitlikçi bir dünyanın,
Üçüncü Dünya ülkelerinin daha özgür olabileceği bir dünyanın kurulmasına yol açacağı umuduna
iĢaret eder. Buna karĢılık 1980'lerden itibaren terim daha çok eleĢtirel bir anlamda kullanılmaya
baĢlamıĢtır. Zira daha adil bir dünyanın gerçekleĢme ihtimalinin zannedildiğinden daha düĢük
olduğunu farkeden kimi düĢünürler, bunun nedenlerini sorgulama ihtiyacı duymuĢtur (Otto, 2000:vii).
Terimin bu eleĢtirel anlamı, disiplinlerarası bir alanda çalıĢmayı gerektirir. Bu çalıĢmalar, Avrupa'nın
modernite anlayıĢının diğer kültürler üzerindeki güçlü hegemonyasını incelemekte ve evrensel bilgi
iddiasını eleĢtirmektedir (Otto, 2000:vii).
Sömürgecilik sonrası araĢtırmaları, hukukun sömürgecilik tarihinde oynadığı medenileĢtirici
rolünü veya sömürgeleĢtirilen toplumların modernleĢtirilmesinde bir araç olarak kullanılmasını
eleĢtiriye açar (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). SömürgeleĢtirme sürecinde hukukun nasıl
kullanıldığına odaklanan sömürgecilik sonrası hukuk incelemeleri, iktidar iliĢkileri aracılığıyla
sömürgeci kanunların çok çeĢitli kültürel çevrelerde zorla uygulanmasının doğurduğu sonuçlar
üzerinde durur. Bu yönüyle sömürgecilik sonrası incelemeleri geçmiĢe dönük bir araĢtırma Ģekli gibi
görünebilir. Fakat sömürge döneminde çıkarılan kanunların ve sömürgeci devletlerin hukuk
anlayıĢlarının günümüzde dünyanın farklı bölgelerini sömürmede hâlâ kullanıldığını, sömürge
döneminin ideolojik etkilerinin devam ettiğini göstermesi açısından aslında bugün için de geçerlidir
(Roy, 2008:319).
Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının, hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına katkısı,
―modern/geleneksel‖ ve ―Batı/Doğu‖ gibi kategorilerin nasıl birbirini karĢılıklı inĢa ettiğini
göstermedeki baĢarısıdır. Dolayısıyla örneğin Hindistan ve Çin gibi ülkelerin hukuktan yoksun olduğu
iddiası, bu ülkelerdeki hukuk sistemlerinin aslında Batı hukuk sisteminin özelliklerine sahip olduğu
gösterilmek suretiyle değil, Batı hukuk düĢüncesinin nasıl diğer kültürleri dıĢarıda tutacak Ģekilde
oluĢturulduğu incelenmek suretiyle ele alınmalıdır. Nitekim sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının
hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmaları açısından farkı da burada ortaya çıkar (Ruskolo, 2002-2003:194,
dipnot 59).
226
2.2. Hukuki ġarkiyatçılık Nedir?
Öncelikle hukuki Ģarkiyatçılığın, Said‘in tanımından hareketle ġark‘ın olduğu kadar Batı‘nın da
hukukun retoriği aracılığıyla üretilme Ģekillerini ifade edecek Ģekilde kullanılması gerektiği
belirtilmelidir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla hukuki Ģarkiyatçılık, zaman zaman bu konudaki
literatürde görüldüğü Ģekliyle Ġngiliz sömürge yönetiminin Burma‘da uyguladığı hukuk sistemine
iĢaret etmediği gibi, Avustralya‘da Aborjinlerin hukuku hakkındaki tartıĢmalarda eleĢtiri amaçlı
kullanılan ―Asya Hukuku‖ anlamına da gelmez (Ruskolo, 2002-2003:193, dipnot 58).
Hukuki Ģarkiyatçılığı inceleyen herhangi bir kuramsal çalıĢmanın öncelikle metinlerden hareket
etmesi gerekir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken Ģüphesiz doğrudan teknik hukuk metinleri
olduğu kadar, çeĢitli filozof, düĢünür veya bilim insanlarının eserlerinde yer alan hukuk hakkındaki
düĢüncelerdir. Fakat bu metin yığınının hukuki Ģarkiyatçılık açısından taĢıdığı önemin daha iyi
anlaĢılabilmesi için hukuka dair belirli bir bakıĢ açısını kabul etmek gerekir. Bu anlamda hukuk, salt
kanun veya benzeri yazılı kurallardan oluĢan normatif bir sistem olarak görülemez. Hukuk
sosyolojisinin temel varsayımlarından birine uygun olacak Ģekilde devletin koyduğu kurallardan çok
daha fazlasına iĢaret eden bir toplumsal denetim sistemi olarak anlaĢılmalıdır.
Hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun, iĢlevsel kuramlar tarafından yapılan izahıyla
yetinilemez. Sadece toplumda gördüğü iĢlevin merkeze alınarak incelenmesi hukukun, aynı zamanda
içinde yaĢadığımız toplumu ve dolayısıyla kendimizi inĢa ettiği gerçeğini görmezden gelmeye yol
açar. Hâlbuki hukuk, toplumun üzerini örten bir örtü gibidir. Hukuk üreten kurumlar, düzen ve
düzensizlik, erdem ve erdemsizlik, makûliyet ve delilik gibi kavramların nasıl tanımlanacağını da
göterir bize. Nitekim Gordon‘un da belirttiği üzere bir hukuk sisteminin gücü, kurallarını ihlâl edenleri
cezalandırmaktan çok, bir takım imgeler aracılığıyla tasvir ettiği dünyanın akıl sahibi bir kiĢinin
yaĢamak isteyeceği tek dünya olduğu konusunda insanları ikna etmesinden kaynaklanır (Gordon,
1984:109). ĠĢte hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun bu inĢai özelliğini dikkate almak gerekir.
2.3. Hukuki ġarkiyatçılığın Tarihi Örnekleri
Bu baĢlık altında fiilen hukuk dünyasının içerisinde yer almayan veya meslekten hukukçu olmayan
filozof veya bilim insanlarındansa kendisi hukukçu olan veya bir Ģekilde hukukla fiilen uğraĢan,
dolayısıyla sömürgeci iktidar iliĢkilerinin üretilmesinde bizzat rol alan Batılı siyasetçi veya
hukukçuların metinleri incelenecektir.
Üzerinde durulacak bu metinlerin ilki Ġngiliz hukukçu, filolog, mütercim, edebiyatçı William
Jones‘un Hint kanunlarını Ġngilizce‘ye çevirip derlediği kitabıyken, diğeri yine bir Ġngiliz hukukçu
Frederick Goadby‘ın sömürge dönemi Mısırı ve Filistini‘nde hukuk okullarında okutulmak üzere
yazdığı hukuka giriĢ kitabıdır.
2.3.1. William Jones ve Manu Kanunları
18. yy.‘ın sonlarında Kalküta‘da sulh mahkemesi hakimliği görevini üstlenen Jones‘un önemi,
Hint hukuk külliyatını Ġngilizce‘ye çevirmesidir. Jones‘un bu çeviri teĢebbüsü, Hint toplumunun
önemli bir yansıması olarak bu hukuk türünü anlamak ve Common Law ile ortak yönlerini ortaya
çıkarmaktır (Haldar, 2008:285).
18. yy. boyunca Hindistan alt kıtasının önemli bir kısmı Ġngiliz Doğu Hindistan ġirketi‘nin
hakimiyeti altındadır. Bu yüzyılda Bengal‘in kurucusu Ġngiliz devlet adamı Warren Hastings‘in (17321818) önderliğinde Hindistan‘ın dini, dili, kültürü ve hukuku hakkında akademik çalıĢmalar
baĢlatılmıĢtır. Bu çalıĢmaların amacı, bir yandan Hindistan‘a ilgi duyan Ġngilizleri bilgilendirmek ve
yerli halkın gönlünü kazanmakken, diğer yandan bu toprakların geçmisine iliĢkin egzotik bilgi
toplama arzusudur. Bu arzu, ülkenin uzaklığı ve geçmiĢinin yüceliğine, kültürü, dini ve hukukuna
yönelik bir saplantıyı da beraberinde getirmiĢtir. Üstelik bu geçmiĢ, Hristiyanlık‘tan ve Common Law
geleneğinden de eskiye uzanır. Hatta medeniyetin beĢiğinin Hindistan olduğu bile söylenebilir
(Haldar, 2008: 286). Dikkat edilirse daha baĢtan Hint kültürüne yönelik aĢırı bir beğeni ve merakın, bu
ülke hakkındaki Ģarkiyatçı çalıĢmaların temelinde yer alan saiği oluĢturduğu görülmektedir.
ĠĢte Jones da bir yandan Hindistan‘da sulh hukuk mahkemesi görevini yürütmüĢ, diğer yandan da
akademik çalıĢmalara katılmıĢtır. Hindistan‘daki hukuki yapı hakkında bu dönemde yürütülen
227
tartıĢmalarda Hastings, Hintliler‘in kendi yasalarıyla yönetilmesinden yanadır. Fakat o dönemde
Hindistan‘da görevli Ġngiliz akademisyenlerinden Sanskritçe‘yi bilen olmadığından bu önerinin hayata
geçirilmesi göründüğünden daha da zor olmuĢtur. Dolayısıyla ilk yapılması gereken iĢ Hindistan‘ın
Manu Kanunları‘nı Sanskritçe‘den Ġngilizce‘ye çevirmek olmalıdır. ĠĢte Jones da bu iĢi üstlenenlerin
baĢında gelmektedir.
Jones bu amacını gerçekleĢtirmek için önce Bengal Asya Derneği‘ni (Asiatic Society of Bengal)
kurmuĢtur. Bu dernekteki faaliyetleriyle birlikte üstlendiği sulh mahkemesi hakimliği sırasındaki
çalıĢmaları, kendisine bazı tarihçiler tarafından Ģarkiyatçılığın mutlak kurucusu ünvanı verilmesine
dahi yol açmıĢtır. Jones‘un bir Ģarkiyatçı hukukçu olarak buradaki faaliyetleri ―[y]önetmek ve
öğrenmek, sonra da ġark‘ı Garb‘la karĢılaĢtırmak‖ Ģeklinde özetlenebilir. Böylece Jones‘un ―daima
yasalaĢtırmaya, ġark‘ın sonsuz çeĢitliliğini kuralların, betilerin, törelerin, yapıtların ‗tam bir özeti‘ne
boyun eğdirmeye yönelen karĢı konmaz bir itkiyle‖ hareket ettiği söylenebilir (Said, 1999:88).
Jones‘un buradaki hedeflerine bakarak erken dönem ġarkiyatçılık‘ın Said‘in de ısrarla söylediği
gibi, sömürgeciliğin yerleĢmesine katkıda bulunduğu ileri sürülebilir. Bu açıdan bilginin, anlama ve
ardından kontrol etme amaçlı kullanıldığı görülmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki tarihte görülen
diğer emperyalist devletlerde de bilgi bu amaçla kullanılmıĢtır. ġarkiyatçılığın, bu yeni tip Batılı
sömürgecilik ve emperyalizm açısından farkı, bilginin bir arzu ve zevk nesnesi olmasıdır. Üstelik
burada bilmenin, araĢtırmanın kendisinden ziyade bilinen ve araĢtırılan nesnenin, yani ġark‘ın
bilinmesinin ve araĢtırılmasının verdiği bir zevkten bahsetmek gerekir. Nitekim Jones ve diğer
Ģarkiyatçıların Hindistan‘da gördükleri muhteĢem bir doğa ve kökü Batı medeniyetinden de eskilere
uzanan bir tarihtir. ―Doğa‖ ve ―tarih‖, en azından Hindistan söz konusu olduğunda Batılılar için
―yücelik‖ kategorisine tekabül eder. ĠĢte bu ―yüce‖dir ki önce idrak edilmeli, ardından denetin altına
alınmalıdır. Diğer bir deyiĢle ġark‘ın Batı‘ya göre aĢırı kabul edilen unsurları bir yandan
―yüce‖leĢtirilmeli, diğer yandan da Batı‘nın (Ġngiliz örneğinde Ġngiltere‘nin) kendi otoritesini
meĢrulaĢtırmak için kullanılmalıdır. Böylece ġark‘ın sömürgeleĢtirilmesi de mümkün hâle gelecektir
(Haldar, 2008:289, 290, 291, 292).
ġarkiyatçılığın hukuk alanındaki görümünü yukarıda da belirtildiği gibi ―yüce‖ kavramı etrafında
belirli bir hukuk öznesi inĢa etme çabasıdır. ―YüceleĢtirme‖, aĢırı zevkin daha denetlenebilir,
toplumsal açıdan kabul edilebilir bir hâle getirilme sürecidir. Bu da kaçınılmaz olarak yasaklamayı ve
dolayısıyla hukuku gündeme getirir (Haldar, 2008:292).
Jones‘un Hint kanun külliyatı Manu‘yu Ġngilizce‘ye tercüme etme giriĢimi de bu yüceleĢtirme
sürecinin bir parçasıdır. Jones, Hindistan‘dan yazdığı bir mektupta yüce kavramının bütün bir Hint
hukuka hakim olduğunu, dolayısıyla yerli ve evrensel hukuku araĢtırmaktan daha zevkli ve asil bir
faaliyetin olmadığını söyler. Dikkat edilirse burada araĢtırmanın, bizatihi kendisinden ziyade,
araĢtırılan Ģey, bu bağlamda Hint hukuku bir arzu nesnesidir. Fakat söz konusu olan herhangi bir metin
değil, hukuk metnidir; uygulanabilme kabiliyeti vardır. Dolayısıyla burada ġarkiyatçılık‘ın Ģu özelliği
açıkça görülmektedir: Metnin kendisi, bilgi nesnesi olarak inĢa edilir, fakat aynı zamanda ―Hintli‖
kategorisi de yaratılmıĢ olur ki bu, hukukun öznesidir (Haldar, 2008:293).
Her ne kadar tamamlanamamıĢsa da Jones‘un bu tercüme giriĢimi, 1794‘te The Institutes of Hindu
Law: or, the Ordinances of Menu ismiyle yayınlanmıĢtır. Aynı zamanda dini bir metin de olan bu
kutsal hukuk külliyatı, Hindistan tarihi açısından çok önem taĢıyan Manu isimli peygamber benzeri bir
figürün, yarı tanrı Bhrigu tarafından kendisine gönderilen kuralları uymaları için insanlara tebliğ
etmesiyle ortaya çıkmıĢtır. Brahma‘nın oğlu, ilk insan Manu tarafından zamanın baĢlangıcında ilan
edilen bu kanunlar, sadece en eski değil, en kutsal hukuk kurallarıdır da. Bu yönüyle Solomon‘un veya
Likurgos‘un kanunlarından bile daha eskidir. ĠĢte Jones‘un yücelik atfettiği özelliği de bu kanunların,
herhangi bir insan tarafından kaleme alınmamıĢ, bir yarı tanrı tarafından bir insan aracılığıyla insanlara
indirilmiĢ olmasıdır (Haldar, 2008:293).
Burada bir nokta dikkat çeker: 17. yy.‘dan beri Ġngiliz mahkemelerinin kabul ettiği, ―Eğer bir
Hristiyan kral, inançsız bir krallığı fethederse o krallığın kanunları hükümsüz olur.‖ ilkesine rağmen
Jones, Hindistan‘ın dini nitelikli bu kutsal kanunlarına hukuki otorite atfetmektedir (Haldar,
2008:295). Common Law geleneğinden farklı bu tutumun çeĢitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin
228
incelenmesi hukuki Ģarkiyatçılığın özellikle de ―yüce‖ kavramı etrafındaki iĢleyiĢ mantığını
göstermesi açısından önemlidir.
Yerli Hint kanunlarının tercüme edilmesini isteyenler öncelikle Hindistan‘daki diğer Ġngiliz
hakimlerdir. Zira böylece Sanskritçe öğrenmek zorunda kalmadan ve kendilerine tercümanlık yapan
Hintli aracılara muhtaç olmadan mahkemelerde daha kolay karar verebileceklerdir. Görüldüğü üzere
Jones‘un Manu kanunlarını tercüme etmesinin öncelikle pratik bir amacı vardır (Haldar, 2008:294).
Fakat bu tercüme faaliyetinin Ģarkiyatçılık açısından önemi baĢkadır. Jones‘a göre özgürlüğe
dayalı Ġngiliz hukuk sisteminin, bu kavrama pek de aĢina olmayan, Jones‘un ifadesiyle
Ġngilizler‘inkine tamamen ters ve değiĢtirilmesi zor alıĢkanlıklara sahip bir topluma zorla
uygulanması, tiranlıktır. Özgürlüğün ruhunda, özgürlük fikrine dayalı bir sistemin ve bu kurumlarının
baĢka kültürlere zorla kabul ettirilmesi bulunmaz. Fakat burada Ģöyle bir paradoks vardır: Her ne kadar
Hintlilere kendi kanunları uygulanacak olsa bile bu kanunların nasıl ve kimler tarafından uygulanacağı
gibi konular yine Ġngiliz hukuku tarafından belirlenecektir. Bir yandan Hint hukukunun özerk varlığı
devam edecektir, diğer yandan bu özerk varlığın nasıl hareket edeceği bir dıĢ otorite tarafından
belirlenecektir. O dıĢ otoritenin mekânı da Ģüphesiz Londra‘dır. Üstelik bu otoritenin de üstünde
Britanya Ġmparatorluğu vardır (Haldar, 2008, 296-297).
Jones‘un buradaki düĢünceleri aslında Emperyal otoritenin gizli amaçlarını açığa vurmaktadır.
Nitekim Jones‘un kendisi de bunu kabul eder:
―Hintliler medeni özgürlüğe sahip değildir; bunun düĢüncesi bile çok azında vardır; bunlar da
[özgürlüğün] gerçekleĢmesini istemez. […] Mutlak bir güç tarafından yönetilmelidirler‖ (Jones,
1970:558‘den aktaran Haldar, 2008:297).
Sonuç itibariyle Ġngiliz sömürgesi altındayken Hindistan‘da Hint kanunlarının uygulanmasını
Jones‘un uygun bulması, milletler ile kanunlarının birbirinden ayrılmaz bir iliĢki içerisinde olduğu
varsayımından kaynaklanır. Yani hukuk aracılığıyla baĢka bir milleti, ötekileĢtirme sürecidir bu
aslında. Hintliler, Hintlidir ve öyle kalmaldır. Dolayısıyla Hint kanunlarıyla yönetilmelidirler. Bir
Hintli‘yi Hintli yapan özelliklerden birisi de hukuk sistemidir (Haldar, 2008:298).
Belirlibir kültüre ait kutsal bir metni baĢka bir dile çevirmek, aslında o metni her türlü
manipülasyona açık hâle getirmektir. ġarkiyatçılık bağlamında düĢünüldüğünde bir Sanskritçe kutsal
metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi beraberinde bir takım güçlüklerin ve engellerin de ortaya çıkmasına yol
açar. Zira Sanskritçe bir metin, Ġngilizce‘ye çevrilemeyecek bir takım kelimeler barındırdığı gibi,
Ġngilizce düĢünme imkânı olmayan anlamlar da içerir. Diğer bir deyiĢle her türlü çeviri faaliyeti,
aslında özgün metnin hakiki anlamını tartıĢma konusu hâline getirmeye sebep olur. Çeviri faaliyetinin
bizatihi kendisi, bir takım yanlıĢ anlamalardan, muğlaklaĢtırmalardan oluĢan çözülmesi zor sorunları
da beraberinde getirir. Hele bu metin, bir hukuk metniyse iĢler daha da karıĢır. Yukarıdaki örneğe
bakılacak olursa Sanskritçe bir hukuk metnini, mahkemelerde uygulanmak üzere Ġngilizce‘ye
çevirmek, bu metnin, Ġngiliz hukuk sisteminin dilinden baĢka bir dilde, yani kendi dilinde konuĢma
imkânını ortadan kaldırır. Hint veya baĢka bir kültürün hukukuna ait bir metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi
demek, aslında bu hukuk sistemlerinin Ġngiliz adalet anlayıĢına uydurulması anlamına gelir. Diğer bir
deyiĢle bu kültürlere ait hukuk metinleri, Avrupa hukuk sistemleri için geçerli kabul edilen ve âdeta
bir olgu gibi görülen ölçütlere uygunsa ancak meĢruiyet kazanır. Dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık, bu
alana ait literatürün çeĢitliliğini ve farklılığını inkâr eder, görmezden gelir (Haldar, 2008:297).
Hukuki Ģarkiyatçılığın Hint hukuku bağlamında ikinci bir yönü daha vardır. Burada ilkinden farklı
olarak Hint hukuku, farklılaĢtırılmamakta, ötekinin hukuku Ģeklinde görülmemekte, aksine Ġngiliz
hukuku ile Hint hukuku arasındaki benzerlikler öne çıkarılmaktadır.
Hint hukukunun eskiliğine dikkat çeken Jones, Ġngiliz Common Law geleneğinin de eskiliğini
vurgulamakta, böylece bu iki hukuk sistemi da dahil, Roma hukuku gibi diğer köklü hukuk
geleneklerinin aslında aynı kökten geldiğini, bütün hukuk sistemlerinin temelinde aslında evrensel bir
hukukun bulunduğunu ileri sürer (Haldar, 2008:298).
Bu noktada ―yüce‖ kavramı devreye girer. Tıpkı diğer 18. yy. Common Law kuramcıları gibi
Jones da Common Law geleneğinin eskiliğini yücelik niteliğiyle açıklar; iĢte Common Law ile eskilik
229
bakımından ortak özelliklere sahip olmakla Hint hukuku da yücelikle tanımlanmayı hak eder (Haldar,
2008:299).
Hint hukukunun eskiliğine yücelik özelliği atfeden ve bu yönüyle Ġngiliz hukuku ile arasındaki
benzerliğe dikkat çeken ve nihayet iki hukuk sisteminde benzer düzenlemelere iĢaret etmek suretiyle
evrensel bir hukukun varlığını kabul eden bu bakıĢ açısı, ―eski veya yabancı hukuk, Ġngiliz hukukunun
kurumlarını önce açıklamak daha sonra da meĢrulaĢtırmak için kullanılması‖nı amaçlar (Boorstin,
1996:44‘den aktaran Haldar, 2008:300).
Burada Hint hukukunun yabancı veya öteki niteliğine karĢı herhangi bir olumsuz değerlendirme
yoktur. ―Yabancı‖dan kastedilen sadece ―eski‖dir. ―Eski‖ ise Hint, Roma ve Common Law
sistemlerinin bilinmeyen bir tarihte aslında bir bütün oluĢturduğunu, hatta bir ve aynı Ģey olduğunu
anlatır (Haldar, 2008:301).
Bu evrensel hukuk düĢüncesinin Ġmparatorluk için faydalı bir takım sonuçları vardır. Evrensel
hukuk, evrensel anlamda uygulanma imkânı bulur. Yani bütün insanlığa uygulanabilir. Bu noktada
hukuk tarihi açısından ilginç bir benzerlik kurulur. Hint hukukunun, Roma hukuku ile benzerlikler
taĢıdığı düĢünüldüğünden, nasıl ki Ortaçağ ve sonrasında Pandekt hukukunun metinleri aracılığıyla
Roma hukukunun otoritesinin devam ettirilmesi sağlandıysa Manu‘nun kanunları da Ġngiliz
emperyalizmi açısından Pandekt hukukunun Roma devletinin emperyazimi için oynadığı rolü
oynayabilir; Common Law‘un otoritesinin Hindistan‘da devam etmesini sağlayabilir (Haldar,
2008:301).
Hukuki Ģarkiyatçılığın üçüncü özelliği ise Hint hukukuna atfedilen yücelik ile iktidar arasında
kurulan iliĢkide görülür. ―Yüce‖, kaçınılmaz olarak ―güç‖ ile iliĢkilendirilir. Buradaki güç Ģüphesiz her
türlü iktidarı da içerir. Dolayısıyla Britanya Ġmparatorluğu açısından bakılırsa ―yüce‖ üzerinde
kurulacak kontrol ve denetim mekanizması doğal olarak iktidar üzerinde de hakimiyet kurmayı
sağlayacaktır (Haldar, 2008:301).
Jones‘un da aralarında bulunduğu romantik ġarkiyatçılar‘a göre ―yüce‖, gözlerden uzakta bir
yerlerdedir. Karanlık, karmaĢa, bilinemezlik ve Ģiddet gibi imgeler romantiklerin ilgisin çekmiĢtir.
Dolayısıyla Doğu‘nun semboli niteliğindeki despot da adaletini bu Ģekilde gözden uzakta, karanklıklar
ve karmaĢa içerisinde yerine getirir. Despotun gücü bu anlamda mutlak ve korku vericidir. Dolayısıyla
eğer despotun korku saçan, Ģiddet içeren uygulamalarının tarihi, ―yüce‖ kisvesi altıda ortaya konursa
hukuk, despotun gücünü devralabilir ve yerine geçebilir. Diğer bir deyiĢle ―yücelik‖ atfedilerek
hukukileĢtirildiği zaman despotun aĢırılıkları kontrol altına alınıp, toplumsal açıdan daha kolay kabul
edilecek bir hâle getirilebilir. Böylece Britanya Ġmparatorluğu açısından daha kullanıĢlı ve elveriĢli bir
araca dönüĢtürülebilir (Haldar, 2008:302-303).
Jones‘un Manu kanunlarını tercüme çabası ilk bakıĢta, meraklı, hırslı ve gayretli bir hukukçunun
Doğu Hindistan ġirketi‘nin Hindistan‘daki Ġngiliz mahkemeleride iĢlerini çabuklaĢtırmak için giriĢtiği
tamamen pratik amaçlara matuf bir faaliyet gibi görünmektedir. Fakat bu tür bir faaliyetin anlamı çok
daha derindir. Hint kanunlarına atfedilen ―yücelik‖ niteliği, yani hukukun yüceleĢtirilmesi,
muhatabının sömürgeleĢtirilmesine zemin hazırlayan bir imkân doğurmuĢtur. ―Yüce‖ kategorisi,
insanın diĢilikten veya biçimsizlikten uzaklaĢıp aklın alanına girmesini sağlar. Fakat bu süreç aynı
zamanda Avrupa merkezciliğin bir baĢka yüzünü de açığa çıkarır. Manu kanunlarının çevrilmesi, Hint
açısından alternatif bir hukuk tarihi yazma çabası değildir. Hukukun özü olarak kabul edilecek bir
köken arayıĢı ve hukuki öznenin gizemini çözme anlamına gelir. Burada peĢine düĢünlen Ģey, evrensel
bir özne fikridir; devlete veya monarka değil de hakimlerin aracılığında evrensel bir fenomen olarak
hukuka boyun eğen bir öznedir bu. ġarklı aĢrılığa dair romantik fantazinin yaptığı iĢte bu evrensel
hukukun yerleĢmesi için gerekli kuramsal zemini kurmaktır. Bu çaba, korkunç bir aĢırılğın hukuki
evrenselliğin temel varsayımlarından biri olarak yeniden inĢa etme arzusunu ortaya koyar. Hint
hukuku ile Common Law arasındaki benzerliklerin altını çizmek, herkesin hukuk öznesi olduğu
evrensel bir hukukun planını oluĢturmaktır. 18. yy.‘la birlikte ġarka ait aĢırılıklar, hukukun belirlediği
bir hukuki öznenin ortaya çıkmasını sağlayan bir sürece dönüĢtürülmüĢtür (Haldar, 2008:307-308).
230
2.3.2. Frederick Goadby ve Hukuka GiriĢ Kitabı
Sömürgeci geçmiĢin en önemli unsurlarından birisi de hukuk ders kitaplarıdır. Bu kitaplar,
sömürgeci devletlerin hukukçuları ve resmi görevlilerinin kendi hukuk kültürlerini nasıl gördüğünü ve
bu kültürü sömürgeleĢtirilen toplumlara nasıl aktardığını gösteren önemli kayıtlardır. Üstelik bu
aktarma iĢleminin izleri sömürgecilik sonrası dönemde dahi görülür (Strawson, 2001:663).
SömürgeleĢtirilen toplumlardaki hukuk okulları ve bu okullarda okutulan kitaplar aracılığıyla Ġngiliz
hukuk anlayıĢı sömürge toplumlarının zihninde yerleĢtirilmiĢtir (Strawson, 2001:664).
ĠĢte Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge döneminde Mısır ve Filistin hukuk
fakültelerinde Mısırlı ve Filistinli öğrencilere Batı hukuk sistemini tanıtmak amacıyla kaleme aldığı
Introduction to the Study of Law: A Handbook for the use of Egyptian Students (1910) isimli ders
kitabı da bu geçmiĢin bariz örneklerindendir
Frederick Goadby, 1906‘dan 1920‘ye kadar Kahire‘de hukuk okulunda ders vermiĢ, daha sonra
Filinstin‘e giderek Kudüs‘te devlet hukuk okulunu kurmuĢtur. Filistin‘deyken ayrıca Ġngiliz Sömürge
yönetimi adına Hukuk ÇalıĢmaları Direktörlüğü görevini sürdürmüĢtür. Kahire‘deyken verdiği dersler
Introduction to the Study of Law isimli kitabında biraraya getirilmiĢ, bu kitap ilk kez 1910‘da basılmıĢ,
1914‘te ikinci, 1921‘de de üçüncü baskıyı yapmıĢtır (Strawson, 2001:664, 665).
Her ne kadar bugün hâlâ Filistin ve Ġsrail‘de pozitif hukuk sistemi içerisinde Ġngiliz hukukunun
izleri görülse de Ģarkiyatçılık açısından asıl üzerinde durulması gereken husus, bu tür pozitif kurallar
değil, Ġngiliz hukuk düĢüncesinin genel anlamda etkisinin ne oranda devap ettiğidir (Strawson,
2001:664). Goadby‘ın Mısır‘a hukuk fakültesinde ders vermek üzere görevlendirilmesinin temelinde
de o dönemde Fransız hukuk sisteminin etkisi altındaki Mısır‘da hukuk öğrencilerinin ve hukukçuların
Ġngiliz hukuku hakkındaki kanaatlerini olumlu yönde etkileme amacı yer alır (Strawson, 2001:664).
Goadby‘ın kitabı, karĢılaĢtırmalı hukuk perspektifinden yazılan ve hukuk öğrencilerine Ġngiliz
hukukunun temel özelliklerini tanıtmayı amaçlayan bir ders kitabı niteliğindedir. Kitap, bir giriĢ ve on
dört bölümden oluĢmaktadır. Metnin ilk bölümleri hukukun doğası, hak ve adalet, hukukun
kaynakları, yasama faaliyeti, yorum faaliyeti, hukukun tasnifi gibi temel hukuk kavramlarına
ayrılmıĢtır. Diğer bölümleri ise daha çok pozitif hukuk konularını içermektedir (Strawson, 2001:665).
Metnin asıl ilgi çekici yönü yazılıĢ tarzıdır. Bir kısım açıklamalar büyük harfle, diğerleri ise küçük
harfle yazılmıĢtır. Bu farklılığı Goadby, metnin iki ayrı öğrenci kitlesine yönelik yazıldığını
söyleyerek izah etmiĢtir. Küçük harfle yazılı kısımlar hukuk hakkında daha derinlemesine düĢünmek
isteyen, hukukun felsefi yönleriyle ilgilenen öğrencilere yöneliktir. Buna karĢılık büyük harfle yazılan
kısımlar, pratik meselelerle uğraĢmayı tercih eden öğrenciler için yazılmıĢtır. Fakat Goadby‘ın asıl
görüĢlerini açığa vuran kısımlar iĢte bu küçük harfle yazılanlardır (Strawson, 2008:665). Örneğin
haklarla ilgili açıklamalarında öğrencilerin geneline hitap eden büyük harfli kısımda pozitivist bir
tutum benimseyen Goadby, devletin tanıdığı hukuki haklar ile ahlâki hakları birbirinden ayırmaktadır.
Fakat kadınların oy hakkına değindiği küçük harfli kısımda söyledikleri, sömürge iliĢkisi söz konusu
olduğunda bambaĢka bir anlama kavuĢur: Nasıl ki kadınlar, ancak devlet tarafından tanınmakla hak
sahibi oluyorsa sömürgelerde yaĢayan insanların durumu da aynıdır. Diğer bir deyiĢle Mısır ve
Filistin‘de görüldüğü Ģekliyle sömürgeci devletin sağladığı koĢullar içerisinde ancak haklar ortaya
çıkar. Varılan bu sonuç da aslında Ģu anlama gelir: Ġngiliz devleti tarafından tanınmadığı sürece
Mısırlıların veya Filistinlilerin bağımsızlık ve kendi kaderini tayin talebi, hak kabul edilemez
(Starwson, 2001:666).
Goadby‘a göre Ġslâm hukukunun en katı uygulandığı ülkelerde dahi hukukun alanı hayli sınırlıdır.
Bunun sebebini Goadby, Batılı devletlerin Doğulu devletlere gösterdiği tepkiyle açıklar. Nitekim
hukuk sistemini ve devlet mekanizmasını Avrupa standartlarına uygun hâle getirmek isteyen ―daha
ileri‖ Ġslâm ülkeleri, ġeriat‘ın bazı bölümlerinin yerine Avrupa hukuk sistemini ikame etme yoluna
gitmiĢtir. Goadby, bu ülkelere Türkiye ve Mısır‘ı örnek gösterir (Strawson, 2001:668).
Dikkat edilecek olursa Goadby‘ın burada Batı ile Doğu arasındaki iliĢki biçimini veri olarak aldığı,
sömürge meselesini ve buna bağlı ortaya çıkan iktidar iliĢkisini görmezden geldiği farkedilir. Bu
bağlamda Avrupai standartlar modernliğin göstergesi kabul edilir. Diğerlerine nispetle daha ileri Ġslâm
ülkeleri, bu standartlara uygunlukla tanımlanır (Starwson, 2001:668).
231
ĠĢte Goadby‘ın kitabı da hukuk öğrencilerinin bu sömürge düzeniyle tanıĢmasına aracılık etmiĢtir.
Goadby, Mısır ve Filistin gibi müslüman bir ülkedeki hukuk öğrencilerini Ġslâm hukukunu yeni bir
bakıĢla ele almaya davet eder. Bu arada kendi hukuk kültürlerine sömürgeci hukuk kültürünün bakıĢ
açısıyla yaklaĢmalarını sağlar. Böylece bir sömürgeci söylem olarak Ġngiliz hukuk anlatısının
yazılmasına da katkıda bulunur (Strawson, 2001:668-669).
O dönemde ne Mısır‘da ne de Filistin‘de Ġngiliz hukuku doğrudan uygulanmaktadır. Bunun
farkında olan Goadby, öğrencilere hukukun pratik gayesi dıĢında da bir takım gayeleri olabileceğini
göstermeye çalıĢır. Hukukun bu yönünü anlayabilmek için hukuk tarihini öğrenmelerini tavsiye eder.
Bu yönüyle hukuk, tıpkı diğer toplum bilimleri gibi insan davranıĢlarını belirli amaçlar doğrultusunda
düzenleme faaliyeti olarak görülebilir. Fakat bu açıklamalardan hemen sonra Goadby, bir hatırlatmada
bulunur. Buna göre toplumdaki ilerleme, toplumsal davranıĢı düzenleyen kurallarda da sürekli bir
değiĢimi gerektirir. Dolayısıyla barbar bir millet için uygun olan kurallar, medeni bir toplum için
uygun değildir (Strawson, 2001:669).
Goadby‘ın bu düĢüncelerinde bariz bir Ģarkiyatçılık vardır. Bu Ģarkiyatçı bakıĢ açısı, hukuku
medeniyetin göstergesi kabul eder. Hukuk kurallarının niteliği, uygulandığı toplumun medeniyet
ölçüsünü de gösterir veya tersten söylemek gerekirse bir toplum ne kadar medeniyse hukuku da o
kadar geliĢmiĢtir. Fakat burada medeniyetin ölçüsünü sömürgeleĢtiren devlet koymaktadır. Zira
öğrencilerini, kendisiyle birlikte hukuk tarihini öğrenmeye davet ettiğinde Goadby, aslında sadece Batı
hukukunun tarihi geliĢiminden bahsetmektedir. Öğrencilere bu hikâyenin bir parçası olmayı salık
verir. SömürgeleĢtirilen toplumları bu hikâye ile tanıĢtıran ise Batılı hukukçulardır. SömürgeleĢtirilen
toplumlar karĢısındaki bu konumu Batı hukuk sisteminin kendisini belirli bir tarihi geliĢimin zirvesi
kabul ettiği anlamına gelir. Dolayısıyla Batılı hukukçuların daha aĢağı hukuk kültürlerinde yaĢayanları
eğitme sorumluluğu vardır (Strawson, 2001:669-670).
Kültürel açıdan daha aĢağıda yer alan toplumları hukuk aracılığıyla eğitme faaliyeti, Ģüphesiz o
toplumların kendi yararı için değildir. Daha önce despotik bir yönetime sahip bu tür toplumlar, Ġngiliz
hukukuyla tanıĢtırıldıktan sonra egemen ve bağımsız birer devlet hâline gelmiĢ, meĢruti krallık,
parlamenter sistem vb. kavramları öğrenmiĢtir. Dolayısıyla Ġngiltere‘nin bu topraklardaki varlığı, iĢte
bu tür kavramları tanıtmakla izah edilebilir. Böylece örneğin Mısır‘ın, Hindistan ile Ġngiltere arasında
gerçekleĢecek her türlü alıĢ-veriĢ için uygun bir zemin sağlayacağı umulur. Dolayısıyla istikrarlı,
huzurlu ve iyi yönetilmesi gerekir (Strawson, 2001:670,671).
SömürgeleĢtirilen toplumların hukuk sisteminin yenilenmesi, sömürgeci devletin bu toplumları
modernleĢtirme projesinin bir ürünüdür. Bu modernleĢtirme projesi aracılığıyla o toplumların
hukukçuları, hakimleri ve diğer resmi görevlilerinin medeniyet seviyesi yükselmiĢ olur. Goadby‘ın
metni de iĢte bu sürece katkı sağlamıĢtır (Strawson, 2001:671).
Sonuç itibariyle Goadby‘ın, medeniyet ile hukuk arasında sıkı bir iliĢki kurduğu görülmektedir.
Avrupa hukukunun kabulü bir ilerlemedir, baĢarısıysa bağımsız bir düĢünce okulunun kurulmasına
bağlıdır. Fakat bu tür bir düĢünce okulu, sadece Batı etkisiyle kurulamaz; milli kültüre adapte
edilmelidir. Bununla birlikte bu süreç, genel moderleĢme hareketine katkı sağlayacak nitelikte bir
hukuk sisteminde yenileĢmeyi gerektirir. Bu tür bir plan ve projenin temelinde sömürgeci hukuki
anlatı yatar. Bu anlatı aynı zamanda entelektüel bağlamda sömürgeleĢtirilen hukuk sistemini de
yeniden düzenler. Fakat bu tür bir proje ancak sömürgeleĢtirilen toplumun kendi hukukçuları, hukuk
öğrencileri, hukuk hocaları ve yöneticilerin katkısıyla gerçekleĢtirilebilir (Starwson, 2001:676).
KAYNAKÇA
Bezci,B, Çiftçi,Y.(2012). ¨Self Oryantalizm: Ġçimizdeki Modernite Ve/Veya ĠçselleĢtirdiğimiz
ModernleĢme¨, Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, s. 139-166.
Fitzpatrick, P., Darian Smith,E.(1999). ―Laws of the Postcolonial: An Insistent Introduction‖, in Laws
of the Postcolonial, (der. Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick), Ann Arbor, The University of
Michigan Press, pp. 1-15.
Foucault,M.(2001).Ders Özetleri. Çev.: Selahattin Hilav, 5. Baskı, Ġstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
232
Foucault,M.(2011).Bilginin Arkeolojisi. Yay. Haz.: Ġlkay Özkürapli, Çev.: Veli Urhan, Ġstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Gordon, R. W.(1984). ―Critical Legal Histories‖, Stanford Law Review, Vol. 36, pp. 57-125.
Gutting G. (2010).Foucault. Çev.: Hakan Gür, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları.
Haldar, P.(2008). ―The Sublime Codes of Manu: Law and Eighteenth Century Orientalism‖, German
Law Journal, Vol. 9, pp. 285-308.
Ġnalcık, H.(2011). ¨Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji¨, Doğu-Batı: Oryantalizm I, 3. Baskı, Yıl: 5,
Sayı:20, s. 13-39.
Keyman, E. F. (2007). ¨Edward Said ve Bir Modern te EleĢt r s Olarak Oryantal zm¨, Uluslararası
Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler
Daire BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 119-130.
Küçükalp, K. (2003).¨Edward W. Said‘in ġarkiyatçılık DüĢüncesinin Felsefî Arkaplanı¨, Uludağ
Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı:1, s. 269-278.
Loomba, A.(2000).Kolonyalizm Postkolonyalizm.(Çev.). Mehmet Küçük, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Nietzsche, F.(2009).Putların Alacakaranlığı(Çev.). Ġsmet Zeki Eyüboğlu, 3. Baskı, Ġstanbul, Say
Yayınları.
Otto, D.(2000). ―Postcolonialism and Law?‖, Third World Legal Studies, Vol. 15, s. vii-xviii.
Roy, A.(2008). ―Postcolonial Theory and Law: A Critical Introduction‖, Adelaide Law Review, Vol.
29, pp. 315-357.
Ruskola, T.(2002-2003). ―Legal Orientalism‖, Michigan Law Review, Vol. 101, pp. 179-234.
Said, E.(1999).Şarkiyatçılık (Batı‟nın Şark Anlayışları).(Çev.). Berna Ülner, Ġstanbul, Metis Yayınları.
Sayıd, S.(2007). ¨Oryantalizmden Sonra¨, Çev.: Hakan Çapur, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu,
Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür
Müdürlüğü Yayınları, s. 65-78.
Strawson, J.(1999). ―Islamic Law and English Texts‖, in Laws of the Postcolonial, Eve Darian-Smith,
Peter Fitzpatrick (eds.), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 109-126.
Strawson, J.(2001). ―Orientalism and Legal Education in the Middle East: Reading Frederic Goadby‘s
Introduction to the Study of Law‖, Legal Studies, Vol. 21, pp. 663-678.
Young, R. J. C. (2007). ¨Edward Sa d‘ n Postkolonyal Kararsızlığı¨ Uluslararası Oryantal zm
Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Külturel ve Sosyal ĠĢler Da re
BaĢkanlığı Kültür Müdurlüğu Yayınları, s. 55-64.
Wallerstein, I.(2010). Gücün Retoriği Avrupa Evrenselciliği, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Ġstanbul, bgst
Yayınları.
Wallerstein, I.(2011). Dünya Sistemleri Analizi, Çev.: Ender Adaoğlu, Nuri Ersoy, 2. Basım, Ġstanbul,
bgst Yayınları.
233
AMFĠ 10 OTURUMU
SUÇ VE HUKUK-II:
SUÇA BAKIġ
234
SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ
Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT1
Yasemin ARSLANTÜRK2
ÖZET
Suç günümüzde ülke, toplum, ırk fark etmeksizin her toplumda görülen ve toplum içerisinde
sorunsallaĢan bir konu haline gelmiĢtir. Suç olgusu aslında tarihin ilk yıllarından beri süregelmektedir.
Ancak günümüzde suç kavramı giderek artan bir öneme sahip olmuĢtur. Buradan yola çıkarak
oluĢturulan çalıĢmada suç ve nedenleri araĢtırılmaya çalıĢılmıĢtır. Bunu yaparken de hükümlülerin
demografik bilgilerinin yanı sıra, kiĢinin kendisi ve ailesinin sosyo-ekonomik durumu, kiĢinin aile ve
arkadaĢ çevresi ile iliĢkileri, iĢlenen suç/suçlar hakkındaki düĢünceleri, yaĢadığı yerin suçlu
hakkındaki tutumunu ortaya çıkarmaya yönelik olarak görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢtir.
AraĢtırma uygulamalı olarak yapılmıĢtır. Erzurum kapalı ve açık cezaevlerine gidilerek
hükümlülerle yüz yüze görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢ ve anket uygulanmıĢtır. Anket, açık uçlu ve
çoktan seçmeli olarak hazırlanan toplam 57 soru içermektedir.
Erzurum açık ve kapalı cezaevinde bulunan toplam 1250 mahkum ve tutukludan 372‘sine survey
tekniği kullanılarak gerçekleĢtirilmiĢ olan çalıĢmamızda, Türkiye‘de giderek artan suç iĢleme oranının
Erzurum baz alınarak, kiĢileri suça iten nedenleri araĢtırarak çözüm önerilerinde bulunulması ve suç
oranlarının azalmasına katkı sağlamak amaç edilmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Suç, Suçluluk, Sosyoloji
ABSTRACT
Nowadays, crime the country, society, in every society regardless of race has become an issue in
the community that have problems. In fact the history of crime has been going on since the early years.
However, todaytheconcept of crime has been a growing importance. This study investigated crime and
causes of criminal behavior. As well as demographicdata of detainees, socio-economicstatus of
thefamily of the person and the person's family and circle of friends with relations, thoughts about the
crimes which make them, people lived who is guilty of the earth were interviewed in order to reveal its
position about guilty person.
Theresearchwasconducted as practical. Erzurum closed and open the prisons visited and conducted
interviews and surveys applied to prisoners. The survey was prepared as an open-ended and multiplechoice question includes a total of 57.
In this study was carried out using survey techniques. Survey was applied to 372 from 1250
convicts. InTurkiye, crime rates have been increasing day by day.So, this study was done for find the
factors that lead people to commit a crime and reduce crimerates.
Keywords: Crime, Criminality, Sociology
GĠRĠġ
Suç, insanoğlunun ilk tarihinden günümüze dek sürekli var olan bir sorundur. Toplum, doğa ve
birey üçlüsü arasında sürekli ve sayısız bir iliĢki vardır. Bireyler birbirleriyle iliĢkide bulunarak
grupları gruplar da toplumları oluĢtururlar. Toplumlar sürekli değiĢen canlı beraberliklerdir.
Toplumdaki bireyler de bu değiĢimden etkilenirler ve bazen toplumdaki değiĢme hızı ile bireyin
değiĢme hızı her zaman aynı değildir. Dolayısıyla aradaki dengesizlik çeĢitli sorunların doğmasına
neden olabilir (Sümer, 2006: 88).
1
2
Doç.Dr. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
235
Suç, evrensel bir olgudur (Ġçli, 1993:7). Ancak suç olgusu, toplumdan topluma ve zamandan
zamana değiĢiklik göstermektedir. Suç tanımı toplumların içinde bulundukları zaman diliminin
toplumsal özelliklerine bağlı olarak Ģekillenebilir.
Son yıllarda suç olgusu hukuk alanının yanı sıra sosyolojinin de ilgi odağı haline gelmiĢtir.
Türkiye‘de suç sosyolojisi yavaĢ yavaĢ geliĢmeye baĢlamıĢ ve sosyologların bu alana ilgisi artmıĢtır
(Ġçli, 1993: 1).
AraĢtırma Erzurum ilini kapsamaktadır. AraĢtırma suç ve nedenleri üzerinde yoğunlaĢarak suça
neden olan etkenleri araĢtırmak amaç edinilmiĢ ve bu doğrultuda da Erzurum ilindeki kapalı ve açık
cezaevlerindeki kiĢilerle görüĢme yapılmıĢtır.
Türkiye‘de suç üzerine yapılan sosyolojik araĢtırmaların kısıtlı olması bu araĢtırmayı önemli
kılmaktadır.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Suç, genelde bireyin içinde yaĢadığı toplum tarafından onaylanmayan davranıĢ biçimidir(Sümer,
2006: 89).Suç, topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kanun koyucu tarafından kabul edilen ve
belirtilen eylem, davranıĢ, tavır ve harekettir. Tarihsel süreç içinde incelendiğinde her dönemde
topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kabul edilen davranıĢlara kanun koyucuları tarafından
ceza yaptırımı uygulandığı görülmektedir (Dönmezer, akt.: Tülin Ġçli 1993: 7).
Karl Menninger, ―suç herkesi cezbeden bir çekimdir‖ demektedir. Lombroso‘ya göre suç; ölüm,
doğum gibi doğal bir olaydır (Sümer, Osman, 2006: 90).Durkheim‘a göre de ―suç kolektif bilincin
kuvvetli ve belirmiĢ tutumlarını ihlal eden fiillerdir‖. Znaniecky, ―suç, kiĢinin kendisini mensubu
saydığı grupta, varlığı toplum dayanıĢması ile çeliĢki gösteren fiildir‖ demektedir. Taft‘a göre de,
topluma zarar veren hareketler ya örf ve adetlerce belirlenmiĢtir ya da grup içinde egemenliği elinde
tutanlar, diğer kiĢilerin tavır ve hareketlerini uydurmaları için modelleri, örnekleri ve bu suretle moral
kuralların tespit ederler; bu kurallara uyanlara sosyal itibar verir, bunları ihlal edenlere söz konusu
mevkii reddederler. Stanciu ise suçu ―sosyal toplumun çoğunluğu tarafından tehlikeli sayılan ihmal ya
da icra niteliğinde hareketler‖ olarak tanımlamaktadır (akt.: Dönmezer, Sulhi, 1984: 58-60).
Gordon Marshall da kiĢisel alanı aĢıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya da yasaları
çiğneyen, buna bağlı olarak meĢru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve kamusal bir
otoritenin(devlet ya da yerel bir kuruluĢ) müdahalesini gerektiren fiillerin suç sayıldığını,
belirtmektedir (Marshall, çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, 1999: 702).
Suç ile ilgili Ģunları söyleyebiliriz:
 Evrensel bir olgudur.
 Tarihsel sürecin her döneminde görüldüğü gibi, insan yaĢamı sürdüğü sürece de var
olacaktır.
 Zaman ve mekân boyutunda biçim değiĢikliği gösterir.
 Hangi davranıĢların suç olduğuna iliĢkin davranıĢlar görecelidir.
 Sosyal bir olgudur.
 Ġnsan-doğa ve insan-insan iliĢkileri doğrultusunda ortaya çıkan bir olgudur.
 Suç, düĢünce ile baĢlasa da eylem ile sonuçlanır.
 Toplumun düzenini bozduğundan ve birden çok kiĢiyi etkilediğinden eylemsel bir süreçtir
(Sümer, 2006: 89).
SUÇ TÜRLERĠ
Tülin Ġçli suçların faillerin amaçlarına, suç iĢleme nedenlerine ve toplum tarafından suça karĢı
gösterilen tepkinin Ģiddetine göre sınıflandırılabileceğini ifade etmektedir (Ġçli, 1993: 7-8).
Kriminolog Bonger ise suçları ekonomik suçlar, cinsel suçlar, politik suçlar ve diğer tür suçlar
olmak üzere sınıflamıĢtır.
Suç türleri en kapsamlı olarak ise Türk Ceza Kanununda belirtilmiĢtir.26.9.2004 tarih, 5237 sayılı
Yeni Türk Ceza Kanunu‘nda suç tasnifi:
236
1. Uluslar Arası Suçlar
2. KiĢilere KarĢı Suçlar
3. Topluma KarĢı Suçlar
4. Millete ve Devlete KarĢı suçlar ve Son Hükümler (Üresinler, 2005: 81-88). TCK‘nunda
suç türleri bu dört ana baĢlık çerçevesinde oluĢturulmuĢtur.
Bu çalıĢmada ise suç türleri; Ģahsa karĢı suçlar, mala karĢı suçlar, topluma karĢı suçlar, devlete
karĢı suçlar ve diğer suç türleri olarak kategorilendirilmiĢtir.
ÖRNEKLEMĠN ÖZELLĠKLERĠ
AraĢtırma sonucunda hükümlülerin cinsiyete göre dağılımına bakıldığında erkek hükümlülerin
kadın hükümlülere oranı on kat daha fazladır (%88,7 erkek, % 8,6 kadın). Ġçli, Türkiye genelinde
yapmıĢ olduğu çalıĢmasında da erkek suçluluk oranının fazla olduğunu belirterek, her yerde erkek
suçlu oranları, kadın suçlu oranlarından yüksek olduğunu ifade etmiĢtir.
Örneklemin yaĢ aralığı25-34 kategorisinde toplanmıĢtır.Örneklemin büyük çoğunluğunu
evli(%54,3), yetiĢkin erkek oluĢturmaktadır.Örneklemin %31,2‘si daha önce cezaevine girmeye neden
olan suç türünün mala karĢı iĢlenen suç olduğunu ifade etmiĢtir.
Örneklemin cezaevine girmelerine neden olan suç türü en fazla %41,9 ile topluma karĢı iĢlenen
suç olmuĢtur.%87,1 TC vatandaĢıdır. %46,5
Hanefi, %41,4 ġafi mezhebine
mensuptur.Örneklemimizi oluĢturan hükümlüler genellikle ilkokul mezunudur ve 372 kiĢiden 235‘i
eğitimlerini yarıda bıraktıklarını belirtmiĢlerdir ve buna bağlı olarak da yarıdan fazlasının mesleği
serbest meslektir. Hükümlülerin çoğunun ilkokul mezunu olması akla eğitim seviyesi ile suç arasında
bir bağlantı olup olmadığını getirmektedir. ÇalıĢmamızda çeĢitli koĢullar bir araya geldiğinden dolayıeğitim seviyesi düĢük, ekonomik gelir düzeyi düĢük- eğitim seviyesinin de düĢük olması, bir bilinçlilik
algısının yetersiz olması suça sebebiyet verebilir. Ayrıca çalıĢmada her ne kadar serbest meslek diye
adlandırsak da hükümlülerin çoğunun gündelik iĢçi olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla bu durum
meslekte düzensizliği ve bu da beraberinde düzensiz bir sosyal yaĢamı getirir. Ayrıca bu kiĢilerin
mesleki uzmanlaĢmalarının da olmadığını söylemek mümkündür. Mesleki uzmanlaĢması olmayan
kiĢilerin de yaĢam biçimi düzensizdir. Dolayısıyla düzensiz bir iĢ, düzensiz bir yaĢam kiĢiyi suça
itebilir. Ġçli de çalıĢmasında mesleğin önemli olduğu konusuna vurgu yapmıĢtır.
Hükümlülerin büyük çoğunluğunun kalabalık bir aileden geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. GörüĢülen
hükümlülerin %45,4‘ü yedi ve daha fazla kardeĢe sahip olduklarını belirtmiĢlerdir ve kendileri de
kalabalık bir aile kurmayı tercih etmiĢlerdir. Kalabalık bir aile içerisinde yaĢamak beraberinde aile
içerisinde ekonomik sıkıntıları da getirebilir.
Mülk sahipliği durumuna bakıldığında da hükümlülerin büyük çoğunluğunun herhangi bir mülk
türüne sahip olmadığı(%80,4) sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu durum karĢısında da eğitim seviyesi ve
ekonomik durumu düĢük olan kiĢilerin suça eğiliminin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.
ÇalıĢmamızda daha önce cezaevine girdiklerini belirtenlerin oranı azımsanmayacak kadar fazladır.
Örneklemimizin %34,1‘i daha önce de cezaevine girdiğini belirtmiĢtir. Bu durum da bizlere kiĢilerin
cezaevinden çıktıktan sonra kiĢileri tekrar suça iten nedenlerin olduğunu göstermektedir.Örneklemin
%55,6‘sı kendileri cezaevindeyken ailelerine kendi ailesinin veya akrabalarının baktığını belirtmiĢtir.
Örneklemin %34,4‘ü cezaevine girmeden önce serbest meslekte çalıĢtığını belirtmiĢtir. Yukarıda
da belirtildiği üzere serbest meslek olarak daha çok gündelik iĢçi olduklarını belirtmiĢlerdir. %32,5‘i
ise herhangi bir iĢ kolunda çalıĢmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin en fazla %51,9 ile sigaraya karĢı bir
alıĢkanlığı olduğu, %15,1‘inin ise alkol, sigara, uyuĢturucu gibi maddelerden herhangi ikisine karĢı
alıĢkanlığı olduğu görülmektedir.ÇalıĢmamızda suç iĢlemeye neden olan ekonomik faktörler %21,5 ile
ikinci sırada yer almaktadır. ÇalıĢmamızda kiĢi(ler)yi suça iten en önemli neden olarak kiĢinin
karĢısındaki kiĢinin kendisini suç iĢlemeye tahrik ettiği, önce karĢı tarafın baĢlattığını ve karĢı tarafın
iĢlenen suç konusunda durumu hak ettiği ve bu nedenle suç iĢlediklerini belirttikleri görülmektedir.
237
Birden fazla defa cezaevine girenlerin cezaevinden çıktıktan sonra yaĢadıkları sıkıntılar en fazla
%28,3 ile sosyal uyum problemi iken; cezaevinden çıktıktan sonra herhangi bir sorun yaĢamayarak
çevreye sosyal uyum sağlayanların oranı ise %25,2‘dir.%53,2‘si sivil hayatta yaĢadıkları sıkıntıların
kendilerini tekrar suça itmeyeceğini belirtmiĢtir.Suç nedeni olarak ise % 40,3‘ü karĢı tarafın
baĢlattığını ifade ederken, %21,5‘i maddi nedenlerin etkisi olduğunu belirtmiĢtir. Sosyal çevrenin
etkisi
diyenler
ise
%17,7‘dir.%62,6‘sinin
yaĢadığı-doğup
büyüdüğüçevreden
memnundur.Örneklemin %47,8‘i iĢlediği suç hakkında piĢmanlık duymaktadır. Suç hakkında kayıtsız
olanlar toplamda %15,6 oranında iken, suçtan dolayı kendini mutlu hissedenlerin oranı ise %2,2‘dir.
Örneklemin suç eyleminden etkilenmiĢ insanlar hakkındaki düĢünceleri: %25,8‘i insanların
mağdur olduğunu, %19,9 insanların mağdur olmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin %43,5‘i suç eylemini
gerçekleĢtirirken kayıtsızlık yaĢamıĢtır. Örneklemin piĢmanlık ve korku, endiĢe gibi durumlar
yaĢaması toplam içerisinde %15,1 oranındadır.Örneklemin %56,5‘i gerçekleĢtirdiği eylemin suç
olduğunu düĢünürken, %40,9‘u gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünmemektedir.
KARġILAġTIRMA TABLOLARINA DAYALI VERĠLERĠN YORUMU
Suç ve nedenleri üzerine detaylı bir sonuç çıkarabilmek adına anket sorularından oluĢan bağımlı ve
bağımsız değiĢkenler belirlenerek bir sonuç tablosu çıkarılmıĢtır. Bu tabloda cinsiyet, mezhep, etnik
yapı, yaĢ, eğitim durumu, medeni hal, meslek, doğum yeri, gelinen il(bölge), mülk sahipliği olmak
üzere toplamda on değiĢken bağımsız değiĢken olarak belirlenerek, suç ve nedenleri üzerinde etkili
olanlar belirlenmeye çalıĢılmıĢtır. Yirmi dört soru ise bağımlı değiĢken olarak ele
alınmıĢtır.OluĢturulan bu tabloda hangi bağımsız değiĢkenin en çok etkili olduğu sonucuna ulaĢılmaya
çalıĢılmıĢtır.Yukarıda saydığımız değiĢkenlerden yaĢ toplamda 13 bağımlı değiĢkeni belirlemiĢtir.
Medeni hal 10, mezhep 8, cinsiyet 8 bağımlı değiĢkene etki etmiĢtir. Meslek 7, etnik yapı, eğitim
durumu, gelinen bölge(il) ve mülk sahipliği 6, doğum yeri 5 değiĢkene etki etmiĢtir.Suç türleri
açısından bakıldığında çalıĢmada suç türlerinin cinsiyete göre bir farklılık göstermediği ortaya
çıkmıĢtır. Eğitim durumu göz önüne alındığında eğitimlilik oranı artırıldığında suç iĢleme oranının da
azalacağı beklenmektedir. Yapılan bu araĢtırmada ortaokul ve ilkokul mezunlarının örneklemin büyük
bir kısmını içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak üniversite ve üstü olarak kategorilendirdiğimiz grup da
azımsanmayacak ölçüdedir(%12,6). Bu grupta yer alan hükümlülerin de en çok iĢledikleri suç türleri
sırasıyla topluma karĢı iĢlenen suçlar(%46,8), Ģahsa karĢı iĢlenen suçlar(25,5), mala karĢı iĢlenen
suçlardır(%12,8).
Yapılan görüĢmeler sonucunda hükümlülerin uyruğa bağlı olarak cezaevine girmeye neden olan
suç türü arasında anlamlı bir iliĢki ortaya çıkmıĢtır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı olan hükümlülerde
gruplandırdığımız suç türleri arasında dağılım söz konusu iken bu durum yabancılarda farklılaĢmıĢtır.
Yabancı uyruklu hükümlülerin cezaevine girmesine neden olan suç türünün %93,3 oranında topluma
karĢı iĢlenen suçlar(uyuĢturucu-kaçakçılığı, kullanımı ve kuryeciliği-, cinsel istismar, taciz ve fuhuĢ)
olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yapılan görüĢmelerde yabancılar, Türk Ceza Kanununda yer alan
cezaları bilmediklerini ve suç olduğunu bilselerdi bu duruma düĢmeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Yine
görüĢmelerde elde edilen verilere göre, yabancı uyrukluların daha çok uyuĢturucu kuryeciliğinden
dolayı cezaevine girdikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Suç iĢlenen yerleĢim yeri araĢtırılmaya çalıĢıldığında arada belirgin bir farklılık olmadığı(Erzurum
ili %46, Erzurum ili dıĢı %53,2) sonucuna ulaĢılmıĢtır.Elde edilen bulgulara göre hükümlülerin eğitim
seviyeleri arttıkça cezaevinin hükümlülere mesleki eğitim vermesini isteme oranı da artmaktadır.
Okuma yazması olmayanların %20,5‘i mesleki eğitim almak isterken üniversite ve üstü kategorisinde
mesleki eğitim almak isteyenlerin oranı %42,6‘dır.Yine eğitim durumuna bağlı olarak hükümlülerin
cezaevinde sanat dalında eğitim alma isteğinin değiĢtiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim seviyesi arttıkça
cezaevinde herhangi bir sanat dalında eğitim alma isteği de artmaktadır.KiĢilerin eğitim durumu ile
kiĢinin tekrar suça iten faktörler arasında yer alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olmadığı
sonucuna ulaĢılmıĢtır. Ancak cezaevlerinde yapılan görüĢmelerde kiĢileri tekrar suça iten nedenin
eğitim durumu değil de ekonomik durumu olduğu görülmektedir.KiĢilerin eğitim seviyesi arttıkça
buna bağlı olarak iyi bir sosyal çevrede yaĢama da artmaktadır. Okuma yazması olmayanlardan
üniversite ve üstü eğitim durumuna sahip olanlara doğru gidildikçe kiĢilerin giderek daha iyi bir sosyal
çevrede yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir. Eğitim seviyesiyle birlikte sosyo-kültürel seviyesinin de
238
değiĢebileceği göz önüne alınırsa bu sonuç beklenebilir. Özellikle de arkadaĢ ve iĢ ortamında eğitim
seviyesinin etkili olduğunu söylenebilir.GörüĢme yapılan hükümlülerin çoğu geldikleri bölgenin Doğu
Anadolu Bölgesi olduğunu ifade etmiĢlerdir(%54,6). Gelinen il ile daha önce cezaevine girme durumu
karĢılaĢtırıldığında doğu Anadolu bölgesinden gelenlerin %69,5‘i daha önce cezaevine girmediklerini
belirtmiĢlerdir. KarĢımıza çıkan tabloyu bölgeler olarak değil de Türkiye‘nin doğusu-batısı Ģeklinde
okuyacak olursak batı diye adlandırdığımız bölgelerde(Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, Akdeniz
Bölgesi, Ġç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin belirli kısımları) suça eğilimin daha fazla olduğu ve bu
nedenden ötürü de cezaevinde bulunan kiĢilerin birden fazla defa cezaevinde bulunmuĢ oldukları
sonucuna varılmaktadır. Bunun nedeni, batı diye adlandırdığımız bölgelerimizin doğu bölgelerimize
göre nüfusunun daha fazla olduğu ve yaĢam koĢullarının da bilindiği üzere batıda giderek zorlaĢması
kiĢileri yeniden suça iten faktörler arasında olabilir.ÇalıĢmadan elde edilen veriler doğrultusunda
kiĢilerin düzensiz bir yaĢamının olması, yani herhangi bir iĢte çalıĢıyor olmaması, çalıĢsa bile sürekli
bir iĢin olmaması gibi durumların kiĢileri suça ittiği yargısını doğurmuĢtur. Çünkü düzensiz bir iĢ
hayatına dolayısıyla da düzensiz bir gelire sahip olduklarını ifade edebiliriz. Düzenli bir iĢ yaĢamının
getirdiği sorumluluk ve yine düzenli bir iĢin getirmiĢ olduğu düzenli bir gelirin kiĢileri suçtan
alıkoyacağı düĢüncesi yapılan çalıĢmada ortaya konmuĢtur. Yine düzenli bir iĢ hayatına sahip
bireylerin uğraĢı olduğu için kiĢi suç eğilimine yönelmemektedir.Bu duruma paralel olarak aile
yaĢamındaki düzenliliğin de kiĢileri suçtan uzak tutacağı görüĢü hâkim olmuĢtur. Elde ettiğimiz
verilere göre boĢanan ya da ayrı yaĢayan kiĢilerin daha önce cezaevine girme oranları oldukça yüksek
çıkmıĢtır. Bunun nedeni aile kavramının yitirilmesiyle birlikte herhangi bir kiĢiye karĢı sorumluluğun
olmaması gösterilebilir.
AraĢtırmamızda evlilik oranının yüksek çıkması ĢaĢırtıcı gibi görünmektedir. Ancak aile
dayanıĢması, Merton‘un iĢlevsel bozukluğuna neden olabilir ve bu durum da suça neden olabilir.
Aileye bakma yükümlülüğünün geleneksel aile yapısında babada olduğu bilinmektedir. Her ne kadar
aile reisliği kavramı kanunda kalkmıĢ olsa da bu durum geleneksel olarak devam ettirilmektedir.
Aileye bakmakla yükümlü ―baba‖, ―erkek‖in iĢsiz kalma durumu da ―baba‖yı suça meyledebilir.
Ayrıca geleneksel toplumda akrabalık iliĢkilerine sıkı sıkıya bağlılık aileye karĢı sorumluluğu
baĢkasına devredebileceğine olan güvenç de iĢsizlikle birleĢince suç iĢlemeye meyil artıyor gibi
görünmektedir.
Cinsiyet ile annenin mesleği arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Cinsiyet fark etmeksizin
hükümlülerin büyük çoğunluğunun annesinin çalıĢmadığı görülmektedir. Türk toplumunun aile
yapısına bakıldığında, özellikle de geleneksel aile yaĢantısında kadınların çalıĢ(tırıl)madığı
bilinmektedir, dolayısıyla annelerin çalıĢmama nedeni bu duruma da bağlanabilir.Cinsiyet fark
etmeksizin hükümlüler, cezaevinden eğitime devam edemediklerini ifade etmiĢlerdir.
Görüldüğü gibi cinsiyet ile kardeĢ sayısı değiĢkenleri arasındaki korelasyon katsayısı bize bir iliĢki
olmadığını göstermektedir. Tablodan anlaĢılacağı üzere kiĢilerin kardeĢ sayıları Ģu an Türkiye‘deki
ortalama bir ailenin sahip olduğu çocuk sayısından fazla çıkmıĢtır. KardeĢ sayısının yüksek olması
eğer kiĢilerin maddi durumu da yetersiz ise kiĢileri mala karĢı suç iĢlemeye yöneltebilir.
Cinsiyet ile daha önce cezaevine girme durumu arasında anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıĢtır.
Erkeklerin daha önce cezaevinde bulunma oranları kadınlara göre daha fazladır. Bunun nedeni ise
psikolojide öne sürülen erkeklerin daha saldırgan tutumlar sergilemesi olabilir. Ayrıca
gerçekleĢtirilmiĢ olan bu çalıĢmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre sayılarının oldukça
düĢük olması da sonucun böyle çıkmasının bir nedeni olabilir.
Hükümlülerin %57,3‘ü ikametinin il merkezi olduğunu belirtmiĢtir. Bu durumda il merkezinde
ikamet edenlerin sayısının çokluğu nedeniyle suç iĢleme oranının da il merkezlerinde daha fazla
olması beklenmektedir.
Cinsiyete bağlı olarak göç etme nedeni araĢtırılmaya çalıĢıldığında erkek hükümlülerin %60,9‘u
ekonomik nedenlerden dolayı göç ettiklerini belirtirken kadınlarda aynı değiĢkenin yüzdesi oldukça
düĢük çıkmıĢtır(%9,1). Erkeklerde güvenlik nedeniyle göç ekonomik nedenden sonra gelmektedir.
Kadınlarda ise göç etme nedeni en çok %27,3 ile evliliktir; bunu sırasıyla %18,2 ile eğitim ve güvenlik
takip eder.
239
Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin yarıdan fazlası kendileri cezaevindeyken geride
kalanlara(aileye) bakımı sağlayanların yine ailelerinin ya da akrabalarının olduğunu belirmiĢlerdir. Bu
doğrultuda KiĢi suç iĢlemiĢ olsa da buradan akrabalık iliĢkilerinin korumacı bir biçimde devam ettiğini
söylemek mümkün.
Görüldüğü üzere cinsiyet ile suç iĢlenen yerleĢim yeri arasında anlamlı bir iliĢki vardır. Erkeklerin
%49,1‘i suç eylemini Erzurum il sınırları içerisinde gerçekleĢtirmiĢken, %50,6‘sı ise suç eylemini
Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢtir. Erkeklerde iki grup arasında, yani Erzurum ili-Erzurum dıĢı
arasında, pek farklılık olmadığı görülmektedir. Kadınların ise %78,1‘i suç eylemini Erzurum ili
dıĢında gerçekleĢtirmiĢken, suç eylemini Erzurum ili içerisinde gerçekleĢtirenlerin oranı ise %18,8‘dir.
Kadınların Erzurum ili sınırları dıĢında suç iĢleme oranı erkeklere göre daha yüksek çıkmıĢtır. Bunun
nedeni kadınların genellikle Ġran‘dan Türkiye‘ye geldiklerinde(özellikle Ağrı ilinde) uyuĢturucu ile
yakalanmaları olabilir.
Cinsiyet ile cezaevinde iken alınmak istenen mesleki eğitim türü arasında anlamlı bir farklılık
vardır. Erkek hükümlülerin %57,5‘i diğer kategorisi içerisine aldığımız ne olursa olsun fark etmez
ama yeter ki bir faaliyet olsun demiĢlerdir. Kadınların %77,8‘i ise kültürel, sanatsal ve sportif alanda
eğitim almak istediklerini ifade etmiĢlerdir. GörüĢmelerde kadınların yeni Ģeyler öğrenme istekleri
dikkat çekerken; erkeklerde sadece zaman geçmesi açısından bir eğitim istenildiği ya da değiĢiklik
amacı ile eğitim alınmak istenildiği gözlemlenmiĢtir.
Cinsiyet ile cezaeviyle ilgili eleĢtiri, öneri, görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmaktadır.
Kadınların büyük bölümü(%53,1) cezaevindeki yaĢam koĢullarının/idarenin iyi olduğunu ifade
ederken, erkeklerin çoğu ise yaĢam koĢullarının kötü/idarenin ilgisiz olduğunu belirtmiĢlerdir.
Kadınlar cezaevi hakkında erkeklere göre daha olumlu tutum sergilemektedirler.
Cinsiyet ile cezaevinden çıkınca(birkaç defa cezaevine girenler için) yaĢanan sorunlar arasında
anlamlı bir farklılık yoktur. Kadınların %66,7‘si sosyal uyum problemi yaĢarken %33,3‘ü cezaevinden
çıkınca sosyal yaĢama adapte olduklarını ve sosyal uyum konusunda herhangi bir sıkıntı
yaĢamadıklarını dile getirmiĢlerdir. Erkeklerin ise %26,1‘i sosyal uyum problemi yaĢadıklarını,
%25,2‘si de herhangi bir sosyal uyum problemi yaĢamadıklarını belirtmiĢlerdir.
Cinsiyet ile sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların suça eğilim yaratma durumu arasında anlamlı bir
iliĢki yoktur. Erkeklerin %27‘si, kadınların ise %34,4‘ü sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların kendilerini
tekrar suç iĢlemeye itebileceğini ifade etmiĢlerdir.
Cinsiyet ile suça iten nedenler hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık yoktur.
Erkeklerin %41,8‘i suça iten nedenler hakkında karĢı tarafın bunu istediğini, baĢlattığını(tabloda diğer
kategorisi olarak adlandırılan gruplandırma) belirtmiĢlerdir. Kadınların da %28,1‘i bu kategori
içerisinde yer almaktadır. Ayrıca kadınların %31,2‘si suça iten nedenin sosyal çevre olduğunu ifade
etmiĢlerdir. Ancak bu noktada bir çeliĢki karĢımıza çıkmaktadır. Kadın hükümlüler %31 oranında suçu
sosyal çevrenin etkisiyle iĢlemiĢken kadın hükümlülerin yalnızca %15‘i sosyal çevrelerinin kötü
olduğunu ifade etmiĢtir. Her ne kadar kendilerini suça iten bir çevre olsa da sosyal çevrelerini kötü
görmemektedirler. Bu durum karĢısında da kiĢinin yaĢadığı çevrede suçun normalleĢtiğini söylemek
mümkün. Suç bu çevrede normalleĢtiğinden dolayı da kiĢi yaĢadığı çevreden Ģikayetçi değildir.
Cinsiyet ile sosyal çevre hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık olmadığı
görülmektedir. Erkeklerin %65‘2‘si kadınların ise %43,8‘i sosyal çevrelerinin(arkadaĢ, aile ve iĢ
çevresi) iyi olduklarını belirtmektedirler. Hükümlülerin çoğu yaĢadıkları sosyal çevreden memnundur.
Cinsiyet ile suç eylemini gerçekleĢtirirken hissedilenler arasında anlamlı bir farklılık söz
konusudur. Erkeklerin kadınlara göre suçu iĢlerken daha kayıtsız kaldıkları görülmektedir. Yine
kadınların erkeklere göre suç iĢlerken korku, endiĢe içinde oldukları ve piĢmanlık duydukları
görülmektedir. Kadınların erkeklere göre suç iĢlerken daha fazla mutluluk hissettikleri saptanmıĢtır.
Bunun nedeni hakkında Ģunu da eklemek gerekir: Yapılan yüz yüze görüĢmelerde suç iĢlerken mutlu
olan kadınların genellikle tecavüzcüsünü öldürdüğü sonucuna ulaĢılmıĢtır. Kadın hükümlüler de
böylelikle namuslarını temizlediklerinden dolayı kendilerini bu suçu iĢlerken mutlu hissettiklerini
belirtmiĢlerdir.
240
YaĢ ile daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir farklılık olduğu
yukarıdaki tablolardan görülmektedir. 15-18 yaĢ aralığında olanların büyük çoğunluğunun mala karĢı
suç iĢledikleri, 19-21 yaĢ aralığındakilerin yine diğer suç türlerine oranla daha çok mala karĢı suç
iĢledikleri, yine 22-24 ve 25-34 yaĢ aralığındakilerin de en çok mala karĢı suç iĢledikleri
görülmektedir. 35-44 yaĢ aralığında bulunanların ise daha çok Ģahsa karĢı suç iĢledikleri sonucuna
ulaĢılmıĢtır. 45-54 yaĢ aralığında bulunanların da Ģahsa karĢı iĢledikleri suç ilk sırada yer alırken bunu
topluma karĢı iĢlenen suçlar takip etmektedir. 55 yaĢ üzerindeki hükümlülerin ise cezaevine topluma
karĢı, Ģahsa karĢı ve devlete karĢı iĢlenen suçlar aynı oranda gerçekleĢmiĢtir ve ilk sırada bu suç türleri
yer almaktadır.
YaĢ arttıkça mala karĢı iĢlenen suçlarda bir azalma görülürken, Ģahsa karĢı iĢlenen suçlarda nispi
bir artıĢ görülmektedir.YaĢ ile cezaevine girmeye neden olan suç türü değiĢkenleri arasında anlamlı bir
iliĢki olduğu sonucuna varılmıĢtır. 15-18 yaĢ aralığındakilerin daha çok mala karĢı suç iĢledikleri
görülürken diğer yaĢ aralığındakilerin(19-21, 22-24, 25-34, 35-44, 45-55 ve 55+) ise daha çok topluma
karĢı suç iĢledikleri görülmektedir.Mala karĢı iĢlenen suçların yerini toplum karĢı iĢlenen suçlara
bıraktığı görülmektedir. Ve çalıĢmadan yola çıkarak yaĢ arttıkça topluma karĢı iĢlenen suçların da
arttığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Akpolat, Y.(2010). Araştırma Teknikleri 1-2.Erzurum:Fenomen.
Altay, A.(2007).‗‘Türkiye‘de Mala KarĢı Suçlar ve Bu Suçları ĠĢleyenlerin Sosyo-kültürel ve
Ekonomik Özellikleri‘‘(Yüksek Lisans Tezi). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri
Enstitüsü/Suç AraĢtırmaları Anabilim Dalı, Ankara.
Ataseven, C.(2006).‗‘Suça Etki Eden Sosyal Faktörler(Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Isparta.
Bağlar, M.(2008). ĠĢsizlik-Suç ĠliĢkisi ve Ekonomik Sonuçları(Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Ġktisat Anabilim Dalı, Çanakkale.
Boğutarkan, V.(yayın yılı bilinmiyor).Suç ve Sebepleri.
DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara:Seçkin.
Dönmezer, S.(1984)Kriminoloji. 7. Baskı, , Ġstanbul:Filiz.
Ġçli, T. G.(1999).Kriminoloji.Ankara:Bizim Büro Basımevi.
Ġçli, T. G.(1993).‗‘Türkiye‘de Suçlular-Sosyal Kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘. 3. Baskı, Atatürk
Kültür Merkezi Yayını Sayı: 71, Ankara 1993.
Kumbasar, E.(2006). Türk Hukukunda Cezanın Belirlenmesi, Marmara Üniversitesi sosyal Bilimler
Enstitüsü/hukuk Anabilim Dalı, Ġstanbul.
Marshall, G.(1999).Sosyoloji Sözlüğü. (Çev.). Osman Akınhay-Derya Kömürcü.Ankara:Bilim ve
Sanat Yayınları.
Önen, M.(1991). Hukukun Temel Kavramları, 3. Baskı, Ġstanbul:Der.
Sarı, Ö. (ODTÜ Sosyoloji Bölümü AraĢtırma Görevlisi)&Önkan, Güncel(ODTÜ Felsefe Bölümü
AraĢtırma Görevlisi), Suçun Sosyolojisi, Cezanın Felsefesi
Soyaslan, Y.(2008). Bir Sapma Türü Olarak Hırsızlık Olgusu üzerine Sosyolojik Bir AraĢtırma(Elazığ
Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim
Dalı, Elazığ.
Sönmez, S.(2008). Suç ĠĢleyenlerin ĠĢledikleri Suçlar ile Eğitim Durumları Arasındaki ĠliĢki(Yüksek
Lisans Tezi), Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Eğitim Yönetimi ve Denetimi,
Ġstanbul.
Sümer, O.(2006). Sosyal DeğiĢme ve Suç(Yüksek Lisans Tezi), Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler
241
Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Malatya.
Tunç, H.(2008). Polisin Suç Olgusuna BakıĢı ve Suça KarĢı UzmanlaĢma ÇalıĢmaları(Yüksek Lisans
Tezi), Anakara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Antropoloji Anabilim Dalı, Ankara.
Türk Ceza Hukuku Derneği, Suç ve Ceza, Ceza Hukuku Dergisi, Sayı:1, Beta Yayıncılık, Ġstanbul
2009.
Üresinler, R.(2005). Sosyo-kültürel Yapı ve Suç(Kırıkkale Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale 2005.
Ġnternet Kaynakları
http://sosyolojik.wordpress.com/2010/05/28/suun-nedenleri-su-etolojisi/
http://tekniksosyoloji.wordpress.com/2010/04/28/suc-sosyolojisi/
http://www.tanikhukuk.com/Makale.php?m=133
http://www.tr.wikipedia.org/wiki/Vikipedia
242
YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK
ANALĠZĠ
Hatice KARAKUġ1
ÖZET
Bu çalıĢmanın amacı Yargıtay‘ın son üç yılda mobbing davalarına iliĢkin, yerel mahkemelerin
verdiği kararları bozma gerekçelerini incelemektir. Mobbing davaları somutlaĢtırılması ve
ispatlanması zor davalardır. Borçlar kanunu dıĢında psikolojik tacize açık bir biçimde vurgu yapan bir
kanun maddesi bulunmamaktadır. Bu nedenle Yargıtay mevcut kanunları ve farklı ülkelerde
gerçekleĢen mobbing davalarını inceleyerek yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmıĢtır.
Ülkemizde mobbing davaları iĢ akdini sonlandırılması için çalıĢanın istifaya zorlanması, kıdem ve
ihbar tazminatı alacakları gibi sebeplerle açılmaktadır. Dava örnekleri içerik analizi yöntemi ile
incelenmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Mobbing, yargıtay, çalışma hayatı.
ABSTRACT
What is intended in this study is to examine the justifications of the Supreme Court for the reversal
of the decisions made by the district courts regarding the mobbing cases during the last three years.
Mobbing cases are too difficult to be materialized, and be proved. There is no article of law, which
clearly highlights psychological harassment, other than the law of obligations. That is why the
Supreme Court examined the current laws, and the mobbing cases, which were brought before the
courts in different countries, and thereupon finalized the respective cases by way of interpretation. In
our country, mobbing cases are brought before the courts for such reasons as forcing an employee for
terminating his/her labor contract, and for the sake of severance and notice pays as well. Exemplary
cases were examined by way of content analysis.
Keywords: Mobbing, supreme court, working life
GĠRĠġ
Mobbingliteratüre yeni giren bir kavram olduğu için Türkçe karĢılığı henüz bulunmamakta ve bir
terminoloji sorunu yaĢanmaktadır. Mobbing üzerine araĢtırma yapanlar, bu olguyu tek bir sözcükle
ifade etmek yerine kavrama Türkçe karĢılık olarak ―iĢ yerinde psikolojik taciz‖ ―iĢ yerinde psikolojik
terör‖ ―iĢ yerinde duygusal taciz‖ ―iĢ yerinde moral taciz‖ ―iĢ yerinde manevi taciz‖ ―iĢ yerinde
zorbalık‖ ―yıldırma‖ ve ―iĢ yerinde yıldırmaya yönelik psikolojik saldırı‖ (Tınaz, 2006: 17),
―psikoĢiddet‖ ―birilerine cephe almak‖, ―zorbalık‖ ya da ―psikolojik terör‖(Yaman, 2009:23),
yıldırkaçır ( Tınaz, 2008a:15-16) ve son olarak Türk Dil Kurumu ―bezdiri‖ (hurriyet.com, 2013)
olarak kullanılmasını önermiĢtir. Ayrımcılık, kayırma, yıldırma/korkutma, ihmal, sömürü (istismar),
bencillik, iĢkence (eziyet), Ģiddet-baskı-saldırganlık, iĢ iliĢkilerine politika karıĢtırma, hakaret ve
küfür, bedensel ve cinsel taciz, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, dedikodu, dogmatik davranıĢlar,
yobazlık/bağnazlık gibi örgütlerde görülen etik dıĢı davranıĢlar (Yaman, 2009:1-2) psikoĢiddete örnek
gösterilebilecek tutum ve davranıĢlardır.
Mobbingi ortaya çıkaran birçok neden bulunmaktadır. HiyerarĢik yapı, iletiĢim zayıflığı, suçlu
arama, takım çalıĢması azlığı, ilgi ve ihtiyaçların ihmal edilmesi, narsist (bencil) kiĢilikler, kapalı kapı
politikası, çatıĢma çözme yetersizliği, güvensizlik, sürekli eğitime önem vermeme, kıskançlık ve
empati eksikliği (Tınaz, 2006:19) yüksek stres, zaman baskısı, ve örgütsel sorunlar (Cemaloğlu,
2007:113), bireylerin kendi baĢarısızlıklarını, yetersizliklerini baĢkalarını çekiĢtirerek, gidermesi ve bu
durumun dedikodu denilen ve genellikle yanlı ve amaçlı yorumları içeren bir yanlıĢ iletiĢim tarzını
1
Yrd.Doç.Dr.,Artvin
Çoruh
hatice_karakusx@hotmail.com.
Üniversitesi,
Fen-Edebiyat
Fakültesi,
Sosyoloji
Bölümü,
243
geliĢtirmesi (Pehlivan, 1993:66), duyguların suistimali (Töremen ve Çankaya, 2008:43), etik
değerlerin kaybolması (Pir, 2006:2), baĢarısız yönetimin varlığı, yöneticilerin mobbinge maruz kalan
kurbana inanmaması hiyerarĢik yapı, takım çalıĢmasının amacına uygun olarak yapılamaması, (Can,
2007:30) bireyi grup kurallarını kabul etmeye zorlamak, düĢmanlıktan zevk almak, zevk arayıĢı, can
sıkıntısı, ön yargıları pekiĢtirmek, ayrıcalıklı hak sahibi olduğuna inanmak, sahip olamadıklarının
acısını çıkarmak (Tınaz vd., 2008:87-99), monotonluk, ahlak dıĢı uygulamalar, yeniden yapılanma,
örgüt liderlerinin duygusal zekadan yoksunluğu (Bahçe, 2007:44-48) mobbingi ortaya çıkaran
nedenler olarak sayılabilir.
MOBBĠNG DAVRANIġLARI
Mobbing sürecinin kavranabilmesi noktasında, bu sürece Ģekil veren davranıĢların bilinmesi
gerekmektedir. Süreç içinde ortaya çıkan bu davranıĢların bazıları olumsuz olarak görülürken bazıları
etkileĢim davranıĢları olarak görülebilir (Tınaz, 2006: 16). Bu gruptaki davranıĢlar bir defaya özgü hoĢ
görülebilir. Bu davranıĢlar sistematik olarak ve uzun süre tekrar edilirse, bu durum mobbing olarak
ifade edilmektedir.
ĠĢyerinde mobbingin göstergesi sayılabilecek çeĢitli davranıĢlar bulunmaktadır. Hood (2004:25) ve
Zapf‘ın (1999:76) ele alıĢında mobbnig davranıĢlarının açılımını görmek mümkündür. Konuyla ilgili
çalıĢma yapan bir baĢka isim olan Leymann‘ın (Davenport, 2003: 18-19) ele alıĢına bu çalıĢma
kapsamında özel yer verilecektir. Çünkü HeinzLeymann, çalıĢma hayatında mobbing sürecinin
varlığına iĢaret eden 45 farklı davranıĢ türüne (leymann.se, 2013) dikkat çekmektedir.
Tablo 1:Leymann‟ın Yıldırma Eylemleri Tipolojisi
İletişime Yönelik
Saldırılar
Sosyal ilişkilere
Saldırılar
Sosyal İmaja
Saldırılar
Kendini gösterme
olanağı, iletiĢimi
kısıtlanır.
Sözü sürekli kesilir.
Mağdurla konuĢulmaz.
Arkasından kötü
konuĢulur.
Mağdurun baĢkalarına
ulaĢması engellenir.
Dedikodular ortada
dolaĢır.
Mağdura bağırılır,
mağdur yüksek sesle
azarlanır.
Mağdurun yaptığı iĢ,
özel yaĢamı eleĢtirilir.
Mağdura diğerlerinden
uzakta, izole bir iĢ yeri
verilir.
MeslektaĢlarının
mağdurla konuĢması
yasaklanır.
Mağdur gülünç
durumlara düĢürülür.
Mağdurun akıl hastası
olduğu söylenir.
Mağdura daha az
yetenek gerektiren
iĢler verilir.
Mağdur telefonla
rahatsız edilir.
Mağdur sanki orada
değilmiĢ gibi
davranılır.
Mağdura psikolojik
muayene geçirmesi
için baskı yapılır.
Mağdur öz güvenini
olumsuz etkileyen bir
iĢ yapmaya zorlanır.
Mağdurun iĢi sürekli
değiĢtirilir, yeni iĢler
verilir.
Mağdurun öz güvenini
etkileyecek, alçaltıcı
iĢler verilir.
Mağdurun çabaları,
yanlıĢ ve küçültücü
Ģekilde yargılanır.
Mağdurla alay edilir
(Özrü, dini/siyasi
görüĢü, Etnik kökeni,
özel hayatı
Kararları sorgulanır
Hakaret edilir/cinsel
imalar yapılır
Mağdura kapasitesinin
dıĢında, zor iĢler
verilir.
Mağdur tehdit alır.
(yazılı/sözlü)
Jestler ve bakıĢlarla
mağdurla iletiĢim
reddedilir.
Ġmâlar yoluyla
mağdurun varlığı
reddedilir.
Mevki ve özel
Konumun Kalitesine
Yönelik Saldırılar
Özel görev verilmez.
Sağlığa Yönelik
Saldırılar
Mağdura verilen iĢler
geri alınır,
faaliyetlerden mahrum
bırakılır.
Mağdura anlamsız
iĢler verilir.
Mağdura fiziksel
Ģiddet tehditleri
yapılır.
Tehlikeli iĢler verilir.
Mağdurun gözünü
korkutmak için hafif
Ģiddet uygulanır.
Mağdura sağlığı için
ciddi sonuçlara neden
olabilecek fiziksel
saldırılar yapılır.
Kasıtlı olarak büyük
paralar harcamaya
zorlanır.
ĠĢ yerine ya da evine
zarar vermek için
kazalara sebep
olunur.
Mağdura cinsel
saldırılar taciz (vb.)
yapılır.
Kaynak: Davenport vd.; 2003:18-19.
244
YÖNTEM
ÇalıĢmanın yöntemi içerik analizidir Ġçerik analizi, iletiĢimin ne kapsadığının analizidir. Ayrıca
doküman analizi ve gözlemlerin kesiĢim noktasına vurgu yapar (Prasad, 1).Bu anlamda analizi
yapılacak olan verinin belli konu baĢlıkları ile bağlantısı kurularak, verinin bir nevi ikinci okuması
yapılmaktadır. Bu yönüyle bu çalıĢmada, Yargıtay tarafından mobbing davalarına iliĢkin olarak
yazılmıĢ olan hukuki metinlerin, hukuki boyutu dıĢında sosyolojik boyutuyla değerlendirilmesi
yapılacaktır.
MOBBĠNG DAVA ÖRNEKLERĠ
Örnek Olay 1
YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2008/37500 K. 2010/31544
SAYILI KARARI
Dava:Davacı, kıdem tazminatı ile yıllık izin alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini
istemiştir.
Yargıtay Kararı: Davacı işçi 2005 yılı Aralık ayında yıl sonu toplantısı nedeniyle şirket çalışanları
ile birlikte Kıbrıs'a gittiklerinde genel müdürün kendisine cinsel ilişki teklifinde bulunduğunu, yine
26-29 aralık günlerinde B. K‟ da yapılan şirketin satış toplantılarına son gün genel müdüründe
katıldığını ve gala günü alkol aldığını, imzalaması gereken evrakları odasında imzalayacağını
belirterek davacıyı odasına çıkmaya mecbur bıraktığını, odaya geldiklerinde ise iş konusunu
konuşmadığını ve davacıyı içki içmeye zorlayıp, öpmeye çalıştığını, ağlayarak odayı terk ettiğini,
genel müdürün istediklerini elde edemeyince kötü davranmaya ve küçük düşürmeye başladığını, hakkı
olmadığı halde yıl sonu performans notunu düşük vererek istifaya zorladığını, olayları işyerine
aksettirince ücretsiz izine ayırdıklarını ve geçici olarak pazarlama departmanında işe başlattıklarını,
farklı departmanlarda çalışmasının kendisini rahatlatacağını düşündüğünü ama öyle olmadığını,
olayın duyulması üzerine dedikoduların yayıldığını, bakışlar kendisine yönelecek diye yemekhaneye
dahi inemediğini, yaşananlara ve baskılara dayanamayarak sinir krizi geçirdiğini ve depresyon teşhisi
konulduğunu, çalışamayacağını anlayınca akdi haklı nedenle kendisinin feshettiğini ileri sürerek
kıdem tazminatı ve yıllık izin alacaklarının hüküm altına alınmasını istemiştir. Davalı işveren iddialar
dışında delil bulunmadığını, ama iddiaların niteliği göz önüne alınarak işi ve amirinin değiştirildiğini,
davacının çalışmasını sürdürdüğünü ve 6 günlük hak düşürücü süreden sonra akdi feshettiğini
savunmuştur. Mahkemece tacizin vuku bulduğunun kanıtlanamadığı gibi 6 günlük hak düşürücü
sürede de fesih hakkının kullanılmadığı, tacizin sonraki günlerde de devam ettiğinin ileri sürülmeyip
davacının işverene şikâyet hakkını performans değerlendirmesini öğrendikten sonra bildirdiğini feshin
haklı nedene dayanmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir.
Davacı, amiri tarafından cinsel ilişki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun
düşürüldüğünü işyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalışamaz hale gelmesi
nedeniyle iş akdini sonlandırmak zorunda kaldığını iddia etmiştir. Cinsel tacizin öncelikle işyeri
dışında gerçekleştiğinin ve işveren vekili konumundaki genel müdür tarafından yapıldığının iddia
edilmesi karşısında gerçekliğinin ve ispatının güçlüğü ortadadır. Davacının taciz olayını insan
kaynaklarını bildirerek amiri konumundaki genel müdürden şikayetçi olarak gerekli tedbirlerin
alınmasını istemesi, arkadaşlarına olayın ayrıntılarını ve gizli yönlerini anlatması, yaşamış olduğu
psikolojik bunalım ve depresyon teşhisi nedeniyle alınan doktor raporları, olayın yaratmış olduğu
netice ile performans notunun düşük gösterilmesi davacının iddialarının ciddi ve olayın gerçekliği
konusunda kanaat oluşturmaktadır. Dosya içerisinde mevcut delilerin ve tanık anlatımlarının bütünlük
içinde değerlendirilmesi neticesinde; davacının olayları yer ve zaman belirterek ayrıntılı biçimde
anlatarak kendi iffetini herhangi bir sebep yokken ortaya koyması yaşamın olağan akışına aykırıdır.
Öte yandan özellikle işçinin işyerinde ve işyeri dışında amiri tarafından tacize uğradığını belirtip
ihtarname göndererek tüm detayları belirtmesi ve tacizde bulunanın amiri konumunda olan genel
müdür olması karşısında taraflar arasındaki iş ilişkisinin varlığı işverenin konumunu daha da
ağırlaştırmaktadır. Davacının arkadaşı olan tanıklar davacı gibi işyerinde çalışırken tacize uğrayıp
performans notu düşük gösterilen başka bir işçinin ismini de bildirmişlerdir. Taciz olayının etki ve
sonuçları temadi etmekte olup davacının olayların vehameti neticesin de psikolojik bunalıma girmesi,
daha evvel performansına ilişkin olumsuz bir değerlendirme bulunmamasına rağmen bu olaylardan
245
sonra performans notunun düşürülmesi, 21.7.2006 tarihinde işyerine ihtarname çekerek işverenden
amiri hakkında soruşturma başlatılarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi ve akabinde 1.8.2006
tarihinde de iş akdini bu olaylar nedeniyle feshetmesi nedeniyle temadi eden ve sonuçları itibariyle bir
nevi mobbinge dönüşen eylemler karşısında 6 günlük hak düşürücü sürenin geçtiğinden de
bahsedilemez. Akdin davacı kadın işçi tarafından feshi haklı olup kıdem tazminatının hüküm altına
alınması gerekirken hatalı değerlendirme ve gerekçe ile reddi bozmayı gerektirmiştir.
Kararın Değerlendirilmesi
Örnek olayda mobbingin ispatlanması en zor olan yansımalarından birisi olan cinsel taciz
gerekçesi ile açılan bir dava söz konusudur. Cinsel tacizin ispatlanması sorunun çözümü noktasında
iĢin en zor yanıdır. Olay çoğu zaman fail ve mağdur arasında yaĢanan bir eylem niteliğindedir.
Dolayısıyla sadece mağdur tarafından yaĢanan bir olayın inandırıcı biçimde ortaya konulması büyük
bir güçlük arz etmektedir.
26. maddede ifade edilen onurlu çalıĢma hakkının 1. Maddesi iĢ hayatında iĢverenin her türlü
cinsel tacizi engellemekle yükümlü olduğunu belirtmektedir. ÇalıĢanları bu tür durumlardan korumak
için her türlü önlemi almak iĢverenin sorumluluğu altındadır. Yine TCK‘nın 96. maddesinde kiĢiye
ruhsal yönden acı vermek Ģeklinde baĢ gösteren cinsel tacize atıfta bulunulmaktadır. Psikolojik taciz
maddesi olarak lanse edilmeye baĢlanan Borçlar Kanunun 417. Maddesinde de iĢyerinde cinsel tacizin
engellenmesi ve çalıĢanların bu tacizden korunması noktasında, iĢveren sorumluluğu anlatılmaktadır.
Türk Hukuk sisteminde cinsel tacize iliĢkin olarak kiĢilik değerlerine yapılan hukuka aykırı
davranıĢların yaptırıma bağlandığı genel hükümler olarak, Borçlar Kanunu 47 ve 49. maddeleri 2,
Medeni Kanun 24 ve 25. Maddeleri3, ĠĢ hukukunda ise 4857 sayılı kanun 24/II-d maddesi4 mevcuttur.
ĠĢçinin kiĢiliğinin korunmasına yönelik bir baĢka düzenlemede Borçlar Kanunu tasarısı
421.maddesindedir. Madde de "iĢveren hizmet iliĢkisinde iĢçinin kiĢiliğini korumak ve saygı
göstermek, sağlığını gerektirdiği ölçüde gözetmek ve iĢyerinde ahlaka uygun bir düzenin
gerçekleĢtirilmesini sağlamakla özellikle kadın ve erkek iĢçilerin cinsel tacize uğramamaları ve cinsel
tacize uğramıĢ olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür"
düzenlemesine yer verilmiĢtir. Tacizin iĢyerinde gerçekleĢmesi Ģart olmayıp iĢyeri dıĢında veya mesai
saatleri dıĢında da olması mümkündür. 4857 sayılı ĠĢ Kanunu 24/II-d bendine göre; iĢçinin diğer bir
iĢçi veya üçüncü bir kiĢi tarafından cinsel tacize uğraması ve bu durumu iĢverene bildirmesine rağmen
gerekli tedbirlerin alınmaması iĢçi bakımından haklı fesih nedeni oluĢturacaktır.
Örnek olayda söz konusu Ģahsın cinsel iliĢki teklifi ile baĢlayan ve sonrasında aldığı red yanıtı ile
iĢ hayatında ortaya çıkan sorunlar yer almaktadır. Davacı, müdürü tarafından cinsel iliĢki teklif
edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düĢürüldüğünü iĢyerinde olayın duyulması
neticesinde bunalıma girerek çalıĢamaz hale geldiğini ve içinde bulunduğu koĢullara bağlı olarak iĢ
akdinin sonlandırıldığını belirtmiĢtir.
Mobbing davalarındaki en önemli kıstaslardan birisi mobbingi baĢlatan kritik bir olayın öncesi ve
sonrası arasındaki farktır. Leymann‘ın ele alıĢında mobbingi baĢlatan kritik bir olay vardır. Mobbing
Madde 47 Temsil olunanın açık veya örtülü olarak hukuki iĢlemi onamaması hâlinde, bu iĢlemin geçersiz
olmasından doğan zararın giderilmesi, yetkisiz temsilciden istenebilir. Ancak, yetkisiz temsilci, iĢlemin yapıldığı
sırada karĢı tarafın, kendisinin yetkisiz olduğunu bildiğini veya bilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisinden
zararın giderilmesi istenemez.
Madde 49 Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille baĢkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
3
Madde24Hukuka aykırı olarak kiĢilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karĢı
korunmasını isteyebilir.
Madde 25- Davacı, hâkimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona
ermiĢ olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir.
4
ĠĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü kiĢiler tarafından iĢyerinde cinsel tacize uğraması ve iĢverene bildirmesine
rağmen gerekli önlemler alınmazsa, süresi belirli olsun veya olmasın iĢçi, iĢ sözleĢmesini sürenin bitiminden
önce veya süresini beklemeksizin feshedebilir:
2
246
sürecine hız veren olaylar serisi bu kritik olay sonrasına denk gelmektedir. Teklifin red edilmesinden
sonra iĢçinin bu duruma sessiz kalmaması ve olayların üzerine gitmeyi tercih etmesi mobbing sürecini
de ateĢlemiĢtir. Bahsi geçen örnek olayda çalıĢan, müdürünün uygunsuz teklifi sonrası (bu mobbingde
kritik olaydır) iĢ hayatının nasıl çekilmez hale geldiğini anlatmaktadır. Yılsonu performans notunun
düĢürülmesi, ücretsiz izne çıkarılması, farklı bir departmanda görevlendirilmesi kritik olay sonrası
yaĢanan mobbing sürecidir. ÇalıĢanın bahsi geçen uygulamalara kritik davranıĢ öncesi maruz
kalmayıp kritik davranıĢ sonrası maruz kalması, yargının bu kararı vermesinde etkili olmuĢtur
denilebilir. Süreç içinde böylesi hassas bir konuda dedikoduların baĢlaması üzerine, çalıĢanın iĢ
hayatından soğuyup, depresyona girmesi durumu vuku bulmuĢtur.
ÇalıĢanın iĢ hayatında küçük düĢürülmesi, onurunun lekelenmesi olayın bir diğer yansımasıdır.
Yılsonu performans notunun da bu olaydan sonra düĢürülmesi, davacının iĢ ortamında yaĢananları
daha fazla konuĢmasını engellemek için bir diğer yıldırma politikasıdır. Öyle ki mevcut davada direkt
olarak iĢten çıkarmak dikkat çekici ve Ģüphe uyandırıcı bir giriĢim olacaktır. Bu nedenle olumsuz
çalıĢma koĢulları yaratılmak suretiyle çalıĢanın kendi isteği ile istifa etmesinin yolu açılmaya
çalıĢılmıĢtır denilebilir. Yine davacının ücretsiz izne çıkarılması ve farklı bir departmanda
görevlendirilmesin, mağdurun susturulması ve olayın üzerinin kapatılmak istenmesi olarak okumak
mümkündür.
Taciz, mağdur olan bireyi çok çeĢitli açılardan etkilemekte ve hayatının normal akıĢını sekteye
uğratmaktadır. Cinsel taciz sonrası birey travma yaĢar ve bu travma etkilerini sosyal, psikolojik ve
fiziksel problemler Ģeklinde gösterir. Bireyin hayatındaki kiĢilere karĢı güven sorunu yaĢaması, sosyal
yaĢama girmekte eskiye oranla zorluk çekmesi, damgalanma, suçluluk ve utanma yaĢaması sosyal
problemler boyutunda yaĢanması olası duygu halleridir. Bu duygu hallerinin korku, kâbus, öfke
patlamaları, sinirlilik, uyku bozukluğu, özgüven sorunu, duygusal iniĢ ve çıkıĢlar yaĢama, yeme
bozukluğu, fiziksel Ģikâyetler ve kendine olan bakıĢ açısında farklılaĢmaların olması gibi psikolojik ve
fiziksel yansımaları da zaman içinde kendini gösterecektir. Bir kadın olarak yaĢadığı olayın
cinsiyetinden kaynaklı olduğuna dair bir düĢünce kendine ve kendi bedenine olan yabancılaĢmayı da
beraberinde getirebilir. Taciz sonrası çeĢitli boyutlarda hayat dengesi bozulan çalıĢanın eskisi gibi
iĢinde baĢarılı olması ve üstün performans göstermesi istisnai bir durum olacaktır. Taciz mağduru olan
kadının kendi ve dünyayla olan barıĢı ve huzuru da bozulmuĢtur. Olayı hem kendine hem de dıĢarıdaki
insanlara anlatma zorunluluğu kiĢinin bu süreçteki en zor sınavıdır. Özellikle iç dünyasındaki
sorgulamalara çevresindeki insanların düĢünceleri etki edecektir. Taciz mağduru olan kadın
çevresindeki kadın ve erkeklerin olayı nasıl değerlendirdiğine dikkat etmektedirler. Bu süreçte
dıĢlanma, etiketlenme, sorgulanma yaĢaması olasılıklar dâhilindedir. Kısaca özetlemeye çalıĢtığımız
bu tablonun cinsel kaynaklı bir mobbing eylemi olduğu söylenebilir.
Örnek olayda Yargıtay davacının tedbir alınması için giriĢimde bulunmasını, arkadaĢlarına
durumdan bahsetmesini, olay sonrası yaĢadığı ruhsal dengesizliğe iliĢkin doktor raporunun varlığını,
performans notunun düĢük verilmesini olayın gerçekliğine iliĢkin olarak önemli emareler olarak
değerlendirmiĢtir. Ayrıca olayda deliller ve tanık anlatımları da söz konusudur. Davacının bir iĢçi
olarak amiri konumundaki genel müdüre ihtarname göndermesi ve ihtarnamede bütün detaylara yer
vermesi de dikkat çekici bir diğer durumdur. Ayrıca taciz mağduru olup performans düĢürülmesi
muamelesi ile karĢılaĢan baĢka bir iĢçinin varlığı da yerel mahkemece verilen kararın bozulmasında
etkili olmuĢtur denilebilir.
Örnek Olay 2
YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠ E. 2009/13475 K. 2011/23573 SAYILI KARARI
Dava: Taraflar arasındaki, kıdem ve ihbar tazminatı, izin, fazla mesai, kötü niyet tazminatı
alacaklarının ödetilmesi davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerle gerçekleĢen
miktarın faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine iliĢkin hüküm süresi içinde
duruĢmalı olarak temyizen incelenmesi davalı avukatınca istenilmesi üzerine dosya incelenerek iĢin
duruĢmaya tabi olduğu anlaĢılmıĢ ve duruĢma için 12.07.2011 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı
kâğıdı gönderilmiĢti.
247
Yargıtay Kararı: Davacı vekili dava dilekçesinde ve aĢamalardaki beyanlarında müvekkilinin,
davalı Ģirkette 05.01.2000-16.02.2006 tarihleri arasında marka müdürü olarak görev yaptığını,
iĢyerinde çalıĢma koĢullarının iĢ güvenliği ve iĢçi sağlığı açısından kanun ve yönetmeliklere aykırı bir
konum sergilemesi, iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması,
iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmamıĢ olması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢçıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin
hijyenik kurallara uymaması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki
yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti,
emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince
periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında
gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı
davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda
gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun
düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi yanında iĢyerindeki mobbing olarak kabul
edilecek Ģekilde amirlerin baskıcı tutumu, uygulanan para politikası, vaat edilen primlerin
ödenmemesi gibi nedenler yüzünden çalıĢma hayatının çekilmez hale geldiğini, davacının bu
koĢullarda iĢyerinde çalıĢma olanağı kalmadığını 15.2.2006 günlü dilekçesi ile davalı iĢverenliğe
bildirdiğini ve akabinde de 02.03.2006 günlü baĢvurusu ile ihbar önelini kullanmaya baĢladığını, yeni
iĢ arama izni konusunda ne Ģekilde hareket etmesi gerektiğini sorması üzerine iĢverenliğin 07.03.2006
günlü yazısı ile iliĢiğini kesmek üzere personel müdürlüğüne baĢvurması bildirilerek iĢ akdinin
feshedildiğinin iĢverence kabul edildiğini, iĢ akdinin feshine rağmen alacaklarının ödenmediğini
beyanla kıdem tazminatı ve diğer bir kısım iĢçilik alacaklarının faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava
etmiĢtir.
Mahkemece iĢ akdinin iĢverence haklı bir neden olmadan feshedildiği, kıdem tazminatına hak
kazandığı, ihbar öneli kullandırılmadığından ihbar tazminatına da hak kazandığı, izin ve fazla mesai
alacağının bulunmadığı, iĢ güvencesi kapsamında bulunması nedeni ile kötü niyet tazminatı talep
edemeyeceği gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiĢtir. Davacı vekilinin dava dilekçesi
ile aĢamalardaki beyanları, davalı tarafın savunmaları dikkate alındığında Yerel Mahkeme kararı
HUMK'nun 388.maddesindeki uygun olmadığı gibi, özellikle tarafların iddia ve savunmaları ile
deliller tartıĢılmamıĢ, kabule ne Ģekilde hangi delillere göre ulaĢıldığı karar yerinde açıklanmamıĢtır.
Mahkemece yapılacak iĢ, davacının iĢ sözleĢmesinin fesih nedenlerini irdeleyerek, dava dilekçesinde
belirtilen iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün
ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmaması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢ-çıkıĢlarda tehlike
arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara
uymuyor olması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun
çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme
izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik
kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi
zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve
genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik
önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma
yönteminin benimsenmesi gibi olumsuzluklar ve mobbing iddialarının irdelenerek sonucuna göre
karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile gerekçesiz Ģekilde karar verilmesi bozmayı
gerektirmiĢtir.
KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
Örnek olay 3‘teki durumu Leyman‘ın tipolojisinde5. Kategoride yer alan sağlığa yönelik saldırılar
kısmından yola çıkarak yorum yapmak mümkündür. ÇalıĢma ortamının sağlığı tehdit edecek
boyutlarda olması ―kurbanı zarara sokmak amacıyla çeĢitli giriĢimlerde bulunulabilir‖ maddesi ile
açıklanabilir. Öyle ki örnek olayda gebelik süreci söz konusudur. Gebeliği zorlayıcı çalıĢma
koĢullarının varlığı çalıĢanı tedirgin edecektir. Sağlığı ve güvenliği konusunda yaĢadığı sorunlara ek
olarak hamilelik sürecinde yasanın kendine verdiği hakları kullanamaması da dikkat çekici bir diğer
noktadır. ĠĢçinin emzirme izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması hem
iĢyerinde baskı yapıldığını hem de çocuk ve anne sağlığı açısından uygunsuz bir durumun yaĢandığını
248
göstermektedir. Yine yurtdıĢından gelen konukları gece ağırlama mecburiyetinde bırakılması
―onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması‖ maddesi ile örtüĢmektedir. Örnek olayda
geçen olayları kiĢiye anlamsız iĢler verilmesi suretiyle iĢten el ayak çektirilmek olarak okumak da
mümkündür. Burada amacın, çalıĢanın kendi isteğiymiĢ gibi iĢten çıkmasının koĢullarını hazırlamak
olarak da yorumlamak mümkündür. Yapısal iĢten çıkarma, bir iĢverenin kasıtlı olarak iĢ koĢullarını
aslında çalıĢanın orayı terk etmek zorunda kalacağı kadar dayanılmaz hale getirmesi ile olur
(Davenport vd.; 2003: 163). Mahkemeler yapısal iĢten çıkarmayı isteğe bağlı bir istifa olarak
görmedikleri için bir kanıt olarak değerlendirebilirler.
Mobbing sürecinin hamilelik yaĢayan bir kadın açısından zorluk derecesi tahmin edilebilir. Burada
esas tartıĢılması gereken durum hamile olan bir kadına mobbing uygulayan kiĢinin psikolojik
yapısıdır. Örnek olayda geçen süreci baĢlatan kiĢinin de zamanında bir mobbing mağduru olduğu
varsayılabilir. ĠĢ hayatında çok zorluk yaĢayan kiĢiler yönetici konumuna geldikleri zaman kendi
yaĢadıklarının acısını çıkarırcasına acımasız olabilirler. Hamile olan bir çalıĢanın yasal haklarını dahi
kullanmasını engelleme giriĢimi, sürecin en zalimce yanlarından birisini oluĢturmaktadır. ÇalıĢanın
zor çalıĢma koĢullarına rağmen görevini devam ettirmeye çalıĢması, maddi olarak bu iĢe ihtiyaç
duyduğunun göstergesidir. Mobbing uygulayacak kiĢi açısından bu durum fevkalade bir fırsattır.
ÇalıĢanın Ģartsız denilene riayet edeceğinin bilinmesi, mobbing uygulayan kiĢinin karar alma sürecini
kolaylaĢtırmaktadır. ÇalıĢanın onurunu zedeleyecek iĢler yapmaya zorlanması ve bu durumda sesini
dahi çıkaramaması bu durumu doğrular niteliktedir. Mobbing uygulayan kiĢiler zaman zaman kendi
egosunu diğer çalıĢanlar üzerinde kurduğu baskı ve zorlamalar ile beslemektedir. Söz konusu davada
çalıĢanın hamileliğine rağmen zor çalıĢma koĢularına maruz bırakılması akıllara narsist, zorba,
eleĢtirici, fesat mobbingci (Tınaz; 2008b: 39-42) tiplerini getirmektedir.
Hamile kadının diğer çalıĢanlar gibi performans gösteremeyeceği Ģeklindeki bir düĢünce de örnek
olaydaki durumu yaratmıĢ olabilir. Hamileliğin ilerlemesine bağlı olarak kadının fiziksel
performansında düĢüĢler olacaktır. ÇalıĢma hırsı, yönetme isteği, ―eti senin kemiği benim‖ Ģeklinde
kabul gören bir yönetim anlayıĢının bu düĢünceyi yarattığı söylenebilir.
Örnek olay 3‘de Yargıtay yerel mahkemenin mevcut davayı eksik incelediğine vurgu yapmaktadır.
Yerel mahkemenin gerekçesiz Ģekilde karar vermesi bozmayı doğuran bir neden olarak karĢımıza
çıkmaktadır. ÇalıĢanların iĢ sağlığı ve güvenliğinin korunması iĢverenin sorumluluğunda olan bir
durumdur. TCK‘nın 117. Maddesi insan onuru ile bağdaĢmayan çalıĢma koĢullarına izin veren
iĢverene yönelik verilecek cezalardan bahsetmektedir. Ayrıca Borçlar kanunun 417. Maddesi iĢverenin
iĢ sağlığı ve iĢ güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu belirtmektedir. Buna ek olarak Anayasanın
5 ve 56. Maddesi5 de bu maddeleri destekler niteliktedir. Bu maddelerde devletin çalıĢanın maddi ve
manevi varlığını korumak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu ifade edilmektedir. Mevcut
davada çalıĢma ortamının hijenik koĢullardan yoksun olduğu, gebeliğin son dönemine kadar yoğun bir
çalıĢma ortamının varlığı, çalıĢma saatleri dıĢında görevinin devam etmesi, izinlerini kullanmadığı
halde kullanılmıĢ gibi gösterilmesi ve bu konuda zorla imza attırılması, fazla mesaiye kalmaya mecbur
bırakılması, bayram günlerinde dahi çalıĢmak zorunda bırakılması baskıcı bir tutumun varlığı,
primlerin ödenmemesi gibi nedenlerle davacı iĢ yaĢamının çekilmez ve yaĢanmaz bir boyuta geldiğini
dava dilekçesinde vurgulamıĢtır. Dava dosyasında çalıĢma ortamında çalıĢanın gerek beden sağlığı
gerekse ruh sağlığının korunması için gerekli koĢulların yoksunluğu dikkat çekmektedir. Yargıtay
mobbinge vurgu yapan bu emarelerin yerel mahkeme tarafından yeterince irdelenmediğine kanaat
getirerek davayı bozmuĢtur. Yargının bu kararı almasında mobbing sürecinin artık günlük yaĢantımız
ve yargıda kabul edilen ve bilinen bir süreç olmaya baĢlamasının etkisi olduğu düĢünülebilir. Öyleki
mevcut tablonun bire bir mobbing sürecini anımsatması davanın bozulması gibi bir sonucu da
beraberinde getirmiĢtir denilebilir.
Madde 5 Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kiĢilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kiĢinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaĢmayacak surette
sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının geliĢmesi için
gerekli Ģartları hazırlamaya çalıĢmaktır.
Madde 56 Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaĢama hakkına sahiptir.
5
249
Örnek Olay 3
YARGITAY
9. HUKUK DAĠRESĠNĠN 18/ 11/ 2009 TARĠH VE 2007/620-2009/817,
2012/11638 SAYILI KARARI
Dava: Davacı, manevi tazminat, kıdem tazminatı ve ücret alacaklarının ödetilmesine karar
verilmesini istemiĢtir.
YARGITAY KARARI
Davacı Ġsteminin Özeti: Davacı, 01.10.2004 tarihinden itibaren davalı Ģirkette çalıĢmaya
baĢladığını, iĢ akdinin haklı neden olmaksızın 22.06.2005 tarihinde sona erdirildiğini; Ankara 16.ĠĢ
Mahkemesinde açılan iĢe iade davasının lehine sonuçlandığını, karar sonrası yeniden iĢe baĢlatıldığını,
ancak tüm çalıĢanlardan soyutlandığını ve fabrikanın en gürültülü ve ücra köĢesinde basit bir masa
verilerek burada çalıĢmasının istenildiğini, daha sonra iĢyeri idari ve fabrika binasının dıĢında köpek
kulübesinin yanında çok kötü olan bir odada çalıĢmasının istendiğini, üzerinde baskı kurulduğunu;
çalıĢılması mümkün olmayan yerlerde çalıĢmaya zorlanarak, manevi dengesinin bozulduğunu ve
mesleğine karĢı soğuma yaĢadığını haksız olarak, maruz kaldığı bu davranıĢlar nedeniyle acı, elem ve
ızdırapduyduğunu iĢ sözleĢmesini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı ve manevi
tazminat ile ücret alacaklarını istemiĢtir.
Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlar, keĢif ve bilirkiĢi raporuna
dayanılarak, davacının olumsuz çalıĢma koĢullarına rağmen dört ay yirmi üç gün süre ile iĢverene
herhangi bir itirazda bulunmadan iĢyerine gidip geldiği ücretlerini aldığı, davacının iĢverenin bu
davaranıĢını kabullendiği, zira iĢe baĢladığı tarihten itibaren altı iĢ günü içinde haklı nedenle fesih
hakkını kullanmadığı, dolayısıyla yasanın öngördüğü hak düĢürücü süreyi geçirdiği, davacının ücret
alacaklarının tamamen ödendiği buna iliĢkin belgenin de davalı iĢveren tarafından dosyaya sunulduğu,
davacının iĢ sözleĢmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiĢtir.
Gerekçe: ĠĢyerinde psikolojik taciz (mobbing) çağdaĢ hukukun son zamanlarda mahkeme
kararlarında ve öğretide dile getirdiği bir hukuki kurumdur. Örneğin Alman Federal ĠĢ Mahkemesi bir
kararında bu kavramı; iĢçilerin birbirine sistematik olarak düĢmanlık beslemesi, kasten güçlük
çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin iĢçinin baĢta iĢveren olmak üzere amirleri tarafından
gerçekleĢtirilmesi olarak tanımlanmıĢtır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere iĢçi bir
taraftan diğer iĢçiye, diğer taraftan iĢverene karĢı korunmaktadır. ĠĢçinin anlattığı mobbing teĢkil eden
olayların tutarlık teĢkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. KiĢilik hakları ve
sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığının tartıĢmasız kabulünü doğurur. Somut olayda;
22.06.2005 tarihinde davacının iĢ akdine son verildiği, Yargıtay onamasından geçerek kesinleĢen iĢe
iade kararı üzerine tekrar iĢe baĢlatıldığı, ancak daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmayıp, keĢif
sırasında çekilen fotoğraflara ve dosya kapsamına göre kapısı olmayan, içerisinde sadece bir masa ve
hijyenik olmayan tuvalet bulunan, köpek kulübesine yakın bir yerde çalıĢmaya zorlandığı,
anlaĢılmıĢtır. Davacının yaptığı iĢ, mezuniyeti ve kariyeri dikkate alındığında; olumsuz koĢullar
taĢıyan, kapısı dahi olmayan bu yerde çalıĢmaya zorlanması açıkça mobbing uygulaması olup, iĢini
kaybetme korkusuyla belli bir süre çalıĢmanın süreklilik arzeden bu uygulamayı kabul anlamına
gelmeyeceği açıktır. Somut olaydaki bu olumsuzlukların, iĢ koĢullarında aleyhe değiĢiklik kapsamında
olmayıp, mobbing kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği anlaĢılmakla, davacının bu nedenle iĢ
akdini feshinin haklı nedene dayandığı; Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu olan, endüstri
mühendisi olarak görev yapan davacının yukarıda özellikleri sayılan olumsuzlukları taĢıyan bir yerde
görev yapmaya zorlanmasının, diğer iĢçiler nezdinde onur kırıcı bir durum olarak değerlendirilip
hakkaniyete uygun bir miktar manevi tazminatı da gerektireceği düĢünülmeden kıdem tazminatı ve
manevi tazminat taleplerinin tümüyle reddine karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir.
KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
Davacı iĢe baĢladığı tarihten bir yıl sonra haklı bir gerekçe gösterilmeden iĢinden çıkarılmıĢ ve iĢe
iade davasının olumlu sonuçlanması ile 1 yıl sonra iĢine geri dönmüĢtür. Mobbingi baĢlatan süreç ise
bu dönemden sonra baĢlamıĢtır. Mobbing kiĢiyi iĢinden ve iĢyerinden yıldırma ve soğutma
politikasıdır. Örnek olayda çalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması, kötü bir yerde çalıĢmaya
baĢlatılması, bu zaman zarfında baskı görmesi, imkânsız yerlerde çalıĢmaya zorlanması ve süreç
250
içinde manevi dengesinin bozularak acı çeken bir duruma gelmesi, bu dava kapsamında mobbinge
iĢaret etmektedir. KiĢinin yaptığı iĢ ve kariyeri dikkate alındığında kötü çalıĢma koĢullarına maruz
bırakılarak kiĢinin kendi isteği ile görevi bırakmasının amaçlandığı varsayılabilir. Bu tür olaylarda
iĢveren haklı bir gerekçe yaratamadığında, kiĢinin kendi isteği ile iĢi bırakmasını bekleyecektir. Bu
amaca ulaĢmak için olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılarak kiĢiyi küçük düĢürmek, mesleki konumu ile
ilgili olarak olumsuz bir görüntü yaratmak hedef davranıĢlar arasındadır. Mobbing süreci tam da bu
Ģekilde ilerlemektedir.
Davacı kiĢi daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmamakta, görevlendirildiği yeni çalıĢma yerinin
olumsuz koĢulları ise fotoğraflar ile belgelendirilmektedir. Mobbing davalarında kiĢilerin
mağduriyetlerini ispatlamaları somut belgelere bağlıdır. Öyle ki kiĢinin eski ve yeni iĢyeri arasındaki
mekânsal ve koĢullar düzeyindeki farkın ortaya konulması, kariyerinin altında bir iĢe layık görülmesi,
bütün bunlar gerçekleĢirken baskıya maruz bırakılması, çalıĢması mümkün olmayan iĢlerde ve
yerlerde çalıĢmaya mecbur bırakılması bir mobbing davası olarak sonuçlanmasını beraberinde
getirmiĢti.
Söz konusu davayı Leymann‘ınmobbing tipolojisi boyutunda da değerlendirmek mümkünüdür.
ÇalıĢanların kurbanla temas etmeyi reddetmesi anlamında iletiĢime yönelik, çalıĢma arkadaĢlarından
uzakta bir ofiste çalıĢmak zorunda bırakılması noktasında sosyal iliĢkilere, onurunu zedeleyici iĢler
yapmak zorunda bırakılması nedeniyle sosyal imaja yönelik, iĢini artık yaratıcı anlamda yapamaması
için her türlü çalıĢma faaliyetinin engellenmesi, kendisine aĢağılayıcı ve anlamsız iĢler verilmesi
noktasında mesleki ve özel konumun kalitesine yönelik saldırılar Ģeklinde mobbinge maruz kaldığını
ifade edebiliriz.
Mobbing uygulayan kiĢiler çoğu zaman iĢyerini kendi iĢyeri gibi sahiplenebilir. Kendine verilen
yetki onun için çok önemlidir. Mobbing uygulayan kiĢi kendini farklı bir kimlikte ifade edemediği için
mobbing yapıyor olabilir. Ya da mobbing uyguladığı kiĢinin etiketine yönelik bir aĢağılık duygusuna
sahip olabilir. Kendini farklı alanlarda dikkat çekici bir Ģekilde ifade edemediği için ―ben burdayım ve
güç bende‖ mesajını vermek için mobbingi bir yöntem olarak uyguluyor denilebilir. Mobbing
uygulamaları uygulayan açısından iĢlerin istediği Ģekilde yürümesi için uygun koĢulları yaratıyor da
olabilir. Kısacası iç dünyasında yıllarca büyüttüğü kiĢiliğin dıĢa yansımasının mobbing olması
mümkündür denilebilir. Ve mobbingi uyguladığı kiĢinin baĢarılı olması da bu süreci yaratan bir faktör
olarak değerlendirmek mümkündür. ÇalıĢanın bazı özelliklerini kendi iktidarına yönelik bir tehlike
olarak algılaması da ihtimaller dâhilindedir. Bütün bu yorumlamalara bağlı olarak örnek olayda sözü
geçen geliĢmeleri böylesi bir sürecin yarattığı varsayılabilir.
Yargı tarafından alınan bu kararı Anayasa, TCK ve Borçlar Kanunu kapsamında da
değerlendirmek mümkündür. Öyleki Borçlar kanunun 417. Maddesi psikolojik taciz olarak okunabilir.
Bu madde kapsamında iĢveren çalıĢanın kiĢiliğini korumak ve kiĢiline saygı duymak zorundadır.
Ayrıca psikolojik tacize uğramamaları için her türlü önlemi almakla da yükümlüdür. Yine TCK‘nın
117. maddesinde vurgulandığı üzere, kiĢiyi insan onuru ile bağdaĢmayacak çalıĢma koĢullarına tabi
tutmak yanlıĢtır. Anayasanın 17. Maddesinde6 kiĢiye insan onuru ile bağdaĢmayan muamele
yapılamaz ifadesi de bu örnek olayda ifade edilebilecek kanunlardandır. Anayasanın 10. Maddesi
çalıĢanlar arasında ayrım yapılmaksızın eĢit muamelede bulunulması gerekir ifadesi yer almaktadır.
Söz konusu örnek olayda çalıĢanın çalıĢma arkadaĢlarından soyutlanması, mezuniyet ve kariyerine
bağlı olarak standartların dıĢından bir iĢe layık görülmesi, çalıĢmaya zorlanması bu maddelerin ihlali
niteliğindedir. Söz konusu tabloda çalıĢan diğer çalıĢanların nezdinde aĢağılanmakta, alay konusu
olmakta kısaca onuru ve Ģerefi ile bağdaĢmayan bir muameleye tabi olmaktadır. ÇalıĢanın diğer
çalıĢanlardan soyutlanması ise eĢitlik prensibine ters düĢmektedir. Bütün bu giriĢimler çalıĢma
hayatının düzeni ve disiplinine zarar vermektedir.
6
Madde 17KiĢinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı. Herkes, YaĢama, Maddi ve Manevi varlığını koruma ve
geliĢtirme hakkına sahiptir.
251
SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME
Ülkemizde amire itaat geleneğinin hâkim olduğu bir çalıĢma anlayıĢı vardır. Böylesi bir anlayıĢ
mobbing uygulayacak olan kiĢinin iĢini kolaylaĢtırmaktadır. Mobbing iĢyerinde yıldırmaya dayalı
psikolojik bir saldırıdır. ÇalıĢanın tehdit edilmesi, küçük düĢürülmesi, yaptığı iĢin eleĢtirilmesi, görev
tanımının dıĢında iĢler verilerek baskı kurulması bu saldırıya yön veren davranıĢlardır. Bir süre sonra
mobbing uygulanan kiĢi iĢini yapamıyor, hatalar yapıyor ve çalıĢanın performansı düĢüyor, en
nihayetinde iĢ hayatı çekilmez duruma geliyor.
Mobbing sürecinde yargı yoluna gitmek, çalıĢanın hak arama hürriyetinin tartıĢmasız bir gereğidir.
Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen örnek olaylarda çalıĢanların hak arama eylemleri ayrıntılı
olarak incelenmiĢtir.
Mobbing sürecinde çalıĢana vurulan darbeler fiziksel değil psikolojiktir. Bu durum süreci
ispatlamanın önündeki en büyük engeldir. Yine bu süreç birikimli olarak ilerlemektedir. Bu uzun
yolda anlamsız gibi görünen sayısız olay vardır. Zaman içinde bu olayların bir araya getirilmesi ile
mobbing süreci netleĢmektedir.
Türk hukuk siteminde mobbing sürecine yön veren ve bu süreçle mücadele kapsamında yol
haritası görevi görecek olan herhangi bir mevzuat veya hüküm bulunmamaktadır. Yasalarımızda geçen
bazı düzenlemeleri dolaylı yasal düzenleme olarak ele almak mümkündür. Nitekim bu çalıĢma
kapsamında yer verilen dava örneklerinde çeĢitli kanun maddelerinin yorumlanması yoluyla, mobbing
süreci açıklanmıĢtır. Konuyla ilgili olarak hukuksal yaĢamda da mobbingin açılımına iliĢkin net ifade
ve yönlendirmelerin olmaması, hukukçuların da yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmasına neden
olmuĢtur. Mağdur olan çalıĢanın mağduriyetinin ispatlanması mobbing sürecinde oldukça önemlidir.
Ġddialar üzerinden çalıĢanın yaĢadığı mağduriyeti aĢması hayal olacaktır. ÇalıĢanın yasal olarak
haklılığını ispatlaması somut belge, doküman ve Ģahitlere bağlıdır. Aksi halde çalıĢanın hukuki
anlamda hakkının aranması mümkün olmayacaktır.
Yargıtay kararları açısından iĢyerinde yaĢananların mobbing olarak değerlendirilmesi için
çalıĢanın ya iĢveren ya da bir baĢka çalıĢan tarafından süreklilik arz edecek bir Ģekilde bezdirilmesi,
güçlükler çıkarılarak yıpratılması, küçük düĢürülmesi, onuru, gururu ve Ģerefine yönelik saldırıların
olması gerekir. Yargıtay tarafından mobbing olduğuna kanaat getirilen davaların birçoğunda insan
onuruna yakıĢmayan durumların medeni kanun, iĢ kanunu, borçlar kanunu ve anayasa maddeleri
çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Daha önce de vurgulandığı gibi, mobbinge vurgu yapan
özel bir kanunun olmaması, yorumlama yoluyla davaların sonuçlandırılmasının önünü açmıĢtır.
Mobbing ile ilgili olarak evrensel nitelikte bir düzenlemenin varlığından söz etmek de mümkün
değildir. Güncel ve geçerli bir süreçle ilgili hukuksal bir düzenlemenin eksikliği, davalardaki boĢluğun
doldurulmasını güçleĢtirmektedir. Açık ve net düzenlemeler olmasa dahi özel ve genel kanunları
somut örnek olaylara uyarlamak mümkündür. Özellikle son zamanlarda Borçlar Kanunun 417.
maddesinin psikolojik taciz olarak türkçeleĢtirilmesi ve baĢbakanlık tarafından yayınlanan psikolojik
taciz genelgesi, mobbingin hukuksal arenada tanınması sağlamıĢtır. Bu geliĢme aynı zamanda
mobbing davalarının sayısındaki artıĢı da beraberinde getirmiĢtir.
Sonuç olarak mobbing davaları ile ilgili olarak Yargıtay‘ın son üç yıllık zaman zarfında vermiĢ
olduğu kararlar çalıĢan haklarının savunulması ve haksız uygulamalar son vermesi noktasında
sevindirici bir geliĢme olarak değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA
Bahçe, Ç. (2007). Mobbing OluĢumunda Örgüt Kültürünün Rolü: Bir Örnek Uygulama, Yüksek
Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı Ġnsan
Kaynakları Yönetim Bilim Dalı, Ankara, Türkiye.
Can, Y. (2007). A Tipi KiĢilik ve B Tipi KiĢilikler Bakımından Mobbing KiĢilik ĠliĢkisinin
Ġncelenmesi ve Bir Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme
Anabilim Dalı, Kocaeli, Türkiye.
252
Cemaloğlu, N. (2007). ―Örgütlerin Kaçınılmaz Sorunu: Yıldırma‖, Bilig Dergisi, Sayı:42, 111-126.
Davenport, N. vd. (2003). Mobbing ĠĢyerinde Duygusal Taciz, Çev: Osman Cem Önertoy, Ġstanbul:
Sistem Yayıncılık.
Pehlivan, Ġ. (1993). Eğitim Yönetiminde Stres Kaynakları, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Enstitüsü, Ankara, Türkiye.
Tınaz, P. (2006). ―ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)‖, Çalışma ve Toplum Dergisi, S:4, 13-28.
Tınaz, P. (2008a). ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (MOBBING), Ġstanbul: Beta Basım Yayınevi.
Tınaz, P. vd. (2008b). ÇalıĢma Psikolojisi ve Hukuki Boyutlarıyla ĠĢyerinde Psikolojik Taciz
(Mobbing), Ġstanbul: Beta Yayıncılık.
Töreman, F., Çankaya, Ġ. (2008). ―Yönetimde Etkili Bir YaklaĢım: Duygu Yönetimi‖, Kuramsal
Eğitimbilim, 1(1), 33-47.
Yaman, E. (2009). Yönetim Psikolojisi Açısından İşyerinde Psikoşiddet (Mobbing), Ankara: Nobel
Yayın Dağıtım.
Zapf, D. (1999). ―Organisational, WorkGroupRelatedandPersonalCauses of Mobbing/Bullying at
Work‖, ĠnternationalJournal of Manpower, Vol:20, 70-85.
Yararlanılan Ġnternet Kaynakları
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17079164.asp,
(15.05.2013)
Hood,
ĠĢyerinde
S.(2004);
―WorkplaceBullying,
www.members.shaw,ca/mobbing/mobbingCA.
psikolojik
Canadian
Tacizin
Business
Yeni
Adı,
Magazine‖,
Leymann, H ;―The Definition of Mobbing at Workplaces‖, TheMobbing Encyclopedia,
http://www.leymann.se/English/12100E.HTM, (12.06.2013).
Prasad,
D.
B.,
―Content
Analysis,
A
MethodSocialScienceResearch‖,
http://www.css.ac.in/download/deviprasad/Content%20Analysis.%20A%20method%20of%20
Social%20Science%20Research.pdf, 09.06.2013).
253
254
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN
ĠNCELENMESĠ
Ezgi YĠĞĠT1
DurmuĢ Ali SAĞLIK2
ÖZET
03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı Denetimli Serbestlik Hizmetleri Kanununun 15/A ve 27nci
maddeleri, 13.12.2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunun
105/A maddesi ile 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 47 nci maddesine
dayanılarak, revize edilerek hazırlanan, 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Yönetmeliği ile Ceza
Ġnfaz Kurumu‘ndan KoĢullu Salıverilme Süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme
kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna
göre yükümlülükler belirlenmekte ve bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları
yapılmaktadır. Buradan hareketle T. Hirshi‘ nin sosyal kontrol teorisine göre bireyin suça yönelme
olasılığı onun toplumdaki bağlantıları, bağlılık ve hedefleriyle ilgilidir. Bunların olmayıĢı ya da
zayıflığı, onun suça yönelmesine neden olabilir. ġu halde denetimli serbestlik kurumunun temel
iĢlevlerinden biri de, suça yönelen bireyin muhtelif sosyal bağlar kurmasını sağlamak, olası mevcut
bağları güçlendirmek, hedef belirlemesini sağlamaktır. Sistem aynı zamanda, etiketleme
kuramcılarının (H. Becker, E. Goffman) özellikle vurguladıkları, kiĢinin birincil sapmadan itibaren
olayın sosyal çevrede bilinmesinden kaynaklanan etiketlenme sürecinden olabildiğince uzak
tutulmasını da hedeflemektedir. Bu çerçevede çalıĢmanın amacı, Denetimli Serbestlik Kurumu‘ndan
yararlanan, suç iĢleyen kiĢiler için bu mekanizmaların ne ölçüde iĢletilebildiğini değerlendirmek ve
bulgu sınırları çerçevesinde öneri geliĢtirme çabasıdır.
Anahtar Kelimeler: Denetimli Serbestlik, risk değerlendirme, iyileştirme çalışmaları
ABSTRACT
According to the results of risk evaluation about the convicts who were released from penal
institutions one year earlier than parole duration thanks to Probation Legislation which was dated
03.05.2013 which is revised and prepared based upon 15/A and 27th articles of Probation Services Act
with the number of 5402 and dated 03.07.2005, 105/A article of Law on the execution of sentences
and security measures with the number of 5275 and dated 13.12.2004 and 47th article of Children
Protection Act with the number of 5395 and dated 03.07.2005 and convicts who are ordered to
probation with the same legislation, convicts are identified and improvement studies are conducted
based on a plan. Thus, according to social control theory of Hirshi, the possibility of a person to
commit a crime depends on his/her connections, commitments and targets in the society. Nonexistence or weakness of those might lead that person to commit a crime. Then, one of the
fundamental pillars of probation is to help a person who tends to commit a crime to create several
social bonds, strengthen possible current connections and set a goal. The model also targets to keep the
person away from tagging process, that is especially emphasized by tagging theoreticians (H. Becker,
E. Goffman), from social environment after the first deviance when it is known by members of social
environment. In this context, the aim of this study is to evaluate how efficiently this model works for
criminals who utilized from probation and to make suggestions for improvement in the lights of
findings.
Keywords:Probation, risk evaluation, enhancement studie
1
Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Eğitim ve ĠyileĢtirme Bürosu,
ezgiyigitsos@gmail.com
2
Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Değerlendirme ve Planlama
Bürosu, d-dsaglik@windowslive.com
255
DENETĠMLĠ SERBESTLĠĞĠN KURULUġU VE TEġKĠLATLANMASI
Denetimli serbestlik sistemi Anglo-Amerikan hukuku kökenli olup zaman içinde Kıta Avrupa‘sına
yayılmıĢ, farklı uygulanma usulleri ile kapsamı giderek geniĢleyerek bugünkü Ģeklini almıĢtır (Nursal
ve Ataç; 2006).
Denetimli serbestlik, ceza hukukunda ıslah (iyileĢtirme) fikrinin ön plâna geçmesi ve cezanın özel
önleme niteliğinin kabulü ile yakından iliĢkilidir. Kürek cezasının uygulandığı zamanlarda, cezası
infaz edilen failin kendi baĢına bırakılmayarak serbest hayatta da kontrol altında bulundurulması ve
cezaevlerinde reform yapılması fikri, bu kurumun belirmesini ve oluĢumunun sebepleridir. 1776
yılında Richard Whister tarafından Philadelphia‘da kurulan bir dernek, cezaevini terk etmiĢ bulunan
mahkûmları kendi hallerine bırakmamıĢ, yeteneklerine uygun iĢ temin etmeye baĢlamıĢtır. Bundan
sonra, Ġngiltere‘de John Howard (1726–1790) ve Elisabeth Fry (1780–1845) gerek Ġngiltere içinde ve
gerek dıĢında yaptıkları seyahatlerde mahkûmların cezaevlerinde halk tarafından daima ziyaret
edilmelerini, kendi hâllerine bırakılmamalarını bütün dünyaya yayarlarken, diğer taraftan da
cezaevlerini terk etmiĢ bulunan mahkûmların yardıma ihtiyaçları oldukları bu müddet içinde yalnız
bırakılmayarak, onlara iĢ temin edilmesi suretiyle mükerrerliğe engel olunması ve suçlulukla mücadele
edilmesi fikrini müdafaa etmiĢlerdir. Özellikle, Elisabeth Fry‘in Almanya, Danimarka ve Ġsviçre‘de
yapmıĢ olduğu seyahatler çok verimli olmuĢ, cezaevindeki mahkûmların yalnız bırakılmayarak onlarla
meĢgul olunması ve cezaevini terk eden mahkûmlara da yardım edecek kuruluĢların kurulmasının
gerekçesi olmuĢtur (Önder, 1963: 244-245).
Ġngiltere ve Amerika‘dan sonra nihayet gözetim müessesesi Kara Avrupası‘ndaki ülkelere de
yayılmıĢtır. Ancak bu ülkeler, müessesenin sistemine geçiĢte, baĢlangıçta oldukça temkinli
davranmaya özen göstermiĢ ve uygulamaya ilk önce sadece küçük suçluların koĢullu salıverilmeleri
sırasında gözetim altına alınmalarıyla baĢlanmıĢ, daha sonra ise sistem yetiĢkin
suçlular hakkında da uygulanmaya konulmuĢtur. Yine de bu konuda sadece koĢullu salıverilme ile
sınırlı bir uygulama yoluna gidilmiĢtir. Bu aĢamada sistemin faydalarının görülmesi ile birlikte
sınırları da geniĢletilerek erteleme sistemine de dahil edilmiĢtir. Kara Avrupası‘ndaki bu düĢünce ve
uygulamalar Amerika ve Ġngiltere‘deki gibi hızlı bir geliĢme gösterememiĢ ve bu nedenle de ancak 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢlayan ve tedrici bir biçimde gittikçe geniĢleyip, değiĢikliğe
uğrayan bir yaklaĢımla bu günkü durumuna
eriĢebilmiĢtir (ErbaĢ, 1996: 245).
Denetimli serbestliğin sisteminin ülkemizde tarihsel geliĢimi incelendiğinde, bugünkü anlamda
olmasa bile çeĢitli uygulama amaçları açısından değerlendirildiğinde Tanzimat dönemi ceza
kanunnamelerine kadar dayandığı görülmektedir. Bugünkü denetimli serbestlik uygulamalarına
benzeyen üç ayrı yaptırım bulunduğu görülmektedir. Bunlar nefy cezası, zaptiye nezareti altında
bulundurulmak cezası ve kalebentlik cezasıdır. Modern denetimli serbestlik uygulamalarında görülen,
hapsetmek yerine özgür bırakma, belirli bir yere gitme veya gitmeme, devlet tarafından kontrol altında
tutulma gibi özellikler bulunmakla birlikte, denetimli serbestliğin esası olan, bir denetim görevlisi
tarafından denetlenme ve bu kapsamda belirli yükümlülükleri yerine getirme gibi özellikleri
bulunmamaktadır (Yavuz, 2012: 321).
01.03.1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununda denetimli serbestlik sistemine konu
olabilecek‚ sürgün ve emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurma cezalarına yer verildiği
görülmekle birlikte; 13.07.1965 tarihli ve 647 Sayılı Cezaların Ġnfazı Hakkında Kanuna bakıldığında
Kanunun 4. Maddesinde günümüzdeki denetimli serbestlik ve yardım sisteminin gerçek temelleriyle
karĢılaĢılır (Nursal ve Ataç: 2006).
Bu düzenlemeye göre ağır hapis hariç, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar ile uzun süreli olsa
bile taksirli suçlar nedeniyle verilecek hürriyeti bağlayıcı cezalar suçlunun kiĢiliğine, sair hallerine ve
suçun iĢlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece çeĢitli tedbirler verilmekteydi.
1 Haziran 2005 tarihinde ülkemiz yeni bir; ceza, infaz ve çocuk adalet sistemine geçmiĢtir. Bu
sistemi 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 5395 sayılı Çocuk
256
Koruma Kanunu oluĢturmaktadır. Bu üç sisteme baktığımızda ortak özelliklerinin ―Denetimli
Serbestlik Sistemine‖ dayanması olduğu görülmektedir (Kamer, 2007: XI) .
Denetimli Serbestlik sisteminin günümüzdeki anlamıyla kurulup teĢkilatlanması ise 03.07.2005
tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu‖
Resmî Gazete‘nin 20 Temmuz 2005 tarihli ve 25881 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiĢtir. Bu
Kanun gereğince Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürlüğü bünyesinde, Denetimli
Serbestlik ve Yardım Hizmetlerinden Sorumlu Daire BaĢkanlığı kurularak çalıĢmalarına baĢlamıĢtır.
Denetimli serbestlik hizmetleri, Adalet Bakanlığı merkez teĢkilatında daire baĢkanlığı, taĢra
teĢkilatında denetimli serbestlik müdürlüklerince yürütülmektedir. Yeni yönetmelik çerçevesinde
denetimli serbestlik sisteminin teĢkilatlanması merkez ve taĢra teĢkilatlanması olarak ikiye ayrılmıĢtır.
Daire teĢkilatlanması Yönetmelikte Madde 8‘ de belirttiği üzere:
Daire BaĢkanlığında; bir Daire BaĢkanı, yeterli sayıda tetkik hâkimi, Ģube müdürü, denetimli
serbestlik uzmanı, denetimli serbestlik memuru görev yapar.
Daire BaĢkanlığı altı Ģube müdürlüğünden oluĢur. ġube müdürlükleri:
a) Değerlendirme ve planlamadan sorumlu Ģube müdürlüğü,
b) Ġnfaz ve iyileĢtirmeden sorumlu Ģube müdürlüğü,
c) Çocuk hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,
ç) Elektronik izlemeden sorumlu Ģube müdürlüğü,
d) Koruma kurulları ve mağdur destek hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,Ģeklinde
adlandırılır (R. G. 05.03.2013, 28578).
TaĢra teĢkilatlanması ise Madde 10‘da belirttiği üzere:
Müdürlüklerde; bir müdür, yeterli sayıda müdür yardımcısı, bürolarda birer Ģef, yeterli sayıda
denetimli serbestlik uzmanı ve memuru, benzeri alanlarda eğitim almıĢ ve denetimli serbestlik
hizmetlerinde geçici olarak görevlendirilen uzman personel ile diğer hizmetleri yürütecek görevliler
bulunur.
Müdürlüklerin yetki alanı, adalet komisyonunun; müdürlük bulunmayan ilçelerde kurulan
büroların yetki alanı, bulundukları ilçenin yargı çevresi ile sınırlıdır.
Müdürlüklerde;
a) Gelen evrak bürosu,
b) Kayıt kabul bürosu,
c) Değerlendirme ve planlama bürosu,
ç) Ġnfaz bürosu,
d) Eğitim ve iyileĢtirme bürosu,
e) Denetim bürosu,
f) Mağdur destek hizmetleri bürosu,
g) Koruma kurulları bürosu,
ğ) Ġdari ve mali iĢler bürosu, bulunur (R.G. 05.03.2013, 28578)
CEZA ADALET SĠSTEMĠNDE DENETĠMLĠ SERBESTLĠK
Suç, dinamik ve sosyal bir olgu olması nedeni ile zamana, mekâna ve topluma göre farklı anlamlar
taĢıyabilmektedir. Bu anlamda suçun genel geçer bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Suçluluk
denilince akla ilk önce ― yasaklanan‖ veya ― cezalandırılan‖ davranıĢlar gelir. Ceza hukuku anlamında
257
suç kavramına göre ise, kanun tarafından ceza yaptırımı ile tehdit edilen bütün hareketler anlaĢılır.
Daha doğru ifade ile, ceza hukuku sonuçları olan hareketlere suç der (DemirbaĢ, 2001: 39).
BaĢka bir tanıma göre suç, formel yasaların ihlal edilmesidir. Suça bağlı olarak meĢru
cezalandırma uygulanmaktadır. Bu yaptırımlar kamusal otorite aracılığıyla gerçekleĢtirilir. Suçla
mücadele etmek amacıyla oluĢan formel sistem bir kamu kuruluĢu olma özelliğini taĢımaktadır
(Bahar, 2009: 120).
Suç ve ceza insanlık tarihinde daima var olmuĢtur. Bununla birlikte, topluma ve kiĢilere zarar
veren kötülüklere gösterilen tepki olarak ceza; zamana, yere, toplumun geliĢmiĢlik düzeyine göre
tarihi seyir içinde sürekli değiĢmiĢtir. Nihayetinde ceza hukukunun, toplumsal değiĢimlerden,
ekonomik ve siyasal gereklerden etkilendiğini görmekteyiz. Timur DemirbaĢ (2001:39)‘ın da belirttiği
gibi; suç kavramı, tek tek suçlu hareket ve ihmali davranıĢları belirtir; suçluluk ise belirli bir zamanda
ve belirli bir yerdeki tüm suçların bir bütünü anlaĢılır. Suçun boyutları, nispi olarak önemsiz mağaza
hırsızlıkları ve trafik suçlarından, toplum tarafından ağır suçlar olarak kabul edilip kamunun hassas
tepki gösterdiği yağma, ırza geçme ve adam öldürmeye kadar uzanır. Suçluluk kavramının, siyasi,
organize, ekonomik ve meslek suçluluğu gibi çok farklı fenomenlerle örtülmesi gerektiğinden,
suçluluk kavramını tanımlamanın bilinebilir büyük güçlükleri olacağı açıktır. Ceza kanununa uygun
tanımına göre suç, ceza kanunu vasıtasıyla yasaklanan davranıĢtır.
Toplumsal düzen kuralları içerisinde ―hukuk kuralları‖ diğer toplumsal düzen kurallarına göre
maddi yaptırımı olandır. Bu noktadan hareketle ceza hukuku toplumsal düzenin devamını, sahip
olduğu yaptırım tehditleri aracılığı ile sağlanmaktadır. Ancak cezanın kiĢiyi yoksunluklara tabi
tutmanın yanında, suçluyu ıslah etme, topluma yeniden kazandırma ve korkutuculuk özelliğinden
dolayı suç iĢlemeyi önleme iĢlevine ve yapıcı yönlerine vurgu yapmaktadır (KarakaĢ Doğan, 2010:
31).
Modern toplumda cezalandırmanın amacı kefaret teorisi ile açıklanamaz. Devletin ve toplumun öç
almak için suç iĢleyeni cezalandırması failin iĢlediği suç kadar kötüdür. Kefaret anlayıĢının, ceza
hukukunun bilimsel yöntemlere ulaĢması önünde bir engel olduğu savunulmaktadır. Ġntikam
duygusundan kaynaklanan, sürekli değiĢerek günümüze kadar gelen kefaret, insani bir duygu olmakla
beraber ceza hukuku problemini çözmeye yaramamıĢ, kefarette eski çağların izi silinememiĢtir.
Cezanın amacı suçlunun iyileĢtirilmesini sağlamaktadır ve bu görev devletçe yerine getirilmelidir
(KarakaĢ Doğan, 2010: 55).
Adaletin amacı; suç iĢleyen kiĢiye en uygun cezanın verilmesi veya en uygun tedbirinin
uygulanmasıdır (Kadri, 2007: 1). O halde, Beccaria (2004: 69-70)‘nın belirttiği gibi cezaların amacı,
suçlunun kendi yurttaĢlarına karĢı zarar vermelerini engellemekten ve baĢkalarının benzer eylemlerde
bulunmalarını önlemekten baĢka bir Ģey değildir. Bu nedenlerle söz konusu cezaların oranları ve
oranların uygulanma yöntemleri öyle seçilmelidir ki, bunlar insanların ruhları, zihinleri üzerinde pek
çok kalıcı, ama suçlunun bedeni üzerinde en az üzücü iz bırakacak biçimde olsunlar.
Tanımlardan da anlaĢıldığı üzere cezanın amacı suç iĢleyen kiĢinin suçlu davranıĢa tekrar
yönelmesine engel olmaya çalıĢmaktır. Modern ceza anlayıĢına göre suça karĢı verilecek cezanın
amacı sadece hapsetme, tecrit etme, bedel ödetme değil suç teĢkil eden davranıĢın içine girmiĢ olan
kiĢinin, yaptığı eylemin sorumluluğunu üstlenmesi ve verdiği zararları gidermesi için imkân sağlayıcı,
kiĢinin topluma yeniden kazandırılması, yeteneklerinin geliĢtirilmesi, sosyal çevresine, ailesine,
kendisine verimli olabilmesi için imkanlar sunularak yeniden suç iĢlememesidir.
Ülkemizde ise 2005 yılından önce ceza infaz kurumundan salıverilen hükümlülerin bugünkü
anlamda denetim altına alınmaması, nerede yaĢadıkları, ne iĢ yaptıkları, tekrar suç iĢleme riskinin
bulunup bulunmadığının bilinmemesi; hakimlere, karar verme sürecinde, sanığı tanıması amacıyla
Sosyal AraĢtırma Raporu sunulmaması; tutuklama tedbiri yerine verilebilecek baĢka bir tedbirin
bulunmaması; uyuĢturucu madde kullanan veya bulunduran sanıklar bugünkü anlamda uzmanların
rehberliğinde rehabilitasyona tabi tutulması; suç mağdurlarına, ekonomik ve psiko-sosyal yardım
yapacak kurumun bulunmaması; suça sürüklenen çocuklar, bugünkü anlamda denetim altına
alınmaması (Kamer, 2007), eski hükümlülerin sosyal bağlar kurması ve sosyal uyum sürecinde
herhangi bir katkı sağlayacak kurumun bulunmaması gibi uygulamaların eksikliği nedeni ile denetimli
258
serbestlik müessesinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuĢtur. Bu nedenlerle modern ceza infaz anlayıĢı
doğrultusunda denetimli serbestlik sistemi ülkemizde yürürlüğe girmiĢtir.
03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma
Kurulları Kanunu ve 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinde Denetimli
Serbestliğin tanımı: ―ġüpheli, sanık veya hükümlünün toplum içinde denetim ve takibinin yapıldığı,
iyileĢtirilmesi ve topluma kazandırılması için ihtiyaç duyulan her türlü hizmet, program ve
kaynakların sağlandığı alternatif bir ceza ve infaz sisteminidir.‖ (R.G. 05.03.2013, 28578).
Denetimli serbestlik suçun sebebi sürecini, suçlunun kiĢiliğini, suçun önlenmesini ve suçluların
iyileĢtirme halini inceleyerek kiĢinin sosyal uyum sürecine, toplumsal adaptasyonunu sağlayıcı
çalıĢmalar yapar.
Denetimli serbestlik bir ceza infaz sürecidir. Suç Ģüphesinin öğrenilmesinden infaz
tamamlanıncaya kadar devam eden hizmetler bütünüdür. Bu hizmetler kapsamında; soruĢturma ve
kovuĢturma aĢamalarında Ģüpheli ve sanık hakkında sosyal araĢtırma raporu (SAR) mahkemeye
sunmak; ilgili kanunlar gereğince Ģüpheli ve sanıklar hakkında adli kontrol kararlarının yerine
getirilmesini sağlamak; istek halinde Ģüpheli veya sanığa psiko-sosyal danıĢmanlık yapmak; suçtan
zarar gören kiĢilerin karĢılaĢtıkları; psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde yardımcı olmak;
kovuĢturma evresinden sonra mahkemeler tarafından verilen denetimli serbestlik kararlarını yerine
getirmek; hükümlüye rehberlik etmek; çocuk hükümlülerin eğitimlerine devam etmelerine, çevre ve
aileleri ile olabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak gibi çok sayıda hizmet yerine
getirilmektedir ( Kamer, 2007:XIV). Aynı zamanda ceza infaz kurumundan koĢullu salıverilme
süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine
karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenerek bir
plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır.
Görüldüğü üzere çağdaĢ infaz sisteminde alternatif bir infaz Ģekli olan denetimli serbestlik, suç
teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere hapis tecridi yerine belirlenen koĢul ve süreler içerisinde,
modern cezalandırma anlayıĢı çerçevesinde, topluma karĢı taĢıdıkları risk faktörünü göz önüne
alınarak sosyal çevrelerinden ve toplum içerisindeki rollerini ve görevlerini yapma Ģansı verilerek,
kiĢinin toplumsal yaĢam içerisinde yaĢamasına olanak veren bir sistemdir. Denetimli serbestlik suç
teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere toplumla bütünleĢmesine katkıda bulunacak faaliyetleri
kapsamaktadır.
Ceza infaz anlayıĢında ceza infaz kurumları, suç iĢlemiĢ kiĢileri toplumsal yaĢamdan soyutlanma
olarak kabul edilmektedir. Ancak denetimli serbestlik sisteminin ülkemizde uygulanmaya
baĢlanılmasıyla suç teĢkil eden davranıĢların içerisinde bulunan kiĢilerin cezası toplum içinde
çekilmesi, belirlenen yükümlülük ile toplumsal yaĢamdan kopmaması sağlanarak sosyal yapıya faydalı
birey olması konusunda yardımcı olur. Aynı zamanda denetimli serbestlik suçtan zarar gören
vatandaĢlara yönelik, karĢılaĢabileceği her türlü psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde
danıĢmanlık yaparak katkıda bulunur.
Denetimli serbestlik, doğrudan doğruya hapis cezası dıĢında alternatif yaptırıma mahkum edilen
kiĢilere, koĢullu salıverilen, cezası tamamen veya kısmen ertelenen ya da Ģartlı cezaya mahkum edilen
kiĢilerin, düzenli olarak belirli bir merkezdeki kiĢilerin denetimi, gözetimi veya tedavisine tabi olarak
belirlenen yaptırımlara tabi tutulmasıdır. Bu sistem ile denetime tabi tutulan kiĢiye, belirlenecek
deneme süresinde, sosyal çevrelerinden koparılmadan toplumda kalma Ģansı verilerek, toplum
düzenini sağlayan kurallara uyma isteklerini ispat fırsatı sunulmaktadır (Kale, 2009: 5).
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE ĠYĠLEġTĠRME SÜREÇLERĠ VE
SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ
Hapis cezasının istisnalar dıĢında gereksiz olduğunu savunan yazarlar, ceza infaz kurumlarının
özel önleme amacını gerçekleĢtirmediğini ve suçluluğu azaltmadığını belirtmektedir. Nitekim
Foucault, ceza infaz kurumlarının suçlu ürettiğini ve ceza evlerinde kalanların yeniden mahkemelere
yönlendirildiğini savunmuĢtur. 1950‘li yıllardan beri yapılan araĢtırmalar, hapis cezasının infazında
yaĢanan geliĢmelere ve hükümlünün yeniden sosyalleĢmesi için gösterilen çabaya rağmen hapis
259
cezasının hükümlüye acı ve ıstırap verdiğini, kiĢiyi toplumdan uzaklaĢtırdığını ve ailesini yoksulluğa
mahkum ettiğini göstermektedir (Bilgiç, 2012: 102).
Ceza infaz kurumları, özellikle ilk defa suç iĢlemiĢ ve kısa süreli hapis cezasına karar verilmiĢ
hükümlülerin cezaevinde kalma süresinin kısa ve cezaevinde ıslah programlarının uygulanmasına
elveriĢli olmadığı, hükümlünün sosyal iliĢkilerinden, ailesinden, iĢ çevresinden kopartılarak maddi ve
manevi yönden zayıfladığı savunulmaktadır. Cezaevine giren hükümlü damgalanmakta, cezaevinde
farklı ve çeĢitli suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilerle iliĢkilerini geliĢtirmekte ve ceza infaz
kurumu öncesinde sosyal iliĢkiler içerisinde olmayan bu hükümlüleri normalleĢtirmekte ve aynı
zamanda ceza infaz kurumu geçmiĢi olması nedeni ile toplumun güvenini yitirmekte, infaz sonrası
yeniden topluma kabulünde ve iĢ bulmasında güçlüklerle karĢılaĢmaktadır (Bilgiç, 2012).
Bu
düĢünce temelinde denetimli serbestlik sisteminin önemi noktasında Yücel (1986:240)‘nin de
belirttiği gibi denetimli serbestlik; suçluların toplumda gözetimini, sosyal yardım yöntemlerinin
uygulanmasını, suçlunun sorunlarının olumlu bir biçimde çözümlenmesini, Ģahsın çevresine uyumunu
sağlamayı ve suçluyu,
sosyal ve hukuksal sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltmeyi
kapsamaktadır (Yücel,1986: 240).
Hüküm giyen kiĢilerin etiketlenmesinin önemli sonuçları olmaktadır. Etiketlenen kiĢi endiĢeli ve
güvensizlik içerisinde olmakta ve etiketin içerdiği anlamda bir kiĢi olmaya yönelmektedir.
Hükümlüde bu psikolojik hal, diğerlerinin düĢünce ve tutumları ile pekiĢtirilmektedir. KiĢi bir kere
suçlu olarak etiketlenince, çevresi tarafından kiĢi o gözle görülmekte ve kiĢinin davranıĢları da sonuç
olarak etkilenmektedir. ÇeĢitli gruplarda bu tür etiketleme sürecine katılmaktadır. Polis, jandarma,
hakim, tanıklar ve halk (Yücel, 1986: 24).
Denetimli serbestlik sisteminin içerisinde yer alan rehabilitasyon süreci kiĢilerin etiketlenme
süreçlerinin önüne geçilmesinin en önemli aracıdır. Öte yandan, denetim kararına tabi olan kiĢi,
sadece nefes alıp veren ve düĢünen bir kiĢi değildir, aynı zamanda yaĢadığı topluma anlam
kazandıracak uyum sağlayıcı araçları icat etmesini sağlayan bütün bir iĢlem, yöntem ve etkinlikler
topluluğunun bilgisine sahip kiĢiler olarak ele alınır (Coulon, 2010).
Ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sistemine dahil edilen suçlu, sosyal
çevresinden, toplumsal hayattan kopmamaktadır. Sosyal çevresi ve toplum tarafından sabıkalı olarak
damgalanmayan ya da etiketlenmeyen suçlunun, toplumda pozitif iliĢkiler içinde yer almasını ve
denetimli serbestlik sistemi ile birlikte toplum içerisinde daha kolay kontrol edilmesi sağlanır. Ayrıca
ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sisteminden faydalanan hükümlülerin sosyal
bağlarının devamı sağlanarak aile parçalanmalarının da önüne geçilmektedir. Bu aĢamada suçlunun,
normal hayat akıĢını mümkün olduğu kadar bozmayan, ıslah edilmesinin söz konusu olduğu denetimli
serbestlik sisteminde hükümlü normal çalıĢma hayatına devam edebilmesi sağlanır (Nursal ve Ataç,
2006). Denetimli serbestlik sistemindeki yükümlülüklerden biri olan ―Eğitime devam etme
yükümlülüğü‖ ; gerek ceza infaz kurumundan Ģartlı salıverilen gerek ise mahkemelerce özellikle 18
yaĢın altındaki suça sürüklenen çocuklar hakkında verilen eğitime devam etme yükümlülüğü örgün ve
yaygın eğitim ile diğer kurs ve mesleki eğitim programları hükümlünün ihtiyacı doğrultusunda
iĢbirliği içerisinde belirlenerek denetimli serbestlik tedbiri alan kiĢilerin hem eğitimine hem de mesleki
yeterliliğinin geliĢtirilmesine yönelik bu çalıĢmalar gerçekleĢtirilir. Böylece kendi ihtiyaçlarını
karĢılamanın yanında, ailesinin geçimini sağlayabilmekte ve aynı zamanda toplumda, hem üretici hem
de tüketici olarak yer alabilmektedir.
Denetimli serbestlik sisteminin bir infaz boyutu olduğu kadar aynı zamanda ve esas olarak birer
rehabilitasyon niteliği de taĢımaktadır. Bu yönü ile ilgili mahkemelerce haklarında denetimli serbestlik
kararı verilen hükümlüler ile ceza infaz kurumunda bulunan ve ceza süresi bir yıldan aĢağı düĢen
cinsel taciz, basit yaralama, hırsızlık, çeĢitli Ģiddet suçları, uyuĢturucu suçları ve benzeri gibi hukukun
sınırlarını çizdiği suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan hükümlülere, ilgili infaz hâkimliklerince
haklarında denetimli serbestlik kararları verilen hükümlülere iyileĢtirme çalıĢmaları sürdürülmektedir.
― Her durumda, özellikle en güç koĢullarda, hiç kimse tohum atılır atılmaz ürünün hemen
devĢirilmesini beklememelidir. Tam tersine, onların gün be gün olgunlaĢmaları için, bir bekleme
dönemi zorunludur.‖ Bacon‘un bu sözünden yola çıkarak, geçmiĢi eski olmayan, yedi yıllık bir süreci
kapsayan ve olgunlaĢma sürecine giren denetimli serbestlik sisteminin kuruluĢundan itibaren
260
baktığımızda; uygulayıcı konumunda iken, yani salt ilgili mahkeme kararlarına bağlı olarak hareket
ederken yeni yönetmelik ile, özellikle koĢullu salıverilmesine bir yıl kalan hükümlülere yönelik hangi
programları uygulayacağına Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından verilmesi önemlidir. Çünkü karar
verici yargıcın aksine, denetimli serbestlik kurumunda çalıĢanlar, hükümlü ile birebir iletiĢim
içerisindedir. Hükümlü ile kurulan birebir iliĢki ve iletiĢim de ―onların durumları nasıl gördükleri,
betimledikleri ve bir durum tanımını ortak nasıl geliĢtirdiklerini anlamaya çalıĢma (Coulon, 2010: 20)‖
fırsatı içerisinde kiĢiye özel eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapar.
Denetimli serbestlik sisteminde hükümlülerin topluma kazandırılmasına yönelik iyileĢtirme
çalıĢmalarını meslek elemanları olarak Denetimli Serbestlik Uzmanları yerine getirmektedir. Bu
uzmanlar; sosyolog, psikolog, sosyal çalıĢmacı ve öğretmenlerden oluĢan meslek elemanlarıdır.
Denetimli serbestlik ( Probation) ceza mahkemelerinde görülen bir hizmet olup; suçluluğun
saptanan sanık hakkında psiko-sosyal bir anket yapılmasını ve bu müesseseden yararlandırıldığında
hükümlünün toplumda gözetimi ile tabi olacağı hürriyet rejiminin koĢullarını içermektedir
(Yücel,1986: 240).
Denetimli serbestlik sistemine dahil olan ve infaz süresince yürütülen rehabilitasyon çalıĢmaları;
farklı alanlarda birçok kurumun katılımıyla gerçekleĢen uzun bir süreci de ifade etmektedir. Suç
iĢleme nedenlerinin farklı olması, suç iĢleyen kiĢilerin psikolojik, yaĢ ve sosyolojik özelliklere sahip
olması rehabilitasyon çalıĢmalarında da çeĢitliliği gerektirmektedir (Bilgiç, 2012: 116).
Denetimli serbestlik sisteminde denetim kararı verilmiĢ yükümlünün ilgili müdürlüklere
baĢvurusunun ardından 05.03.2013 Tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliği Madde 15
belirttiği gibi: Yükümlülerin risk ve ihtiyaçlarının belirlenmesi, risk ve ihtiyaçlarına uygun olarak
toplum içinde denetim ve takibi ile iyileĢtirilmesine yönelik yapılacak çalıĢmaların planlanması,
değerlendirme ve planlama bürosunca yapılır.‖ ibaresine istinaden her hükümlü için risk ve ihtiyaç
belirlenmesinde ilk olarak AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) düzenlenir. Bu noktadan
hareketle rehabilitasyon ya da iyileĢtirme süreçlerinin temelini ise, AraĢtırma ve Değerlendirme Formu
(ARDEF) oluĢturur. Bu form, yaklaĢık 200 sorudan oluĢan ―öz- itiraf‖ niteliği taĢıyan, hükümlünün
risk durumunu ortaya çıkarmayı amaçlayan ve suç tekrarının, zarar verme risklerinin en aza indirilerek
topluma kazandırılması amacıyla kiĢinin ihtiyaç duyduğu hizmet ve rehabilitasyon çalıĢmalarının
yönünü her hükümlü için ayrı ayrı belirler.
AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF), hükümlünün psiko-sosyal, sosyo-kültürel, sosyoekonomik açılardan değerlendirilerek hükümlünün tekrar suç teĢkil eden davranıĢlara etki olabilecek
faktörlerin ortaya çıkarılmasında Denetimli Serbestlik Uzmanına yol haritası çıkarmaktadır. AraĢtırma
ve Değerlendirme Formu (ARDEF) sonucuna göre hükümlülere eğitim ve iyileĢtirme faaliyetlerini
kapsayacak bir denetim planı hazırlanarak; bireysel görüĢmelerle destelenerek Denetimli Serbestlik
Uzmanı tarafından uygun görülen hükümlülere yönelik grup çalıĢmaları da yapılmaktadır.
Hükümlülerin ihtiyaç ve risk değerlendirmesi dikkate alınarak Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca
uygun görülen grup çalıĢmaları; öfke kontrolü, aile eğitimi, sağlık, hukuk, alkol, uyuĢturucu ve uyarıcı
maddenin kötüye kullanımına yönelik farkındalığı geliĢtirici çalıĢmalardır. Aynı zamanda Denetimli
Serbestlik Uzmanlarınca belirlenen hükümlülere yönelik; boĢ zamanlarını değerlendirmeleri, mesleki
yeterliliğin kazandırılmasına yönelik sivil toplum kuruluĢlarının iĢ birliği dahilinde de eğitim ve
iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır.
Sosyal kontrol kavramı bir taraftan kiĢinin öz-kontrol kazandığı sosyalleĢme sürecini kapsarken
diğer taraftan da sosyal yaptırımların, uyma davranıĢına karĢı gösterilen ödüller ile sapma davranıĢına
karĢı gösterilen cezalandırmaların uygulanmasıyla kiĢinin davranıĢları üzerinde dıĢarıdan sağlanan
kontrolü içermektedir.
Sosyal kontrol kuramının varsayımlarına bakıldığında, kuramın insan davranıĢının denetimi ve bu
denetimle ilintili olan kurumsal süreç ve unsurlar üzerinde odaklandığı görülmektedir. Diğer bir
anlatımla, sosyal kontrol kuramı suçluluğu açıklarken; bireylerin toplumdaki değer, norm ve
kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluĢan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır. Birey
veya toplum üzerinde söz konusu sosyal denetimin baĢarısızlığı veya yetersizliği, bu kuram açısından
suçluluğun önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Bu nedenle, ―sosyalleĢme‖ ve ―uyum‖, kontrol
261
kuramının iki önemli kavramını oluĢturmaktadır. Hirschi, bireyin topluma olan bağlılığını dört unsur
üzerinden analiz etmektedir. 1. bağlılık (attachment), 2. taahhüt (commitment), 3. katılma
(involvement), 4. inanç (belief). Buna göre; (1) yeterli düzeyde bağlılığın olmaması (özellikle ebeveyn
ve okula), (2) yetersiz düzeydeki taahhüt, özellikle eğitimsel ve mesleksel baĢarı, (3) izcilik ve sportif
oluĢumlar gibi geleneksel aktivitelere yetersiz katılma ve (4) özellikle ahlak ve hukuka olan inancın
yetersizliği, suçlulukta etkili etmenlerdir (Kızmaz, 2005: 165).
“ Toplumun yararlarının, toplumun bütün üyeleri tarafından paylaĢılması gerek (Beccaria, 2004:
21)‖ sözündeki felsefeden hareketle denetimli serbestlik sisteminde yürütülen programlardan biri olan
Koruma Kurulu ÇalıĢmalarında da ceza infaz kurumundan tahliye olan hükümlülere aileleri ve sosyal
çevreleriyle oluĢabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak, hükümlülerin meslek
veya sanat edinmelerinde, kiĢinin uygun bir iĢe yerleĢtirilmesinde veya kiĢinin bilgi ve becerileri
doğrultusunda kendi iĢini kurmasına yönelik iĢ edindirmede ve meslek kazandırma projeleriyle birlikte
meslek kursları programlarıyla salıverilen hükümlülerin topluma uyum problemlerini aĢmaları
konusunda hükümlüye destek verilir. Hükümlünün topluma kazandırılması ve tekrar suç iĢlemesine
engel olmak amacıyla gerçekleĢtirilecek sosyo-ekonomik ve psiko-sosyal çalıĢmalar diğer kurum ve
kuruluĢlar ile iĢbirliği içinde de sürdürülür. Aynı zamanda, denetimli serbestlik sisteminde
hükümlülere yönelik infaz ve rehabilitasyon programlarına sosyal kontrol teorisi açısından da
bakıldığında; bir infaz yöntemi olan ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma programının amacı
hükümlünün topluma kazandırılması sürecinde toplumun da veya diğer kurum ve kuruluĢların da bu
sürece dahil edildiği bir süreçtir.
Denetimli serbestlik sistemindeki rehabilitasyon süreçlerine dahil edilen suç teĢkil eden fiil
içerisine giren kiĢilere yönelik yapılan iyileĢtirme çalıĢmaları; kiĢilerin risk durumuna göre verilen
belirlenen bölgelere baĢvurma, belirli bölgelere gidememe, bireysel görüĢme, belirlenen programlara
katılma, eğitime devam etme, ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma, konutta infaz vb.
yükümlülükler doğrultusunda; mağdura, ailesine ve topluma verdiği zararların farkındalığının
kazandırılması; öz-kontrol duygusunun geliĢtirilmesi; kendisine, ailesine, sosyal çevresine, mağdura
ve topluma yönelik sorumluluk bilincinin arttırılması; kiĢinin toplumda etiketlenmeden, kamusal
seremoninin içerisine dahil edilmeden, toplum içerisindeki rollerinin (anne-baba-evlat-vatandaĢ vb.)
devamının sağlanmasına yardımcı olmada; sosyal bağlarının güçlendirilmesinde kamu düzeninin
sağlanmasını temel alan infaz sistemini (eğitim ve iyileĢtirme) kapsamaktadır.
Yukarıda anlatılan tüm süreçler göz önünde bulundurularak, Sosyoloji Biliminin denetimli
serbestlik sistemini bir çalıĢma alanı olarak ele alması gerekir, çünkü sosyoloji; toplumun tümünü
inceler ve her Ģeyi toplumun tümü içinde, toplumun tümüyle iliĢkileri ile inceler. Tanımı
geliĢtirdiğimizde, diyebiliriz ki, sosyoloji, toplumu ve yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal evrimin
yasalarını ve güçlerini, fikir ve dünya görüĢlerinin çatıĢmasını, toplumda insan iradesini vb. inceler
(Ergün, 1982:15). Denetimli serbestlik içerisine dahil olan ve toplum içerisindeki gündelik iliĢkilerde,
mekanlarda yer alan bu kiĢilerin; davranıĢlarını, edindikleri rollerini, sosyal bağlarını nasıl
kurduklarını, toplumsal iliĢkilerini, suç, ceza ve toplumsal düzene bakıĢ açılarını, sapma süreçlerini,
gündelik hayatlarında kullandıkları dilleri ve birlikte yaĢamalarını, kültürel değerleri ve inançlarını,
toplumsal iliĢkilerini- ister çatıĢma ister uyum içinde- düzenlemelerini sağlayan metotları araĢtırma,
birebir inceleme ve gözlemleme fırsatı bulur (Coulon, 2010).
YaĢadığımız bu toplumda, suç olgusunun sabit ve dinamik bir sosyal olgu olduğunu kabul
dahilinde, toplumsal olgu da sabit bir nesne değildir, aksine bilgiler ve becerileri, prosedürler ve
davranıĢ kurallarını, özetle, sıradan/gündelik metodolojiyi kullanan insanların süregelen etkinlikleri
sayesinde üretilir; sosyologun da gerçek görevi bunu analiz etmektir (Coulon, 2010:23).
Denetimli serbestlik kurumunda çalıĢma alanına sahip sosyologların ve diğer meslek
elemanlarının; toplumsal olguların nesnel gerçekliğinin sosyolojinin temel ilkesi olduğunu vurgulayan
Durkheimcı yorumlarının aksine, toplumsal olguların nesnel gerçekliği gündelik hayattaki müĢterek
etkinliklerin süregelen bir icrası olarak alınır, bu icranın üyeler tarafından bilinen, kullanılan ve
doğruluğu sorgulanmayan sıradan, ustaca yollarını sosyoloji yapan üyeler için, temel bir fenomen
olduğu kabul edilir ve bu bir araĢtırma politikası olarak benimsenirse akademik alandaki çalıĢmaların
yeterli olmadığı Denetimli Serbestlik sisteminin çalıĢmalarına bilimsel katkıların sağlanması gerekir
262
(Coulon,2010: 22-23). Bu noktadan baktığımızda toplumsal bir olgu olan suç ve suçla mücadele
konusunda yapılan çalıĢmalarda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan meslek elemanları kadar suça
dahil kiĢilerle doğrudan iliĢki içerisinde olmaktadır. Aynı zamanda denetimli serbestlik kurumunda
çalıĢan sosyologlar; suç iĢleyen bireylerin kendi davranıĢlarını nasıl algıladıklarına, suç ve cezaya
yönelik tutumlarını ve adalet anlayıĢlarını öğrenmede, sosyal bağları nasıl kurduklarını ve
geliĢtirdiklerini, aile iliĢkilerini ve suçlu davranıĢlarda bulunmayı neden bir çözüm yolu olarak
gördüklerini inceleme de rehabilitasyon süreçleri içerisinde birebir ve karĢılıklı iliĢki sağlama fırsatı
bulur.
Bu nedenler göz önünde bulundurularak üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde gerek lisans
gerekse lisansüstü ve doktora bölümlerinde ―denetimli serbestlik sistemi‖ ne dair programlara ağırlık
verilmesi, bu alanda akademik çalıĢmalara önem verilmesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Bahar, H. Ġ.(2009).Sosyoloji. Ankara: Usak Yayınları, 3. Baskı.
Beccaria, C.(2004).Suçlar ve Cezalar Hakkında. Sami Selçuk (Çev.),
Yayınları, 1. Baskı.
Ankara: Ġmge Kitapevi
Bilgiç, ġ.(2012).Hapsedilme, İyileştirme ve Yeniden Suç İşleme. Ankara: Vadi Yayınları, 1. Baskı
Coulon, A.(2010).Etnometodoloji. Ümit Tatlıcan (Çev.), Ġstanbul: Küre Yayınları, 1. Baskı
DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 1. Baskı.
Erbas, C.(1996). ―Tarihi GeliĢim Ġçinde Gözetimle Erteleme ve Fransa‘daki Uygulaması ile Konuya
ĠliĢkin Türk Ceza Kanunu Öntasarı Metinleri, 11. Yargıtay Dergisi, C.22 (18), s.25.
Ergun, D.(1982).Sosyoloji ve Tarih. Ġstanbul: Der Yayınları, 2. Baskı.
Kale, M.(2009).‘‘Türkiye‘de Denetimli Serbestlik Sitemi Yüksek Lisans Tezi‘‘.
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas.
Cumhuriyet
Kamer, V. K.(2007).Denetimli Serbestlik Kararlarının İnfazı. Ankara: Adalet.
KarakaĢ Doğan, F.(2010).Cezanın Amacı ve Hapis Cezası. Ġstanbul: Legal Yayıncılık, 1. Baskı.
Kızmaz, Z.(2005). ―Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama Potansiyelleri Üzerine Bir
Değerlendirme‖, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, Cilt: 29, No: 2, s.149-174.
Nursal, N., Ataç,S.(2006).Denetimli Serbestlik ve Yardım Sistemi. Ankara: Yetkin Yayınları
Önder, A.(1963).Ceza Hukukunda Tecil ve Benzeri Müesseseler. Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi
Yayınları
Yavuz, H. A.(2012). ―Denetimli Serbestliğin Türk Ceza Adalet Sistemindeki Tarihsel GeliĢim Süreci‖,
Sayı. 100, s. 317-342.
Yücel, M. T. (1986).Kriminoloji “ Suç ve Ceza”. Ankara: Adalet TeĢkilatını Güçlendirme Vakfı
Yayını.
263
A11 OTURUMU:
AĠLE
264
EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI?
NurĢen ADAK1
ÖZET
Hızla değiĢen dünyada bu değiĢimlerden aile kurumu da payını almakta ve aile kurumuyla ilgili
yeni toplumsal yapılanmalar ortaya çıkmaktadır. Bu yapılanmalardan birisi de Avrupa ve Amerika‘da
giderek artan evlilik dıĢı birlikte yaĢamadır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumlar arası
kültürel farklılıklar olmasına karĢın birlikte yaĢamanın nedenleri ve sonuçları gibi bazı noktalarda da
toplumsal kesiĢmeler gözlenmektedir. EĢlere verilen vaatlerin azlığı ve sağladığı görece özgürlüklere
rağmen muğlâk görünümüyle çözülmeye daha müsait olan birlikte yaĢama Türkiye‘nin büyük
kentlerinde nadir gözlenen bir olgudur. Bu bildiride evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe
hazırlayıp hazırlamadığı sorusuna yanıt aranmaktadır.
ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ
adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılacak saha çalıĢmasından elde
edilecek veriler kullanılmaktadır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden
gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe
hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmektedir.
Üç bölümden oluĢan bildirinin kavramsal çerçevesinin yer alacağı ilk kısımda birlikte yaĢama
kavramı tanımlanarak farklı ülkelerin birlikte yaĢama tecrübeleri irdelenecektir. Daha sonra
derinlemesine görüĢmelerden elde edilen veriler tartıĢılarak, bildiri değerlendirme ve sonuç bölümüyle
tamamlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Aile, evlilik, birlikte yaşama
ABSTRACT
In a rapidly changing world, the institution of family also receives a share from that change and
new social constructions appear. One of these constructions is the cohabitation increasing in Europe
and America. Although there are cultural differences through societies with regards to cohabitation,
some social coincidences about the reasons and results of cohabitation are observed. Cohabitation
which seems to break up more easily with its obscure appearance is a rarely seen phenomenon in big
cities of Turkey despite the lack of promises given to couples and the freedom it provides. In this
paper, the question as to whether cohabitation prepares couples for marriage is searched for an answer.
The data gathered from the final year students of Akdeniz University as the future candidates for
marriage who will help the society reconstruct itself through the institutions of family and marriage is
used. With in-depth interview technique, the issues such as how young people at universities perceive
cohabitation, whether they see it as an alternative to or a preparation for marriage and their views
towards the people cohabiting are analyzed.
In the first part of a three part study, the worldwide experiences of cohabiting are explored thereby
defining the conception of cohabiting. Afterwards, the data gathered from in-depth interviews are
discussed and the study finishes with evaluation and the conclusion parts.
Keywords: Family, marriage, cohabitation
GĠRĠġ
Hızlı değiĢim ve dönüĢümlerin yaĢandığı günümüz toplumlarında bu değiĢim ve dönüĢümlerden
aile kurumu da etkilenmekte ailenin büyüklüğü ve yapısı değiĢtiği gibi ailenin bileĢimi ve aile içi
1
Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, nadak@akdeniz.edu.tr
265
iliĢkiler de değiĢmektedir. Aileler daha az kiĢiden oluĢmakta, geleneksel geniĢ aileden daha ziyade
çekirdek aile görülmekte, tek ebeveynli aile ve tamamlanmamıĢ ailelerde önemli artıĢlar ortaya çıkarak
evlenmeden önce birlikte yaĢama bazı toplumlarda neredeyse kural haline gelmektedir. Teknolojik
geliĢmeler ve küreselleĢme, bu değiĢimlerin farklı toplumlara yayılması ve görünür hale gelmesinde
önemli katkılar sunmaktadır.
Birlikte yaĢama evliliğe dönüĢsün ya da dönüĢmesin 1960‘lardan itibaren dünyanın belli
bölgelerinde görünür olan ve yaygınlık kazanmaya baĢlayan bir sosyal olgudur. Her sosyal olguda
olduğu gibi birlikte yaĢamanın da ortaya çıkıĢı, geliĢimi, yaygınlığı ve görünümü toplumdan topluma
farklılık göstermektedir (Adak, 2012: 224).2
Türkiye‘de yaygın olarak görülmeyen evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin çok fazla akademik ilgi
bulunmamaktadır. Birlikte yaĢamaya iliĢkin istatistiki bilgiler olmamakla beraber özellikle büyük
kentlerde ve üniversite öğrencileri arasında bu olguya yavaĢ yavaĢ rastlanmaktadır. Bu nedenle bu
çalıĢma konuya akademik ilgiyi çekmek, aile ve evlilik kurumunun geleceğine iliĢkin öngörülerde
bulunabilmek açısından önem taĢımaktadır. Bu bildiride evlilik dıĢı birlikte (cohabitation) yaĢama
olgusu üniversite son sınıf öğrencilerin gözünden irdelenmektedir.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Son yıllarda aile ve evlilik kurumu ile ilgili önemli değiĢimlerden birisi evlilik dıĢı birlikte yaĢama
olgusudur. Birlikte yaĢama aile ve evlilik kurumunda olduğu gibi çiftlerin çevresindeki aile ve arkadaĢ
çevreleri tarafından ve resmi kurumlar tarafından kabul edilip onaylanmadıkları için tamamlanmamış
kurumdur. Evlilik dıĢı birlikler ne kadar yaygın olurlarsa olsunlar resmi yasalar veya güçlü rızaya
dayalı normlar tarafından yönetilmezler. Her toplumun içsel ve dıĢsal dinamiklerine bağlı olarak
birlikte yaĢamanın yayılımı, yaygınlığı ve algılanması da değiĢmekte, toplumlar aile, evlilik ve birlikte
yaĢamayı bu dinamikler çerçevesinde değerlendirmektedir (Nock, 1995: 74). Örneğin Ġsveç‘te birlikte
yaĢama Amerika‘dan daha fazla kalıcı olma eğilimindedir ve bu birliklerde çocuk büyütme daha
yaygındır (Rindfuss ve VandenHeuve, 1990:704). Kuzey Avrupa ve Amerika‘da da genellikle kabul
görmekteyken bazı geleneksel toplumlarda hoĢ karĢılanmayan ve aile evlilik kurumunu tehdit eden
ahlak dıĢı bir durum olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca aile üyeleri arasındaki iliĢkilerin daha güçlü
olduğu toplumlarda da ebeveynlere iliĢkin güçlü değerler yüzünden evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya da
karĢı çıkılmaktadır (Nazio, 2008: 73).
BirleĢik Devletler‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢama evliliğe bir alternatif olmaktan ziyade evliliğe
geçiĢin bir aĢaması olarak görülmektedir. Evlenme niyetinde olan çiftler evlenme kararıyla birlikte
evleninceye kadar aynı evde yaĢama kararı da alabilirler ve böylece birlikte yaĢama evliliğe
hazırlanma süreci olarak düĢünülebilir. Ancak Lichter vd. (2006) geçmiĢ yıllardan farklı olarak birlikte
yaĢama birliklerinin evlilikle sonuçlanmak yerine çözüldüklerini belirtmektedirler. Hatta günümüzde
birlikte yaĢama ve ardından evliliğin gerçekleĢmesi yerine ardı ardına birlikte yaĢamanın (serial
cohabitation) özellikle deavantajlı gruplarda artmaya baĢladığına dikkat çekilmektedir (Lichter vd.
2010: 754). AraĢtırmacılar birlikte yaĢamayı resmi evliliğe motive edebilecek, büyük bir kararlılık ve
istikrar, evlenme isteği, ailesel baskılar ve normatif beklentiler gibi birçok faktörün varlığına iĢaret
etmektedirler ( Brown, 2004:4).
Matysiak (2009: 217) ise birlikte yaĢamanın Batı ve Kuzey ülkelerinde yayılımını daha detaylı bir
Ģekilde dört aĢamaya ayırmakta ve bu aĢamaları Ģu Ģekilde özetlemektedir: Birinci aşamada birlikte
yaĢama nadirdir ve toplumun sıra dıĢı gruplarına özgüdür. Zaman içinde daha popüler hale gelir ve
farklı sosyal tabakalardan kiĢiler birlikte yaĢamayı benimser. Yine de birlikte yaĢamanın yayılımın
ikinci aşamasında bireyler hala kısa süre birlikte yaĢarlar ve akabinde evlenirler. Zaman içinde birlikte
yaĢama evliliğin yerine almaya baĢlar: daha uzun devam eder bu artık üçüncü aĢamadır. Son olarak
dördüncü aĢamaya geçiĢ süreci tamamlandığında evlilik ve birlikte yaĢama ayırt edilemez hale gelir.
ġüphesiz birlikte yaĢamanın toplumda yaygın bir iliĢki formu haline geliĢine iliĢkin bu aĢamaların
genellenebilir evrensel bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
2
Bildirinin kavramsal çerçevesinde geniĢ ölçüde NurĢen Adak‘ın (2012) DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile kitabı
içinde yer alan ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, yazısından faydalanılmıĢtır.
266
Literatürde birlikte yaĢama en yaygın olarak evliliğin habercisi, flörtün ileri aĢaması, bekârlığa
alternatif ve evliliğe alternatif olarak tanımlanmaktadır (Schimmele ve Wu , 2011: 24). Rindfuss ve
VandenHeuve (1990: 705) evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı kur yapmanın çağdaĢ uzantısı olarak
tanımlamaktadırlar. Ancak birlikte yaĢamayı tanımlamak bu kadar basit değildir. Birlikte yaĢamanın
karmaĢık ve anlaĢılması güç olan yapısı, toplumdan topluma değiĢen anlam ve görünümü onun
sınırları ve çerçevesini çizmeyi güçleĢtirmektedir. Firestone (1979: 269) birlikte yaĢamayı aĢağıdaki
Ģekilde tanımlamaktadır:
Birlikte yaşama önceleri yalnız bohem ya da aydın çevrelerinde görülen, şimdi- özellikle büyük kentte
yaşayan gençler arasında- gittikçe yaygınlaşan “birlikte yaşama” geniş bir toplumsal uygulamaya
dönüşmektedir. “Birlikte yaşama” hangi cinsten olursa olsun iki ya da daha çok eşin, süresi ilişkinin iç
dinamiklerine göre değişen yasal olmayan cinsel/arkadaşlık anlaşmasının esnek toplumsal biçimidir. Bu
eşlerin anlaşmaları kendi aralarındadır; toplum buna hiç karışmaz, çünkü anlaşmada üremenin de
üretimin de – bir eşin ekonomik bakımdan ötekine bağlılığının da- yeri yoktur. Bu esnek birlikte yaşama
biçimi birçok insanın yaşamının büyük bir kesiminde seçeceği standart bir birim olarak
yaygınlaştırılabilir.
Bu tanımda evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın daha çok gençlerde ve kentsel bölgelerde görülen bir
olgu ve toplumdan ziyade eĢler arası bir anlaĢma olduğuna vurgu yapılmaktadır.
Bu çalıĢmada evlilik dıĢı birlikte yaĢama, toplumsal ve yasal açıdan evliliğin gerçekleĢmemiĢ
olmasına karĢın, ortak bir yaĢam alanının, evin sorumluluğunun paylaĢıldığı ve aralarında cinsel bir
yakınlığın var olduğu bir birliktelik olarak ele alınmaktadır.
ARAġTIRMA METODU VE VERĠLER
ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ
adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılan saha çalıĢmasından elde edilen
veriler kullanılmıĢtır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik
dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı
gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmiĢtir.
Mayıs 2013‘te farklı fakültelerde okuyan ve farklı sosyo-ekonomik düzeye sahip yedi erkek yedi
kadın toplam on dört son sınıf öğrenciyle derinlemesine görüĢme gerçekleĢtirilmiĢtir. GeniĢ bir
coğrafyaya sahip olan Türkiye‘de aile ve evlilik kurumuna iliĢkin kültürel değer ve normlar da
çeĢitlilik göstermektedir. Bu kültürel zenginliği yakalayabilmek açısından değiĢik bölgelerden gelen
öğrencilerle görüĢme yapmaya dikkat edilmiĢtir. Toplanan veriler aĢağıdaki temalar çerçevesinde
değerlendirilmiĢtir:
 Gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları
 Evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri.
 Evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamanın Tanımlanması
Öğrencilerin çoğunluğu, birlikte yaĢamayı evlilik ile kıyaslayarak tanımlamaya çalıĢmıĢ ve
evlilikten en önemli farkının evliliğin resmi olarak onaylanmıĢ olması olduğunu belirtmiĢtir. Bazıları
imam nikahlıları da evlilik kurumu içinde kabul etmekle beraber birkaç görüĢmeci aĢağıda verilen
örnekte olduğu imam nikahıyla yaĢamayı da birlikte yaĢama olarak ele almıĢtır. Evlilik dıĢı birlikte
yaĢama bir öğrenci tarafından vaat ve sorumluluklar açısından evlilik kurumu ile kıyaslanarak evliliği
göze alamayanların tercihi olarak yorumlanmıĢtır.
…Bence yani evlilik olarak resmi nikahsız evliliklerde bence evlilik dışı birlikte yaşamaktır. Yani ben
onları da tam olarak kanuni olarak şey olmadıkları için evlilik dışı birlikte yaşama olarak görüyorum.
Eşlerin böyle nişanlıyken veya sevgili olarak ta aynı evde yaşamalarını da birlikte yaşama olarak
görüyorum. Yani o açıkçası resmi nikahsız da yok imam nikahı ile evliyiz falan filan çünkü o da zaten her
267
halukarda adamın bi yükümlülüğü yok ki alır başını gider kadın içinde aynı şey geçerli o zaman birlikte
yaşamanın aynısı…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
…İki insanın mesela her konuda beraber aynı evde kalmasıdır. Ya mesela aynı evde kalıyorlardır,
kirayı beraber ödüyorlardır, alışverişi beraber yapıyorlardır ya da işte iş bölümü seklinde. İş bölümü
şeklinde de olabilir. Mesela alışverişi biri yapar temizliği biri yapar ya da mesela şeydir daha az ziyade
ya da sadece uyumak için aynı eve gidiyo da olabilirler. Ya da şöyledir bi mecburiyetten dolayı da olmuş
olabilir. Ama benim kendi kişisel kanaatim bunu duyduğum zaman ilk aklıma gelen hani iki sevgilinin
beraber yaşadığı, karı-koca gibi…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
…Bu evlilik dışı şey nikah dışı birliktelik bizim dinimiz karşıdır. Çünkü biz böyle bir toplumda
yetişmişiz artı biz fazla dışarıya açılmadığımız için artı demokrasinin fazla gelişmediği bir ülkede
bunların olması hoş görülmez bir yönden baktığımız için…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
Bence işte arada ufak bi imzanın olmadan yaşanmasıdır. Evlilik kurumundan bahsediyorum sonuçta
insanların birbirini sevmesi demek küçük bi imzadan geçiyor anlamına gelmiyor. Bunu her zaman her
zaman böyle düşünmüşümdür ben hani bizi bi arada tutan şey o küçük bir imza değildir.
(Edebiyat Fakültesi – Erkek)
...Bana göre iki insanın herhangi bir şeye bağlı olmadan ne biliyim nikahtır resmi nikahtır ve yahut
da işte dini nikahtır falan filan şeyi olmadan normal iki insanmış gibi birlikte yaşamalarıdır bana göre…
(Ziraat Faültesi – Erkek)
Eğitim ve Hukuk fakültelerinde okuyan iki erkek öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı daha
çok cinsel açıdan değerlendirmiĢ ve birlikte yaĢama cinsel serbestlik ve metres tutma olarak
görülmüĢtür. Geleneksel bakıĢ çerçevesinde kadın görüĢmecilerin hiçbirisi evlilik dıĢı birlikte
yaĢamayı bu perspektifte ele almamıĢtır.
…Evlilik işi şöyle yani biraz evliliğe de karşıyım ciddi ilişkilere de karşıyım yani şey rahat insan bir
kişiyi arzuluyorsa onunla yatmalı bence bu şekilde inanıyorum bu şekilde yaşıyorum. Düzen biraz ne
bileyim aslında birazda kaos yaratabilecek bi şey hani sürekli aynı şeyi yapmak sıkar…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
Farklı bakışlar var mesela kimisi sevgili amacıyla kimisi metres amacıyla yani, bunun yaklaşım
tarzı… Bu farklılaşır insan arasında. Evlilik dışı birlikte yaşam daha çok bu bir metres yaşamı dediğimiz
yani halk diliyle gayri meşru bir ilişki yaşamak gibi aklıma geliyor evlilik dışı ilişki. Bu cinsel amaçla
hani direkt aklıma geliyor.
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
Mühendislik fakültesinde okuyan bir kadın öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evlilikle
kıyaslamanın yanı sıra flört ve sevgili olmakla da kıyaslayarak ondan farklılığına dikkat çekmektedir.
Bir nevi evlilik gibi hayatlarını sürdürüyorlar ama sadece bunu bir resmiyete dökmüyorlar. Hani bu
bi flört gibi değil aslında bi sevgililik gibi değil onlarda bi hayatı paylaşıyor beraber ama daha çok bi
resmiyete dökmüyorlar. Bu da herkesin kendi tercihi diye düşünüyorum yani.
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Birlikte yaĢamanın tanımlanması evlilik, flört ve sevgili olmak gibi diğer çiftler arası iliĢkilere
benzerlik ve farklılıkları çerçevesinde gerçekleĢmiĢ, toplumsal ve resmi bir tanınma dıĢında diğer
özellikleriyle evliliğe daha benzer görülmüĢtür.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢama ve Evliliğe Hazırlık
BoĢanmaların arttığı pek çok günümüz toplumunda acaba evlilik öncesi birlikte yaĢama bir evlilik
denemesi olarak evliliği güçlendirerek çiftleri evliliğe hazırlar mı sorusunu akla getirmektedir.
GörüĢmecilerin konuya iliĢkin görüĢleri üç kategori oluĢturmuĢtur. Bir kısmı evlilik öncesi birlikte
268
yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayarak evliliği güçlendirdiğini belirtirken bir kısmı ise buna karĢı
çıkarak çiftleri evliliğe hazırlamayacağını iddia etmiĢtir. Son grup görüĢmeci ise evlilik öncesi birlikte
yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının çiftlerin kiĢisel özelliklerine bağlı olduğunu
ifade etmiĢlerdir. Birlikte yaĢamanın evliliğe hazırladığını düĢünen görüĢmecilerin düĢünceleri
incelendiğinde aslında çocuk sahibi olmak dıĢında evlilik ile birlikte yaĢamak arasında önemli bir
farkın olmadığı belirtilerek bu sürecin çiftlerin birbirini fiziksel, ruhsal ve cinsel açıdan daha yakından
tanımalarına fırsat sağladığına vurgu yapılmaktadır. Ayrıca bu sürecin çiftleri evlendiklerinde
üstlenecekleri eĢlikle ilgili rol ve sorumluluklara da hazırladığı bu nedenle de boĢanmaların
azalmasına katkı sağlayacağı ifade edilmektedir.
…Evliliğe bi ön aşama oluyor sadece Bunun sonucunda da daha iyi kararlar almamızı sağlıyor
birbirimizi daha iyi tanıyarak Yani evliliğe de gitmeyebilir evliliğe de gidebilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…İnsanlar hem fiziksel olarak birbirlerini tanıyorlar hem yaşam olarak birbirlerini tanıyorlar. Belki
ben bu insanla yapamıycam diyo ya ben bunla ne bileyim o süreç bence insan için gerekli kesinlikle
gerekli dışarı da gördüğün herkesle bir arada olan insanla evde ömrünü geçireceğin insanla kesinlikle
bir olamaz…Evliliğe bir şekilde hazırlıyor hem bedenen hem sosyal hayat olarak hazırlıyor mesela
erkeklerin hiç bilmediği şeyler oluyor ne bileyim pazara gitmek gibi ya da eş için bi kadın için bi şey
almak gibi bunları öğreniyorlar erkek kadın içinde aynı şey geçerli bi kadın için zaten direk evlenmek çok
şey bi şey yani özellikle hiç bi şey tanımayan hiç bi şey bilmeyen bi kadın için korkunç bi şey bence…
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Hazırlar kesinlikle. Hazırlar aslında bence o sosyal baskı olmasa hani evlilikle birlikte yaşama
arasında hiçbir fark yok ama evlendikten sonra işte ya zaten birlikte yaşayanlar aynı şeyi yapıyorlar
çocuk sahibi üniversitede çocuk sahibi olma konusuna şey değiller ama birlikte yemek yapma beraber
alışveriş etme bulaşığıymış ya üniversite öğrencileri de zaten ellerinde ki parayı birlikte paylaşıyorlar. O
ev için ne yapılacaksa kirasıymış harcamasıymış her şey birlikte aynı şekilde ilerliyo bi tek birlikte
yaşamakta bence ayrı olan şey hani resmi nikahlı olmayanlardan ayrı çocuk konusuna sıcak
bakmamaları. Evliliğin evlilikle işte birlikte yaşama arasında fark…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
…Evet hazırlar inanıyorum ona birlikte yaşamak kısmen insan aslında evli gibisinizdir de yani ufak
tefek pürüzleri bu da genelde etraftaki sesleri kısmak içindir yani evli… Çünkü bi insanı kısa sürede
tanıyıp ta evlendiğin zaman bambaşka huyları oluyor yani size çok basit yalanlarda söyleyebilir 5-6 ay
ama 3-4 yıllık 5 yıllık bi ilişkiniz varsa artık siz onu tanıyorsunuzdur. Siz artık bir bütünsünüzdür hemen
hemen birbirinizin parçalarını o zamana kadar tamamlamışsınız ve tamamlamaya da devam ediyorsunuz.
Ama kısa bir sürede yapılan evliliklerde kesinlikle bu olmuyo adam ya da kadın bambaşka kişilikmiş
yani…
(Edebiyat Fakültesi – Erkek)
...Bence belki de boşanma oranlarının düşeceğini düşünüyorum ben yani çünkü bi deneme sürecidir
birlikte yaşamak. Evliliğin giderleri olur ya da gitmemesi gerekir çiftler bu şekilde karar verebilirler bi
süre birlikte yaşadıktan sonra „evet biz oluruz, devam edebiliriz „ ya da „olmayız „ diye. Bence denemek
gerekebilir…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlamadığını ileri sürenler ise bu sürecin
evliliğe hazırlamadığını çünkü eğer evliliğe hazırlıyor olsaydı evliliklerin azalma değil artma
eğiliminde olması gerektiğini belirterek birlikte yaĢamanın evlilikten çok farklı olmadığını o nedenle
çiftleri evliliğe yönlendirmediğini ifade etmiĢlerdir. Bu görüĢü paylaĢan bir erkek görüĢmeci eğer
evlenecek olursa da daha önce birlikte yaĢamadığı birisiyle evlenmeyi tercih edeceğini belirtmiĢtir.
…Hazırlamaz yani bana göre ters şu anda. Yani hazırladığını düşünmüyorum. Belki cinsel konularda
hani bi erkeğin, kızın daha rahat hissedeceği bi şey . Bilmiyorum ama yani değil… Bence bu tarz böyle
birlikte yaşamak, kız-erkek bir arada yaşamak o kadar mevcut ki ama evlilikler mesela azalıyo. Ne bilim
sağlam değil artık mesela günümüzde ayrılma meselesi daha fazla. Ama eskiden olsa böyle miydi, değildi.
Bence bu rahatlıktan kaynaklanıyo artık …
269
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Hazırlamaz yani birlikte olduğum herhangi bir kadınla bile evlenmeyi düşünmedim. Aslında daha
çok şöyle bir şeyde o farklılık mesela yani eğer bir şey olacaksa daha önce yaşamadığım bi kişiyle daha
çok tercih ederim…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
…Hazırlamaz. Şahsen ben şimdi üç yıldır üniversitedeyim işte kız arkadaşımla çıkıyoruz gayet
samimiyiz hiç evlilik bile aramızda geçmedi yani. Çünkü biz rahatız her şey yani o kağıda bağlı değil
yani. Birlikte mutluyuz. Bunu yürütebiliriz 10 yıl 20 yılda yürütebiliriz yani illaki o kağıda bağımlı değiliz
yani. Olmayabilir yani bizim için...
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
…Hayır bence onlardaaslında evli gibiler yani onlarda bi hayatı paylaşıyorlar o yüzden de evliliğe
hazırlamaz çünkü zaten evli gibi yaşıyorlar sonrasında birlikte yaşayıp yaşayıp sonra evlenmek ya o da
olabilir…
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının göreceli bir durum olduğunu ve bu
durumun bireylerin kiĢisel ve sosyo-kültürel çevrelerine bağlı olduğunu vurgulayan üçüncü grup
görüĢmeci ise kiĢilerin evlilik öncesi ve evlilik sonrası tutum ve davranıĢlarının değiĢebileceği ve
birlikte yaĢarken bireylerin birbirilerine kendilerini tam olarak ortaya koymadıkları daha çok olumlu
taraflarını göstererek olumsuz yönlerini gizleyebildiklerini vurgulamıĢlardır. Böyle durumda da
çiftlerin gerçek anlamda birbirlerini tanıyarak eĢ olarak uygun kiĢi olup olmadıklarına karar vermenin
güç olduğu belirtilmiĢtir. Evlilik kiĢilerin hayatında pek çok Ģeyin değiĢmesine neden olmaktadır. Bu
nedenle evlilikle beraber bireyler de yeni duruma ayak uydurabilmek için değiĢmektedir.
…Yani bu göreceli diye düşünüyorum. Her insanın kendi şeyine kalmış bişey hani bunu bu evlilik dışı
birlikte yaşama ya da isteyebilir buna başlayabilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…Belki olabilir, birkaç gün. Süreyi çok uzatmadan, 6 ay 7 ay 1 yıl 2 yıl değil de belki 3- 5 gün
insanların birbirini daha iyi tanıması açısından belki birkaç gün birlikte yaşanılabilir.
(Turizm Fakültesi-Erkek)
…Aslında hem hazırlayabilir hem hazırlamayabilir. Evlenince insanların değiştiğine inanıyorum ben.
Belki birlikte yaşarken kendini göstermez hani gerçek yüzünü göstermese de evlenince yani resmi bi şey
olunca kendini daha rahat gösteriyor…
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Bu insana bağlı bence hani tamam birlikte yaşarsınız sonradan hiç ummadığın insan çıkar
karşınıza bir insanoğlunun bu dört duvar arasında tanırsınız hani bence değişiyor yani hani…
(Ġ.Ġ.B.F. – Kadın)
…Belli bir süreci birlikte yaşadığınız zaman kendisini tanırsınız hani o yönden belki iyi bir şeydir
diyebilirsin hani evlenmek amacıyla ama hani ayrı evlilik dışı ayrı bir birlikte ev tutma, birlikte bir süre
çalışma gibi şey yanlıştır.
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
Kesinlikle öyle olduğuna inanıyorum ve şey yani hani bizim toplumsal yapımızda insanlar klişedir
hep, yani benim kişisel kanaatim… Erkekleri kadınlar sevgililik evresinde, sevgili olamayanlar nişanlılık
evresinde şu düşüncede işte „naz yapim, niyaz yapim, hani onu elimde oynatim, şunu yapim, çiçek
aldırim, bunu yapim‟ hep böyle yaklaşıyorlar. Sonra erkekler de „aha! Bitti evlendik şimdi benim
dediğim olur‟ böyle olmaması lazım bunlardan arındırılıp insanların birbirlerini gerçekten tanıması
lazım hani mesela en güzel evlilik de odur benim kendi şahsi fikri kanaatim…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
Rahat bir ortam sağlıyor ve insanı gerçekten tanımayı sağlıyor ama evlilikle, birlikte yaşamak
kesinlikle farklı. Çünkü evlendikten sonra özellikle ben erkeklerin değiştiğini düşünüyorum çünkü
270
annesinin yanında farklı dayısının yanında farklı işte evlendikten sonra olması gereken aslında buymuş
gibi işte el ele tutuşmamak masada ayrı ayrı yerlerde oturmak gibi değişik şeyler oluyor.
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusu diğer
toplumlarda olduğu gibi oldukça muğlak görünmektedir. GörüĢmecilerin bir kısmı hazırladığını bir
kısmı hazırlamadığını belirtirken bir kısmı da kararsız gözükmektedir.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamaya BakıĢ
AraĢtırmaya katılan görüĢmecilerin tamamı toplumun birlikte yaĢama konusundaki genel
eğiliminin olumsuz ve kabul edilemez bir durum olduğunu belirtmiĢtir. Bazı görüĢmeciler kendi
ailelerinin ve arkadaĢlarının aslında birlikte yaĢamaya karĢı olmadıklarını ama toplumda kabul gören
bir yaĢam tarzı olmadığı için böyle bir duruma izin vermeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Coğrafyasal
açıdan Türkiye‘nin daha geleneksel bölgelerinde hem dini hem de toplumsal değerlerin birlikte
yaĢamaya izin vermeyeceğini ancak Antalya gibi turistik bölgelerde ve Batı Anadolu‘da görece daha
az tepkiyle karĢılanabileceği vurgulanmıĢtır.
…Arkadaşlarımın kesinlikle tepki vereceğini düşünmüyorum hatta kendi adlarına da benim adıma da
sevinirler ama yani bunu akraba toplumuna akrabaya dışarıya anlatamam. Şöyle bazen düşündüğümde
ailemin de hani birlikte yaşamaya karşı çıkmıycağını düşünüyorum ama çünkü bizim ailemizde üniversite
mezunları üniversite okuyan kalabalık bi aileyiz ama dışarıya karşı ben senin için demem ama böyle
duyulursa bizim için kötü olur diyip karşı çıkarlar. Kendi kafalarında böyle bir şey olduğu için değil dış
baskıdan dolayı…
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Bizim toplumumuzda, Türkiye‟yi düşünürsek kabul edilmiyo bence de dediğim gibi bi Avrupa‟yı
düşününce kabul edilebilir bence bilmiyorum.Çok Avrupa‟nın etnik yapısnı da bilmiyorum. Aile baskısı
vardır. Benim için din vardır. O tarz şeyler de olabilir. Yasallık biraz da sağlamlaştırma ya belki de o
yüzden o da olabilir yani.
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Ya Adana‟da yok böyle şeyler. Çok kalabalık bi şehir ama böyle Nasıl anlatsam böyle daha bi
Tuhaf insanlar mesela buranın. Yabancılar çok geliyor, deniz kıyısı var, turist çok geliyo, insanlar burda
çok rahat ve halkın arasına geçmiş, bu benim kendi kişisel gözlemim. Adana birazcık daha böyle
geleneksel. Mesela bizde hani sevgili ilişkileri felan bu kadar rahat bile yaşanmaz birlikte olmayı
geçtim…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
GörüĢmecilerin önemli kısmı, toplumun birlikte yaĢamaya iliĢkin tavrının zaman içerisinde
değiĢeceğini iddia etmiĢtir. Bu değiĢime televizyon ve internet gibi teknolojik girdilerin katkı sunacağı
ve belki de gelecek nesillerin birlikte yaĢamaya hoĢgörüyle bakabileceği vurgulanmıĢtır.
…Kabul edilemez. Bir toplum kendi kabuğunun içinde sürekli büyüdüğümüz için kendi kabuklarımızı
kıramadığımızdan dolayı çok negatif bakılıyor hani yavaş yavaş artık mesela eski Türkiye ile şimdiki
Türkiye arasında baya bir fark var yavaş yavaş açılıyor ama şimdilik hiç görmedim şahsen hani birlikte
yaşamayı hiçbir anne baba olumlu yaklaştığını hiç görmedim…
(Ġ.Ġ.B.F.-Kadın)
…Ben şey düşünürüm arada böyle hani Bizim çocuklarımızın çocukları bu kaç sene gerekli
önümüzdeki kaç sene bilemem bi 70 bi 80 diyebiliriz bunu. Çünkü bizim babalarımız bu konuyu kendi
aralarında dahi konuşmadılar gizli dedelerimiz gölgelerine dahi itiraf etmediler. Bugün biz artık az olsa
da bazı ortamlarda dile getirebiliyoruz. Benim çocuğum olacaksa misal inşallah olmaz. O arkadaşları
arasında rahat konuşabilecek ve onun çocuğu artık uygulayabilecek diye düşünüyorum. Tabi bu süreçte
neler olur dünyada. Mesela bi dünya savaşı çıkar, düzen değişebilir, insanlar korkutulabilir ya dinler
bizim mesela ülkemizde ki mesela az çok görür yani dine eğilim bi artış var. İnsanlar çoğunluktan çekinir
bir nevi. Onların etkisi olmasa belli bir süreden sonra çok rahatça yaşanılabilir, uygulanabilinir…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
271
…Biz hani biraz daha hani hem inanç olarak, hem kültürel olarak bizim geldiğimiz bellidir. Hem
inancımız buna müsaade etmez hem de toplum yapımız… Biz hazırlıklı değiliz bu şeye. Ama hani ilerde
olabilir mi olabilir. Çünkü hani şu an görebiliyoruz ve özellikle teknolojinin bizim alana, yaşam alanına
girmesiyle birlikte artık insan her şeyle irtibata girebiliyor, özellikle bu internet ağları falan bizim her
şeyle irtibat sağlamamızı sağlıyorlar. Bir de bu hani küçük çocuklara empoze edildiği için bu yozlaşıyor
yani, ilerde yani olabilir. Ve toplum da bunu kabul edecektir ama şu an biz ona hazırlıklı değiliz diye
düşünebiliyorum; ama ileride bu olabilir…
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
…Çok kabul edilebilinir değil ama artık yani pek fazla şey yapılmamaya başlanıyor hani
yadırgamıyoruz artık belki birlikte yaşayanları eskiye nazaran eskiden hani çok fazla yadırganıyordu…
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Eskiden değildi ama artık bence kabul edilmeye başladı. Yani insanlar birazcık sıcak bakıyorlar ama
kesinlikle Antalya‟nın bazı şeylerinde bunlar yadırganmıyolar. Bi Lara‟da bi de mesela ben
Şarampol‟den geçenlerde bi ev tuttum bunu sordu yani ev sahibim hani „erkek arkadaşın var mı, birlikte
böyle şey söz konusu değil de mi?‟ Çünkü Şarampol böyle birazcık daha kırsal kesim oluyo tabi ki yani
bunlar hala belli yerlerde belli bölgelerde devam ediyor.
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Kabul edilemez bişey. Çünkü insanlara ters geliyor. Hani arada herhangi bir bağ olmadıktan
sonra şey olmuş bi bağ resmileşmiş ve yahutta Toplumun adetlerine göreneklerine işte dediğim gibi
Örfüne ters geliyor. Dolayısıyla böyle bişey kabul edilmiyor…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…Bizim Türk toplumu hani böyle durumlara şey değil daha kendi çevrende olsa başka bi ortama
girdiğin zaman ka iyi karşılanmayabilir böyle durumlar mesela ben doğuya gitsem doğuda böyle bi
durum olsa herhalde dışlanma gibi bişeyler olabilir kötü bak gözle bakılma gibi durumlar olabilir bana
olmasa da partnerime olabilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
AraĢtırma verileri çok net bir Ģekilde birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumsal algının olumsuz
olduğunu ortaya koymaktadır. GörüĢmecilerin tamamı bu görüĢü belirtmesine karĢın uzun dönemde
bu algılamanın ve konuya iliĢkin uygulamaların değiĢebileceği inancını da taĢımaktadır.
DEĞERLENDĠRME VE SONUÇ
Evlilik dıĢı birlikte yaĢama, aile ve evlilik literatüründe evliliğe alternatif bir yaĢam tarzı olarak,
evliliğin habercisi ya da evlilik denemesi olarak ele alındığı gibi evliliğe bir hazırlık süreci olarak da
değerlendirilmektedir. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin bu tanımlamalar toplumların aile ve evlilik
kurumuna atfettiği değer ve normlarına, gelenek ve göreneklerine göre Ģekillenmektedir.
AraĢtırma sonuçlarına göre evlilik dıĢı birlikte yaĢama öğrenciler tarafından evliliğin
resmileĢmemiĢ gayri meĢru bir görünümü (Bir örnekte metres benzetmesi yapılmıĢ), toplum tarafından
onaylanmamıĢ hali olarak tanımlanarak evlilikle benzerliğine dikkat çekilmiĢtir. Birkaç erkek öğrenci
ise birlikte yaĢayan çiftler arasında cinselliğin daha serbest yaĢandığına vurgu yapmıĢtır.
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusunda ise üç farklı
görüĢ ortaya çıkmıĢtır: Birinci grup bu süreçte çiftlerin birbirini tanıması nedeniyle
hazırlayabileceğini, ikinci grup evliliklerin azalması ve boĢanmaların artması nedeniyle evliliğe
hazırlamadığını, son grup ise çiftlerin içinde bulundukları kiĢisel ve sosyo-kültürel koĢullara bağlı
olarak bunun değiĢebileceğini belirtmiĢtir.
AraĢtırmada görüĢmeye katılanların tamamı evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın toplumun geneli
açısından kabul edilemez bir durum olduğunu ve toplumun örf ve adetlerine uygun olmadığını
belirtmiĢtir. Ancak pek çok görüĢmeci bu durumun zaman içinde değiĢeceğini ve yavaĢ yavaĢ
toplumda birlikte yaĢayan çiftlere rastladıklarını, teknolojik geliĢmelerin de buna katkı sağlayabileceği
vurgulanmıĢtır. Bu bağlamda birlikte yaĢama kavramsal kısımda Matysiak, A. (2009) belirttiği
272
aĢamalardan ilk aĢamaya yani toplumda nadir görülen sıra dıĢı gruplarına özgü bir olgu olarak ortaya
çıkmaktadır.
Üniversite gençlerinin ebeveynlerine ve toplumun geneline göre evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya daha
olumlu yaklaĢtıkları gözlenen bu çalıĢmada birlikte yaĢamaya iliĢkin küçük bir resim sunulmaya
çalıĢılmıĢtır. Türkiye‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin yeterli akademik çalıĢma ve istatistik
bulunmamaktadır. Bu çalıĢmada nitel veriler aracılığıyla evlilik dıĢı birlikte yaĢama konusuna bir giriĢ
yapılmaya çalıĢılmıĢtır. Ancak örneklemin sınırlı oluĢu konuya iliĢkin genellemelerde bulunmayı
güçleĢtirmektedir. Ġleride daha geniĢ örneklemli ve daha kapsamlı çalıĢmaların yapılması konunun
derinliğine anlaĢılması ve analiz edilmesi için önem taĢımaktadır.
KAYNAKÇA
Adak, N. (2012). ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile, Editör: NurĢen
Adak, Siyasal Kitabevi, Ankara, 221-246
Brown, S. L. (2004). ―Moving from cohabitation to marriage: effects on relationship quality‖, Social
Science Research, 33, 1–19
Firestone, S. (1997) Cinselliğin Diyalektiği. Çeviren Yurdanur Sağlam, Payel Yayınevi, Ġstanbul
Lichter, D. T., Qian, Z., Mellott, L. (2006). ― Marriage or dissolution? Union transitions among poor
cohabiting women‖, Demography 43, 223– 240.
Lichter, D., Turner, R., Sassler, S. (2010). ―National estimates of the rise in serial cohabitation‖,
Social Science Research 39: 754–765
Matysiak, A. (2009). ―Is Poland Really ―immune‖ to the Spread of Cohabitation?‖, Demographic
Research,21: 215-234 DOI: 10.4054/DemRes.2009.21.8
Nazio, T. (2008).Cohabition, Family and Society. Routledge
Nock, S.L. (1995). ―A comparison of marriages and cohabiting relationships‖, Journal of Family
Issues16:53–76.
Rindfuss, R., VandenHeuvel, A. (1990). ―A Precursor to Marriage or an Alternative to Being
Single?‖, Population and Development Review, 16 (4): 703-726
Schimmele, C., Wu, Z. (2011). ―Cohabitation and social engagement‖, Canadian Studies in
Population,38 (3–4): 23–36
273
274
DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN
SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ
Türkan Erdoğan1
1. Toplumsal Açıdan BoĢanma
YetiĢkin kadın ve erkeğin yasal geçerliliği olan belirli hak ve yükümlülükleri beraberinde getiren
bir sözleĢme temelinde gerçekleĢtirdikleri evliliğin psikolojik, sosyal, ekonomik faktörlere bağlı olarak
hukuki bir kararla sona erdirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Marshall,2005:23-35). Diğer bir tanıma
göre boĢanma, ailenin fonksiyonlarını yerine getirememesi ve ailenin parçalanmasıdır
(Timur,1982:38-42;Gönen,1993:45). Evlilik iliĢkisinde bireysel gereksinim ve beklentilerin
karĢılanmaması, eĢler arasındaki etkileĢim, paylaĢım ve sosyal iliĢkilerin hoĢgörü sınırlarını aĢacak
düzeyde bozulması gibi nedenler eĢlerden biri veya her ikisi üzerinde stres veya kaygılara neden
olmaktadır. Bu stres, kaygı ve korkular baĢlangıçta aile içinde çeĢitli uyum çabaları ile giderilmeye
çalıĢılmaktadır. ĠliĢkiyi sürdürme ve evliliği korumaya yönelik bu uyum çabalarında baĢarısız
kalındığında boĢanma gerçekleĢmektedir (Özgüven, 2001: 309). Bu süreç, evliliğin çekiciliğinin yerini
evlilik dıĢı çekiciliklerin aldığı bir süreçtir. ĠliĢkinin baĢlangıç aĢamasında evlilikten sağlanması
düĢünülen kazançlar, boĢanma sürecinde evlilik sonrasında elde edilecek kazançlarla yer
değiĢtirmiĢtir. ġu halde boĢanma, eĢlerin beklentilerinin, umutlarının radikal bir dönüĢüme uğradığı bir
sürece karĢılık gelmekte, eĢlerin gündeminde hep bir olasılık olarak görülmektedir (Ay,2000:64-66;
Özkan,1989:20;Yıldırım, 2001:22).
Son 10 yılda yapılan boĢanma araĢtırmaları farklı geliĢmiĢlik düzeyine sahip olan toplumlarda
boĢanmanın kaygı verici bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu araĢtırmalarda görüldüğü üzere
boĢanma sadece erkek ve kadın arasındaki sorunların bir sonucu olarak değil değiĢen sosyo-ekonomik,
hukuki ve siyasi yapıyla iliĢkili olarak açıklanmaktadır. Dallos (1990:385) boĢanmayı kadının sosyal
yapıda değiĢen konumuyla açıklamıĢtır. Endüstriyel dönem öncesinde feodal dönemde kadının evdeki
üretici rolü ön planda olmuĢ, evin idaresine ek olarak bazı ihtiyaçların karĢılanmasında kadın öncelikli
roller üstlenmiĢtir. Kadının edilgin konumu nedeniyle bu sistem içinde erkeğin yardımcısı olarak
değerlendirilmiĢtir. Fakat endüstri devrimi ve sonrasında ortaya çıkan yeni olanaklarla birlikte Ergil‘in
de belirttiği gibi (1994:35-37) kadın eğitim fırsatlarından daha fazla yararlanmaya baĢlamıĢtır. Bu
Ģekilde kiĢisel geliĢimine daha fazla zaman ayırabilmiĢtir. Hala ve Scraton (1990:460-498) ekonomik,
sosyal ve teknolojik alandaki değiĢimlerin bir anlamda toplumların düĢünsel geliĢimini ifade ettiğini,
dolayısıyla bu ortamda kiĢisel haklar, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki cinsiyete dayalı
eĢitsizliklerin de sorgulandığını; Greenstein ve Davis (2006:253-279) bu tarz sorgulamaların
yaygınlaĢmasının düĢünsel zemininin feminizm olduğunu söylemiĢtir.
Kadın istihdamındaki artıĢ kadınların ekonomik olarak özgür olmalarını ve kendi yaĢamlarının
kontrolünü göreli olarak kendilerinin yönetmesine yardımcı olmuĢtur. Sadece ekonomik alanda değil
sosyal yaĢam alanındaki kadınların farklı aktivitelerde kendilerini var etme çabaları ailenin yapısında
değiĢimlere yol açmıĢtır. Kadının sosyo-ekonomik alandaki statüsündeki farklılaĢma aileye özgü
geleneksel değerlerin belli ölçüde değiĢtiğini göstermektedir. Söz konusu değiĢimde kitle iletiĢim
araçlarının ve eğitimin bireysel ve toplumsal yaĢamda öneminin artmasının etkisi büyük olmuĢtur
Aile, erkeğin baba ve koca olarak kayıtsız Ģartsız otoritesiyle yönettiği bir ünite olmaktan göreli
olarak uzaklaĢmıĢtır. EĢit haklar savunulmuĢ, evlilik iliĢkilerinde spontanlık ve karĢılıklı bağımlılık
kavramları tartıĢılmıĢ, bağımlılık yerine bağlılık kavramı cazip gelmiĢtir. Bu da boĢanmaya yönelik
stigmanın değiĢmesine yol açmıĢtır. (Arıkan,1990:25-27). Aile hayatı sevgi ve duyguya dayalı,
bireyciliğin hakim olduğu bir iliĢkiye dönüĢtürmüĢtür. Evlilikler doyum sağlayan iliĢkiler
çerçevesinde daha sağlam kararlarla biçimlendirilmeye baĢlanmıĢtır (Anthony Giddens, 1993‘dan akt.
Demircioğlu,2000:52).
1
Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, terkene@yahoo.com
275
Evlilik iliĢkisindeki, değerlerdeki genel olarak ailenin yapısal ve iĢlevsel değiĢimlerinin bir sonucu
olan boĢanma, gerek ailenin bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılansın gerekse bireylerin daha
fazla zarar görmemesi açısından kabul edilebilir bir durum olarak algılansın günümüz toplumlarında
sosyo-kültürel değiĢimlerin etkisiyle giderek artan bir sorundur. BoĢanma öncesi ve sonrası sürecin
bireysel ve toplumsal alandaki yansımaları, sorunun sosyolojik boyutuna vurgu yapmaktadır. EĢler
arasındaki iliĢki, eĢlerin ve toplumun değiĢen koĢullarından etkilenmektedir. Örneğin, kadınların
eğitim düzeyinin yükselmesi, çalıĢma yaĢamına katılma oranının artması, evlilik yaĢının eğitim ve
çalıĢma durumu ile iliĢkili olmakla birlikte özellikle kadınlarda yükselmesi, flört iliĢkisinin bazı
koĢullarda kabulünün yaygınlaĢması, diğer yandan evlilik çatıĢmaları, boĢanma oranlarındaki artıĢ gibi
faktörlerin evliliğin istenirliğini azalta