ORTA DOĞU’DA DEĞİŞİM VE TÜRKİYE Editörler: Atilla SANDIKLI & Erdem KAYA İSTANBUL 2014 YAYINLARI Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı) No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36-38 Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 www.bilgesam.org bilgesam@bilgesam.org Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No: 4/6 A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 Copyright © TEMMUZ 2014 Bu yayının tüm hakları saklıdır. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. ISBN: 978-605-9963-00-8 Editörler: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA Kapak ve Dizgi: Sertaç DURMAZ Baskı: Gülmat Matbaacılık Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 0212 577 79 77 İÇİNDEKİLER Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası İlter TÜRKMEN ………………..............................….…...................................1 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Atilla SANDIKLI & Bilgehan EMEKLİER ....……………..…...…................39 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Özüm S. UZUN ....…......................................................................................….81 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Cenap ÇAKMAK, Mustafa YETİM & Fadime G. ÇOLAK ......…...................119 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Barış DOSTER ....……………........................................................................167 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Atilla SANDIKLI & Ali SEMİN .....................................................................193 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Salih AKYÜREK & Cengiz YILMAZ...............................................................257 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye Erdem KAYA & Bekir ÜNAL............................................................................277 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri Cenap ÇAKMAK & Fadime G. ÇOLAK...........................................................299 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN & Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK.............................321 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları Ali SEMİN..........................................................................................................365 SUNUŞ Arap dünyasında 2011’de başlayan halk hareketleriyle birlikte Orta Doğu, Türkiye açısından oldukça riskli bir değişim sürecine girmiştir. Arap devletlerindeki ayaklanmalar bölgede demokratik sistemlere değil, istikrarsızlığın hâkim olduğu, etnik ve mezhepsel ayrışmanın belirginleştiği bir döneme yol açmıştır. Bu dönemde İran’ın nükleer programı kapsamındaki gelişmeler, ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık ve Suriye iç savaşı, Türkiye’nin güneydoğusu boyunca uzanan bir kriz coğrafyası meydana getirmiştir. Krizlerle birlikte bölgedeki kazanımlarını yitiren Türkiye’nin etki alanı daralırken; Irak’ta işgal sonrası dengeler ve Suriye’de Batılı ülkelerin kararsız tutumu nedeniyle İran bölgesel güç olarak öne çıkmıştır. Bölgedeki Şii unsurlar üzerindeki etkisini artıran İran, Türkiye’nin güneyinde Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir nüfuz hattına sahip olmuştur. 2. Körfez Savaşı ve Suriye krizi ayrıca Orta Doğu’da İran’la Batılı devletlerin ve İsrail’in menfaatlerinin örtüştüğü bir konjonktür hazırlamış, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Tahran’la diplomatik ilişkilerin yeniden tesisine sıcak baktığı bir süreç başlamıştır. ABD işgaliyle Baas rejiminin sona erdiği Irak’ta etnik ve mezhepsel unsurlara dayalı kurulan siyasi sistem, Bağdat’ta Şii çoğunlukçu bir yönetime yol açarken kuzeyde Kürtlerin özerkliğine anayasal güvence sağlamıştır. Türkmenler ise güçlü bir siyasi teşkilatlanma geliştirememiş, Irak’ın yeniden yapılanma sürecinde etkinlik gösterememiştir. İşgal döneminde PKK terör örgütü, Kuzey Irak ve Kandil bölgesinde hareket serbestisi kazanmış, Türkiye’deki eylemlerini artırmış ve KCK sistemini kurarak devletleşme aşamasına geçmeye teşebbüs etmiştir. İşgalle birlikte Batılı petrol şirketleri Irak’ın enerji sektöründe etkili olmaya başlamış, İsrailli şirketler Irak pazarına girmiş, Tel-Aviv özellikle kuzeydeki Kürt yönetimiyle yakın ilişkiler geliştirmiştir. ABD’nin çekilmesinden sonra İran’ın etkili olduğu bir Irak siyaseti ortaya çıkmış, Tahran yönetimi gerek Şii ağırlıklı partiler üzerinden Bağdat’ta gerekse KYB ve Goran Hareketi vasıtasıyla Kuzey Irak’ta en önemli dış aktör haline gelmiştir. ABD sonrası dönemde merkezi hükümetle kuzeydeki Kürt yönetimi arasında petrol gelirleri ve ihtilaflı bölgelerden kaynaklanan anlaşmazlıklar siyasi krizlere neden olmuş, Maliki iktidarının giderek otoriterleşmesinin ülkedeki Sünni Arapları ötekileştirdiği gözlemlenmiştir. Orta Doğu’da 2. Körfez Savaşı’ndan sonra 2011’den itibaren Suriye’deki iç savaş bölge güvenliğini tehdit eden gelişmeler doğurmuştur. Esed rejiminin reform talebiyle protesto gösterileri düzenleyen halka ateş açmasıyla başlayan kriz, rejimin muhalefeti silahlı kuvvetle bastırma girişimi neticesinde iç savaşa yol açmış, ülkede yaklaşık 160 bin kişi hayatını kaybederken milyonlarca Suriyeli, mücavir ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Kriz Orta Doğu’da bölgesel bir anlaşmazlığa dönüşmüş, İran, Irak’taki Maliki iktidarı ve Lübnan’daki Hizbullah Esed rejimini desteklerken başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap dünyası ve Türkiye Suriye’de iktidar değişimi doğrultusunda irade göstermiştir. Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler’in barış girişimleri başarısız olmuş, Rusya ve Çin’in vetosu nedeniyle Güvenlik Konseyi’nde uluslararası müdahaleye zemin hazırlayabilecek karar tasarılarından netice alınamamıştır. Esed rejimi, Ankara’nın muhalefete sağladığı diplomatik desteğe karşılık ülkenin kuzeyini PKK/KCK’nın bu ülkedeki uzantısı olan PYD’ye açmış ve DHKP-C’nin Lazkiye’de üslenmesine imkân tanımıştır. 1979 Devrimi’nden bu yana uluslararası ambargolara maruz kalan İran ise Kasım 2013’te Batılı ülkelerle sağladığı mutabakat kapsamında ambargoların kısmen kaldırıldığı bir döneme girmiştir. Bu dönemde ABD’nin, İran’ın daha etkili olduğu bir İslam dünyası ve Orta Doğu fikrine sıcak bakmaya başladığı, Tahran’la belirli alanlarda birlikte hareket etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır. Ancak İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına ve balistik füze programlarına devam ettiği, Ruhani iktidarının söylemde ılımlı bir çizgi geliştirse de uygulamada seleflerinin sertlik yanlısı tutumunu sürdürdüğü görülmektedir. Arap dünyasındaki ilk ayaklanmalara “Batı yanlısı diktatör rejimlere” karşı İslami bir uyanış nazarıyla bakan İran, Suriye krizinde Esed rejimini desteklemekte, ayaklanan kitlelerin “ABD ve İsrail tarafından desteklenen teröristler” olduğunu iddia etmeye devam etmektedir. Esed rejimi büyük ölçüde İran’ın desteğiyle varlığını sürdürmekte, Tahran’ın dolaylı desteğiyle iç savaşa taraf olan radikal unsurlardan ötürü Batılı devletlerin muhalefetle ilgili tutumu değişmekte ve kriz sürüncemede kalmaktadır. İran-Irak-Suriye hattındaki krizler diğer Arap ülkelerindeki gelişmelerin ve İsrail-Filistin anlaşmazlığının seyrinin gerek dünya kamuoyunda gerekse Türkiye’de geri planda kalmasına yol açmıştır. Libya’da Kaddafi sonrası dö- nemde bölgeler ve aşiretler arası güç mücadelesinden kaynaklanan istikrarsızlık devam etmektedir. Mısır’da Mübarek iktidarının devrilmesiyle başlayan süreçte demokrasiye geçiş denemesi başarısız olmuş, ülkede ordunun gerçekleştirdiği darbe ile otoriter yönetime geri dönülmüştür. Filistin’de Hamas-El Fetih mutabakatıyla birlik hükümeti kurulsa da, ABD ve İsrail’in bağımsız bir Filistin’e karşı çıkması nedeniyle anlaşmazlığın çözülebileceği bir gidişat bulunmamaktadır. ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin İsrail’e koşulsuz desteği devam etmekte, Tel Aviv barışın önündeki en büyük engel haline gelen Yahudi yerleşimlerini genişletmeyi ve Gazze kuşatmasını sürdürmektedir. 2010’da İsrail’in Mavi Marmara saldırısıyla bozulan Ankara-Tel Aviv ilişkilerinde ise tarafların farklı dönemlerdeki girişimlerine rağmen henüz normalleşme sağlanamamıştır. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), “Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye” kitabını bölgedeki bu riskli değişim sürecini anlamak ve Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda politika önerileri sunmak maksadıyla hazırlamıştır. Daha önce BİLGESAM tarafından yayımlanan diğer çalışmalar yanında, Bilge Adamlar Kurulu tarafından değerlendirilerek yayımlanan raporların da yer aldığı “Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye” kitabı zengin bir içeriğe sahiptir. 11 bölümden oluşan kitapta Orta Doğu genelindeki değişim süreciyle birlikte ağırlıklı olarak İran-Irak-Suriye hattındaki gelişmeler incelenmekte, bu gelişmelerin küresel ölçekteki yansımaları ve Türkiye’ye etkileri üzerinde durulmaktadır. Kitapta Cumhuriyet döneminden itibaren Türkiye’nin Orta Doğu politikası, İran nükleer krizinin Türkiye’ye etkileri, Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, Orta Doğu’daki değişim sürecinde Avrasya-Atlantik rekabeti ve Türkiye’nin tutumu, küresel ve bölgesel çerçevede Suriye krizi, Türkiye’nin Suriye politikasına toplumsal bakış, PKK/KCK’nın Suriye’nin kuzeyindeki PYD yapılanması, ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık ve Kuzey Irak’taki Goran Hareketi üzerine makaleler yer almaktadır. Kitaptaki çalışmalara katkı sağlayan Bilge Adamlar Kurulu üyeleri E. Oramiral Salim Dervişoğlu’na, E. Bakan/Büyükelçi İlter Türkmen’e, Yargıtay Eski Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’a, E. Bakan/Vali Kutlu Aktaş’a, E. Büyükelçi Özdem Sanberk’e, E. Büyükelçi Sönmez Köksal’a, E. Büyükelçi Güner Öztek’e, E. Büyükelçi Ümit Pamir’e, E. Orgeneral Necdet Yılmaz Timur’a, E. Orgeneral Oktar Ataman’a, E. Koramiral Sabahattin Ergin’e, Prof. Dr. Nur Vergin’e, Prof. Dr. Orhan Güvenen’e, Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu’na, Prof. Dr. İlter Turan’a, Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu’na, Prof. Dr. Ersin Onulduran’a ve kitaba bölümleriyle katkı sağlayan Prof. Dr. Cengiz Yılmaz’a, Doç. Dr. Cenap Çakmak’a, Doç. Dr. Barış Doster’e, Yrd. Doç. Dr. Özüm Uzun’a, Dr. Salih Akyürek’e, Erdem Kaya’ya, Ali Semin’e, Bekir Ünal’a, Tuğçe Ersoy Öztürk’e, Bilgehan Emeklier’e, Fadime G. Çolak’a ve Mustafa Yetim’e teşekkür ederim. Kitabın başta siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler olmak üzere akademik dünyada istifade edilen bir kaynak olmasını diler, Orta Doğu’daki değişim sürecinde Türk karar mercilerine fayda sağlamasını temenni ederim. Doç. Dr. Atilla Sandıklı BİLGESAM Başkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI* İlter TÜRKMEN** Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni, AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi çerçevesinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı. Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık ve hatta kaosun bilinci ile hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu, fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. Amerikan askeri operasyonları bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir kuvveti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların ve özellikle Kuzey Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman oldukça ciddi gerilimler ortaya çıktı. Özellikle savaştan önce Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır. Irak’taki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan bi* Bu makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır. ** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 1 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ridir. Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini ve siyasi gruplarla temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin “mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur. Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında yaratıcı bir kavram sayılmalıdır. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık ve ayrışma unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede ışık tutabilir. Atatürk ve İnönü Devri Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap ve fakir ülkenin imar ve kalkındırılması diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış ve istikrar çemberinin yaratılması gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi de bu gerekliğinin ifadesidir. Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Musul ve Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine 2 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu. Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini ve Kerkük’ü de kapsayan Musul bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap vermek ve geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte, Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha elverişli olduğu bir zamanda ise Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır. 31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya ve İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap mukavemet cephesi ortaya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar Suriye’yi ve Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep ve Urfa’yı da devralmışlardı. Bu bölgede halkın mukavemeti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden 3 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye vazgeçiyor ve Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli sınırlarını kabul ediyordu. Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi. Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak ve Türk dili resmi dil sayılacaktı. 1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor ve Sancak üzerindeki yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi. Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de ve Sancak Türkleri arasında infial uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun ve Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele olduğunu vurguluyor ve bunun üzerinde ciddiyet ve azimle durulacağını ifade ediyordu. Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti ve gözetimi altında içişlerinde tamamen bağımsız olacak ve dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı. Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu ve hazırladığı tasarıların Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs 1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü ve Anayasa taslaklarını onayladı. Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı. Türkiye-Fransa anlaşması ve Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini kökünden çözümleyememişti. Suriye’de Arapların eylemleri ve Sancak’taki Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin Statünün uygulanmasını ve Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu. Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç verecek nitelikte olduğundan, Türk 4 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu ve 1930 Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti. Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı ve yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçevesinde Sancak’ta güvenlik ve asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra 30,000 kişilik bir kuvvet yığdı. Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’ya giderek askeri birlikleri teftiş etti ve büyük bir geçit resminde hazır bulundu. 1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren ve gittikçe çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin ve Adana’dan döndükten sonra, Fransa Türkiye’nin Sancak’ın güvenliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu cevap verdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile Türkiye ve Fransa Sancak’ı ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tanıyor ve onun bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini yerine getireceklerini teyit ediyorlardı. Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde Türkler Sancak Meclisinde 40 milletvekilliğinden 22’sini kazandılar, Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 ve Grek Ortodokslar 2 milletvekilliği elde ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını verdi. Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı 5 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı ve bir süre sonra da Milletler Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı. Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş, baskı ve uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış, safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu. Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş patlak verdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi. İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı. Gerektiği takdirde ortak önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. Fa6 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası kat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı Yöntemi ve Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı ve gerçekten dostane bir eksene oturtulabildi. O tarihlerde Türkiye-İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi ve darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi Atatürk’ün ve reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay süren bir ziyarette bulundu. Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı sağlamaya başladı. Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret vesilesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları ile ve özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü. İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar. Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü. 1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan Şattül-Arap ihtilâfı patlak vermişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun 7 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii ve Sünniler arasındaki gerginlikler ve İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin arabuluculuğunu talep ediyordu. 1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar. Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl etmemeyi, ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye, kamu düzenini ve güvenliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı. Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi ve onun yansımaları yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin veya Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede Hatay ve Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak gerekir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mihver taraftarı olan Raşit Ali ele geçirdi, Naip Abdülilâh ve Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuvvetleri gönderince darbeciler uzun süre mukavemet gösteremediler ve İran’a gittiler. İngiliz vesikalarına göre Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve Süveyş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi. 8 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem veren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması takip etti. Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in taksimi ve onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13 ülke aleyhte oy veriyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy veren devletler ise bütün Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan ve Pakistan’dı. Fakat bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD ve Fransa ile birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i tanıyan tek Müslüman ülke oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti Manda’sının kendisine verdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu 5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma ve anlaşmalara ve şahısların ve toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk 9 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor ve diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart 1946’da Türkiye Suriye’nin ve Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı. Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki yeni yapılanma ve reform ihtiyacına cevap vermekten uzaktı. Özellikle İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak ve Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan ve Mısır’a yanaştı. ABD de Suudi Arabistan ve Mısır gibi Irak, Ürdün ve Suriye’nin siyasi birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik veriyordu. Bu politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi tetikledi. Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin işaretlenmesine ve sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın ve Güney Anadolu’nun Arap vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak günü olarak kabul edildi ve her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından itibaren resmi ve gayri resmi Sancak gösterilerine son verildi. Fakat Baas Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında ve resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü. İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine dair bir bilgi henüz yoktur. 10 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 1950-1960 Yılları Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış politikasının ana sorununu teşkil etmiştir. 1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme hatalarına düşülmüştür. 9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi. Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı 11 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölgede tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamaktan geri kalmamıştır. Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla birlikte üye olmaktan kaçındı. 12 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu. Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti. Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri çekti. Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz gayretkeşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret13 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsüne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi kararlaştırdılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi. 1960-1970 Yılları 1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti. 14 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan etkilemedi. 1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak. 1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi. 1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça 15 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır. Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı 16 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır. İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti. 1970-1980 Yılları 1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak ve Suriye ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu. Nasır’dan sonra başkanlığa gelen Enver Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri tesislerini kapatıyor ve Sovyet teknisyenlerine yol veriyordu. 6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak İsrail’e yardım etmesine izin vermeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu. Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar ve OPEC üyeleri Türkiye’nin petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce, 17 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde, Libya harekâta katılan uçakların acil benzin ve lastik ihtiyaçlarını karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde “Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy verdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti. Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı ve daha sonra Ankara’da bir büro açmasına izin verdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son verildi ve Arap Liginin merkezi Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi ve Mısır ile ilişkilerini devam ettirdi. Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi ve enerji alanında işbirliğini geliştirmek konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman zaman su yüzüne çıkıyordu. 1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi ve din/devlet ilişkileri anlayışı Türkiye’nin yönetim sistemi ve laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine ve liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini ortaya koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun 18 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu. Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi. Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan ABD’yi takip etmemişti. 1980-1990 Yılları 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi ve bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı ve bunda başarı sağlandı. NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık vermek yolunu tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı. Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi. Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular. Irak ve İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar güvendiler ki karşılıklı olarak menfaatlerinin korunmasını Bağdat ve Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuvvetlerinin zarar vermemesi için Tahran uyarıldı ve İran bu uyarıya uydu. Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçevesinde işbirliği bir derecede de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin ve Kürt ve Ermeni teröristlerin Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de 19 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu. Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim ve uyarılarına Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap veriyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda ASALA ve PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey Irak’a ve Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de fiilen Suriye’nin kontrolündeydi. PKK terör örgütünün Bekaa ve Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan operasyonda Türk kuvvetleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler ve Irak Hükümetini bu duruma imkân verdiği için itham ettiler. 1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı. Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile bir ”Güvenlik Protokolü” imzalandı. Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında 5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçevesinde 1986 ve 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara karşı en büyük tepki İran ve onun desteklediği KYB ve KDP’den gelmişti. Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de, Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin vermemeyi ve silahlı eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü. 20 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuvvetleri Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandılar. Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici ikamet hakkı verileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı. Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı. PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu, PKK’ya siyasal ve lojistik destek verildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu. 1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış ve BM Güvenlik Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar vermişti. Türkiye ise tepkisini bir adım ileri götürdü. Türkiye ve İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı, fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri ve İstihbarat ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince, Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı. 1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu. Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin, İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar, İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf basını laiklik ve dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik ve ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı. 21 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 1990-2000 Yılları Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak ve Suriye ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi. 1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Kuveyt’in işgali ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in güvenliğini tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Güvenlik Konseyi hızla duruma el koydu. Konsey, Kuveyt topraklarını terk etmesini isteyen kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a mühlet tanıdı ve aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu ve bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi. Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli ve savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. Cumhurbaşkanı Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce ve savaş sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu. Bunu Başkan Bush ve onun Başkanlığı sırasında Milli Güvenlik Müşavirliğini yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta özellikle belirtiyorlar. Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Kuveyt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor. Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı Fahd ile görüşmüş ve Saddam’a bir ders verilmesi gerektiğini, aksi takdirde Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehli22 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası keli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor. Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçevesinde Suudi Arabistan’a bir Türk zırhlı tugayının gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle yetiniyor ve sonunda hiçbir kuvvet gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir güç olarak müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor, fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı çıkıyor. 25 Kasım’da Özal ve Bush AGİK toplantısı vesilesi ile Paris’te buluştuklarında Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor ve hava harekatının sonuç almaya yeteceğini ve savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe duyuyor ve NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak, Almanya’nın Türkiye’ye kuvvet göndermeye ve savaşmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor. Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali veya askeri darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar Türkiye’nin ve diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini, Kürtlere self-determinasyon hakkı verilmesinin gerçekçi politika ile bağdaşmadığını vurguluyor. Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak ve Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin vermiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış ve yalnızca Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan ekonomik zararlara ve Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da Saddam Hüseyin’di. Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki 23 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi ve sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız ve kanlı biçimde bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii Türkiye ve İran sınırlarındaki dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye ve Fransa’nın inisiyatifi ile toplanan BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen şiddete derhal son verilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın kuzeyinde güvenli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. paralelin kuzeyinde uçuş yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na ve “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti. Türkiye bu çerçevede İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına izin verdi. 1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani ve Mesut Barzani ile ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuvvetleri ile işbirliği halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların en önemlileri 1992, 1996 ve 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda 35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çarpışmalardan sonra Türk kuvvetleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçevesinde ABD ile çok yakın işbirliği kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşı güçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise Türkiye ithal edilmedi. Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı 1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası, özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya ve İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya dayanıyordu. Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı. Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu. Suudi Araplar bile ona güvenilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman 24 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası ülkelerin çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun ilişkiler ve menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. 1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala Suriye’de ikamet etmesi ve PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak “Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz ortamına girildi. Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye karşı kuvvet kullanılabileceği mesajını verdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere kuvvet kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı ve bunun tetiklediği diplomatik baskı karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı. Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin baskısı ile orada barınamadı. Rusya, Hollanda ve İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar ve onu Nairobi’ye naklederek oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip Öcalan’ı teslim aldı. Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını verdi. Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin bittiğini ve bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu. 25 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi. Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine Orta Doğu dengeleri açısından değer vermesi bu gelişmeyi destekleyen unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol açtı. Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden ve İran’ın PKK’ya destek verdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu. Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek vermesi yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir müddet sonra ilişkiler normale dönebildi. 2000-2010 Yılları 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal 26 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi. Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi. ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı. Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı. 27 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler. 1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi. 1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi. 28 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve “Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra 1 Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı. Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru oluşturuyordu. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 29 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı. Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi. Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik ve mali yardım sağlayan bir ülkedir. 2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuvvet kullanması genellikle reaksiyon doğurduysa da diğer Arap ve Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu. Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadar ki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden ve din referanslı söylemlerden kaçınmanın önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın ve cazip kılan hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli demokratik bir ülke olması ve başta AB ve NATO olmak üzere Batı ile kurduğu ve idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki 30 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar ve karşılıklı olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu, fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye ve İsrail arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu. Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi veya devletin çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü daha çok tarafları bir araya getirmek ve müzakere atmosferi yaratmak şeklinde oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism” tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti. Medyanın ve bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı yanlış anlamalara ve çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı düzeltme çok yerinde olmuştur. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümetlerince değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir. Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere ve yorumlara bugünkü kadar yer vermemiştir. Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD ve AB Hükümetlerinin, medyalarının ve düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir. Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants” Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu ve İsrail’in tek Müslüman müttefiki olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. Aynı raporda 31 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi. Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde. Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğüne en fazla destek veren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı güvensizlik üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret ve Büyükelçi düzeyinde temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı. Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde bulunamıyor. ABD kuvvetlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle takviye edilmesinin güvenliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen terör ve şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle, sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini şu veya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin güvenlik menfaatlerinin Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır. Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış ve İran Türkiye’nin en büyük 8. ticaret ortağı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının 32 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası mevcuttur. Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine ve enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları konusunda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin, İsrail’in ve Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir. Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine katılmadığından Ajans Guvernörler Kurulu’nda yapılan oylamada İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride ABD’nin isteği yönünde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi güvenliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını verdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği yolunda yaptığı ve kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor. Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den çok İran’dan endişe duymaktadırlar. İran’daki teokratik ve otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini vermesi de doğru sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı 33 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar. 11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan ve Pakistan da Orta Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane ilişkilerde bulunduğu bu iki ülkenin ortak sorunları ile de yakinen ilgilidir. Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile 1300 arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal ve kültürel alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan ve Pakistan liderlerini bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide ve Taliban terörüne Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son verilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız kuvvet kullanmasına, kadınlar ve çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde bir ölçü ve üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi olmuştur. İsrail ile askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır. İsrail aleyhtarı retoriğin ve televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını ve genellikle ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır. Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan 34 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden ve diğer Müslüman ülkelerden daha fazla önem veriyor. Oysa bu örgüt, yapısı ve kompozisyonu ile uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz. Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı üslup sorunları ve aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin ve çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir ve bu durumun Türkiye’yi Avrupalı ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı da belirtilmelidir. Sonuç Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun, Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine karşı cephe alınması ve buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış değerlendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı ve onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar ve rekabetler, mezhepler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara ve istikrarsızlıklara çok müsait bir ortam yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin direkt komşuları İran, Irak ve Suriye ile ortaya çıkan sorunları, PKK terör 35 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını ve onlardan destek görmesini de eklemek gerekir. Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır. İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu yapılırken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer programlarının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir. İsrail’in politikasının çeşitli veçhelerine ve özellikle yarattığı oldubittilere ve Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına karşı tepki ifade edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir. Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan ve referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur. Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme ve sorunların36 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası dan soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son verilmesi, demokrasinin güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet ve ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog ortamının oluşturulması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer yargılarına tesir etmemesi düşünülemez. 37 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ* Atilla SANDIKLI** Bilgehan EMEKLİER*** Tahran yönetimi, Şah döneminde başlatılan ve 1980-1988 İran-Irak Savaş’ında olduğu gibi kimi zaman askıya alınmasına rağmen yine de kararlılıkla devam edilen nükleer programını İran iç ve dış politikasının önemli bir enstrümanı ve süreklilik unsuru olarak görmektedir. İran siyasi kültürüne Humeyni döneminden miras kalan ve “bağımsızlık”, “Batı-karşıtlığı” ve “bölgesel liderlik” gibi parametreler üzerine inşa edilen dış politika anlayışının ana eksenini oluşturan nükleer program, İran halkını ortak bir hedef etrafında birleştirmektedir. İran’ın nükleer programı yalnızca iktidar ve muhalefeti ulusal güvenlik ve ulusal çıkar çatısı altında bütünleştirmemekte, aynı zamanda rejimin sürekliliği konusunda bir meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla İran’da hem iktidar hem de muhalefetin büyük çoğunluğu, nükleer faaliyetlerin devam etmesi noktasında fikir birliğine sahiptir. Bölgenin lider gücü ve küresel bir aktör olmak için nükleer programını rasyonel bir dış politika aracı olarak gören İran, 2002 yılında Washington ve Tahran arasında başlayan ve kısa sürede çok taraflı bir krize dönüşen nükleer faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirmektedir. ABD önderliğindeki Batı dünyası İran nükleer programının askeri amaçlı olduğunu ve Tahran’ın nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürerken, İran ise nükleer faaliyetlerinin sivil amaçlı olduğunu ve hedeflerinin barışçıl nükleer enerji üretmek olduğunu öne sürmektedir. * Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. ** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi *** Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi 39 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Soğuk Savaş döneminde Şah yönetiminin iktidarda olduğu süreç boyunca İran’ın nükleer faaliyetlerini bizzat destekleyen ABD ve AB bu kez İran nükleer programına karşı çıkmakta; Rusya ve Çin ise 1979 Devrimi’nden önceki tutumlarının aksine Tahran’ın nükleer çalışmalarına destek vermektedir. Bu yönüyle İran nükleer krizi, 11 Eylül sonrası beliren yeni uluslararası sistemde “sistemsel bir katalizör” işlevi görmekte ve uluslararası aktörler arasında farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Küresel sistemin yeniden şekillendiği bu kriz sürecinde Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel aktörler ise arabulucu rolü oynayarak nükleer krizin diplomatik yöntemlerle çözümlenmesine gayret etmektedir. Bu nedenle Türkiye, diplomatik müzakerelere ev sahipliği de yaparak kriz çözümünü barışçıl yollarla gerçekleştirmeye özen göstermektedir. Buna karşın İran nükleer krizini diplomatik yöntemlerle çözme girişimlerinden sonuç alınamaması ve bu yöndeki umutların azalmaya başlaması, krizin çatışmaya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğuna dair yorumları beraberinde getirmektedir. Üstelik İran ile ABD karar alıcılarının söylemsel ve retorik açıdan giderek sertleşmesi ve iki aktör arasında sıcak bir çatışma yaşanacağına ilişkin değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunun gündemine yerleşmesi, İran’ı küresel kaos senaryolarının merkezine oturtmaktadır. Bu senaryoların ilki, İran nükleer tesislerinin ve füze sistemlerinin ABD veya İsrail tarafından vurulması; ikincisi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması; üçüncüsü ise İran’ın Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izleme olasılığıdır.1 Bu çerçevede raporda öncelikle tarihsel süreçte Türkiye-İran ilişkileri ve İran nükleer krizindeki güncel gelişmeler incelenecek, ardından öngörülen üç senaryo tartışılacak ve gerçekleşmesi durumunda bu senaryoların Türkiye’yi nasıl etkileyeceği üzerinde durulacaktır. 1. Tarihsel Süreçte Türkiye-İran İlişkileri Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile ilişkileri tarihsel süreçte her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkiler 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan itibaren istikrarlı bir gelişme göstermiş ve bu anlaşma sonrasında iki ülke arasındaki sınır bazı ufak ayarlamalar dışında günümüze dek değişmemiştir. Buna 1 Atilla Sandıklı, Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran” Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012. 40 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri karşın 1639’dan sonra sınır bölgesinde çıkan ayaklanmalardan kaynaklanan bazı ihtilaf ve çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş başlamıştır. 1821-1823 yılları arasında iki ülke yine karşı karşıya gelmiş, Erzurum Anlaşması ile sınırın aynen korunması karara bağlanmasına rağmen sınırın işaretlenmesi konusunda ihtilaf ve sınır ihlalleri devam etmiştir. Sınırın işaretlenmesi ancak 1914 yılında gerçekleşebilmiştir.2 Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkilerde bazı sorunlar yaşanmıştır. Mesela İran’daki dini sınıf ve muhafazakâr kesimler, Atatürk’ün gerçekleştirdiği reformlara ve Türkiye’de laik bir sistemin inşa edilmesine tepki göstermiştir. Musul sorunu ve 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan isyan sırasında İranlı aşiretler sık sık sınır ihlallerinde bulunmuş ve Musul sorunu çözüldükten sonra da bu ihlaller zaman zaman devam etmiştir. İki ülke arasında 1926 yılında imzalanan Güvenlik ve Dostluk Anlaşması’nda taraflar bu eylemlere son vermeyi ve gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiş, ancak sınır olayları yine de sürmüştür. 1926’da imzalanan başka bir anlaşma ile Ağrı bölgesinde Türkiye lehine sınır düzeltmesi yapılmıştır. Aynı yıl imzalanan Uzlaşma, Yargı Yönetimi ve Hakemlik Anlaşması ile bu sınır düzeltmesi teyit edilmiştir. 1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Anlaşması 1932’de güncelleştirilmiş ve böylece iki ülke arasındaki dostluk istikrarlı bir yapıya kavuşturulmuştur.3 1926 yılından sonra yaşanan bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenlerinden biri, İran’da Kaçar hanedanlığını askeri bir darbe ile sona erdiren ve Türkiye’nin modernleşme sürecini örnek alan Albay Rıza Pehlevi’nin Şah olmasıydı. Şah Pehlevi, 1934 yılında Türkiye’ye yaklaşık bir ay süren bir ziyarette bulundu ve bu dönemde (1925-1941) iki ülke arasındaki dostane ilişkiler gelişti. İki ülke bölgedeki gelişmelere karşı benzer dış politika yaklaşımları sergiledi. Buna rağmen İran, petrol kaynakları sayesinde zenginleştikçe iki ülkenin bölgedeki nüfuz rekabeti su yüzüne çıkmaya başladı ve Tahran’ın isteksiz davranması nedeniyle iki ülke arasında ekonomi ve enerji işbirliği bir türlü geliştirilemedi.4 2 İlter Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010, 11. 3 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11. 4 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11-12. 41 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Albay Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza’nın şahlığı döneminde (19411979) de ikili ilişkilerin genel itibarıyla istikrar ve barış içinde olduğu söylenebilir. Bu çerçevede Atatürk ve Şah Muhammed Rıza döneminde Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 1937 yılında imzalanan ve bölgesel işbirliği anlaşması niteliğinde olan Sadabat Paktı ile ikili ilişkilerde başlayan barış ve istikrar süreci, Soğuk Savaş konjonktürünün büyük bir bölümünde devam etti. Aynı şekilde Şubat 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında yapılan Bağdat Paktı ve sonrasında paktın dağılmasıyla oluşturulan Merkezi Antlaşma Teşkilatı (CENTO) da Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin işbirliği içinde gelişmesinde büyük rol oynadı. İki devletin Soğuk Savaş döneminde Batı bloğunda yer almaları, ikili ilişkilerin iyi seyretmesinde temel etken olmuştur.5 Ancak Pehlevi hanedanını iktidardan deviren 1979 Humeyni Devrimi, Türkiye-İran ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturmuş ve iki ülkenin birbirlerinin siyasi rejimlerini tehdit olarak algılamaları ilişkileri etkilemiştir. İran’da 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim sistemi değişmiş ve Şah dönemindeki anayasal monarşiden dini cumhuriyete geçilmiştir. İran’da kurulan yeni siyasal sistem, Türkiye’deki laik devlet düzeniyle tezat teşkil ediyordu. Bu nedenle iki ülke arasında güvensizlik ve kuşku ortamı oluşmaya başladı. Türkiye, İran’da Türkiye’nin laik sistemine karşı yayınlar yapıldığı gerekçesiyle rahatsız olduğunu ileri sürerken, İran ise Türkiye’de devrim ve kendi yöneticileri aleyhine propaganda yapıldığı yönündeki şikâyetlerini ortaya koyuyordu. Türkiye İran’ı devrim ihraç etmekle, İran da Türkiye’yi kendi rejimini yıkmak için faaliyette bulunmakla suçluyordu. Türkiye-İran ilişkileri, 1980-1988 İran-Irak Savaşı yıllarında özellikle Türkiye’nin tarafsız tutumu nedeniyle gelişme gösterdi. İran ve Irak, Türkiye’nin savaş sırasındaki tarafsızlığına o kadar güvendi ki, karşılıklı haklarının korunmasını Türkiye’nin Bağdat ve Tahran’daki büyükelçiliklerine bıraktı. Bu nedenle İran ile ticaret hacmi bu dönemde 2 milyar dolara ulaştı. Buna rağmen İran ile siyasi ilişkiler kırılgan bir zeminde seyrediyordu. Zira Tahran yönetimi 1990’lı yıllarda PKK terör örgütüne destek vermeye başlamıştı. İran ile ilişkiler 2000 sonrası dönemde ise hızlı bir gelişme gösterdi ve dip5 Soğuk Savaş Dönemi Türkiye-İran İlişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk-İran İlişkileri”, içinde Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 2004, 207-234. 42 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri lomatik temaslar arttı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2001’de 1,2 milyar dolar iken, bu rakam 2010’da 11 milyar dolara, 2011’de ise 15 milyar dolara yükseldi.6 Enerji Bakanı Taner Yıldız, Şubat 2012’de yaptığı açıklamada Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık %50’sinin ve Mart 2012’de yaptığı açıklamada doğalgaz ihtiyacının %20’sinin İran’dan yapıldığını ifade etti. Ayrıca iki ülke arasında Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesi, İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) tarafından işletilmesi konularında mutabakat imzalandı. Ancak bugüne kadar bu projelerde önemli bir gelişme görülmedi. Bununla birlikte Türkiye’ye yerleştirilen NATO füze kalkanı, Irak’ta son dönemde yaşanan gelişmeler ve Suriye krizi nedeniyle Türkiye-İran ilişkileri 2011’den itibaren hassas bir çizgide seyretmektedir. Türkiye-İran Ticaret Hacmi ( Milyon Dolar) Kaynak: İstanbul Ticaret Odası 2. İran Nükleer Krizindeki Gelişmeler ve Türkiye Son yıllarda Türkiye-İran ilişkilerinin hızla gelişmesindeki iki ana neden; Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” ilkesi çerçevesinde bölge ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesine özel önem vermesi ve askeri amaçlı olduğu ileri 6 Günlük Orta Doğu Bülteni, ORSAM Yayınları, No: 1297, 8, http://www.orsam.org.tr/tr/ trUploads/OrtadoguBulteni/201214_04jantur.pdf 43 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye İran Nükleer Programının Kısa Bir Kronolojisi İran nükleer programının tarihi arka planı 1950’lerin ikinci yarısına dayanmaktadır. İran 1957 yılında ABD ile nükleer işbirliği anlaşması imzalamış, ardından 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na üye olmuştur. 1959’da Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur. ABD, İran ile 1957’de yaptığı anlaşma çerçevesinde 1967 yılında 5 MW gücündeki nükleer araştırma reaktörünü Tahran Nükleer Araştırma Merkezi’ne vermiştir. İran, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalayarak anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1970’te bu anlaşmaya taraf olmuştur. 1974’te Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran Atom Enerjisi Kurumu kurulmuştur. Aynı yıl Şah Rıza Muhammed Pehlevi, 20 yıl içerisinde 20.000 MW’lık enerji üretecek nükleer tesisleri kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. ABD yönetimi de İran’ın nükleer faaliyetlerini desteklediğini belirtmiştir. İran’ın Şah döneminde başlayan nükleer programına ABD’nin yanı sıra Avrupa devletleri de bizzat destek vermiştir. Örneğin 1970’lerin ortasından itibaren Alman Kraftwerk, Siemens ve Fransız Framatome gibi Batılı şirketler ile Tahran arasında nükleer enerji işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmalar çerçevesinde nükleer tesislerin inşası, nükleer fizikçilerin eğitimi, nükleer ekipman ve teknolojinin temini gibi konularda İran’ın destekleneceği belirtilmiş ve bunların bir kısmı gerçekleştirilmiştir. Ancak 1979 yılında Humeyni Devrimi ile Pehlevi Hanedanı’na son verilmesi (1925-1979) ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, İran’ı ABD liderliğindeki Batı bloğundan uzaklaştırırken, Batı’nın İran nükleer programına verdiği desteği kesmesine neden olmuştur. Dini lider Humeyni önderliğindeki Tahran yönetimi, 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı nedeniyle nükleer faaliyetleri durdurmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından nükleer programını devam ettirmek isteyen İran, 1990 sonrası süreçte Rusya ile nükleer işbirliği yaparak Moskova tarafından açıkça, Çin tarafından ise Amerikan baskısı nedeniyle üstü örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Washington yönetiminin 2002 yılında, İran’ın Arak ve Natanz tesislerinde nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürmesi üzerine İran ile ABD arasında başlayan nükleer kriz, 2002’den bu yana tırmanarak devam etmiş ve bu süreçte çok taraflı bir krize dönüşmüştür. 44 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri sürülen nükleer programı nedeniyle Tahran’a uygulanan yaptırımlar sonucunda İran’ın uluslararası sistemden tecrit edilmesidir. Türkiye enerji ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan karşılarken, Tahran ile ihracatını artırarak ekonomisini geliştirmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye nükleer kriz nedeniyle İran’ın olası bir çatışma ortamına çekilmesini ve dolayısıyla bölgedeki mevcut istikrarsızlığın kontrol edilemez boyuta gelmesini önlemek için yoğun bir diplomatik çaba harcamaktadır. Bu nedenle Türkiye, Batı ile İran arasında arabuluculuk girişimlerinde bulunmakta ve nükleer krizin çözümü konusunda yapıcı bir rol ve sorumluluk üstlenmeye özen göstermektedir. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle hem kriz çözümünde taraf olmaya devam etmekte hem de uluslararası toplumla iletişimini sürdürmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi İstanbul’da 14 Nisan 2012’de yapılan görüşmeler öncesinde müzakere yeri konusunda sorun çıkarsa da, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün devamına sıcak bakmaktadır. Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer krizin çözümü konusunda Viyana’daki görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Brezilya ile birlikte arabuluculuk girişiminde bulunarak söz konusu diplomatik sürecin yeniden başlatılmasına katkı sağlamıştır. İran’ın bu girişimi kabul etmesi neticesinde 17 Mayıs 2010 tarihinde Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla uranyum takası konusunda bir uzlaşma metni imzalanmıştır.7 Bir anlaşma niteliğinde olmayan Tahran Bildirisi, İran ile Viyana grubu arasında nükleer yakıt takası anlaşması yapılmasını sağlamak amacıyla üç ülkenin mutabakata vardığı bir metindir. İran, söz konusu metne göre düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun Türkiye’de muhafaza edilmesini kabul etmiştir. Metinde ayrıca 1200 kg uranyumun Türkiye’de bulunduğu sürece İran’a ait olduğu, İran ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yetkililerinin istedikleri zaman Türki7 “İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=997227&Date= 17.05.2010&CategoryID=81 45 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ye’deki uranyumun depolanma ve saklanma koşullarını denetleyebilecekleri vurgulanmıştır. Bununla birlikte İran’ın belirtilen hususları kabul ettiğini 7 gün içinde UAEK’ya bildirmesi; ABD, Rusya, Fransa ve UAEK’dan oluşan Viyana grubunun olumlu cevabına paralel olarak Tahran’daki araştırma reaktörü için gerekli 120 kg yakıtın teslim edilmesinin taahhüt edilmesi gibi takasla ilgili ayrıntılı konulara kesin anlaşmada yer verilmesi öngörülmüştür. İran, anlaşmaya varıldıktan sonra düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumu bir ay içinde Türkiye’ye göndermeyi kabul etmiştir. Bu çerçevede metinde, Viyana grubunun da bir yıl içinde 120 kg yakıtı İran’a teslim etmesi gerektiği belirtilmiş ve bildirinin şartlarına uyulmaması durumunda İran’ın verdiği uranyumu geri isteme hakkına sahip olduğu ve Türkiye’nin de bu istek doğrultusunda iade işlemini gerçekleştirmesi öngörülmüştür.8 Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) • 29 Temmuz 1957 tarihinde kurulan UAEK Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren özerk bir kuruluştur. Merkezi Viyana’da bulunan kurumun şimdiki başkanı Yukiya Amano’dur. • UAEK’nın temel amaçları; -Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını sağlamak, -Nükleer silahların yayılmasını önlemektir. • Temel işlevleri; -Nükleer bilim ve teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda üye ülkelere destek sağlamak, -Denetim mekanizması aracılığıyla ortaya koyduğu nükleer güvenlik standartları çerçevesinde üye ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediğini kontrol etmek, nükleer tesisleri korunma önlemleri altında bulundurmak ve nükleer programları denetlemektir. • İran, UAEK’ya 1958 yılında üye olmuştur. 8 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”, http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortak deklarasyonu.tr.mfa 46 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri ABD dışındaki 5+1 üyeleri9 ve UAEK bildiriye ihtiyatla yaklaşmıştır. Tahran yönetiminin kısa bir süre sonra %20 oranında uranyum zenginleştirme faaliyetlerine devam edeceğini açıklaması, İran’ın asıl amacının anlaşmaya varmaktan ziyade uluslararası yaptırımlardan kaçmak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Tahran Bildirisi’ne en fazla tepki gösteren ülke ABD olmuştur. Washington yönetimi İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya çalışmakla” suçlayarak, Tahran’ın söz konusu anlaşmayı BM Güvenlik Konseyi toplantısı öncesinde imzalamasına dikkat çekmiştir. ABD, yaptırım tasarısını gündeme taşıması sonrasında Güvenlik Konseyi üyelerinin desteğini aldığını açıklamıştır.10 Tahran Bildirisi, Türkiye ve Brezilya’nın girişimlerine rağmen beklenen ve istenen uzlaşı zeminini sağlayamamış ve BM Güvenlik Konseyi’nden yeni yaptırım kararı çıkma ihtimaline karşı İran’ın yaptığı diplomatik bir manevra olarak yorumlanmıştır. Bu nedenle Washington yönetimi, İran’a yeni bir yaptırım uygulanması konusunda Güvenlik Konseyi’ne talepte bulunmuştur. Türkiye ve Brezilya diplomatik müzakerelere devam edilmesi gerekçesiyle yeni yaptırımlara karşı çıkmasına rağmen 1929 sayılı yaptırım kararı Türkiye ve Brezilya’nın “hayır”, Lübnan’ın ise “çekimser” oyuna karşı 12 “evet” oyu ile Güvenlik Konseyi’nce 9 Haziran 2010’da kabul edilmiştir.11 Tahran yönetimi, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı sonrasında uranyum zenginleştirme çalışmalarının Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (Non-Proliferation Treaty; NPT) kaynaklanan bir hakkı olduğunu vurgulayarak nükleer programına devam etmiş ve kısa bir süre sonra yaklaşık 40 kg %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettiğini açıklamış- 9 5+1 grubu, Birleşmiş Milletler daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere ile Almanya’dan oluşmaktadır. 10 Bayram Sinkaya, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu Ve Uranyum Takası Mutabakatı”, Orta Doğu Analiz, Cilt: 2, Sayı:18, 2010, 74-75. 11 Çin ve Rusya daha önceki tutumlarının aksine bu oylamada “evet” oyu kullanmışlardır; Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran, 9 June 2010, http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm 47 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tır.12 Bu gelişmelere karşın askıda bulunan görüşmelere tekrar başlanması için Türkiye öncülüğündeki diplomatik arayışlar devam etmiş ve 5+1 üyeleriyle İran arasındaki müzakereler bu kez 21-22 Ocak 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Görüşmeler sırasında Viyana grubu ülkeleri ABD, Rusya ve Fransa ile İran ilk kez ayrı bir toplantı gerçekleştirmiş,13 ancak 5+1 üyelerinden oluşan heyete başkanlık yapan AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton görüşmeler sonrasında müzakerelerden olumlu bir sonuç alamadıklarını belirtmiştir. Ashton, İran’ın nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla sürdürdüğüne ilişkin argümanlar ortaya koyması gerektiğini ve İran’ın işbirliği için gerekli tavrı sergilemediğini vurgulamıştır.14 Dolayısıyla İstanbul görüşmelerinden de nükleer krizi diplomatik yöntemlerle çözecek somut bir ilerleme kaydedilememiştir. Yapılan müzakerelerden bir kez daha sonuç çıkmaması üzerine UAEK Başkanı Yukiya Amano tarafından İran nükleer çalışmalarıyla ilgili bir rapor hazırlanmıştır. 9 Kasım 2011 tarihinde açıklanan UAEK raporunda, İran nükleer santrallerinde nükleer silah üretmeye yönelik birçok deney yapıldığı ve gerçekleştirilen bu deneylerin bir kısmında da başarıya ulaşıldığı aktarılmıştır. Raporda ayrıca İran’ın nükleer silah tasarımı ve üretimi konusunda faaliyetlerde bulunduğu ve bu yönde denemeler yaptığı belirtilmiştir. Öte yandan raporun vurguladığı önemli hususlardan biri de, İran’ın nükleer savaş başlığı elde etmek için bilgisayar simülasyonları ve modellemeleri gerçekleştirdiğini, nükleer enerji mühendislerinin nükleer başlıkların füzelere entegrasyonu ko12 Ivanka Barzashka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”, Federation Of The American Scientists Issue Brief, 21.01.2011, 14, http://www.faorg/pubs/_ docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf “Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-plan-to-produce-medical-reactor-fuel/ 13 “22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, http://www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iranarasinda-21-22-ocak-2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa 14 Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des pourparlers à Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/ iran/l-union-europeenne-et-liran/article/programme-nucleaire-de-l-iran 48 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri nusunda çalışmalar yaptığını ve bu kapsamda orta menzilli Şahab 3 füzesinin nükleer füzeye dönüştürülmeye çalışıldığını ileri sürmüş olmasıdır.15 Diğer taraftan müzakerelerin yapılamadığı 15 aylık süreçte İran’a uygulanan yaptırımlar etkili olmaya başlamış ve Tahran yönetimi müzakerelere tekrar hazır olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin de girişimleriyle 14 Nisan 2012’de 5+1 ülkelerinin temsilcileri ile İran temsilcileri İstanbul’da yeniden müzakerelere başlamıştır. İstanbul görüşmesinin ardından 5+1 ülkelerinin temsilcilerine başkanlık eden Catherine Ashton ve İran heyetine başkanlık yapan İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Said Celili müzakerelerin olumlu geçtiğini belirterek müteakip toplantının 23 Mayıs 2012 tarihinde Bağdat’ta yapılacağını açıklamışlardır. Müzakerelerde NPT’nin esas alınması vurgulanmış, barışçıl nükleer araştırmaların serbest olduğu fakat gerçekleştirilen nükleer faaliyetlerin NPT rejimine ve Ek Protokole uygun bir şekilde UAEK’nın denetimine açık ve şeffaf olması gerektiği ifade edilmiştir. Türkiye’nin İran nükleer programına yaklaşımı ilkesel ve nettir. Türkiye, NPT’ye üye ülkelerin sivil amaçlı nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ileri sürmekte; askeri amaçlı nükleer faaliyetlere ve nükleer silahlanmaya karşı olduğunu belirterek NPT rejimine taraf ülkelerin nükleer programlarını uluslararası denetime açık ve şeffaf geliştirmeleri gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, İran nükleer programına ilişkin yürüttüğü politikalarda “NPT’ye üye bir ülke olarak İran’ın da barışçıl amaçlı araştırma, üretme ve kullanma (nükleer zenginleştirme faaliyetleri dâhil nükleer yakıt çevrimi) hakkının bulunduğunu” belirtmektedir. Türkiye, barışçıl amaçlı nükleer enerji hakkı üzerinde dururken bu hakkın kullanılmasının NPT’de belirtilen sınırlama ve yükümlülüklere uygun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Aynı zamanda İran’ın NPT’den kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini tehlikeye sokacak tedbir, eylem ve retorik açıklamalardan kaçınarak her türlü çatışmacı davranışlardan uzak durmasını ve bunun yerine nükleer alanda işbirliği yapmasını istemektedir.16 15 Raporun tamamı için bkz. “Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”, GOV/2011/65, http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf 16 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”. 49 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) - NPT 1 Temmuz 1968 tarihinde ABD, SSCB ve İngiltere arasında imzalanmış ve 1970’te yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı sonradan Fransa ve Çin de imzalamıştır. Halen 189 ülke anlaşmaya taraftır. İsrail, Hindistan ve Pakistan anlaşmayı imzalamamış, Kuzey Kore ise anlaşmayı imzaladıktan sonra çekilmiştir. - Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah ve patlayıcıya sahip olan ABD, SSCB, Fransa, İngiltere ve Çin “nükleer silah sahibi ülkeler” olarak kabul edilmiştir. NPT rejimi, nükleer silahlanmanın 1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmayan devletlere yayılmasını engelleme amacını taşımaktadır. - Bu çerçevede anlaşmanın temel amaçları; Nükleer silahların yayılmasını önlemek, Nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmek, Nükleer enerjinin barışçıl amaçlı kullanımını sağlamaktır. - İran, NPT’yi 1970’de onaylayarak NPT rejimine taraf olmuştur. İran; rutin denetimlerinin dışında aniden ve herhangi bir izne ihtiyaç duymaksızın UAEK’ya özel denetimler yapma yetkisi tanıyan ve NPT’yi tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlanabilecek Ek Protokolü (1997) 18 Aralık 2003’te imzalamış, ancak hala onaylamamıştır. 3. İran Nükleer Krizinde Muhtemel Senaryolar ve Türkiye’ye Etkileri İran’a askeri bir operasyon gerçekleştirilmesi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması ve bölgede Şii-Sünni çatışmasının çıkması senaryolarıhttp://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortak deklarasyonu.tr.mfa 50 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri nın üçünden de en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi ve Arap Baharı’nın yol açtığı güvenlik sorunları ve belirsizlik, Türkiye’yi derinden etkileyen gelişmelerdir. Dolayısıyla enerji temini ve ekonomik konularda yaşanacak krizlerin yanı sıra diplomatik ve siyasi krizler de gerek bölgesel bir güç olması gerekse enerji konusundaki hassasiyetleri nedeniyle Türkiye’yi zor durumda bırakabilir. 3.1. İran’a Askeri Operasyon Yapılma Senaryosu Yukiya Amano’nun 9 Kasım 2011’de açıkladığı ve İran’ın nükleer silah ürettiğine dair ciddi şüpheler olduğunu ileri süren UAEK raporunun ardından İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam etmesi ve nükleer yakıt çubuklarını ürettiğini açıklaması uluslararası toplumu tedirgin etmiştir. Bu kapsamda Tahran’ın nükleer silah tetik tertibatı ürettiğine, Şahab-3 (1500 km) füzeleriyle İsrail’i doğrudan vurabilecek kapasiteye ulaştığına, Fecir-3 (45 km) ve Fecir-5 (75 km) füzeleriyle de Hamas vasıtasıyla İsrail’i vurabileceğine ve bu nedenle Tahran yönetiminin Tel-Aviv için ciddi bir tehdit oluşturduğuna ilişkin haberlerin ABD ve İsrail kamuoyunda yayılması tüm dikkatleri İran’a çekmiştir.17 İran Silahlı Kuvvetlerinin Envanterindeki Füze Sistemleri Füze Sistemleri Menzilleri (km) Fecir-3 45 Fecir-5 75 Naziat-10 130 Tondar 150 Zelzal 150 Fetih-110 210 Şahap-1 300 Şahap-2 500 Şahap-3 1500 Kadir-1 1800 Sicil 2000 Sicil-2 2200 17 Yossi Melman ve Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”, http://www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusive-iran-providing-hamas, “HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm 51 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Söz konusu tehdit algılamaları çerçevesinde Tahran’ın nükleer programını engellemek için askeri müdahale seçeneği üzerinde de durulmaktadır.18 Nitekim ABD’nin İsrail ile birlikte düzenleyebileceği hava harekâtı ve füze saldırısıyla İran’ın nükleer tesislerini vurma ihtimalinin arttığına ve ABD’nin herhangi bir askeri operasyon başlatmaması durumunda ise olası bir saldırının İsrail tarafından tek başına gerçekleştirilebileceğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu konuda gerekli hazırlıkların üst seviyeye çıkarıldığı ve harekât ortamının olgunlaştırılmaya çalışıldığına dair görüşler bulunmaktadır. Geçmişte Tahran’ın nükleer programının bilgisayar kodlarına virüs saldırılarının gerçekleştirilmesi, İranlı birçok nükleer uzmanın öldürülmesi ve Tahran’ın yaklaşık 50 km batısındaki Bidganeh’teki tesiste yaşanan patlamada balistik füze programının önemli isimlerinden Tuğgeneral Hasan Tehrani Mukaddem ile birlikte 17 kişinin hayatını kaybetmesi, İran’ın endişelerini artırmaktadır.19 İran’ın önde gelen nükleer bilim adamlarından Mustafa Ahmedi Ruşen’in 11 Ocak 2012’de öldürülmesi, İran’da istihbarat örgütleri arasında yaşanan örtülü savaşın devletlerarası sıcak ve açık bir çatışmaya dönüşme ihtimalini gündeme getirmektedir.20 Bu bağlamda İran, ABD ve İsrail tarafından koordineli bir operasyon planıyla nükleer tesislerine saldırıda bulunulacağından endişe duymaya başlamış ve Tahran yönetiminin olası saldırılara karşı hazırlıklarını artırdığı öne sürülmüştür. Nitekim İran’ın Hürmüz Boğazı’nda Ocak 2012’de yaptığı kapsamlı tatbikat, İran ordusunun askeri hazırlık içinde olduğu görüşünü desteklemiş; General Muhammed Ali Caferi’nin olası bir saldırı karşısında askeri güçlere hazır olma emri verdiği ifade edilmiştir. Batılı istihbarat kaynakları ise İran’ın uzun menzilli füzeleri, tahrip gücü yüksek patlayıcıları, büyük topları ve muhafız birliklerini temel savunma noktalarına konuşlandırdığını belirtmiştir.21 18 Bu konuda bkz. Stephen M. Walt, “Why Attacking İran is a stil bad idea?”, 27.12.2011, http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea ‘Military strike won’t stop Iran’s nuclear program’, http://www.haaretz.com/news/militarystrike-won-t-stop-iran-s-nuclear-program-1.266113 19 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011. 20 “Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”, 12 Ocak 2012, http://www.sundaytimelk/index.php?option=com_content&view=article&id=14649:bombkills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&catid=81:news&Itemid=625 21 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011. 52 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Öte yandan 14 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da yapılan müzakerelerin hemen ardından İsrail televizyon kanalı Channel 10, İsrail yönetiminin 23 Mayıs 2012’de Bağdat’ta gerçekleştirilecek ikinci tur müzakerelere kadar bekleyeceğini, diplomatik müzakerelerin kesintiye uğraması durumundaysa düzenlenecek bir hava operasyonuyla İsrail ordusunun İran nükleer tesislerini vuracağını ileri sürmüştür. Operasyonda saldırı uçaklarının, eskort jetlerin, havada yakıt ikmali sağlayan tanker uçakların, elektronik savaş uçaklarının ve kurtarma helikopterlerinin kullanılacağı açıklanmıştır. Aynı zamanda İsrail filosunda en uzun menzile sahip olan F-15’ler ile “Eitan” insansız uçaklarının da operasyonun ön saflarında eşzamanlı olarak yer alacağı iddia edilmiştir. Haberde ayrıca söz konusu operasyon kapsamında İsrail’de özel sığınakların inşa edildiğinin ileri sürülmesi, İsrail’in İran’a düzenleyeceği olası askeri harekâtın tüm planlarının yapıldığını ve İsrail’in tüm seçeneklere hazırlıklı olduğunu göstermesi bakımından önem arz etmektedir.22 Tüm bu gelişmeler çerçevesinde İran’a yapılacak olası bir askeri operasyon, topyekûn ve sınırlı olmak üzere iki temel harekât tarzıyla yürütülebilir. İran’a yapılacak topyekûn bir askeri harekâtın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi kara, deniz ve hava kuvvetlerinin eşzamanlı katılımıyla yürütülmesi planlanabilir. Bu seçeneğin hayata geçirilebilmesi için öncelikle uluslararası meşruiyet aranarak BM aracılığıyla hem uluslararası hukukun temel ilkelerine uyulmaya hem de operasyonun sorumluluk ve maliyeti paylaşılmaya çalışılabilir. Ancak gerek uluslararası konjonktür gerekse Rusya ve Çin’in bu seçeneğe sıcak bakmaması nedeniyle askeri bir operasyon kararının alınması kısa ve orta vadede beklenmemektedir. Zira Suriye krizinde olduğu gibi veto mekanizmasına başvuran Rusya ve Çin’in İran’a desteği dikkate alındığında, Güvenlik Konseyi’nden İran’a askeri operasyon yapılmasına imkân sağlayacak bir karar çıkması zor görünmektedir. Üstelik Rusya’nın Buşehr nükleer santralini bitirmesi, İranlı nükleer uzmanları ve öğrencileri eğitmesi, Tahran’a nükleer teknoloji sağlaması ve lojistik destek vermesi, nükleer enerji alanında Moskova ile Tahran arasındaki stratejik ortaklığa işaret etmektedir. Rusya aynı zamanda İran’ın en önemli silah tedarikçisi konumundadır. Bununla birlikte İran ile yaptığı nükleer anlaşmaları Amerikan baskısı nedeniyle feshetmesine karşın Çin’in de örtülü bir şekilde İran nükleer programını desteklediği bilinmektedir. 22 “İsrail’in İran operasyonunun detayları yayınlandı”, 21 Nisan 2012, http://www.hurriyet. com.tr/planet/20389479.asp 53 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tahran’ın Moskova ve Pekin ile yaptığı nükleer işbirliğinin yanı sıra jeopolitik çıkarları da göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Rusya, Çin ve İran; Suriye krizinde görüldüğü üzere Batı, Türkiye ve Körfez ülkelerine karşı bir blok oluşturmakta ve Orta Doğu’da bir nevi denge politikası izlemektedir. Bu kutuplaşmanın İran’a uygulanacak askeri operasyon seçeneğinin masaya getirilmesi durumunda da yaşanacağı açıktır. Diğer yandan AB’nin yaşadığı ekonomik kriz göz önünde bulundurulduğunda AB üyelerinin de askeri operasyon tercihine sıcak bakmayacağı tahmin edilebilir. Kaldı ki bu ülkeler, İran nükleer krizinin başından beri sorunun diplomatik yöntemlerle çözülmesinden yana tavır almış ve sert güç kullanımını istemediklerini net bir şekilde dile getirmiştir. İran nükleer krizinde AB’yi ABD’den ayıran ve Batı’yı ikiye bölen bu yöntemsel farklılaşmayı AB’nin birçok söylem ve eyleminde görmek mümkündür. Özetle İran’a uluslararası meşruiyete dayalı yapılacak bir askeri harekât zor görünmektedir. İran Ordusu (2013) Toplam Askeri Personel (Devrim Muhafızları dâhil): 523,000 Paramiliter Güçler: 40,000 Yedek Askeri Personel: 350,000 Kara Kuvvetleri* Ana Muharebe Tankı: 1,663+ Top: 8,798+ Diğer Zırhlı Araçlar: 2,030+ Uçak: 33 Helikopter: Taarruz-50 Diğer-173 Deniz Kuvvetleri Denizaltı: 29 Devriye/Sahil Güvenlik Botu: 69 Amfibi Çıkarma Gemisi: 24 Amfibi Lojistik Gemisi: 47 Uçak-19 Helikopter-30 Hava Kuvvetleri Savaş Uçağı: 334 Nakliye Uçağı: 117 Eğitim Uçağı: 151 Helikopter: 36 Devrim Muhafızları Askeri Personel:125,000+ Devriye/Sahil Güvenlik Botu: 113 Amfibi Çıkarma Gemisi: 4 Füze Ateşleme Rampası: Orta Menzilli-12 Kısa Menzilli-18 Besic Direniş Gücü Seferberlik halinde 1.000.000’a kadar çıkabileceği zannedilmektedir. Besic Gücü, Devrim Muhafızları’nın Kara Kuvvetleri’yle birlikte hareket edebilecek niteliğekavuşturulmaktadır. İran Siber Ordusu İran’ın siber operasyonlar ve saldırılar gerçekleştirebilecek bir ordu geliştirdiği tahmin edilmektedir. *Devrim Muhafızları’nın Kara Kuvvetleri ile birlikte hesaplanmıştır. Kaynak: Routledge, “Chapter Seven: Middle East and North Africa”, The Military Balance Cilt:112 Sayı:1 (2012): 323-326. 54 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Bu durumda geriye ABD ve İsrail öncülüğünde oluşturulacak bir koalisyon gücünün askeri harekât yapma seçeneği kalmaktadır. Ancak ABD ve İsrail’in ortak yürüteceği bir askeri harekât seçeneği hem uygulanması hem de istenilen sonucun alınması bakımından kolay bir tercih değildir. Zira Washington yönetimi; ABD’nin Afganistan ve Irak’taki yıpranmışlık ve başarısızlığı, uluslararası kamuoyunda yitirdiği prestij ve savaş ekonomisinin Amerikan halkına yansıyan olumsuzlukları gibi nedenlerden dolayı böyle bir harekâta sıcak bakmayacaktır. Bu durumda İsrail kamuoyunda ve medyasında çıkan tüm haberlere rağmen Tel Aviv yönetiminin tek başına askeri operasyon başlatması en azından yakın gelecekte zor görülmektedir. Diğer bir açıdan İran’a yapılacak topyekûn bir askeri saldırı, hem bölgesel dengeler hem de başta jeopolitik konumu olmak üzere İran’ın sahip olduğu güç unsurları nedeniyle birçok zorluğu içermektedir. İran’ın ulusal güç unsurları, ABD’nin Afganistan ve Irak’ta verdiği maddi ve manevi kayıplarla birlikte değerlendirildiğinde Washington yönetiminin Tahran’a düzenlenecek muhtemel bir topyekûn saldırıyı kolaylıkla göze alamayacağı düşünülebilir. İran’ın köklü devlet geleneği, ulusal bilinci, dışarıdan gelen bir tehdide karşı ulusça birlikte hareket etme özelliği, sahip olduğu kısa ve orta menzilli füzeler, İran ordusunun gayri-nizami savaş tekniklerini iyi bilmesi, asimetrik çatışma yeteneğinin bulunması, Devrim Muhafızlarının bölge ülkelerindeki devlet-dışı aktörleri harekete geçirebilme kapasitesi, İran’ın engebeli ve dağlık coğrafi yapısı gibi faktörler bu ülkeye yapılacak topyekûn bir saldırının özellikle kara harekâtının zorluğunu ortaya koymaktadır. İran köklü devlet geleneğinin etkisiyle dış tehditlere karşı farklı toplumsal hareketlerin kenetlendiği ve halkın birlikte hareket ettiği bir ülke23 olsa da, yıllarca rejim baskısı altında giderek kemikleşen bir muhalefetin oluşması farklı senaryoları gündeme getirebilir. Örneğin İran’daki muhalif çevreler, olası bir 23 2009 yılındaki seçimlerde İran muhalefeti dinamizm ve güç kazanmış gibi görünse de İran’ın iç dengesi askeri güçlerin konumuna bağlıdır. Zira gerek Besic milisleri gerekse Devrim Muhafızları politik konumlarını ve güçlerini korumak için İran’daki Yeşil Muhalefetin karşısında yer almaktadır; Bernd Kaussler, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”, Middle East Institute, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasks-and-capabilities 55 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye İran-Azerbaycan İlişkileri SSCB’nin dağılmasıyla özellikle Kafkaslar ve Orta Asya’da ortaya çıkan güç boşluğu ve belirsizlik, bölgesel güvensizliğin yaşanmasına neden olmuştur. Bölge jeopolitiğinin yeniden şekillendiği bu dönemde SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını kazanan devletler, ilişkilerini güvenlik politikaları ekseninde kurgulamıştır. Söz konusu süreçte bölgesel aktörler arasında sıklıkla gözlemlenen ve etnik kimlik ve sınır anlaşmazlıkları üzerinden yaşanan sorunlar, bölgedeki güvensizlik durumunun da temelini teşkil etmiştir. Bağımsızlığını 30 Ağustos 1991’de ilân eden Azerbaycan ile İran arasındaki ilişkiler bu çerçevede şekillenmiş ve günümüze kadar güvenlik eksenli bir seyir izlemiştir. Bu sebeple ikili ilişkilerin kırılgan bir zemine sahip olduğunu ve Azerbaycan’ın bu anlamda İran’ın yumuşak karnını oluşturduğunu söylemek mümkündür. İran-Azerbaycan ilişkilerinin güven(siz)lik merkezli inşa edilmesine neden olan temel parametreler şu şekilde özetlenebilir: II. Dünya Savaşı sonrasında İran topraklarında kısa süreliğine kurulan Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti, İran’ın psikopolitik hafızasını derinden etkilemiştir. Haziran 1992-Haziran 1993 yılları arasında iktidarda bulunan Ebulfeyz Elçibey’in Azerbaycan’ı ve İran’ın kuzeyini kastederek “Kuzey Azerbaycan” ve “Güney Azerbaycan”ın birleşmesini hedefleyen “Birleşik Azerbaycan” (Bütov Azerbaycan) söylemini o dönemde resmi olarak gündeme getirmesi, ikili ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuş ve İran’ın yaşadığı tecrübeler İran’ı rahatsız etmiştir. Hem İran’da yaşayan ve Azerbaycan’daki nüfustan fazla olan Azeri nüfusu, hem de İran’dan sonra en fazla Şii nüfus oranına sahip Azerbaycan’daki Şii nüfusu, ikili ilişkilere özel bir boyut kazandırmaktadır. 56 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri SSCB’nin dağılmasından sonra Kafkas jeopolitiğinde Moskova-Nahçıvan-Tahran ve Bakü-Tiflis-Ankara-Batı ekseni belirginleşmiş, ancak Azerbaycan gibi Ermenistan’ın da İsrail ve Batı ile ilişkilerini geliştirme çabaları söz konusu denklemi karmaşıklaştırmıştır. İran, Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı “dengeleyici aktör” olarak görmekte ve Batı karşısında da Rusya’ya yakınlaşma stratejisi izlemektedir. Tahran yönetimi, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununda Azerbaycan’dan yana tavır almamış ve hatta Ermenistan’a yakın durmuştur. İran ve Azerbaycan Hazar’ın statüsü konusunda anlaşmazlık yaşamaktadır. İki ülke arasında bilhassa enerji alanında yaşanan bir rekabet söz konusudur. Bakü-Tiflis-Ceyhan enerji nakil hattında da görüldüğü üzere Azerbaycan, enerji politikalarını Hazar havzasından çıkan petrolün Batı’ya nakledilmesi konusunda İran’ın enerji politikalarının karşısına konumlandırmakta ve bu durum iki aktör arasında yoğun bir jeoekonomik rekabetin yaşanmasına neden olmaktadır. Tahran, kendisine yönelik olası bir askeri operasyonda Azerbaycan topraklarının askeri üs olarak kullanılmasından endişe duymaktadır. İran yönetimi, Azerbaycan’ın İsrail ile iyi olan ilişkilerinden ve özellikle silah alımı anlaşmaları yapmasından rahatsızdır. 57 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye kaos ortamında rejim değişikliği arayışına girebilir ve Türkiye de dâhil uluslararası aktörlerden destek talebinde bulunabilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Tahran yönetiminin de topyekûn bir savaşı tırmandırmaktan ve özellikle ilk saldırıyı gerçekleştirmekten kaçınacağı belirtilebilir. Bu yüzden İran önümüzdeki süreçte muhtemelen, geleneksel diplomasi stratejisi olan satranç oyununu devam ettirmek isteyecek ve asimetrik tedbirlere yönelecektir.24 Bu kapsamda İran’ın düşük yoğunluklu ancak süreklilik arz eden bir istikrarsızlığı besleyecek diplomatik hamlelerde bulunması muhtemeldir. İran, nükleer krizin başından bu yana müzakere yollarını ne tam olarak kapatmakta ne de kalıcı bir anlaşmaya yanaşmaktadır. Tahran yönetiminin nükleer kriz sürecini “kontrollü gerginlik” stratejisiyle atlatmaya çalıştığı görülmektedir. Bu taktiksel manevralar aynı zamanda Tahran’a nükleer programında ilerleme kaydetmesi için zaman kazandırmakta ve süreç bu stratejiyi şimdiye kadar iyi yürüten Tahran’ın lehine işlemektedir. Suriye’deki kriz ise bu anlamda uluslararası kamuoyunun ilgisini Şam’a çekerek nükleer programı konusunda zamana ihtiyacı olan İran’ın elini güçlendirmektedir. Ayrıca bu durumda, İran’ın çok etnikli sosyolojik yapısının da Tahran yönetiminin ulusal güvenlik kaygılarını artıracağı söylenebilir. Nitekim İran’ın bugünkü sosyo-psikolojisini oluşturan bazı tarihi tecrübeler, güvenlik hassasiyetlerinin ön planda tutulmasına neden olmaktadır. Keza II. Dünya Savaşı’ndan sonra kısa süreliğine kurulan Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ve Mahabad Kürt Cumhuriyeti, İran’ın güvenlik eksenli toplumsal ve stratejik hafızasında yer edinmiştir. Tahran yönetimi, muhtemel bir kaos ortamında ülkedeki Kürtlerin ayrı bir yönetim talebinden ve Azerilerin Azerbaycan ile birleşme taleplerinden çekinmektedir. Tüm bu parametreler çerçevesinde İran’a topyekûn askeri harekâtın zorluğu, sınırlı bir askeri harekât seçeneğini gündeme getirmektedir. Diplomatik girişimlerin sonuçsuz kalması durumunda İran’ın hava saldırılarıyla vurulması daha olası bir askeri seçenektir. Bu harekât ABD’nin bölgedeki üslerinden, uçak gemilerinden ve füze atma kabiliyetine sahip gemilerinden koordine edi24 Gawdat Bahgat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle East Institute, http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99s-regular-army-its-history-and-capacities 58 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri lerek yürütülebilir. İsrail de hava saldırılarına Suriye ve Irak hava sahasını kullanarak iştirak edebilir. Hatta bu operasyon, Körfez bölgesindeki İngiliz ve Fransız gemileri ile desteklenebilir. Ancak İsrail’in bu harekâtı tek başına gerçekleştirmesi durumunda hem harekâtın istenilen sonuçları alması mümkün olmayabilir, hem de İsrail uluslararası toplumun tepkisini çekebilir. Hava saldırıları vasıtasıyla yapılacak sınırlı harekâtın ana hedefi; İran’ın nükleer tesisleri, askeri üsleri, istihbarat birimleri ve diğer stratejik noktaları olacaktır. Fakat bu tercihin fiiliyata geçirilmesi halinde İran nükleer tesislerinin stratejik konumu, yapılacak olan hava operasyonun başarısı açısından sorun teşkil edebilir. Zira Tahran yönetiminin olası bir askeri operasyona karşı nükleer tesislerini dağınık, yerleşim merkezlerine yakın ve yeraltında inşa etmesi, bu tesislerin vurulmasını engelleyici bir rol oynayabilir. Ayrıca böyle bir durumdan sivillerin de zarar görecek olması, yapılacak bu operasyonun maliyet ve sorumluluğunu oldukça artıracaktır. Sınırlı askeri operasyon tercihinin simetrik olmayacak bir şekilde karşılıklılığa dönüşme potansiyeli de çok yüksektir. Bu senaryoda Tahran yönetiminin göstereceği reaksiyon, bölgedeki ABD üslerine saldırıda bulunulması şeklinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin Adana’daki İncirlik ABD üssü ile Malatya Kürecik’te konuşlandırılan NATO füze savunma sistemini hedef alması durumunda Türkiye açısından önemli bir güvenlik sorunu oluşacaktır. İran füzelerinin güdüm sistemlerinin ileri teknolojilere sahip olmaması nedeniyle bölge halkı da bu saldırılardan zarar görebilir ve İran Türkiye’yi sıcak bir çatışmanın içine çekebilir. Bununla birlikte Türkiye’nin füze savunma sistemlerindeki yetersizlikler, güvenlik kaygılarını artıracaktır. Ayrıca İran’a düzenlenecek olası bir askeri saldırıda Türkiye lojistik desteğin beklendiği bir ülke olarak uluslararası toplumdan baskı görebilir ve diplomatik ikilem içinde kalabilir. İran’ın bu senaryoda vereceği bir diğer tepki de Orta Doğu’da yakın ilişki içinde bulunduğu güçleri çatışma ortamına müdahil etme olasılığıdır. Tahran yönetiminin Suriye’deki Esed rejimi, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas ve Irak’taki Şii gruplar üzerindeki etki kapasitesi düşünüldüğünde bu aktörleri ABD ya da İsrail’e karşı kolaylıkla harekete geçireceği varsayılabilir. 59 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye İsrail-Filistin çatışmaları ve 2006’daki İsrail-Lübnan Savaşı, bu güçlerin gayri nizami ve gerilla savaşlarını başarıyla kullanabilme yetenekleri karşısında İsrail ordusunun ne derece zorlandığını ortaya koymuştur. Tahran yönetiminin olası bir sıcak çatışmada konvansiyonel askeri gücü sınırlı bir kapasiteye sahip olmasına karşın bu çatışmayı ülke dışına yayma ve çatışma alanını genişleterek asimetrik güç unsurlarını harekete geçirebilme potansiyeli vardır. Bu sebeple Tahran’ın manevra alanını genişletmek ve karşı tarafa maddi ve manevi zarar vermek amacıyla çatışma alanını kolayca yayabileceği öngörülebilir. Buradan hareketle İran’a yapılacak askeri bir harekâtın bölge ile sınırlı kalmayacağı ve küresel bir kaosa dönüşme riski taşıdığı söylenebilir. Askeri Operasyon Durumunda İran’ın Göstereceği Refleksler25 İsrail’e Hizbullah Saldırıları Orta Doğu’daki Amerikan Güçlerine Saldırı Bölge Ülkelerindeki Petrol Boru Hatlarına Saldırı Şii-Sünni Çatışmasının Çıkması İran’ın Körfez Bölgesinde Petrol Akışını Sabote Etmesi Bölgede Geniş Ölçekli Sokak Gösterileri Bölge Dışında Hizbullah Saldırıları İran’ın Şahap Füzeleri ile İsrail’i Vurması İran’ın Petrol İhracatını Durdurması İran’da Rejim Değişimi İran’ın İntihar Saldırılarına Başvurması Yüksek Olasılık Yüksek Olasılık Yüksek Olasılık Yüksek Olasılık Yüksek Olasılık Olasılık Olasılık Olasılık Olasılık Düşük Olasılık Beklenmiyor Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere Tahran’a yapılacak bir müdahale ve bunun karşılığında İran’ın ortaya koyacağı olası bir harekât tarzı; terör saldırılarından Körfez’de bulunan Amerikan üslerinin hedef alınmasına, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerindeki petrol yataklarına saldırılmasından enerji lojistiğinin kesilmesine, Batı ile ilişkileri bulunan ülkelere füze saldırılarında bulunulmasından Sünni-Şii çatışması olasılığına kadar geniş bir zemindeki risk ve tehditleri içermektedir. Ayrıca bölgede oluşacak böyle bir 25 Tablonun hazırlanmasında yararlanılan kaynak için bkz. Sam Gardiner, “The End of the “Summer of Diplomacy”: Assessing U. Military Options on Iran”, Century Foundation Report, 2006, 16. 60 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri kaos ortamında Suriye ve Irak ağırlıklı olmak üzere bölge ülkelerinde uzantıları bulunan PKK/KCK terör örgütü, daha rahat hareket edebilme ve şiddet eylemlerini artırma imkânı bulacaktır. Bu durumda terör eylemlerindeki artıştan Türkiye de etkilenecektir. Terör eylemlerine karşı mücadelede deneyimli olsa da Türkiye’nin bu eylemlerden zarar görmemesi mümkün değildir. İran’a askeri operasyon seçeneğinin, Türkiye’nin sınır güvenliği ve toplumsal yapısı üzerinde de etkileri olabilir. Örneğin geçmişte Irak’tan ve günümüzde de Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen göç dalgasının bir benzeri İran’dan da yaşanabilir. Olası bir çatışmanın bölgeye yayılması halinde çatışmadan etkilenme derecesine göre diğer bölge ülkelerinden de Türkiye’ye kitlesel göç gerçekleşebilir. Bu konjonktür, PKK/KCK terör örgütünün yapacağı eylemler de dikkate alındığında Türkiye’nin sınır güvenliğini ciddi derecede etkileyecektir. Bununla birlikte sınır bölgesinde başta kaçakçılık ve karaborsacılık olmak üzere çeşitli suçlarda artış meydana gelebilir.26 İran’a yapılacak olası bir askeri operasyonun önemli etkilerinden biri de tahrip olan nükleer tesislerden açığa çıkacak radyasyonun bölge ülkelerine yayılma riskidir. Japonya’da deprem sonrası yaşanan felaketin bir benzerinin, hatta daha da kuvvetlisinin bölgede yaşanması muhtemeldir. Nükleer tesislerde meydana gelen hasar nedeniyle yayılan radyasyon sadece İran’ı değil, bütün bölge ülkelerini etkileyecektir. Türkiye’nin böyle bir tehlikeye karşı önlem alma kapasitesinin sınırlı olması, söz konusu ekolojik tehdidin etki derecesini ve hayatiliğini artırmaktadır. Ayrıca bu denli bir tehdidin kalıcı etkileri de olacaktır. Kısacası küresel ölçekli risk ve tehditleri içeren askeri operasyon seçeneğinin geri dönülmesi zor bir kaosa neden olacağı açıktır. Zira askeri operasyon senaryosunun gerçekleşmesi, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması ve Şii-Sünni çatışması senaryolarını da tetikleyebilir. Domino etkisiyle bu üç senaryonun yaşanması ve önemli enerji kaynaklarının bulunduğu Orta Doğu’da sıcak çatışmaların yaygınlaşması dünya ekonomisini ve uluslararası düzeni olumsuz yönde etkileyecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye güvenlik 26 Nihat Ali Özcan, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler ve Türkiye’ye Öneriler”, TEPAV Orta Doğu Çalışmaları 1, 43-44. 61 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ikilemi içine düşecektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin İran ile Batı arasındaki nükleer müzakerelere bu denli önem vermesi ve arabuluculuk rolü üstlenmesi, idealpolitiğin yanı sıra reelpolitiğin de bir dışavurumu olarak yorumlanabilir. Bu çerçevede Türkiye’nin İran nükleer krizinin diplomatik araçlarla çözüme kavuşturulması konusunda önümüzdeki süreçte de aktif olacağı düşünülmektedir. 3.2. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı Kapatması Senaryosu İran’ın bütün yaptırımlara rağmen uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam etmesi ve nükleer silah üretebilecek kapasiteye ulaşabileceğine ilişkin öngörülerde bulunulması, küresel ve bölgesel aktörlerin kaygılarını artırmaktadır. Bu çerçevede Washington yönetimi, İran Merkez Bankası ile iş yapan finans kuruluşlarına yaptırım uygulama kararı almıştır. Bu karara paralel olarak Suriye krizi için toplanan AB Dışişleri Bakanları da 1 Aralık 2011 tarihinde 143 İran şirketinin mal varlıklarını dondurmuş ve 37 İran vatandaşına seyahat yasağı getirmiştir. Ayrıca petrol ithalatı üzerine İran ile yeni anlaşmaların yapılmaması ve 1 Temmuz’dan itibaren petrol ithalatının yasaklanması Ocak 2012’de karara bağlanmıştır.27 AB Komisyonu’nun verilerine göre 2010 yılında AB ülkeleri ham petrol ihtiyaçlarının %5,8’ini İran’dan sağlarken,28 İran ise ham petrol ihracatının %17’sini AB’ye yapmıştır. Gelirinin yaklaşık yarısını ham petrol ihracatından elde eden İran’ın bu yaptırımlar karşısında Asya piyasalarına yöneleceği düşünülmekte, ancak başta Çin olmak üzere birçok ülke İran’dan ithal ettiği petrolü azaltacak tedbirler almakta29 ve petrol ithalatı Rusya, Afrika ve diğer Orta Doğu ülkelerine kaydırılmaktadır.30 ABD diğer ülkelerden de İran’dan 27 “AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_approved.shtml 28 “Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icin-toplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar 01.12.2011 29 “İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”, http://www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/ index.html 05.01.2012 30 Esin Gedik, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, 09 Ocak 2012, http://www. aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolara-cikar,-cari-acik-36-milyar-dolarartar-91327h.html 62 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri yaptığı petrol ithalatını durdurmasını istemektedir. Bu gelişmeler çerçevesinde yaptırımların İran üzerindeki etkisinin artacağı söylenebilir. İran söz konusu yaptırım kararları karşısında Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceği tehdidinde bulunmaktadır.31 Bu kapsamda İran Deniz Kuvvetleri, 2012 başlarında Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda deniz tatbikatı yapmıştır. Bu tatbikatta kısa, orta ve uzun menzilli füze atışları denenmiş; karadan denize ve denizden denize atılan füzelerin 200 km mesafedeki hedefleri tam isabetle vurduğu açıklanmıştır. İran, deniz tatbikatının hemen ardından kara kuvvetleriyle de bir tatbikat yapmış ve söz konusu tatbikatlara devam edeceğini belirtmiştir. Bu gelişmelerle aynı dönemde Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Hürmüz Boğazı’nın girişinde bulunan ve stratejik bir konuma sahip Hürmüzgan Eyaleti’ne bağlı kentleri ve Ebu Musa Adasını ziyaret etmiştir. Bu ziyaret, İran’ın adaya el koyduğu 1971 yılından bu yana adaya yapılan ilk ziyaret olması bakımından sembolik bir önem taşımaktadır. Nitekim bu gezinin akabinde ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Bahreyn hava kuvvetleri 8-14 Nisan 2012 tarihleri arasında Hürmüz Boğazı’nın girişinde ortak bir tatbikat yapmış ve bu tatbikatta Hürmüz Boğazı’nın kapatılması tehdidine karşı alınacak tedbirlerin denendiği belirtilmiştir.32 Tahran yönetimi; ABD’nin Basra Körfezi’nde deniz kuvvetleri bulundurmaması, Hürmüz Boğazı’ndan uçak gemisi ve donanma geçirmemesi yönünde uyarılarda bulunurken, Washington yönetimi ise Hürmüz Boğazı’nın her durumda açık bulundurulması için ne gerekirse yapılacağını belirtmiştir. Dönemin Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasını “kırmızı çizgi” olarak değerlendirerek boğazın kapatılması durumunda gerekli karşılığın ciddi bir biçimde verileceğini vurgulamıştır.33 Diğer yandan 31 İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Hürmüz Boğazı’nın İran için barış boğazı olduğunu belirterek, Umman Denizi ile Basra Körfezi’nde macera arayanların cezalandırılacağını belirtmiştir. Tahran yönetimi, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi’ne müdahalenin kabul edilemeyeceğini dile getirmektedir. 32 “ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, http://dunya.milliyet.com.tr/ abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejad-meydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/ default.htm 13.04.2012 33 “ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, http://www.hurriyet.com.tr/plan- 63 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye İran’ın uluslararası hukuka göre Hürmüz Boğazı’nı tek taraflı kapatma kararı alması söz konusu değildir. Dolayısıyla İran’ın bu yönde bir girişimde bulunması ya da boğazı kapatması, uluslararası hukuk ilkeleri doğrultusunda İran’a askeri operasyona uzanabilen yaptırımların alınmasını gündeme getirebilir. Küresel petrol üretiminin yaklaşık %25’inin Hürmüz Boğazı’ndan yapıldığı dikkate alındığında boğazın kapatılması durumunda petrol fiyatlarının kısa süre içinde ciddi bir artış göstereceği tahmin edilmektedir. Nitekim IMF’nin 2012 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda Hürmüz Boğazı’nın kapanması durumunda petrol piyasalarında ve küresel ekonomide benzeri görülmemiş riskler açığa çıkabileceğine vurgu yapılarak, jeopolitik belirsizliklerin petrol fiyat artışını tetikleyeceği belirtilmiştir. Ayrıca petrol piyasalarına ilişkin olası risklerin tanımlandığı raporda İran’ın petrol ihracatını kesme riski ortaya konularak, bu durumda küresel piyasalarda petrol fiyatlarının ilk etapta %20-30 oranında bir artış gösterebileceği, bu artışın iki yıl içinde %50’lere varabileceği belirtilmiş ve İran merkezli risk tanımlamalarına yer verilmiştir.34 Geçmişte petrol fiyatlarındaki artışı tetikleyen küresel ve bölgesel olaylar incelendiğinde, İran merkezli çıkacak küresel bir krizin petrol piyasaları için ciddi bir risk teşkil edeceği öngörülebilir.35 Dünyadaki boğazlar arasında petrol lojistiğinde ilk sırada bulunan Hürmüz Boğazı, hem petrol ihtiyacını bu güzergâhtan temin eden ülkeler, hem küresel ekonomi, hem de dünya petrolünün %30’unu üreten ve %57 oranında petrol yataklarına sahip olan Körfez ülkeleri (Bahreyn, İran, Irak, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan) için hayati bir öneme sahiptir.36 Zira deniz yoluyla yapılan dünya petrol sevkiyatının yaklaşık %40’ı, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’si ve Basra Körfezi’nden yapılan petrol ticaretinin yaklaşık %90’ı Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleştirilmektedir.37 et/19633574.asp 08.01.2012 34 Growth Resuming, Dangers Remain, “World Economic Outlook April 2012”, International Monetary Fund, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf, 15-16, 34-35. 35 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18. 36 Anthony H. Cordesman, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International Studies, 3/26/07, 2. http://csiorg/files/media/csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf 37 Ariel Zirulnick, “Getting the Strait of Hormuz straight: an FAQ”, http://www.csmonitor. 64 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Hürmüz Boğazı’ndan en çok petrol temin eden ülkelerin ABD, Çin, Hindistan, Japonya ve Güney Kore olduğu düşünüldüğünde boğazın kapatılmasının küresel ekonomik sisteme ne denli etkide bulunabileceği daha açık görülmektedir.38 Görüldüğü üzere Tahran yönetiminin Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda, Avrupa merkezli yaşanan ve henüz atlatılamayan finansal krizin küresel bir petrol krizine dönüşeceği ve söz konusu krizden tüm dünyanın etkileneceği ifade edilebilir. ABD ve AB ekonomilerinin güncel durumu ve kırılganlığı nedeniyle uluslararası finansal krizi tetikleyebilecek bu sorun, uluslararası kamuoyu tarafından oldukça kaygı verici olarak değerlendirilmektedir. Bu sebeple Washington yönetimi, İran’ın Hürmüz’ü kapatabileceği yönündeki açıklamalarına karşı Bahreyn’de konuşlu 5. Amerikan Filosu’na ve bu filonun içinde yer alan bir uçak gemisine ek olarak bir İngiliz ve bir Fransız muhribinin de katılımı ile Abraham Lincoln uçak gemisi görev grubunu Körfez’e göndermiştir. Hürmüz Boğazı’nın petrol üreticisi olan Körfez ülkeleri için yaşamsal önemi ve stratejik konumu, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin İran’a karşı kutuplaşmasına ve ABD ile mevcut stratejik ilişkilerini geliştirmelerine yol açmaktadır. Bu kapsamda Hürmüz Boğazı’nın kapatılma olasılığı gündeme geldikten sonra söz konusu ülkeler bir dizi ortak tatbikat gerçekleştirmiş ve Hürmüz’e alternatif enerji sevkiyat yollarının devreye sokulması konusunda ortak çalışmalarda bulunmuştur. Hürmüz Boğazı’na alternatif oluşturabilecek enerji nakil hatları arasında Doğu-Batı Ham Petrol Boru Hattı (Petroline), Trans-Arap Petrol Boru Hattı (Tapline), Irak-Suudi Arabistan Boru Hattı (IPSA), Trans-Arap Yeni Boru Hattı, Dolphin Hattı ve Abu Dabi Ham Petrol Boru Hattı (ADCOP) bulunmaktadır.39 Körfez ülkeleri açısından com/World/Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/Does-Iraneven-have-the-right-to-close-the-Strait 38 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18. 39 Söz konusu enerji güzergâhlarının bir kısmı eski olduğu için bakım ve onarıma ihtiyaç duymaktadır. Bir kısmı ise yapım aşamasında olduğu için henüz kullanıma açılmamıştır. Dolayısıyla bu yolların Hürmüz Boğazı’na uzun vadede alternatif olabileceği belirtilebilir. Ancak bu boru hatları arasında en dikkat çekeni, Birleşik Arap Emirlikleri’nin tamamlama aşamasında olduğu ve Hürmüz Boğazı’nı devre dışı bırakan Abu Dabi Ham Petrol Boru Hattı’dır. Bu 65 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye düşünüldüğünde Hürmüz Boğazı odaklı bir krizin bölgede sıcak çatışmaya yol açacak riskleri taşıdığı söylenebilir. Türkiye açısından değerlendirildiğinde ise Hürmüz Boğazı’na ilişkin krizin tırmanmasıyla birlikte Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrolü azaltması ve müteakiben kesmesi konusunda baskılar artacaktır. Bu duruma bağlı olarak Türkiye enerji tedarik ettiği ülkeleri çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Fakat yaşanacak krize istinaden gerek enerji temini gerekse enerji fiyatlarının artması nedeniyle sosyo-ekonomik açıdan zor bir döneme girilebilir. Bununla birlikte Türkiye’nin dış ticaretinde komşu ülkeler arasında önemli bir yere sahip İran ile ekonomik ilişkilerde önemli bir düşüş yaşanabilir. ABD’nin yayımladığı İran yaptırım muafiyet listesinde Türkiye’nin yer almaması, önümüzdeki dönemde bu düşüşe ivme kazandırabilir ve Türkiye’nin dış ticaretini olumsuz yönde etkileyebilir. Boğazın İran tarafından kapatılması durumunda Basra Körfezi’nde sıcak bir çatışmanın yaşanması olasılık dâhilindedir. Zira ABD, İngiltere, Fransa ve Körfez ülkelerinden oluşan deniz kuvvetleri boğazı kapatma görevini yürüten İran kuvvetlerine müdahalede bulunabilir. İran ise bu duruma Hürmüz Boğazı’na mayın döşeyerek karşılık verebilir ve asimetrik güç unsurlarına yönelebilir. İran’ın körfezin en dar kesimini mayınlaması halinde aynı kuvvetler mayınları döşemeye çalışan İran kuvvetlerine müdahale edebilir. İran’ın bu girişimleri karşısında Körfezdeki İran donanması ve kıyıda mevzilenmiş füze sistemleri vurulabilir. Bu durumda bölgede sıcak çatışma başlayabilir; küresel ve bölgesel çapta terör olaylarında artış görülebilir. Tüm bu olası gelişmeler Türkiye’nin son zamanlarda yürüttüğü arabuluculuk politikalarını sürdürmesini zorlaştırabilir. ABD ve Batılı güçler, Türkiye’nin İran karşıtı güçler arasında yer alması için baskılarını artırabilir. Türkiye bu desteği açık olarak sağlamaması durumunda, Türk ekonomisi kriz dönemine girebilir ve dış ticaret açığı sürdürülemez seviyelere çıkabilir. Türkiye, ABD ve Batı Bloğu içinde yer alması halinde ise İran’ın düşmanca girişimleriyle hat gemilerin Körfezi dolaşmalarından kaynaklanan 2 günlük zaman kaybını önlemiş olacağı gibi, günlük 2,5 milyon varil petrol taşıma kapasitesine ulaşacaktır; Leyla Melike Koçgündüz, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, http://www.orsam.org.tr/tr/ yazigoster.aspx?ID=3290 66 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri karşılaşabilir. Böyle bir konjonktürde İran’ın doğrudan Türkiye’yi hedef alma olasılığı az olsa da Türkiye’deki terör eylemlerinde artış ve iç karışıklıklar yaşanabilir. Söz konusu muhtemel gelişmeler bölgede birinci senaryonun yaşanmasına neden olabileceği gibi üçüncü senaryonun, yani Şii-Sünni çatışmasının fitilini de ateşleyebilir. Buna karşın İran’ın boğazı uzun süreliğine kapatma olasılığı çok gerçekçi gözükmemektedir. Zira İran her ne kadar Hürmüz Boğazı’na alternatif enerji yolları arayışında olsa da mevcut durumda enerji sevkiyatının önemli bir kısmını bu güzergâhtan gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla boğazın uzun süre kapanmasıyla ortaya çıkacak petrol krizinden kendisinin de etkileneceği ve bu durumun zaten yaptırım kararlarıyla açığa çıkan İran’daki sosyo-ekonomik gerilimi artıracağı söylenebilir. Sonuç olarak İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatma seçeneğini her ne kadar stratejik bir koz olarak ön plana çıkarsa da İran’ın iç dengeleri açısından bu tercihin fiiliyata geçirilmesinin ve gerçekleştirilmesi durumunda ise sürdürülebilir bir hamle olmasının zor olduğu düşünülmektedir. 3.3. Şii-Sünni Çatışması Senaryosu Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve kısa sürede diğer bölge ülkelerine yayılan halk ayaklanmaları, Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri değiştirmekte ve Orta Doğu jeopolitiğini yeniden şekillendirmektedir. Mikro boyutta Orta Doğu’yu makro boyutta ise küresel sistemi yeniden inşa eden sistemik değişkenler, bölgesel ve küresel aktörlere fırsat ve riskleri aynı anda sunmaktadır. Yeni güç odaklarının belirdiği, devlet-dışı aktörlerin aktif konuma geldiği, belirsizlik ve öngörülemezliğin ulusal ve uluslararası stratejileri derinden etkilediği böylesine bir süreç, farklı risk ve tehdit unsurlarını açığa çıkarmaktadır. Simetrik olabildiği gibi asimetrik özellikler taşıyan bu tehditlere Suriye’de iktidar ile muhalefet arasında yaşanan çatışmalar örnek olarak gösterilebilir. Küresel ve özellikle bölgesel düzlemde “yeni bir Soğuk Savaş”ın başladığına dair yorumlara neden olan ve bölgedeki inşa sürecini yakından etkileyen Suriye krizi bir yandan bölgedeki jeopolitik ve jeokültürel kutuplaşmaları belirlerken, diğer yandan da olası bir Şii-Sünni çatışmasını gündeme getirmektedir. 67 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Orta Doğu’da Silahlanma ve Orta Doğu Silah Ticaretinde ABD’nin Artan Etkisi ABD’nin son zamanlarda başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleriyle silah anlaşmaları yapması ve bölgedeki askeri harcamaların artması gerilimi somutlaştırmaktadır. Beyaz Saray geçtiğimiz aylarda, Suudi Arabistan ile yaklaşık 30 milyar dolar değerindeki F-15 savaş uçağının satışını öngören bir anlaşma yaptıklarını açıklamış; bu anlaşmanın 60 milyar dolarlık silah anlaşması kapsamında yapıldığını ve helikopter, füze, bomba, radar uyarı sistemi ve gece görüş sistemini içerdiğini belirtmiştir.1 Amerikan yönetiminin 2011 yılında silah satışı yaptığı ilk on ülkenin beşi Orta Doğu coğrafyasında yer almaktadır. Bu verilere göre ABD Afganistan’a 5,4 milyar dolar, Suudi Arabistan’a 3,5 milyar dolar, Irak’a 2 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’ne 1,5 milyar dolar ve İsrail’e 1,4 milyar dolarlık silah satmıştır. ABD’nin Orta Doğu ülkelerine yaptığı silah satışı toplamı ilk on ülke arasında %49,11’lik orana, tüm silah satışında ise %39,66’lık bir paya sahiptir.2 Söz konusu silah anlaşmaları ve bölge ülkelerinde artış eğilimi gösteren askeri harcamalar, ABD’nin bölgede Sünni kuşak oluşturmak suretiyle İran’a karşı yaptığı stratejik hamleler olarak yorumlanabilir. 1 ABD’den kilit müttefike F-15”, 29 Aralık 2011, http://dunya.milliyet.com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/default.htm 2 Washington yönetiminin silah sattığı diğer ülkeler ve yapılan silah satış tutarları şu şekildedir: Tayvan hükümeti (4,9 milyar dolar), Hindistan (4,5 milyar dolar), Avustralya (3,9 milyar dolar), Japonya (500 milyon dolar) ve İsveç (500 milyon dolar); Andrea ShalalEsa, Bob Burgdorfer, U. Foreign arms sales reach $34.8 billion, 5 Aralık 2011, http://www. reutercom/article/2011/12/06/us-pentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206 68 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Alttaki veriler gösterdiği üzere ABD’nin Orta Doğu silah pazarındaki payı 2003-2006 döneminde %33 iken, bu oran 2007-2010 döneminde %57’ye çıkmıştır. Orta Doğu’ya 2003-2010 arası dönemde yapılan silah anlaşması oranlarını gösteren aşağıdaki tabloda dikkat çeken bir diğer nokta da Rusya’nın bölgeye 2007-2010 yıllarında gerçekleştirdiği silah satış oranının bir önceki döneme göre büyük bir düşüş göstermesidir. 2007-2010 döneminde Rusya’nın Orta Doğu’daki silah pazarının büyük bir oranını ABD ele geçirmiştir.3 Bölge ülkelerinin yoğun bir şekilde silahlanması ve artan savunma harcamaları, bölgede çıkacak olası çatışmalara karşı yapılan bir hazırlık olarak değerlendirilebilir. Orta Doğu’ya Silah Satışının Ülkelere Göre Paylaşımı 2003-2006 2007-2010 3 Richard F. Grimmet, “Conventional Arms Transfers to Developing Nations, 2003-2010”, (CRS Report for Congress, 2010): 28,44. 69 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Bölgedeki halk ayaklanmalarının yol açtığı toplumsal dinamizm, Suriye’deki çatışmalar ile farklı bir boyut kazanmış ve bölgede meydana gelen jeopolitik gerginliği üst noktaya taşımıştır. Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak bir yanda Batı, Türkiye ve Körfez ülkeleri; diğer yanda ise İran, Lübnan, Irak, Rusya ve Çin şeklinde beliren kutuplaşma yalnızca jeostratejik hamleleri içermemekte, aynı zamanda İslam jeopolitiğinde jeokültürel ayrışmalara neden olabilecek bir potansiyeli de ihtiva etmektedir. Suriye’deki çatışma ortamıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgedeki bazı aktörlerin Esed rejimini savunurken bazılarının muhalefeti desteklemesi, mezhepsel bir krize yol açabilecek politikaların uygulanma riskini de barındırmaktadır. Esed rejiminden yana tavır alan İran, Lübnan ve Irak ile Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin Suriye konusunda karşı karşıya gelmesi, bölgede mezhepsel bir fay hattının oluşabileceği şeklindeki yorumlara neden olmaktadır. Kaldı ki İslam jeopolitiğini böyle bir jeokültürel bölünme oluşturmak suretiyle Şii ve Sünnileri çatışma ortamına çekme politikasına ilişkin varsayım kaygıları artırmaktadır. Bölgesel konjonktürde Suriye krizi üzerinden bir yanda öncülüğünü Türkiye’nin yaptığı Sünni dünya ile diğer yanda liderliğini İran’ın yaptığı Şii dünyanın cepheleştiği izlenimi doğmaktadır. Uluslararası medya ve kamuoyunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak oluşturulan bu imaj, olası bir mezhepsel ayrışmanın bölge jeopolitiğinin yeniden inşa edilmesinde katalizör olabileceğini düşündürmektedir. Son dönemde bölge jeopolitiğinde yaşanan gelişmeler, özelikle Irak ya da Suriye üzerinden çıkabilecek bir Şii-Sünni çatışmasının ciddi şekilde tartışılmasına neden olmaktadır. Karar alıcıların Suriye krizinde birbiri aleyhinde yaptıkları sert açıklamalar, Suriye’deki çatışmaların kesilmemesi, başta BM olmak üzere küresel aktörlerin bu sorunun çözümüne ilişkin ortak bir politika üretememesi, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından ülkede mezhepsel gerilimin tırmanması, bölgenin lider gücü olma potansiyelini taşıyan Türkiye ve İran’ın Suriye krizi konusunda karşı karşıya gelmesi ve bölgedeki silahlanmanın artan bir ivmeyle devam etmesi gibi gelişmeler bölgedeki jeopolitik ve jeostratejik gerilimin jeokültürel zemine de yansıma olasılığını güçlendirmektedir. 70 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Orta Doğu’da artan silahlanma ve askeri harcamalar, bölge ülkelerindeki etnik-mezhepsel nüfus dağılımının yanı sıra günümüzdeki mezhepsel ayrışma riski ile birlikte değerlendirildiğinde, olası bir çatışma ortamının yayılma potansiyelini göstermektedir. Söz konusu nüfus oranları bir yandan izlenecek etnik-mezhepsel politikaların olası bir çatışmaya zemin hazırlaması durumunda ortaya çıkacak fay hattının ne derece derin ve şiddetli olacağını, diğer yandan da İran’ın Şii jeopolitiği aracılığıyla özellikle Basra Körfezi ve Orta Doğu havzalarındaki jeokültürel etki alanını göstermektedir. İslam jeopolitiğindeki Şii ve Sünni nüfus dağılımını ortaya koyan bu jeokültürel harita aynı zamanda İran’ın bilhassa 1979 Devrimi’nden sonra öncelik verdiği Orta Doğu, Güney Kafkasya, Orta ve Güney Asya ve Uzak Doğu jeopolitik kesişim hatlarının oluşturduğu Doğu jeopolitiğinin de “kalpgâhı”nı teşkil etmektedir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin Humeyni sonrasında süreklilik arz eden dış politikasının jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının ağırlık merkezini de bu coğrafya oluşturmaktadır. İran Dışındaki Şii Nüfus Oranları Irak Bahreyn Yemen Lübnan Kuveyt Katar Birleşik Arap Emirlikleri Suriye Suudi Arabistan Azerbaycan Afganistan Pakistan Tacikistan Hindistan %60-65 %70 %35 (Zeydi) %35 %24-30 %16-20 %16-18 %10-16 (Nusayri) %5-8 %74 %19 %20 %5 %1 71 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Öte yandan İran, Arap Baharı kapsamında bölgede meydana gelen gelişmeleri yakından izlemekte, bölgeye yönelik strateji ve politikalarını bu çerçevede şekillendirmektedir. İran, ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesi ve bölgedeki ABD yanlısı yönetimlerin halk tarafından devrilmesiyle ortaya çıkan jeopolitik boşluğu bölgesel gücünü artırmak amacıyla değerlendirmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi bu kapsamda, Şii nüfusa sahip Körfez ülkelerindeki halk hareketlerinin başarıya ulaşması için destek sağlamakta ve böylece ABD’nin bölgedeki etkisini kırmayı hedeflemektedir. Buna karşın önemli bir Şii nüfusa sahip Bahreyn’de ABD’nin 5. Filosu bulunmakta ve diğer Körfez ülkelerinde de ciddi bir ABD askeri varlığı yer almaktadır. Ayrıca son yıllarda bölgede artan İran etkisini dengelemek için faaliyet gösteren Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın bölgesel ve bölge dışı aktörlerle stratejik ilişkilerini geliştirmesi ve bölge ülkelerince yapılan büyük çaplı silah alımları İran’ı rahatsız etmektedir. İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Bahreyn’deki Şii halk ayaklanmasını bastırmak için asker göndermesini şiddetle eleştirmiştir. Ayrıca Suudi Arabistan yönetiminin kendi Şii kökenli halkının eylemlerine karşı tutumuna tepki göstermiştir. İran Orta Doğu’daki Batı yanlısı rejimlere karşı gerçekleştirilen halk hareketlerine destek verirken, Suriye’deki halk hareketlerine sessiz kalarak ve uluslararası toplumun Esed yönetimine karşı eleştirilerini Suriye’nin içişlerine müdahale şeklinde yorumlayarak bu konuda farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Tahran yönetiminin Orta Doğu’daki diğer halk ayaklanmalarından farklı olarak Suriye konusunda izlediği bu politikanın temel nedeni, İran ile yakın ilişki içinde bulunan %10-16 oranındaki Nusayrilerin Suriye’de iktidarda olmasıdır. İran’ın Suriye’de yaşanan katliamlara rağmen Esed yönetimine destek vermesi, bölgede yükselen Şii-Sünni gerginliğini artırmaktadır. İran yönetiminin Şii hilalini ön plana çıkararak Şii jeopolitiğindeki hareket serbestîsini artırmak istemesi ve bu yönde stratejiler geliştirmesi, Humeyni’den miras kalan dış politika anlayışının bir yansımasıdır. Zira İran’ın öncelikli hedefi bölgede kurduğu Şii eksenini korumak ve bölgesel etkinliğini Şii hilali üzerinden genişletmektir. ABD müdahalesi sonrasında Şiilerin iktidarda söz sahibi olduğu ve giderek ağırlık kazandığı Irak da Suriye ve Lübnan’a ilave 72 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri olarak bu eksene katılmıştır. İran, Irak’ta Şii iktidarın yönetimi devralması sonrasında bu ülke üzerindeki etkisini artırmıştır. ABD birliklerinin Irak’tan çekilmesinin hemen ardından Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık Haşimi hakkında terör olaylarına karıştığı gerekçesiyle tutuklama kararı çıkarılması, İran’ın bu ülkeyi kısa bir süre sonra tamamıyla kendi oyun alanı içine dâhil edebileceğini göstermektedir. Suriye’deki gelişmeler, Şii-Sünni çatışmasını tetikleyebilecek dinamiklere sahiptir. Şii dünyası ile yakın ilişki içinde olan Nusayri halka dayanan Esed yönetimi, büyük çoğunluğu Sünni olan bölgelerde tank, top ve hava araçları kullanarak icra ettiği askeri harekât sonucunda sivil halktan yaklaşık 160.000 kişinin ölümüne ve çok daha fazla kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu muhalif gruplar, bu saldırılara karşı silahlanmış ve ellerinde bulunan hafif silahlarla Esed yönetimine karşı mücadeleye başlamıştır. Bu süreçte Esed rejimine bağlı ordudan ayrılan subaylar tarafından Özgür Suriye Ordusu kurulmuştur. Krizin başlangıcından itibaren İran ise muhalifleri bastırmak için Esed rejimine silah dâhil her türlü desteği vermiştir. Benzer şekilde Irak yönetimi de Esed yönetimine destek vermekte, İran’ın etkisiyle Lübnan’daki Hizbullah da Esed rejiminin ayakta kalması için seferber olmaktadır. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında Şii-Sünni kamplaşmasının oluştuğuna ilişkin değerlendirmeler seslendirilmese de bölgede hissedilmeye başlamıştır. Farklı oranlarda Sünni nüfusa sahip Arap devletleri ve Türkiye, bu katliamlara tepki göstererek Esed yönetimine karşı eleşirel bir politika benimsemiştir. Türkiye, katliamların durdurulması girişimlerinin yanında Esed’in yönetimden uzaklaştırılması için muhalif grupların teşkilatlandırılmasında sorumluluk almıştır. Bu dönemde ayrıca Türkiye’ye kaçan Suriyelilerin Suriye sınırları içinde oluşturulacak korumalı bölgelere yerleştirilmesi gündeme gelmiştir. Ancak Suriye sınırları içinde bu şekilde tampon bölgeler oluşturulmasının da, Suriye ile gerilimi derinleştirebileceği değerlendirilmektedir. Nükleer krizin tırmanmasına bağlı olarak İran’ın Suriye’deki gelişmeleri de kullanarak bir Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izlemesi durumunda, ortak sınırlara sahip Türkiye’nin bu gelişmeden büyük zarar 73 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye görmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Olası bir Şii-Sünni çatışması bölgeye ve Türkiye’ye tahmin edilemeyecek büyüklükte zararlar verebilir. Bu nedenle gerek uluslararası kamuoyu gerekse Sünni ve Şii nüfusa sahip ülkeler bu hassasiyeti dikkate almalıdır. Bu bağlamda Esed yönetimine karşı yapılacak muhtemel bir müdahalenin bölge dışı ülkeler tarafından yapılması daha uygun olabilir. BM Güvenlik Konseyi’nde alınabilecek bir kararla bölge dışı aktörler tarafından Suriye’nin ağır silahlarına zarar verilmesi, muhalefeti güçlendirebileceği gibi Esed yönetimini destekleyen grupların mücadele gücünü de kırabilir. Bununla birlikte Türkiye’nin muhalif grupların ortak hareket etmesi ve siyasi bir güç haline gelmesinde, çatışma çözümü ve insani yardımlar konusunda sorumluluk alması daha faydalı olabilir. Sonuç İran, diplomatik yöntemler ile çözüme kavuşturulamayan nükleer kriz nedeniyle öne sürülen birçok kaos senaryosunun merkezinde yer almaktadır. İran nükleer tesisleri ve füze sistemlerinin ABD veya İsrail tarafından düzenlenecek bir askeri operasyon ile vurulması; Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, bundan dolayı petrol fiyatlarının hızla artması ve küresel ölçekli bir petrol krizinin çıkması; ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesi ve Arap Baharı’nın etkisiyle Orta Doğu’da oluşan jeopolitik hassasiyetten yararlanan İran’ın Şii-Sünni çatışmasına yol açacak politikalar izlemesi gibi senaryolar uluslararası gündemi ciddi biçimde meşgul etmektedir. Bölgesel ve küresel aktörler, İran nükleer krizinin neden olacağı muhtemel gelişmeleri değerlendirmekte ve başta sıcak çatışma olmak üzere masada bulunan tüm seçeneklere karşı tedbir arayışındadır. Özellikle UAEK’nın 9 Kasım 2011 tarihli raporundan bu yana İran nükleer faaliyetlerinin askeri amaçlı olduğuna dair ciddi şüphelerin bulunması ve yapılan müzakerelerden bir türlü sonuç alınamaması, nükleer krizin diplomatik araçlarla çözülemeyeceği yönündeki öngörüleri güçlendirmiştir. Irak’taki gelişmelerle birlikte Suriye krizi de göz önünde bulundurulduğunda kaosa doğru evrilmeye başlayan nükleer kriz sürecinin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi olasılık dâhilindedir. Tahran yönetimi ise bu süreçte nükleer faaliyetlerine devam etmek için zaman kazanmaya çalışmakta ve nükleer krizi geçici bir süreliğine 74 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri de olsa gündemden düşürmek amacıyla Suriye’deki gelişmeler ve bölgedeki diğer gerilim alanlarından faydalanmaya yönelik politikalar izlemektedir. Tahran yönetimi, bu strateji çerçevesinde Hürmüz Boğazı’nı kapatacağına ilişkin açıklamalarda bulunarak küresel güvenliği ve uluslararası ekonomik sistemi tehdit etmekte; Irak ve Suriye üzerinden Şii hilali ekseninde yürüttüğü bölgesel politikalarla Şiiler ve Sünniler arasında olası bir mezhepsel gerilimi tahrik etmektedir. Tahran yönetimi, güvenlik eksenli oluşturduğu klasik dış politikasının en stratejik enstrümanları olarak nükleer programını ve füze sistemini görmektedir. Bu sebeple nükleer faaliyetlerini, sahip olduğu kısa ve orta menzilli füze sistemleri ve üzerinde çalıştığı kıtalararası balistik füze programlarıyla paralel yürütmektedir. İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesi ve mevcut nükleer faaliyetleriyle birlikte birçok füze üretmesi, nükleer programının askeri amaçlı olduğuna yönelik kaygıları artırmaktadır. Nükleer silahlara ve nükleer silah atma vasıtalarına sahip olan bir İran’ın kendisini avantajlı hissedeceği, bölgesel gücünü Şii jeopolitiğini kullanarak yaymaya çalışacağı ve daha ofansif bir politikaya yönelebileceği söylenebilir. Nükleer bir İran, bölgedeki diğer ülkeler kadar Türkiye için de tehdittir. Bütün yaptırımlara ve tehditlere rağmen nükleer çalışmalarına kararlılıkla devam eden İran, nükleer programının barışçıl olduğunu iddia etmekte, uluslararası aktörler tarafından nükleer programına ilişkin karar alma aşamalarında müzakerelerin yeniden başlaması için uygun ortam oluşturmakta ve böylece programda ulaştığı her aşamayı uluslararası kamuoyuna kabullendirmek için fırsat yaratmaktadır. Nitekim İran’ın bu politika ile nükleer silah ve atma vasıtası üretebilecek kabiliyete ulaşıncaya kadar zaman kazanmaya çalıştığını öne süren görüşler bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye, İran’a nükleer silah üretmek için zaman kazandıracak politikalara zemin hazırladığı izlenimi vermekten özenle kaçınmalıdır. Ayrıca arabuluculuk rolünün İran ve diğer aktörlerin politikaları doğrultusunda kullanılması konusunda dikkatli olmalı ve farkında olmadan krizin tarafı olmaktan kaçınmaya özen göstermelidir. Krizin taraflarının bütün tezlerini dikkatle göz önünde bulundurmalı ve krizin geleceğine yönelik tüm seçenekleri hesaplamalıdır. Her senaryoya karşı hazırlıklı olunması önemlidir. 75 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz dikkate alındığında, Batı’nın herhangi bir askeri operasyona girişemeyeceğini düşünen İran’ın bu konjonktürü zaman kazanmak için kullanabileceği ve zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesini Batılı aktörlere kabul ettirmeye çalışacağı öngörülebilir. Batılı ülkeler de uygulanan yaptırımların İran üzerindeki etkisini tam olarak görebilmek için belli bir zamana ihtiyaç duymaktadır. Mevcut durumda Batı’nın sert güç uygulamalarından uzak duracağı ve diplomatik araçlarla çözüm arayışına devam edeceği düşünülmektedir. Bu nedenle İsrail’in kontrol edilmesi durumunda tarafların müzakerelerle sonuca ulaşmaya çalışabileceği, netice alınamaması halinde gerilimin tırmanabileceği değerlendirilmektedir. İran sınır komşumuz olmasının yanı sıra Türkiye için birçok yönden önemli bir ülkedir. Türkiye’nin İran ile yapıcı ve dostane ilişkiler içinde bulunması ve bu yöndeki politikalarını sürdürmesi olumlu ve gereklidir. Ancak ikili ilişkilerin tarihi arka planı göz önüne alındığında iki ülkenin aslında her zaman birbirlerine rakip durumda oldukları görülmektedir. İran’ın halâ bölgedeki devlet-dışı aktörler aracılığıyla yürüttüğü politikaların ve bölgede kurmaya çalıştığı nüfuz alanlarının Türkiye’nin çıkarları ile doğrudan çakışacağı öngörülebilir. Bilhassa nükleer silaha sahip olması durumunda İran’ın izleyeceği politikaların Türkiye’nin güvenliğini her açıdan tehdit edeceği unutulmamalıdır. Sonuç olarak Türkiye, İran ile ilişkilerinde birçok unsuru birbiriyle bağdaştırmak durumundadır. Bir yandan kendi güvenliğinin gereklerini ve ekonomik çıkarlarını gözetirken, diğer yandan İran’ın genel politikası ile nükleer programının yol açtığı Orta Doğu’daki kaygı ve hassasiyetler göz önünde bulundurulmalıdır. 76 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Kaynakça “22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, http:// www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iran-arasinda-21-22-ocak2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa. “AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012,http://www. bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_approved. shtml. “ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, Milliyet, 13 Nisan 2012,http://dunya.milliyet.com.tr/abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejadmeydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/default.htm. “ABD’den Kilit Müttefike F-15”, Milliyet, 29 Aralık 2011, http://dunya.milliyet. com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/ default.htm. “ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, Hürriyet, 8 Ocak 2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19633574.asp. Bahgat, Gawdat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle East Institute, 15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99sregular-army-its-history-and-capacities. Barzashka, Ivanka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”, Federation of the American Scientists Issue Brief, 21 Ocak 2011, http://www.fas.org/pubs/_docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf. “Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”,The Sunday Times, 12 Ocak 2012, http://www.sundaytimes.lk/index.php?option=com_content&vie w=article&id=14649:bomb-kills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&cati d=81:news&Itemid=625. Cordesman, H. Anthony, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International Studies, 26 Mart 2007, http://csis.org/files/media/ csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf. 77 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Çetinsaya, Gökhan, “Türk-İran İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 2004. Gardiner, Sam, “The End of the “Summer of Diplomacy”: Assessing U.S. Military Options on Iran”, Century Foundation Report, 2006. Gedik, Esin, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, Akşam, 9 Ocak 2012, http://www.aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolaracikar,-cari-acik-36-milyar-dolar-artar-91327h.html. Grimmett, F. Richard, “Conventional Arms Transfers to Developing Nations, 2003-2010”, CRS Report for Congress, 2010. “Growth Resuming, Dangers Remain,” International Monetary Fund, Nisan 2012, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf. “HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm. “Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”, GOV/2011/65, http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf. “Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, The Nuclear Threat Initiative, 10 Ocak 2011, http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-planto-produce-medical-reactor-fuel/. “İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010, http://www.radikal.com.tr/dunya/iran_uranyum_takasi_turkiyede_yapilacak-997227. “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, Hürriyet, 6 Aralık 2011, http://www.hurriyet. com.tr/planet/19401449.asp. “İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”, CNN Türk, 5 Ocak 2012, http:// www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/index.html. 78 İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri “İsrail’in İran Operasyonunun Detayları Yayınlandı”, Hürriyet, 21 Nisan 2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/20389479.asp. Kaussler, Bernd, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”, Middle East Institute,15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasksand-capabilities. Koçgündüz, Leyla Melike, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, 5 Mart 2012, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster. aspx?ID=3290. Leon, Rudy ve diğerleri, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012. Melman, Yossi ve Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”, http:// www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusive-iran-providing-hamas. “Military Strike Won’t Stop Iran’s Nuclear Program”, Haaretz, 22 Şubat 2010, http://www.haaretz.com/news/military-strike-won-t-stop-iran-s-nuclearprogram-1.266113. Özcan, Nihat Ali, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler ve Türkiye’ye Öneriler”, TEPAV Ortadoğu Çalışmaları 1, 2006. “Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne”, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des pourparlers à Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011), http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/iran/l-union-europeenne-etliran/article/programme-nucleaire-de-l-iran. “Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian Arab Republic, Human Rights Council”, 22 Şubat 2012, A/HRC/19/69, http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/HRCouncil/RegularSession/ Session19/A-HRC-19-69.pdf. Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge Strateji Cilt: 2 Sayı: 4 (Bahar 2011): 183-202. 79 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Sandıklı, Atilla ve Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran”, Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012. “Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran”, 9 Haziran 2010, http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm. Shalal-Esa, Andrea ve Bob Burgdorfer, “U.S. Foreign Arms Sales Reach $34.8 Billion”, 5 Aralık 2011, http://www.reuters.com/article/2011/12/06/uspentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206. Sinkaya, Bayram, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu ve Uranyum Takası Mutabakatı”, Ortadoğu Analiz Cilt: 2 Sayı:18 (2010). “Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, Habertürk, 1 Aralık 2011, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icintoplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar. Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: İran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu Cilt: 1 Sayı: 1 (2006). Taflıoğlu, Serkan, “İran, Silahlı İslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası İsrail Özel Sayısı Cilt: 5 Sayı: 1 (İlkbahar 1999). Türkmen, İlter, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010. Walt, M. Stephen, “Why Attacking Iran is a Still Bad Idea?”, Foreign Policy, 27 Aralık 2011, http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea. Zirulnick, Ariel, “Getting the Strait of Hormuz Straight: an FAQ”, The Christian Science Monitor, 29 Aralık 2011, http://www.csmonitor.com/World/ Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/ Does-Iran-even-have-the-right-to-close-the-Strait. 80 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri YENİDEN YAPILANAN ORTA DOĞU’DA TÜRKİYE-İRAN EKONOMİK İLİŞKİLERİ Özüm S. UZUN* Türkiye-İran ilişkilerinde 2000’li yıllar yakınlaşma ve uzaklaşma döngüsünün devam ettiği bir dönem olmuştur.1 2003-2011 yılları arasında siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yakınlaşan iki ülke arasındaki ilişkiler, Orta Doğu ile Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarına karşı farklı tutumları nedeniyle bozulmuş ve bölgesel rekabet daha görünür hale gelmiştir. Ekonomik ilişkiler de bu döngü içerisinde etkilenmiştir. Siyasi yakınlaşmanın yaşandığı dönemlerde dahi Türkiye-İran tam bir ekonomik işbirliği geliştirememiş ve birbirlerinin ekonomik potansiyelinden tam anlamıyla yararlanamamıştır. Türkiye ile İran, siyasi, ekonomik ve askeri açıdan önemli bölgesel güçlerdir. Dolayısıyla, her iki ülkenin kendi bünyesinde ve bölge ülkelerinde etkileri hissedilmektedir. Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde ikili ilişkiler önem kazanmış, ekonomik ilişkiler de bu bağlamda iki ülkenin siyasi nüfuz alanını etkileyebilecek bir faktör olarak karşımıza çıkmıştır. 1979’daki devrim sonrasında İran’ın Batıyla ilişkilerinde gerginlik yaşaması ve nükleer programından dolayı ABD ve BM ekonomik yaptırımlarıyla karşı karşıya kalması, Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini bölge dışı aktörler açısından da önemli kılmıştır. 2013 yılının Kasım ayında P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin ve Almanya) ve İran arasında yapılan geçici nükleer anlaşma sonucunda İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar yumuşatılmaya başlanmıştır. İran’ın Batı ile yakınlaşma süreci Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini de etkileyecektir. 2003 Irak savaşıyla başlayıp, “Arap Baharı” ile devam eden bölgenin yeniden yapılanma sürecinde Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, ülkelerin siyasal Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Aydın Üniversitesi. 1 Özüm S. Uzun, “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or Beyond?”(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Şubat 2012) * 81 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye nüfuz alanını etkileyebilecek önemli bir faktördür. 2000’li yıllarda Türkiyeİran ekonomik ilişkilerinin ele alındığı bu bölümde öncelikle ikili ekonomik ilişkilerin tarihsel gelişimi anlatılacak, sonrasında ise ekonomik ilişkilerdeki yakınlaşma sürecini olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilecek faktörler üzerinde durularak bölgesel değişimin Türkiye-İran ilişkilerine etkisi değerlendirilecektir. Türkiye-İran Ekonomik İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı Türkiye’de Cumhuriyet, İran’da ise Pehlevi Hanedanlığı kurulduktan sonra güvenlikle ilgili sorunlarda büyük bir farklılık yaşanmamış, sınırdaki güvenlik sorunları devam etmiştir. 22 Nisan 1926’da Türkiye ve İran, sınırlarında sorun yaratan aşiretlere karşı ortak bir politika izlemek için Dostluk ve Güvenlik Anlaşması imzalanmasına rağmen sorunlar çözülememiş, iki ülkenin çözüm arayışları devam etmiştir. Bu amaçla 15 Haziran 1928’de ek bir protokol imzalanmıştır.2 Ankara-Tahran arasındaki bu protokolle ilk defa ekonomik ilişkilerin gelişimi öngörülmüştür.3 Bu yeni anlaşmadan sonra dönemin Başbakanı İsmet İnönü; “Komşumuz İran’la imzaladığımız protokoller iki memleket münasebetlerinde esasen hüküm süren dostluğun ve iki komşu arasında iktisadi inkişaf ve işbirliği arzularının samimiyetine delildir. İki memleketin temasları ve ulaştırma vasıtaları arttıkça iyi geçinme ve birbirine emniyet etme esaslarının her iki taraf için hayırlı semereleri daha iyi toplanacaktır.”4 Şeklinde bir açıklama yapmıştır. Türkiye-İran arasında devam eden sorunlar, 1932 yılında imzalanan Güvenlik, Tarafsızlık, Saldırmazlık ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile çözüme kavuşmuş, ikili ilişkiler dostane bir mahiyet kazanmıştır. 1935 yılında yürürlüğe giren anlaşmaya göre, iki ülke birbirlerini “en çok gözetilen ulus” konumuna getirmeyi kabul etmiştir.5 2 Melek Fırat, “İran İslam Devrimi ve Türk-İran İlişkileri: 1979-1987”(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi), 49. 3 “22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet ve Emniyet Muahedenamesine Merbut Protokol,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826 4 Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1999): 114-115. 5 Baskın Oran (ed), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001): 363. 82 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Ancak 2. Dünya Savaşı sonuna kadar oldukça sınırlı devam eden iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutu ve ticaret hacmi azalmıştır. Ticaret hacminin beklendiği kadar yüksek olmamasına ek olarak, ticari ilişkilerde dengesizlik de görülmektedir. Örneğin, İran’ın Türk ihracatındaki payı %0.03 iken İran’ın Türk ithalatındaki payı %0.34 idi.6 İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, Türkiye-İran ekonomik ilişkileri durma noktasına gelmiştir. Soğuk Savaş sırasında Türkiye ve İran’ın Komünizm tehdidi algısıyla Sovyetler Birliği’nin karşısında yer almasına rağmen iki ülkenin ekonomik ilişkileri istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Bu dönemde, her iki ülke Batı’dan destek almaya odaklanmış, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye yeterince önem vermemiştir. 1960’lı yıllarda ise ticari ilişkiler dalgalı bir süreç yaşamıştır. Örneğin, Türkiye’nin İran’a ihracatı 1960 yılında 4 milyon dolardan 1961 yılında 5 milyon dolara yükselmiş, ancak 1962 ve 1963 yıllarında neredeyse durma noktasına gelmiştir. Aynı dönemde, Türkiye’nin İran’dan ithalatı 1963 yılında 15,2 milyon dolar ile zirve yapmış, ancak 1965 ve 1968 yılları arasında ithalat neredeyse durma noktasına gelmiştir.7 1960’lı yıllarda uygulanan ithalat politikaları sonucunda, Türkiye’nin enerji tüketimi ve arzı artmaya başlamıştır. 1970’lerdeki petrol krizleri, Türkiye ekonomisini ciddi şekilde zorlamıştır. Diğer taraftan İran ekonomisi ise artan petrol fiyatlarından olumlu yönde etkilenmiştir. Artan petrol fiyatları Türkiye-İran siyasi ilişkilerini de etkilemiştir. İran Şahı’nın petrol gelirlerini silahlanma için kullanması sonrasında güç dengesi Tahran lehine değişmeye başlamıştır. İran’ın hızla silahlanması Ankara’yı endişeye sevk etmiştir. Bu dönemde Tahran, Ankara’nın ucuz petrol isteğini reddetmiş, ekonomik ilişkiler kısır döngüye girmiştir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi de sınırlı kalmıştır. İran’ın Türkiye ihracatındaki oranı 1970 yılında %1’den 1977 yılında en üst seviyesine %3’e yükselmiş, ancak devrimle birlikte 1979 yılında %0,5’e düşmüştür. Diğer taraftan, İran’ın Türkiye ithalatındaki oranı 1970’li yılların ikinci yarısında %1’den %10’a yükselmiş olmasına rağmen devrim sonrasında %3’e düşmüştür.8 6 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish Perspective”(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Aralık 2011). 7 A.g.e. 8 A.g.e. 83 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye İran’daki devrim sonrasında ekonomik ilişkiler olumsuz etkilemesine rağmen, yerel ve sistemik faktörler Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini devam ettirmiştir. Türkiye, ABD’nin rehine krizinden dolayı İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlara uymayı reddetmiştir. Türkiye açısından yerel faktörlerden en dikkat çekeni ekonomi politikalarındaki değişim olmuştur. Türkiye, 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla ithal ikameci politikalardan ihracata dayalı büyüme politikalarına geçiş yapmıştır. Ekonomi politikalarındaki bu değişim, Türkiye’yi yeni pazarlar bulma arayışına itmiş, bunun sonucunda da 1980’li yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya ihracatı hızlı bir şekilde artmıştır. İran-Irak Savaşı Türkiye’nin ihracatını artırmasında ve ihracata dayalı büyüme hedeflerine erişme noktasında fırsatlar sunmuştur. Aynı zamanda, savaştan dolayı İran petrolünün kesilme riski Türkiye’yi endişeye sevk etmiş ve Ankara’nın ekonomik meselelerle daha fazla ilgilenmesine neden olmuştur. Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlara çözüm olabileceğine inanan Özal liderliğindeki yıllar, ekonomi odaklı dış politikanın da başlangıcı olmuştur.9 Ayrıca bu dönemde Türkiye’deki iş çevrelerinden yeni bir seçkin kesimin dış politika yapım sürecindeki etkisi hissedilmeye başlanmıştır. Ekonomi odaklı dış politikayla birlikte Türkiye, 1980’li yıllarda İran dâhil komşularıyla ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine vurgu yapmaya başlamış, resmi ziyaretleri artırmaya gayret etmiştir. 1982’de Özal yaklaşık 100 işadamıyla birlikte İran’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretin temel amacının ekonomik işbirliğini artırmak olduğu açıklanmıştır. İkili görüşmelerde ticaret hacmini artırma, Ahvaz-İskenderun petrol boru hattının hayata geçirilmesi, İran’dan doğalgaz alımı ve İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılması gündeme gelmiştir. Bu görüşmede ayrıca yaklaşık 600 milyon dolarlık ihracat anlaşması imzalanmıştır.10 9 Atila Eralp, “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with Iran,” Reluctant Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed. Henry J. Barkey (Washington D.C.: US Institute of Peace Press, 1996), 98. 10 Milliyet, 11 Mart 1982. 84 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri 1982’de imzalanan anlaşma sonrasında Türkiye-İran Ortak Ekonomi Komisyonu’nun kurulması da ticaret hacmini artırmaya yönelik önemli girişimlerden biri olmuştur. Komisyonun toplantıları vasıtasıyla 1980’ler boyunca her yıl bir araya gelen Türk ve İranlı yetkililer ticaret, bankacılık, yatırım, ulaşım, sanayii ve tarımda işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Ancak tüm bu toplantılara ve birçok mutabakat belgesine rağmen, ekonomik ilişkilerde hedeflenen seviyeye bir türlü ulaşılamamıştır. Türk dış politikasında olduğu gibi, 80’li yıllarda İran dış politikasında da ekonomik etkenler önem kazanmaya başlamıştır.11 Korany tarafından “dış politikanın ekonomikleştirilmesi” (economization of foreign policy)12 olarak adlandırılan bu süreç, İran’ın dış politikada daha uzlaşmacı bir yaklaşım benimsemesine yol açmıştır. Bu politika çerçevesinde İran, Türkiye ile devrim sonrasında fikri sebeplerden dolayı sorun yaşamasına rağmen ikili ekonomik ilişkilerini korumaya gayret etmiştir. İran açısından, ABD ile yaşanan rehine krizinde Türkiye’nin tarafsızlığını devam ettirmesi çok önemli olmuştur. 1980’de İran Dışişleri Bakanı, Türkiye’ye kredi limitini artıracağını ve ucuz petrol verebileceğini açıklamıştır. Sonrasında Türkiye ve İran’ın petrol için buğday anlaşması yaptığı basına yansımıştır. 1980’li yıllarda İran’ın Türkiye’yle ekonomik ilişkilerini geliştirmek istemesindeki bir diğer neden İran-Irak savaşı olmuştur. Savaş sırasında İran ihtiyaçlarını karşılayabilmek için Türk mallarına bağımlı kalmış, bunun sonucunda da 1985 yılı ikili ticari ilişkilerin zirve yaptığı yıl olarak tarihe geçmiştir. Türkiye ve İran Ocak 1985’de Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütünü gözden geçirmiş, örgütün ismi Ekonomik İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir. 1985’de petrol gelirlerinin düşmesi Orta Doğu’yu olumsuz etkilemiş, Türkiye’nin bölgeye yönelik ihracatı %20 oranında düşmüştür. İran-Irak savaşının sona ermesi de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumsuz yansımış ve İran’ın geleneksel ticaret yollarını gözden geçirmesiyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi azalmıştır. 11 R.K. Ramazani, “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy,” Middle East Journal 58 No4 (Autumn 2004). 12 Bahgat Korany, “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy of Algeria,” The Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change içinde, ed. Bahgat Korany and Ali E. Hilal Dessouki, 2nd edition (Boulder, CO: Westview Press, 1991), 103-155. 85 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ekonomik ilişkilere etki eden yerel ve bölgesel faktörlerin yanı sıra, sistemden kaynaklanan etkiler de olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Orta Asya ve Kafkasya’daki ülkelerin bağımsızlığını kazanması, Türkiye-İran ekonomik ilişkileri açısından fırsat oluşturmuştur. Türkiye ve İran Sovyet sonrası coğrafyada siyasi bir rekabet içerisine girmiş olsa da ekonomik alanda işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Efegil ve Stone’a göre, hem Türkiye hem de İran bölgede kendi nüfuz alanlarını yaratmada siyasi ve ekonomik güçlerinin kısıtlı olduğunu bildiklerinden 1993 yılının ilk aylarında ekonomik ilişkilerini geliştirmek için somut adımlar atmıştır.13 1993 yılının Şubat ayında Türkiye ve İran Ticaret Odaları ticari mübadeleyi artırma kararı almıştır. Sonuç olarak sınır ticareti 1994’te 50 milyon dolara yükselmiştir. Kasım 1995’te İran Ekonomi Bakanı Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş ve ziyaret sırasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın kurulması konusunda anlaşmaya varılmıştır. En önemli anlaşmalardan biri de 1996’da ABD’nin itirazlarına rağmen Türkiye ve İran’ın doğalgaz anlaşması imzalaması olmuştur. Körfez Savaşı’nın başlaması Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Savaşla birlikte, en büyük enerji tedarikçilerinden biri ve ihracat pazarı olan Irak’ı kaybetmesiyle Türkiye ciddi ekonomik sorunlarla karşılaşmıştır. Aynı zamanda BM’nin Irak’a uyguladığı ambargoların etkileri, ekonomisi Irak’la sınır ticaretine oldukça bağımlı olan güneydoğu bölgelerinde önemli ölçüde hissedilmiştir. Bu dönemde Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru hattından gelen geliri de kaybetmiş, Iraklı mültecilerden kaynaklanan ekonomik zorlukları daha fazla hisseder olmuştur. Böyle bir ortamda yüksek faiz oranları, aşırı değerlenmiş para ve kısa vadeli sermaye akışı temelli borçlanma Türk ekonomisini daha fazla kırılganlaştırmış ve 1994’te ekonomik krizin yaşanmasına neden olmuştur. 90’lı yıllarda Türk-İran ekonomik ilişkilerindeki temel belirleyici etken ekonomiden ziyade siyasi olmuştur.14 Dolayısıyla, ekonomik işbirliğini artırmaya yönelik çabalar, özellikle Kürt meselesinden 13 Ertan Efegil ve Leonard A. Stone, “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities for Rapprochement in the Post-Cold War Era,” Journal of Third World Studies XX, No. 1 (Spring 2003): 58. 14 Mustafa Aydın ve Damla Aras, “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi Çerçevesi: Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile Bağlantıları,” Uluslararası İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004): 103-106. 86 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri dolayı iki ülke arasındaki siyasi sorunlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Yaşanan olumsuzluklara rağmen 1990’lar boyunca petrol-doğalgaz ticareti ve boru hattı konuları, ekonomik ilişkilerin gündeminden hiç düşmemiştir. 1990’ların sonu Türkiye-İran ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ancak bu başlangıç sanıldığı kadar çabuk gerçekleşmemiş, 2000’li yılların başında siyasi meselelerdeki uyuşmazlık devam etmiştir. Aydın ve Aras’a göre, 1990’ların sonunda siyasi ilişkilerde görülmeye başlanan olumlu atmosfer, 2000’li yıllarda iki ülkenin ekonomik ilişkilerini artırma çabalarına zemin hazırlamıştır.15 1998 yılında Öcalan’ın yakalanmasından sonra bile, Ankara İran’ın PKK terör örgütünü desteklemeye devam ettiğini dile getirmiştir. Aynı zamanda Türk Hizbullah’ı ve İran arasındaki ilişki ve Türk entelektüellerine karşı gerçekleştirilen suikast eylemleri, ikili ilişkilerde ciddi sıkıntıya neden olmuştur. Dolayısıyla, 2000’li yılların başında ikili ilişkilerde tam anlamıyla olumlu bir siyasi atmosferden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. 2000’li yılların başında ikili ilişkilerdeki siyasi sorunlara rağmen, Türkiyeİran ekonomik ilişkilerinde bir devamlılıktan söz edilebilir. İkili ilişkilerde siyasi sorunların arttığı dönemlerde dahi ekonomik ilişkiler kesilmemiş, yavaşlasa da devam etmiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Türkiye ve İran’ın ekonomik olarak birbirlerine karşılıklı bağımlı olmalarıdır. Türkiye, İran’ın enerji kaynaklarına ve ürünleri için İran pazarına ihtiyaç duymaktadır. Diğer taraftan İran da, petrol ve doğalgaz kaynaklarını Türk ve Avrupa pazarlarına ulaştırmak için Türkiye’nin yardımına muhtaçtır. Siyasi meselelerin devam etmesine rağmen, komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme çabası içerisinde olan Türkiye’de dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşad Tüzmen “komşularla ticaretimizi bundan böyle siyasi olaylar etkilemeyecek, ticaret siyasete yön verecek” açıklamasında bulunmuştur.16 Bu yaklaşım doğrultusunda, ticareti geliştirme maksadıyla Türkiye ve İran Or- 15 Mustafa Aydın ve Damla Aras, “Political Conditionality of Economic Relations between Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and Syria,” Arab Studies Quarterly 27, Number 1&2 (Winter/Spring 2005). 16“Official Urges More Trade with Neighbors,” Hürriyet Daily News, 14 Haziran 2000 87 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tak Ekonomi Komisyonu’nun toplantılarına devam edilmiştir.17 Ocak 2000’de Ortak Ekonomi Komisyonu’nun 15. toplantısında var olan ekonomik ilişkileri geliştirme yönünde iki ülke protokol anlaşması imzalamıştır.18 2000’li yıllarda Türk ve İranlı yetkililer ile iş adamlarının karşılıklı ziyaretleri artmıştır. Örneğin, her iki ülkenin Ekonomi Bakanları, 2000 yılının Mart ayında Tahran’da yapılmış olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın ilk toplantısına katılmıştır. Ayrıca dönemin İran Dışişleri Bakanı Harrazi’nin daveti üzerine uzun vadeli yatırım imkânlarını değerlendirmek için Türk iş adamları İran’ı ziyaret etmiştir. Bir sene sonra da dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem Tahran’a gitmiştir. Cem’in İran ziyareti sırasında Türkiye ve İran ikili ilişkileri geliştirmek adına birtakım somut adımlar atmıştır. 2001-2003 yılları arasında kültürel değişim programını hayata geçiren kültürel işbirliği anlaşması imzalamışlardır. Türk İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın Tahran ziyareti ve hemen akabinde gerçekleşen İran Ticaret Bakanı Muhammet Şeriatmedari’nin Türkiye ziyareti ikili ekonomik ilişkilerin gelişimine hız kazandırmıştır.19 Aynı zamanda, Türk ve İranlı iş adamları İran Ticaret Odasında bir araya gelerek karşılıklı ekonomik işbirliğini artırmanın yollarını değerlendirmişlerdir. Bu toplantılar sonrasında Türk-İran İşadamları Konseyi kurulmuştur. 2003’ten beri Türkiye ve İran, ortak ekonomi komisyonları kurma ve sınır ticaretini kolaylaştırma dâhil, ekonomik ilişkileri geliştirmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Bu çerçevede iki ülke Bazergan, Hoy, Sero ve Maku’da sınır ticaret istasyonlarının açılması konusunda mutabakat anlaşması imzalamıştır.20 Ayrıca sınırlarda ortak sanayi şehirlerinin kurulması konusunda da anlaşmaya varılmıştır.21 İran, Türkiye’de dâhil olmak üzere 12 ülkeyle tercihli ticaret anlaşması yapmıştır.22 İki ülkenin karşılıklı çabaları, Tablo 1’de de görüleceği gibi ticaret hacmini artırmıştır. 2000’den 2010 yılına kadar Türki17 John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship,” British Journal of Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998). 18 “Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement,” Hürriyet Daily News, 29 Ocak 2000. 19 “Iranian Trade Minister Visits Turkey,” Hürriyet Daily News, 11 Haziran 2001. 20 “Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU,” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat 2010. 21 “Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate,” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat 2010. 22 “Iran Inks 12 Trade Agreements,” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010. 88 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri ye-İran arasındaki ticaret 1 milyar dolardan 10 milyar dolara çıkarak 10 kat artmıştır. İran-Türkiye Ortak Ticaret Konseyi Genel Sekreteri Rıza Kami, 2011’in ilk 6 ayında 30 milyar dolara yükselmesi beklenen iki ülke arasındaki ticaret hacminin 10 milyar doları bulduğunu açıklamıştır.23 Aynı zamanda 2000’li yılların başında 1500 Türk firması İran’la ticaret yaparken, bu sayı 2010 yılında 7000’e ulaşmıştır.24 Türkiye-İran arasında 2000’li yıllarda gelişen ilişkilerden turizm sektörü de olumlu etkilenmiştir. 2010’da dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Türkiye ve İran’ın ortak din, tarih ve kültürel mirasa sahip olduğuna vurgu yaparak bunların iki ülke arasındaki turizme katkı sağladığını ifade etmiştir.25 2012’de bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısında bir düşüş yaşanmış olsa da her geçen yıl İranlı turistlerin Türkiye’ye olan ilgilerinin arttığı söylenebilir. İranlı yetkililer Kerbela’ya Hac ziyareti için Türkiye üzerinden de bir güzergâh belirlemeyi düşündüklerini açıklamıştır.26 Bu projenin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısının artması beklenebilir. 23 “Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011. 24 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish Perspective,”(Yayımlanmamış Yüksek LisansTezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Aralık 2011), 155. 25 Press TV, 07 Şubat 2010. 26 “İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21. 89 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tablo 1: Türkiye-İran Arasındaki Ticaret Hacmi (milyar$) Yıl 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 İhracat 235.784 360.535 333.962 533.786 813.031 912.940 1.066.901 1.441.190 2.029.759 2.024.863 3.042.957 3.590.410 İthalat 815.730 839.800 920.971 1.860.682 1.962.058 3.469.706 5.626.610 6.615.394 8.199.689 3.405.985 7.644.782 12.461.359 Hacim 1.051.515 1.200.336 1.254.934 2.394.469 2.775.090 4.382.646 6.693.512 8.056.584 10.229.448 5.430.849 10.687.739 16.051.769 Denge -579.945 -479.264 -587.009 -1.326.896 -1.149.027 -2.556.766 -4.559.708 -5.174.204 -6.169.929 -1.381.122 -4.601.825 -8.870.949 2012 9.992.688 11.964.613 21.957.301 -1.972.000 Kaynak: T.C. Dışişleri Bakanlığı27 Nükleer programından dolayı BM kararlarıyla uygulanan yaptırımların İranlı turistler üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Ekonomik yaptırımlardan dolayı İran parası değer kaybetmiş, yurtdışı çıkışlarında İranlı vatandaşların yanlarında götürecekleri döviz miktarı sınırlandırılmıştır. 2013’te Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle başta Batılı ülkelerle ikili ilişkileri normalleştirme ve İran’ın yalnızlaşmasını önleme politikaları önem kazanmıştır. Kasım 2013’te P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin ve Almanya) ile yaptığı geçici nükleer anlaşma çerçevesinde İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların yumuşatılmaya başlaması turizmi de olumlu etkilemeye başlamıştır. Başbakan Erdoğan iki ülkenin ekonomik ilişkilerindeki dengesizliğe dikkat çekmiş, Türkiye’nin rahatsızlığını dile getirmiştir.28 Dengesizliğin arkasındaki en önemli etken, Türkiye’nin İran’a enerji kaynakları konusundaki bağımlı27 Ümit Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473 28 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003. 90 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri lığıdır. Türkiye, İran’a makine, motorlu araç, demir-çelik ürünleri, elektrikli araçlar ve tütün ürünleri ihraç etmektedir. Türkiye’nin İran’a ihracatının %83’ünü sanayii, %13’ünü tarım ve %2’sini maden ürünleri oluşturmaktadır.29 İran’ın ise Türkiye’ye ihracatının %90’ını ham petrol ve doğal gaz oluşturmaktadır.30 Bu oranın yaklaşık %60’lık kısmını petrol, %40’lık kısmını da doğal gaz teşkil etmektedir. Dolayısıyla ticaret dengesi İran lehine gelişmektedir. 2003’te İran’ın Türkiye’ye ihracatı 900 milyon dolar iken Türkiye’nin İran’a ihracatı sadece 100 milyon dolar civarındadır.31 Türkiye’nin uyguladığı vergilerin yaklaşık %4’ten az olmasına rağmen İran, Türk sanayii ürünlerine %40’tan %100’e kadar yüksek vergi oranları uygulamıştır.32 Yıllar 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 İranlı Turist Sayısı 380 866 327 146 432 282 494 809 628 726 956 978 865 926 1 058 278 1 134 965 1 383 261 1 885 097 1 879 209 (*) 1 186 343 (*) Tablo 2: Türkiye’ye Gelen İranlı Turist Sayısı Kaynak: Türkiye Seyahat Acentaları Birliği’nin Şubat 2010 tarihli İran Turizm Pazar Raporu ve T.C. Dışişleri Bakanlığı’ndan elde edilen verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.33 (*)2011 yılında Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısı 1,5 milyona, 2012 yılında da 980 bine gerilemiştir. 2013 yılında İranlı turist sayısının artarak 1 milyon seviyesine çıktığı, 2014 yılında 1,5 milyon hedefinin tekrar yakalanacağı beklenmektedir.34 29 “Turkey to Send Trade Mission to Iran,” Hürriyet Daily News, 14 Eylül 2002. 30 “Turkey-Iran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-withiran.en.mfa. 31 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003. 32 “Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade,” Hürriyet Daily News, 21 Şubat 2007. 33 “İran Turizm Pazar Raporu,” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, (Şubat 2010); “TurkeyIran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-with-iran.en.mfa ; Ümit Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473 34 “Turizmde İran Bayramı,” Milliyet, 4 Nisan 2014. 91 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tablo 3: İran’la Ticari İlişkiler: İhracat-İthalat Miktarı (Bin dolar) ve Toplam İhracat-İthalattaki Payı (%) Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 (*) 2013 (*) 2014 (*) Ocak-Şubat İran’a İhracat (Bin $) 268 434 297 521 307 007 194 696 157 815 235 785 360 536 333 962 533 786 813 031 912 940 1 066 902 1 441 190 2 029 760 2 024 546 3 044 177 3 589 635 9 921 602 4 192 647 Toplam İhracattaki Payı (%) 1,2 1,3 1,2 0,7 0,6 0,8 1,2 0,9 1,1 1,3 1,2 1,2 1,3 1,5 2,0 2,7 2,7 6,5 2,7 469 287 1,8 İran’dan İthalat (Bin $) 689 476 806 335 646 402 433 026 635 928 815 730 839 800 920 972 1 860 683 1 962 059 3 469 706 5 626 610 6 615 394 8 199 789 3 405 986 7 645 008 12 461 532 11 964 779 10 383 143 1 646 025 Toplam İthalattaki Payı (%) 1,9 1,3 1,3 0,9 1,6 1,5 2,0 1,8 2,7 2,0 3,0 4,0 3,9 4,1 2,4 4,1 5,2 5,0 4,1 4,3 Kaynak: TÜİK tarafından yayınlanan “İstatistik Göstergeler: 1923-2011” adlı rapordaki verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.35 (*) TÜİK tarafından yayınlanan Dış Ticaret İstatistiklerinden yararlanılarak düzenlenmiştir.36 35 “İstatistik Göstergeler: 1923-2011,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.tuik.gov.tr. 36 “Dış Ticaret İstatistikleri,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 17 Nisan 2014, http:// www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046, 92 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Tablo 4’te Türkiye’ye gelen ithal ürünlerin hangi ülkeden geldiği ve Tablo 5’te Türk ürünlerinin ihraç edildiği ülkeler incelendiğinde de Türkiye-İran arasındaki ticaret dengesizliği görülecektir. İran, Türkiye’nin mallarını ihraç ettiği başlıca ülkeler arasında olmamasına rağmen, Türkiye’nin ithal ettiği başlıca ülkeler listesinde yer almaktadır. Görüldüğü gibi İran’ın toplam ithalattaki oranı 2001 yılında %2 iken, 2012 yılında %5.1’e yükselmiştir. Tablo 4’te de görüldüğü gibi ekonomik krizin etkisiyle 2009 yılı hariç, 2001 yılından itibaren İran’ın Türkiye ekonomisindeki payı tedricen artmıştır. Tablo 4: Türkiye’nin İthalatındaki Başlıca Ülkelerin Toplam İthalattaki Payları (%) 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 Rusya Almanya Fransa İtalya İran Çin 8,3 7,5 7,9 9,3 11,1 12,8 13,8 15,5 14 11,6 9,9 11,3 10 12,9 13,7 13,6 12,8 11,7 10,6 10,3 9,3 10 9,5 9,5 9 9,6 5,5 5,9 6 6,4 5 5,2 4,6 4,5 5 4,4 3,8 3,6 3,2 8,4 8,1 7,9 7 6,5 6,2 5,9 5,5 5,4 5,5 5,6 5,6 5,1 2 1,8 2,7 2 3 4 3,9 4,1 2,4 4,1 5,2 5,1 4,1 2,2 2,7 3,8 4,6 5,9 6,9 7,8 7,8 9 9,3 9 9 9,8 Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri verilerinden düzenlenmiştir.37 37 International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap.org/tm_light/ Country_SelProductCountry_TS.aspx. 93 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tablo 5: Türk Mallarının İhraç Edildiği Başlıca Ülkelerin Toplam İhracattaki Payları (%) 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 Rusya Almanya Fransa 2,9 3,3 2,9 2,9 3,2 3,8 4,4 4,9 3,1 4,1 4,4 4,4 4,6 17,1 16,3 15,8 13,9 12,9 11,3 11,2 9,8 9,6 10,1 10,3 8,6 9,0 6 5,9 6 5,8 5,2 5,4 5,6 5 6,1 5,3 5 4,1 4,2 İtalya 7,5 6,6 6,8 7,4 7,6 7,9 7 5,9 5,8 5,7 5,8 4,2 4,4 İran 1,2 0,9 1,1 1,3 1,2 1,2 1,3 1,5 2 2,7 2,7 6,5 2,8 Çin 0,6 0,7 1,1 0,6 0,7 0,8 1 1,1 1,6 2 1,8 1,9 2,4 Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri verilerinden yararlanılarak düzenlenmiştir.38 İran’ın ithal ve ihraç ettiği başlıca ülkeleri gösteren Grafik 1 ve 2’de de Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerindeki ticaret açığı görülmektedir. Son yıllarda İran’ın Türkiye’ye ihracatı artarken, Türkiye hala İran’ın ithal ettiği başlıca ülkeler listesinde değildir. 38 A.g.e. 94 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Grafik 1: 2001-2012 Yılları Arasında İran Ürünlerinin İhraç Edildiği Başlıca Ülkeler (Milyon Dolar)39 Grafik 2: 2001-2011 Yılları Arasında İran’a Gelen İthal Ürünlerin Kökeni (Milyon Dolar)40 39 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e. 40 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e. 95 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ekonomik İlişkilerin Gelişimine Katkı Yapan Faktörler 2000’li yıllarda Türkiye ve İran’ın gündemindeki ekonomik kaygılar, ikili ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamıştır. Türkiye, İran mallarının Batı’ya ulaştırılmasında geçiş ülkesi ve İran’ın enerji ihraç ettiği önemli bir pazar konumundadır. 41 İran ise Türk mallarının Doğu’ya ulaştırılması noktasında önemli bir konumda yer almaktadır. Dönemin TBMM Dış İlişkiler Komisyon Başkanı Murat Mercan, Türkiye-İran ekonomilerinin birbirlerini birçok açıdan tamamladığını ifade etmiştir. Ekonomik ilişkilerin yakınlaşmasında Türkiye’nin 80’li yıllarda başlayan ekonomi eksenli dış politikasının 90’lı yıllarda kesintiye uğramasına rağmen, 2000’li yıllarda yeniden uygulanmaya başlaması etkili olmuştur. BM Güvenlik Konseyi ve ABD’nin uyguladığı ekonomik yaptırımların İran ekonomisine olumsuz etkisi, Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlamıştır. Bu nedenle, yaptırımlardan kaynaklanan zorlukları en aza indirgemek, İran dış politikasının öncelikli hedeflerinden biri haline gelmiştir. 2000’li yılların başında İran, yaptığı reformlarla özellikle koşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme gayreti içerisine girmiştir. Türkiye’nin “Ticaret Devlet” Politikaları Türkiye’nin 1980’li yıllarda liberal politikalar takip etmeye başlamasıyla ekonominin dış politikadaki önemi artmıştır. Anadolu Kaplanları adıyla anılan Anadolu’da ihracat odaklı küçük ölçekli aile şirketlerinin kurulması ve artmasıyla süreç gelişmiştir. MÜSİAD’ın da aralarında bulunduğu dernekler kuran bu şirketler, Doğu’daki pazarlara ulaşmak için stratejiler geliştirmiştir. Türkiye, Körfez Savaşı’ndan sonraki bölgesel gelişmelerden dolayı 90’larda ekonomi odaklı dış politikasının yerine güvenlik odaklı bir dış politika izlemiştir. 2000’li yıllarda ekonomi odaklı dış politikanın tekrar yükselişe geçmiştir. 2001’deki kriz, Türk ekonomisini etkilediği kadar dış politikayı da etkilemiştir. Türkiye aynı yıl pazar ekonomisini ve minimum müdahaleyi öncelikli hale getiren istikrar programını uygulamaya koymuştur. Bu dönemde Kutlay’ın da 41 Murat Mercan, “Turkish Foreign Policy and Iran,” Turkish Policy Quarterly 8, No. 4 (Winter 2009/2010): 17. 96 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri belirttiği gibi, daha önce devlet mekanizmasından dışlanan Anadolu Kaplanları, yurtdışında yatırım yapmaya teşvik edilmiştir.42 AKP’nin iktidara gelmesiyle ekonomi odaklı dış politika güçlenmiştir. AKP döneminde, denizaşırı ticaret müşavirlikleri kadrosu ikiye katlanarak 250’ye, yabancı heyetlerin sayısı ise 100’e ulaşmıştır.43 Dönemin Dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da ticaret müşavirlerinin özel sektörün eli, kolu, gözü gibi hareket edeceğini vurgulamıştır.44 Bu yaklaşım, iş çevresiyle devletin artan etkileşimini göstermektedir. Gümüşçü ve Sert’e göre, AKP makro-ekonomik istikrarı, ekonomik büyümeyi ve özel yatırımı teşvik eden iş dünyasının partisidir.45 Daha önceki iktidarlara oranla AKP’nin özel sektöre çok daha hoşnut davranması, TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu), MÜSİAD (Müstakil Sanayiciler ve İş Adamları Derneği), TUSKON (Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) ve ASKON (Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği) gibi ulusal ölçekteki derneklerin çatısı altında toplanan küçük ve orta ölçekli iş çevrelerinin sempatisini kazanmasına zemin hazırlamıştır. Bu dernekler İran dâhil olmak üzere Türkiye’nin komşu ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yakınlaşma sürecine katkı sağlamış,46 AKP dış politikasıyla uyumlu olan Türkiye’nin Orta Doğu coğrafyasında istikrarı karşılıklı ekonomik bağımlılık aracılığıyla sağlama girişimine ve yeni pazarlara ulaşmak amacıyla geliştirilen “sıfır sorun, komşularla engelsiz ticaret” politikasını desteklemiştir. Kutlay, “Türk iş çevresi seçkinlerinin komşu ülkelerdeki ekonomik ve finansal fırsatları değerlendirmeye başladıklarını ve kendi çıkarları uğruna hükümetin bölgeyi istikrarlaştırma çabalarına destek verdiğini” 42 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign Policy”: A Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No.1 (2011). 43 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish Perspective,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Aralık 2011): 123. 44 “Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak,” Dünya Gazetesi, 25 Nisan 2011. 45 Şebnem Gümüşçü ve Deniz Sert, “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of the Justice and Development Party in Turkey,” Middle Eastern Studies 45, No. 6 (November 2009): 965. 46 Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, AKP döneminde komşularla ticaretimizin 7 kat arttığını söylemiştir. Sefa Özkaya, “Protokolde Sıradışı Anlar,” Milliyet, 17 Eylül 2010. 97 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye savunmaktadır.47 Bu bağlamda, yukarıda bahsedilen kurumlar, Türk dış politikasında önemli aktör haline gelmiş ve Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Örneğin, 2011’de farklı sektörlerden 60 MÜSİAD üyesi, yatırım fırsatlarını değerlendirmek için İran’ı ziyaret etmiştir.48 TÜSİAD Başkan Yardımcısı Haluk Dinçer, ABD’nin Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinin gelişimine dair eleştirilerine yanıt olarak İran’ın Türkiye’nin doğal ticaret ortağı olduğunu vurgulamıştır.49 AKP ile iş çevrelerinin ilişkisini ve AKP’nin ekonomi odaklı dış politikasını göz önünde tutan Kirişçi, Türkiye’yi Rosecrance’ın terimiyle “ticaret devleti” olarak nitelendirmiştir.50 Rosecrance’a göre, dünya siyasi ve askeri bir sistemden karşılıklı ekonomik bağımlılığın yaşandığı “ticaret dünyasına” doğru evrilmektedir.51 Bu sistem de askeri yeterliliklerini vurgulayan ve güç için mücadele eden ülkeler yerine, işbirliği yapan ülkeler lehinedir. Dolayısıyla bu sistem, komşularla sorunları ticaret ve yatırımı teşvik ederek çözümlemeyi tercih edilir kılmaktadır.52 Rosecrance’ın bu görüşüne dayanarak, Kirişçi Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüştüğünü savunmaktadır. 2002 yılında Milli Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerini geliştirmesini desteklediğini duyurması da, bu sürecin başlangıcına denk gelmektedir.53 AKP’nin “sıfır sorun” politikası ve karşılıklı ekonomik bağımlılığa yaptığı göndermeler ticaret devletinin dış politikasıyla uyumlu olup, İran dâhil Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlamıştır. 47 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011): 71. 48 “MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www. musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985. 49 Murat Sabuncu, “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz,” Patronlar Dünyası, 23 Eylül 2010, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370. 50 Kemal Kirişçi, “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State,” New Perspectives on Turkey No. 49 (2009): 39. 51 Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World (New York: Basic Books, 1986), 40. 52 Richard Rosecrance, The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the Coming State (New York, Basic Books, 1999). 53 “MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim,” Hürriyet, 1 Şubat 2002 98 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Türkiye-İran ziyaretlerine iş adamlarının katılımı da ekonomik ilişkilere olumlu katkı sağlamıştır. Kirişçi’nin de belirttiği gibi, günümüzde Türk Dışişleri Bakanlığı kurumsal olarak çok daha fazla iş dünyasıyla işbirliği yapmakta, bu da iş çevrelerinin dış politika yapım sürecindeki etkisini artırmaktadır. Dolayısıyla 2000’li yıllarda iş adamlarının Türk diplomasisinin gerçekten eli, kolu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 54 2000’li yıllarda Türk iş adamlarının İran’a yapılan resmi ziyaretlerin neredeyse hepsine katıldıkları görülmektedir. Bu ziyaretlerde ikili ekonomik ilişkileri geliştirici adımlar atılmıştır. Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşad Tüzmen’le birlikte İran’ı ziyaret eden 120 iş adamı, İranlı meslektaşlarıyla Türk-İran İş Konseyi’nin kurulması konusunda mutabakata varmıştır. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) ile İran Ticaret, Sanayi ve Maden Odası da iki ülke arasında işbirliği olanağı yaratmak amacıyla iş konseyi kurmaya karar vermiştir.55 Bu konsey dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İran ziyaretinde ilk toplantısını gerçekleştirmiş, sonraki yıllarda Ortak Ekonomi Komisyonu toplantıları ekonomik anlaşmaların müzakere sürecine de zemin hazırlamıştır. İran’a Ekonomik Yaptırımlar BM Güvenlik Konseyi ve ABD tarafından İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar İran’ı yeni ticaret ortakları bulma noktasında arayışa itmiştir.56 Böylesi bir ortamda, yaptırımlara karşı olduğunu bildiren Türkiye, İran açısından güvenilir bir ekonomik ortak olarak öne çıkmıştır. Türkiye, BM’nin almış olduğu kararlara uymasına rağmen, ABD’nin tek taraflı yaptırımlarına karşı çıkmıştır. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin BM kararlarına uyacağını, ancak ülkelerin bireysel olarak daha fazla yaptırım taleplerine uyma zorunluluğu olmadığını belirtmiştir.57 TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı 54 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011). 55 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik.org.tr/pages/ TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80. 56 ABD’nin İran’a yaptırımları 1980 yılında rehine krizinden sonra başlamış, 1996 yılında İran-Libya Yaptırımlar Kararı ile devam etmiş, 2001 yılında da İran Yaptırımlar Kararı adı altında genişletilerek devam etmiştir. BM Güvenlik Konseyi de 2006 yılından itibaren 1696, 1737, 1747, 1803 ve 1929 nolu kararlar ile İran’a ekonomik yaptırımlar kararı almıştır. 57 Roula Khalaf ve Delphine Strauss, “Turkey Throws Sanctions Lifeline to Iran,” Financial Times, 25 Temmuz 2010. 99 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Volkan Bozkır da ABD’nin politikalarını eleştirerek Ankara’yı uyarırken dikkatli olması gerektiğini vurgulamış, Türkiye’nin sadece BM kararlarına uyma zorunluluğu olduğunu hatırlatmıştır.58 Dolayısıyla, tek taraflı ekonomik yaptırımları reddeden Türkiye, İran için güvenilir bir ortak olarak görülmüştür. ABD, Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerinin gelişmesine eleştirel yaklaşmış ve 2006 yılından bu yana İran’la iş yapan Türk bankalarına yönelik yaptırımların olabileceğine dair Ankara’yı uyarmıştır.59 Nitekim 2008 yılının Ocak ayının sonunda, ABD Maliye Bakanlığı, İran Havacılık ve Uzay Sanayii Kurumu’na mal ve hizmet sağladığı gerekçesiyle iki Türk vatandaşı ve üç Türk firmasıyla yapılan işlemleri bloke etmiştir. Türk bankalarıyla ilgili ABD’den gelen uyarılara cevaben ise Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, Türk şirketleri ve bankalarının İran şirketleriyle ticaret yapmakta serbest olduğunu ifade etmiştir.60 Dönemin Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan da ABD’nin almış olduğu kararların sadece kendisini bağladığını ifade ederek dünya ticaretinin yüzde 23’ünün komşu ülkeler arasında yapıldığına dikkat çekmiş ve iyi komşuluk ilişkileri olan Türkiye ve İran arasındaki ticaretin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmıştır.61 Zafer Çağlayan, ABD’nin Türkiye’nin İran’la ticari ilişkilerini devam ettirerek BM ekonomik yaptırımlarını ihlal ettiği şeklindeki suçlamasını da reddetmiştir. Çağlayan, 2009 yılında Türkiye’nin İran’a toplam ihracatının sadece 3 milyar dolar iken, İran’ın toplam ithalat değerinin 68 milyar dolar olduğunu, kalan miktarın büyük bir bölümünün ise ABD ve Avrupalı şirketlere ait olduğunu belirtmiş ve Türkiye’nin BM’nin İran’a karşı ekonomik yaptırımlarını ihlal etmediğini savunmuştur.62 Sonuç olarak, Türkiye’nin ekonomik yaptırımlara karşı geliştirdiği bağımsız dış politika, Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumlu katkı yapmıştır. 58 “Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011. 59 “ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı,” Hürriyet, 22 Mayıs 2006. 60 “Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran,” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül 2010. 61 “Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms,” Hurriyet Daily News, 8 Şubat 2011. 62 “US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister,” Dünya Times, 22 Eylül 2010, Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011, http://www.dunyatimes.com/en/?p=5263. 100 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri İran’daki Ekonomik Reformlar Ekonomik büyümeyi desteklemek için doğrudan yabancı yatırımı teşvik etmeye çalışan İran, önemli ekonomik düzenlemeler yapmıştır. İran’da, Yabancı Yatırımı Teşvik ve Koruma Kanunu 1950 yılından beri yürürlükte olmasına rağmen yabancı yatırıma yönelik hukuki ve töresel engeller devam etmiştir. İran Anayasasının 81. Maddesi ticaret, sanayii, tarım, madencilik ve hizmet sektörlerinde yabancı şirket ve kurumların kurulmasını yasaklamıştır. Aynı zamanda İran, yabancı yatırımlara genellikle şüpheyle yaklaşmıştır. Hatemi yönetimi, yabancı yatırımların önündeki bu hukuki engelleri kaldırmak için çalışmalar başlatmıştır. Ancak bu hukuki mücadele, Anayasa Koruyucular Konseyi’nin müdahaleleriyle arzu edilen ölçüde başarıya ulaşamamıştır. Yine de gözden geçirilmiş olan Yabancı Yatırımı Teşvik ve Koruma yasası 2002 yılında yürürlüğe girmiştir.63 Söz konusu hukuki sorunlara rağmen, İran’daki yabancı yatırım 2007 yılında 700 milyon dolardan 2009 yılında 3 trilyon dolara yükselmiştir.64 2010 yılında İran Yatırımlar, Ekonomik ve Teknik Yardımlar Kurumu Başkanı Behruz Alişiri’nin de belirttiği gibi önceki yıllara oranla İran, yabancı yatırımı cezbetme oranının en yüksek seviyesine ulaşmıştır.65 İran’ın yabancı yatırımları artırma girişimleri, Türkiye tarafından da dikkatle takip edilmiştir. Ocak 2003’te dönemin Gümrük ve Dış Ticaret Bakanı Kürşad Tüzmen ekonomik ilişkilere katkı sağlayacak yeni fırsatları değerlendirmek için Tahran’ı ziyaret etmiştir. Sonrasında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bölgesel istikrarı iyileştirmek için İran’la daha iyi ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulması gerektiğini vurgulamıştır.66 Ekim 2003’te Tüzmen’in yaklaşık 300 işadamıyla birlikte İran’a gerçekleştirdiği ziyaret sonucunda 200 milyon dolarlık anlaşma imzalanmıştır.67 Dönemin MÜSİAD Başkan Yar63 “İran Ülke Bülteni,” Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Ocak 2011, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011; Reza Molavi, Oil and Gas Privatisation in Iran (UK: Ithaca Press, 2009), 145. 64 Yusuf Türkoğlu, “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği Alanları,” Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010): 75. 65 “Iran Foreign Investment Hits Record,” Press TV, 12 Haziran 2011. 66 “Suriye ve İran’la İşbirliği Yapacağız,” NTV, 26 Nisan 2003. 67 “Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı,” Milliyet, 3 Ekim 2003. 101 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dımcısı Ömer Bolat da Türk firmalarının İran’da 45 milyon dolar değerinde yatırım yaptıklarını ve gelecek yatırımlar için İran’dan teşvik beklediklerini açıklamıştır.68 2004’te Türkiye, İran’a doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında üçüncü sıraya yükselmiştir.69 Ancak Türkiye’nin İran’daki yatırımlarında yaşanan sorunlar göze çarpmaktadır. Örneğin 2004’te İran parlamentosu, iki ülkenin 1996’da yatırım anlaşması imzalamasına rağmen Turkcell’in GSM operatörü kurmasını ve TAV şirketinin İmam Humeyni Havaalanı’nı inşa etmesini engellemiştir. Türkiye ve İran’ı cezbeden bir diğer yatırım alanı da enerji sektörü olmuştur. Ancak bu alanda yatırım imkânları pek kolay olmamış, iki ülkenin görünürde olumlu yaklaşımları başarısız olmuştur. ABD’nin İran enerji sektöründeki yatırımlara karşı olmasına rağmen,70 dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler, 2007 yılında İran Petrol Bakanı Veziri Hamaney ile mutabakat anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmayla, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın İran’ın Güney Pars bölgesinde doğalgaz üretmesine karar verilmiştir.71 Türkiye’nin İran’a Güney Pars bölgesindeki üretimi geliştirmede yardım etmesi karşılığında doğalgazın bir miktarının Türkiye’de kullanılması, diğer kalanının da Türkiye üzerinden Avrupa’ya gönderilmesine karar verilmiştir. Ayrıca İran-Türkiye arasında doğalgaz boru hattı inşaatı için anlaşma imzalanmıştır.72 Ancak bu anlaşmalar hayata geçirilememiş, Türkiye’nin Güney Pars bölgesindeki yatırım projeleri sonuçsuz kalmıştır. Tüm zorluklara ve başarısızlıklara rağmen Türkiye ve İran’ın karşılıklı yatırım fırsatlarını değerlendirme konusundaki hevesleri devam etmiştir. 2010 yılının Mayıs ayında dönemin Tarım Bakanı Mehdi Eker, Türk girişimcilerin İran’da 680 milyon dolar yatırım yaptığını açıklamıştır.73 İran Ticaret Merkezi 68 “Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu,” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003. 69 Hürriyet, 29 Temmuz 2004. 70 “US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternative,” Today’s Zaman, 24 Eylül 2007. 71 “Iran, Turkey to Discuss Gas Project,” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008. 72 “Iran Sets Turkish Pipeline Project,” The Wall Street Journal, 24 Temmuz 2010. 73 “Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım,” Patronlar Dünyası, 15 Mayıs 2010, Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/Turkiye-den-Iran-a-680Milyon-Dolarlik-yatirim/83917. 102 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri de Türkiye üzerine bir kitapçık hazırladıklarını duyurarak İran firmalarını Türkiye’de yatırım yapmaya teşvik etmiştir.74 Türk-İran Stratejik İşbirliği Merkezi Başkanı Macid Gasemi de İran’ın Türk yatırımcılarına ucuz enerji temin edeceğini ve 15 yıllık yatırımlar için vergi uygulamayacağını duyurmuştur.75 Akabinde MÜSİAD da üyelerini İran’da yatırım yapmaya teşvik etmiştir.76 Sonuç olarak İran’da doğrudan yatırım yapmak isteyen Türkiye engellerle karşılaşmasına rağmen, doğrudan yatırımı desteklemeye devam etmiştir. Türkiye’nin 2000’li yıllar takip ettiği politikalar ikili ekonomik ilişkilere olumlu yansımıştır. Türkiye’nin Enerji İhtiyacı ve İran’ın Pazar Arayışı Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde enerjinin rolü oldukça büyüktür. Türkiye’nin enerji bağımlılığından dolayı iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğinin ana sebeplerinden biri olan enerji, İran’ın enerji kaynaklarına ulaşım gereksiniminden dolayı ikili ekonomik ilişkileri pekiştiren bir unsur olarak da rol oynamaktadır. İran, Rusya’dan sonra dünyanın ikinci doğalgaz rezervine, Suudi Arabistan ve Kanada’dan sonra da dünyanın en büyük üçüncü petrol rezervine sahiptir. Dolayısıyla, enerji yoksunu Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının %98’ini ve petrol ihtiyacının yaklaşık %90’ını ithal ettiği gerçeği dikkate alınacak olursa77 İran ile arasındaki ekonomik ilişkilerin önemi daha iyi anlaşılacaktır.78 Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı giderek artmakta ve bu artış ithalata yansımaktadır. Türkiye’nin enerjide tek kaynağa bağımlılığı kırmak ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek arzusu, bu alanda İran’la korumak istediği istikrarlı ilişkiyi anlaşılır kılmaktadır. Grafik 4’te görüldüğü gibi Türkiye’nin İran’dan 74 “İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabi,” Hürriyet, 15 Eylül 2011. 75 “İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok,” Hürriyet, 11 Temmuz 2011. 76 “The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase Investment in Iran,” Iran Chamber of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011, Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http:// en.iccim.ir/index.php?option=com_content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkishmusiad-association-to-increase-investment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53. 77 “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012). 78 A.g.e. 103 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye doğalgaz ithalatı son yıllarda artmıştır. 2004-2010 yılları arasında 5 kat artarak 2,5 milyar $ seviyesine ulaşmıştır. Sonuç olarak Türkiye’nin toplam doğalgaz ithalatında İran’ın payı, 2004 yılında yüzde 12’den 2010’da yüzde 18’e, 2011’de ise %19’a yükselmiştir.79 Grafik 3: 1995-2011 Yılları Arasında Doğalgaz Tüketimi (Milyar sm3) Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.80 79 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish Perspective,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Aralık 2011), 135; “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012). 80 “Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2013). 104 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Grafik 4: Tedarikçilere Göre, Doğalgaz İthalat Miktarları (%) Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.81 Doğalgaz kadar, petrolün de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Türkiye, petrol ihtiyacının neredeyse yüzde 90’ını dışarıdan karşılamaktadır. Dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Türkiye’nin petrol ithalatına olan bağımlılığı yüzünden İran’la iyi ilişkiler kurmasının gerekli olduğunu ifade etmiştir. 82 Grafik 5’te de görüldüğü gibi, İran son yıllarda Türkiye’nin petrol tedarik ettiği ülkelerin başında gelmektedir. 2011 yılında ise İran, Türkiye’nin geleneksel olarak petrol ithalatında birinci sırada yer alan Rusya’nın yerini almıştır. 81 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov. tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860. 82 Robert Olson, The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From World War I to 1998 (USA: Mazda Publishers, 1998), 58. 105 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Grafik 5: İlk Yedi Tedarikçisinden Türkiye’nin İthal Ettiği Petrol Miktarı (%) Kaynak: Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’nun 2005-2012 Yılları arasında yayınlanmış olan yıllık Petrol Piyasası Sektör Raporlarındaki verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.83 İstatistiki verilerden de anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin artan enerji ihtiyacı ve İran’ın sahip olduğu enerji zenginliği iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği için zemin hazırlamaktadır. Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği enerji kaynakları miktarının giderek artmasına rağmen, enerji alışverişi sorunsuz değildir. İki ülke arasındaki özellikle doğalgazın miktarı ve ücreti konusunda anlaşmazlıklar gündeme gelmektedir. 2002, 2003 ve 2004 yıllarında ücret konusundaki anlaşmazlıklardan, 2005’te teknik problemlerden, 2006’da soğuk hava şartlarından, 2007’de PKK/KCK ve PJAK’ın saldırıları nedeniyle sınırın her iki tarafında gerçekleşen patlamalardan ve 2008’de Türkmenistan’dan İran’a gaz kesintisinden dolayı İran’dan Türkiye’ye doğalgaz akışı kesintiye uğramıştır. 84 83 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov. tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=860. 84 Elin Kinnander, “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful, Commerci- 106 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Türkiye-İran arasında enerji odaklı ekonomik ilişkilere sadece Türkiye’nin İran için iyi bir pazar olduğu penceresinden bakmamak gerekir. Türkiye aynı zamanda, İran için Avrupa pazarına ulaşımda avantajlı bir güzergâhta bulunmaktadır. Bu bağlamda dönemin TBMM Komisyon Başkanı Mahmut Mücahit Fındıklı, İran’ın enerji politikamızdaki önemini görmezden gelmenin ya da reddetmenin haklı bir gerekçesi olmadığını ifade etmiş, İran’a sadece Türkiye’nin enerji güvenliği için değil, Avrupa’nın enerji güvenliği için de ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir.85 Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız da İranlı büyükelçilerle yaptığı görüşmede İran doğal gazının Avrupa’ya taşınmasına destek verdiklerini yinelemiştir.86 Türkiye, doğunun kaynaklarını batıya ulaştıran transit bir ülke olma arzusuyla bölgesinde enerji üssü olma yolunda ilerlemektedir. Dolayısıyla, İran açısından Türkiye, Avrupa pazarlarına ulaşımında önemli bir güzergâhtır. Nitekim Temmuz 2007’de Türkiye ve İran, İran gazını Avrupa’ya taşıma amacıyla doğalgaz boru hattı inşası konusunda mutabakat anlaşması imzalamıştır.87 Ekonomik İlişkilerin Gelişmesini Engelleyen Faktörler Tarihsel arka planda görüldüğü üzere Türkiye-İran arasında ekonomik ilişkiler hiçbir zaman tamamen kesilmemiş, istenilen seviyede olmasa da devam etmiştir. 2000’li yıllarda Türkiye-İran ilişkilerindeki yakınlaşma süreci ekonomik ilişkilere de olumlu yansımış, iki ülkenin yetkilileri potansiyel siyasi sorunları ekonomik işbirliği ile aşma yönünde temennide bulunmuştur. Ancak tüm bu olumlu tabloya rağmen, Türkiye ve İran tam bir ekonomik işbirliği geliştirememiş ve birbirlerinin ekonomik potansiyellerinden tam anlamıyla ally Problematic,” Oxford Institute for Energy Studies No. 38 (Ocak 2010): 9-11; Yelda Ataç “İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi,” Hürriyet 2006; Gülçin Üstün “İran Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Güveniyor,” Milliyet, 4 Ocak 2007; “İran Doğalgazı Kesti,” Hürriyet, 7 Ocak 2008; Servet Yanatma, “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor,” Zaman, 9 Şubat 2008. 85 “Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties,” Fars Haber Ajansı, 23 Ağustos 2011. 86 “Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline,” Fars News Agency, 28 Eylül 2011. 87 “Iran, Turkey near $5.5 billion Gas Deal,” Press TV, 24 Mart 2010. 107 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye yararlanamamıştır.88 Öncelikli neden iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğidir. Bir diğer neden ise daha yapısal bir sorun olan iki ülke arasında devam eden bölgesel rekabettir. Bu rekabet, 2003 Irak Savaşı ile başlayan ve “Arap Baharı” süreciyle devam eden Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde daha da ön plana çıkmıştır. Türkiye-İran bölgesel rekabeti, Türkiye’nin enerji koridoru olma arzusundan dolayı enerji güzergâhını kontrol etme konusunda da yaşanmaktadır. Moradi’nin de savunduğu gibi boru hatları, hem ekonomik olmalı, hem de siyasi çıkarları karşılamalıdır. Petrol şirketleri pazarlara ulaşan en ucuz yolları tercih ederken, diğer aktörler kendi çıkarları doğrultusunda tercih ettikleri alternatifleri hayata geçirmek istemektedir.89 Dolayısıyla, aslında temel sorun devletlerin jeostratejik çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü transit ülke sadece para girişiyle maddi bir kazanç sağlamayacak, aynı zamanda bölgesel gücünü de artıracaktır. Dolayısıyla boru hatları konusu, sadece bölge ülkelerinin değil, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin de çıkarlarını doğrudan etkilediğinden uluslararası bir mesele haline gelmiştir. Orta Asya ve Kafkasya doğal kaynaklarının Avrupa’ya taşınması konusunda Rusya ve ABD’nin karşı bloklarda yer aldığı bir gerçektir. Rusya, doğal kaynakların kendi toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılmasını desteklerken, ABD ise güzergah yollarını kontrolünde tutmak ve İran’ı boru hattı projelerinden uzak tutmak istemektedir.90 Bu açıdan, Türkiye ve İran bölgenin enerji kaynaklarının güzergâhı konusunda jeopolitik bir rekabet içerisindedir.91 Türkiye enerji koridoru olmaya çabalarken İran, Türkiye’nin bu çabasını çıkarlarına aykırı görmektedir.92 88 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu tarafından hazırlanan “İran Ekonomisi: Algılar, Koşullar ve İmkanlar” adlı raporda Almanya ve Fransa’nın ekonomik büyüklükleri ve ticaret hacimleriyle kıyaslandığında Türkiye-İran arasındaki ticaret hacminin 31 milyar dolara ulaşmış olması gerektiğine dikkat çekilmiştir. 89 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion Papers, No. 10, (January 2006), 176. 90 “Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation,’” Hürriyet Daily News, 20 Ocak 1998. 91 یدمحم رهچونم، ( یقتم میهارباManoucher Mohammadi and Ibrahim Mottaki) “نیرتکد ( ” ک یجراخ تسایس رد هدنزاس لماعتConstructive Doctrine in Iranian Foreign Policy), (ای یدربهار همانلصفStrategic Journal of Yas), 4 1385 ( هرامش2006, No. 4). 92 “( ”رت و ناریا یراکمه یژتارتساStrategic Cooperation between Iran and Turkey), ( مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرمThe Report of the Research Commission of Iranian Parlia- 108 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri İran’ın Türkiye üzerinden geçecek boru hattı projelerine karşı çıkmasının temelinde iki görüş vardır. Buna göre Tahran, Türkiye toprakları üzerinde inşa edilen veya edilecek olan boru hatlarının ekonomik açıdan uygun olmadığını iddia etmekte,93 Orta Asya ve Kafkasya kaynaklarının dünya pazarlarına ulaşımında en kısa ve en güvenli yolun İran üzerinden olduğunu savunmaktadır.94 İkincisi, ABD’nin Türkiye’nin dahil olduğu boru hattı projelerine destek vermesinin “eşitsiz” bir rekabet ortamı yarattığına inanmaktadır.95 İran bakış açısına göre, özel şirketler İran yolunun daha ucuz olduğunu bilmelerine rağmen ABD yaptırımlarından dolayı sorun yaratabilecek bir konuda risk almak istememektedir.96Sonuç olarak Tahran’da Türkiye’nin ABD tarafından desteklendiği ve bu durumun İran’ın bölgesel çıkarlarıyla uyumlu olmadığı yönündeki algı güçlenmektedir. 2012 yılında İran’a yaptırımların genişletilmesiyle İran gazının Avrupa pazarlarına satışı durmuştur. Bu gelişmeler ışığında İran üzerinden geçecek boru hattı projelerinin hayata geçirilme olasılığı düşük olsa da İran’ın enerji üssü olma gayreti devam etmektedir. İran’ın enerji politikalarında Türkiye’yi ilgilendiren iki önemli unsur vardır. Birincisi İran, boru hatları konusunda Türkiye ile işbirliği yapma arzusudur. İkinci olarak ise Türkiye’yi saf dışı bırakıp kendisinin başat rol oynadığı projeleri hayata geçirme çabasıdır. Bu bağlamda İran, Rusya ve Çin’le işbirliği arayışında olup, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya ment), 260: 1389 10635 هام نمهب1389، رتفد: تاعلاطم (Şubat 2010), 48, erişim tarihi 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826 93 “Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible,” Hürriyet Daily News, 4 Ağustos 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos 2011, http://www. atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html; Fiona Hill, “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy Networks,” The Future of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin ve Dimitris Keridis (Cambridge and London: The MIT Press, 2004), 232. 94 Enayatollah Yazdani, “Competition over the Caspian Oil Routes: Oilers and Gamers Perspective,” Alternatives: Turkish Journal of International Relations 5, Number 1&2 (Spring & Summer 2006): 53. 95“( ” رت و ناریا یراکمه یژتارتساStrategic Cooperation between Iran and Turkey), ( مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرمThe Report of the Research Commission of the Iranian Parliament), 260: : 1389 هام نمهب10635: رتفد: یسایس تاعلاطم (February 2010): 51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826. 96 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion Papers, No. 10, (Ocak 2006), 182-183. 109 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ulaşacak doğal gaz boru hattı üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Aynı zamanda İran, Avrupa’ya Ülkelerarası Petrol ve Gaz Taşınması Programı (Interstate Oil and Gas Transport to Europe-INOGATE) çerçevesinde de geçici çalışma grupları vasıtasıyla güven tesis etmeye çalışmakta ve boru hatları politikasını kendi lehine etkilemeye çalışmaktadır.97 Dünyada artan petrol ve doğal gaz ihtiyacıyla Türkiye ve İran’ın enerji üssü olma arzuları dikkate alındığında iki ülkenin enerji güzergâhları konusunda karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Ancak bu durumun, ABD başta olmak üzere bölge dışı aktörlerin Türkiye ve İran’la ilişkilerine bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Sonuç 2000’li yıllarda ekonomik ilişkiler, Türkiye-İran yakınlaşmasının yaşandığı önemli bir alan olmuştur. Bu dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi ve karşılıklı yatırım fırsatları artmış, Türk-İran İş Konseyi kurulmuştur. Türkiye ve İran’ın ekonomik öncelikleri, ilişkilerin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştır. 1980’li yıllarda liberal ekonomiye geçişle birlikte ekonominin Türk dış politikadaki yeri ve önemi artmıştır. Bu süreç, AKP döneminde de devam etmiştir. Kemal Kirişçi’nin deyimiyle Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüşmesi, iş çevrelerinin dış politikadaki etkinliğinin artmasına neden olmuştur. Bu durum İran dâhil komşu ülkelerle Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlamıştır. 2000’li yıllarda Türkiye-İran arasında gerçekleşen üst düzey resmi ziyaretlere iş çevrelerinden de geniş katılımının olması, işadamlarının Türk dış politika yapım sürecindeki önemini ve etkinliğini göstermektedir. Bu dönemde, ekonomik yaptırımlardan etkilenen İran, Türkiye ile ekonomik ilişkilerini geliştirme gayreti içerisine girmiştir. Türkiye’nin ABD’nin tek taraflı olarak İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlara karşı çıkması ve BM tarafından uygulanacak ek yaptırımlara karşı olduğunu açıklaması, İran için Türkiye’yi önemli bir ticaret ortağı haline getirmiştir. İran’daki ekonomik reformlar da ikili ilişkilere olumlu katkı sağlamıştır. İran’ın dış yatırımları artırmak amacıyla yapmış olduğu bu reformları takip 97 INOGATE’in amacı, bölgenin petrol ve doğalgaz kaynaklarını Avrupa ve Batı pazarlarına taşınmasında farklı seçenekleri değerlendirmektir. 110 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri eden Türkiye, 2004’te İran’a en çok yatırım yapan üçüncü ülke olmuştur. Aynı yıl İran Meclisi, TAV ve Turkcell kontratlarını onaylamayarak karşılıklı yatırımları artırma çabalarını kesintiye uğratsa da her iki ülke yatırım teşvik politikaları uygulamıştır. Bu çerçevede İranlı yetkililer, yatırım yapacak Türk işadamlarına ucuz enerji sağlayacaklarını ve vergi indirimi uygulayacaklarını açıklamıştır. Enerji bağlamında Türkiye ve İran’ın karşılıklı bağımlılığı, ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Ekonomik ilişkilere katkı sağlayan faktörlerin yanı sıra ekonomik ilişkilerin daha da gelişmesini sınırlayan unsurlar mevcuttur. Türkiye ve İran’ın, özellikle Hazar bölgesi enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırmada transit ülke olma çabaları iki ülke arasında rekabete neden olmakta ve söz konusu yakınlaşma sürecinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin içinde yer aldığı doğu-batı enerji hattı projeleri ve İran’ın savunduğu kuzeygüney enerji güzergâhı arasındaki çatışmanın, gelecek yıllarda ikili ekonomik ilişkilerde var olan rekabeti daha da kızıştırabilir. Mevcut durumda ikili ekonomik ilişkilerin işbirliğine dönüşmemesindeki temel neden, bölgenin yeniden yapılandığı “Arap Baharı” sürecinde Türkiye ve İran’ın farklı siyasi tutumları ve artan bölgesel rekabetleridir. Orta vadede ise İran’ın Batı dünyasıyla ilişkilerinin normalleşme olasılığı İran’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımları hafifleteceğinden ya da tamamen ortadan kaldıracağından İranTürkiye ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlayabilir. 111 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kaynakça “ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı.” Hürriyet, 22 Mayıs 2006. Ataç, Yelda. “İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi.” Hürriyet 2006. Aydın, Mustafa ve Damla Aras. “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi Çerçevesi: Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile Bağlantıları.” Uluslararası İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004): 103-128. Aydın, Mustafa ve Damla Aras. “Political Conditionality of Economic Relations between Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and Syria.” Arab Studies Quarterly 27, Number 1&2 (Winter/Spring 2005). Calabrese, John. “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship.” British Journal of Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998). “Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation.” Hürriyet Daily News, 20 Ocak 1998. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik. org.tr/pages/TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80 “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu.” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012). Efegil, Ertan ve Leonard A. Stone. “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities for Rapprochement in the Post-Cold War Era.” Journal of Third World Studies XX, No. 1 (Spring 2003). Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http:// www.epdk.gov.tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860 112 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Eralp, Atila. “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with Iran,” Reluctant Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed. Henry J. Barkey (Washington D.C.: US Institute of Peace Press, 1996). Eruysal, Esra. “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish Perspective.” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Aralık 2011). Fırat, Melek. “İran İslam Devrimi ve Türk-İran İlişkileri: 1979-1987.” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi). Gümüşçü, Şebnem ve Deniz Sert. “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of the Justice and Development Party in Turkey.” Middle Eastern Studies 45, No. 6 (November 2009). Hill, Fiona. “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy Networks.” The Future of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin ve Dimitris Keridis (Cambridge ve London: The MIT Press, 2004). International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap. org/tm_light/Country_SelProductCountry_TS.aspx. “Iran Foreign Investment Hits Record.” Press TV, 12 Haziran 2011. “Iran Inks 12 Trade Agreements.” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010. “Iran Sets Turkish Pipeline Project.” The Wall Street Journal, 24 Temmuz 2010. “Iranian Trade Minister Visits Turkey.” Hürriyet Daily News, 11 Haziran 2001. “İran Turizm Pazar Raporu.” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Şubat 2010. “Iran, Turkey to Discuss Gas Project.” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008. “Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate.” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat 2010. 113 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye “Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges.” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011. “Iran, Turkey Near $5.5 billion Gas Deal.” Press TV, 24 Mart 2010. “Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible.” Hürriyet Daily News, 4 August 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos 2011, http://www.atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html. “İran Doğalgazı Kesti.” Hürriyet, 7 Ocak 2008 “İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21. “İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok.” Hürriyet, 11 Temmuz 2011. “İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabı.” Hürriyet, 15 Eylül 2011. “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği.” Hürriyet, 26 Nisan 2003. “İstatistik Göstergeler: 1923-2011.” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.tuik.gov.tr. Khalaf, Roula. and Strauss, Delphine. “Turkey Throws Sanctions Lifeline to Iran.” Financial Times, 25 Temmuz 2010. Kinnander, Elin. “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful, Commercially Problematic.” Oxford Institute for Energy Studies No. 38 (Ocak 2010). Kirişçi, Kemal. “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State.” New Perspectives on Turkey No. 49 (2009). Korany, Bahgat. “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy of Algeria.” The Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change içinde, ed. Bahgat Korany ve Ali E. Hilal Dessouki, 2nd edition (Boulder, CO: Westview Press, 1991). 114 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Kutlay, Mustafa. “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign Policy”: A Political Economy Explanation.” Insight Turkey 13, No.1 (2011). Mercan, Murat. “Turkish Foreign Policy and Iran.” Turkish Policy Quarterly 8, No. 4 (Winter 2009/2010). “MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim.” Hürriyet, 1 Şubat 2002. aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(Manoucher Mohammadi ve Ibrahim Mottaki) “( ” تسایس رد هدنزاس لماعت نیرتکدConstructive Doctrine in Iranian Foreign Policy), (دربهار همانلصفStrategic Journal of Yas), 4 1385 (رامش2006, No. 4). Moradi, Manouchehr. “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations.” UNISCI Discussion Papers, No. 10, (January 2006). “MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985. “Official Urges More Trade with Neighbors.” Hürriyet Daily News, 14 Haziran 2000. Olson, Robert. The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From World War I to 1998. USA: Mazda Publishers, 1998. Oran, Baskın. ed. Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt I. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001. Özkaya, Sefa. “Protokolde Sıradışı Anlar.” Milliyet, 17 Eylül 2010. Press TV, 7 Şubat 2010. Ramazani, R. K. “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy.” Middle East Journal 58. No. 4 (Autumn 2004). Rosecrance, Richard. The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World. New York: Basic Books, 1986. 115 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Rosecrance, Richard. The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the Coming State. New York, Basic Books, 1999. Sabuncu, Murat. “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz.” Patronlar Dünyası, 23 Eylül 2010. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011. http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD-%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370. Saray, Mehmet. Türk-İran İlişkileri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1999. “یراکمه یژتارتسا (”اریاStrategic Cooperation between Iran and Turkey). aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(The Report of the Research Commission of the Iranian Parliament). 260:aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa1389 10635: (Şubat 2010): 51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011. http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826. “Suriye ve İran’la İşbirliği Yapacağız.” NTV, 26 Nisan 2003. “Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU.” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat 2010. “The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase Investment in Iran.” Iran Chamber of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011. Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://en.iccim.ir/index.php?option=com_ content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkish-musiad-associationto-increase-investment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53. “Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak.” Dünya Gazetesi, 25 Nisan 2011. “Turkey-Iran Economic and Trade Relations.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011. http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-andeconomic-relations-with-iran.en.mfa. “Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement.” Hürriyet Daily News, 29 Ocak 2000. 116 Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri “Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran.” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül 2010. “Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline.” Fars News Agency, 28 September 2011. “Turkey to Send Trade Mission to Iran.” Hürriyet Daily News, 14 Eylül 2002. “Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade.” Hürriyet Daily News, 21 Şubat 2007. “Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington.” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011. “Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms.” Hurriyet Daily News, 8 Şubat 2011. “Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties.” Fars Haber Ajansı, 23 Ağustos 2011. Türkoğlu, Yusuf. “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği Alanları.” Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010). “Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu.” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003. “Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım.” Patronlar Dünyası, 15 Mayıs 2010. Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://www.patronlardunyasi.com/ haber/Turkiye-den-Iran-a-680-Milyon-Dolarlik-yatirim/83917. “Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı.” Milliyet, 3 Ekim 2003. “US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister.” Dünya Times, 22 Eylül 2010. Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011. http://www.dunyatimes.com/ en/?p=5263. 117 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye “US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternative.” Today’s Zaman, 24 Eylül 2007. Uzun, Özüm S. “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or Beyond?,” (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Şubat 2012). Üstün, Gülçin. “İran Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Güveniyor.” Milliyet, 4 Ocak 2007. Yanatma, Servet. “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor.” Zaman, 9 Şubat 2008. Yardım, Ümit. “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013. Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013. http://tahran.be.mfa.gov.tr/ ShowInfoNotes.aspx?ID=187473. Yazdani, Enayatollah. “Competition over the Caspian Oil Routes: Oilers and Gamers Perspective.” Alternatives: Turkish Journal of International Relations 5, Number 1&2 (Spring & Summer 2006). “22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet ve Emniyet Muahedenamesine Merbut Protokol.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826. 118 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye ORTA DOĞU’DA DEVRİMLER VE TÜRKİYE* Cenap ÇAKMAK** Mustafa YETİM*** Fadime G. ÇOLAK**** Ekonomik buhranların baş gösterdiği 2009 yılı itibariyle, gelişmiş ekonomilerin hüküm sürdüğü devletlerde dahi ortaya çıkan isyanların arasında en göze çarpanları kuşkusuz Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da gerçekleşenlerdir. Hem bölgenin iç dinamiklerinde hem de uluslararası sistemdeki yerinde, devrimlerin nedenleri ve muhtemel sonuçları bulunmaktadır. Dahası Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da baskıcı rejimlere karşı ortaya çıkan halk hareketlerinin yeni dünya düzeninde radikal bir değişim yaratacağı açıktır. Ancak bu değişimin ne ile sonuçlanacağı, bölgede radikalleşmeyi mi, demokratikleşmeyi mi yoksa yeni Irak’ları mı getireceği belirsizdir. Bu süreçte Türkiye’nin üstleneceği rol hem bölgesel çıkarları hem de bölge ülkelerinin yol haritalarını belirlemeleri adına oldukça önemlidir. Öte yandan, izlenecek politikaların belirlenebilmesi için devrimlerin yaşandığı her ülkenin kendi iç dinamiklerinin ele alınması, benzer noktalarının belirlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bölge ülkelerinin halklarını isyana yönelten etmenleri bir bütünlük içerisinde ele alırken, onları birbirinden ayıran noktaları titizlikle göz önünde bulundurarak değerlendirmeler yapılmalıdır. • Bölge tahlillerinde asıl takip edilecek tartışma Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da gerçekleşen olayların devrim niteliği taşıyıp taşımadığı, birbirlerinden farklılıkları ve ortaklıkları üzerinden devam ettirilecektir. Bu sebeple Kuzey Afrika devletleri ve Orta Doğu devletleri arasında bir ayrıma gidilirken, * Bu makale BİLGESAM tarafından 2011 yılında aynı başlıkla yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. ** Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi *** Araştırma Görevlisi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi **** Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi 119 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye demokratik ve totaliter rejimler arasındaki isyanların hem halk hem de yöneticiler tarafından farklı yorumlanışına yer verilmiştir. • Devrimlerin mahiyetini anlamlandırabilmek adına aynı zamanda etnik dinsel çatışmalarla devrim niteliğini taşıyabilecek olan hareketlerin ortak noktaları ve farklılıklarına da yer verilmiştir. • Genel olarak nedenler iktisadi ve siyasi bir tabanda olgunlaşmakta ve kaçınılmaz olarak her bir ülkenin birbirini etkilediği de ortaya çıkmaktadır. • Farklılıkların ise devrimlerin retoriklerinde ve halkın taleplerinde olmakla birlikte rejimlerin genel özelliklerinde gizli bulunmaktadır. Sistemsel yeni paylaşım sürecinde bu ülkelerdeki isyan hareketlerine müdahil olmakta ve gelişmeleri de maddenin doğası gereği kendine entegre edebilmeye uğraşmaktadır. Orta Doğu’daki isyanların yalnızca bölge ülkelerini etkilemeyeceği, tüm dünya sistemi için oldukça önemli olacağı açıktır. Bu etkinin kurulacak ilişkiler ve izlenecek politikalar ışığında söz konusu olabileceğini de belirtmek gerekir. Burada Türkiye üzerinden yürütülen tartışmalara değinmek ve bu tartışmaların mahiyetlerini modellik tartışmaları perspektifinden ele almak gerekir. Bu tartışmalar süresince asıl değinilmesi gereken konu ise yumuşak güç olarak nitelendirilen kültür, dış politika ve siyasi sistem olarak ele alınmalıdır. • Türkiye’nin bölgedeki gelişmeler kapsamında takınacağı tavrın sıfır sorun yaklaşımı doğrultusunda olduğu, bölgede istikrarlı bir havza oluşturulmaya çalışıldığı gözlenmektedir. • Türkiye izleyeceği politikaları yalnızca kendi ulusal çıkarı perspektifinden değil, aynı zamanda bölge devletlerinin kendilerinden beklediği biçimde hareket etmekle de yükümlü olduğunu hissetmektedir. • Modellik tartışması yürütülse de Türkiye’nin kendi kimliği ve bölgesinin kendisine atfettiği kimlik arasında zaman zaman farklılıkların söz konusu olabileceği ortadadır. AKP yönetimi boyunca da algılamaların karşılıklı olarak değişimi söz konusudur. 120 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye • Kimlik algılamalarına rağmen Türkiye’nin bölgede istikrarı istemesi, bu amaçla da birçok kez yapıcı faaliyetlerde bulunması, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerindeki isyanlarda vaat edici bir özellik taşımaktadır. • Türkiye yalnızca siyasi arenada uzlaşmacı bir tutum takınmayıp, başta medya olmak üzere bölgede önemli bir nüfuza sahiptir. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından ulus devlet anlayışının sorgulanması ve yer yer de zayıfladığının düşünülmesi perspektifinden isyanlar ele alındığında çok daha manidar bir görüntü ile karşılaşılmaktadır. Bu resimde söz konusu olan totaliter ve çoğu zamanda halkın nezdinde meşruiyetini kazanamamış rejimlerin, ulus devletin dahi sorgulandığı yeni dünya sisteminde ekonomik krizlerin tetiklemesiyle sarsılmasının mümkün olmadığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. • Burada önemli olanın ulus devlet anlayışı sorgulanmaya başladı denirken, gücünü kaybettiğini değil, aksine yeniden yorumlandığını anlamak gerekir. Bu kavram özellikle uluslararası sistemde aktör olarak yalnızca devletlerin bulunmadığı, çok daha fazla sayıda kurum, kuruluş, örgüt ve hatta bireylerin de sistemin birer aktörü olmaya başladıklarını ve bunun da devletlerarası ilişkiler bakımından devletler üstü yeni oluşumlara meylettiğini teslim etmek gerekir. • Entegrasyon girişimleri olarak adlandırılan “Commonwealth” gibi devletler sistemi, yine bölge ülkeleri adına önemli bir emsal teşkil edebilecek konuma sahiptir. Bu girişimlerin hukuki perspektiflerinin neleri öngördüğü tartışılması gereken bir diğer noktadır. • Burada da karşımıza işbirliği söz konusu olduğunda bunu iradi olup olmadığı gibi kimi meselelerin ortaya çıktığı eklenmelidir. • Topluluk haline gelebilmiş bu girişimleri hem üye olan devletlerin hem de topluluğun tamamının menfaati üzerinden bir analize gidilmeli ve Kuzey Afrika ve Orta Doğu için doğabilecek herhangi bir girişimde buna dikkat edilmelidir. • Osmanlı Milletler Topluluğu anlayışına burada özellikle değinmeli, fikrin 121 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen muhtemel senaryolar dâhilinde tartışılabilmelidir. Burada önemli olan Türkiye’nin kimliği, potansiyeli üzerinden konu ele alınmalı ve süreç bu biçimde tahlil edilmelidir. 1. Kuzey Afrika ve Orta Doğu Devrimleri mi İsyanları mı? 1.1. İlk Hareketlenmeler: Tunus Tunus, domino etkisi olarak da adlandırılan bu süreç içerisinde, ilk taşları devirmiş ve tüm dünyanın dikkatinin bir anda Kuzey Afrika’ya yönelmesine sebep olmuştur. İlk bakışta Tunus’un sömürge geçmişi, sömürgeci devletlerle süre giden yakın ilişkileri, yolsuzluk ve işsizlik oranlarının yüksek olması diğer Afrika devletleri ile benzerlik taşımaktadır. Tunus’ta 17Aralık 2010 tarihinde işsizlik ve polisin uyguladığı şiddet sebebiyle bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan isyanların, Kadife Devrimleri’nin devamı olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Bir ay içerisinde bu isyanların başkente taşınması ise 1987’den beri Bin-Ali’leştirme olarak nitelendirilen dönemin sonunu hazırlamıştır. Tunus’ta olup bitenler medyada bir anlık bir öfkenin sonucu gibi gösterilse de, diğer bölge devletlerinde olduğu gibi yaşananların devlet başkanlarının uzun süren hâkimiyeti, kronikleşmiş işsizlik, demokrasi ve insan haklarından yoksunluk gibi oldukça uzun vadeli sorunların nihai sonucu olduğu açıktır. Tunus 1956 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından, Fransa ile ilişkilerini devam ettirmiş, hatta bu hususta Avrupa Birliği ile de Ortaklık Anlaşması imzalamış; Arap Birliği ve Afrika Birliği’ne de üye olmuştur. Tunus’un Avrupa Birliği, Arap Dünyası ve Afrika kıtası arasında uzlaştırmacı bir role sahip olduğunu söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır. Bu genel çerçeveden de anlaşılacağı üzere Tunus’un uluslararası sistemle bir sorunun bulunmasının aksine, sisteme uyum sağladığı açıktır. Burada önemli olan nokta; insan hakları ihlalleri ve demokrasi ile sıkıntıları bulunduğu bilinmesine rağmen, kendisini ekonomisi ile bir başarı öyküsü olarak nitelendiren Tunus’ta böyle bir halk hareketinin gerçekleştirilmiş olması kayda değerdir. Daha da önemlisi, bu halk hareketinin ‘Araplarca’ gerçekleştirilmiş olması ise bir diğer önemli meseledir ki, burada oryantalist bakış açısının izleri aşikârdır. 122 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Tunus’un dünya medyasında yarattığı şok etkisini bir yana bırakılıp, tüm bu isyanların özüne Tunus örneğinden bakılırsa varılacak sonuç halkın öncelikle yüksek oranlı işsizlik, artan polis şiddeti, adaletsizlik ve yolsuzluk karşıtı hareketlerde yer almış olmasıdır. Bu sorunlar ile en az 20 yıldır boğuşan Tunus için tarihin kırıldığı nokta, pek çoklarına göre Wikileaks’te Tunus ile ilgili ortaya atılan yolsuzluk iddialarıdır. Burada dikkat edilmesi gereken şüphesiz ki Wikileaks’in bu hareketlerde motor görevi görmüş olmasıdır, ancak burada halkın Wikileaks belgelerine kadar herhangi bir isyanda bulunmayıp bir anda bu dalga ile birlikte harekete geçmiş olmasını düşünmek hatalı olacaktır. Özellikle genç nüfusun ülkenin yönetiminden ciddi rahatsızlık duyması ve orta yaşlı nüfus ya da yaşlı nüfus gibi yönetimin uygulamalarını meşru bir zemine oturtacak tarihsel deneyime sahipolmamaları ülkenin daha önceki yıllarda da yaşadığı ancak uluslararası medyada yer bulamayan konuları teşkil etmektedir. İç dinamiklere ek olarak sistemsel değişikliklerin de bölgedeki ayaklanmaları ele alabilmek adına oldukça önemli olduğunu ve burada en çok sözü edilmesi gerekenin küresel büyüklükte bir aktör olan Amerika Birleşik Devletleri olduğu belirtilmelidir. Bir diğer deyişle, Obama yönetiminin Bush yönetiminden farklı olarak Terörizme Karşı Küresel Savaş’ta daha naif politikalar izliyor olması; yeni dünya sisteminde farklı aktörlerin yer alması ve özellikle Afrika kıtası için bu aktörler arasında yeni bir paylaşımının söz konusu olması Tunus gibi ülkelerin kendi iç dinamiklerinden bağımsız bir biçimde gerçekleşen olayların da domino etkisi adı verilen bu süreçte önemli bir faktör olduğu açıktır. Tunus özelinde bu konu ele aldığında, Batı ile sıkı ilişkiler yürüten AfrikaArap devleti doğası üzerinde durmak gerekmektedir. Arap devleti olarak Tunus, İsrail’in tanınması için çağrıda bulunan devlet başkanlarına sahip olmakla birlikte, bölgede realist politikalarıyla da dikkat çeken bir ülkedir. Batı ile yakın ilişkilerini sürdüren Tunus, batı bloğu dışında kalan ülkeler ile de ilişki kurmuş olduğu, özellikle Çin ile olan ticari ilişkileri önemli boyutlarda olduğu ve isyanlardan sonra da Çin’den 4,6 milyon dolarlık destek aldığı bilinmektedir. 123 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tüm bu tablodan Tunus’un Kuzey Afrika ve Orta Doğu isyanlarından daha farklı bir konumda bulunduğu ortadadır. Bu farklılık birkaç nedenden kaynaklanmaktadır. İlk neden olarak, Tunus’un bağımsızlığını kazanmasının hemen ardından Batı dünyası ile kurduğu yakın ilişki ve bu ilişkinin taraflar açısından karşılıklı pek çok çıkara dayanması gösterilebilir. İkinci olarak, coğrafi olarak Tunus’un daha kontrol altında tutulabilir olmasından bahsedilebilir. Bir diğer neden ise, olaylar Mısır ve Libya’daki kadar “büyümeden” Bin Ali’nin ülkeden ayrılarak halkın isteklerinin en azından bir kısmını gerçekleştirmesi olarak ortaya konabilir. Neredeyse bir ay içerisinde ülkeyi terk eden Bin Ali şüphesiz ki Arap dünyası için de hayret verici olmuş ve Tunus’ta devrimin sinyallerini vermiştir; ancak Bin Ali sonrası Tunus için, yapılan gösteriler herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Tunus’ta başlayan devrim ateşinin yine Tunus’ta iktidarı devirmesi, Arap dünyasında gerçekleşen “devrimler” adına da bir prototip oluşturmaktadır. Mısır’da yaşananlar her ne kadar Tunus’un önemini gizlemiş olsa da, yaşanan hayal kırıklığı Arap dünyası için Arap baharı söylevlerini de yer yer gölge düşürmektedir. 1.2. En Büyük Etki: Mısır Tunus’un ardından Mısır’da alevlenen isyan ateşi kaçınılmaz olarak Tunus’tan çok daha fazla bir etki yaratmıştır. Hatta Abdülbari Atwan Mısır’ı bir file benzetmiş, çok ağır hareket etse de, Mısır yürümeye başladığında oldukça yıkıcı olabileceği yorumu yapmıştır. Bu benzetmede Mısır’ın bölgedeki gücüne değinmek gerekir ki isyanın nedenleri bir nebze olsun detaylandırılabilsin. Mısır’ın antikiteden itibaren hep bir devlet yapısına sahip olması, parçalı coğrafyasının ona birden fazla kimlik atfetmesi, klasik anlamda bir sömürge geçmişinin bulunmaması, öte yandan Batı ile her zaman yakın ilişkiler yürütmesi, İsrail ile savaşmasına rağmen uzun yıllardır İsrail ile iyi ilişkilerini sürdürmesi ve belki de tüm dünya ekonomisi adına yaşamsal bir öneme sahip Süveyş Kanalı’na sahip olması dikkat çeken noktalardır. Öte yandan genç nüfus içerisinde %50’ye varan işsizlik, temsilde yaşanan sıkıntıların en bariz göstergesi olarak Mübarek’in otuz yıllık iktidarı, yolsuzluk rakamlarının ciddi boyutlara ulaşması gibi veriler Mısır devlet görevlilerinin uzun yıllardır çizmekte olduğu mutlu tablonun aksini iddia etmektedir. Mısır’ın 80 milyonun üzerindeki 124 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye nüfusunun %60’ının çalışabilir durumda olmasına rağmen söz konusu işsizliğin boyutları ise, Mısır’daki isyanların mahiyetini gözler önüne sermektedir. Mısır’daki isyanlar boyunca en çok göze çarpan grup kuşkusuz Müslüman Kardeşler olmuştur. 1990’larda Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin halk isyanlarının ardından iktidarın büyük bir kısmını ele geçirmesindeki gibi Müslüman Kardeşler’in de Mısır’daki halk hareketinin ertesinde iktidarı ele geçirecekleri düşünülmüştür. Burada uluslararası camiada kimi zaman sivil toplum örgütü olarak, kimi zaman da terörist bir oluşum olarak gösterilen Müslüman Kardeşler’in durumunu özellikle 11 Eylül sonrası dünyada ele almak gerekir. Sistemsel olarak bakıldığında, Mısır’da İslami bir devletin hüküm sürmesinin modern uluslararası sistem açısından adapte edilemez bir durum oluşturacağı açıktır. Bunun ötesinde, Mısır resminin detaylarına bakıldığında Müslüman Kardeşlerin Mısır’da en organize olabilmiş örgüt olduğunu ve isyanlar boyunca halk kitlelerini hareketlendirebilen bir dinamizme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bunun ötesinde Müslüman Kardeşlerin genel yapısı ile isyanların doğasının birebir örtüşmediğini de eklemek gerekir. Burada da isyanlar tıpkı Tunus’ta olduğu gibi Mısır’ın siyasal, sosyal ve ekonomik yapısı ile doğrudan ilintilidir. 2010’un son günlerinde Mısır’da gerçekleştirilen seçimlerde Mübarek’in partisinin meclisteki 508 sandalyeden 419’unu kazandığı, ancak seçimlerde yer alan gözetmenlerin pek çok yanlış uygulama ile karşılaştıklarını dile getirmeleri isyanlar öncesi Mısır için önemli bir veridir. Meclis’teki diğer sandalyelerin dağılımına bakıldığında en güçlü muhalif grubun Müslüman Kardeşler olduğu da ortadadır. Tam da bu noktadan ele alındığında muhalif gücün aslında halkın temsil isteğini de yansıttığını belirtmek gerekir. Öyle ki, seçimlerin ardından meclis konuşmalarında Mübarek’in yapılacak reformlarla istihdamın sağlanacağını belirtmesi bu talebin varlığı adına önemli bir işarettir. Mısır’da yaşananların, saf iktisadi kaygılardan uzak olduğunu, ülkedeki siyasal yaşamın tamamını kapsadığını belirtmek ve işsizliğin ve ekonomik krizlerin tüm bu rahatsızlığın ancak bir parçası olduğunu yinelemek de fayda vardır. Dolayısıyla istihdam yaratacak reform vaatlerinin Mısır’da yaşanacak isyanları ancak bir müddet erteleyebildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özel125 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye likle isyanlar süresince Kıpti kilisesine yönelik saldırı bu durumun en açık örneğini teşkil etmektedir. Yine isyanlar süresince 1979 İran Devrimi’nden bu yana ilk defa İran bandıralı gemilerin Süveyş Kanalı’ndan geçiş yapmalarına Mısır’ın izin vermesi ve bu konuda dünya kamuoyunda ciddi bir rahatsızlığın oluşması; halkın uluslararası kamuoyunca desteklenmesinin en açık nedenlerini oluşturmaktadır. İsyanlar boyunca Mısır’da yaşananları ele almak gerekirse, isyanın ilk ateşini yine bir işsizin kendisini yakarak ateşlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu benzerliğin bir tesadüf olmadığı birçok Mısırlı protestocunun Tunus’taki devrimden ilham aldıklarını dile getirmesiyle çok daha anlamlı bir hal almıştır. Tam da bu noktada fil benzetmesini hatırlamak gerekir çünkü Mısır’da yaşananlardan sonra gerçek anlamda bir domino etkisinden ve Arap baharından söz edilmeye başlanmıştır. Mısır’da göstericilerin özellikle şiddetten uzak bir biçimde protestolarını düzenlemiş olmaları da dikkat çeken bir diğer noktadır. Bu süreçte hükümetin de protestoculara karşı nasıl bir politika izleneceğine dair bir kararlılık göstermiş olması da göstericilerin seslerini daha fazla duyurmasına ve destek bulmasına da sebep olmuştur. Özellikle Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerdeki yoğun katılım tüm bu isyanların yalnız bir güruha ait düşüncelerin dışavurumu değil, ciddi bir toplumsal kaygının ürünü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hatta ordunun dahi bu süreçte sessiz kalarak protestoculara destek verdiği ortadadır. Tüm bu süreç boyunca Mısır’da protestocular ve polis arasında yaşanan çatışmalar hususunda ABD Başkanı Obama ve İngiltere Başbakanı Cameron’un da Mısır ve bölge ülkeler için endişeli olduklarını belirtmeleri de uluslararası medyada yer almıştır. Böyle bir endişe protestocuların uluslararası camia tarafından desteklendiği anlamına da gelmiştir. Bu çıkarsama şüphesiz tüm demokratik söylemlere rağmen, 20-30 yıllık iktidarları boyunca yine başta ABD ve İngiltere tarafından desteklenen baskıcı rejim liderlerinin desteklerini kaybetmelerinin ardından iktidarlarını ve ülkelerini terk etmelerini de doğrular niteliktedir. Burada yalnız Mısır için değil devrimlerin yaşandığı tüm ülkeler için sorulması gereken soru neden Batı’nın desteğinin yönünün değiştiği olmalıdır. Bu 126 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye soruya verilebilecek en temel yanıt liberal ve demokratik devletlerin uluslararası arenada çatışmayı değil işbirliğini arzulayacak olmalarından ve yine bu devletlerin hayati çıkarları bulunan bölge devletleriyle ilişkilerini otokratik ya da demokratik olarak sınıflandırmayıp kurabilecekleri diyalog üzerinden yönlendirecek olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu genel çerçevenin değişmediği, aksine Batı’nın destek verdiği tarafların değiştiğini söylemek de mümkündür. Bu durum Mısır örneğinde bariz bir biçimde gözlemlenmiştir. Batı’nın çıkarlarında bir değişiklik olmadan, devlet başkanlarının meşruiyetlerinin halkları nezdindeanlamını yitirmesi, dahası devrim adı altında dahi olsa yönetimlerin el değiştirmesi sonucunda verilen destek liderlerden protestoculara ve müstakbel iktidar sahiplerine verilmeye başlanmıştır. Mısır örneğinde ordunun bu görevi teslim alan taraf olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. Mısır’daki protestocuların Hüsnü Mübarek’siz bir çözümü talep etmeleri sonucunda Mübarek, iktidardan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Burada Mübarek’in ülkeyi terk etmemek konusundaki ısrarını da eklemek gerekir. Özellikle yıllar boyu Mübarek’e sadık olan ordunun isyanlar süresince sessiz kalması, ardından da protestoculardan yana olması Mübarek’in iktidarını kaybetmesindeki en önemli etmendir. Öte yandan isyanların ülke ekonomisini günlük 310 milyon dolarlık bir zarara uğrattığı da bildirilmektedir. Tüm bunların ardından 11 Şubat 2011’de Mübarek, iktidardan uzaklaştırılmış ve görevini başkan yardımcısı Ömer Süleyman’a bırakmak durumunda kalmıştır. Mübarek’in gidişinin ardından Mısır’da siyasetyeniden tanımlanmış, muhalefet güçlerinin sesleri duyulmaya başlanmış ve bir dönüşüm başlamıştır. Bu noktada en önemli değişimin anayasa değişikliği için yapılacak referandum olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yapılan referandum her ne kadar büyük bir değişikliğin habercisi olsa da aynı zamanda büyük bir hayal kırıklığının da göstergesidir. Özellikle Mübarek’in gitmesinin hiçbir anlam ifade etmediğini ve ülkede hiçbir değişikliğin olmadığını ve olmayacağını düşünenler azımsanamayacak bir kitleyi oluşturmuştur. Dahası bu durum yalnızca referandum esnasında değil, öncesinde devam eden isyanlar boyunca da kendini göstermiştir. Özellikle göstericilerin devletten ‘güvenlik belgeleri’ adı verilen evrakları talep etmeleri bu durumun önemli bir göstergesidir. Bu 127 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye belgeleri bu denli önemli kılanın Mübarek dönemi boyunca halka karşı gizli polisler vasıtasıyla baskı aracı olarak kullanılmış olmasıdır. Nitekim bu politikaların hiç de yabana atılmaması gerektiği, Mısır’da anayasa kabul edildikten ve seçim yapıldıktan sonraki süreçte açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Seçimleri Müslüman Kardeşler’in adayının kazanması Mısır’da istikrar ile ilgili ilave problemleri de beraberinde getirmiştir. Obama yönetimi iktidardaki Müslüman Kardeşlerin performansını görmek için beklemeyi tercih etmişse de bu süreçte açık bir şekilde demokratik mekanizmalara destek vermekten de kaçınmıştır. Benzer bir tavır AB cenahında da gözlenmiştir. Bu tavır, Mısır’da meydana gelen darbe ile iyice belirgin hale gelmiştir. Sonraki dönemlerde Mısır’da sular durulmuş gibi görünsede yaşananların adını koymak adına zor bir dönemden geçildiğini belirtmek gerekir. Hatta Ocak ayından itibaren hareketliliğini koruyan bölgede; yaşanacak asıl değişimin halkın sokaklardan evlerine çekilmelerinin ardından gerçekleşeceğini belirtmek gerekir. Her ne kadar ilk etapta protestocular Mübarek iktidarını devirmiş olsalarda Mısır için gerçek bir devrimden bahsedebilmenin güç olduğu ve hatta yaşananların bir devrim denzi yada bir evrim olduğunu belirtilmek zaruridir. Tarih’in bölgede yeniden yazıldığını, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı ortada dır. Ancak burada da yalnızca bölge gelişmeleri değil, bölgeye müdahil olmak isteyen küreselve bölgesel güçlerin politikaları da göz önünde tutulmalıdır. Mısır’da, ülkenin demokratik yöntemle seçilmiş ilk başkanı Mursi’nin iktidardan uzaklaştırılması ile sonuçlanan askeri darbe ile ilgili olarak dünya devletleri bir birlerinden oldukça farklı tutum sergilemiştir. Başta Türkiye olmak üzere sınırlı sayıda devlet darbeye sert tepki gösterirken, demokrasi söz konusu olduğunda daha etkili bir karşılık vermeleri beklenen Batılı devletler kaçamak bir pozisyonda ısrar ederek süreci doğru isimlendirmekten kaçınmıştır. Bazı Orta Doğu ülkeleri ise darbeden dolayı duydukları memnuniyeti gizleme gereği bile hissetmeden yeni yönetime açık destek verdiklerini ilan etmiştir. Bu tutum farklılığı ile ilgili çok şey söylenmiş ve yazılmıştır; özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinin süreçteki ürkek ve çekingen tavırları sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin hiç şüphesiz haklılık payı bulunmaktadır. De128 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye mokrasi teşviki için özel programlar ihdas eden ve hatta üyelik koşulu olarak demokratikleşmede belli bir standardın yakalanmış olmasını şart koşan AB’nin ve yine demokrasinin dünyadaki bayraktarlığını yapan ABD’nin darbe konusunda siyasi tavırlarını neredeyse darbecilerden yana koymuş olmalarının izah edilebilir bir tarafı bulunmaktadır. Devletlerin belli bir sorun ya da konu karşısında takınacakları siyasi tutumu kategorik bir biçimde yargılamak analitik açıdan çok fazla bir anlam ifade etmemektedir. Neticede bir devletin bütün davranışlarının tutarlı olmasını beklemek doğru değildir. Bugün Mısır konusunda üst perdeden bir tepki gösteren Türkiye’nin tamamen ahlaki gerekçelere dayandığını söylemek ne kadar zorlama bir yorum ise ABD’nin Mursi’nin devrilmesine fazla ses çıkarmamasını darbenin desteklenmesi olarak da görmek yanlıştır. Bu elbette ki darbe karşısında özellikle Batılı devletlerin neredeyse umursamaz tavırlarının eleştiriden muaf olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bu türden çifte standart ifade eden tavırlar ne ilk ve ne de son olacaktır. Asıl önemli olan, teker teker devletlerden ve uluslararası örgütlerden müteşekkil ama onlardan ayrı belki de onların üstünde uluslararası toplumun bir milletin kaderini ve tercihini bu derece etkileyen bir olay karşısında etkili olamamasının ve tepki gösterememesinin nedenlerinin tespit edilmesidir. Daha açık ifade edecek olursak, uluslararası toplum, neden Mısır’daki darbeye sessiz kalmıştır? Bu sorunun cevabı esasen uluslararası toplumun nasıl inşa edildiği ile yakından ilişkilidir. Çok basit bir şekilde ifade edilecek olursa bu toplum, temelde eşit ve egemen devletlerin varlığına ve bu şekilde tanımlanmış devletlerin iç işlerine müdahale edilmemesi ilkesi üzerine kuruludur. Bu elbette ki insan topluluklarının bir devletin insafına terk edildiği anlamına gelmemektedir. Devletler, kendi halklarına karşı, uluslararası hukuktan kaynaklanan birtakım yükümlülüklere sahiptir. Bu yükümlülüklerin kapsamı aslında uluslararası siyasi sistem geliştikçe daha da genişlemektedir. Fakat en azından bugün için bu yükümlülükler içinde, yalın haliyle konuşacak olursak, darbe yapmamak veya meşru hükümeti kuvvet kullanmak yolu ile iktidardan uzaklaştırmamak yer almamaktadır. Yani aslında darbe yapmak, uluslararası toplum açısından 129 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye da uluslararası hukuk normları açışından da bir devletin, yükümlülüklerine aykırı hareket ettiğini göstermemektedir. Siyasi bir tutum veya tercih olarak bir devlet ya da bir uluslararası örgüt, demokrasiyi teşvik etse ve demokratik süreçlere yönelik müdahalelere tepki gösterse bile bir bütün olarak uluslararası toplumun aynı veya benzer bir tutumu sergilemesi normatif bir yükümlülük ya da eğilim değildir. Diğer bir ifadeyle, bir devletin ne türden bir rejim ile yönetileceği ve bu rejimi hangi yöntemler ile değiştireceğini belirleme konusunda zımni bir yetkisi söz konusudur. Bu nedenle de Mısır’da demokrasinin kesintiye uğramış olması uluslararası toplumun toptan müdahale veya tepkisini gerektirmemektedir. Buraya kadar söylenenler, darbeyi takip etmesi muhtemel gidişattan bağımsız olarak salt darbeye odaklanıldığında geçerli olmaktadır. Darbe dönemlerinde keyfi tercihlerin yıkıcı sonuçlarının olması ve buna bağlı olarak da kitlesel insan hakları ihlallerinin yaşanması ihtimali, darbelere karşı bazen de fazlaca duygusal sayılabilecek reaksiyonun temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Burada yanıltıcı olan, bu türden ihlallerin darbe dönemi dışında da meydana gelme ihtimalinin varlığıdır. Her ne kadar darbe dönemleri, insan hakları ihlalleri anlamında daha hassas bir durumun ortaya çıkmasına müsait ise de darbe ile insan hakları ihlalleri birbirinden ayrılması gereken iki olgudur. Meseleyi tasrih etmek bakımından birkaç hususun altını çizmekte fayda vardır. Darbenin insanlığa karşı suç olduğu şeklindeki kanaat aslında darbeye uluslararası toplumun tepki vermesi gerektiği düşüncesinin de altyapısını oluşturmaktadır. Hâlbuki ne ulusal ne de uluslararası hiçbir metinde darbe diye bir insanlığa suç eylemi tanımlanmış değildir. Darbe dönemlerinde insanlığa karşı suç işlenme ihtimali son derece yüksektir ve neredeyse bütün darbelerden sonra bu türden suçlar işlenmiştir. Ancak insanlığa karşı suçlar darbeye bağlı suçlar değildir.Yani demokratik bir rejimde de bu suçlar işlenebilir. Tekrar belirtmek gerekirse, darbeleri insanlığa karşı suçların işlenmesi takip edebilir; bu ihtimal yüksektir. Ancak burada darbenin kendisi insanlığa karşı suç olarak görülmemektedir. İnsanlığa karşı suçlar, soykırım ve etnik temizlik hallerinde uluslararası toplumun, bu fiillerin gerçekleştiği devletin iç işlerine karışma ve bu fiiller ile ilgili 130 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye tedbir alma yükümlülüğü ortaya çıkmaktadır. Ancak bu tür yoğun ve kitlesel ihlallerin yaşanmadığı durumlarda, askeri darbe sonucu demokrasi kesintiye uğramışsa bile, uluslararası toplumun ilgili devletin iç işlerine müdahale anlamı taşıyabilecek şekilde hareket etmesi söz konusu değildir. Sonuç olarak başta ABD olmak üzere süreçle ilgilenen aktörlerin, Mısır’da olan biteni sessizce kabul ederken bir an önce istikrarı sağlayacak tedbirlerin alması gerekmektedir. Ülkelerin hiçbir şekilde kan dökülmesini istememeside bunu teyit eder mahiyettedir. Siyasi açıdan bu tavır eleştirilebilir elbette; ancak nihayetinde bu politik bir tercihtir. Bu nokta uluslararası toplumun darbeye neden sessiz veya ilgisiz kaldığının anlaşılması bakımından önemlidir. Bugün için uluslararası toplum, bir devletin iç işlerine ancak söz konusu devlet halkını koruyamadığında veya korumak istemediğinde müdahale edebilmektedir. Onun dışındaki tercihlere, zorbalığı temsil ediyor olsa da karışamamaktadır. 1.3. Görece Zayıf İsyanlar: Cezayir ve Fas Mısır’ın yarattığı Arap depreminin Kuzey Afrika’da artçı bir etki yaratması beklenmekteydi. 1990’larda bu depremin benzerini çok acı bir deneyimle yaşamış olan Cezayir için de bu dalganın göreceli olarak hafif atlatıldığı ortadadır. 1999’dan beri devletin başında olan Buteflika, Arap dünyasının yaşadığı bu krizi oldukça ‘başarılı’ yönetmiştir. Buteflika doğruluğu tartışılır yasalarla da olsa, toplumun düzenini sağlamak adına büyük çaba sarf etmiştir ve bu durum Cezayir ekonomisinin rakamlarına bakıldığında çok daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Buteflika bu başarıları ile Cezayir halkının desteğini alsa da, özellikle üçüncü döneminde kazandığı seçimlerdeki hile ve yolsuzluk iddiaları sebebiyle büyük tepki çekmeye başlamıştır. Cezayir’in son yıllarda geçirdiği dönüşüm inanılmazdır. Birçok petrol-gelişim teorisinin aksine, Cezayir müthiş bir hızla ekonomik olarak büyümüş ve 1960’lı yıllarda petrol ve ağır sanayi ile yaratılmaya çalışan lokomotif etkisini hayata geçirmiştir. Cezayir’in 19. yüzyıldan itibaren dış güçlerle olan ilişkisinden bugün bölgesinde söz söyleyebilecek bir devlet konumuna gelmesine kadar çok büyük sınavlar verdiği de ortadadır. Enerji konusunda Avrupa Birliği ve Cezayir ortaklığı, Avrupa-Akdeniz ortak131 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye lığının en önemli ayağı haline gelmiştir. Özellikle Avrupa Birliği’nin enerjiye olan ihtiyacını birbirinden farklı kanallarla karşılama isteği konusunda Cezayir’in hem coğrafi olarak hem de kapasite olarak Avrupa için çok önemli bir konuma sahip olduğu aşikârdır. Avrupa’nın dışında da Cezayir yeni dünya sistemi içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Cezayir Enerji Günü’nde ABD ve Cezayir’in her yıl ticaret hacimlerinin arttığı ve gelecek yıllarda bu durumun çok daha iyi bir durumda olacağı belirtilmiştir. Bu denli iyi bir tablo bir tarafta, hile dolu üçüncü seçimle Buteflika’nın iktidarını devam ettirmesi ve ayyuka çıkan yolsuzluklar, önemli sorunları da beraberinde getirmiştir. Tüm bu sorunlar ise Arap baharı boyunca katlanarak ortaya çıkmıştır. Hükümeti protesto etmek amacıyla iki kişinin kendini yakması ise bu durumun en bariz göstergesidir. Öte yandan, Buteflika’nın olağanüstü halin kaldırılacağını ilan etmesi, isyan dalgasını bir nebze de olsun hafifletmiştir. Cezayir için en önemli hususun tıpkı diğer isyanlarda olduğu gibi ekonomik temellerinin bulunduğunu ve isyan ateşlerinin yiyecek fiyatlarının aşırı yükselmesi ile ateşlendiğini eklemek gerekir. Buna ek olarak yolsuzluk ve işsizlik verileri de Cezayir’deki isyan tablosuna eklendiğinde yaşananların kaçınılmaz doğasını göstermektedir. Fas’ta yaşanan olaylara da tıpkı Tunus, Mısır ve Cezayir’de olduğu gibi halkın iktidardan beklentileri ve ağırlaşan yaşam koşullarına oluşan tepkiler neden olmuştur. Ancak Fas örneğinin Arap dünyası için en önemli noktası şüphesiz bir Monarşi olması, iktidarın halkın büyük kesimlerinden destek alması ve buna rağmen isyan silsilesi içerisinde yer alabilmiş olmasıdır. Halk burada her ne kadar ‘demokratikleşme’ üzerinden protestolarını yürütmese de, Kral 6. Muhammed’in kimi haklarından vazgeçmesini talep etmeleri devrim niteliğini taşımaktadır. Bu taleplerin ikinci temasının istihdam ve reformlar üzerine yoğunlaşması da yine diğer Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkeleri ile benzeşmektedir. Fas’taki isyanlar süresince polis her ne kadar şiddet kullanmaktan kaçınmaya çalışsa daçatışmalardan söz etmemek mümkündür. Özellikle yaşanan çatışmalarda bir bank üzerinde beş kişinin yanmış cesetlerinin bulunması halkın sokaklara dökülmesi ile sonuçlanmıştır. 132 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Fas Kralı 6. Muhammed kapsamlı bir anayasal değişiklikten söz etmesine rağmen, Fas için değil devrimden bir evrimden dahi söz etmenin zor olduğu açıktır. Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da liderlerin değişmek zorunda olmaları gerçeği ortada olsa bile bu değişimden bir demokrasi ile bir monarşinin yorumlarının farklı olacağı kesindir. Burada yorum farkının yalnızca yönetici temelli ele alınmamasının, halkın da isyanlar sırasına taleplerinin benzer bir biçimde farklılaştığı gözlemlenebileceğini Fas örneğinden belirtmek gerekir. 1.4. Şaşırtan İsyanlar: Arap Yarımadası Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmelerin Arap yarımadasındaki otokratik rejimlerde de etkisi olduğu ortadadır. Ancak burada da rejimlerin baskıcı doğasının isyanların gerçekleşme amaçlarını da etkilediğini belirtmek gerekir. Arap yarımadasındaki isyanların kuşkusuz en şaşırtan noktası göreceli istikrarlı devletler olan Bahreyn, Yemen, Umman, Ürdün ve Suudi Arabistan’daki eylemlerin despotik rejimlere rağmen gerçekleşmiş olmasıdır. Suudi Arabistan ile başlamak gerekirse, ABD’nin bölgede önemli müttefiki olması dikkate değer bir ayrıntıdır. Bununla birlikte petrol açısından zengin olan ülkede, Kral Abdullah’ın Arap çıkarlarının önemli bir savunucusu olduğu da bilinmektedir. Burada değinilmesi gereken husus ise Suudi Arabistan’ın ElKaide ile olan bağlantısı ve de Şii azınlık nüfusudur. Ancak Suudi Arabistan için ülke içerisinde gerçekleşen isyanlardan ziyade Bahreyn’e verilen destek üzerinde durmak gerekmektedir. Özellikle Şii azınlığın Suudi Arabistan’daki isyanlarda önemli rol oynadığı ve genel hatlarıyla demokratik temsil hakkı üzerinden isyanların gerçekleştirildiği bilinmektedir. Bahreyn yalnız yarımadada değil, tüm isyanlar içerisinde oldukça ayrıksı bir yere sahip olması açısından önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanı sıra etnik ve dinsel bir çatışmanın da ürünü olduğunu dile getirmek mümkündür. Burada Şii grupların demokratikleşmeyi talep ettikleri ve özellikle özgürlük, ekonomik iyileşme gibi net taleplerini de ifade edildiği gözlemlenmektedir. Bahreyn’in uluslararası sistemdeki yerinin istikrarlı bir görüntüye sahip olması ve çok daha önemli bir biçimde ABD’nin müttefiki olması yaşananların resminin daha farklı çizilmesine neden olmaktadır. Bahreyn’de halkın özellikle Sünni azınlığın istihdam alanlarında daha avantajlı durumda bulunmalarına 133 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye yöneltilmiş bir isyan söz konusudur. Bu isyan dâhilinde kuşkusuz olası İran müdahalelerinden kaynaklanabilecek bir tedirginlik de uluslararası camiada tartışılmaktadır. Bu tartışmanın ardından Suudi Arabistan’ın de bölgeye asker desteğinde bulunması oldukça önemli bir gelişmedir ve Bahreyn’de yaşananları bir devlet içerisinde yaşanan devrim hareketlerinden ziyade uluslararası arenada gerçekleşen bir çıkar çatışması haline dönüştürmektedir. Umman ve Ürdün örneklerinde de yine petrol zengini olan ancak işsizlikle mücadele eden ülkelerin isyanı ön plana çıkmaktadır. ABD müttefiki olan bu ülkelerde istikrarlı bir yönetim olduğu düşünülse de monarşilerde de muhalefetin olabileceğinin düşünülmesi adına oldukça önemli bir adımdır. Yemen örneği ise bu süreçte diğerlerinin aksine oldukça yoksul bir ülke olmakla birlikte El Kaide’nin de yoğun bir biçimde etkinlik gösterdiği bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Arap Yarımadası’nda yaşananlar göreceli olarak düşük yoğunluklu olarak hissedilmiş ve yine de devrim dalgası içerisinde değerlendirilmiştir. Kendi sistemsel yapıları içerisinde isyanların ciddi değişiklikleri öngördüğü açıktır. Öte yandan bölgelerde yaşananların süregiden rahatsızlıkların parçası olduğu ve bu ülkelerin uluslararası sistemin önemli bir parçası olmaları ve kendi iç dinamiklerinin bu denli bir halk hareketini mümkün kılamayacağı ortadadır. 1.5. Sonu Belli Olmayan Devrim: Libya Devrimler içerisinde şiddetli ve sonu en belirsiz olanı Libya’da yaşananlardır. Libya’da yaşananları bu denli farklı kılan durum ise bu değişkenlikten değil; aksine uluslararası camianın Libya’da yaşananlarla ilgili takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Özellikle 2000’lerle birlikte Afrika kıtasının üçüncü kez büyük güçlerce paylaşıldığı ve yeni sömürgeleştirme dönemine girildiği başta Fransa olmak üzere birçok devletin burada izlediği politikalardan anlaşılmaktadır. Öte yandan ülkenin petrol zengini olmasına karşın halkın ciddi bir sefalet içerisinde yaşıyor olması da halkı kaçınılmaz olarak isyana sürüklemiştir. Libya’da Tunusve Mısır devrimlerinin ya da halk hareketlerinin etkisi yoğun bir biçimde kendisini göstermiştir. Tunus ve Mısır’dan farklı olarak, doğrudan devlet başkanına ve onun despotik rejimine yönelik isyanlardan ziyade, 134 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye hükümete yönelik protestolar şeklinde başlayan Libya isyanları zaman içerisinde Kaddafi rejimine yönelmiştir. Halkın ilk etapta tepkisinin hükümete karşı olması sonucunda ise hükümet yanlıları ve protestocular arasında ciddi çatışmaların ülkede baş göstermesiyle, var olan kriz bir iç çatışmaya dönüşmüştür. Dolayısıyla Libya’da yaşananları bir devrimden ayırmak ilk etapta yapılması gereken doğru bir hamle olacaktır. Devamında ise Libya’da yaşananları iç savaş kisvesi altında ele almak ve ülkenin bölünmüşlüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Bilhassa Mısır ve Tunus örneklerinden oldukça farklı olarak, Libya’da halkın büyük desteğini gören bir süreçten bahsetmenin mümkün olmadığı ve hatta ilk protestoların hükümeti dahi devirmeyi planlamadığı gözlenmiştir. Bu iç dinamikler içerisinde halkın protesto gösterileri aşırı şiddet ile karşılanmıştır. Libya’da yaşananlara devrim niteliğini kazandıranın ise kuşkusuz çatışmalar süresince kimi bölgelerin Kaddafi’nin kontrolünden çıkması ve özellikle de bazı ordu mensuplarının muhalif gruplara katılarak isyancılara destek vermesidir. Bunun yanı sıra Kaddafi’nin göstericilere uyguladığı şiddet ise benzerlerinden çok daha farklı bir biçimde gerçekleşmekte ve tüm dünya Libya’daki insanlık dışı gelişmeleri izlemiştir. Libya’yı yine benzerlerinden farklılaştıran ise bu şiddetin sonucu olarak devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında Libya’ya müdahale etmeleridir ki Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da gerçekleşen diğer hiçbir isyanda benzer bir uygulamaya şahit olunmamıştır. Libya için söylenecek her sözün söylendiği andan itibaren hükümsüz olabileceği bir durum söz konusu olmakla birlikte ancak farklılaşmanın nedenleri ortaya konabilir. Burada neden Libya’ya müdahalenin söz konusu olduğu sorulması gereken en önemli sorudur ki, bu sorunun cevabını da kuşkusuz Libya’nın sistemsel olarak arızi bir pozisyona sahip olmasından ve 11 Eylül sonrası dünyada El Kaide ile olan bağlantılarına ek olarak, yeni paylaşım için oldukça önemli bir alan olması gelmektedir. Fransa’nın klasik dış politikasının aksine oldukça hızlı bir biçimde konuya el atması ve yer yer ani çıkışlar yaparak süreci kendi lehine döndürme çabası bu sebeple oldukça anlaşılır bir hal almıştır. 135 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Libya’da yalnız bir iç çatışmadan değil aynı zamanda da dış müdahalenin söz konusu olması da Bahreyn ve Suudi Arabistan örnekleri ile benzeşmekte, ancak Libya’nın küçük bir adadeğil büyük bir petrol yatağı olmasının da etkisiyle yaşananlar çok daha göz önünde ve kanlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Tüm bunlara ek olarak Kaddafi’nin 1969 yılından beri iktidarda olması, bu iktidarın demokrasiden oldukça uzak ve baskıcı bir doğaya sahip olması ve halkın yaşam standartlarının oldukça düşük olması hatta büyük bir yoksulluk içinde yaşaması nedeniyle protestoların fitiliateşlenmiştir. Tüm bunların sonucunda Kaddafi’nin muhalifler tarafından öldürülmesi ile Libya’da yeni bir dönem başlamıştır. Libya’nın geleceğinin bölgede emsal teşkil edebileceğini iddia etmek ve bu emsalde Birleşmiş Milletler ve NATO’nun başarılı olması durumunda tüm bölge ülkelerini benzer bir sorunun bekleyebilecek olmasını ortaya koymak yanlış olmayacaktır. Aksi bir durumda ise Arap baharı yerini despotik liderlerin baskıcı rejimlerine bırakacaktır. 1.6. Olağanüstü Halin Sonu, Siyasi Özgürlüklerin Başlangıcı: Suriye Suriye’de yaşananlar için isyanların son dalgasını oluşturduğunu söylemek gerekir. Suriye’nin bu isyanlarda en son sırada yer almasının nedenlerinden biri olarak Beşşar Esed’inreform sözü vermiş olması yatmaktadır. Ancak halkın ilk tepkisinin de siyasi suçluların serbest bırakılması yönünde protestolara başlaması ve akabinde yine birçok tutuklanmanın yaşanması sonucunda Suriye, kaçınılmaz olarak bölgedeki isyanların bir parçası haline gelmiştir. Suriye’de yaşananların nedenlerine inilecek olunursa iktisadi bir yanının olduğu açıktır; ancak en büyük farkının kuşkusuz halkın protestolarının temalarını işsizlik, ekonomik krizler üzerinden değil, siyasi özgürlük, 1963’ten beri devam eden olağanüstü hal gibi siyasi kaygıların ürünü olduğunu belirtmek gerekir. Bu siyasi karakterin yeni olmaması, aksine 1940’lardan itibaren ülkenin iç dinamiklerini şekillendirebilen önemli bir veri olması ise bir diğer durumdur. Çok daha önemlisi bugünlerde yaşanana isyanların asıl kökenlerinin 2000’de Şam Baharı olarak adlandırılan dönemde bulunduğunu ve entelektüellerin isyanların şekillenmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkündür. Genel görünüm itibariyle Suriye’deki isyanların devrim adını 136 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye taşımasının çok daha muhtemel göründüğü ortadadır. Siyasi söylemlerin bu süreci şekillendiriyor olması, iktisadi ve siyasi kaygıların söz konusu olması isyanları salt işsizlik ve yoksulluk indirgemeciliğindenkurtarmaktadır. 1.6.1 Türkiye’nin Suriye Politikası: Doğrular ve Yanlışlar Arap Baharı şablonuna pek uygunluk göstermeyen Suriye’deki kriz Türkiye’nin de başını ağrıtacak bir seyir izlemektedir. Mart 2011’de başlayan ayaklanma birçok analist ve politikacıya göre Esed’in gidişi ile nihayete erecek bir sürecin başlangıcı olarak görülürken bugün gelinen noktada Esed rejiminin zannedildiğinden daha fazla dayandığını göstermektedir. Diğer bir ifadeyle Suriye’deki kriz, başlangıcından bugüne çok önemli bir değişim göstermiş durumdadır. Bu hızlı değişim de birçok şeyin öngörülememesini ve dolayısıyla etkin politikalar üretilememesini de beraberinde getirmiştir.Bu özellikle Türkiye örneğinde de ileri sürülebilecek bir argümandır. Zira Türkiye, kontrol edemediği çok sayıda değişkenin varlığı ve sürece dâhil olan aktörlerin birbirinden çok farklı önceliklere sahip olması gibi nedenlerle bugün Suriye kaynaklı önemli problemlerle uğraşmak durumunda kalmaktadır. 1.6.2 Krizde Ana Merhaleler ve Türkiye’nin Siyasi Pozisyonu Türkiye’nin Suriye krizinde izlediği politikayı ve benimsediği tutumu bir bütün olarak ele almak çok doğru olmayabilir. Diğer bir deyişle, krizin başlangıcından bugüne Türkiye’nin Suriye politikasını tek bir kelime veya tek bir siyasi pozisyon ile ifade etmek bir şeylerin eksik kalmasına neden olabilir. Suriye’deki kriz Mart 2011’den bugüne çok önemli değişim göstermiştir. Bu değişim sürecinde birbirinden farklı safhalar gözlenmiş ve her safha aslında başka bir siyasi pozisyonun benimsenmesini de zorunlu kılmıştır. O nedenle krizdeki temel kırılmaları ve Türkiye’nin bu kırılmalar karşısında takındığı tutumun temel özelliklerini ele almak doğru bir siyasi analiz yapabilmek açısından önem taşımaktadır. Bilindiği gibi Suriye’deki kriz hemen hemen Tunus, Mısır ve Libya ile eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ilk hareketlenmeleri aslında Arap Baharı sürecinin yarattığı özgüven havasına bağlamak mümkündür. Suriye’de insanların dikta rejiminden memnun olmadıklarını söylemek malumu ilamdan 137 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ibaret olur elbette; ancak bu memnuniyetsizliğin ifade edilmesi için öyle görünüyor ki Arap Baharı önemli bir fırsat ve teşvik vazifesi görmüştür. Suriye’de küçük bir çocuğun tutuklanması, işkenceye tabi tutularak öldürülmesi sonucunda lokal tepki ve protestolar ile başlayan süreç büyük ölçüde spontane bir seyir izlemiştir. Bu ilk gösterilerde protestocuların belirgin bir talebinin olduğunu söylemek zordur. Elbette ki temel haklar ile ilgili dile getirilmiş taleplerden söz etmek mümkündür; ancak sistematik bir talebin ve kendi içinde buna uygun tutarlı bir siyasi duruşun eksikliği göze çarpmıştır. Böylesine dağınık ve çerçevesi belirsiz tepki ve talepler karşısında Esed rejimi bekleneceği üzere duyarlı davranmamış ve sert önlemler almayı tercih etmiştir. Bu sert tutum muhalifleri ironik bir şekilde daha da cesaretlendirmiştir. Suriye’de rejimin beklentisinin aksine gösteriler giderek yayılma eğilimi göstermiştir. Talepler de daha sistematik ve daha güçlü bir siyasi içerikle dile getirilmiştir. Artık doğrudan reform ve siyasi ifade özgürlüğü talep edilmektedir. Esed rejimi de bu taleplere şiddete başvurarak cevap vermiştir. Bu aşamada Türkiye’nin duruşu son derece ılımlı, ahlaki ve ilkelidir. Türkiye Esed rejiminin halkın taleplerine cevap vermesi gerektiğini ifade etmiş ve bu çerçevede normatif bir temelde hareket etmiştir. Bu dönemde Türk dış politikası ABD ve diğer Batı devletlerinin yaklaşımı ile de örtüşmektedir. Mısır ve Libya’dakinin aksine Suriye’deki halk hareketlenmelerinde daha kararlı ve erken bir tutum benimseyen Türkiye’nin bu dönemdeki dış politikasında belirgin bir tutarlılık ve ahlakilik göze çarpmaktadır. Ancak bilindiği gibi Esed rejimi Türkiye’nin ve diğer uluslararası aktörlerin çağrılarına olumlu cevap vermemiş ve hatta protestoculara yönelik şiddetin dozunu arttırmıştır. Fakat giderek artan şiddet de göstericileri sindirememiştir. Suriye’deki sıradan halk kitlelerinin tamamen şiddetsiz ve barışçıl gösterilerine karşı Esed rejimi, orantısız ve asla tasvip edilemeyecek bir şiddet uygulamıştır. Bu tavra karşılık Türkiye’nin tepkisi son derece ahlakidir. Bu aşamada Türkiye’nin bu tavrını Suriye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirmek doğru değildir. Yine hükümetin Esed rejimi ile yakın ilişkiler kurmasını gündeme getirerek bir tutarsızlık iması yapmak yerinde değildir zira Türkiye bu 138 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye dönemde Suriye ile yakınlaşırken ortada ne gösteriler vardır ve ne de bu gösterilere karşı aşırı şiddet kullanımı söz konusu olmamıştır. İlerleyen zamanlarda Türkiye, tutumunu biraz daha belirginleştirmiş ve Esed yönetimine reform yapması çağrısı yapmıştır. Dikkat edilirse ilk aşamada Türkiye’nin politikasında Esed’in gitmesi hedef olarak belirlenmemiştir. Türkiye Esed’in görevi bırakmasını değil reform yapmasını istemiştir. Türkiye, Esed rejimi ile bu çerçevede son derece detaylı ve kapsamlı görüşmeler yapmıştır. Bütün bu görüşmelerde Türkiye’nin üzerinde durduğu en önemli nokta halkın taleplerine cevap verecek şekilde bir reform sürecinin başlatılması yönünde olmuştur. Dolayısıyla bu safhada da Türkiye’nin Suriye politikası hem tutarlı ve hem de ahlakidir. Esed rejimi Türkiye’nin telkin ve çağrılarına cevap vermemiş ve artık yavaş yavaş belirmeye başlayan muhaliflere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir. Bu sert tedbirlere rağmen Türkiye ısrarla Esed’den değişim ve reform beklemeye devam etmiştir. Hatta bu konuda toleranslı ve fazlaca iyi niyetli davrandığını söylemek mümkündür. Mesela ABD Esed’in reform niyeti ve kabiliyeti olmadığı sonucuna varmış ve Esed’in gitmesi gerektiğini ifade etmeye başlamıştır. Fakat Türkiye bu noktaya ABD’den sonra gelmiştir. Ne zaman ki Esed’in reform yapmayacağı ve şiddete son vermeyeceği kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır, Türkiye o noktadan itibaren artık Esed rejiminin değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu kanaat aslında sübjektif bir temele oturmamaktadır.Gerek bağımsız insan hakları örgütleri ve gerekse de BM İnsan Hakları Konseyi’nin raporları Esed rejiminin Suriye’de kitlesel düzeyde insan hakları ihlallerinde bulunduğunu ve insanlığa karşı suçlar işlediğini ortaya koymuştur. Yani ortada belgelenmiş ve teyit edilmiş sistematik bir zulüm vardır ve Esed rejiminin de bundan vazgeçmeye niyeti yoktur. Buna Türkiye’nin verdiği cevap yine tutarlı ve ilkelidir. Aslına bakılırsa Türkiye’nin bundan sonraki adımları da akılcıdır. Zira Esed’in gitmesini talep etmek bir alternatifinin de varlığını gerektirmektedir. Türkiye Esed’e alternatif olabilecek bir muhalefetin ortaya çıkması için de çaba göstermiştir. Bu çerçevede muhalifleri birleştirmeye çalışmış ve Esed rejimine karşı uluslararası bir cephe oluşturmaya çalışmıştır. 139 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Suriye’de muhaliflerin silahlı bir güç oluşturması ve bu silahlı gücün ülkede bazı yerleri kontrol altına alması ile birlikte ülkedeki kriz iç savaşa doğru gitmiştir. Bu aslında siyasi bir tutum belirlenmesi açısından önemli kırılma noktasıdır. İç savaşta artık denk ve eşit olmasa da aynı kategoride değerlendirilecek iki ayrı güç vardır. Bu da ülkede yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu yeni durumda iki taraf da artık belirli yükümlülükler ile sınırlıdır. 1.6.3 Türkiye Nerede Hata Yaptı? Bu noktada Türkiye açısından durumu zorlaştıran iki önemli gerekçeden söz etmek mümkündür. Birincisi, muhalif grupların şiddete artan bir biçimde ve terör nitelemesini haklı kılacak düzeyde başvurmaları. Esed rejiminin sert uygulamalarına başlangıçta masumane bir karşılık olarak gösterilen bu tepkiler bugün artık ahlaki bir perspektifte karşılanmamaktadır. Muhalifler tarafından infaz edilen hükümet yanlısı milislerin görüntüleri, yine muhalif grupların yargısız infazları, mezhep kaygılarının ve önceliklerinin şu veya bu şekilde devreye girmesi normatif bir desteğin altını oyan ve bunu artık sürdürülemez hale getiren etkenlerin başında gelmektedir. Böylesi bir ortamda Türkiye gerek iç politikada gerekse de uluslararası arenada muhaliflerden yana net bir tutum benimsemek konusunda giderek daha fazla zorluk yaşamaktadır. Muhalif grupların işlediği suçların görüntülerinin servis edilmesi ve Türkiye’nin pozisyonunu zora sokmaktadır. Hele de süregiden çatışmanın mezhepsel ve etnik bir boyutunun da olduğunun daha fazla kabul görmesi, meseleye bu açıdan yaklaşmamaya büyük özen gösteren Türkiye için bir başka önemli handikap olarak görülmektedir. İkinci önemli problem ise Suriye’deki durumun tam bir iç savaş halini almış olmasıdır. Süregiden bir çatışmayı iç savaş olarak isimlendirmek bir siyasi tercih gibi görünebilir. Ancak asıl önemli olan hukuki anlamda bir çatışmanın bu tanıma uygun olup olmadığının tespit edilebilmesidir. Elbette bu tespiti yapacak merkezi bir kurum veya merci bulunmamaktadır. BM ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Suriye’deki çatışmanın iç savaş tanımına uyduğunu kabul etmektedir. Bu da artık ülkede “uluslararası nitelikte olmayan silahlı bir çatışma”nın devam ettiğini ve bu çatışmaya silahlı çatışmalar hukuku kurallarının tatbik edilebileceği anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle artık 140 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye uluslararası silahlı çatışmalar hukukunun söz konusu çatışmada tanıdığı iki muharip tarafın olduğu söylenebilir. Bundan dolayı Esed rejimi ve muhalifler savaş hukuku kurallarına uymakla yükümlü bulunmaktadır. 1.6.4 Sonuç: Ne Yapmalı? Ancak tabi ki bu Türkiye’nin bugünden yarına mutlaka Suriye politikasını değiştirmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Bugün için artık Türkiye’nin, kendisini önemli ölçüde bağlayan deklare edilmiş-aslında doğru-bir Suriye politikası bulunmaktadır. Bu politika çerçevesinde uzunca bir süredir Türkiye Esed’in artık gitmesi gerektiğini ifade etmekte ve Esed rejimini muhatap görmemekte ısrar etmektedir. Ancak bu çizgi ve tutumunda önemli değişikliklere gitmeden yukarıda bahsi geçen kaygıları Türkiye dikkate almak ve söylem ve eylemlerini buna göre yeniden biçimlendirmek durumundadır. Aksi takdirde önemli sayılabilecek bir meşruiyet ve etik kriz ile karşı karşıya kalması ihtimal dâhilinde olarak görülmektedir. Yarının Suriye’si kurulurken başta Türkiye olmak üzere uluslararası sistemin diğer aktörleri de bu noktaları mutlaka dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde yeni Suriye uluslararası sistemin istikrarlı bir üyesi olmaktan uzak bir görüntü sergileyebilir. Esed’in meşruiyetinin artık tartışmasız bir biçimde ortadan kalktığının en önemli gerekçesi sivil halka karşı işlediği suçlar olduğu dikkate alındığında aynı gerekçe ile uluslararası toplumun muhatabı konumunda olan muhaliflerin de meşruiyet krizine girmelerinin önüne geçilmelidir. Bu noktada da hiç şüphesiz en büyük sorumluluk Türkiye’ye düşmektedir. Artık sadece Esed’in zalim ve diktatör olduğu söyleminden daha öte bir tutum belirlenmeli ve bu tutum çerçevesinde muhalif grupların sahici bir alternatif olabileceği gösterilmelidir. Türkiye açısından bakıldığında önemli olan Suriye’nin bölünüp bölünmemesi değildir. Elbette ki bu bir ihtimaldir ve Türkiye için hiç de tercih edilir nitelikte değildir. Ancak Suriye’nin bölünmesi istisna, bütün kalması ise kuraldır. Dolayısıyla ABD başta olmak üzere bütün önemli aktörlerin tercihi Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olacaktır. Ancak meşruiyet ve temsil gücüne sahip alternatif bir iktidarın Esed rejiminin yerini alması fiilen Türkiye’nin güvenliği ve bölgedeki etkinliği açısından büyük önem arz etmektedir. Meşruiyeti tar141 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tışmalı ve belli bir mezhep veya etnik gruba dayalı bir iktidar, Suriye’de güç boşluklarının oluşmasına izin verebilir ve bu da fiilen Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atacak gelişmelere yol açabilir. Öte taraftan daha geniş bir perspektiften, meşruiyet krizi ile boğuşan bir hükümet yönetiminde Suriye Türkiye’nin barış ve güvenlik sorunlarından arındırılmış Orta Doğu vizyonuna gölge düşürebilecektir. Kim ne derse desin artık Suriye’nin geleceği büyük ölçüde Türkiye’nin sorumluluğundadır ve buradaki başarı veya başarısızlık Türkiye’ye atfedilecektir. Türkiye’nin bölgeye vaat ettikleri ile Suriye’nin gelecekte alacağı görüntü arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu doğrudan doğruya Türkiye’nin Suriye’deki soruna bu denli angaje olması ile ilgilidir. Bunun yanlışlığı veya doğruluğundan ziyade bu tercih ile bağlantılı olarak ne yapılması gerektiği önemlidir. Diğer bir ifadeyle artık Türkiye sadece ve sadece Esed rejiminin devrilmesine odaklı kalamaz; sahici ve etkili bir alternatifin gerçekten de var olduğunu göstermek zorundadır. Belki bundan daha önemlisi ortaya çıkacak alternatifleri gerek amaçları gerekse de yöntemleri açısından çok sağlam bir meşruiyet zeminine oturmak zorundadır. Türkiye tüm bunları sağlamak adına siyasetini yeniden tanzim etmelidir. Yani Esed’e muhalif gruplar hem yürüttükleri savaşı hukuka ve ahlaka uygun olarak yürütmeliler ve hem de evrensel standartlara uygun bir yönetimin sözünü verebilmelidirler. Bunu yapamıyorlar ise Türkiye ve diğer önemli aktörler bunu sağlamak durumundadır. 1.7. Genel Görünüm Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yaşananlar pek çok isimle anılsa da henüz kesin ve net bir durumdan söz etmenin mümkün olmadığı ortadadır. İsyanların yaşandığı ülkelerdeki iktisadi krizlerin ağırlıklı bir role sahip olduğunu belirtmek ise bu ülkelerin geleceği adına oldukça önemlidir. Klasik ama bir o kadar da geçerli olan bir söylem olarak; buralarda sürdürülebilir kalkınma gerçekleştirilemediği sürece gerçek anlamda bir demokratikleşmenin gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu tutum her ne kadar pejoratif bir yaklaşımı da içerse de, gerçekleşen isyanlarda öncül ihtiyaçların tespit edilmesi oldukça gereklidir. Takriben yapılması gereken ise, bölge halklarını eş zamanlı bir biçimde aynı 142 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye yöne kanalize eden etmenleri ortaya çıkarmak gerekir. Burada en önemli faktörün sistemsel müdahalelerin olduğunu vurgulamak gerekir. İç ve dış dinamiklerin bu derece birbirini tetiklediği bir ortamda da söz konusu gelişmelerin olması kaçınılmazdır. Ancak tarihsel deneyimin de gösterdiği üzere, Kadife Devrimlerinin yaşandığı ülkelerde ilk heyecanlarla demokratikleşme yönünde önemli adımlar atılmış olsa da, bugün o ülkelerde zamanında karşı çıktıkları rejimlere yakın durma çabasının ağır bastığı gözlenmektedir. Benzer bir durumun Kuzey Afrika ve Orta Doğu devletleri için de geçerli olup olamayacağını zaman gösterecektir. Ancak bu süre zarfında bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin izleyecekleri politikalar şüphesiz bölgenin kaderini de değiştirecektir ve ancak o zaman bölgede yaşananların devrim mi yoksa isyan mı olduğuna karar verilebilecektir. 2. Devrimler ve Türkiye: Yumuşak Güç ve Modellik Tartışmaları Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesi ile başlayan ve diktatörlerin de halk tarafından devrilebileceği şeklinde Orta Doğu ve Afrika’da oluşmaya başlayan algı, hızla bölgeye yayılmış ve Mısır’ı uzun yıllar otoriter bir şekilde yöneten Hüsnü Mübarek’in de devrilmesine yol açmıştır. Devrimin Mısır’da başarılı olması ise bu defa Orta Doğu’daki otoriter yönetimlerin Mısır’da meydana gelen olayların kendilerinde de olabileceği şeklinde bir algının oluşmasına yol açmıştır. Böylelikle bölgede ne zaman, nasıl ve ne şekilde biteceği henüz belirsiz olan devrimler silsilesinin başlamıştır. Uzun yıllar demokratik yönetimden, katılımcı anlayıştan ve eşit yaşam koşullarından uzak bir şekilde otoriter ve baskıcı yönetim düzeni ile yönetilen Arap toplumları, soğuk savaş sonrasında başlayan Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya çıkan demokrasi yönünde oluşan devrimler zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Libya’da başlayan ve bir iç savaşa dönüşen devrim dalgasının bu ülkede de ciddi değişiklikleri meydana getirmiş ve buradan kazandığı ivme ile diğer otoriter Orta Doğu ülkelerini de etkilemiştir. Orta Doğu’da devrimlerin başlaması ile birlikte son yıllarda bu bölgede aktif bir şekilde yer almaya başlayan Türkiye’nin de olaylarla yakından ilgilendiği ve belirli bir tutum sergilemeye çalıştığı görülmektedir. Bu bölgeye ilişkin tutumunu sıfır sorun yaklaşımı ile temellendiren ve bu çerçevede bölge ülkeleri ile 143 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ekonomik ilişkileri geliştirerek istikrarlı bir havza oluşturmayı amaç edinen Ankara, son yaşanan gelişmeler neticesinde bu temelde bir dış politika yürütmekte zorlanmış ve Orta Doğu bölgesinde otoriter yönetimlere dayalı bir istikrar ortamının kurulmasının sınırlarını görmüştür. Türkiye, uzun yıllar izlemeye çalıştığı ve genellikle yumuşak güç anlayışına dayalı olan dış politikası sayesinde Arap kamuoyunda yükselen imajı ve artan popülaritesi nedeniyle devrimlerde Arap kamuoyu ile birlikte hareket etme şeklinde bir baskı hissetmiştir. Ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliğini geliştirmeye çalıştığı Arap diktatörlerinin yanında durma ve Türkiye’yi demokratik, laik ve aynı zamanda Müslüman özelliklere sahip olduğu için model olarak kabul eden Arap kamuoyunu ve devrimleri destekleme arasında kalan Türkiye’nin devrimler sırasında yoğun ikilem yaşadığı söylenebilir. Bu kısımda Türkiye’nin devrimler sürecinde neden bir model ya da cazibe merkezi olarak ortaya çıktığı ya da çıkarılmaya çalışıldığı tartışılarak bölgede artan Türkiye etkisi ve bunun bir yumuşak güç anlamına gelip gelemeyebileceği tartışılacaktır. 2.1. Modellik Tartışmaları: Ucu Açık Bir Tartışma Her ne kadar Türkiye’nin bölgeye model olabileceği ile ilgili tartışmaların tarihsel bir geçmişi olduğu bilinse de AKP’nin iktidara gelmesi ve son yaşanan devrimlerde İslamcı hareketlerin etkisi nedeni ile bu tartışmaların yoğunlaştığını görmekteyiz. Kurtuluş savaşı sürecinde gösterilen başarıların ve sonrasında 1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet’in gösterdiği deneyimler ve Türkiye tarafından yapılan reformların Afganistan, İran ve Mısır gibi bölge ülkelerinde ilham kaynağı olduğu söylenebilse de, Türkiye’nin Batı menşeli dış politikayı benimsemesi ve Orta Doğu bölgesi ile ilişkilere ideoloji ve güvenlik eksenli yaklaşması neticesinde Ankara bu bölgeye mesafeli yaklaşmıştır. Bu durum 1960’lı yıllarda değişmeye başlamış ve Özal’ın iktidara gelmesi ile birlikte Arap ve Türk toplumu arasındaki ilişkiler yoğunlaşmıştır. 1990’larda Türkiye’nin tekrar güvenlik endişelerini önceleyen bir tavrı dış politikasında benimsemesi ilişkilerdeki ivmenin kaybolmasına yol açsa da Dışişleri Bakanı İsmail Cem döneminde başlayan komşularla yakınlaşma politikası ve AKP’nin iktidara geldiğinde bu politikayı devam ettirmesi ilişkileri ge144 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye liştirmiştir. Ayrıca AKP yönetiminin bu bölgeye ilişkin yaklaşımında kültürel ve tarihi faktörleri ön plana çıkarması, Türkiye ve Orta Doğu arasındaki ilişkilerin hızla gelişmesini Türkiye’nin bölgede imajının hızla artmasını ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Arap kamuoyunda dikkatlice takip edilmesini sağlamıştır. 2002 yılında tek başına iktidara gelen ve iktidarda kaldığı sürece farklı bir dış politika söylemi ve uygulaması benimseyen AKP yönetimi Orta Doğu bölgesinde özellikle Arap kamuoyu tarafından olumlu görüldüğü söylenebilir. “İslamcı” geçmişi olduğu düşünülen bir partinin özellikle 2000’li yılların başında AB sürecini hızlandırarak Türkiye’yi AB’ye aday ülke haline getirmesi, katı laiklik anlayışı terk ederek askerin siyaset üzerindeki etkisini sınırlaması ve bu partinin laiklik ve demokratiklik gibi evrensel değerleri içselleştirdiğinin düşünülmesi Arap kamuoyunda AKP iktidarına önem verilmesini sağlamıştır. Ayrıca Orta Doğu’ya ilişkin gösterdiği yaklaşımda zaman zaman bölgedeki otoriter yönetimleri demokratik açılımlar yapması yönünde uyaran ve bölgede demokratik deneyimlerin dışarıdan zorla değil halkın kendisi tarafından başlatılması gerektiğini çoğu zaman ifade eden Türkiye, bölge ülkelerinde aydınlar, bazı İslamcı guruplar, akademisyenler ve siyasi guruplarca bir ilham kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Özellikle devrimlerden sonra gündeme gelmeye başlayan modellik tartışmalarının ilk boyutunda Türkiye’den ziyade AKP örneğinin yoğun bir şekilde konuşulduğunu görmekteyiz. AKP’nin geçmişte “İslamcı” bir parti olduğuna dikkat çeken bazı kesimler bu siyasi partinin zamanla değişerek laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi öğeleri içselleştirdiğini iddia etmektedir. Bu kesimler devrimlerin sonucunda yapılacak demokratik reformlar ile fırsat verilmesi halinde benzer bir deneyimin İslamcı Hareketler olarak görülen ve yıllardırotoriter yönetimlerin bölgede demokratik adımları atmamasında önemli bir dayanak olarak gördüğü ve bu çerçevede İslami radikalizmden endişe eden Batılı devletlerinde desteğini aldığı Müslüman Kardeşler ve Hamas oluşumlarda da görülebileceğini iddia etmektedir. Bu tarz bir yaklaşımın Batı ve özellikle ABD’deki çoğu kesim tarafından desteklendiği ve bu kesimin AKP deneyimini bölgedeki İslamcı hareketlerin demokratik bir çizgide kalabilmesi için önemli gördüğü söylenebilir. 145 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Bölgedeki İslamcı hareketlerin de AKP örneği ile ilgili bazı olumlu görüşleri olduğu söylenebilir. “İslamcı” bir geçmişi olduğu düşünülen AKP örneğinin bu kesimler tarafından İslamcıların da iktidarda kalabileceği ve sistem içinde dönüşebileceği şeklindeki tezlerine dayanak olarak kullandığı söylenebilir. Tunus devriminden sonra İslamcı muhalif lider Raşid Gannuşi’nin model olarak “Türkiye’de AKP’nin benimsediği modeli” benimseyeceklerini ifade etmesinin ardında bir meşruiyet ve uluslararası kamuoyunun desteğini alma kaygısı olduğu söylenebilir. Aynı şekilde Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin devrim sürecinde “İslam tek çözümdür” şeklindeki ideolojik söylemleri bir tarafa bırakarak demokrasi ve insan haklarına yönelik bir tutum benimsemesi AKP örneğinin bu harekette belli oranda etkili olduğunun bir kanıtıdır. AKP deneyiminin bölgede etkili olması ile ilgili Türkiye kamuoyunda da bir tartışma başladığını görmekteyiz. Her ne kadar Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi üst düzey yetkililer Türkiye’nin bölgeye model olma gibi bir amacının olmadığını ifade etseler de Türkiye’nin deneyimi ve başarıları ile bölgedeki hareketlere yardımcı olabileceği ve bölgedeki demokratik gelişmelerde destek olabileceğini belirtmektedirler. Başbakan Erdoğan, bölgedeki siyasi hareketlerin Türkiye örneğinden ilham aldığını ve kendi partilerine bu siyasi deneyimi anlamak amacı ile çeşitli başvuruların olduğunu ifade etmiştir. Diğer taraftan Türkiye’de bazı kesimler Türkiye’nin “Ilımlı İslam” modeli olarak bölgeye sunulmasını Türkiye’yi İslami bir devlete dönüştürebileceğini ve bu durumun Türkiye’nin laik karakteri ile zıt olduğunu belirterek bu tartışmalara karşı çıkmışlardır. Diğer taraftan bazı kesimler AKP’nin bölgeye çeşitli nedenlerden dolayı model olamayacağını ifade etmektedirler. Bu kesimler, zaman zaman kesintiye uğrasa ve eksik yanları olsa da Orta Doğu’da Türkiye’deki gibi laik ve demokratik mekanizmaların olmadığını belirtmekte ve AKP’yi ortaya çıkaran temel gelişmelerin Türkiye’nin demokratik sisteminden kaynaklandığını vurgulamaktadırlar. Bu nedenlerle Orta Doğu’da kendilerini ifade etme konusunda sıkıntılarla karşılaşan İslamcı hareketlerin daha da radikalleştiğini ve daha fazla ideolojik söylemlere doğru kaydıklarını ifade etmektedirler. Ayrıca bazı kesimler AKP’yi İslam’a herhangi bir referansta bulunmadığı için “İslamcı” bir parti olarak görmemekte ve bu çerçevede modellik tartışmalarını da yararsız olarak değerlendirmektedirler. 146 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Türkiye ile ilgili model tartışmalarında öne çıkan ikinci tartışma noktası ise geçmişte ordunun Türkiye’de üstlendiği rol ve bu örneğin Orta Doğu bölgesinde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ile ilgili olmaktadır. Bu modeli savunan kesimlerin temel amacı Orta Doğu’da Mısır gibi Batı’nın müttefiki olan ülkelerde meydana gelen devrimler sonucu, İran örneğinde olduğu gibi Batı’nın çıkarlarına tehdit oluşturabilecek İslamcı iktidarların işbaşına gelmesine engel olmaktır. Geçmişte Türkiye’de ordunun “demokrasi ve laikliği” korumak amacı ile zaman zaman yönetime müdahale ettiğini ve belli bir süre sonra demokrasinin işlemesi için yönetimi sivillere bıraktığını belirten bu kesim aynı deneyimin devrimler sonrasında Orta Doğu ülkelerinde de uygulanabileceğini belirtmektedir. Böylelikle Orta Doğu’da meydana gelen devrimler sonrasında demokrasiye geçişin Batı yanlısı orduların kontrolünde olması gerektiği düşünülerek bölgedeki Batı çıkarlarının 1979’da İran’da İslamcı iktidarın işbaşına gelmesi ile olduğu gibi tekrar tehlikeye düşmesi engellenmek istenmektedir. Bu şekilde bir politikanın Mısır’da uygulamaya konulduğu söylenebilir. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından Mısır sisteminde en güçlü aktör olarak ortaya çıkan ve Batı yanlısı olduğu düşünülen ordu, Tantavi’nin liderlik yaptığı Yüksek Askeri Konsey ile demokrasiye geçiş için gerekli reformların ve uygun ortamın oluşması görevini üstlenmiştir. Bu şekilde bir deneyimin demokrasi, özgürlük ve eşitlik isteyen Arap halklarını ne kadar memnun edebileceği şu an itibari ile belirsizken, Pakistan’ın geçmişte Türkiye’nin bu deneyiminden esinlenerek geliştirdiği ordu kontrolünde bir yönetim anlayışının sakıncaları ve eksiklikleri ortadadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bu şekilde bir modelle bölgede dile getirilmesi Ankara’nın son dönemde Arap Kamuoyunda artan popülaritesine ve geliştirmeye çalıştığı yumuşak gücüne zarar vermiştir. Her şeyden önce bu şekilde bir deneyimin Türkiye’nin kendi demokratik gelişimine faydalı olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Türkiye’de neredeyse her on yılda bir ordunun demokratik ve laik düzeni yeniden tesis etmek amacı ile eksiklikleri olsa da işleyen bir demokratik sisteme müdahale ettiği bilinmektedir. Her ne kadar ordu belli bir süre sonra kışlasına geri dönmekteyse de, bu süreçlerden sonra Türkiye’nin iç ve dış politikasında devam eden etkisi nedeni ile Türkiye hiçbir zaman tam anlamı ile demokratik, insan hak147 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye larına saygılı ve laik bir ülke niteliğe kavuşamayarak Kürt sorunu gibi kronik sorunlarında ilerleme kaydedememiş ve bu durum entegre olmaya çalıştığı Avrupa Birliği ülkeleri ilişkilerine olumsuz bir şekilde yansımıştır. 2000’li yıllarla birlikte ordunun iç ve dış politikada etkisinin azalması ile Türkiye’nin demokratik gelişme anlamında önemli adımlar atması ve 2004 yılındaki Brüksel Zirvesinde AB ile müzakerelere 2005 tarihinde başlamaya hak kazanması bu durumun bir kanıtıdır. Modellik konuları ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı üçüncü bir konu ise Türkiye’nin Batılı, demokratik ve aynı zamanda Müslüman bir ülke olarak Orta Doğu bölgesinde batı çıkarlarına tehdit oluşturan Şii İran modelinin nüfuzunun yayılmasına engel olabileceği ile ilgilidir. 1979’daki devrimden sonra İran’da “İslamcı” bir iktidarın işbaşına gelmesi ve bu iktidarın ABD’yi “büyük şeytan” İsrail’i ise bölgeden silinmesi gereken bir devlet olarak değerlendirmesi, Batılıları bölgede petrol ve İsrail’in varlığına dayalı olan temel çıkarları ile ilgili endişelendirmiştir. Nükleer enerji çalışmalarını sürdüren ve devrimin ilk yıllarında bölgedeki Şii nüfusu destekleme politikası ve rejim ihracı anlayışı geliştiren bu ülke yoğun Şii nüfusa sahip Orta Doğu ülkelerini de telaşa sürüklemiştir. Orta Doğu ülkelerinde İran’ın bölgede ve özellikle Basra Körfezinde “Şii Hilali”ni inşa edeceği algısı yoğun bir şekilde var olmaktadır. Bu nedenlerle bölge ülkeleri ve Batı, Türkiye’nin özellikle “İslamcı” geçmişi olduğu düşünülen AKP’nin iktidara gelmesi ile bölgede İran’ı dengeleyebilecek ve nüfuzunu kırabilecek bir güç oluştuğunu düşünmüştür. Böylelikle, 1990’lı yıllarda da Kafkasya ve Orta Asya’da rekabet eden Türkiye ve İran modellerinin bu defa Orta Doğu’da rekabet edecekleri düşünülmüştür. Fakat Türkiye geliştirdiği sıfır sorun politikası ile İran ile de ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirmiş ve bu ülkenin izole olmasına karşı çıkarak uluslararası topluma entegre olması gerektiğini savunmuştur. Nükleer çalışmaları dolayısı ile Batı’nın İran’a askeri müdahale düzenlemesi isteğine karşı çıkan Türkiye bölgesinde 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesi ile oluşan istikrarsızlık ve kaos örneğinin tekrar yaşanmasını istememiştir. Her ne kadar Türkiye 1990’lı yıllardaki gibi İran ile bölgesel bir rekabete girmek istememişse de geliştirdiği söylem ve izlediği yumuşak güç strate148 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye jisi ile Ankara, İran’ı bölgede dengeleyen ve nüfuzunun yayılmasına engel olan bir konumda olmuştur. 13 Ekim 2010 tarihinde İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Hizbullah dolayısı ile etkili olduğu Lübnan ziyareti ile bir ay sonra 23 Kasım 2010’da Lübnan’daki her kesim ile iyi ilişkilere sahip olmaya çalışan Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Lübnan ziyareti Türkiye’nin bölgede İran nüfuzunu dengeleyici rolünü göstermektedir. Ahmedinejad gerçekleştirdiği bu resmi ziyarette Lübnan’da sadece Şiilere hitap ederken ve İsrail’e antisemitist tonlarda sert bir şekilde yüklenirken, Türkiye bu ülkedeki hemen hemen her kesime hitap etmiş, demokrasi ve istikrar söylemini ön plana çıkarak İran’dan farklı bir tutum sergilemiş ve bu tutumu Lübnan ve bölge ülkelerince memnuniyetle karşılanmıştır. Sonuç olarak Türkiye modeli denildiğinde bu kavramdan her kesimince farklı bir anlam çıkarıldığı ortadadır. Fakat Orta Doğu’da özellikle devrimler sonrasında Türkiye’nin model olarak kendisini sunabilmesi ya da bölge ülkelerinin demokratik gelişmesi amacı ile ilham kaynağı olabilmesi Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve adalet alanında göstereceği başarılara bağlıdır. Türkiye’nin geçmişte gerçekleştirdiği demokratik gelişmeler ve AB üyeliğiyönünde yapılan reformlarında katkısı ile Orta Doğu’da yapılan kamuoyu yoklamalarında bölge halkının çoğunluğunun Türkiye’yi bölgeye model olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında Kürt sorunu gibi önemli bir iç sorununu çözmeden ve ekonomisini belli bir kapasiteye taşımadan Türkiye’nin bu şekilde bir rolü oynayabileceği tartışmalıdır. 2.2. Yumuşak Güç Tartışmaları: Kültür, Dış Politika ve Siyasi Sistem 1923 yılında Cumhuriyetin kurulması itibari ile Türkiye, dış politikasını yürütürken genellikle askeri ve ekonomik gücüne dayalı bir anlayış sergilemiştir. Özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye, bölge ülkeleri ile ilgili sorunlarını çözmede askeri araçları kullanma yoluna giderek tipik bir sert güç tutumu benimsemiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi sert güç bir ülkenin “askeri ve ekonomik gücünü kullanarak diğer bir ülkeye istediklerini yaptırabilme” olarak tanımlanabilir. Diğer taraftan özellikle soğuk savaşın bitmesi ile Realist mantığa dayalı sert güç anlayışın da kırılmalar meydana gelmiş ve “kültür, dış politika ve siyasi değerler” gibi yumuşak güç unsurlarının da “bir devletin cazibe 149 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye merkezi haline gelerek diğer devleti zorlamadan istediklerini yaptırabileceği” vurgulanmaya başlanmıştır. Bu durum Türkiye’nin dış politikasını da etkilemiş ve özellikle iki binli yıllarla birlikte Türkiye, dış politikasında yumuşak güç söylemi geliştirerek bölge ülkeleri ile olumlu ilişkiler geliştirmiş ve ulusal çıkarlarını sağlama yoluna gitmeye başlamıştır. Yumuşak güç unsurlarından biri olan dış politika faktörünü Türkiye açısından incelediğimizde geçmişe nazaran bu konuda değişimlerin olduğu fark edilmektedir. Öncelikle Türkiye’nin doksanlı yıllarda Yunanistan, Rusya, Ermenistan, Suriye, Irak ve İran gibi ülkelerle sorunlu ilişkilere sahip olduğu ve bu durumun bazen askeri çatışmalara yol açabilecek duruma geldiği düşünüldüğünde, Ankara’nın sıfır sorun politikası ile birlikte tüm bölge ülkeleri ile ilişkiler geliştirmeye çalışması dış politika alanındaki değişimin önemli bir kanıttır. Böylelikle bölgedeki her ülke ile direkt bir diyalog imkânı kurmayı amaçlayan ve gerektiğinde bölge aktörleri arasında sorun çözücü olarak yer almayı amaçlayan Türkiye bu şekilde bölge ülkelerinin gözünde “yapıcı rol” oynayan bir ülke konumuna yükselmektedir. Ayrıca bölge için geliştirdiği “istikrar” ve “barış” söylemi ile birlikte 2003 Irak Savaşı öncesinde ve sonrasında olduğu gibi bölgesel politikalarında öncelikle bölge ülkelerinin görüşlerine önem vermesi Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını artırmaktadır. Bunun yanı sıra uluslararası alanda Orta Doğu bölgesinde ve özellikle Filistin’de yaşanan adaletsizliğe dikkat çekmesi ve bölgede adil sistemin olmadığını dile getirmesi ve bölge genelinde halkın enerjisini ortaya çıkaracak bir düzeni inşa etme isteği Türkiye’nin adil ve moral değerlere dayalı dış politika izlemeye çalıştığını göstermektedir. Ayrıca son dönemde benimsediği politika ile Ankara, uluslararası kuruluşlarda önemli pozisyonlar elde ederek uluslararası örgütlerin daha adil, açık ve eşit katılımlı bir anlayışa sahip olması gerektiğini dile getirmektedir. Bu şekilde, Türkiye dış politikada moral değerlere dayalı meşru bir dış politika izlemeye çalışmakta ve cazibe merkezi olma özelliğini artırmaya çalışmaktadır. Irak savaşına Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olmadan katılmayacağını ABD tarafına bildiren Türkiye’nin bölge halklarınca “meşru görülmeyen bu savaşa” katılmayışı bölgede Ankara’nın algısını olumlu yönde değiştirmiştir. 150 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Diğer taraftan Türkiye’nin 2011’de Lübnan’da ortaya çıkan hükümet krizinde bölgesel istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile seçilmiş bir hükümet olan Saad Hariri hükümetine çekilmesini tavsiye etmesi ve demokrasi isteyen muhaliflere İran’ın sert tepki göstermesine rağmen Ankara’nın İran lideri Ahmedinejad ile samimi ilişkiler kurması ve bu ülkeye bu konularda eleştiriler getirmemesi Türkiye’nin bölgede yükselen imajına olumsuz etkilemiştir. Mısır ve Libya devrimleri ile devam eden demokrasi yanlısı gösterilerde görüldüğü gibi Türkiye bölgede son ana kadar “istikrar” olgusuna sahip çıkmakta ve bu istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile otoriter yönetimlerle işbirliğini devam ettirerek demokrasi yanlısı gösterilere veya ayaklanmalara son ana kadar destek vermemektedir. Yumuşak güç unsurlarından ikincisi olan siyasal değerler açısından ilk gündeme gelen modellik konusudur. Bu konu yukarıda detaylı bir şekilde açıklandığı için burada Türkiye’nin sahip olduğu kimlik ve siyasi özellikleri dolayısı ile bölgede oynamaya çalıştığı rollere değinilecektir. Bilindiği gibi son dönemde gerçekleştirdiği demokratik açılımlar ve reformlar sayesinde AB’ye daha fazla yakınlaşan Türkiye bölgede önemli bir esin kaynağı olarak görülmekte ve Türkiye’nin hem AB’ye yönelimi hem de AB vizyonunda katkısı ile değiştirdiği bölgesel politikaları Arap kamuoyu tarafından yakından takip edilmektedir. Laik, demokratik ve aynı zamanda Müslüman bir kimliğe sahip olarak Türkiye’nin bölgedeki cazibe özelliğini artırdığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin sahip olduğu bu çok boyutlu kimlik ve siyasi değerler Türkiye’nin bölgede ve küresel alanda arabulucu ve kolaylaştırıcı roller oynamasını sağlamıştır. Özellikle 2000’li yıllar itibari ile Türkiye’nin bölgesel sorunların çözümü ve istikrar ve barış ortamının kurulması amacı ile yoğun bir şekilde sorunlu taraflar arasında diplomatik mekik dokuduğu görülmüştür. Müslüman ülkelerin yer aldığı İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) ile batılı ülkelerin yar aldığı NATO’ya (Kuzey Atlantik Anlaşması Organizasyonu) üye olan tek ülke olarak iki medeniyet arasındaki olumsuz algıları gidermek ve Medeniyetler Çatışması tezine bir antitez olmak amacı ile BM kontrolü altında İspanya ile birlikte Medeniyetler Diyalogu Platformu’na eş başkanlık yapan Türkiye’nin sahip olduğu Batılı ve Müslüman kimliği dolayısı ile son dönemde bölgede ve küresel alanda önemi arttığı söylenebilir. Bunun yanı sıra 151 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye sahip olduğu değerlerin katkısı ile Türkiye 2002 tarihinde İstanbul’da İKÖAB toplantısına ev sahipliği yapabilmiş ve Batı ve İran arasındaki gerilimin silahlı bir müdahaleye dönüşmemesi amacı ile taraflar arasında diplomatik temaslarını artırmıştır. Ayrıca, hem İsrail hem Suriye ile olumlu ilişkilere sahip olan Türkiye geçmişte bu özelliğini kullanarak iki tarafın barış yolunda ilerlemesine katkı sağlamıştır. Fakat 2009’dan itibaren Gazze Krizi, Alçak Koltuk Krizi, Film Krizleri ve Gemi Baskını gibi nedenlerle Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin daha da bozulmaya başlaması Ankara’nın bu roldeki sınırlarını göstermiştir. Bu örnek dışında Türkiye’nin Hamas-El Fetih, Afganistan-Pakistan, Sırbistan-Bosna Hersek, İsrail- Filistin gibi bölgedeki sorunlu ülkeler arasında arabulucu ya da kolaylaştırıcı olarak yer almaya çalıştığını görmekteyiz. Fakat Türkiye’nin gerçekleştirdiği bu misyonlar sonucunda çok fazla somut bir netice aldığını söyleyemeyiz. Yukarıda sayılan sorunlu taraflar arasındaki problemler çözülmediği gibi Suriye-İsrail, İsrail-Filistin ve İran-ABD geriliminde Türkiye sorunun taraflarından birini destekler pozisyona düşmüştür. Bu durum ise Türkiye’nin sorundaki yapıcı rolünü engellemekle kalmamış İran nedeni ile 2010 tarihinde ABD ve Batı ile gerilimli ilişkiler yaşamasına yol açmıştır. Bu sorunlarda Türkiye’nin karşılaştığı diğer önemli bir sınırlama ise ekonomik kapasitesinin ve insan kaynaklarının bu şekilde yoğun bir diplomatik faaliyeti yürütmesine yetmemesidir. Yumuşak güç kaynaklarından üçüncüsü ve Türkiye’nin daha başarılı olduğunu söyleyebileceğimiz alan ise “kültür”dür. Son dönemde dış politikada kültür temasına önemli vurgu yapan ve tarihi ilişkileri tekrar ve olumlu perspektifte yorumlayan dış politika yapıcıları Orta Doğu halkları ve yöneticileri ile bu perspektifte ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. “Hain Arap” yerine “Kardeş Arap” vurgusunu önceleyerek “Türkler ve Arapların yıllarca bu bölgede birlikte ve huzur içinde” yaşadıklarını “tarihi yanlış değerlendirmeleri bir tarafa bırakarak” tekrar “iyi ilişkilerin iki toplum arasında tesis edilmesi gerektiğini” vurgulayan siyasi liderler ve özellikle Başbakan Erdoğan bu şekilde iki toplum arasındaki kültürel bağları tekrar tesis etmeye çalışmaktadır. Ayrıca “tarih kitaplarında bulunan iki toplum hakkındaki olumsuz yargılarında” değiştiril152 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye mesini gerektiğini vurgulayan Erdoğan’ın böylelikle kültürel ilişkiler açısından Araplar ile yeni ve olumlu bir başlangıç yapmak istediği söylenebilir. Söylemdeki bu değişikliğin yanı sıra TRT El Türkiye kanalı ile 2010’dan itibaren 350 milyon dolayındaki bölgeye Arapça yayın yapmaya başlayan Türkiye böylelikle dış ve iç politikasındaki değişimlerin Arap toplumunca daha yakından takip edilmesini sağlamak istemiştir. Bunun yanında son dönemde “Ihlamurlar Altında”, “Yabancı Damat” ve “Aşk-ı Memnu” ve “Gümüş” gibi dizilerin Arap toplumunca en beğenilen ve seyredilen diziler arasında yer alması Türk kültürüne artan ilgiyi ve Türkiye’nin bölgede artan etkisini göstermektedir. Bu dizilerin katkısı ile kendileri gibi Müslüman bir toplumda Batılı bir yaşam tarzını gören ve seyreden Arap toplumu modern hayat ve evrensel değerlerin Müslüman bir toplumda olabileceğini anlamaktadır. Türkiye ise bu diziler sayesinde Arap toplumundaki imajı ve algısını kuvvetlendirmekte ve bölge halkı için cazibe merkezi haline gelmektedir. Bunun en somut örneğini ise son yıllarda Arap bölgesinden gelen turistlerin artışında görmekteyiz. Bu dizilerin de katkısı ile Türkiye’ye gelen turist sayısının son yıllarda önemli artışlar gösterdiğini görmekteyiz. Örneğin 2004’te ülkemize gelen turist sayısı yaklaşık bir 850 bin iken 2008’de 1.650 bin civarında olmuştur. Dizilerde seyretmekte oldukları Türkiye’nin turistik ve modern şehirlerini görmek isteyen turistlerin Türkiye’ye olan ilgisinin artması ile otellerdeki, restoranlardaki menülerde Arapça kısımlar da yer almaya başlamıştır. Turizmde artan bu yoğun ilginin yanı sıra Ahmet Davutoğlu’nun yazmış olduğu Stratejik Derinlik adlı eserin Arapçaya çevrilmesi ve Erdoğan’a Arap dünyasında önemi büyük olan “Kral Faysal İslam’a Hizmet” ödülünün verilmesi ve yine yapılan son anketlerde Erdoğan’ın bölgede en beğenilen lider olarak çıkması ve CNN Arabic’te “Yılın Adamı” seçilmesi Türkiye’nin bölgede artan kültürel etkisini ve buna bağlı olarak gelişen yumuşak gücünü göstermektedir. Fakat bu olumlu gelişmelere rağmen bölgede bazı kesimler bu dizilerin Türkiye’yi temsil etmediğini ve bu dizilerde “müstehcen” sahnelerin bulunduğunu ifade ederek Arap toplumunda bunların yayınlanmasına karşı çıkmıştır. Ayrıca bazı Orta Doğu ülkelerinde toplumun dizide gösterilen bu yaşam 153 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tarzına ilgi duymasını engellemek için yöneticiler bu dizilerden bazıları yasaklamıştır. 3. Uluslararası Sistem Perspektifinden Türkiye’nin İsyanlardaki Konumu 3.1. Ulus-Devlet’in Önemini Yitirmesi Devletin gelecekte de küresel sistemin temel aktörü olmaya devam edip etmeyeceği uluslararası ilişkiler disiplininin en tartışmalı konularından birisidir. Küresel sistemdeki değişiklik kendini en belirgin şekilde devletin sistem içindeki rolünün azalmasında göstermiştir. Bu demek değildir ki ulus-devlet ortadan kalkacaktır; bunun anlamı, ulusdevletinsistem içindeki belirleyicilik fonksiyonunun ortadan kalktığıdır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca uluslararası politikada merkezi bir yer ve rol üstlenen ulus-devlet artık bir referans noktası değildir. Her ne kadar devletler hala varlıklarını sürdürseler ve bazıları da önemli roller üstlenmeye devam ediyorlarsa da, ulus-devletin sistemde baskın ve temel aktör olduğu oldukça tartışmalı hale gelmiştir. Ancak paradoksal bir şekilde, devletler önemlerini yitirirken, kolonizasyon döneminin sona ermesi ile birlikte bağımsız ulusdevletlerin sayısında hızlı bir artış yaşanmıştır. Buna ilave olarak, devletler arasında, nitelik, büyüklük, önem, zenginlik vb. açısından büyük farklılıklar görülmeye başlamıştır. Önceki devletler sisteminde güç, temel aktörler arasında nispeten daha dengeli bir şekilde paylaşılıyordu. Hâlbuki günümüz uluslararası siyasi düzeninde, askeri ve ekonomik gücü çok zayıf olan çok sayıda devlete rastlamak mümkündür. Bunun anlamı, gücün artık küresel ilişkilerde tek belirleyici olmadığıdır. Bu nedenle de süper güç, hegemon vb. kavramlar büyük ölçüde geçerliklerini yitirmişlerdir. Dünyayı, tek süper güç olan ABD’nin yanında geleceğin süper güç adayları Çin, Hindistan vb. bölgesel güçlerin ihtiraslarını gerçekleştirmek için fırsat kolladıkları bir çatışma alanı olarak görmek hem karşı konulamayacak kadar çekici, hem de basit bir yaklaşımdır. Bu analizin çekiciliği hiç şüphe yok ki basit oluşundan kaynaklanmaktadır. Ama ne yazık ki dünyayı sadece devletlerden müteşekkilmiş gibi görmek, hele hele yerkürede meydana gelen her olayı devletler arası ilişkiler çerçevesinden açıklamaya çalışmak, son derece önemli detayları ıskalamak anlamına gelmektedir. 154 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Küresel sistemde devlet yavaş yavaş önemini yitirirken, ortaya çıkan boşluk yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan çok sayıdaki aktör tarafından doldurulmuştur. Küresel sorunlar ile ilgili verilecek kararların çok daha karmaşık hale gelmesi, devletlerin yanı sıra birbirinden farklı çok sayıdaki varlığın da karar verme sürecine dâhil olmasını gerektirmiştir. Bu çerçevede dikkate alınması gereken en önemli aktörler hiç şüphesiz sivil toplum kuruluşlarıdır. İkinci dünya savaşının sona ermesinden itibaren hükümet dışı örgütler, devletin egemen pozisyonunu önemli ölçüde zayıflatacak şekilde uluslararası karar vermemekanizmalarına dâhil olmuşlardır. Uluslararası normların ve kuralların oluşumunda bile rol alarak bir zamanlar yalnızca devletlere mahsus bir rol olan uluslararası hukuk kurallarını oluşturma yetkisine -doğrudan olmasa da- ortak olmuşlardır. Devletlerin, aynen on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi dünya siyasi sisteminin başat aktörleri olduğunu düşünsek bile, devletler arasındaki ittifak ve kümelenmelerin hem nitelikleri, hem de içerikleri sürekli değişiklik göstermektedir. İkinci dünya savaşından sonra, savaş öncesinde var olandan çok daha farklı yeni bir siyasi sistem kurulmuştur. Bu yeni dönemde temel olarak iki blok oluşmuştur. Ancak soğuk savaş denilen dönemin sona ermesi ile birlikte önceki ittifaklar da değişmeye başlamıştır. Soğuk savaş döneminde aynı blokta yer alan Batı Avrupa ülkeleri ile ABD, yeni dönemde, küresel siyasi gelişmeleri farklı şekillerde algılamaya ve yorumlamaya başlamışlardır. Avrupalılar genel olarak diğer aktörler ile işbirliğinin, barışçıl çözümlerin ve uluslararası hukuk ilkelerini hâkim kılmanın önemine vurgu yaparlarken 1990’lı yıllardan itibaren ABD, işbirliğini ve uluslararası hukuk çerçevesinde çözüm seçeneklerini dışlayan tek taraflı bir dış politika izleme eğilimi göstermiştir. Dolayısıyla, soğuk savaş döneminde birbirleri ile yakın ilişkiler kuran, hatta birçok açıdan birbirlerini tamamlayan Avrupa ve ABD arasında çatlak meydana gelmiştir; daha da önemlisi, bu çatlak kapanmamakta ve gittikçe de derinleşmektedir. Uluslararası sistemin ve küresel siyasi ortamın sürekli bir biçimde değiştiğine dair çok sayıda örnek göstermek mümkündür. Söz konusu değişimin temel eğilimlerinden bir tanesinin de entegrasyon girişimleri ve işbirliği örgütlenmeleri olduğunu belirtmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, tarihsel bir siyasi-toplum155 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye sal örgütlenme modeli olarak ulus-devletin gerek ulusal ve gerekse de küresel sorunların çözümünde yetersizliğinin anlaşılması ilave yöntem ve tedbirlerin gereğini ortaya çıkarmıştır. Entegrasyon ve işbirliği girişimleri bir yandan bu zorunluluğun bir ürünü olarak ortaya çıkmakta bir yandan da tarihsel olarak var olan doğal zeminlerin ürettiği süreçlere de işaret edebilmektedir. Entegrasyon girişimleri bir taraftan pragmatik bir tercihe işaret ederken bir taraftan da tarihin ve konjonktürün bir dayatması olarak da ortaya çıkabilmektedir. Büyük ölçüde pazarların ve kaynakların daha etkin ve işbirliği içinde paylaşım ve kullanımı ile daha yüksek ekonomik çıktının hedeflendiği bütünleşme hareketleri aynı zamanda dil, kültür, din ve ortak tarih gibi ortak bir zemini ifade eden faktörlerin dikkate alındığı ve somut bir fikre dönüştüğü yepyeni bir ilişki tarzını da ortaya koyabilmektedir. 3.2. Dünya Sisteminde Entegrasyon Girişimleri Osmanlı Milletler Topluluğu (OMT) düşüncesini büyük ölçüde bu zeminde tartışmak daha gerçekçi ve kolay olacaktır. Henüz oldukça ham bir fikir olmasına karşın özellikle yeni şekillenmeye başlayan Orta Doğu coğrafyasının geleceği ile ilgili olabilecek yepyeni bir örgütlenme ve işbirliği modelini ortaya koyabilme potansiyeli taşıması bakımından OMT en azından tartışmaya değer bir konudur. Bununla birlikte kavramın bizzat kendisinin sorunlu olabileceği, içeriğinin belirsiz olması ve fikir ile tam olarak neyin hedeflendiğinin henüz çerçevesinin net hatlarla çizilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Haddizatında müteakip tartışmalar da tam olarak bu tür tartışmalara odaklanmak ve bu tür sorulara cevap aramak durumundadır. Bu çerçevede devletler topluluğu (Commonwealth) kavramını siyasi ve hukuki açıdan değerlendirmek yerinde olacaktır. Siyasi açıdan OMT düşüncesinin bir tür siyasi birliğe ve bütünleşmeye işaret ettiği açıktır. Siyasi bir değerlendirme, OMT’nin siyasi işbirliği ve bütünleşme hedefini gerçekleştirmede ne kadar işlevsel olacağını ortaya koyacaktır. Hukuki bir değerlendirme de halen var olan bu tür örgütlenme biçimlerinin yapısının belirlenmesi ve faydalarının tespit edilmesi açısından önem kazanmaktadır. Siyasi açıdan değerlendirildiğinde uluslar topluluğu modelinin bir bütünleşme hareketi olduğunu söylemek zordur. Daha doğru bir ifadeyle, Commonwealth’i, 156 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye birbirinden ayrı unsurların belli bir amaç etrafında bir araya gelerek oluşturdukları bir girişim olarak değerlendirmek doğru değildir. Daha ziyade, aralarında belli bağlar olan unsurların, merkezden tamamen kopuşlarını önlemek adına düşünülmüş bir çözüm izlenimini vermektedir. Diğer bir deyişle mesela Sovyetler Birliği’nin dağılması örneğinde, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), bağımsız ve birbirinden ayrı egemen unsurların bir araya gelmesi ile oluşmuş bir yapı değildir. Daha ziyade Sovyetlerin dağılmasını takip eden süreçte merkez ile kültürel, siyasi, ekonomik ve tarihsel bağları olan unsurların tamamen ayrılmalarını önlemeye yönelik bir çözüm modelidir. Benzer şeyleri İngiliz Devletler Topluluğu için de söylemek mümkündür. Yani uluslar topluluğu, bir birleşme ve bütünleşme girişim ve hareketinin ürünü değildir; tam tersine, tamamen ayrışmakta ve çözülmekte olan bir birliğin unsurlarının birbirlerinden tamamen ayrılmasını önlemek adına düşünülmüş bir seçenektir. Ulus-üstü bir örgütlenme modeli olan uluslar topluluğu özellikle demokrasi ve cumhuriyet rejiminin yayılması ile birlikte tarihsel olarak daha az görülen bir örnek haline gelmiştir. Bir dönemin güçlü İngiliz Uluslar Topluluğu bugün birbirleri ile gevşek bağlar ile bağlı bir topluluğa dönüşmüştür. BENELUX birliği bütünleşme yolu ile AB tarafından massedilmiştir. Benzeri bir durum BDT için de geçerlidir. BDT’yi kuran anlaşma üye devletler arasında ekonomik ilişkilere ilave olarak nükleer silahlar üzerinde ortak kontrolün tesisi ve ortak askeri ve stratejik alanlarda ortak komutanın sağlanmasını öngörmüştür. Bugün gelinen noktada ise Topluluğun, başlangıçta tasarlandığından çok daha gevşek bir modele dönüştüğünü söylemek mümkündür. Tekrar belirtmek gerekir ki uluslar topluluğu modeli daha gevşek bir örgütlenmeden daha sıkı bir örgütlenmeye gidişi değil tam tersine bir sürece işaret etmektedir. Bu çerçevedeki bütün girişimlerin bu şablona mutlaka uymak zorunda olduğunu söylemek mümkün değilse de pratik örnekler böylesi bir süreci doğrulamaktadır. Devletler arasındaki uluslararası örgütlenmelerin en eski örneği olan İngiliz Uluslar Topluluğu tarihsel sürekliliği yansıtması bakımından kendine özgü bir modeldir. Bu modelin ayırıcı özelliği, üyeler arasında var olan ilişki biçiminin şu veya bu şekilde sürdürülmesi isteğine ve iradesine dayanır. Bu ilişki biçimini sürdüren temel faktörlerin başında üyelerin birbirlerine bağlılığı ve ortak kaygı nedeni olan sorunlar karşısında ortak bir tutum belirleme iradesi- 157 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye nin varlığıdır. Ancak bu etkin dinamiğe rağmen İngiliz Uluslar Topluluğunun zaman içinde giderek sembolik bir birlik haline dönüştüğü ve etkisizleştiği gerçeğine de işaret etmek gerekir. Bir diğer önemli nokta da İngiliz Uluslar Topluluğu düşüncesinin kaynağında ABD’nin bağımsızlığının yer aldığı gerçeğidir. Diğer bir ifadeyle, böylesi bir birlik kurma düşüncesi, İngiliz İmparatorluğu’nun kendi coğrafyasında meydana gelmesi muhtemel diğer devrimci başkaldırı hareketlere karşı bir tedbirine işaret etmektedir. Amerikan devrimi, İngiliz İmparatorluğu’ndan ayrışma taleplerinin başarıya ulaşmasına çok somut bir örnek olarak değerlendirilmiş ve benzer hevesleri olabilecek diğer unsurları birlik içinde tutmanın bir yolu olarak İngiliz Uluslar Topluluğu fikri hayata geçirilmiştir. BDT’nin ortaya çıkışı da aşağı yukarı benzer bir şablon dâhilinde gerçekleşmiştir. Aralık 1991’de Alma Ata Bildirisi ile kurulan BDT Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin artık tarih sahnesinden çekildiğini gösteren bir örnek olmuştur. Bu topluluk, var olan meşru bir devletin dönüşümü neticesinde eski üyelerin artık üyelikten çıkmalarına işaret etmektedir. Üyelikleri sona eren devletleri bir şekilde bir arada tutmak isteyen Rusya Federasyonu yeni girişimin motoru işlevini görmüş ve büyük ölçüde, meydana gelen dönüşümün sancılı olmaması için bu fikre öncülük etmiştir. 3.3. Girişimlerin Hukuki Perspektifi Hukuki açıdan bakıldığında ise uluslar topluluğu türü örgütlenmeleri “ortak devletler” (associated states) olarak değerlendirmek mümkündür. Bu tür örgütlenme biçimi daha çok gevşek bir işbirliği modelini öngörmektedir. Ancak yine de söz konusu işbirliğinin çerçeve, kapsam ve içeriğini belirleme konusunda tarafların irade ve tercihleri ön plana çıkmaktadır. Bu tür toplulukların uluslararası hukuk önünde süje olarak kabul edilip edilemeyeceği yine üye unsurların aralarındaki hukuki ilişki işe belirlenebilmektedir. Bununla birlikte pratikte görülen örnekler, ulus topluluklarının bir uluslararası hukuk kişisi olmadıklarını göstermektedir. Ancak yine de gevşek de olsa ulus topluluklarını bir araya getiren ortak kurumlardan söz etmek mümkündür. Örneğin İngiliz Uluslar Topluluğu ortak bir sekretaryaya sahiptir. Yine üyeleri arasında, devlet başkanlarının katıldığı periyodik konferanslar düzenlenmektedir. Yine belli bakanların katılımı ile toplantılar göze çarpmaktadır. Topluluk ilişkisi bağlayıcı bir ilişki türü olmayıp elverişli bir tartışma forumu işlevi görmek158 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye tedir. Topluluk üyesi devletler arasındaki ilişkiler yine belli başlı özellikler göstermektedir. Örneğin elçiler yüksek komiser olarak adlandırılmaktadır. Benzer kurumsal yapılara BDT örneğinde de rastlanmaktadır. BDT Tüzüğü bağlayıcı bir uluslar arası antlaşma olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla İngiliz Uluslar Topluluğu örneğine göre daha kurumsal bir düzenlemeden söz etmek mümkündür. Söz konusu tüzük, egemenliğe saygı, devletlerin toprak bütünlüğünün korunması, halkların self-determinasyon hakkı, güç kullanma yasağı ve ihtilafların barışçıl yollarla çözümü gibi bir dizi prensibe atıfta bulunmaktadır. Yine tüzüğe göre BDT bir devlet veya supranasyonel bir örgüt değildir; ancak yine de koordinasyonu sağlayan bir dizi kurumun ihdası tüzükte yer almaktadır. BDT’nin en yüksek organı Devlet Başkanları Konseyi olup ortak çıkarların olduğu alanlarda üye devletlerin aktiviteleri ile ilgili karar almaya yetkilidir. Hükümet Başkanları Konseyi ise üye devletlerin yürütme organları arasında işbirliği ve koordinasyondan sorumludur. Yine bir Dışişleri Bakanları Konseyi kurulmuş ve Ekonomik Birlik ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Sözleşmeleri kabul edilmiştir. Bu da İngiliz Devletler Topluluğu’nun aksine BDT’nin uluslararası hukuk kişisi olarak değerlendirilmesinin imkân dâhilinde olduğunu göstermektedir. İngiliz Uluslar Topluluğu’nun resmi tanınmasına işaret eden en önemli hukuki belge BM Genel Kurulu’nun 1192 (XII) sayılı kararıdır. Bu kararın eki topluluğu dolaylı da olsa resmi olarak tanımış ve bir grup olarak dikkate almıştır. Genel Kurulun bu kararı kabul etmesi bir yönüyle ayrıca topluluk ülkelerinin resmi açıdan bir grup olarak tanınmak istediklerini göstermesi bakımından önemlidir. Ancak bu ulusların bir grup olarak tanındıkları tek yer BM Genel Kuruludur. Tarihsel olarak ise İngiliz Uluslar Topluluğunun gayri resmi tanınması çok daha belirgin olmuştur. Güvenlik Konseyi’nde geçici üyelerden bir tanesinin topluluk üyesi olması özellikle Soğuk Savaş döneminde bir gelenek haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak da topluluk, Güvenlik Konseyi’nde hemen hemen her dönem üye sayısına göre aşırı bir biçimde temsil edilmiştir. Aynı şekilde Ekonomik ve Sosyal Konsey de İngiltere’nin yanı sıra en azından bir sandalyeyi topluluk üyesi ülkelere ayırmıştır. Topluluğun BM organlarında aşırı temsili ayrıca kendini önemli Kurul ve komite pozisyonlarında da göstermiştir. 159 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 3.4. Topluluğun Çıkarı-Üye Devletlerin Çıkarları Topluluk içinde yer almak özellikle dünya politikasında nispeten önemsiz bir yere sahip olan ülkeler için oldukça cazip olabilmektedir. Örneğin Dekolonizasyon döneminde bağımsızlığını kazanmış olan Tanganika diplomatlarının önemli bir kısmı Yeni Zelanda dışişleri bürokrasisinde diplomatik eğitim almıştır. Bu diplomatlar topluluk üyesi ülkeler arasında cereyan eden bilgi akışına kolayca adapte olabilmiş ve dolayısıyla istihbarat anlamında ciddi bir problemle karşılaşmamışlardır. Toplulukta ortak üyelik delegelerin çok daha iyi imkânlara kavuşması anlamına gelmektedir. Örneğin topluluk üyeliği olmadan Avustralya, Kanada, Hindistan, Nijerya ve Yeni Zelanda arasındaki temasın çok daha sınırlı olacağını öngörmek mümkündür. Topluluk üyeliği ise bu birbirinden uzak ve normalde ayrık olması beklenebilecek olan ülkeler arasında somut bir temas olanağı sağlamakta ve belli bir düzeyde ortaklık ve aidiyet hissini vermektedir. Bu faydalarına karşın topluluk üyesi ülkelerin, topluluğun motoru olan öncü devletlerin politikalarına tabi olma ve bu devletlere uygun pozisyon geliştirme zorunda kalmaları da muhtemeldir. Bandwagon etkisi denen bu topluluğa uyma eğilimi hükümetleri, normalde desteklemeyecekleri proje ve girişimlere dâhil olmaları gibi birtakım olumsuzlukları da beraberinde getirebilecektir. Dikkate alınması gereken diğer bir önemli nokta da güçlü bir örgütlenmeye sahip olmadığı için aslında topluluk çıkarlarından ziyade topluluk üyesi ülke çıkarlarından söz edilmesi gerektiğidir. Üye ülkeler tarafından dile getirilen talepler daha ziyade ulusal çıkarlar ile ilgilidir. Bu nedenle de bu çıkarlar, topluluk çerçevesinde güvence altına alınamıyor ise üye ülkenin topluluktan ayrılması kaçınılmaz olmaktadır. Bu büyük ölçüde topluluğun kurumsal bir yapısının olmamasından kaynaklanmaktadır. İngiliz Uluslar Topluluğunun ortak bir gücü, bir merkezi veya kurumu yoktur. Sadece Londra’da faaliyet gösteren birkaç koordinasyon merkezi ile yarı resmi ve gayri resmi birkaç küçük ofis göze çarpmaktadır. Yazılı bir tüzüğü, bayrağı veya yöneticisi bulunmamaktadır. Topluluğun üye ülkeler arasında barış ve istikrar yaratma işlevi de son derece sınırlı düzeyde kalmıştır. Somut bir veri olarak topluluk üyesi hiçbir ülkenin diğer bir üye ile ilgili olarak bir ihtilafı Uluslararası Adalet Divanı yargısına götürmediğini söylemek mümkündür. Diğer bir ifadeyle sınırlı olsa 160 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye topluluğun üye ülkeler arasında çatışmaları caydırıcı özelliğinden söz edilebilir. Bununla birlikte üye ülkeler arasında var olan ihtilafları çözmede veya hafifletmede topluluğun yapıcı ve belirgin bir etkisini görmek mümkün değildir. Bu çerçevede verilebilecek en önemli örnek Pakistan ile Hindistan arasındaki ihtilaflardır. Bu ihtilafların çözümünde topluluk herhangi bir tavır belirlememiştir. Dolayısıyla, topluluğa üye olmaları, Hindistan ile Pakistan’ın kendi aralarındaki ikili sorunların çözümüne herhangi bir katkıda bulunmamıştır. 3.5. Osmanlı Milletler Topluluğu: Yeni Bir Girişim Bu değerlendirme, OMT düşüncesinin Türk dış politikası açısından bakıldığında mutlaka göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelir mi? Elbette ki bunun cevabı o kadar kolay olmayacaktır. Burada önemli olan nokta, karar verme süreci için politika yapmayı kolaylaştıracak bir zeminin ortaya konulabilmesidir. Bu da OMT için gerçekçi bir hukuki ve siyasi zeminin var olup olmadığının tespiti ile mümkün olabilecektir. Bir OMT fikrini ve yapılanmasını mümkün ve hatta mantıklı kılan birtakım yerel ve küresel eğilim ve gerçeklerden söz etmek mümkündür. Her şeyden öte özellikle ulus devletin yeni bir forma kavuşması ile birlikte dönüşüme uğraması ve bununla bağlantılı olarak işbirliği ve entegrasyon hareketlerinin hız kazanması yeni ve çoğu kere karmaşık bir siyasi örgütlenmeyi öne çıkarabilmektedir. Politika yapıcılar açısından bu son derece dinamik ve ama bir o kadar da kaygan bir fırsatlar dünyasına işaret etmektedir. Bu dinamizm yine çoğu kere radikal ancak öngörü ile dolu yeni bir duruş belirlenmesini de zorunlu hale getirebilmektedir. Bu çerçevede, Orta Doğu bölgesi için 20. yüzyılın başlarında ve takip eden dönemlerde biçilen ulus devlet şablonunun bölge gerçeklerini ve önceliklerini yansıtmadığını tartışmak gerekmektedir. Bir siyasal örgütlenme modeli olarak Batı medeniyeti dinamikleri ve önceliklerinin -ciddi bir bedel ödenmek karşılığında- bir ürünü olarak ortaya çıkan ve yegâne siyasi model olarak benimsenen ulus devlet bugün gerek bölgede ve gerekse de Afrika’da ciddi sistemik ve yapısal krizlerin sorumlusu olarak gösterilebilmektedir. Ulus devleti her türlü sorunun temel kaynağı olarak göstermek abartılı ve kolaycı bir yaklaşım olsa da bölgede ortaya çıkan birçok devletin uluslaşma sürecini başaramadığını söylemek çok ta yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Batı 161 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dünyasının aksine Orta Doğu ulus devlet ile ilgili sorunları kendi öncelik ve medeniyet kodlarına göre ele alamamış ve çözememiştir. Bunun bir sonucu olarak bölgede belki de çok az yerde ulusal kimlik bir bireyin kendini tanımlamasında öncelikli bir yere sahiptir. Diğer bir ifadeyle, çoklu kimlik bilincinin artık kanıksandığı bir dünyada bile ulus devlet aidiyeti ve milliyet hissi hala özellikle Batı dünyasında ciddi bir yere sahipken Orta Doğu halkları ve toplumları açısından aynı şeyi söylemek o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle mesela Irak topraklarında yaşayan bir kişi için kendini tanımlamada Iraklılık belki nispeten daha önemsiz bir kimlik aidiyeti olabilmektedir. Yine aynı nedenden ötürü siyasi bloklaşma veya mevzilenmeler de etnik, dini veya mezhepsel hatlar boyunca oluşabilmektedir. Homojen olmaktan son derece uzak olan Orta Doğu devletlerinde kabile ve mezhep dinamikleri kimlik tanımlamasında belirgin bir role ve önceliğe sahipken demokratikleşme aşamasında olan toplumlarda bile siyasi olarak yarışan grupların somut siyasi ideoloji ve projelerden ziyade bu öncelikleri dikkate alarak yarışa katıldıkları gözlenmektedir. Örneğin Irak’ta şekli bir demokrasi olmakla birlikte bu ülkede yarışan grupların temel dinamiğini Şiilik, Kürtlük veya Sünnilik belirlemektedir. Bunun demokrasi açısından sağlıklı bir siyasi ortama işaret etmediği açıktır. Seçmenler açısından tercih nedeni bu durumda etnik aidiyet veya kabile bağları olmakta bu da ülkede sayıca üstün ve etkin olan grubun daima veya genellikle siyasi yönetimi elinde bulundurabileceği anlamına gelmektedir. Yine bu durum demokrasinin normalde özünde olması gereken serbest ve adil yarış ilkesine ciddi zarar vermektedir. Bununla birlikte yeni dönemin veya yaşanmakta olan dönüşümün bu problemi de ortadan kaldıracak yeni fırsatlar sunması olasılığı da mevcuttur. Uluslaşma fırsatı vermeyen ve bölge gerçeklerine uymayan siyasi modelin sorun üretmesi veya en azından ortaya çıkan problemlere deva olamaması başka alternatifleri de gündeme getirmektedir. Bu alternatiflerin arasında şu veya bu şekilde gerçekleştirilmesi muhtemel bölgesel entegrasyon da vardır. Böylesi bir entegrasyonun düzeyi ve içeriği elbette ki konjonktür şartlarına ve ilgili aktörlerin tercih ve iradelerine bağlı olacaktır. Ancak küresel bir entegrasyon ve işbirliği temayülünün gözlendiği bu dönemde bölgenin de aynı temayülden etkilenmemesi söz konusu değildir. 162 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye Bu da bir işbirliği modeli olarak OMT düşüncesinin en azından bir şansının olabileceği anlamına gelmektedir. Fakat elbette ki bunun içerik ve sınırlarının çok iyi tahlil edilerek belirlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde mevcut sorunlardan çok daha çetrefil sorunlara yol açması ihtimali söz konusu olabilecektir 3.6. Türkiye’nin Osmanlı Milletler Topluluğu’ndaki Yeri ve Potansiyeli Bu çerçevede OMT düşüncesinin etkili ve üretken bir çözüm yolu olarak tasarlanabilmesi için birkaç önemli noktanın altını çizmek gerekmektedir. Her şeyden öte bölgenin Türkiye’den böylesi bir beklentisi olup olmadığının belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde bölge ülkelerini bir araya getirme çabasının Türkiye kaynaklı bir inisiyatif olarak algılanması ve dolayısıyla da tepkiyle karşılanması riski ortaya çıkabilecektir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan yeni durumda Türkiye’nin bir tür ağabeylik rolü üstleniyormuş görüntüsü vermiş olmasının olumsuz siyasi sonuçları ortadadır. Bugün Türkiye’nin Orta Asya ile bağlantısı ve işbirliği düzeyi olabileceğinin oldukça altındadır. Bunun temel nedenlerinden bir tanesinin Türkiye’nin niyetleri ile ilgili olarak bölgede duyulan kaygı olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmayacaktır. Buna ilave olarak bölge ülkelerinin ve toplumlarının Türkiye’den bu yönde bir beklentisi olsa bile nihai tahlilde bu talepleri dile getirenlerin üzerinde oturduğu siyasi destek zemininin de iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin olası bir öncü ve lider rolü hangi elitler, gruplar veya siyasi aktörler tarafından desteklenmekte veya kabul görmektedir? Türkiye’nin böylesi bir rolü ile ilgili olarak genel bir oydaşmadan söz etmek mümkün müdür? Halkın mesela önemli bir kısmının Türkiye’den böylesi beklentiler içinde olması bu yönde siyasi inisiyatif almak için yeterli olacak mıdır? Bu ve buna benzer sorular böylesine hevesli bir siyasi proje konusunda eyleme geçmeden önce üzerinde mutlaka durulması gereken muhtemel sorun alanlarına işaret etmektedir. Orta Doğu elitlerinin ve topluluklarının Türkiye’ye yönelik birleştirici ve öncü rol beklentilerinin sağlıklı bir şekilde tespit edilebilmesi ise birinci elden bilgi ve analizlerin varlığına bağlı olacaktır. Rutin diplomatik faaliyetin dışında ciddi bir enformasyon ve istihbarat yapısının geliştirilmesi bu açıdan büyük önem kazanmaktadır. 163 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye ile ilgili beklentilerin belirlenmesi kadar Türkiye’nin bu beklentilere cevap verme kabiliyetinin de tespiti büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle Türkiye’nin gerek kendisine biçtiği bölgesel roller ve gerekse de bölgedeki aktörlerin kendisinden beklentileri doğrultusunda politika belirlemesi ve takip etmesinin önünde halen ciddi engeller bulunduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu engel ve sınırlar büyük ölçüde Türkiye’nin arabuluculuk rolünde kendini göstermektedir. Çoğunlukla Türkiye’nin iradesi ve tutumundan kaynaklanmasa da şimdiye kadar yaşanan örneklerde arabuluculuk girişimlerinde Türkiye ciddi engeller ile karşılaşmıştır. İstikrarlı bir biçimde bölgesel sorunlara müdahil olma ve yapıcı roller üstlenme politikasını sürdüren Türkiye, bu çerçevede İsrail ile Suriye arasında mevcut kronik sorunların çözümü için taraflar arasında arabuluculuk rolü oynamıştır. Bu girişimden daha önce ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde Irak’a komşu ülkeler konferansları toplayarak bölge ülkelerinin işgali önlemesi için tedbirler almaya çalışmıştır. İran’ın nükleer sorununda uzunca bir süredir aktif bir tutum benimseyen Türkiye bu ülke ile Batı devletleri arasında köprü olarak sorunun diplomatik yollarla çözümü için çaba sarf etmiştir. Bu yaklaşımın yakın tarihte iki önemli örneği bulunmaktadır. Bunlardan birincisinde Türkiye Lübnan’daki hükümet krizinin aşılması için tarafları ikna etmek için ‘Nasrettin Hoca’ diplomasisi izlemiştir. Pozisyonlarında inatçı davranan tarafları ikna etmek için her iki tarafa da yumuşak bir tavırla yaklaşan ve her iki tarafın da haklı olduğunu ima eden Türkiye Hizbullah’ın hükümetten çekilme kararından vazgeçmesini sağlayamamıştır. Lübnan’da hükümet krizine neden olan bu olaydan hemen sonra ise bu sefer doğrudan Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir girişim olan İran ile Batılı devletler arasında nükleer müzakerelerkonusunda da inisiyatif almaya çalışan Türkiye bunda da belirgin bir sonuç elde edememiştir. Müzakerelere ev sahipliği yapan Türkiye, sonuçsuz kalan süreçte tarafları aynı masada tutmaya gayret gösterdiyse de sürecin sonuçsuz kalmasını sadece belli bir süre için erteleyebilmiştir. Sonuçsuz kalan girişimlerin yanında elbette Türkiye’nin arabuluculuğu ile kısmen de olsa rahatlama sağlanan konular mevcuttur. Türkiye’nin Irak’ta hükümetin kurulması çalışmalarına katkısı nettir; bunda Türkiye’nin ülkedeki tüm gruplar ile yakın temas kurmasının önemli payı bulunmaktadır. Ancak bu durum Türk dış politikasının bölge sorunlarında 164 Orta Doğu’da Devrimler ve Türkiye rol oynayabilme kapasitesini sınırlayan birtakım faktörlerin olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bugün artık Türkiye’nin İsrail-Suriye arasında arabulucu olma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. İlginç bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu ile ilgili vizyonu ve iddiası İsrail ile ilişkilerini düzelmesine bağlıdır. Belki de İsrail’in Türkiye’nin taleplerine şimdiye kadar net cevap vermesinin ardında yatan temel neden budur. İran’ın nükleer ihtirasları ile ilgili sorunda ise şu an görünen Türkiye’nin büyük ölçüde devre dışı bırakıldığıdır. Nükleer takas anlaşması ile yaptırımlar arasına bağ kuran ve BM Güvenlik Konseyi toplantısında yaptırımlar aleyhine oy kullanan Türkiye artık süreçte Batılı devletler tarafından istenmemektedir. Bu da aslında Orta Doğu’nun kendine has bir realitesinin olduğunu göstermektedir. Orta Doğu sokaklarını kazanmak demek ki yeterli olmamaktadır; yönetici elitlerin kuşkuları ve başta ABD olmak üzere Batılı devletler ile kurdukları bağlar Türkiye’nin manevra alanını önemli ölçüde daraltmaktadır. ABD’nin bazı Orta Doğu ülkelerine milyarlarca dolarlık silah satışı yapması buna verilebilecek en güzel örnektir. Bunun yanı sıra aynı ülke içinde aktif farklı aktörlerin ülke dışı bağlantıları meseleleri girift hale getirebilmektedir. Lübnan örneğinde Hizbullah üzerindeki belirgin İran etkisi ve ülke dışında Suriye gibi diğer bölge ülkelerinin iç siyasete doğrudan etki edebilen potansiyelleri Türkiye’nin bölgede kendi vizyonunu uygulamasına engel teşkil etmektedir. Bu tabi ki Türkiye’nin tavrının yanlış olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak şimdiye kadar bölgesel sorunlarda iddialı tutumunun aksine belirgin sonuçlar elde edemeyen Türkiye bir süre sonra inandırıcılığını ve prestijini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilecektir. Suriye-İsrail arasındaki arabuluculuk sürecinde Türkiye’nin bu girişimini sekteye uğratan en önemli faktör İsrail’in pek de iyi niyetli olmayan tutumu olmuştur. Ancak burada önemli olan nokta şu veya bu şekilde Türkiye’nin bu rolünün sona erdirilmesidir. Diğer bir ifadeyle, nedeni ne olursa olsun Türkiye’nin devre dışı bırakılması bölgesel sorunlarda inisiyatif alma iddiasının daha sağlam temeller üzerine bina edilmesini zorunlu kılmaktadır. Niteliği ve içeriği ne olursa olsun Türkiye’nin öncü bir rol oynayacağı bölgesel bir işbirliği hareketi kaçınılmaz olarak Türk dış politikasının mevcut zaaf ve avantajlarından etkilenecektir. Bu nedenle Türk diplomasinin önündeki 165 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye engel ve sınırların gerçekçi bir analizinin yapılması işbirliğinin uzun ömürlü olmasını sağlamak açısından hayati öneme haiz olacaktır. Bu çerçevede böylesi bir bölgesel işbirliğinin Osmanlı vurgusundan kaçınması gereğinden söz etmek yerinde olacaktır. Son derece yerinde bir tavırla dış politika çizgisinin yeni Osmanlıcı bir tavır olmadığını istikrarlı bir şekilde ifade eden Türk dış politikasının bölgesel bir işbirliği girişiminde bulunurken Osmanlıya atıfta bulunması doğru olmayacaktır. Osmanlı imajının Orta Doğu bölgesinde yaşayan halklar nezdinde nasıl olduğundan bağımsız olarak böylesi bir vurgunun pratik bir faydası olmayacaktır. Bölgede Türk algı ve imajının son derece iyi olduğu bilinmekle birlikte aynı şeyi Osmanlı algısı için söylemek için elde yeterli veri bulunduğunu iddia etmek mümkün değildir. Diğer bir ifade ile Osmanlının bölge halkları nezdinde ne ifade ettiği hala net değildir. Bu nedenle bir işbirliği ve ortak gelecek projesini Osmanlı projesi haline dönüştürmek akıllıca bir fikir olmayacaktır. Kaldı ki bölgede Osmanlı imajı mükemmel olsa bile buna güvenmek ve buna atıfta bulunmak pratik olarak fazla bir fayda sağlamayacaktır. Türkiye Osmanlı geçmişinden ziyade bugün sahip olduğu potansiyel ve etkiye güvenmek ve ona göre bölgesel işbirliğine dayalı bir gelecek vaat etmek durumundadır. Son olarak OMT türü bir siyasi işbirliği modelinin bir entegrasyon biçimi olmadığını hatırlatmak gerekir. Bu açıdan bu girişimin rahatlıkla ölçülebilir somut sonuçlar vermesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ancak bu, böylesine hevesli bir girişimin yararsız olacağı anlamına gelmemektedir. Bir yönüyle bu bir prestij projesi olarak algılanmalı ve geniş tabanlı bir işbirliğinin ilk öncülü olarak sunulabilmelidir. Osmanlı’ya vurgu yapmadan Türkiye’nin potansiyelini ve bölgeye barış yayma misyonunu yansıtacak geniş tabanlı siyasi işbirliği bölgenin sosyal ve siyasal gerçeklerini de yansıtmak durumundadır. Bu çerçevede bunu devletler arası örgütlenmeden ziyade bir milletler topluluğu formatında düşünmek yerinde olacaktır. Böylesi bir tercih bir yönüyle Türkiye’nin yeni coğrafi muhayyilesi ile de uyumlu olacaktır. Devletler arasında var olan hukuki sınırları çiğnemeden ama bu sınırların yarattığı kısıtlamaları anlamsız kılacak şekilde tasarlanmış bir işbirliği modeli bölge kavimleri ve milletlerine cazip gelebilecek ve gelecekte yapısal problemlere de çözüm getirebilecektir. 166 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak ARAP BAHARI ÜZERİNDEN AVRASYA-ATLANTİK REKABETİNİ YORUMLAMAK Barış DOSTER* Orta Doğu, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel boyutlarıyla uluslararası ilişkilerin merkezinde yer alan bir bölgedir. Büyük uygarlıkların kök salıp geliştiği, derin çelişkilerin kurumsallaştığı, keskin rekabetlerin eksik olmadığı bir coğrafyadır. Tek tanrılı dinler, kadim medeniyetler burada doğmuş, Tasavvufun derinliklerine burada inilmiş, Arap-İsrail Savaşları burada çıkmıştır. Bu nedenle, Orta Doğu’nun bugünü üzerine yorum yaparken, geçmişini unutmamak, her zaman dikkate almak gerekir. Zira tarihsel bellek ve geçmişteki algılar, Orta Doğu’da bugünü de geleceği de çok fazla şekillendirir, etkiler, yönlendirirler. “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç de bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Bölgenin tarihi, birikimi, deneyimi, donanımı, kabiliyeti, toplum yapısı, insan malzemesi gözetilerek yorumlanmalıdır. Orta Doğu’nun, batıdan ithal modellerin, rejimlerin, kavramların yürürlükte olmadığı, dolaşıma girmediği bir bölge olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Orta Doğu’da öne çıkan sorunlar değişkendir, karmaşıktır. Bu nedenle uzun vadeli bakış açısı geliştirmek oldukça zordur. Arap-İsrail anlaşmazlığı başta olmak üzere, bir dizi yapısal sorun vardır. Enerji kaynakları açısından zenginliği nedeniyle, asırlardır büyük devletlerin çıkar çatışmalarına sahne olması da sorunların çözümünü güçleştiren önemli bir etkendir. Orta Doğu denince akla öncelikle İslam dünyası, Filistin meselesi ekseninde * Doç. Dr., Marmara Üniversitesi 167 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye şekillenen Arap-İsrail uyuşmazlığı, enerji zenginliği ve su kıtlığı gelir. Dünya nüfusunun ve yüzölçümünün yüzde yirmiden fazlasını oluşturan İslam âlemi, kimi temel hammadde kaynaklarında yüzde elliden fazla paya sahiptir. Ancak küresel üretimdeki payı yüzde 4’tür. Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul ülkesindeki kişi başına ulusal gelir 500 katı bulurken, bu uçurum İslam dünyasında daha derindir. Dünyanın en zenginleri listesinde çok sayıda Arap şeyhinin ismi bulunsa da, İslam Konferansı Örgütü’ne üye en az gelişmiş ve düşük gelirli ülkelerin nüfusu, örgüt üyesi ülkelerin toplam nüfusunun yüzde 67’sidir. İslam âleminin ve Arap dünyasının geri kalmışlığı, ekonomik zayıflığı, siyasi güçsüzlüğü, sanayi, bilim ve teknolojideki geriliği, alt kimlikler, feodal aidiyetler, Ortaçağ kalıntısı mensubiyetler üzerinden bölünmüşlüğü, sadece ülkelerin içindeki kutuplaşmayı, çatışmayı değil, İslam ülkeleri arasındaki rekabeti hatta kimi zaman savaşları da beslemektedir. Toplumsal yapının, siyasal kültürün genellikle mezhep, etnisite, kabile, aşiret ilişkileri üzerinde yükselmesi, bu ülkelerin batılı büyük güçler tarafından sömürülmesini, kullanılmasını kolaylaştırmaktadır. Orta Doğu’da ABD karşıtlığı çok yüksek olduğu halde, ABD’nin iktidarlar üzerinde büyük nüfuzu, enerji kaynakları üzerinde etkili denetimi, siyasal seçkinler üzerinde dikkat çekici ağırlığı vardır. ABD’nin İsrail’le stratejik müttefik olması bile, Körfez’deki Arap ülkeleri üzerindeki etkinliğini sarsmamaktadır. Arap Baharı’ndan Demokrasi Çıkmadı “Arap Baharı” denilen süreç, Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı seyyar satıcı gencin 17 Aralık 2010’da kendisini yakmasıyla başlamıştır. Ancak sürecin başlamasının üstünden 2.5 yıldan fazla zaman geçtiği halde, “bahar”ın geldiği ülkelere demokrasi gelmemiştir. Eylemlerin başladığı Tunus’ta istikrar sağlanamamıştır. Arap dünyasının kalbinin attığı Mısır’da iki kez lider değişmesine, yeni anayasa kabul edilmesine karşın, gerginlik sürmektedir. Petrol zengini Suudi Arabistan’ın desteğiyle ayakta kalabilen Bahreyn’de rejim sıkıntılıdır. Ürdün’ün geleceği hakkında karamsar yorumlar yapılmaktadır. Rejimin kanlı şekilde sona erdiği Libya’nın bütünlüğü tartışılmaktadır. 2011’in Mart ayında olayların başladığı Suriye’de ise Cumhurbaşkanı Esed, ABD ve müttefiklerinin baskılarına, Rusya, Çin ve İran’ın da desteğiyle direnmektedir. 168 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Arap Baharı’na ilişkin olarak bölgedeki iktidar boşluğuna ve şekillenen yeni güç ilişkilerine dikkat çekenlerin sayısı artmaktadır. Örneğin Japonya’nın eski savunma bakanı Yurike Koiki’ye göre; Orta Doğu’nun siyasi eko-sisteminin bozulmaya başlamasının arkasında bölgede şekillenen “iktidar boşluğu” vardır ve bu boşluk şu 3 vektörün bileşkesinden oluşmaktadır: Birincisi, ABD’de enerji alanında yaşanan gelişmeler, bu ülkenin Orta Doğu kaynaklarına bağımlılığını azaltmıştır. İkincisi, ABD hegemonyası gerilerken Çin’in yükselmesi, Batı merkezli dünya sisteminin sürdürülebilmesi açısından, Uzakdoğu, Pasifik havzası ve Afrika’nın önemini artırmaktadır. Üçüncüsü, Afganistan ve Irak savaşlarının son verilere göre 6 trilyon dolara ulaşması beklenen faturası, “askeri sınaî kompleksi” beslemekle birlikte, artık ABD bütçesi açısından taşınamayan bir mali yük oluşturmaktadır. Bu üç vektörün bileşkesinde oluşan iktidar boşluğunun Orta Doğu jeopolitiğine getireceği yeni “eko-sistemi” düşünürken çok dikkatli olunmalıdır. ABD’nin bölgedeki jeopolitik gelişmeleri belirleme gücünün azalması, bu boşluğu bir başka ülkenin doldurabileceği anlamına gelmemektedir. Diğer bir deyişle, ABD’nin bu boşluğu bir başka ülkenin (onu stratejik müttefik olarak tanımlasa bile) doldurmaya kalkmasını kabul edeceğini sanmak, büyük yanılgıdır.1 Arap Baharı başladıktan sonra ABD, Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de kendisine yakın duran liderlere, yükselen ABD karşıtlığını da dikkate alarak, sahip çıkmamıştır. Müttefiklerini gözden çıkarmış, yorulan yüzlerin yerine yenisini koymanın yollarını aramış, başarılı da olmuştur. Libya’da emperyalizm karşıtı söylemleriyle öne çıkan Kaddafi devrilmiş, ülkenin zengin enerji kaynakları ABD’li şirketlere açılmıştır. ABD, bölgede kendi çevresinde bir Şii hilali örmeye çalışan İran’ın, Filistin davasının hamiliğini, İslam dünyasının liderliğini üstlenme çabalarına, Irak’ta artan etkisine engel olmayı amaçlamaktadır. Tahran’ın bölge merkezli politika arayışlarını dizginlemek, İsrail’in güvenliğini pekiştirmek, mümkünse Filistin meselesini İsrail’i tatmin edecek şekilde çözmek, enerji kaynakları üzerindeki denetimini tahkim etmek için çalışmaktadır. 1 Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu Isınmaya Devam Ediyor,” Cumhuriyet, 1 Nisan 2013, Erişim tarihi: 1 Nisan 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/412806/Ortadogu_Isinmaya_Devam_Ediyor.html#. 169 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Arap Baharı sonrasında, Atlantik cephesi yani ABD ve müttefikleriyle küresel ölçekte Rusya ve Çin, bölgesel ölçekte ise İran’ın öne çıktığı Avrasya güçleri arasındaki rekabet en belirgin ve keskin biçimde Suriye’deki olaylarda görülmüştür. Arap Baharı’nın son durağı olan, ama süreci en uzun, en kanlı yaşayan Suriye’de bir tarafta ABD’nin başını çektiği, İngiltere, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan oluşan Esed karşıtı cephe, diğer tarafta ise Rusya, Çin, İran ve Irak’tan oluşan cephe vardır. Bu cepheleşme sadece bölgesel ölçekte değil, Kuzey Kore’den Latin Amerika’ya dek uzanan küresel ölçekte bir cepheleşmedir. BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye karşıtı karar tasarıları gündeme geldiğinde, Rusya ve Çin veto kartını kullanmışlardır. Suriye’ye yönelik askeri müdahaleye kesinlikle karşı çıkmışlardır. Bunu yaparken ABD ve müttefiklerini, Suriye’nin içişlerine müdahale etmekle, çatışmaları kışkırtmakla, terörist gruplara destek vermekle suçlamışlardır. Libya’da göstermedikleri direnci Suriye’de gösteren Moskova ve Pekin, ABD’nin sadece Suriye politikasını değil, İran politikasını da eleştirmektedirler. Tahran’ın içişlerine karışılmasına, ambargolara, tek taraflı yaptırımlara karşı çıkmaktadırlar. İran’a doğrudan veya dolaylı, ABD’nin tek başına ya da müttefikleriyle birlikte müdahalede bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadırlar. İran’ın nükleer çalışmaları nedeniyle batıyla yaşadığı gerginlikte barışçı yollardan çözümü önermektedirler. ABD’nin enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığını bilen Rusya ve Çin, İran’ın nükleer faaliyetlerine sert tepki vermemektedirler. Bu nedenle sadece ABD’nin değil, Türkiye ve Körfez’deki Arap ülkelerinin Suriye ve İran politikalarını da eleştirmektedirler. Nitekim Rusya ve Çin’in kararlı tutumu nedeniyle ABD, ne Suriye’ye ne de İran’a askeri müdahale yapmaya yanaşmamaktadır. Körfez’deki Sünni Arap rejimlerinin ve İsrail’in bu yöndeki baskılarına rağmen, sıcak çatışmayı göze alamamaktadır. İsrail’in İran’ı vurması halinde, İran’ın İsrail’e yanıt vereceğini bilmektedir. İran yanıt verdiği anda, Türkiye’deki füze kalkanı radarı devreye sokulacaktır ki, bu da Türkiye’nin İran’ın doğrudan hedefi olması demektir. Son dönemde ABD üzerinden gelişmekte olan NATO-İsrail yakınlaşmasına bu açıdan da bakmak gerekir. O yüzden ABD, bölgedeki iki önemli müttefiki olan Türkiye ve İsrail arasındaki gerginliğin bitmesi için devreye girmiştir. 170 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak İran’ın, Irak ve Suriye’deki etkinliği, Filistin davasına verdiği destek ve ABD, İsrail karşıtı söylemleri sayesinde, Körfez’deki rejimler arasında olmasa bile, halklar arasında artan itibarı da ABD’nin elini zayıflatmaktadır. Şii-Sünni gerginliğinin yükseldiği bir dönemde artan İran etkisi, onun tarihsel olarak rekabet ettiği Türkiye’yle ilişkilerine de yansımaktadır. Nitekim Suriye meselesinde tam zıt cephelerdedirler. Tahran, Esed devrildiği takdirde sadece Suriye’de kaybetmeyeceğini, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas üzerindeki etkisini önemli ölçüde yitireceğini bilmektedir. O bağlamda hem İran hem de Suriye, Türkiye’nin İsrail’le yaşadığı gerginliğin göstermelik olduğunu, bu yolla İslam dünyasında, Arap aleminde öne çıkmaya çalıştığını açıklamışlardır. Türkiye’yi ABD’nin bölgedeki sözcülüğünü yapmakla, Suriye’nin içişlerine karışmakla suçlamışlardır. İsrail’in Türkiye’den özür dilemesini de, Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıya değil, Suriye meselesinde sıkışan Türkiye’yi rahatlatma çabasına bağlamışlardır. Türkiye’nin füze kalkanı radarına ve sonra da patriot füzelerine topraklarını açmasını, İsrail’i korumaya yönelik adımlar olarak nitelemişlerdir. Bunalım Dönemselim Mi, Yapısal Mı? Batı ittifakının siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel olarak gerileyişi, hatta sistem bunalımı yaşadığına ilişkin yapılan tartışmalar, doğuda yükselen güçlerin elini kuvvetlendirmektedir. Yaşadığı bunalamı aşamayan Avrupa Birliği’nin (AB) dış politikada ağırlığının olmadığı bir kez daha görülmüştür. ABD’nin bir diğer müttefiki Japonya, Asya’daki iktisadi liderliğini yitirmiştir. Ekonomik olarak zayıflayan ABD, sadece İran ve Suriye konularında değil, pek çok konuda Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki direncini aşamamaktadır. Bir zamanlar “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da büyük güç ve itibar kaybetmiştir. Nitekim artık ABD’deki bazı uzmanlar, Suriye’de Esed’ın devrilmesinin hayli zorlaştığını, ABD için en iyi çözümün “gücü azaltılmış bir Esed” olduğunu dillendirmeye başlamışlardır. Dünya ekonomisindeki ağırlığın batıdan doğuya kaymasına ilaveten son yıllarda dünya ekonomisinde kısaca “BRICS” denen, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan ülkeler bloğu öne çıkmaktadır. BRICS üyeleri, Dünya Bankası’na alternatif olacağını belirttikleri ortak bir banka kur171 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye mayı kararlaştırmışlardır. IMF’yi, para verme karşılığında üye ülkelerin kotasını yükseltmeye çağırmışlardır. Çin, küresel krizlerin önlenmesi amacıyla IMF’ye 43 milyar dolar, Rusya ise 10 milyar dolar katkı sağlayacaklarını açıklamışlardır. Dünya nüfusunun yüzde 42’sine, küresel ticaretin yüzde 18’ine sahip olan BRICS ülkeleri, ABD dolarının ticari işlemlerdeki egemenliğine de karşıdırlar. İran’ın nükleer programı, Suriye bunalımı, küresel ekonomik kriz gibi konularda ortak tavır takınmaktadırlar. Dünya Bankası’na göre; 2025’te küresel ekonomik büyümenin yarısı BRICS ülkelerinden kaynaklanacaktır. Dünya enerji kaynaklarında denetim batının çokuluslu şirketlerinden Çin ve Rusya’nın devlet şirketlerine geçecektir. BM, IMF, G-8 ve G-20 ülkeleri eski güçlerini yitirirken, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) güçlenecektir. Değişmekte olan bu ekonomik dengeler nedeniyle pek çok ülke son dönemde artan hızla dış ticarette dolardan uzaklaşmakta, ulusal para birimlerine yönelmektedir. Örneğin; Japonya ile İran arasındaki petrol ticaretinde dolar kullanılmamaktadır. Çin, ulusal para birimi olan Yuan’ın dünya ticaretinde daha etkin olarak kullanılmasına çalışmakta, bu konuda BRICS ülkelerinin desteğini almaktadır. Tek odaklı dünya, sadece siyasi olarak değil, iktisadi olarak da yerini birkaç kutuplu dünyaya bırakmanın sancılarını çekmektedir. Gerileyen Güç: ABD ABD siyasi, iktisadi, askeri olarak gerileyen bir süper güçtür. Ancak gerilemesine karşın dünyanın en büyük ekonomisine, en güçlü ordusuna sahiptir. Küresel çapta kurduğu hegemonyaya direnebilecek bir gücün ortaya çıkmasını istemese de, bu üstünlüğünü korumaya ekonomisi elvermemektedir. 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana dünyanın en güçlü ekonomileri arasında öne çıkan ABD, 1960’tan sonra dünyanın toplam gelirinin yüzde 30’unu üretmektedir. Yıllık federal kamu harcamaları kabaca 3.5 trilyon dolar, bütçe gelirleri ise 2.4 trilyon dolar olan ABD, küresel bunalımı atlatmakta zorlanmaktadır. Milli geliri 15.5 trilyon dolar olan ABD’nin kamu borcu 28 Temmuz 2013 itibariyle 16.738 trilyon dolardır.2 2 “The US Government Debt,” Erişim tarihi: 28 Temmuz 2013, http://www.usgovernmentdebt. us/. 172 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak İktisadi gerileyişe koşut olarak ABD, siyasi ve askeri olarak da gerilemektedir. Afganistan işgalinin maliyeti artmış, süresi uzamış, oldukça yıpratıcı olmaya başlamıştır. O nedenle ABD, farklı arayışlara yönelmiş, Taliban ile müzakerelere başlamıştır. NATO’daki müttefiklerinden daha çok özveride bulunmalarını istemiştir. ABD, 2003’te işgal ettiği, 2011’de çekildiği Irak’ta da tüm hedeflerine ulaşamamıştır. Irak’ın iç siyaseti ve enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olsa da, ülkenin kuzeyinde kendi güdümünde bir bölgesel yönetim kursa da, Irak iç savaşın eşiğine gelmiştir. Etnik, mezhepsel temelde bölünme riski artmıştır. İran’ın Irak’taki etkisi ise en üst düzeye çıkmıştır. Bölgesel dinamikler de ABD’nin bölge politikalarına karşıt biçimde gelişmiştir. Özellikle İran, sadece Irak’ta, Körfez bölgesinde değil, tüm Orta Doğu’da ABD karşıtı mücadelenin lideri konumuna gelmiştir. Bu sayede sadece Irak ve Suriye üzerinde değil, Lübnan ve Filistin’de de etkisi artmıştır. Bu etkinlik hem bölgede hem de Irak’ta ABD’nin politikalarını zora sokmuştur.3 Tüm bunlar ABD’nin ağırlığını Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kaydırmasını hızlandırmıştır. Ancak dünya üzerinde bin dolayında askeri üssü ve tesisi bulunan ABD’nin, bu yükü sadece siyasi ve askeri açıdan değil, ekonomik açıdan da taşıması zordur. Soğuk Savaş döneminde SSCB’yi ekonomik rekabete zorlayan, onu yorucu, yıpratıcı bir yarışın içine çekerek dağılmasını hızlandıran ABD, günümüzde rakiplerine bunu yapacak güçte değildir. Sadece Orta Doğu’da değil, diğer bölgelerde de tek başına davranabilme yeteneğini yitirmiştir. Bu yüzden Orta Doğu başta olmak üzere çıkarı olan her yerde, yerel-bölgesel güçlere geçmişe oranla daha fazla gereksinim duymaktadır. Bu gelişmeler ABD’yi, daha fazla içine kapanacağı, ekonomisi başta olmak üzere kendi sorunlarıyla daha çok ilgileneceği bir döneme sokmuştur. Nitekim İran ve Suriye konularındaki tutumu, öncelikle Rusya ve Çin’le birlikte çözüm aramaktan bahsetmesi, tek başına hareket etmeyeceğini, askeri müdahaleye taraftar olmadığını açıklaması, eski gücünde olmadığının kanıtlarıdır. Sadece ABD değil, Avrupa’daki önemli müttefikleri İngiltere ve Fransa da, özellikle Türkiye’nin, Suriye’de tampon bölge oluşturulması ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi önerilerine karşı çıkmışlardır. Tampon bölgenin doğuracağı 3 Meliha Benli Altunışık, “Orta Doğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken,” Orta Doğu Etütleri Cilt 1 Sayı 1 (2009): 78. 173 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye sorumluluğu, getireceği ekonomik yükü karşılamaktan çekinmişler, böyle bir adımın daha şiddetli çatışmalara neden olacağına dikkat çekmişlerdir. ABD’nin, Irak’ın işgalinin meşruiyeti, haklılığı konusunda, elindeki güçlü propaganda olanaklarına rağmen, değil dünya kamuoyunu ikna etmek, kendi müttefiklerinin bile çoğunda kamuoylarını ikna edemediğini anımsamak gerekir. Nitekim işgal sonrasında tüm dünyada ABD karşıtlığı yükselmiştir. Suriye’ye askeri müdahale konusunda istekli olmamasının önemli nedenlerinden biri de, hem kendi halkını hem de dünyayı Suriye’ye saldırmaya ikna edememesidir. ABD, Esed karşıtlarının toplumsal tabanı, meşruiyeti ve itibarının, batı medyasının abarttığı ölçüde olmadığının farkındadır. İsrail’in güvenliğinin Esed sonrasında nasıl etkileneceğini öngörememektedir. Bugün Esed yanlısı güçlere karşı savaşan grupların, yarın İsrail’e karşı nasıl hareket edeceklerini kestirememektedir. Suriye’deki gelişmelerin iç savaşın eşiğinde olan Lübnan’a ne zaman, nasıl, ne yönde etki edeceğini tam olarak tahmin edememektedir. ABD’nin değişen müdahale tercihleri de, büyük, ağır, hacimli, yüksek maliyetli, dünyanın tepkisini çeken işgaller yerine, küçük birliklerle, gizli operasyonlarla, insansız hava araçlarıyla, toplum mühendisliğiyle, istikrarsızlaştırıcı faaliyetlerle, psikolojik harp teknikleriyle müdahale etmeyi zorunlu kılmaktadır. Arap Baharı’nda öne çıkan isyanlar, gösteriler, Suriye’de mezhep çatışması çıkması için tertiplenen kışkırtıcı eylemler, hükümet darbeleri hep bu kapsamda düşünülmelidir. Çünkü bu yöntemler daha ucuzdur. Daha “barışçıl” görünümlü olduklarından, daha az tepki çekmektedir. Bu nedenle ABD, Türkiye’de, Ürdün’de, Irak’ta, Katar’da ve bölgedeki diğer müttefiklerinde bu tür operasyonlar için üs kurmak ya da mevcut üslerin sayısını artırmak istemektedir. Savunma bütçesinde kesintiye giderken, özel operasyonlar için ayırdığı bütçeyi artırmaktadır. Küresel üstünlüğünü yitirmek istemeyen ABD, Çin’i çevrelemek, büyümesini, etkinliğini artırmasını önlemek için, dış politikasının temel önceliklerini bu yönde güncellemiştir. “ABD’nin Pasifik Yüzyılı” adlı dış politika temel yaklaşım metninde Çin’e yönelik stratejisini ortaya koymuştur. Çin’i siyasi ve askeri açıdan çevrelemeyi, iktisadi açıdan dengelemeyi amaçlamaktadır. 174 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Asya- Pasifik bölgesine yığınak yapmaktadır. 2020’ye dek donanmasının yüzde 60’ını bu bölgeye kaydırmak ve yeni üsler yapmak niyetindedir. Bölgeye 70 bin asker yollamayı düşünmektedir. Güney Kore, Japonya, Avustralya, Filipinler, Bangladeş, Singapur, Endonezya ve Tayland’la askeri işbirliğini güçlendirmektedir. Pasifik’te ikili ve çok taraflı tatbikatlarının sayısını artırmaktadır. Zbigniew Brzezinski gibi ABD dış politikasının saptanmasında etkili olan isimler de, Çin’e karşı mutlaka önlem alınması gerektiğini belirtmektedirler. Nitekim Brzezinski, “Stratejik Vizyon”4 adlı kitabında, ABD’nin yaşadığı bunalımla birlikte Çin’in yükselişine işaret etmekte ve çözüm önerilerini sıralamaktadır. ABD’nin en önemli hedeflerinden biri de Hindistan’ı yanına çekmektir. ABD’nin 2012 Savunma Strateji Belgesi, Çin’e karşı Hindistan, Japonya, Güney Kore hattının desteklenmesini öngörmektedir. Rusya’yla güçlü ilişkileri olan, Çin ve Pakistan’la zaman zaman ciddi sorunlar yaşayan Hindistan, ŞİÖ’de gözlemci üyedir ve tam üyelik için çabalamaktadır. Hindistan’ın Çin’i yakalamak üzere olan nüfusu ve hızla gelişen ekonomisi de üzerinde dikkat çeken özellikleridir. Hindistan’a yönelik ABD ilgisi, bölgesel değil küresel ölçekte önemlidir. ABD iktisadi düzlemde en büyük rekabeti Çin’le yaşamaktadır. Ancak iki ülkenin, aynı zamanda birbirleriyle iç içe geçmiş ekonomiler olduklarını belirtmek gerekir. ABD’nin en borçlu olduğu ülke Çin’dir. Çin’in en fazla alacaklı olduğu ülke ABD’dir. ABD Çin’in en büyük pazarıdır. Bu karşılıklı iktisadi bağımlılık, siyasi düzlemdeki keskin rekabete karşın, telafisi olanaksız uzlaşmazlıkları engellemektedir. İki ülke de keskin bir siyasi ve askeri rekabetin, kendilerine maliyetinin çok yüksek olacağını bilmektedirler. ABD’nin değişen stratejisi Orta Doğu değil, Asya-Pasifik ağırlıklıdır. Bu da ABD’nin Orta Doğu’daki gücünü azaltırken, Rusya ve Çin’in elini güçlendirmektedir. ABD, 2012’den itibaren 10 yıl boyunca savunma harcamalarında yaklaşık 500 milyar dolar (kimi uzmanlar bu tutarın 700 milyar doları bulacağını öne sürmektedir) kesintiye gideceğini açıklarken, Rusya önümüzdeki 10 yılda or4 Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı (İstanbul: Timaş Yayınları, 2012). 175 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dusunu güçlendirmek için 730 milyar dolar kaynak ayıracağını açıklamıştır. ABD savunma bütçesindeki kesintiler ve ekonomisindeki kötü durum, sınır ötesi harekât yapmasını engelleyen unsurlardan biridir. Bu onun caydırıcılığını da zayıflatmaktadır. O nedenle, ABD’nin gerilemesi, sadece büyük güçleri değil, daha küçük devletleri de cesaretlendirmektedir. Örneğin; ABD, Çin’le yeni tip askeri ilişki kurmaya, ortak tatbikatlar yapmaya çabalarken, Çin’in desteklediği Kuzey Kore, nükleer silahlar konusunda ABD’ye kafa tutabilmektedir. Keza ABD’nin son dönemde Pakistan’la gerginleşen ilişkileri sonrasında Pakistan’ın Rusya, Çin ve İran’la daha yakın işbirliğine yöneldiği görülmektedir. AB’nin Bunalımı Yapısallaşıyor Küresel krizden oldukça etkilenen AB’nin durumu iyi değildir. Bu bunalımı aşmak için AB ve ABD arasındaki işbirliği arayışları sürmektedir. 2007’de ABD ile AB arasında başlayan Transatlantik Ekonomi Konseyi adlı girişim üzerinden ABD ve AB’yi, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı adlı serbest ticaret anlaşmasıyla tek bir ekonomik bölgede birleştirmek için yapılan müzakereler sürmektedir. Bu durum, pek çok uzman tarafından, ABD’nin 1948’de yürürlüğe giren Marshall Yardımı’ndan bu yana Avrupa’yı bir kez daha iktisadi bunalımdan kurtarma çabası şeklinde yorumlanmaktadır. Bu sayede Avrupa’nın ürettiği ürünler ABD’ye gümrüksüz olarak girecektir. ABD ve Avrupa yılda karşılıklı olarak 1 trilyon dolar tutarında mal ve hizmet ticareti yapmaktadırlar ve karşılıklı 4 trilyon dolar tutarında yatırımları vardır. ABD’nin Avrupa’daki yatırımlarının toplamı 1.9 trilyon dolardır. AB’nin başka bir dizi yapısal sorunu da vardır. Nüfusu hızla yaşlanmaktadır. 2025’de AB nüfusunun dörtte birinin emeklilerden oluşacağı öngörülmektedir. Meslek sahibi dört kadından biri anne olmaktan kaçınmaktadır. Doğurganlık azalmaktadır. İşsizlerin ve yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı artmaktadır. Son yıllarda ABD’ye doğru yoğun bir beyin göçü vardır. AB’nin ar-ge harcaması, ABD’nin 120 milyar dolar gerisindedir. 28 üyeli birlikte üyeler arasında gelişmişlik, ekonomik büyüklük, siyasi güç farkının yanında, hedef, öncelik, çıkar farkının da olması, Brüksel’in işini zorlaştırmaktadır. Örneğin, AB’nin en büyük üç ülkesinden olan İngiltere, ABD’yle çok yakın ilişkilere sahiptir. 176 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Daha Avrupa merkezli politikaları savunan Almanya ve Fransa ise iktisat politikalarında ayrışmaktadırlar. İspanya ve Portekiz’in ekonomik açıdan yaşadığı bunalım, Yunanistan’ın iflasın eşiğine gelmesi, yeni üyelerin eskilerin sahip olduğu avantajlara, yardımlara, mali destek programlarına sahip olmaması ilk akla gelen sorunlarından bazılarıdır. Askeri güçten yoksun olan AB’nin, yaşadığı ekonomik bunalımı da atlatamaması, zaten fazla olmayan siyasi ağırlığını iyice sarsmıştır. Küresel ölçekte kayda değer bir kuvvet olamayacağı Arap Baharı’yla bir kez daha görülmüştür. ABD’nin baskısıyla İran’dan yaptığı petrol alımını durdurması, sadece İran’ı değil, AB’yi de olumsuz etkilemiştir. Dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından olan İran’dan önemli miktarda petrol alan AB’deki rafineriler eksik kapasiteyle çalışmak sorunuyla karşılaşmışlardır. Nitekim AB’nin sanayi devi olan, Rusya ve Çin’le güçlü ilişkileri bulunan Almanya, İran’a yönelik bu kararı eleştirmiştir. Rusya’ya enerji alanında bağımlı olan Almanya doğuya yönelmektedir. Libya, Suriye ve İran gibi önemli konularda ABD ile aynı diplomatik hattı izlememektedir. Silah ticaretinde dünyada 3. sıraya yükselen Almanya (yaklaşık olarak İngiltere ve Fransa’nın toplamı kadar silah satmaktadır, 2006-2010 arasında silah ihracatını ikiye katlamış, 80 ülkeye askeri malzeme satmıştır) Avrupa’da ilk sırayı almıştır. Balkanlarda etkilidir. Güneydoğu Avrupa’ya özel önem vermekte, en yüksek dış yatırımı yapmaktadır. Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ın en önemli dış ticaret ortağıdır. Bu ülkelere en çok yatırım yapan devlettir. Örneğin; Macaristan adeta Güney Almanya ekonomisinin uzantısı gibidir. Yumuşak gücünü de devreye sokan Almanya, Tuna Boyu Projesi ile kültürel olarak da bölgede etki alanını genişletmektedir. Ayrıca Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da da etkili olmaya çalışmaktadır. Almanya’nın bu tutumu ve diğer AB üyeleriyle ekonomik olarak arasındaki makasın büyümesi, AB’nin geleceği açısından da önemli sorun yaratmaktadır. Rusya ve Çin’in Yükselişinin Siyasal Yansımaları Rusya, devlet başkanı Putin döneminde hızla toparlanmıştır. Ulusal gururuna yeniden kavuşmuş, yakın çevresinden başlayarak gücünü tekrar hissettirmiş, bölgede ve küresel ölçekte inisiyatif almaya başlamıştır. Sahip oldu177 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ğu enerji kaynaklarını diplomaside başarılı kaldıraç olarak kullanmaktadır. Dünyanın toplam doğalgaz rezervinin yaklaşık üçte birine sahip olan Rusya, Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın bu konuda kendisine bağımlı olmasını, Çin’den Japonya’ya dek pek çok ülkeye doğalgaz satmasını, diplomaside başarılı biçimde kullanmaktadır. Eski SSCB ülkeleriyle ekonomik, savunma ve güvenlik ağırlıklı örgütler kurmakta, Şanghay İşbirliği Örgütü’yle (ŞİÖ) etkisini artırmaya çalışmaktadır. Kazakistan’la tek bir hava savunma sistemi kullanma konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşmaya Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın da katılması düşünülmektedir. Rusya, Kazakistan ve Belarus ile kurduğu Avrasya Gümrük Birliği’ni, eski SSCB ülkelerinden başlayarak genişletmeyi, zamanla bazı Avrupa ve Asya ülkelerini de ittifaka katmayı amaçlamaktadır. Rusya çok yönlü bir diplomasi izlemektedir. Hem NATO’da hem de İslam İşbirliği Teşkilatı’nda gözlemci üyedir. Bir yandan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye yapılmaması için ağırlığını koymakta, bir yandan da Suriye5, İran6, Irak gibi Müslüman ülkelerle işbirliğini geliştirmektedir. Almanya ve Çin’le ilişkilerine özel önem vermektedir. Denilebilir ki Almanya batıdaki, Çin doğudaki, bir diğer ifadeyle Almanya Avrupa’daki, Çin Asya’daki en önemli müttefikleridir. Doğusundaki geniş ve büyük zenginliği işleyip harekete geçirmek için bu iki ülkenin, özelikle de Çin’in sermayesine gereksinimi vardır. Aynen Çin gibi, küresel ekonomik bunalıma karşı önlem olarak iç tüketimi artırmaya, orta sınıfı güçlendirme çalışmaktadır. Tarımsal üretimde yeniden büyük güç olmaya çabalamaktadır. Stratejik ve büyük ölçekli sanayide, özellikle de enerjide devlet denetimini savunmaktadır. Kurucuları arasında bulunduğu ŞİÖ’nün yanında BRICS’teki kurumsallaşma çabalarını da önemsemektedir. Rusya, savunma ve güvenliğe ayırdığı mali kaynakları artırmış, Uzakdoğu’da okyanus deniz kuvveti kuracağını, Doğu Akdeniz’de sürekli filo bulunduracağını açıklamıştır. Mart-Nisan 2013’te Karadeniz’de 36 gemi ve 7 bin 5 Rusya’nın Suriye’yle ilişkileri için bkz: Barış Doster, “Arap Baharı Özelinde Rusya’nın Suriye Politikası,” Arap Baharı ve Suriye içinde, Ed. Barış Adıbelli. (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2012). 6 Rusya’nın İran’la ilişkileri için bkz: Barış Doster, “İran Dış Politikası ve Rusya,” Doğu-Batı Yol Ayrımında İran içinde, Ed: Barış Adıbelli. (İstanbul: Bilim+Gönül Yayınları, 2012). 178 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak askerin katılımıyla, son 20 yılın en büyük tatbikatlarından birini yapmıştır. Aktif savunma anlayışını benimsemiştir. Güçlü bir hava savunma sistemine sahiptir ve gerektiğinde önleyici vuruş yapacağını, asimetrik yanıt vereceğini ilan etmiştir. NATO’nun genişleyip Rusya sınırlarına yaklaşmasını birinci tehdit, ABD’nin Doğu Avrupa’ya füzesavar sistemi yerleştirme projesini ise ikinci tehdit olarak görmektedir. Avrupa Füze Savunma Sistemi konusunda ABD’yle anlaşamadığını açıkça belirtmiştir. Rusya ve Çin, aralarındaki ilişki için sık sık “stratejik işbirliği” ve “derinleşen ortaklık” ifadelerini kullanmaktadırlar. 22-27 Nisan 2012 tarihlerinde Sarı Deniz’de “Denizde İşbirliği 2012” adlı ortak tatbikat yapmışlardır.7 Bu tatbikat, iki ülke deniz kuvvetlerinin yaptığı ilk ortak tatbikattır. Asya-Pasifik bölgesinde güvenliği sağlamak amacıyla yapıldığı açıklanmıştır. Aynı zamanda Pasifik’te uluslararası sularda savaş gemileriyle devriye gezen ABD’ye mesaj vermeyi amaçladığı aşikârdır. İki ülkenin bu yakınlığı, ABD’ye karşı füze kalkanı konusunda işbirliği yapacak boyuta ulaşmıştır. ABD’nin, Asya-Pasifik’i de içerecek bir küresel füze kalkanı kurma planlarına karşı, füze savunma sistemlerinde yaptıkları işbirliğini derinleştirmeye karar vermişlerdir. Rusya-Çin ilişkileri, ikili temasların yanında, ŞİÖ ve BRICS içinde de gelişmektedir. Bu yakınlaşma, ŞİÖ’nün batıya doğru genişleme, küresel sorunlarla daha etkili biçimde ilgilenme, Orta Doğu’da ağırlığını artırma çabalarıyla da uyumludur. Rusya ABD’nin Afganistan ve Orta Doğu’daki varlığını, Çin ise ABD’nin sürekli olarak Çin çevresinde askeri yığınak yapmasını ve Tayvan’ı silahlandırmasını, kendileri açısından önemli sorunlar arasında görmektedirler. ABD’nin bu hamlelerine karşı ikili ve çoklu ittifaklar geliştirmektedirler. Kurulmasına öncülük ettikleri ŞİÖ’yü, dış politikalarında kullanmaktadırlar. Bu nedenle ŞİÖ, ortak savunma ve güvenlikten ortak dış politikaya, oradan da mali düzeyde yakınlaşmaya yönelmiştir. Büyük sermaye gerektiren ortak projelere kaynak aktarması için ŞİÖ Gelişme Bankası ve ŞİÖ Gelişme Fonu kurulmuştur. İlk ortak projeler arasında ortak mobil uydu bağlantı sistemi ve üye ülkeler arasındaki ulaşımı kolaylaştıracak bir zincirin kurulması vardır. 7 “Rusya ve Çin Sarı Deniz’i Isıtıyor,” Haberrus, 23 Nisan 2012, Erişim tarihi: 23 Nisan 2012, http://haberrus.com/bos/2012/04/23/rusya-ve-cin-sari-denizi-isitiyor.html. 179 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ekonomik kurumsallaşma açısından önemli adımlar atan ŞİÖ, üye ülkelerin (Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan) terörizme, ayrılıkçı hareketlere, aşırı akımlara, kökten dinciliğe karşı birlikte mücadele etme kararlılığını da pekiştirmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, Rusya örgüte bölgesel güvenlik açısından, Çin ise ekonomik işbirliği açısından öncelik vermektedir. ŞİÖ, henüz tam anlamıyla çok boyutlu, çok kapsamlı ve derinlik sahibi bir ittifak olmasa da, Rusya ve Çin’in ağırlıkları ve verdikleri önem sayesinde gelişmekte olan bir örgüttür. Nitekim 2005’teki zirvesinde ABD’nin Orta Asya’daki varlığına son verilmesi yönünde çağrı yapmış, sonrasında da ŞİÖ üyesi Özbekistan, ülkesindeki ABD üslerini kapatmıştır. 2012 zirvesinde, ŞİÖ üyeleriyle ortak sınırı olan ve halen ABD işgali altında bulunan Afganistan’a “gözlemci üye” statüsü vermiştir. ŞİÖ’nün 2012 zirvesinde Türkiye’ye de “diyalog ortağı” statüsü verilmiştir. 2005’te üyelik başvurusu Çin’in vetosuna takılan Türkiye’ye 2012’de “diyalog ortağı” statüsü verilmesi, ABD’ye verilen bir mesaj olarak yorumlanabilir. Böylece Rusya ve Çin, ABD’ye yakınlığıyla bilinen Türkiye’ye “diyalog ortağı” statüsü vererek, bir NATO üyesini, ŞİÖ’de diyalog ortağı yapmaktan çekinmediklerini, ŞİÖ’nün kendisine güvenen bir örgüt olduğunu göstermek istemişlerdir. 2005’te İran’a “gözlemci üye” statüsü veren ŞİÖ’deki “diyalog ortaklığı” statüsünü abartmamak gerekir. Sri Lanka ve Beyaz Rusya da diyalog ortaklarıdır. 2012 zirvesinde, Suriye’ye yönelik bir müdahaleye kesinlikle karşı çıkılması da, Suriye’yi savunmanın, aynı zamanda İran’ı savunmak olarak görüldüğünün kanıtıdır. Zirvede savunma ve güvenlik konularında ortak politikalar izlenmesi, işbirliğinin geliştirilmesi, savunma bakanları, genelkurmay başkanları ve askeri birlikler arasında daha yakın işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır. Zamanlaması dikkat çeken bu mesajların muhatabı, aksi öne sürülse de, ABD’dir. Rusya ve Çin ekonomik olarak da yakınlaşmaktadırlar. İkili ticarette yuan ve ruble kullanmaktadırlar. Çin, 2015’te ticaretinin yarısını yuan ile yapmayı hedeflemektedir. Pekin’in bu konudaki önemli bir avantajı; Avrupa, Japonya ve OPEC üyesi ülkelerin ABD’nin baskılarına karşın, dolarla ticareti azaltma yönündeki eğlimleridir. Büyük bir enerji ihracatçısı olan Rusya ile büyük bir enerji ithalatçısı olan Çin’in enerji alanında işbirliği yapmaları da, ilişkilerini 180 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak güçlendiren bir unsurdur. 1993’ten beri petrol ithalatçısı olan Çin, doğal kaynakların paylaşımı yönündeki keskin ve kanlı rekabete geç katıldığından, bu gecikmeden kaynaklanan dezavantaj nedeniyle daha çok çalışmak, daha fazla üretmek, daha büyük kaynak ayırmak zorundadır. Enerji güvenliğini, büyüyen ekonomisi için zorunluluk olarak görmekte, dış siyasetinde de bu gerçeği gözetmektedir. Çin’in politikaları, hem en büyük rakibi ve en büyük pazarı olan ABD, hem müttefiki olan Rusya, hem de Almanya, Japonya ve Hindistan gibi diğer güçlerce yakından izlenmektedir. Bunu bilen Çin de temkinli adımlar atmakta, ketum davranmaktadır. İddialı, dikkat çekecek, ABD başta olmak üzere diğer güçleri tedirgin edecek söylemlerden kaçınmaktadır. Güneydoğu Asya, giderek daha fazla uzman tarafından “Çin’in nüfuz bölgesi” olarak nitelendirilirken Pekin, Afrika başta olmak üzere, başka bölgelere de açılmaktadır. Bu açılımlarında ekonomik gücünü devreye sokmakta, yumuşak gücüyle etkili olmaya çalışmaktadır. Bilim ve teknolojiye büyük yatırım yapmakta, dünya ölçeğinde Konfüçyus Merkezleri’nin sayısını çoğaltmakta, gelişmekte olan ülkelere cömertçe kredi verip, mali yardımlarda bulunmaktadır. Çin, İran’la ilişkilerine de büyük önem vermektedir. İkili ticarette yuan kullanılmakta, Çin petrol aldığı İran’a ödemeyi Rus bankaları üzerinden yapmaktadır. Bu yakınlaşma sayesinde Çin Batı Asya’ya açılmakta, Batı Türkistan’a ulaşmanın hesabını yapmakta, Hazar havzasına girmeye çalışmaktadır. Üç büyük petrol ve doğalgaz havzası olarak öne çıkan Hazar, Sibirya ve Kuzey Buz Denizi, Çin’in yakın takibindedirler. Orta Doğu’yla yakından ilgilenen, Afrika’da etkili olmak isteyen Çin, Libya’yla ilişkilerini geliştirdiği bir süreçte batının Kaddafi’yi devirmesinden gerekli dersi çıkardığı için, Suriye konusunda net tavır almaktadır. Çin’in kısa adı APEC olan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’ndeki ağırlığı da artmakta, Büyük Okyanus’a kıyısı olan 21 ülkenin oluşturduğu örgütte ekonomik gücünü devreye sokmaktadır. Çin-ABD rekabeti ekonomik boyutla sınırlı değildir. Bilim ve teknolojide de keskin bir rekabet söz konusudur. Onaylanmış uluslararası patent sayısındaki artışta dünyada ilk sırada gelen Çin, ar-ge harcamalarında ABD’nin ardından ikincidir. Bilimde süper güç olmaya çalışan Çin’in ar-ge harcamalarının 181 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye GSYİH içindeki payı 1995’te yüzde 0.6 iken 2011’de yüzde 1.6’ya yükselmiştir. ABD’nin ar-ge harcamalarının GSYİH içindeki payı ise yüzde 2.7’dir ve 16 yıldır değişmemektedir. Çin’in bilimsel ilerlemesi, ekonomik ve toplumsal ilerlemesine koşut gelişmektedir. Çin, 10 yıl içinde dünyanın en çok araç üreten ülkesi olacaktır. Önümüzdeki 10 yılda ABD’dekinden daha çok insan Çin’de İngilizce konuşacaktır. Tekstil gibi düşük teknoloji ve katma değerli alanlardan çıkıp, yüksek katma değer yaratan enerji ve uçak endüstrilerine yönelen Çin, şu anda dünyadaki rüzgâr santrallerinin üçte birini üretmektedir. Önümüzdeki 10 yılda ise üçte ikisini yapmayı hedeflemektedir. Ekonomik gücünü, teknoloji transferinde kullanırken örneğin; Boing şirketinden 200 uçak alırken, ar-ge’yi Çin’de yapmasını, yedek parçayı Çin’de üretmesini istemektedir. Çinli bilim insanları, ülkenin tüm enerji gereksinimini güneş enerjisinden karşılamanın yollarını aramaktadırlar. Elinde 75 nükleer silah, 2 nükleer yakıtlı balistik füze denizaltısı, 3 bin 500 kadar da savaş başlığı olan Çin, büyük bir filo yapmaktadır. Burma, Pakistan, Sri Lanka’da donanması için üs inşa etmektedir. Rusya’dan aldığı Varyag adlı uçak gemisini ileri teknolojiyle donatmıştır. Kendi uçak gemisini yapmak için çalışmaktadır. Uzaya kendi ağını kurup, yörüngeye uzay laboratuarı yerleştirmiştir. Anti uydu füze sistemi geliştirmiştir. Tamamen kendi olanaklarıyla uzayda kalıcı istasyon kurabilecek düzeye ulaşmış, uzaydaki ilk 3 güçten biri haline gelmiştir. Son 30 yılda, 6 plan döneminde kesintisiz olarak yılda yüzde 10 dolayında büyümüş, hızla kalkınmıştır. Orta sınıfları kalabalıklaşan ülkede son 10 yılda 120 milyon Çinli kırdan kente göçmüştür. 1953’ten beri planlı kalkınmayı benimseyen Çin, yatırımlarda ülkenin geri kalmış iç kesimlerini gözetmekte, altyapıya büyük önem vermektedir. 2008’den beri yaşanan ekonomik bunalım döneminde bile yüksek büyümesini sürdürmüştür. 2007-2011 arasında yıllık yüzde 9.8 oranında büyümüştür. 2012’den yani 12. Beş Yıllık Plan döneminden başlayarak önceliği ihracattan iç taleple büyümeye kaydırmış, orta sınıfı güçlendirmeye yönelmiştir. Yıllık yüzde 7.5 büyüme hedefi koymuş, büyümenin sektörel bileşenlerinde yapısal değişim yapmaya yönelmiştir. 2011 sonunda dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin’de GSMH’nın yüzde 48’i sanayiden, yüzde 43’ü hizmet sektöründen, geriye kalanı da tarımdan gelmektedir. 182 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Suriye’de Vekâleten Yürütülen Savaş Gerek kendi nesnel koşulları, gerek küresel ölçekteki gelişmeler, gerekse Orta Doğu’daki dinamikler ABD’nin aleyhine gelişmektedir. Bu nedenle ABD, şimdiye dek Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleyi göze almamıştır. Onun yerine, muhalifleri destekleyerek, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ı seferber ederek, örtülü operasyonlarla amacına ulaşmaya çalışmıştır. Suriye’de Esed sonrasına ilişkin kalıcı, sağlıklı, gerçekçi bir planı yoktur. Suriye’de işin mezhep boyutu vardır. İran Suriye konusunda açıktan taraf olmuştur. Mesele Lübnan’a yansımıştır. İsrail Suriye’deki önemli tesisleri havadan vurmuştur. Bir NATO üyesi olan Türkiye, tüm gücüyle Esed karşıtlarını desteklemektedir. Irak merkezi hükümeti Esed’ı desteklerken, ABD, İsrail ve Türkiye’nin desteklediği Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ise Esed karşıtlarını desteklemektedir. Suriye’deki saflaşmada AB de bir bütün olarak ABD’nin yanında değildir. AB’nin en büyük gücü olan Almanya, bu konuda Rusya ve Çin’e daha yakın politika izlemektedir. Berlin, Moskova ve Pekin’in tavrının, Suriye’ye karşı askeri müdahale seçeneğinin önünü kapattığını görmüştür. NATO Suriye’ye yönelik bir müdahaleyi göze alamamaktadır. Yaşananlar, ABD için İsrail ne kadar önemli ise Rusya için de Suriye’nin o kadar önemli hale geldiğini göstermiştir. Suudi Arabistan ve Katar hariç Arap ülkeleri de Suriye’ye yönelik askeri müdahaleye soğuk bakmaktadırlar. ABD öncülüğündeki bir müdahale gücünün, Arap toplumlarında yeni bir “Haçlı saldırısı” olarak yorumlanabileceğini, bunun da Arap liderlerini baskı altına alacağını düşünmektedirler. Arap Baharı, İslam ülkelerinin ve İslamcı örgütlerin kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlendirmiş, çelişkileri derinleştirmiştir. Arap ülkelerinde faaliyet gösteren İslamcı hareketler arasında en çok Müslüman Kardeşler’in (İhvan) elinin güçlendiği görülürken, Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin ordu destekli büyük bir halk hareketiyle devrilmesi, sadece Mısır’da değil, diğer İslam ülkelerinde de İhvan’ın gücünü azaltmıştır. Mursi’nin devrilmesinden sonra gerek ABD ve AB’den gerekse Arap ülkelerinden gelen tepkiler de, İhvan’ın umduğu gibi değildir, tam aksi yöndedir. O kadar ki, Suudi Arabistan’da ve Dubai’de Müslüman Kardeşler üyeleri idamla yargılanmaktadırlar. İran’la 183 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye olan yakın ekonomik ilişkileriyle bilinen Dubai’nin Suriye rejimiyle ilişkilerini de kesmediği bilinmektedir. Kasım 2011’de Arap Birliği’nin, Ağustos 2012’de ise İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Suriye’nin üyeliğini askıya almasının da fazla bir etkisi olmamıştır. Keza Aralık 2012’de Fas’ta gerçekleştirilen “Suriye’nin Dostları” toplantısında da Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Konseyi’nin ülkenin tek meşru temsilcisi olarak tanınması, gidişatı etkilememiştir. Suriye’deki saflaşmada Suudi Arabistan ve Katar Suriyeli muhaliflerin en büyük destekçileri arasındadır. Suriye hükümeti, ülkede yaklaşık 40 bin yabancı teröristin olduğunu, bu teröristlerin kimyasal silah kullandığını, silahların da Türkiye üzerinden geldiğini öne sürmektedir. Müslüman Kardeşler gibi geniş tabanı olan bir hareket, El Kaide, El Nusra Cephesi gibi terör örgütleri ve Selefi gruplar da, ABD başta olmak üzere batılı güçlerden ve Esed karşıtı Müslüman ülkelerden aldıkları destekle Suriye’de rejime karşı savaşmaktadırlar. Hizbullah ise Suriye rejimini desteklemektedir. İslamcı örgütler arasında Suriye’deki rejime karşı en güçlü seçenek Müslüman Kardeşler’in Suriye’deki uzantılarıdır. Ancak Suriye’deki muhalif grupların hiçbiri halk içinde umdukları desteği bulamamışlardır. Suriye halkının büyük bölümü, bu grupların ülkeye demokrasi, insan hakları, özgürlük getireceğine inanmamaktadır. Bu durumun başlıca nedenleri arasında, Esed muhaliflerinin ABD ve İsrail’den büyük destek görmeleri, ortak bir programa, söyleme sahip olmamaları, farklı siyasal geleneklerden gelmeleri, teröre başvurmaları, radikal unsurları bünyelerinde barındırmaları gösterilebilir. Vahşice insan öldüren terörist gruplar, batı kamuoyunda da Suriye’de yaşananlara ilişkin tartışmalarda gündeme gelmekte, Esed karşıtlarına verilen desteğin sorgulanmasına neden olmaktadır. Suriye konusunda öncelikle Rusya ve Çin’in tutumu, ABD liderliğindeki Atlantik Bloku’nun Suriye’ye yönelik askeri müdahale yapmasını önlemede etkili olmuştur. Suriye karasularında düşürülen Türk jetinin ardından kimi çevrelerde bu eylemin Suriye’ye bir müdahale gerekçesi olduğu dillendirilmişse de, bu düşünceler ABD’de bile destek bulmamıştır. NATO sıradan bir kınamanın ötesinde tepki vermemiştir. Suriye’ye müdahale etmek için, ABD ve müttefiklerinin, Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin uçuşa yasak bölge ilan etmeleri yönündeki öneriler, askeri ve siyasi hedefleri vurmaları yönündeki 184 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak baskılar, isyancılar ve sığınmacılar için güvenli bölge oluşturmaları için yapılan teklifler de şimdiye dek sonuç vermemiştir. ABD, Suriye’ye müdahale konusunda Washington’un öncülük etmesini isteyen Türkiye, İsrail ve Arap ülkelerine siyasi çözümü işaret etmiş, Rusya’nın ve Çin’in tutumuna dikkat çekmiş, askeri müdahaleye niyeti olmadığını belirtmiştir. Soğuk Savaş’tan bu yana Moskova’yla güçlü ilişkileri olan, siyasi, iktisadi, askeri anlamda büyük destek gören, Akdeniz’deki Tartus limanında bir Rus deniz üssüne evsahipliği yapan Suriye, olaylar başladıktan sonra başarılı bir bölgesel ve küresel diplomasi izlemiştir. Suriye’nin hava savunma sistemini kuran Rusya, ABD’nin yoğun muhalefetine karşın, Suriye’ye gelişmiş füze sistemleri satmayı sürdürmüştür. Esed rejiminden kolay vazgeçmeyeceğini her fırsatta göstermiştir. Suriye’yle önemli askeri anlaşmalar olan, Suriye ordusunun silah ve donanımının kabaca yüzde 80’ini sağlayan Rusya’nın, Suriye’deki rejime verdiği destekte, Suriye’nin Arap dünyasındaki ağırlığı ve Orta Doğu siyasetindeki belirleyiciliğinin de payı vardır. Rusya sık sık Suriye’deki iktidar ile muhalefet arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu açıklayarak, bu süreçte kendisine rağmen bir adım atılamayacağını da göstermiştir. Suriye’de öncelikle silahların susması gerektiğini belirterek, batı ülkelerini Suriye’nin içişlerine karışmamaları, rejim muhaliflerine silah, para, diplomatik destek vermemeleri konusunda uyarmıştır. Suriye sorununun çözümünün Suriye halkının iradesinden geçtiğini, halkın dış müdahaleyi ve dayatmaları kabul etmediğini vurgulamıştır. Bölgede İsrail’in doğrudan etkisinin artmasına, Irak’ın ardından Suriye’nin de bölünmesine, İran’ın daha fazla çevrelenmesine, ABD’nin bölgedeki varlığının kuvvetlenmesine kesinlikle karşı olan Rusya’nın, yanına Çin ve İran’ı da alarak Şam’a verdiği destek, Esed’ın elini güçlendirmiştir. Kaldı ki Esed rejiminin sona ermesini isteyen ülkeler ve Esed’a karşı savaşan muhalif gruplar da, Esed’ın yerine kimin geleceği konusunda kendi aralarında tam olarak uzlaşmamışlardır. Çok farklı fikirlere, beklentilere, çıkarlara sahiptirler. Esed rejiminin direnişine koşut olarak hem Suriye’deki muhalifler arasında, hem de onları destekleyen ülkeler arasında çelişkiler derinleşmektedir. Rejim çökerse, yerine nasıl bir rejimin kurulacağı, kimin lider olacağı, yöneti185 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ci kadroların kimlerden oluşacağı, nasıl bir anayasanın kabul edileceği, ülkenin kaça bölüneceği, ne türden çatışmaların yaşanacağı öngörülememektedir. Suriye’deki gelişmelerin Lübnan’ı doğrudan etkilemesi de, durumu daha karmaşık kılmaktadır. Zira Lübnan iç siyaseti, yapısal sorunlarının yanında, ABD’nin ve Körfez’deki Arap ülkelerinin desteklediği Sünnilerle, İran’ın desteklediği Şiiler arasındaki siyasi, idari ve toplumsal rekabete sahne olmaktadır. Lübnan’da yeni bulunan petrol ve doğalgaz rezervleri de küresel güçlerin iştahını kabartmaktadır. İran ve Arap Baharı Arap Baharı’nı, ilk günlerde 1979 İran İslam Devrimi’nin Arap coğrafyasındaki devamı ve yansıması olarak yorumlayıp memnuniyetle karşılayan İran, ilerleyen süreçte gelişmeleri şüpheyle izlemeye başlamış, tavrını değiştirmiştir. Arap Baharı’ndan etkilenen ülkelerdeki lider değişiminin, batının çıkarlarıyla örtüştüğünü fark etmiştir. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinin ardından özellikle Suriye’de yaşanan olaylar sonrasında ise açıktan tavır almıştır. Suriye ile stratejik ittifak düzeyinde ilişkileri olan İran’a göre; ABD liderliğindeki batılı güçlerin bugün Suriye’de yapmak istediklerini anlamak için geçmişte Yugoslavya’da yaşananlara bakmak gerekir. Arap Baharı, 2000’lerin başında Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen renkli devrimleri (turuncu devrimler, gül devrimleri, lale devrimleri de denir) çağrıştırmaktadır. İran, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleye kesinlikle karşıdır. Bu tutumunun Rusya ve Çin tarafından da paylaşılması, İran’ın etkisini artırmaktadır. Keza İran, Rusya ve Çin’le birlikte, ABD’nin yanı sıra İngiltere, Fransa, İsrail ve Türkiye’nin, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahalede bulunmak, bu amaçla kamuoyunu ikna etmek için, kimyasal silahları bahane ettiklerine inanmaktadır. Tartus limanındaki deniz üssünde Rus savaş gemilerinin yanı sıra, İran savaş gemilerinin de olması, İran’ın Suriye’ye verdiği önemin işaretlerinden biridir. İran’ın jeopolitik konumu, stratejik önemi ve enerji zenginliği, diğer konularda olduğu gibi Suriye meselesinde de elini güçlendirmektedir. İstatistikler değişse de, petrol kaynakları açısından dünyanın en zengin dördüncü, doğalgaz rezervleri açısından ise ikinci ülkesi olan İran, denizyolu ile taşınan petrolün 186 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak yüzde 40’ının geçtiği Hürmüz Boğazı’nı da denetlemektedir. Nükleer sahibi olmayı milli hedef olarak benimsemiştir. Önemli bir bölgesel güçtür, bu konuda Türkiye’yle rekabet halindedir. İki ülkenin Arap Baharı’na, Suriye’ye, Irak’a yönelik yaklaşımları büyük ölçüde çelişmektedir. Türkiye’nin, füze kalkanı ve patriotlara topraklarını açması, ABD’nin uyarısı üzerine İran’dan yaptığı enerji ithalatını azaltması, İran’ın tepkisini çekmiştir. Bu gelişmelerden sonra İran Dışişleri Bakanı’nın Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaret etmesi dikkat çekmiştir. İran, 1979 İslam Devrimi’nden beri ilişkilerinin donuk olduğu Mısır’la Arap Baharı sonrasında ilişkilerini bir nebze olsun düzeltmiştir. Karşılıklı en üst düzeyde ziyaretler gerçekleşmiştir. İran, Mısır’ı her zaman ABD ve İsrail’le uzlaşmakla eleştirse bile, Arap dünyasındaki ağırlığıyla bilinen Mısır’la ilişkilerinin normalleşmeye başlaması önemlidir. 1958-1961 arasında Suriye’yle birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti deneyimi yaşamış olan Mısır’ın, Suriye meselesinin İran’ın desteği olmadan çözülemeyeceğini açıklaması da İran açısından önemli bir kazanımdır. İran, ABD ve İsrail’in, ekonomik yaptırımlar ve psikolojik baskı yoluyla kendisini hata yapmaya zorladıklarının bilincindedir. ABD ve İsrail’in sık sık, İran’ın kısa süre içinde nükleer silah sahibi olacağını açıklamalarını, psikolojik harbin parçası olarak görmektedir. Rusya’nın Batılı ülkelerin İran’a yönelik yaptırımlarının “nükleer silahların yayılmasının önlenmesi” hedefinin önüne geçtiğini ve kabul edilemeyeceğini açıklaması İran’ın elini biraz olsun rahatlatsa da, ülkede ekonomik durum kötüye gitmektedir. Yüksek enflasyon ve işsizlik ciddi sorunlardır. İhracat petrol ve doğalgaz satımına bağımlıdır. Yolsuzlukların önüne bir türlü geçilememesi halkın rejime yönelik tepkisini artırmaktadır. ABD ve Avrupa, İran’a karşı ağır yaptırımlar uygularken, Avrupalı finans kuruluşları İran bankalarıyla ilişkilerini kesmişlerdir. AB tankerleri, İran petrol ve ürünlerini taşımama kararı almışlar, AB şirketleri İran için gemi yapmayacaklarını açıklamışlardır. Batının bu uygulamalarına karşı daha çok Asya’ya yönelen İran ise kendisine yönelik kuşatma, yalnızlaştırma çabalarına, Ağustos 2012’de Tahran’da Bağlantısızlar Hareketi’nin 16. Zirvesi’ne evsahipliği yaparak yanıt vermiştir. BM 187 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un da katıldığı zirveye 51 ülke lider düzeyinde katılmıştır. İran ayrıca Ekim 2012’de Bakü’de toplanan Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (ECO) zirvesinde de, örgütün siyasi kanadının kurulmasını önermiş, bölgesel işbirliği yönünde hamle yapmıştır. Bu adımlardan başka İran’ın Latin Amerika’da, başta Venezüella olmak üzere, ABD karşıtlığıyla öne çıkan ülkelerle yakın ilişkileri vardır. Irak’taki Rekabetin Tarafları Irak, Arap Baharı’ndan doğrudan etkilenmese de, Atlantik ile Avrasya arasındaki rekabeti hissetmektedir. ABD Irak’tan askerlerini çekmesine karşın, ülkede 2 bini diplomat olmak üzere 16 bin personel bulundurmaktadır. Irak ekonomisi ve enerji kaynakları üzerinde önemli etkiye sahiptir. Irak siyasetinde çok etkili bir diğer güç ise İran’dır. Irak merkezi hükümetini ve Şii başbakan Nuri El Maliki’yi desteklemektedir. Irak siyasetinde öne çıkmaya çalışan Türkiye’yle rekabet etmektedir. Türkiye’nin, ABD ve İsrail’e yakınlığıyla öne çıkan Kuzey Irak Kürt Yönetimi lideri Barzani’yi desteklemesini eleştirmektedir. Irak merkezi hükümeti de, Türk işadamlarına yapılan ödemelerde zorluk çıkarmaya başlamıştır. Türkiye’yi, Bağdat’ı devre dışı bırakarak, doğrudan Barzani’yle işbirliği yapmakla, petrol anlaşması imzalamakla, onu bağımsızlığını ilan etmesi yönünde teşvik etmekle suçlamaktadır. Türkiye’nin, Irak’ta gıyabında idama mahkûm edilen eski cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık El Haşimi’ye sahip çıkması da, Ankara ile Bağdat arasında bir diğer anlaşmazlık konusudur. Irak, İran’la ilişkilerinin gelişmesine koşut olarak bölge merkezli politikalara yönelmektedir. Bu yönelim ABD’nin tepkisini çekmektedir. Irak hükümeti, Rusya’dan 4.2 milyar dolarlık silah ve uçak almak için girişimlerde bulunurken, başbakan Maliki Moskova ziyaretinde enerji ve altyapı konularında Rusya’yla işbirliği yapmak istediklerini açıklamıştır. Maliki ABD’yi dengelemeye çalışırken, ABD de Irak’ta tekrar asker konuşlandırmak, ilk aşamada 5 bin askeri Suriye sınırına yerleştirmek istemektedir. Ayrıca Bağdat yönetiminden, Irak hava sahasını kullanarak Suriye’ye giden İran uçaklarını engellemesini talep etmiştir. Maliki, ülkede anayasal statü kazanan Peşmerge güçlerini yerel kolluk gücü olarak sınırlandırmak, ordu dışındaki silahlı yapıları tasfiye 188 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak etmek, ülkesine yeniden bütünlük ve devlet kimliği kazandırmak yönündeki politikalarında ABD ile ters düşmekte, Rusya’nın desteğini almaktadır. Nitekim onun bu politikası, Kuzey Irak’ta ipleri geren Barzani’nin, merkezi hükümetten kopmasını ve bağımsızlık ilan etmesini engellemektedir. Öyle ki Barzani, bölgedeki petrol arama-çıkarma işinde Rusya’ya küçük de olsa bir pay vererek, simgesel bir adım atmış, Rusya’ya ılımlı bir mesaj vermiştir. 2013’ün Nisan ayında Irak’ta yapılan yerel seçimleri Başbakan Maliki’nin partisi Kanun Devleti Koalisyonu’nun kazanması da, Irak iç siyasetinde Maliki’nin elini güçlendirmiştir. Sonuç Orta Doğu’daki gelişmeler ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç, sadece iç dinamiklerle açıklanamayacağı gibi, yalnızca bölgesel dinamiklerle de açıklanamaz. Bölgedeki saflaşma önemlidir ancak küresel saflaşmayla birlikte değerlendirilmesi gerekir. Çünkü ABD öncülüğündeki Atlantik güçleri ve bölgedeki müttefikleriyle Rusya ve Çin’in öncülük ettiği Avrasya güçlerinin ve bölgedeki müttefiklerinin rekabeti söz konusudur. Suriye’de yaşananlar bu saflaşmanın net olarak görülmesini sağlamıştır. ABD ve Avrupa’nın sadece siyasi açıdan değil, iktisadi ve askeri açıdan da gerilemesine karşın Rusya ve Çin’in yükselişte olmaları da bu rekabeti keskinleştirmektedir. Çünkü tüm büyük güçlerin, yükselen kuvvetlerin Orta Doğu’ya ilişkin hesapları, beklentileri vardır. Bölgenin enerji kaynakları açısından zenginliği de bu hesapları karmaşık, verilen mücadeleyi kanlı hale getirmektedir. Arap Baharı sonrasında büyük güçler arasındaki saflaşma, onların bölgesel müttefikleri arasındaki kamplaşma, küçük ve orta ölçekli devletlerin çok yönlü, çok boyutlu diplomasi izleyerek, ittifak ilişkileri geliştirerek, daha geniş bir manevra sahasına sahip olmalarına, göreli daha bağımsız hareket etmelerine zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda da gelişmeleri doğru tahlil edemeyen, bir tarafa fazlasıyla bağlanan ülkelerin sıkışmalarına, yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Bu bağlamda genelde Arap Baharı, özelde de Suriye’de yaşanan olaylar, Türkiye başta olmak üzere tüm bölge ülkeleri için önemli derslerle doludur. Çok yönlü, çok boyutlu düşünen, küresel dengeleri gözetirken bölgesel ittifakları da dikkate alan, devlet kapasitesinin ve güç unsurlarının 189 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye sınırlarını bilen bir bölge merkezli politikanın başarı şansının yüksek olduğu görülmüştür. Bunun aksi politikaların ise tüm iddialı söylemlere karşın kısa sürede çöktüğünü, ülkeyi yalnızlaştırdığını, iç politikaya da yansıyan büyük sorunlara zemin hazırladığını kanıtlamıştır. 190 Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak Kaynakça Altunışık, Meliha Benli. “Orta Doğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken.” Orta Doğu Etütleri Cilt 1 Sayı 1 (2009): 69-81. Brzezinski, Zbigniew. Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı. İstanbul: Timaş Yayınları, 2012. Doster, Barış. “Arap Baharı Özelinde Rusya’nın Suriye Politikası.” Arap Baharı ve Suriye içinde, Ed. Barış Adıbelli. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2012. Doster, Barış. “İran Dış Politikası ve Rusya.” Doğu-Batı Yol Ayrımında İran içinde, Ed: Barış Adıbelli. İstanbul: Bilim+Gönül Yayınları, 2012. “Rusya ve Çin Sarı Deniz’i Isıtıyor.” Haberrus, 23 Nisan 2012. Erişim tarihi: 23 Nisan 2012. http://haberrus.com/bos/2012/04/23/rusya-ve-cin-sari-deniziisitiyor.html. “The US Government Debt.” Erişim tarihi: 28 Temmuz 2013. http://www. usgovernmentdebt.us/. Yıldızoğlu, Ergin. “Ortadoğu Isınmaya Devam Ediyor.” Cumhuriyet, 1 Nisan 2013. Erişim tarihi: 1 Nisan 2013. http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/412806/Ortadogu_Isinmaya_Devam_Ediyor.html#. 191 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE* Atilla SANDIKLI** Ali SEMİN*** Arap dünyası, 2011 yılından itibaren otoriter iktidar yapılarına karşı gelişen halk hareketleriyle birlikte siyasi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Arap halkları, demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini sokak yürüyüşleriyle dile getirmeye, otoriter iktidar yapılarına itiraz etmeye başlamıştır. Tek adam ve aile yönetimlerinin tahakkümüne, sıkıyönetim uygulamalarına başkaldıran Arap toplumları insan haklarının korunması, siyasi özgürlüklerin sağlanması, gelirlerin adil paylaşılması ve işsizliğin giderilmesi için değişim istemektedir. Reform taleplerinin seslendirildiği gösteri yürüyüşleri ile başlayan ve bazı ülkelerde silahlı isyan hareketlerine dönüşen Arap uyanışı Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidarların devrilmesine yol açmıştır. Yönetimin değişmediği Arap ülkelerinde ise halkın taleplerinin ayaklanmaya dönüşmesini engellemek maksadıyla iktidarlar, siyasi reformlara ve ekonomik destek seçeneklerine yönelmiştir. Arap uyanışı sürecinin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta üniversite mezunu seyyar satıcı Muhammed El-Buazizi’in kendini yakmasıyla başlayan gösteri yürüyüşleriyle ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Tunus’ta başlayan gösteriler neticesinde Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011 tarihinde 23 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Mısır halkının Kahire’de * Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. ** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi *** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı 193 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Tahrir Meydanı’ndaki gösterileriyle 30 sene Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 11 Şubat 2011’de istifa etmiştir. Libya’da Muammer Kaddafi iktidarına karşı başlayan halk hareketi silahlı isyana dönüşmüş, NATO öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin müdahalesi neticesinde Kaddafi Ekim 2011’de devrilmiştir. Yemen’deki halk hareketi Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’i, 23 Kasım 2011 tarihinde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) barış planı çerçevesinde Riyad’da yetkilerini devretmeye mecbur bırakmıştır. Demokratikleşme istikametinde müspet bir gelişme olarak değerlendirildiği için çoğunlukla “Arap baharı” ifadesiyle isimlendirilen süreç, Orta Doğu’da aynı zamanda istikrarsız bir döneme yol açabilecek dinamikler ortaya çıkarmıştır. Dini, mezhepsel ve etnik farklılıklar temelinde beliren bu dinamikler, bölgede yeni çatışma alanlarına zemin hazırlarken bölge dışı aktörlerin de Orta Doğu’daki gelişmeleri yönlendirebileceği bir konjonktür meydana getirmiştir. Tunus ve Mısır’daki olumlu süreçlerin aksine Arap devriminin çıkmaza girdiği Suriye krizi bu açıdan kritik bir örnektir. Rusya’nın Akdeniz’deki tek askeri üssüne ev sahipliği yapan, İran’ın Arap dünyasındaki tek müttefiki olan Suriye’deki süreç Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Suriye’de Baas rejimine karşı gelişen halk hareketi, reform talepleri ve kitlesel yürüyüşlerle başlamış, iktidarın muhalefeti şiddetle bastırma yoluna gitmesiyle silahlı isyana dönüşmüştür. Beşşar Esed iktidarının muhalefet gösterilerini bastırma hedefiyle halka karşı şiddete başvurması, yerleşim yerlerini bombalaması 10 binlerce Suriye vatandaşının ölümüne, 100 binlerce vatandaşın ise ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ve Esed’e bağlı güvenlik güçlerinin mukavemetini nispeten koruması ile de kriz bir iç savaş halini almıştır. Dış aktörlerin gerek Esed rejimi gerekse muhalefet tarafında müdahil oldukları kriz ülke çapında bir sıcak çatışma alanı doğururken, Suriye üzerinde bölgesel ve küresel düzeyde bir nüfuz mücadelesi başlatmıştır. Bu makalede; Suriye krizinin seyri, diğer Arap devletlerindeki değişim süreçlerinden ayrılan yönleri ve sonuçları değerlendirilmekte, Esed rejimine karşı gelişen muhalefet hareketi silahlı gücü ile birlikte incelenmektedir. Raporda kriz, bölgesel ve küresel ölçekte ele alınmakta, krizin Türkiye’ye etkileri değerlendirilmekte ve krizin seyrine ilişkin senaryolar geliştirilmektedir. 194 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye 1. Suriye Krizi Türkiye, Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan’la sınırı, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan Suriye, Orta Doğu bölgesinde ve Arap dünyasında stratejik bir konuma sahiptir. İsrail-Filistin çatışma alanına yakınlığı, Şii jeopolitiği hattında İranIrak-Hizbullah irtibatındaki işlevi ve Türkiye ile oldukça uzun bir sınıra sahip olması Suriye’yi Tel Aviv, Tahran ve Ankara için önemli kılmaktadır. Türkiye ve İsrail’in güvenliği ve İran’ın dış politika hedefleri için hassas bir coğrafi konumda yer alan Suriye, Lübnan’daki istikrarı da doğrudan etkileyebilecek bir aktör statüsündedir. Esed yönetimi Arap ülkelerindeki halk hareketlerinin ortaya çıktığı ilk dönemde bu değişim rüzgârının Suriye’yi etkileyeceğini hesap etmemiştir. Beşşar Esed, 31 Ocak 2011 tarihinde Wall Street Journal gazetesine verdiği röportajda Mısır, Tunus ve Yemen’deki protesto gösterilerinin, Orta Doğu’da “yeni bir çağa öncülük ettiğini” ve Arap yöneticilerin halkın siyasi ve ekonomik 195 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye isteklerini yerine getirmek için daha fazlasını yapması gerekeceğini ifade etmiştir.1 Ancak gösteri ve yürüyüşlerin 2011 yılının Şubat ayında Der’a şehrinde başlaması ve 15 Mart’tan itibaren ülkenin diğer bölgelerine yayılması Arap uyanışı sürecinin Suriye’yi de etkisi altına aldığını göstermiştir. Esed iktidarına bağlı güvenlik güçleri, ilk etapta silahsız kitle gösterileri şeklinde ortaya çıkan muhalefet hareketini bastırmak için ateş açmaya başlamış, böylece kriz büyümüştür. Güvenlik güçlerinin muhalif gösterileri şiddet ve baskı ile engelleme teşebbüsü, ülkedeki halk hareketinin Şam, Halep, Hama ve Humus gibi Suriye’nin diğer kentlerine yayılmasına yol açmıştır. Suriye’de halkı sokaklarda kitlesel yürüyüş eylemleri yapmaya sevk eden temel neden, Esed iktidarının reform yapması yönündeki taleplerdi. Suriye halkının talep ettiği reformlar dört başlık altında değerlendirilebilir: • 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması, • İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere, çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması ve yargının bağımsızlaştırılması, • Bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık hakkı tanınması) ve ülkedeki gelir dağılımında adaletin tesis edilmesi, • Siyasi partiler yasasında değişiklik yapılması ve iktidardaki Baas Partisi’nin gücünün sınırlandırılması.2 Bu talepler karşısında Esed iktidarı, ağırdan alarak da olsa bazı reformlar yapmaya başlamıştır. 29 Mart 2011 tarihinde görevdeki hükümet istifa etmiş, 14 Nisan 2011 tarihinde bir önceki hükümette Tarım Bakanı olan Adil Safer baş- 1 Interview With Syrian President Bashar al-Assad, Wall Street Journal, http://online. wsj. com/article/SB10001424052748703833204576114712441122894.html, Erişim: 10.08.2012 2 Cevad El-Beşiti, Surye Yu-hadr el-Tadahurat Be-Mucab Elgah El-Tawary, (Suriye Gösterileri Olağanüstü Hali Kaldırarak Yasaklıyor), http://www.middle-east-online. com/?id=108817, Erişim: 25.06.2012 196 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye kanlığında yeni bir hükümet kurulmuştur.3 Şam’da kurulan yeni hükümette Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Savunma Bakanı Ali Habib yerini korumuştur. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, 16 Nisan’da kurulan yeni hükümetten, ülkede 48 yıldan beri uygulanan “olağanüstü hal” durumunun bir hafta içinde kaldırılmasını talep etmiştir.4 Suriye’deki olağanüstü hal durumu Esed’in isteği doğrultusunda yeni hükümet tarafından kaldırılmıştır. Yurttaşlık hakkına sahip olmayan ve büyük çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan yaklaşık 300 bin Kürt kökenli Suriyeliye kimlik verilmiştir. Esed yönetimi, muhalefetin reform talepleri üzerine yasal çerçevede bazı düzenlemeler gerçekleştirdiyse de bu reformları hayata geçirmemiş, iktidarının devamını sağlayacak tedbirlere yönelmiş ve gösteri yürüyüşlerine şiddetle mukabele etmeye devam etmiştir. Mesela, 2014 yılındaki devlet başkanlığı seçimleri için adil ve serbest bir seçim vaat eden Esed, diğer taraftan reform adı altında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iktidarda kalabileceği süreyi 2028’e kadar uzatmıştır. Esed rejimi, olağanüstü hal uygulamasına son verdikten sonra “toplu cezalandırma” yaklaşımıyla muhalefetin güçlü olduğu yerleşim yerlerine dönük saldırıları artırmış, 10 binlerce sivilin ölümüne yol açmıştır. Vatandaşlık kimliği verilen Kürtler ardından askere alınmış, Kürt kökenli Suriyelilerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek maksadıyla ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda PKK/KCK terör örgütü ve PYD ile işbirliğine gidilmiştir. Suriye’de halk hareketi bu nedenle süreç içinde hem hedef değiştirmiş hem de farklı bir nitelik kazanmıştır. Başlangıçta reform isteyen halk kitleleri, iktidarın baskısına maruz kalınca Esed iktidarının devrilmesini talep etmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı güvenlik güçlerinin gösterilerin sona ermesi ve muhalefetin bastırılması amacıyla halka karşı silahlı güç kullanması, Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açmıştır. Nitekim gelinen aşamada Suriye 3 Esed Yakbal Estekalet El-Hukuma El-Suriye We Alef Yeddaherun Damen Lahu (Esed Suriye Hükümetinin İstifasını Kabul Etti ve Binlerce Kişi Esed’e Destek İçin Gösteri Düzenledi), http://www.alarabiya.net/articles/2011/03/29/143407.html, Erişim: 12.07.2012 4 Beşşar Esed’in 16.04.2011 tarihinde Yeni Hükümetin Kabine Toplantısında Yaptığı Konuşma Metni için bakınız: http://www.syria-news.com/readnews.php?sy_seq=131477 197 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye halkı Beşşar Esed’in devrilmesini yeterli görmemekte, Esed’in ve katliamlardan sorumlu Baas mensuplarının cezalandırılmasını istemektedir. Esed iktidarının reform taleplerini dikkate almaması, halk kitlelerinin muhalefetine şiddetle karşılık vermesi Suriye’deki sürecin niteliğini de değiştirmiştir. Esed yönetimine bağlı güvenlik güçlerinin (polis, ordu ve istihbarat) gösterilere şiddetle mukabelede bulunmasıyla muhalif unsurlar silahlı mücadeleye yönelmiştir. Kitle yürüyüşleri biçiminde ortaya çıkan muhalefet hareketi böylece Baas rejimine karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüşmüş ve taraflar arasındaki çatışma süreç içinde ülke geneline yayılarak iç savaş halini almıştır. Güvenlik güçlerinin muhalefet hareketini bastırmak için uyguladığı şiddet ve müteakiben başlayan çatışmalar sonucunda 10 binlerce Suriyeli hayatını kaybetmiş ve yaralanmış, 10 milyondan fazla vatandaş yurtiçinde yerlerinden edilmiş ve 100 binlerce kişi ülkeyi terk etmiştir. Suriye’de iç savaşa dönüşen kriz ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kriz; bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa sebep olmuş, Orta Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu doğurmuş, PKK/KCK terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamış ve böylece Türkiye’yi güneyde meşgul edecek bir istikrarsızlık meydana getirmiştir. Ulusal ölçekteki çatışmanın bölgesel ve küresel bir anlaşmazlık halini aldığı Suriye krizi üç düzeyde değerlendirilebilir. Ulusal düzeyde otoriter Baas yönetimiyle ayaklanan ve silahlanan halk arasında iç savaşa dönüşen bir çatışma vardır. Bölgesel düzeyde, ayaklanan halk lehinde tutum geliştiren ülkelerle Şam’da yönetim değişikliğine karşı çıkarak Esed rejimini destekleyen İran arasında bir nüfuz mücadelesi söz konusudur. Türkiye ve genel olarak Arap dünyası, Suriye halkının demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini desteklemekte, Baas iktidarı tekelinin son bulması gerektiğini beyan etmektedir. Tahran ise Suriye’de Nusayri azınlığın etkili olduğu mevcut iktidarın varlığını sürdürmesi gerektiğini savunmaktadır. İran, Suriye’de Esed iktidarı çözülürse kendi rejiminin tehlikeye girebileceğini, bölgedeki rejim değişikliği dalgasında sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmektedir. Tahran, Esed iktidarının devrilmesiyle Orta Doğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Şii hilali projesinin de akamete uğrayacağını hesap etmektedir. 198 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Küresel düzeyde ise demokratikleşme hareketlerini destekleyen aktörlerle otoriter yönetimleri destekleyen aktörler arasında bir mücadeleden bahsedilebilir. Suriye krizi, Rusya ve Çin’i yakın gelecekte kendi iç işlerine karışılabileceği yönünde endişelendirmektedir. Rus ve Çinli karar mercileri, Suriye’de bir dış müdahale ile Esed rejiminin devrilmesinden sonra sıranın gelecekte kendilerine de gelebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi bu iki ülkenin Suriye’ye uluslararası müdahaleye mesnet teşkil edebilecek kararları engellemesi ve Rusya’nın iktidar değişimini önlemek için Esed rejimine sağladığı destek böyle bir mücadelenin yansıması olarak değerlendirilebilir. Nitekim otoriter yönetimleri destekleyen aktörlerle demokratik dinamikleri destekleyen aktörler arasındaki ayrışma Suriye’deki krizle sınırlı değildir. Irak’ta otoriterleşme eğilimleri göstermeye başlayan Maliki iktidarının Rusya’ya yaklaşması da küresel düzeydeki bu ayrışmaya örnek verilebilir. Uluslararası ilişkilerde ülkelere dış müdahale konusunda iki farklı trendin ön plana çıktığı, bu trendlerin Suriye krizinin küresel düzeyde bir anlaşmazlık haline gelmesinde etkili olduğu ifade edilebilir. Rusya ve Çin gibi ülkeler tarafından benimsenen birinci trend, Vestfalyan egemenliği savunmakta, devletlerin iç işlerine müdahaleye itiraz etmektedir. Batılı ülkeler tarafından geliştirilen ikinci trend ise devletlerin egemenlik ilkesini tanımakla birlikte, planlı insan hakları ihlallerinin büyük boyutlara ulaşması durumunda dış müdahalenin gerçekleştirilebileceği görüşünü savunmaktadır Soğuk Savaş sonrası dönemde BM sistemi ve NATO vasıtasıyla Batılı devletlerin öncülüğünde çeşitli kriz bölgelerinde gerçekleştirilen dış müdahaleler iki farklı trendin belirginleşmesine yol açmıştır. Suriye krizinde ise iki trend karşı karşıya gelmiş, krizi çözüme kavuşturabilecek adımlar konusunda küresel düzeyde tesis edilebilecek bir mutabakatı imkânsız kılmıştır. Nitekim bu konu halen Devlet Hukukunun tartışmalı konuları arasında yer almaya devam etmektedir. Kriz nedeniyle Suriyeliler evini terk ederek yurtiçinde farklı bölgelere ve yurtdışına (Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a) göç etmek zorunda kalmaktadır. Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısı 2012 Ekim ayı içinde Ankara’nın “psikolojik sınır” olarak belirlediği 100 bini geçmiş ve katlanarak artmıştır. Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısındaki artışa bağlı olarak Suriye’nin 199 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye kuzeyinde bir tampon bölge kurulması böylece daha sık gündeme gelebilir. Suriye’deki iç savaşın hâlihazırdaki seyri devam ederse yurtiçinde yerinden edilmiş ve yurtdışına çıkan toplam sığınmacıların sayısının yakın zamanda 4 milyonu geçebileceği tahmin edilmektedir. Suriye krizinde Esed rejiminin, kuzey ve kuzeydoğudaki Kürt nüfusun muhalefete katılmasını engellemek amacıyla PKK/KCK terör örgütü ve aynı çizgideki PYD ile birlikte hareket etmeye başladığı yönünde basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Kriz başlayınca Esed rejiminin Kürtleri kendi tarafına çekmek maksadıyla PYD’yi kullanmaya başladığı ve PKK/KCK’yı kullanarak Türkiye’ye karşı komplo içinde olduğu yönünde duyumlar vardır. Türkiye PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin bölgedeki faaliyetlerini teyakkuzla takip etmelidir. Ancak Suriye Kürtleri arasında birlik olmadığı, bölünmeler ortaya çıktığı ve bütün Kürtlerin PYD’ye sempati duymadığı dikkate alınmalıdır. Türkiye ve Suriye’de sınıra yakın yerleşim birimlerinde yaşayan Kürtler arasında akrabalık bağlarının da olduğu bilinmektedir. Türkiye, bu nedenle PYD konusundaki hassasiyetinin bölgedeki Kürtlerde kaygılara neden olmasına fırsat vermemeli, Suriye Kürtleri ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır. Suriye krizi, krizin sebep olduğu bölgesel ve küresel anlaşmazlık, bölgede Şii-Sünni geriliminin belirginleşmesi, sığınmacılar sorunu ve PKK/KCK terör örgütünün Orta Doğu’da yeni bir hareket alanına kavuşması Türkiye’nin güneyinde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Suriye krizi bu bağlamda Ankara’nın Orta Doğu’daki girişimlerini kesintiye uğratabilecek, Türkiye’nin bölgedeki artan nüfuzunu sınırlandırabilecek bir çatışma zemini doğurmaktadır. Suriye’deki halk hareketi, diğer Arap ülkelerindeki başarılı süreçlere nazaran kısa sürede olumlu bir sonuca gidememiştir. Tunus ve Mısır’da iktidardaki liderlerin devrildiği aylarda Suriye’de kitlesel gösteriler başlamış ancak yaklaşık üç yıl geçmesine rağmen Esed rejimi varlığını korumaya devam etmiştir. İktidar değişikliğinin gerçekleştiği Arap ülkelerinden farklı olarak Suriye’de Esed rejiminin varlığını sürdürmesine imkân tanıyan ve muhalefet hareketinin muvaffak olmasını engelleyen bazı şartlar belirleyici olmuştur. Suriye’de nüfus Tunus, Mısır ve Libya’dan farklı olarak homojen değildir ve iktidar büyük bölümünü Nusayri azınlığın oluşturduğu Baas ideolojisine sahip 200 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye geniş bir çıkar grubunun denetimindedir. Suriye’de muhalefet hareketi başlayınca Esed rejimi Bin Ali, Kaddafi ve Mübarek iktidarlarının aksine güçlü bir dış destek almıştır. Suriye’de ortaya çıkan muhalefet zayıf kalmış, kendi içinde birlik sağlayamamış ve silahlanma aşamasına erken geçerek Esed rejiminin elini güçlendirmiştir. Batılı ülkeler Suriye krizinde Libya’dakinden farklı bir tutum sergilemiş, Türkiye krize müdahil oldukça geri çekilmiş, söylemde halk hareketini desteklerken eylemde çekimser kalmıştır. Suriye’de Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler devletin bütün kurumlarında etkilidir. Ülke nüfusunun %12’sini oluşturduğu tahmin edilen Nusayri azınlık, Baas Partisi aracılığıyla siyasi iktidarı ve bürokrasiyi farklı etnik ve dini unsurlar arasında kurduğu çıkar ilişkileri üzerinden kontrol etmektedir. Suriye’de Esed rejiminden çıkar sağlayan geniş bir kitlenin varlığı rejimin devrilmesini zorlaştırmış, bu kitle bir varoluş mücadelesi vererek iktidar değişimine karşı direnç göstermiştir. Suriye’de Nusayri azınlık aynı zamanda ordunun komuta kademesini ve üst düzey subay sınıfını oluşturmaktadır. Bu nedenle Suriye’de muhalefet hareketi ortaya çıktığında askeri bürokrasideki üst düzey yetkililerin çoğunluğu Esed iktidarından ayrılmamıştır. Bazı politikacı, diplomat ve askerler muhalif saflarda yer alsa da, muhalefet cephesine katılım düzeyi Esed rejiminin gücünü ve etkisini büyük ölçüde kıramamıştır. Ordu komutasının Nusayri subayların elinde olması, Esed iktidarına muhalefet hareketine silahlı kuvvetle karşılık verme imkânını tanımış ve ordunun saf değiştirme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Nusayrilerin Suriye silahlı kuvvetleri üzerindeki hâkimiyeti Şebbihaların (Esed ailesine yakın korumalık yapan silahlı askerler) kısa sürede devreye girmesini kolaylaştırmış, Esed rejiminin göstericilere müdahalesini hızlandırmıştır. Esed rejiminin muhalefet hareketine karşı aldığı dış destek, rejimin bugüne kadar ayakta kalmasına önemli katkı sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya, Suriye’de rejim değişikliğine karşı çıkmış, Esed rejimini kınayan karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. Suriye’ye yaptırım ve uluslararası müdahaleyi mümkün kılabilecek karar tasarılarının Konsey tarafından kabul edilmesini engelleyen Moskova, Esed rejimine silah ve mühim201 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye mat temin etmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Mısır’da bir gazeteye verdiği röportajda konu ile ilgili olarak Moskova-Şam arasındaki silah ticareti anlaşmalarının Sovyet dönemine dayandığını, Rusya’nın bu çerçevede Suriye’ye silah ihraç etmeye devam ettiğini ifade etmiştir. Suriye’ye sadece 2011 yılında 1 milyar dolar değerinde silah satan Rusya, bu satışı Suriye’yi dış tehditlere karşı koruma amacıyla gerçekleştirdiğini beyan etmiştir.5 Rusya’nın yanı sıra Esed rejimine sağlanan dış desteğin önemli kısmının İran’dan geldiği gözlemlenmiştir. İran, Suriye’de halk hareketi kitlesel gösteriler şeklinde ortaya çıktıktan sonra Esed rejiminin yıkılmasını önlemek amacıyla tüm imkânlarını seferber etmiştir. Tahran, uluslararası platformlarda Suriye’ye dış müdahaleye karşı çıkmış, Suriye krizinin Güvenlik Konseyi’ne taşınmasına itiraz etmiştir. Esed iktidarına gösterilerin bastırılmasına yönelik profesyonel danışmanlık desteği veren ve istihbarat sistemleri tedarik eden İran, Suriye’de çatışmalar başlayınca bu ülkeye askeri teçhizat ve mühimmat sağlamaya başlamış, Devrim Muhafızları’nı göndermiştir. İran Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi 16 Eylül 2012 tarihinde yaptığı açıklamada Devrim Muhafızlarının ve Kudüs Tugaylarının Esed rejiminin ayaklanmayı bastırmasına destek olmak için Suriye’de bulunduğunu teyit etmiştir.6 Irak’ta Maliki iktidarı da Esed rejiminin varlığını sürdürmesine destek sağlamış, Arap Birliği’nin Suriye aleyhinde aldığı yaptırım kararlarını uygulamamıştır. Muhalefetin zayıf kalması, muhalif unsurlar arasındaki birlik sorunu ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) erken kurulması, Suriye’deki halk hareketinin muvaffak olmasını engellemiştir. Suriye muhalefeti gerek ülke içinde gerekse uluslararası düzeyde Esed rejiminin ardından iktidarı devralabilecek kabiliyette olduğunu göstermekte yetersiz kalmıştır. Suriye Ulusal Konseyi bünyesinde devam eden görüş ayrılıkları Konsey’in temsil niteliğinin nispeten zayıf 5 “Russia Supplying Arms to Syria Under Old Contracts- Lavrov”, Ahram Online, 5 Kasım 2012, http://english.ahram.org.eg/NewsContent/2/8/57187/World/Region/Russia-supplyingarms-to-Syria-under-old-contracts.aspx , Erişim: 08.11.2012 6 “Iran Confirms It Has Forces in Syria and Will Take Military Action If Pushed”, The Guardian, 16 Eylül 2012, http://www.guardian.co.uk/world/2012/sep/16/iran- middleeast, Erişim: 08.11.2012 202 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye kalmasına neden olmuştur. Suriye Kürtleri Konsey’e tamamen dâhil edilememiştir. Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun erken kurulması ironik biçimde Esed rejiminin elini güçlendirmiş, rejim muhalefet aleyhinde propaganda malzemesine kavuşmuştur. Muhalif unsurların silahlı mücadele aşamasına birlik ve koordinasyon tesis etmeden ve gerekli ağır silahları tedarik etmeden geçmesi dağınık ve birbirinden kopuk silahlı gruplar ortaya çıkarmış, Esed rejimine karşı hedeflenen askeri üstünlük sağlanamamıştır. Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması uluslararası toplumun sorumluluğunu azaltmış, Esed rejimine karşı insani müdahalenin önünü dolaylı olarak tıkamıştır. Batılı ülkelerin tutumu da Suriye’deki halk hareketinin netice alamamasında etkilidir. Süreç içinde Türkiye Suriye krizine müdahil oldukça Batı geri çekilmiştir. Libya’daki krizde halkına ateş açan Kaddafi iktidarına müdahalede oldukça hızlı hareket eden bazı batılı devletler Suriye krizinde sadece Esed rejimi aleyhindeki söylemlerle yetinmiştir. Bu devletlerin Suriye krizinin sürüncemede bırakılması yönünde irade gösterdiği gözlemlenmiştir. Özellikle Türkiye’nin Orta Doğu’da artan etkinliğinden rahatsız olan bazı batılı devletlerin Suriye krizinin uzamasını hedeflediği, böylece krizin Türkiye’yi yıpratmaya devam etmesini istediği değerlendirilebilir. 2. Suriye Muhalefetinin Yapısı Suriye krizinde Esed rejiminin gösteri yürüyüşlerini silahlı kuvvet kullanarak bastırmaya çalışması, muhalefet hareketinin uluslararası düzeyde tanınmasına zemin hazırlamıştır. Uluslararası destek sayesinde muhalefet hareketi Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya, muhalif unsurlar da tek çatı altında birleşmeye başlamıştır. Suriyeli muhalif grupların bir araya getirilmesine dönük sürdürülen çalışmalar kapsamında “Suriye Halkının Dostları” ismi ile uluslararası bir grup teşkil edilmiştir. Grup, Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasını sağlamak için uluslararası kamuoyunu harekete geçirebilmek amacıyla kurulmuştur. Seksenden fazla ülkeden oluşan Suriye Halkının Dostları grubu bugüne dek dört kez toplanmıştır. Grubun ilk toplantısı 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta gerçekleştirilmiştir. 203 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Toplantıdan “İnsani Yardım Forumu” oluşturulması yönünde bir karar çıkmıştır. Grubun ikinci toplantısı 1 Nisan 2012’de İstanbul’da yapılmıştır. İstanbul toplantısının ardından açıklanan bildirinin 10. maddesinde Suriye Halkının Dostları grubu, Suriye Ulusal Konseyi’ni bütün Suriyelilerin meşru temsilcisi ve Suriyeli muhalif grupların altında toplandığı çatı örgüt olarak tanıdığını beyan etmiştir. Grubun üçüncü toplantısı 19 Nisan 2012 tarihinde Paris’te gerçekleştirilmiştir. 6 Temmuz 2012 tarihinde dördüncü kez tekrar Paris’te toplanan grup, beşinci toplantısını 2013 yılının Şubat ayında Roma’da düzenlemiştir. Suriye Halkının Dostları toplantıları Suriye krizinde küresel düzeyde devam eden anlaşmazlığı göstermiştir. Rusya ve Çin toplantılara katılmamıştır. 6 Temmuz 2012’de Paris’te gerçekleştirilen dördüncü toplantıda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Suriye’ye yaptırım kararı alınması için BM Güvenlik Konseyi’ne çağrı yapmış, Esed rejimine destek vermeye devam eden Rusya ve Çin’in üzerinde baskı kurulması gerektiğini ifade etmiştir. Clinton, Suriye krizindeki sorumluluklarından dolayı Rusya ve Çin’in bedel ödemesi gerektiğini beyan etmiştir.7 2.1. Siyasi Yapılanma Suriye krizinde muhalefet ilk kez 1 Haziran 2011 tarihinde Antalya’da “Suriye’de Değişim Konferansı”nda bir araya gelmiştir. Daha sonra 23 Ağustos 2011 tarihinde Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ilk çekirdeği İstanbul’da teşkil edilmiştir. 310 üyeli olarak tasarlanan Konsey, Suriye halkının isteklerini yerine getirerek Esed rejimini devirmek, daha sonra tüm Suriye halkını temsil eden bir yönetim kurma hedefiyle çalışmalarına başlamıştır. 2 Ekim 2011 tarihinde tekrar İstanbul’da bir araya gelen Suriye muhalefeti Konsey’in kuruluşunu ilan etmiştir. Bu toplantı Esed iktidarı aleyhinde gösterilerin başlamasından ancak yedi ay sonra gerçekleştiği için geç kalmış bir girişim olarak görülmüşse de Konsey kısa süre içinde uluslararası ölçekte Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya başlamıştır. Konsey’in ilk Başkanı Burhan Galyon, 17 Mayıs 2012 tarihinde istifa edince yerine Abdulbasit Seyda seçilmiştir. 7 Baskı Artırılsın Çağrısı, Anadolu Ajansı, http://www.aa.com.tr/tr/tag/62915---quot- suriyehalkinin-dostlari-quot--toplandi 204 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Suriye Ulusal Konseyi’nin çatısı altında yer alan muhalif oluşumlar: • Müslüman Kardeşler ve Destekçileri • Şam Deklarasyonu • Suriye Yerel Koordinasyon Komiteleri • Suriye Yüksek Devrim Konseyi • Bağımsız Liberaller Kitlesi • Seküler ve Demokratik Suriyeliler Koalisyonu • Suriye Devrim Genel Komisyonu • Şam Baharı (Rabii El-Demaşk) • Ulusalcı Şahsiyetler8 Konsey çatısı alında gerçekleştirilen birlikteliğe rağmen Suriye muhalefeti içindeki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Suriye Ulusal Konseyi’ni teşkil eden dini eğilimli gruplar, laikler, liberaller ve Kürtler arasında ortak bir tutum sağlanamamış, Konsey’de Müslüman Kardeşler’in çoğunlukta olması eleştirilmiştir. Konsey içindeki fikir ayrılıkları ve takip edilecek strateji konusundaki yaklaşım farklılıkları Esed iktidarının elini güçlendirmiştir. Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içindeki birlik sorunu ve anlaşmazlıklar, uluslararası toplumda Konsey’in Esed sonrası süreci yönetebileceği izlenimi oluşmasını engellemiştir. Suriye muhalefetinin içerisinde yer alan gruplar Esed iktidarının devrilmesinde izlenecek yöntem konusunda anlaşmazlık yaşamıştır. Suriye Ulusal Konseyi çizgisindeki unsurlar Esed rejiminin dış müdahaleyle sona erdirilmesini hedeflerken, Suriye içerisinde Esed yönetimiyle birebir çarpışan muhalifler Baas rejiminin dış müdahale olmadan kendi güçleriyle devrilebileceğini öngörmüştür. Diğer taraftan yurtdışındaki muhalefetle Suriye halkı arasında bir koordinasyon eksikliği yaşanmıştır. Suriye Ulusal Konseyi üyeleri uzun süredir yurtdı8 Heykeliye El- Meclis El-Watany El-Sury (Suriye Ulusal Konseyi’nin Oluşumu), http:// ar.syriancouncil.org/structure.html, Erişim: 15.07.2012 205 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye şında bulunduğundan dolayı halk ile doğrudan bağlantı kurmakta ve halkın isteklerini anlamakta güçlük çekmiştir. Suriye’de halkın talebi sadece özgürlük ve demokrasi ile sınırlı değildir. Halk, özgürlük ve demokrasi talep ettiği nispette sosyo-ekonomik şartlarının geliştirilmesini, refah düzeyinin yükseltilmesini beklemektedir. Halk, Esed rejiminin devrilmesiyle ülkedeki devlet kurumlarının yıkılmaması gerektiğine inanmakta, Irak’taki sürecin Suriye’de tekerrür etmesini istememektedir. Suriye Ulusal Konseyi, Suriye’deki süreçle ilgili dünya kamuoyunu yönlendirmede zayıf kalmıştır. Konsey, halka karşı şiddete başvurmasından dolayı Esed’in iktidarı bırakması gerektiği mesajını uluslararası topluma yeterince ulaştıramamış, Esed rejiminin muhalefet aleyhinde yürüttüğü propagandaya karşılık aynı düzeyde bilgilendirme kampanyası gerçekleştirememiştir. Suriye Ulusal Konseyi başta Türkiye olmak üzere ABD, Avrupa ve Arap ülkeleri tarafından Suriye’nin tek muhalif temsilcisi olarak resmen tanınmış olsa da, Konsey’in Esed sonrası döneme geçiş sürecini yönetebilecek düzeyde etkili olduğunu uluslararası kamuoyuna ifade edemediği gözlemlenmiştir. Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içinde ortaya çıkan bölünmüşlüğün uluslararası toplumun Suriye krizi ile ilgili net bir tavır alamamasında etkili olduğu ifade edilebilir. Suriye’ye askeri müdahale, insani yardım koridoru, tampon bölge oluşturma ve diğer seçenekler konusunda dünya kamuoyundaki mevcut kararsızlık kısmen muhalefet hareketi içindeki birlik sorunuyla ilişkilendirilebilir. Nitekim muhalefeti yönlendiren güçlü bir liderin olmayışı da dünya kamuoyunun bu kararsızlığını pekiştirmiş, muhalefete bir bakıma kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 2 Kasım 2012 tarihindeki Hırvatistan gezisi sırasında yaptığı açıklamada, Suriye Ulusal Konseyi’nin tek başına Suriye’yi temsil etmediğini, Kürtlerin ve Nusayrilerin de temsil edildiği geniş katılımlı bir muhalefet yapısı oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir. Clinton ülke içinde Esed rejimine karşı savaşan insanları temsil edebilecek daha etkili bir muhalefet cephesinin teşkil edilmesi gerektiğini, bu kapsamda Suriye Ulusal Konseyi’nin yeniden yapılandırılması gerektiğini beyan etmiştir. Suriye Ulusal Konseyi böyle bir gündemle 4-7 Kasım 2012 tarihleri arasında yeni başkanını ve yönetim kurulunu seçmek ve üye sayısını artırarak tem206 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye sil niteliğini güçlendirmek amacıyla Doha’da bir kongre gerçekleştirmiştir. Katar’ın teşebbüsüyle düzenlenen Doha Kongresi’nde ilk aşamada Suriye Ulusal Konseyi başkanlığına Hıristiyan asıllı George Sabra seçilmiştir. Kongre’de daha sonra Konsey’in kapsamının genişletilmesi ve uluslararası toplumun desteğinin daha çok sağlanması hedefi gündeme alınmıştır. Toplantı sonucunda muhalefet kendi içinde yaşadığı anlaşmazlıkların ve çekişmelerin kısmen de olsa üstesinden gelmiş ve 11 Kasım’da “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu” adı altında Suriye’deki tüm kesimlerden oluşan yeni bir muhalefet çatısı kurulmuştur.9 Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu (SMDK) başkanlığına din adamı Ahmed Miaz El-Hatib, başkan yardımcılığına Riyad Seyf ve Sehir Atasi getirilmiştir. Koalisyon’da Suriye Ulusal Konseyi dışında Suriyeli Türkmenler ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin üçer üye ile temsili sağlanmış ve kadınların %15 oranında temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Yeni Koalisyon’da ayrıca Suriye’nin on dört vilayetinden yerel temsilcilerin bulunması, iç ve dış muhalefet arasındaki koordinasyon eksikliğinin giderilmesi açısından önem arz etmektedir. Koalisyon, Suriye’deki devrim hareketinden %33, siyasi oluşumlar ve kitlelerden %45 oranında katılım sağlayarak toplamda 400 üyeye ulaşmıştır.10 Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu, kuruluşunun ardından bir bildiri yayımlamış, Koalisyon’un çatısı altındaki muhalif gruplar arasında sağlanan uzlaşmayı dünya kamuoyuna duyurmuştur. Uzlaşma sağlanan hususlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır. • Doha toplantısında hazır bulunan Suriye Ulusal Konseyi ve diğer muhalif gruplar Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun teşkil edilmesi konusunda anlaşmıştır. Koalisyon’un üyeliği bütün Suriyeli muhalefet gruplarına açıktır. 9 İtilaful-Muaraza El-Suryye Kad Yahdar El-İctima Al-Arabi (Suriye Muhalefeti Koalisyonu Arap Birliği Toplantısında Hazır Bulunacak), http://arabic.cnn. com/2012/syria.2011/11/12/ syria.newCouncil/index.html, Erişim: 12.11.2012 10 Al-Watani Sury Ya-len Heykeliye El-Cedide (Suriye Ulusal Konseyi Yeni Teşkilatını İlan Etti), http://www.aljazeera.net/news/pages/46fe127f-8c7c-433c-8ac4-46c2a2b5ab66 , Erişim: 10.11.2012 207 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye • Koalisyon, herhangi bir şekilde rejimle diyaloga girmeyecektir. • Koalisyon, devrimin ortak askeri konseylerini destekleyecektir. • Koalisyon uluslararası arenada tanındıktan sonra Geçici Suriye Hükümeti’ni kuracaktır.11 Koalisyon, kuruluşunun ardından Türkiye, Körfez ülkeleri, Arap Birliği, ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. Koalisyon’un Konsey’in durumuna düşmemesi için önümüzdeki süreçte ülke içinde Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren unsurların güvenini kazanması önem arz etmektedir. Ülke içindeki silahlı unsurların tek çatı altında toplanması ile Suriye muhalefeti, uluslararası toplumun güvenini kazanabilecek ve Batılı ülkelerin desteğini temin edebilecek konuma gelebilir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Koalisyon Esed sonrası dönem için ortak bir politik vizyon üzerinde mutabakata varmazsa yeniden parçalanma riskinden kurtulamayacak ve dolayısıyla Koalisyon’un etkili bir muhalefet gerçekleştirmesi mümkün olamayacaktır. Mart 2013’te Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu başkanlığından istifa eden El-Hatib’in yerine George Sabra getirilmiş, Koalisyon üyeleri Geçici Hükümeti kurmak için İstanbul’da bir araya gelmiştir. 62 koalisyon üyesinin oy kullandığı seçimlerde Gassan Hito, 35 üyenin oyunu alarak Geçici Hükümetin Başbakanı olmuş, Koalisyon’un sözcüsü ve muhalefetin önde gelen isimlerinden Velid Bunni ise dış güçlerin Hito’yu kendilerine dayattığını ifade etmiştir.12 8 Temmuz 2013 tarihinde Gassan Hito görevinden istifa ettiğini açıklamış, İstanbul’da tekrar bir araya gelen Koalisyon üyeleri Ahmet Asi El-Carba’yı yeni lider olarak seçmiştir. 11 Nas İttifak El-Doha Lİ-İnşaa El-İtilaf El-Watani Li-Kuwa EL-Tawre Wel- Muarada El-Suryye (Doha’da Kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun Anlaşma Metni), http://new-syria.com/formainpage/ analytics/15665, Erişim: 12.11.2012 12 “Koalisyon Sözcüsü Bunni: Gassan Hito Bize Dayatıldı,” http://www.ydh.com.tr/HD11621_koalisyon-sozcusu-bunni--gassan-hito-bize-dayatildi.html 208 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye 2.1.1. Suriye Kürt Ulusal Konseyi Esed iktidarı kriz sırasında ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda bulunan Kürt nüfusun muhalefet hareketine katılmasını önlemek maksadıyla 7 Nisan 2011 tarihinde 300 bin civarında kimliksiz Suriyeli Kürt’e vatandaşlık vermiştir. Esed rejiminin bu adımı, Suriyeli Kürtlerin halk hareketine katılıp katılmama konusunda tereddüt etmesine yol açmış, Kürtler muhalefet içinde yer almak konusunda fikir ayrılıkları yaşamıştır. Böyle bir konjonktürde Kürt aktivistler, Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin taleplerini göz ardı ettiği gerekçesiyle Kürt Ulusal Konseyi adlı farklı bir yapılanmaya gitmiştir. Suriye Kürt Ulusal Konseyi, Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında 26 Ekim 2011 tarihinde Erbil’de Mesud Barzani’nin desteği ile kurulmuştur.13 Kürtler, Esed sonrası Suriye’nin kuzeyinde özerklik ve Kürt milli kimliğinin anayasal olarak tanınması taleplerini ileri sürerek Suriye Ulusal Konseyi çatısına dâhil olmamıştır. Kürtlerin bu konudaki tutumunun ardında iki temel nedenin yattığı değerlendirilmektedir. Birinci neden, Kürtlerin Suriye Ulusal Konseyi’ne dâhil oldukları takdirde kendilerini uluslararası topluma tanıtmakta zorlanacakları ve Konsey içinde Kürt kimliğinin arka planda tutulacağı yönündeki kaygılarıdır. İkinci sebep ise Suriyeli Kürtlerin kuzey Irak’taki gibi bir özerklik kazanma arzusudur. Ağırlıklı olarak ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan Kürtlerin Suriye nüfusu içindeki oranı %8-10 civarındadır. Kürtler, Nusayrilerden sonra ülkenin en büyük azınlığı konumundadır. Kuzey Irak’taki yapıya benzer bir özerklik fikrine sıcak bakan Suriyeli Kürtler, bu nedenlerle Suriye Ulusal Konseyi ile aynı çatı altında Esed yönetimine karşı mücadele vermeyi kabul etmemiş, Konsey’in toplantılarına katılmamıştır. Dolayısıyla Suriye’deki krizin belirsizliği de göz önünde bulundurulduğunda Kürtlerin diğer muhalif unsurlarla tek çatı altında toplanması beklenmemektedir. Bütün bu gelişmeler ışığında Erbil’de Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne Mayıs 2012’de Suriyeli Kürt partiler de katılmaya başlamıştır. Konsey’e ilk etapta katılan Suriyeli Kürt partiler ve liderleri aşağıda sıralanmıştır. 13 El-Meclis El-Watany Kurdy Fi-Surye (Suriye Kürt Ulusal Konseyi), http://carnegie-mec.org/publications/?fa=48504 , Erişim: 20.05.2012 209 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye • Suriye Kürt Demokratik Partisi - Dr. Abdulhekim Beşar • Kürt Demokratik Partisi - Nasrettin İbrahim • Suriye Kürt Demokratik Ulusal Partisi - Tahir Safok • Kürt Demokratik Eşitlik Partisi - Aziz Davud • Kürt Demokratik İlerleme Partisi - Hamit Derviş • Kürt Demokratik Birlik Partisi - Şeyh Ali • Suriye Kürt Birlik Partisi - İsmail Hamu • Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Osu • Suriye Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Cuma • Suriye Demokratik Kürt Partisi - Şeyh Cemal • Kürt Solcu Partisi - Muhammed Musa • Kürdistan Birliği Partisi - Abdulbasıt Hamo • Kürt Demokratik Partisi - Abdurrahman Aluci • Kürdistan Demokratik Partisi - Yusuf Faysal • Kürt Demokratik Uzlaşı Partisi - Neşat Muhammed • Suriye Kürt Solcu Partisi - Salih Cadu14 2003 yılında Suriye’nin kuzeyinde PKK tarafından kurulan PYD, 11 Temmuz 2012 tarihinde Mesud Barzani liderliğinde kuzey Irak’ın Erbil kentinde toplanan Suriyeli Kürt muhalefet partileriyle anlaşarak Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmıştır. PYD, Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan hedefiyle faaliyet gösteren PKK/KCK terör örgütünün Suriye kolu olarak hareket etmektedir. Esed yönetimi, Türkiye’nin Suriyeli muhalefete destek vermesine karşılık Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda Kürtlerin yoğun ola14 A.g.e. 210 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye rak yaşadığı bölgeleri çatışmaya girmeden PKK/KCK terör örgütü güdümündeki PYD’ye bırakmıştır. Terör örgütü Esed rejiminin sağladığı serbestlikle PYD’yi Suriye’nin kuzeyinde etkili bir aktöre dönüştürmüş, Halkçı Koruma Birlikleri adı altında PYD’nin askeri kanadı statüsünde silahlı bir yapı teşkil etmiştir. PYD, PKK/KCK’nın bölgesel hedefleri çerçevesinde Suriye’deki Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemeye çalışmış, Esed iktidarına karşı gösteri düzenleyen Kürtleri şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. Silahlı gücü sayesinde diğer Kürt partilerine göre ülkenin kuzeyinde baskın konuma gelen PYD’nin Baas rejimine muhalefet eden Suriyeli Kürt aşiret liderlerine de saldırılar düzenlediği basına yansımıştır. 2.2. Askeri Yapılanma Suriye’deki halk hareketi, Esed rejimine karşı ilk etapta tamamen silahsız ve reformcu bir halk kitlesinin girişimi olarak başlamıştır. Halk Cuma namazlarından sonra “Özgür Suriye” sloganını atarak Esed’in reform yapması için sokaklara dökülmüş, kitlesel gösteriler düzenlemiştir. Ancak Suriyeli göstericiler, Esed rejimine bağlı güvenlik güçlerinin şiddetli saldırısına maruz kalınca ve her gün onlarca Suriye vatandaşı hayatını kaybedince Suriye’deki kriz nitelik değiştirmiştir. Ülkedeki halk hareketi başlangıçta sivil nitelikli iken Esed rejiminin şiddete tevessül etmesiyle muhalefet silahlı mücadeleye girişmiştir. Esed’in halkın taleplerine kulak vermeyip reform adı altında sadece yasal çerçevede bazı adımlarla yetinmesi, siyasi otoritenin Baas Partisi’nin tekelinden çıkması için somut bir düzenlemeye gidilmemesi krizin tırmanmasına yol açmıştır. Neticede kriz ülke çapına yayılan bir sıcak çatışmaya dönüşmüş ve iç savaş halini almıştır. Suriye’de Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren ve savaşçı sayısı bakımından çeşitlilik arz eden onlarca grup ortaya çıkmıştır. Baas iktidarına karşı demokrasi ve özgürlük hedefiyle başlayan halk hareketi silahlanma safhasında dini, etnik ve ideolojik olarak bölünmeye başlamıştır. Kriz süresinde bölgeler arasındaki kopukluk da farklı kentlerde farklı silahlı grupların birbirinden bağımsız olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Her silahlı grubun isminde Şam, Halep, Hama, İdlib vs.. geçmesi Suriye muhalefetindeki parçalanmışlığı gözler önüne sermektedir. Bu parçalanmışlık, Esed sonrası Suriye’de etnik211 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dini ve mezhepsel bölünmüşlüğün yanında bölgeler arasında da bir çatışma doğurma ihtimalini canlı tutmaktadır. Suriye’de halk hareketi başladıktan dört ay sonra muhalefet silahlı güç kullanma seçeneğine yönelmiş, bu yönde teşkilatlanmaya başlamıştır. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad El-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından 29 Temmuz 2011 tarihinde kurulmuştur.15 ÖSO, Esed rejimini silahlı kuvvet kullanarak devirmek hedefiyle ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla tesis edilmiştir. Kuruluş evresini yurtdışında tamamlayan ÖSO, 22 Eylül 2012 tarihinde karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamıştır. 2012 yılının sonlarına doğru ÖSO, askeri kanadı tek bir komuta sisteminde toplamak, Esed sonrası dönemde düzenli orduya geçişi mümkün kılmak ve muhalefete yapılan silah yardımlarının tek kanaldan teminini sağlamak için daha profesyonel bir teşkilatlanma geliştirmeye başlamıştır. ÖSO bu kapsamda 8 Aralık 2012 tarihinde Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak seçmiştir. ÖSO bünyesinde hâlihazırda 100 binden fazla asker olduğu tahmin edilmektedir Suriye krizi sürecinde muhalefet hareketinin silahlı mücadele aşamasına erken geçtiği ve ÖSO’nun kuruluşunda acele edildiği ifade edilebilir. ÖSO’nun erken kurulması Esed rejimine karşı gelişen uluslararası tepkinin nispeten hafiflemesine neden olmuş, iç savaşın ülkede yol açtığı zararın muhalefet hareketiyle de ilişkilendirilmesinin önünü açmış ve muhalefetin silahlı mücadelede zayıf kalması sonucunu doğurmuştur. Suriye halkının barışçıl gösterilerinin daha uzun süre devam etmesi durumunda Esed rejiminin halka karşı şiddete başvurması, uluslararası toplumun tepkisini daha fazla çekebilirdi. Ancak ÖSO’nun kuruluşu Suriye’deki süreci, ayaklanan halka şiddet uygulayan iktidar krizinden iki taraf arasında silahlı çatışmanın cereyan ettiği bir iç savaşa dönüştürmüştür. Suriye’de ÖSO’nun kuruluşundan itibaren eşit olmasa da birbiriyle mücadele eden iki taraftan 15 El-Jeyshel Sury El-Hur (Özgür Suriye Ordusu), http://ar.wikipedia.org , Erişim: 15.07.2012 212 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye bahsedilebilir ve çatışmanın iç savaşa dönüşmesinin uluslararası insani müdahale imkânını zayıflattığı öne sürülebilir. ÖSO’nun kurulması ülkedeki yıkım ve ölümlerden muhalefet hareketinin de sorumlu olduğu yönünde bir algı oluşmasına sebep olmuş, Esed rejiminin işlediği insanlık suçları nispeten gölgede kalmıştır. Suriye’de iktidara bağlı güvenlik güçleri tarafından işlenen ve BM İnsan Hakları Konseyi tarafından tespit edilen insanlık suçları gündemden düşmüş, Esed rejimi ve destekçilerinin ÖSO aleyhindeki propagandası uluslararası kamuoyunda muhalefete kuşkuyla bakılmasına zemin hazırlamıştır. ÖSO’nun erken kurulması ortak hareket etme konusunda silahlı muhaliflerin zorluk yaşamasına neden olmuştur. Tek çatı altında birleşemeyen silahlı muhalifler arasında koordinasyon eksikliği bulunduğu için Esed rejimine karşı etkin bir mücadele verilememiş, Suriye ordusuna karşı koordineli saldırılar gerçekleştirilememiştir. ÖSO, tank ve savaş uçaklarını etkisiz hale getirebilecek ağır silah sistemlerine sahip olmadığı için denetimini ele geçirdiği bölgeleri muhafaza etmekte güçlük çekmiştir. Öte yandan, ÖSO’nun Suriye topraklarında Esed rejimine karşı verdiği silahlı mücadelenin yanında adam kaçırıp fidye isteme gibi muhalefet hareketinin hedefiyle ilgili olmayan eylemlere yöneldiği görülmüştür. ÖSO’nun bu tür eylemlere başvurması süreç içinde Suriye’deki halkın mücadelesine gölge düşürebilir. Kaçırma eylemleri muhalefet hareketinin halk nezdindeki itibarını zedeleyebilir. ÖSO’nun kaçırma eylemlerinde özellikle Şii mezhebine mensup kişileri tercih etmesi ülkedeki mezhepsel kutuplaşmayı artırabilir. Suriye muhalefeti kendi içinde bölünmüşse de ÖSO’da ideolojik, dini ve siyasi ayrışmaların önlenmesinde fayda vardır. Suriye muhalefeti arasında olası bir silahlı çatışma Esed rejiminin elini kuvvetlendirecektir. Muhalefet hareketinin silahlandığı süreçte Suriye’nin çeşitli bölgelerinde etnik ve mezhepsel unsurlar ÖSO’dan bağımsız olarak farklı silahlı birlikler oluşturmuştur.16 Etnik kimliğin veya dini eğilimin belirgin olduğu bu birlikler 16 Kendilerini genelde Tabur veya Tugay olarak tanıtan bu silahlı birliklerin milis sayılarında bir standart yoktur. Silahlı birliklerin milis sayıları 10-15 ile 1000 arasında değişmektedir. 213 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ÖSO’ya bağlı olmadıklarını beyan etmekte ancak Esed rejimine karşı ÖSO ile birlikte mücadele etmektedir. Şam ve çevresindeki bölgelerde faaliyet gösteren Ensar El-Rasul birliği, Humus’ta Faruk Tugayları, Der Ez-zur Devrim Konseyi ve Suriyeli Kürtlerden oluşan Sukur El-Kurd Tugayı bu birliklerden bazılarıdır.17 Muhalefetin silahlanmasıyla Suriye’deki Türkmenler de silahlı birlikler oluşturmuş, Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli birlikleri teşkil ederek Esed rejimine karşı ÖSO ile birlikte hareket etmiştir. Halep’te Ali Beşir komutasında kurulan Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli iki birlikte yaklaşık 2 bin milis olduğu tahmin edilmektedir.18 Suriye’deki Türkmen tugayları (Zahir Beypars Tugayı, Türkmen Şehitleri Tugayı, Türkmen Kılıçları Tugayı, Şükrü Kuvvetli Tugayı, Allah’ın Özgür Adamları Tugayı, Kutuz Tugayı, Hamza Torunları Tugayı, Osman Bin Affan Tugayı, Yusuf Azma Tugayı ve Türkmen Alparslan Tugayı) 22 Eylül 2012 tarihinde Fatihin Torunları birliği çatısı altında birleştiklerini ilan etmiştir.19 Suriye’deki kriz ÖSO’dan bağımsız olarak dini eğilimli silahlı birlikler de ortaya çıkarmıştır. İntikam hissiyle hareket edebilen bu birliklerin Esed rejimine bağlı güvenlik güçleriyle mücadele sırasında zaman zaman kaçırma, öldürme ve intihar gibi eylemler yaptığı basına yansımaktadır. Bu tür eylemler ÖSO’ya mal edilebilmekte ve Suriye muhalefetinin itibarına zarar vermektedir. Suriye’de ortaya çıkan dini eğilimli silahlı birlikler büyük ölçüde VehhabiSelefi çizgidedir. Bu birliklerin başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri tarafından yönlendirildiği ve desteklendiği değerlendirilmektedir. Suriye’deki önemli Selefi silahlı birlikler aşağıda belirtilmektedir. Şam Kurtuluş Tugayları-ŞKT (Ahrar El-Şam Tugayları): Esed rejimine karşı silahlı mücadele gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş olan Şam Kurtu17 Men Hiye El-Camaat El-Musllaha Ellety Tukateel Fi Surye (Suriye’de Savaşan Silahlı Gruplar Kimdir), http://arabic.rt.com/news_all_news/analytics/69084/ 18 Türkmen Muhaliflerden Birleşme Çağrısı, http://www.haber7.com/dunya/haber/915003turkmen-muhaliflerden-birlesme-cagrisi,Erişim, Erişim: 01.11.2012 19 Suriye Türkmen Ordusu Halep’teki Türkmen Komutanları Birleştirmeleri, http://www. youtube.com/watch?v=ON3zcwQUTEg , Erişim: 25.09.2012 214 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye luş Tugayları, Selefi Cihad’ın Suriye’deki önde gelen çatı örgütlerindendir. Yayımladığı bildirilerde Özgür Suriye Ordusu’nun yanında savaştığını ancak komutasında olmadığını beyan eden ŞKT, tamamen bağımsız hareket etmektedir. ŞKT’ye bağlı askerler Suriye’nin genel olarak tüm bölgelerine dağılmış durumdadır. Ancak en güçlü oldukları bölge İdlib’dir. Tugay ilk etapta Suriye Ordusu ile girdiği çatışmalardan ele geçirdiği silah ve mühimmatlarla mücadelesini yürütmüştür. Şimdi ise Kuveyt başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki zenginlerden yardım almaktadır. ŞKT çatısı altında birçok tugay bulunmaktadır. Bunlar, Ariha bölgesinde faaliyet gösteren Abbad El-Rahman Tugayı, Cebel-i Zaviye bölgesinde mücadele eden Sariyet El-Cebel Tugayı, Hama’da yer alan Selahaddin Tugayı, Cunud El-Hak Tugayı ve Furkan Tugayı’dır.20 Şam Kartalları Tugayı (Sukurul Şam Tugayı): Şam Kartalları Tugayı’nın Komutanı Cebel El-Zaviyeli Selefi olan Ahmet İsa el-Şeyh’tir. Şam Kartalları Tugayı, İdlib bölgesinde Suriye Ordusu’na yönelik bombalı eylemler gerçekleştirmektedir. Sukuru El-Şam Tugayı’nın hem fikri hem de altyapı bakımından Şam Kurtuluş Tugaylarına benzerliği vardır. Şam Kartalları Tugayı’nın merkezi İdlib olmakla birlikte bu grubun İdlib dışında da birlikleri bulunmaktadır. Şam Kartalları’na bağlı olarak Halep’te Şüheda Birliği ve Şam’da Ammar Bin Yasir Birliği oluşturulmuştur. Tugayın 3 binden fazla savaşçısı vardır. Şam Kartalları Tugayı, siyasi ve askeri yardımlarını Kuveyt, Suudi Arabistan ve Bahreyn’den almaktadır.21 3. Krizin Bölgesel Etkileri Suriye’de iç savaş halini alan kriz, ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar doğurmaya başlamış, Orta Doğu’da bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa ve nüfuz mücadelesine dönüşmüştür. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden, Lübnan’ın istikrarını zedeleyen kriz, Körfez ülkelerinin İran kaynaklı kaygılarını artırırken, Tahran’ı Arap dünyasındaki tek müttefikini kaybetme olasılığı ile karşı karşıya bırakmıştır. Esed rejiminin Türkiye topraklarına yönelik kaza olarak 20 Ahrar El-Şam Tugayları , http://www.ahraralsham.com/?page=pages&id=3 , Erişim:15.09.2012 21 Sukurul-Şam Tugayı’nın Resmi Sitesi, http://www.shamfalcons.net/ar/page/about- shamfalcons.php, Erişim: 23.09.2012 215 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye değerlendirilen saldırıları, PKK/KCK terör örgütüne ülkenin kuzeyinde hareket alanı açması ve Suriye’nin parçalanma ihtimali Ankara’yı tedirgin etmektedir. Esed iktidarının krizi ülke sınırları dışına taşıma gayesiyle Lübnan’daki hassas dengeleri bozabilecek kışkırtıcı eylemlere yönelmesi Beyrut’ta endişe uyandırmaktadır. İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii jeopolitiği stratejisi doğrultusunda krize Esed rejimi yanında müdahil olması Körfez ülkelerini rahatsız etmiştir. Suriye’nin İran’ın tek müttefiki olması ve Tahran’ın Esed rejimini koşulsuz desteklemeye devam etmesi ise krizi bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa mahkûm etmiştir. Suriye’de çıkmaza giren kriz, Orta Doğu’da Esed iktidarının devamı ve sona ermesi yönünde iki yaklaşımın öne çıkmasına yol açmış, bu yaklaşımları savunan devletler arasında rekabet doğurmuştur. Suriye krizinin sona ermesi için Esed rejiminin devamını gerekli gören ve Suriye’deki ayaklanmaya terörizm nazarıyla bakan birinci yaklaşımı temelde İran desteklemektedir. Esed rejiminin ayakta kalması için siyasi, ekonomik ve askeri imkânlarını seferber eden İran, Irak’taki Maliki iktidarını ve Hizbullah’ı aynı doğrultuda yönlendirmektedir. Tahran, Suriye’deki silahlı isyan hareketini (Esed iktidarı ile birlikte) terörizm olarak nitelemekte ve muhalif unsurlara destek sağlayan devletleri tehdit etmektedir. Kriz sürecinde İran’ın tutumunun giderek sertleştiği, muhalefet hareketine destek sağlayan ülkelere yönelik örtülü mücadelelere yöneldiği ve Esed rejimine daha güçlü destek verdiği gözlemlenmiştir. İran Türkiye’ye karşı PKK/KCK terör örgütünü tekrar desteklemeye, üst düzey askeri ve siyasi yetkililerin demeçleri aracılığıyla Türkiye’yi tehdit etmeye, Bağdat yönetimini Ankara aleyhinde yönlendirmeye, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şii nüfusu da ayaklanmaları için tahrik etmeye başlamıştır. Kriz sürecinde Esed rejimine bu denli güçlü ve riskli biçimde destek vermesi İran’ın Orta Doğu stratejisinde Suriye’yi merkezi bir konuma yerleştirdiğini ve müttefiki Baas iktidarının ayakta kalmasını kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirdiğini göstermektedir. İran, bölgede kurmaya çabaladığı Şii jeopolitiği hattında Nusayri azınlığın denetimindeki Suriye’nin hayati bir aktör olduğunu değerlendirmekte, Şam’da Sünni ağırlıklı bir hükümetin iktidara gelmesi durumunda Şii hilali projesinin başarısız olacağını öngörmektedir. İranlı karar mercileri, Esed rejiminin devrilmesiyle Tahran’ın İsrail’e karşı başvurabileceği dinamiklerin önemli ölçüde 216 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye zayıflayacağını değerlendirmektedir. Esed iktidarının devrilme ihtimali aynı zamanda İran’daki mevcut rejimin beka kaygısını artırmakta, Tahran’da, bölgedeki rejim değişikliklerinde sıranın İran’a geldiği yönünde bir tedirginlik hâsıl etmektedir. İran’ın Suriye’deki krize Esed rejimi lehinde müdahil olması, Tahran’ın Şii hilali projesi bağlamında değerlendirilmelidir. Nüfuz alanını Şiilik vasıtasıyla genişletmeye çalışan İran, Orta Doğu ülkelerindeki Şii topluluklar üzerinde özellikle eğitim yoluyla etki sahibi olmaya çabalamaktadır. Saddam sonrası Irak üzerinde nüfuz sahibi olan İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah eksenindeki Şii unsurlardan bir stratejik hat meydana getirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. Nitekim Suriye krizinde Esed rejimine sağlanan destekte İran-Irak-Hizbullah eşgüdümü Şii hattının Tahran’ın yönlendirmesiyle birlikte hareket edebileceğini göstermiştir. Nusayri azınlığın denetiminde ve Baas iktidarının tekelindeki Suriye bu hatta kritik bir konumda yer almakta, İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’la bağlantısında koridor işlevi görmektedir. Dolayısıyla, Esed rejiminin devrilmesi Tahran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii hilali projesinin başarısızlığa uğraması anlamına gelmektedir. İran’ın Esed rejimine sağladığı destek, Tahran’ın İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikleri muhafaza etme hedefiyle de açıklanabilir. Suriye’nin İsrail ve Filistin’e coğrafi yakınlığı bu ülkeyi İran nezdinde değerli kılmaktadır. İran, İsrail’e karşı desteklediği Hizbullah’a tedarik ettiği askeri malzemeleri Suriye üzerinden Lübnan’a ulaştırmaktadır. Tahran, İsrail’e karşı mücadele eden Filistinli unsurlarla Suriye topraklarında irtibat sağlamakta, ABDİsrail cephesine karşı “direniş cephesi”ne önderlik etmeye çalışmaktadır. İran böylece İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikler elde etmekte, Orta Doğu’da İsrail karşıtlığına dayalı dış politika çizgisinden temin ettiği itibarı korumaktadır. Esed rejiminin devrilmesi, İran’ın İsrail karşısındaki ve İsrailFilistin ihtilafındaki konumunun zayıflaması sonucunu doğurabilir. Suriye’de Esed iktidarına karşı ortaya çıkan muhalefet hareketi, İran’daki mevcut rejimin beka kaygısının nüksetmesine yol açmıştır. Tahran, Suriye krizi kullanılarak İran’ın yıpratılmaya çalışıldığını ve nihai hedefin aslında İran olduğunu iddia ederek Esed rejiminin geleceğiyle İran’daki rejimin akı217 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye beti arasında bağlantı kurmaktadır. Nükleer programından dolayı uluslararası yaptırımlara ve tecride maruz kalan İran, bölgedeki tek müttefiki Suriye’de muhtemel bir iktidar değişimini kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirmektedir. İran, dış politika ufkuna yön veren “kendisine karşı dış müdahale korkusunun” da etkisiyle Esed rejiminin devrilmesinin ardından sıranın kendisine gelebileceği yönünde ciddi kaygılar beslemektedir. Orta Doğu’da İran dışında Lübnan’daki Hizbullah’ın ve Irak’taki Maliki iktidarının Esed rejiminin devamını savunan aktörler olduğu gözlemlenmektedir. Hizbullah, Suriye’deki muhalefet hareketinin büyük bir komplo olduğunu ve Esed iktidarının ülkedeki halk ayaklanmasıyla mücadele ederken aslında ABD ve İsrail’e karşı bir savaş yürüttüğünü iddia etmektedir. Hizbullah, Suriye krizinde muhalefet hareketine karşı İran’la birlikte Baas rejimine somut destek vermektedir. Esed rejimine bağlı paramiliter birliklere eğitim sağlayan Hizbullah militanları, rejimle eşgüdüm sağlayarak muhalif unsurların bulunduğu hedeflere saldırılar düzenlemiştir. Irak’taki Maliki iktidarı ise Suriye’deki halkın taleplerinin dikkate alınması gerektiğini beyan etmekle birlikte krizin sona ermesine dönük bir dış müdahaleye itiraz etmektedir. Bağdat, Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya aldığı kararda çekimser kalmış, Suriye’ye karşı başlatılan ekonomik yaptırımlara karşı çıkmıştır. İran’ın Suriye’ye silah sevkiyatına da Irak hava sahasını açan22 Bağdat, Esed rejiminin devamını zımnen desteklemektedir. Maliki iktidarının krizin ilk dönemlerinde Suriye halkının reform taleplerine olumlu bakışı öne çıkarken, daha sonra giderek Esed rejimi yanlısı çizgiye yaklaşmasının İran’ın etkisiyle olduğu değerlendirilmektedir. Bölgede Suriye krizinin çözümlenmesi için Esed rejiminin son bulması yönündeki ikinci yaklaşımı başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere Körfez ülkeleri, Arap devletlerinin çoğunluğu ve Türkiye savunmaktadır. İkinci yaklaşımı savunan bölge ülkelerinin farklı nedenlerle bu tercihe yöneldiği ve Esed rejiminin devrilmesi yönünde değişik düzeylerde destek verdiği belir22 Michael R. Gordon, Iran Supplying Syrian Military via Iraqi Airspace, 4 Eylül 2012, http://www.nytimes.com/2012/09/05/world/middleeast/iran-supplying-syrian-military-viairaq-airspace.html?pagewanted=all&_r=0, Erişim: 29.10.2012 218 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye tilmelidir. Suudi Arabistan ve Katar, krizde Esed rejimine nispeten hızlı bir şekilde karşı tavır almış, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) aracılığıyla ve Arap Birliği nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmuş ve muhalefetin silahlandırılmasında önemli rol oynamıştır. Diğer Arap devletleri ise Suriye’deki halk hareketini ve Esed rejiminin devrilmesini desteklemekle birlikte, bu istikamette daha çok diplomatik yöntemlerin işletilmesinden yana tutum geliştirmiştir. Türkiye ise krizin ilk aylarında reform çağrıları yaptıktan sonra Suriye muhalefetinin tanınmasına zemin hazırlamış, Esed rejiminin sona ermesi yönünde irade göstermeye başlamıştır. İran-Suriye arasında 1979 Devrimi sonrasında gelişen ve 2000’li yıllarda ittifak niteliği kazanan ilişkiler başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinin tepkisini çekmiş, Suriye’nin Arap dünyası ile münasebetleri genel olarak soğuk seyretmiştir. Tahran yanlısı dış politikasından ötürü Arap dünyasının Şam yönetimine karşı sürdüre geldiği tepkisel tutum, Arap devletlerinin Suriye krizindeki tutumunun anlaşılmasında dikkate alınmalıdır. Nükleer programının tedirginlik doğurduğu bir dönemde İran’ın Orta Doğu’daki Şii unsurlar üzerinden bölgesel bir nüfuz stratejisine yönelmesi, Arap devletlerinin Esed rejimi aleyhindeki halk hareketine bakışında etkili olmuştur. Esed iktidarına karşı gelişen muhalefet hareketi Arap dünyasında olumlu karşılanmış, Suriye’deki mevcut rejimin değişmesi gerektiği yönündeki yaklaşım, özellikle Körfez ülkeleri tarafından belirgin biçimde desteklenmiştir. Nitekim Esed rejiminin devrilmesiyle İran’ın Suriye ve Lübnan üzerindeki nüfuzunun önemli ölçüde zayıflayacağı ve Suriye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşacağı öngörülmektedir. Suriye krizi sürecinde Körfez ülkelerinin tutumu iki aşamada değerlendirilebilir. Ortak bir tutumun henüz geliştirilmediği birinci aşamada Körfez ülkeleri Esed iktidarına reform çağrıları yapmış, krizin çözümüne yönelik destek sözleri vermiştir. 2011 yılının Mayıs ayı içinde Suudi Arabistan Kralı, Kuveyt Emiri ve Bahreyn Emiri Esed’i bizzat arayarak ülkedeki krizi çözmek için destek olacaklarını bildirmişlerdir. İktidarlar tarafından gerçekleştirilen bu çağrılarla aynı dönemde El-Cezire ve El-Arabiye gibi Körfez merkezli televizyonlar Suriye’de halkın talep ve beklentilerini dünya kamuoyuna duyurmuştur. Körfez ülkelerinin Suriye halkının demokratik hak ve özgürlük ta219 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye leplerine cevap verilmesi gerektiği yönündeki çağrısı, Esed rejiminin kitlesel gösterileri silahlı kuvvetle bastırma yoluna gitmesiyle değişmeye başlamıştır. İran ve Hizbullah’ın krize Esed rejimi lehinde müdahale etmesi Suriye krizinin Körfez ülkeleri tarafından mezhepsel bir mücadele olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Suriye ordusunun 31 Temmuz 2011 tarihinde 139 kişinin ölümüne yol açan Hama saldırısının ardından Körfez ülkeleri Beşşar Esed’in iktidarı terk etmesi gerektiğini aleni biçimde zikretmeye başlamıştır.23 2011 yılının Ağustos ayından itibaren Körfez ülkelerinin Suriye krizine yaklaşımında ikinci aşamaya girildiği ifade edilebilir. İkinci aşamada Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirilmiş, Suriye krizinin bir Arap Gücü müdahalesiyle çözülebileceği ve muhalefetin desteklenmesi gerektiği savunulmuştur. Bu dönemde Katar’ın açıkladığı önerilerin Körfez ülkelerinin ortak tavrında etkili olduğu belirtilmelidir. Arap Gücü’nün Suriye’ye gönderilmesini teklif eden Katar, Suriye’de yardımların gerekli yerlere ulaştırılması, güvenli bölge oluşturulması ve taraflar arasında ateşkesin takip edilebilmesi için Arap devletlerinin teşkil edeceği askeri bir görev gücünün elzem olduğunu beyan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki insan hakları ihlallerini kınayan ve şiddetin sona erdirilmesi çağrısında bulunan ilk karar tasarısının Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinin ardından da Katar, uluslararası topluma Suriye muhalefetine silah desteği vermesi için çağrıda bulunmuştur.24 Körfez ülkeleri, Esed rejiminin sona ermesi gerektiği yönündeki yaklaşımı Körfez İşbirliği Konseyi aracılığıyla Arap Birliğine taşımış, diğer Arap ülkeleriyle ortak hareket etmeyi hedeflemiştir. Bu girişim neticesinde Arap Birliği Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirmiş, Suriye krizini çözüme kavuşturabilecek bir plan hazırlamıştır. Beş maddeden oluşan çözüm planı; taraflar arasında derhal ateşkes ilan edilmesini ve Suriye ordusunun kentlerden çekilmesini, tutukluların serbest bırakılmasını, anayasa düzenlemelerini de kapsayan siyasi reformların yapılmasını, Esed rejimi ile muhalifler arasında 23 Tanklar Hama’ya Girdi, http://video.cnnturk.com/2011/haber/7/31/tanklar- hamaya-girdi , Erişim: 10.10.2011 24 Emir Katary Şeyh Hamed Le-Kanat CBS Yaktarih İrsal Kuwat El-Arabiye İla Surye (Katar Emiri Şeyh Hamed, CBS Kanalında Arap Gücünün Suriye’ye Gönderilmesini Öneriyor), http://www.jaridatak.com/ChildPages/Political/elnashra/ Ar5324.htm, Erişim: 24.02.2012 220 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye ulusal diyalog görüşmelerinin başlatılmasını ve Arap Birliği’nin çözüm planı sürecini incelemek üzere Şam’da temsilci bulundurmasını şart koşmuştur. Hazırlanan çözüm planını gündeme alarak 16 Ekim 2011’de Mısır’da toplanan Arap dışişleri bakanları, planın uygulanması için Esed iktidarına ilk etapta 15 gün süre tanımış, Arap Birliği içinde Katar başkanlığında Suriye meselesiyle ilgilenecek bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırmıştır.25 16 Ekim toplantısının ardından, Arap Birliği’nin tayin ettiği Katar başkanlığındaki heyet Beşşar Esed’le bir görüşme gerçekleştirmiş, 30 Ekim’de Suriye, Birliğin çözüm planına riayet edeceğini taahhüt etmiştir. 2 Kasım 2011 tarihinde ise Arap Birliği ve Suriye’nin imzaladığı anlaşma ile Esed rejimi şiddetin sona erdirilmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve ordunun kentlerden çekilmesini kabul etmiştir. Ancak Esed rejiminin taahhüt ettiği halde çözüm planını uygulamaması ve kitlesel muhalefet gösterilerine karşı silahlı kuvvet kullanmaya devam etmesi Birliğin politikasını değiştirmiştir. Arap Birliği, Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırımları tartışmaya başlamış ve 12 Kasım 2011 tarihinde Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır. Lübnan, Suriye ve Yemen’in ret oyu kullandığı, Irak’ın ise çekimser kaldığı oylamada karar, lehte kullanılan 18 oy ile kabul edilmiş, 16 Kasım’da yürürlüğe girmiştir. Arap Birliği, 27 Kasım’da çözüm planına söz verdiği halde riayet etmeyen ve Suriye’nin üyeliğinin askıya alınması kararına rağmen işbirliğine yanaşmayan Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırım kararı almıştır. Yaptırım kararının ardından Birlik, Suriye’ye Arap gözlemciler gönderilmesi için yeni bir girişim başlatmış, Irak’ın arabuluculuğunda Esed rejimiyle Kahire’de bir protokol imzalamıştır. İmzalanan protokol uyarınca Suriye’ye gönderilen Arap gözlemcilerin sadece Esed rejiminin müsaade ettiği bölgelere gidebilmesi ve dünya kamuoyuna rejim yanlısı mesajlar vermesi bu girişimden de netice alınmasını engellemiştir. Suudi Arabistan’ın gözlem görevinden finansal desteğini çekmesinin ardından diğer Körfez ülkeleri de Suriye’deki gözlemcilerini geri çekmiş, Birliğin gözlemci girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 25 El-Jamia EL-Arabiye Taduu Le-Muatemar Hiwar Beynel El-Nidam-UL Sury wel-Muarada Hilal 15 Yawum (Arap Birliği Suriye Rejimini ve Muhalefeti 15 Gün İçerisinde Diyaloga Çağırdı), http://www.radiosawa.com/content/article/21379.html , Erişim: 15.03.2012 221 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Çözüm planı ve gözlemci girişimi denemelerinin ardından Arap Birliği’nin Esed rejimine yönelik tutumu değişmiş, Birlik Suriye muhalefetiyle görüşmeye başlamış ve Arap devletlerinde krizin Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasıyla çözülebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Nitekim iki girişimde de Esed rejimi çözüm önerilerine sıcak baktığını beyan etse de uygulamaya geçmemiş, muhalefet gösterilerini şiddetle bastırmaya devam etmiştir. Esed iktidarı, Arap Birliği’nin çözüm girişimleri sırasında önerilere müspet cevap vererek zaman kazanmış, Arap devletlerinin muhalefet hareketine sağlayabileceği desteği mümkün mertebe geciktirmiştir. Diğer taraftan ise Arap Birliği’nin Suriye krizine çözüm getirme arayışları krizin bölgesel düzeyden küresel düzeye taşınmasına zemin hazırlamıştır. Suriye krizi böylece Arapların iç meselesi olmaktan çıkmış, Birleşmiş Milletler’e intikal etmiştir. Kriz, 2012 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın gündemine de gelmiştir. 15-16 Ağustos 2012 tarihlerinde Mekke’de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 4. Olağanüstü Zirvesi’nde Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. 26 Mart 2013’te Doha’da düzenlenen Arap Birliği zirvesinde ise Suriye’nin koltuğu muhalefet hareketine verilmiştir. Bu gelişmenin ardından Suriye Geçici Hükümeti Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Arap devletleri arasında Suriye muhalefetine destekte Körfez ülkelerinin, Körfez ülkelerinden de Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıktığı görülmektedir. Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıkmasında bu ülkelerin sahip olduğu sermaye gücü ve uluslararası düzeyde etkili basın-yayın organlarının belirleyici olduğu ifade edilebilir. Mısır’ın Mübarek sonrası dönemdeki siyasi dönüşüm süreciyle meşgul olması ve iki ülkenin Körfezdeki Şii-Vehhabi rekabetinde taraf olmasının da Riyad ve Doha’yı öne çıkardığı değerlendirilebilir. İki ülke gerek Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Birliği vasıtasıyla gerekse tek taraflı girişimlerle Suriye krizine Esed rejimi karşısında müdahil olmuştur. Muhalefete finansman tedarikinin yanında doğrudan askeri destek de temin ettiği basına yansıyan Suudi Arabistan ve Katar, Suriye’deki değişim sürecinde etkili olmayı hedeflemekte, ülkedeki Selefi unsurları güçlendirmeye çalışmaktadır. Suudi Arabistan ve Katar’ın yanı sıra Muhammed Mursi liderliğindeki 222 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Mısır’ın da son dönemde krizin çözüme kavuşturulması için diplomatik girişimlere yöneldiği gözlemlenmektedir. 30-31 Ağustos 2012 tarihlerinde Tahran’da düzenlenen 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’ne katılan Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Suriye’deki rejime karşı halka destek verilmesi yönündeki çağrısı Arap dünyasında büyük yankı bulmuştur. Mursi, Bağlantısızlar zirvesinde Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın katılacağı “Dörtlü Suriye Toplantısı” önerisinde bulunmuş, 17 Eylül’de Kahire’de Suudi Arabistan dışındaki üç ülkenin dışişleri bakanları bir araya gelmiştir. Suudi Arabistan toplantıya katılmamıştır. Toplantıda Türkiye ve Mısır Beşşar Esed’in iktidarı bırakmasını istemiş, İran ise bu isteği kabul etmemiştir. Dolayısıyla toplantıda bir karar alınamamıştır. Suudi Arabistan’ın toplantıya katılmaması, Riyad’ın Esed rejiminin mutlak surette sona ermesi yönündeki duruşu ve Suriye’deki Kahire’nin rolüne bakışı ile ilgilidir. Suudi Arabistan, Mısır’ın bölgedeki eski konumuna geri dönerek Arap dünyasının merkezi haline dönüşmesinden rahatsız olmaktadır. Riyad, Esed sonrası Suriye’de İran’ın etkisini kıracak Sünni ağırlıklı bir iktidarın ortaya çıkmasını, bu değişimin de Suudi Arabistan’ın denetiminde gerçekleşmesini hedeflemektedir. Desteklediği Selefi unsurların Esed sonrası Suriye’de etkili olması için çaba sarf eden Riyad’ın Mısır’daki gibi Suriye’de de Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesinden memnun olmayacağı değerlendirilmektedir. Nitekim Müslüman Kardeşler’in eski lideri olan Mursi’nin bu tür girişimlerinde Suriyeli Müslüman Kardeşler’i desteklemek gibi bir amacın bulunduğu ifade edilebilir. Suriye krizinin neden olduğu Esed rejiminin devamı ve son bulması şeklindeki iki yaklaşım, bölge ülkelerinin iki farklı blok halinde hareket etmesine yol açmıştır. Türkiye, Körfez ülkeleri ve diğer Arap devletleri Suriyeli muhalifleri desteklerken, İran, Hizbullah ve Maliki iktidarının Esed rejiminin yanında yer alması bölgede Sünni ve Şii bloklar arasında bir mücadele olduğu izlenimine sebebiyet vermiştir. Özellikle Irak’ın iç ve dış politika uygulamalarındaki değişimlerin böyle bir izlenimin oluşmasına hizmet ettiği ifade edilebilir. Irak’taki Maliki iktidarının iç siyasette ve dış politikadaki tercihleri, Suriye krizi sürecinde bölgesel bir Şii-Sünni gerilimi intibaının ortaya çıkmasında 223 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye etkili olduğu değerlendirilebilir. Nitekim krizle aynı dönemde, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki ülkedeki Sünni politikacıları terör örgütü kurmakla suçlamış, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında tutuklama ve yurtdışına çıkma yasağı çıkarmıştır. Suriye krizi sürecinde Irak’ın dış politikada da İran eksenine yaklaştığı, Esed rejimine dolaylı destek vermeye başladığı ve Ankara karşıtı bir çizgiye kaydığı fark edilmiştir. 4. Krizin Küresel Etkileri Arap Birliği’nin Suriye’deki krize yönelik çözüm girişimlerinin sonuçsuz kalması, krizin BM’ye taşınmasına yol açmıştır. 24 Şubat 2012 tarihinde BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî tarafından yapılan açıklamada, Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulması için Kofi Annan’ın BM-Arap Birliği ortak özel temsilcisi olarak atandığı duyurulmuştur. Annan, BM Genel Kurulu’nun 16 Şubat’ta aldığı 66/253 sayılı karar gereğince özel temsilci olarak atanmıştır. Beşşar Esed’in iktidarı terk etmesinin beklendiği bir dönemde, BM ve Arap Birliği’nin Annan’ı özel temsilci olarak ataması, İran, Rusya ve Çin’in Suriye yönetiminin yanında yer almasından dolayıdır. 10 Mart 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan, Şam’ı ziyaret ederek Esed ile görüşmüş ve 16 Mart’ta Esed iktidarı ile muhalefet arasında ateşkesin sağlanması için 6 maddelik bir barış planı sunmuştur. Annan Planına Şam yönetimi 27 Mart 2012 tarihinde olumlu cevap vermiş, planın uygulanması için 12 Nisan’da ateşkes ilan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi, Suriye’ye 250 kişiden oluşan bir gözlemci görevi atama kararı almış ve ilk aşamada 16 Nisan’da 30 gözlemci gönderilmesini onaylamıştır. Sonrasında, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun planlanan gözlemci sayısının 250 kişiden 300’e yükseltilmesini talep etmiştir. Planda yer alan maddeler şunlardır: • Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine cevap verecek şekilde Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak bir siyasi süreç için özel temsilciyle (Kofi Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse (müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek. • Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanma224 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye sı (bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır silahlar kullanmaya son vermesi ve askerlerini geri çekmesi, muhalefetin ve Suriye’deki diğer unsurların saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği yapması). • İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak uygulanmak üzere günde iki saat insani yardım için çatışmaların durdurulması. • Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.26 • Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması. • Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması. BM Güvenlik Konseyi öncülüğünde Suriye’deki şiddeti durdurmak ve Esed rejimi ile muhalifler arasında ateşkesi sağlayarak, siyasi bir geçiş süreci tesis etme amacıyla yola çıkan Kofi Annan, 3 Ağustos 2012 tarihinde istifa ettiğini açıklamış ve 31 Ağustos’ta da görevinden resmen ayrılmıştır. Annan’ın yerine Cezayirli eski diplomat El-Ahdar İbrahimi atanmıştır. İbrahimi görevi devraldıktan sonra Suriye konusunda başarılı olmasının imkânsıza yakın olduğunu açıklamıştır. İbrahimi’nin başarısız olan BM Suriye planı üzerinde göreve başladığı ve yeni bir öneriyle gelmediği dikkate alındığında uluslararası toplumda Suriye krizini çözme konusunda belirgin bir isteksizlik olduğu göze çarpmaktadır. Bölgesel düzeyde çözüm arayışlarının başarısız olmasından sonra BM’nin devreye girmesiyle küresel düzeye taşınan Suriye krizi çözümsüzlüğe mahkûm edilmiştir. Krize müdahale edebilecek Avrupa Birliği ve NATO ise BM sistemi dışındaki aktörler de Suriye’deki halk hareketine söylemde destek verse de çözüm konusunda bir tutum geliştirmemiştir. 2012 yılının Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimi, Avrupa’daki ekonomik kriz ve bölgedeki gelişmeler (Irak, Mısır, Libya, Yemen ve İran’ın nükleer programından kaynaklanan kriz) Suriye’nin iç dinamikleriyle birlikte değerlendirildiğinde krizin belirli bir süre daha devam edeceği değerlendirilebilir. 26 Suriye’den Flaş Karar, http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/03/27/suriyeden- flas-karar, Erişim: 25.05.2012 225 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye krizinin çözümü doğrultusunda gündeme getirilen öneriler ve karar tasarıları Esed rejimini desteklemeye devam eden daimi üyeler Rusya ve Çin tarafından veto edilmiştir. Suudi Arabistan ve Katar’ın Arap Birliği vasıtasıyla başlattığı ve Güvenlik Konseyi’ne taşınan girişimler Konsey’den geri dönmüştür. Arap Birliği’nin Suudi Arabistan ve Katar öncülüğünde Güvenlik Konseyi’ne taşıdığı Suriye’de ateşkesin sağlanması amacıyla Arap Barış Gücü’nün teşkil edilmesi, insani yardım koridoru açılması, ülkede tampon/güvenli bölge oluşturulması, Beşşar Esed’in iktidarı yardımcısına devretmesi (Yemen Modeli) gibi öneriler ABD ve Batılı devletler tarafından desteklenirken Rusya ve Çin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Suriye krizinin bu nedenle küresel aktörler arasında bir anlaşmazlığa dönüştüğü ve güç mücadelesini doğurduğunu ifade etmek mümkündür. ABD’nin Afganistan müdahalesi ve Irak işgalinin ardından Orta Doğu’daki Rus nüfuzunun ciddi biçimde zayıfladığını fark eden Kremlin, Suriye meselesinde ABD, İngiltere ve Fransa ile rekabete girmiş durumdadır. Rusya’nın Çin ile birlikte Esed rejimine karşı BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirilen karar tasarılarını veto etmesi ve Esed iktidarının devamı doğrultusunda irade göstermesi Suriye üzerinde küresel aktörlerin bir güç mücadelesine girdiğini göstermektedir. Arap uyanışı sürecindeki krizlerde ABD’nin ön planda olduğu bir dönem beklenirken, ABD ve Batılı ülkeler beklentilerin aksine diplomatik söylemler dışında büyük ölçüde çekimser kalmıştır. ABD, Orta Doğu’daki krizlere doğrudan müdahale etmekten imtina etmiş, müdahalenin NATO ile gerçekleştirilmesi yönünde bir duruş sergilemiştir. NATO liderliğindeki uluslararası koalisyon güçlerinin Kaddafi rejimine karşı müdahale ettiği Libya krizi bu açıdan örnek oluşturmuştur. Suriye krizinde de ABD’de askeri müdahale konusunda belirgin bir isteksizlik ve kararsızlık gözlemlenmektedir. Ancak Washington, Suriye’deki Baas iktidarının demokratik hak ve özgürlük talepleriyle gösteriler düzenleyen halka ateş açmasının ardından Esed rejimi aleyhinde tutum geliştirmeye başlamıştır. Esed rejiminin silahsız muhalefet hareketine karşı şiddete tevessül etmesiyle ABD Başkanı Barack Obama ilk kez 18 Ağustos 2011 tarihinde Esed’in 226 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye istifa etmesi gerektiğini ifade etmiştir.27 Daha sonra Washington, Suriye Ulusal Konseyi’ni tanımış, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suriye kriziyle ilgili katıldığı tüm toplantılarda Suriye muhalefetini desteklediklerini belirtmiştir. ABD, Suriye muhalefetine 45 milyon dolarlık bir yardım sözü vermiştir. 28 Eylül 2012 tarihindeki 67. BM Genel Kurulu’na hitap eden Clinton, ABD’nin muhalefete sağladığı 45 milyon dolarlık yardımın 15 milyon dolarlık kısmının silah dışındaki donanımlardan oluşacağını ve ağırlıklı olarak iletişim cihazları içereceğini açıklamıştır. Clinton, yardımın 30 milyon dolarlık kısmının ise Suriye ordusu ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında yaşanan çatışmalardan zarar görenlere dağıtılacak insani yardım olduğunu beyan etmiştir.28 Suriye krizinde Esed rejiminin devrilmesi durumunda ABD; krizin kötüye gideceği, ülkenin bölünerek iç çatışmaya sahne olabileceği ve böyle bir krize müdahalenin insani ve mali kaybının büyük olacağı yönünde kaygılar taşımaktadır. Suriye muhalefetindeki birlik sorununun ve Esed sonrası Suriye’deki sürecin belirsizlikler içermesinin ABD’nin krize müdahale etme konusunda kararsız kalmasına yol açtığı değerlendirilmektedir. Nitekim Afganistan ve Irak’tan çıkarılan dersler Amerikan karar mercilerinde bu yöndeki fikirleri desteklemekte, Washington’ın müdahaleye sıcak bakmasını engellemektedir. Washington, Suriye’ye müdahale konusunda dikkate alacağı kırmızı çizgiyi, Esed rejiminin kimyasal silah kullanması olarak beyan etmiştir. Hillary Clinton’ın 2 Kasım 2012 tarihinde Hırvatistan gezisi sırasında Suriye Ulusal Konseyi’nin yapısına ilişkin yaptığı eleştiriler, Washington’ın krize giderek daha fazla müdahil olabileceğine işaret etmiştir. Clinton, 4-7 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen Doha Kongresi öncesi Konsey’in temsil niteliğinin zayıf olduğunu, Konsey’de Esed rejimine karşı ülke içinde mücadele eden unsurların temsil edilmediğini ve daha kapsayıcı bir muhalefet cephesinin oluşturulması gerektiğini beyan etmiştir. ABD bu anlayış doğrultusunda, Doha Kongresi’nde kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun Suriye’nin tek temsilcisi olduğunu belirtmiştir. 27 ABD Başkanı Barack Obama, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Gitmesini İstedi, http://www.cihan.com.tr/caption/-CHMzk0ODQ2LzA= , Erişim: 11.05.2012 28 Suriyeli Muhaliflere 45 Milyon Dolar Yardım, http://www.ntvmsnbc.com/id/25386004/ , Erişim: 29.09.2012 227 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 19 Temmuz 2013 tarihinde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey iki senatörün Washington’ın Suriye’deki muhtemel hareket tarzına ilişkin sorularına mektupla verdiği cevapta Suriye krizi konusunda beş seçenekten bahsetmiştir. Dempsey’in sunduğu mektuptaki seçenekler özetle söyledir: “-Muhalefete eğitim, danışmanlık ve yardım: Bu seçenek ölümcül olmayan gücü kapsıyor. Eğitim, istihbarat ve lojistik sunabiliriz. Tercihe göre birkaç yüz ile birkaç bin arasında personel gerekir. Maliyet buna göre değişir ama başlangıçta yılda 500 milyon dolar öngörülebilir. -Uzaktan sınırlı vurucu operasyonlar: Rejimin hava savunması gibi askeri tesislerine havadan ve füze sistemleriyle kendi istediğimiz tempoda saldırılar düzenlenebilir. Bunun için yüzlerce uçak, gemi ve denizaltı gerekir. Maliyet milyarlarca dolara ulaşabilir. Zamanla rejimin yetenekleri azalacaktır. Fakat hasarın sınırlı olması, misillemeye maruz kalma ve sivil kayıplar gibi riskler var. -Uçuşa yasak bölge: Rejimin uçaklarının da imha edilmesini içeren bu seçenek için de yüzlerce uçak ve gemiye ihtiyaç var. Maliyeti bir yıl boyunca her ay ortalama bir milyar doları bulabilir. ABD uçaklarının düşmesi, bu nedenle Suriye’ye kurtarma için kara birlikleri de gönderme riski var. Üstelik bu da ülkede şiddeti azaltmaya, dengeyi muhalefet lehine çevirmeye yetmeyebilir. Zira rejim büyük oranda havan, top ve füze gibi yer kaynaklı ateş gücüne dayanıyor. -Tampon bölge: Belirli sınır bölgelerini, muhtemelen Türkiye ile Ürdün sınırlarını korumak için uçuşa yasak bölge de gerekli olacaktır. Buna ek olarak binlerce Amerikan askerinin karada kullanılması gerekebilir. Maliyet ayda bir milyar doların üstüne çıkacaktır. Zamanla muhalefetin yetenekleri gelişir, insanların acısı azalabilir, Türkiye ve Ürdün’ün üstündeki baskı bir nebze azalır. Fakat uçuşa yasak bölgenin risklerinin yanı sıra, daha konsantre bir yerleşim olacağından rejimin ateş açması durumunda göçmen kaybı sayısı artar. Bu bölgeler aşırılık yanlılarının operasyon üsleri haline de dönüşebilir. -Kimyasal silahların kontrolü: Asgari düzeyde bile uygulansa bu seçenek için uçuşa yasak bölgenin yanı sıra, yüzlerce uçak ve gemiyle saldırılar gerekecek228 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye tir. Binlerce özel kuvvetler mensubu ve diğer kara güçlerinin kritik tesislere saldırıp kontrol altına alması gerekebilir. Maliyetler ayda bir milyar doları aşabilir. Tüm kimyasal silahlar kontrol altına alınamaz. Fırsattan yararlanan aşırılık yanlıları bunların bir kısmını ele geçirebilir.”29 Dempsey’in sıraladığı seçeneklerde maliyet ve risklere yapılan vurgu, ABD’nin müdahaleye sıcak bakmayacağına işaret etmektedir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 7 Mayıs 2013 tarihli Moskova ziyareti sırasında Sergey Lavrov’la Suriye’de siyasi diyalog çerçevesinde bir geçiş süreci konusunda mutabakata varmıştır. Bu mutabakat doğrultusunda Washington, 2. Cenevre Konferansı’nda Esed rejimi ile muhalefet arasında görüşmeler gerçekleştirilmesi için irade göstermiştir. Suriye krizinde Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Birliği ve Batılı ülkeler tarafından desteklenen ve Esed rejimine karşı bir dış müdahalenin önünü açabilecek karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. ABD ve diğer Batılı ülkelerin zayıf da olsa Suriye’de rejim değişimi doğrultusunda irade göstermesi karşısında Rusya, Esed rejiminin ayakta kalması için çaba göstermiştir. Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası süreçte ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde Orta Doğu bölgesindeki nüfuzunu yitirmesi, Moskova’nın Suriye krizindeki tutumunda etkili olmuştur. Zira Irak işgalinden sonra Rusya’nın bölgede varlık gösterdiği tek ülke olarak Suriye kalmıştır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek askeri üssüne ev sahipliği yapması Suriye’yi ise Moskova için siyasi ve ekonomik alanın ötesinde stratejik açından değerli kılmaktadır. Kremlin’le birlikte hareket edebilen bir Suriye, Rusya’ya Orta Doğu siyasetinde etkinlik katmaktadır. Moskova’nın Esed ailesiyle Soğuk Savaş dönemine kadar uzanan yakın ilişkileri Suriye’yi Rusya’nın Orta Doğu siyasetinde kritik bir konuma yerleştirmektedir. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Suriye’yi İsrail’e karşı desteklemek gibi bir hedef söz konusu olmasa da Rusya bu ülkeye Orta Doğu’daki çıpası nazarıyla bakmakta, Esed rejimi de uluslararası arenada Moskova’yı çeşitli vesilelerle desteklemektedir. Örneğin 2008’deki 29 “Müdahale Pahalı ve Riskli Bırakalım Suriye Bölünsün”, http://www.hurriyet.com.tr/ planet/24091795.asp, Erişim: 25.07.2013. 229 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Rusya-Gürcistan savaşında Şam, Moskova’nın hareket tarzını açıkça desteklemiştir. Suriye Arap ülkeleri arasında Rusya’nın önemli ticari ortaklarından biridir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi Rusya’nın Arap ülkeleriyle olan toplam ticaret hacminin %20’sine tekabül etmektedir. Suriye’de halk hareketinin başladığı 2011 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1.92 milyar dolar düzeyindeyken, Rus şirketlerinin Suriye’de yaptığı yatırım 20 milyar dolar büyüklüğündedir.30 Suriye, aynı zamanda Rusya’nın silah sistemleri ihraç ettiği önemli pazarlardan biridir. Suriye silahlı kuvvetlerinin envanterindeki silah sistemlerinin önemli bir bölümü Rusya menşelidir. 1971 yılında Sovyetler Birliği ile Suriye arasında imzalanan ikili anlaşma çerçevesinde Rusya, Suriye’nin Tartus limanında bir deniz üssü bulundurmaktadır. Rusya’nın Doğu Akdeniz bölgesinde tek deniz üssü olan Tartus üssünde Rus donanmasına ait nükleer silah taşıyan savaş gemileri konuşlandırılmakta, üs sayesinde Moskova Orta Doğu’daki askeri varlığını sürdürebilmektedir. Rusya, bölgesel ve küresel güç hesaplarını Suriye üzerinden yürütmeye çalışmaktadır. Bu nedenle Rusya’ya Suriye vasıtasıyla bölge üzerindeki nüfuzunun devam ettirebilmesi için bir teminat verilmediği müddetçe Moskova Esed rejimini desteklemeye çalışacaktır. Rusya’nın Suriye’deki halk hareketini kendi toprak bütünlüğüyle de ilişkilendirdiği ifade edilebilir. Moskova, Esed rejiminin devrilmesi halinde Suriye’deki halk hareketinin kendi egemenliği altındaki Müslüman halklara emsal teşkil edebileceğini değerlendirmekte, benzer bir ayaklanmanın Kuzey Kafkasya’da ortaya çıkabileceği yönünde kaygı taşımaktadır. Çin de benzer kaygılara sahiptir. Kremlin’in Arap ülkelerindeki değişim sürecinde ABD ve Batılı ülkelere karşı konumunu güçlendirmeye ve Batıdan bazı imtiyazlar elde etmeye çabaladığı değerlendirilebilir. Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne Aralık 2011’de kabul edilmesi ve Ağustos 2012’de örgüte üye olarak alınması Moskova’nın Suriye politikası ile ilişkilendirilebilir. 30 Esad El-Şami, Hel Neşhat Tahali Rusya An Nidam El-Sury (Rusya’nın Suriye Rejiminden Vazgeçtiğini Görebilir miyiz?), http://www.odabasham.net/show. php?sid=56448, Erişim: 15.07.2012 230 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Kriz sürecinde Esed rejimi yanlısı tutumu Moskova’nınki kadar belirgin olmasa da Çin, BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya ile birlikte Esed rejimi aleyhindeki karar tasarılarını şimdiye kadar iki kez veto etmiş, Esed rejiminin varlığını sürdürmesine destek olmuştur. Çin’in Suriye’ye müdahaleye imkân tanıyabilecek karar tasarılarını veto etmesinin altında çeşitli nedenler vardır. Pekin’in Suriye krizinde Rusya ile birlikte hareket ederek Batının karşısında yer alması ABD’nin Asya-Pasifik stratejisine duyduğu tepki ile ilgilidir. Obama yönetiminin, 2012 yılının Ocak ayında açıkladığı diplomatik, stratejik ve ekonomik yatırımlarda ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine ağırlık verme hedefi Pekin’i rahatsız etmiştir. Çin’in veto tercihi Washington’ın Tayvan politikası da göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. ABD’nin Tayvan’a silah satması Çin’i tedirgin etmektedir. Çin vetosunun altında yatan diğer bir nedenin de ABD’nin Tibet’le olan ilişkilerinden kaynaklandığı ifade edilebilir. Bu nedenler hesaba katıldığında, Pekin’in Esed rejimini desteklemesi ve Esed rejimi aleyhinde Güvenlik Konseyi nezdinde başlatılan girişimleri engellemesinin büyük ölçüde ABD-Çin hattında temayüz eden siyasi, ekonomik ve askeri güç mücadelesinden ileri geldiği öne sürülebilir. Pekin, Pasifik stratejisine karşılık Rusya ile birlikte ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu dizginlemeye yönelik politika izlemekte, İran’dan ithal ettiği enerjide kesinti yaşanmamasını temin etmeye çalışmaktadır. 5. Krizin Türkiye’ye Etkileri Ve Muhtemel Senaryolar 5.1. Krizin Türkiye’ye Etkileri Türkiye-Suriye sınırı 910 km’dir ve Türkiye’nin en uzun sınır hattına sahip komşusu Suriye’dir. İki ülke arasındaki sınır doğuda Dicle Nehri’nden batıda Akdeniz’e kadar uzanır. Türkiye’nin doğuda Şırnak’tan batıda Hatay’a kadar altı ilinin Suriye’ye sınırı vardır. İki ülke arasında ekonomik ve güvenlik alanlarında coğrafi yakınlıktan ileri gelen karşılıklı bağımlılık söz konusudur. Suriye Türkiye’nin Lübnan, Ürdün ve diğer Arap ülkelerine açılan kapısı konumundadır. İki ülkede sınıra yakın bölgelerde yaşayan vatandaşlar arasında akrabalık bağları vardır. 231 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye-Suriye ilişkilerinin yakın geçmişine bakıldığında Hatay meselesi ve su sorununun öne çıktığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda ise ikili ilişkilerdeki en önemli problem Hafız Esed rejiminin PKK terör örgütüne sağladığı destek olmuştur. Suriye terör örgütünün uzun süre Beka Vadisi’ndeki faaliyetlerine müsaade etmiş, örgüte himaye sağlamıştır. Şam yönetiminin örgüte sağladığı destek nedeniyle iki ülke savaşın eşiğine gelmiş, Ankara’nın gösterdiği tepki neticesinde 1998 yılında PKK terör örgütü lideri Öcalan, Suriye topraklarından çıkarılmıştır. Öcalan’ın sınır dışı edilmesiyle Türkiye-Suriye arasında 20 Ekim 1998 tarihinde Adana Mutabakatı ve Güvenlik İşbirliği Antlaşması imzalanmış, ikili ilişkiler normalleşmeye başlamıştır. Adana Mutabakatı’nın ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2000 yılında Hafız Esed’in cenazesine katılması iki ülke arasındaki karşılıklı diplomatik ziyaretlere öncülük etmiştir. Bu dönemde cereyan eden uluslararası ve bölgesel gelişmeler Suriye’nin dış politika vizyonuna etki etmiş, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesi Şam’ın güvenlik kaygılarını artırmıştır. Suriye, Irak’ın ardından sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmiş, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine daha olumlu yaklaşmıştır. ABD işgalinin ardından Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler Türkiye ve Suriye’yi ortak tehditlerle karşı karşıya bırakmış, iki ülke Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda ortak politikalar geliştirmiştir. 2004 yılında gerçekleştirilen karşılıklı üst düzey ziyaretlerin ardından iki ülke arasında serbest ticaret antlaşması imzalanmıştır. Hariri suikastını takip eden süreçte Suriye uluslararası tecride maruz kalmış, Türkiye ise Şam yönetimiyle ilişkileri geliştirmeye devam etmiştir. 2005 senesinde ABD’nin tepkisine rağmen Cumhurbaşkanı Sezer ve 2007’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Şam’ı ziyaret etmiştir. Türkiye bu dönemde bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesisi amacıyla Suriye-İsrail arasında arabuluculuk girişimine başlamış, taraflar arasında doğrudan görüşmelere zemin hazırlamıştır. Ancak İsrail’in 2006 yılında Lübnan’ı işgali ve 2009’da Gazze’ye saldırması Türkiye’nin girişimlerini sonuçsuz bırakmıştır. Ankara, 2009’da Bağdat’taki bombalı saldırılar nedeniyle Suriye-Irak arasında ortaya çıkan gerilimi yatıştırmak maksadıyla da devreye girmiştir. Bağdat-Şam arasında mekik diplomasisi yürüten Türk yetkililer iki ülke arasında uzlaşmanın teminine çalışmıştır. 232 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Türkiye ve Suriye kara kuvvetleri karşılıklı dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için 26 Nisan 2009 tarihinde Kilis’teki Yüksektepe Hudut Karakolu ile Suriye’nin Şamarin-Azez bölgesinde ortak bir tatbikat icra etmiştir.31 Şam yönetimi, Türkiye’nin 2009 yılında başlattığı Kürt açılımına destek vermiş, açılım kapsamında terör örgütü mensubu Suriyelilerin dağdan inmeleri halinde affedilebileceğini beyan etmiştir. İki ülke arasında yine 2009’da Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması imzalanmış, Konsey’in ilk toplantısı aynı yıl içinde gerçekleştirilmiştir. İlk toplantıda dış politika, ekonomi, sulama, eğitim ve ulaşım alanlarında karşılıklı müzakereler yapılmış, bu kapsamda 50 protokol, proje ve mutabakat zaptı kararlaştırılmıştır.32 Ortak kabine toplantılarının ardından iki ülke karşılıklı vize uygulamasını da kaldırmıştır. Siyasi açıdan ilerleme kaydeden Türkiye-Suriye ilişkileri iki ülke arasındaki ticaret hacminin istikrarlı bir şekilde büyümesini sağlamıştır. Özellikle Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşmasının etkisiyle ticari ilişkilerde belirgin bir artışın yakalandığı gözlemlenmiştir. 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi bir önceki yıla göre %30 artarak 2,5 milyar dolar düzeyine çıkmıştır.33 Türkiye’nin Suriye sınırına yakın illerindeki ekonomi canlanmış, Türkiye’ye gelen Suriyeli turist sayısı ve Suriye’deki Türk yatırımcıların sayısı artmıştır. İkili ekonomik ilişkilerdeki gelişme, Orta Doğu’da istikrara katkı sağlayacak ekonomik bir entegrasyonun gerçekleşebileceği yönünde beklentiler ortaya çıkarmış, bölgede Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü kapsayan bir serbest bölge oluşturulması gündeme gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye-Suriye ilişkileri uluslararası ve bölgesel şartların etkisiyle ve iki ülkedeki siyasi iktidarların tercihleriyle nispeten kısa bir süre içinde gelişme göstermiştir. ABD’nin Irak’ı işgaliyle güvenlik kaygıları artan ve 31 Suriye-Türkiye İlişkileri, http://tr.wikipedia.org/wiki/Suriye-T%C3%BCrkiye_ ili%C5%9Fkileri , Erişim: 11.08.2012 32 Türkiye-Suriye YDSİK 1. Toplantısı Ortak Bildirisi, 22-23 Aralık, Şam http://www.mfa. gov.tr/turkiye---suriye-ydsik-1_-toplantisi-ortak-bildirisi_-22-23- aralik_-sam.tr.mfa , Erişim: 11.11.2012 33 Ali Semin, Suriye’deki Olaylar ve Esad’ın Reform Planı, 19 Nisan 2011, BİLGESAM, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1021:suri yedeki-olaylar-ve-esadn-reform-plan&catid=77:ortadogu- analizler&Itemid=150, Erişim: 25.11.2012 233 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Hariri suikastı sonrası gerek Batılı ülkeler gerekse Arap dünyası tarafından tecride maruz kalan Suriye, Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışmıştır. Beşşar Esed iktidarı, Batı ile ilişkilerinde ve ekonomik kalkınma hedefi bağlamında Türkiye’nin desteğinin değerli olduğunu fark etmiştir. Türkiye, ABD işgali sonrası Irak konusunda ve Orta Doğu’da barış ve istikrarın tesisi amacıyla Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde irade göstermiştir. PKK/ KCK terör örgütünün lider kadrosunun ve militanlarının önemli bir bölümünün Suriyelilerden oluşması, bölgede İran’la devam eden rekabet ve Arap dünyasıyla artan ticari ilişkiler Suriye’yi Türkiye için önemli kılmıştır. Suriye Türkiye’nin Arap dünyasıyla gerçekleştirdiği ticarette geçiş ülkesi haline gelmiş, Ankara bu dönemde Şam yönetiminin de desteğini alarak bölgedeki konjonktüre PKK/KCK aleyhinde yön vermeye başlamıştır. Türkiye-Suriye ilişkilerinin oldukça iyi düzeyde olduğu böyle bir dönemde, Orta Doğu’da Arap uyanışı süreci baş göstermiştir. Türkiye, Arap ülkelerinde demokratik ve ekonomik hak ve hürriyet talepleri ile ortaya çıkan halk hareketlerine destek vermiştir. Türk dış politikasının halk hareketleri lehindeki duruşu Suriye krizinde ise problemli bir zeminle karşılaşmıştır. Suriye’deki muhalefet hareketinin Esed rejimine karşı netice alamaması, krizin iç savaş halini alarak bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa dönüşmesi Türkiye’yi güney sınırında ciddi bir sınavla karşı karşıya bırakmıştır. Kriz, Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmekte, Ankara’nın bölge ülkeleriyle olan ilişkilerini, Orta Doğu’daki siyasi ve ekonomik alanlarda tesis ettiği işbirliği süreçlerini olumsuz etkilemektedir. Şam ile ilişkilerin gelişmeye başladığı 2000’li yıllardan itibaren Türk liderlerin Suriyeli muhataplarına demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusunda reform tavsiye ettiği bilinmektedir. 2011 yılı başında Arap uyanışı süreci ortaya çıktığında ve Mart ayında Suriye’de halk kitleleri reform talebiyle gösteri yürüyüşleri düzenlemeye başlayınca, Türkiye reform çağrılarını kamuoyu önünde dile getirmeye başlamıştır. Ankara, Suriye’de sağlıklı bir reform süreci yürütülebilmesi için Esed iktidarıyla temasa geçmiş, Şam yönetimine kararlı bir şekilde reform telkininde bulunmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan Şam’ı ziyaret etmiş, Beşşar Esed’i reformlara teşvik etmiştir. Suriye’de kitlesel gösterilerin yaygınlaşma 234 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye eğilimi gösterdiği 2011 yılının bahar aylarında Türkiye diplomatik temsilciler göndermeyi sürdürerek Esed rejimini demokratikleşme doğrultusunda reform yapması için cesaretlendirmeye devam etmiştir. Ancak Türkiye’nin girişimleri Esed rejimi üzerinde etkili olmamış, Baas iktidarı ülkedeki halk hareketinin şiddet yoluyla bastırılması gerektiği yönündeki duruşunda ısrar etmiştir. Esed rejiminin ülkedeki Baas Partisinin iktidar tekeline son vermeye dönük somut bir adım atmaması, kitlesel halk gösterilerini silahlı kuvvet kullanarak bastırmaya yönelmesi ile Türkiye’nin tutumu değişmeye başlamıştır. Diplomatik girişimlerin ardından Esed rejiminin tutumunu ilk elden dinleyen ve rejimin ülkedeki halk hareketine bakışının değişmeyeceğini anlayan Türkiye, Şam yönetimiyle ilişkilerini askıya almıştır. Suriye’deki muhalefet hareketinin ülke geneline yayılması ve silahlı bir ayaklanmaya dönüşmesi neticesinde ise Türkiye açıkça Esed rejimi aleyhinde tavır geliştirmiştir. Türkiye, Suriye’deki demokratikleşme sürecine dâhil olabilecekleri kanaatiyle muhalif unsurlarla da temas kurmuş, muhalefetin toplantılarına ev sahipliği yapmıştır. Türkiye, Esed iktidarına yönelik tutumunu Ağustos ayı içinde değiştirdikten sonra muhalefeti Baas rejimine alternatif olarak görmeye başlamış ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Suriye muhalefeti, 31 Mayıs 2011 tarihinde Antalya’da ve 23 Ağustos’ta İstanbul’da olmak üzere Türkiye’de ilk etapta düzenlediği iki toplantının ardından tek çatı altında birleşmeyi kararlaştırmıştır. Aynı dönemde (Temmuz 2011) Özgür Suriye Ordusu da kurulmuş, Suriye’deki kitlesel yürüyüşler silahlı ayaklanma halini almıştır. Suriyeli muhaliflerin devam eden Türkiye toplantıları neticesinde 2 Ekim 2011’de muhalefeti temsil edecek Suriye Ulusal Konseyi Burhan Galyon başkanlığında kurulmuştur. Türkiye böylece Suriye muhalefetinin tanınmasına ve tek çatı altında toplanmasına destek olmuş, muhalefeti Esed rejimine karşı desteklemeye başlamıştır. Ankara, Tunus’da Bin Ali iktidarının, Mısır’da Mübarek yönetiminin ve Libya’da Kaddafi rejiminin yıkıldığı bir dönemde Suriyeli muhalefetin de Esed rejimine karşı sonuç alabileceğini değerlendirmiş, Suriye krizi politikasını bu doğrultuda belirlemiştir. Esed iktidarının silahlı kuvvete başvurması sonucunda iç çatışmaların başla235 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dığı Suriye’deki kriz, İran’ın ve Arap Birliği’nin müdahil olmasıyla bölgesel bir anlaşmazlık haline gelmiştir. Esed rejiminin Arap Birliği’nin hazırladığı çözüm planına riayet etmemesi üzerine Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. Bu gelişmeyi müteakip, Türkiye de bu ülkeye karşı tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. Türkiye tek taraflı yaptırımlarla Arap Birliği ile birlikte hareket ederek Esed rejimi üzerindeki uluslararası baskıyı artırmaya çalışmıştır. Türkiye’nin 30 Kasım 2011 tarihinde 9 madde halinde açıkladığı yaptırımlar kapsamında; • Suriye’de halkıyla barışık bir yönetim kurulana kadar Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının askıya alındığını, • Baas iktidarında halka karşı şiddete başvuran kişilerin Türkiye’ye seyahatlerinin yasaklandığını ve Türkiye’deki mal varlıklarının dondurulacağını, Esed rejiminin kuvvetli destekçisi konumundaki bazı işadamlarına da benzer tedbirlerin getirileceğini, • Suriye ordusuna her türlü askeri malzemenin satış ve tedarikinin durdurulacağını, • Türkiye üzerinden Suriye’ye silah ve askeri malzeme transferinin önleneceğini, • Suriye Merkez Bankası ile ilişkilerin durdurulacağını, • Suriye hükümetinin Türkiye’deki finansal mal varlıklarının dondurulacağını, • Suriye hükümeti ile kredi ilişkilerinin durdurulacağını, • Suriye Ticaret Bankası ile işlemlerin durdurulacağını, • Suriye’deki altyapı projelerinin finansmanı için imzalanan Eximbank kredi anlaşmasının askıya alındığını duyurmuştur. 2012 yılının Ocak-Şubat döneminde Arap Birliği tarafından BM’ye taşınan Suriye krizinin küresel bir anlaşmazlığa dönüştüğü anlaşılmış, Türkiye bu sü236 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye reçte Beşşar Esed’in iktidarı terk etmesi gerektiği yönündeki yaklaşımını sürdürmüştür. Esed iktidarı da rejime bağlı güvenlik güçlerine karşı gerçekleştirilen eylemlerde Suudi Arabistan ve Katar’ın yanında Türkiye’yi de suçlamaya başlamıştır. Türkiye’nin muhalefet hareketiyle sürdürdüğü temaslara karşılık Esed rejiminin bu dönemde PKK/KCK terör örgütü lideriyle irtibat kurduğu ve Suriye’nin kuzeyinde PKK/KCK güdümündeki PYD’ye serbestlik tanıdığı yönündeki haberler basına yansımaya başlamıştır. Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-4 tipi savaş uçağı, 22 Haziran 2012 tarihinde Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde uluslararası hava sahasında Esed rejimine bağlı kuvvetler tarafından düşürülmüştür. Keşif amacıyla silahsız uçan uçağın uluslararası hava sahasında düşürülmesi ve iki Türk pilotun şehit olmasını müteakip Türkiye, Suriye’ye karşı “angajman” kurallarını değiştirmiş, Türk kara ve hava sahasına yaklaşan Suriyeli unsurların hedef alınacağını beyan etmiştir. Bu dönemde Türkiye, krizin iç savaş halini almasıyla büyüyen sığınmacılar sorununa karşı Suriye’nin kuzeyinde bir tampon bölge kurulabileceği yönündeki kanaatini NATO’nun ve BM’nin gündemine taşımış, batılı müttefiklerinden bu konuda destek talep etmiştir. Tampon bölge önerisi Fransa tarafından desteklenirken, ABD öneriye temkinli yaklaşmış, Rusya ise böyle bir uygulamaya karşı çıkmıştır. Suriye ordusuna ait topçu birliklerinden 3 Ekim 2012 tarihinde atılan top mermilerinin Türkiye sınırları içinde Akçakale’ye düşmesi neticesinde 5 Türk vatandaşı hayatını kaybetmiş ve 10 kişi yaralanmıştır. Uçak krizinden farklı olarak bu saldırılara misli ile mukabele edilmiş, atışın yapıldığı noktalardaki hedefler Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Şam’ın kaza olduğunu iddia ettiği ancak tekrar etmeye devam eden saldırıların ardından Türkiye, Suriye’ye karşı caydırıcı olmak maksadıyla Meclis’te hükümete bir yıl süre ile yurtdışına asker gönderme yetkisi veren tezkere kararını almıştır. Türkiye bu dönemde Suriye kaynaklı tehditlere karşı ayrıca NATO’dan savunma amaçlı Patriot füze sistemi talep etmiştir. Türkiye’nin talebinin kabul edilmesiyle gönderilen Patriot hava savunma sistemi Suriye sınırına konuşlandırılmıştır. 237 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Suriye krizi, sınırdaki yerleşim merkezlerine düşen top mermilerinin yanında Türkiye’de terör eylemlerine de yol açmaya başlamıştır. Daha önce sınır kapılarında meydana gelen bombalı saldırılardan sonra Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde 11 Mayıs 2013 tarihinde düzenlenen iki ayrı bombalı saldırıda 51 kişi ölmüş, 146 kişi yaralanmıştır. Saldırıda 452 işyeri, 293 konut, 62 araç ve 11 kamu binası patlamadan dolayı hasar görmüştür. Esed rejiminin, protesto yürüyüşü yapan Suriye vatandaşlarına ateş açmasıyla derinleşen ve muhalefetin silahlanmasıyla iç savaşa dönüşen kriz Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. Sığınmacılar sorunu, Esed rejiminin PKK/KCK terör örgütüne sağladığı himaye, Suriye’nin kuzeydoğusundaki ayrılıkçı eğilimler ve iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin kesintiye uğraması Suriye’deki krizin Türkiye’yi doğrudan etkilediğini göstermektedir. Türkiye-İran-Irak hattındaki gelişmeler de krizin dolaylı etkileri olarak değerlendirilebilir. Suriye krizi Türkiye’nin güneyinde bir sığınmacı sorununu beraberinde getirmiştir. Çatışmadan kaçan Suriye vatandaşları komşu ülkeler Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmaktadır. Hâlihazırda bu dört ülkeye giriş yapmış olan 2 milyon civarında Suriyeli sığınmacı bulunmaktadır. Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısı ise Ankara’nın psikolojik sınır olarak tespit ettiği 100 bini aşmış ve katlanarak artmıştır. Türkiye hukuki ve ahlaki açıdan doğru olanı yaparak güney komşusundaki iç savaştan kaçan Suriyelileri kabul etmeye devam etmektedir. Ancak sığınmacılar meselesi Türkiye’de ciddi bir mali külfete yol açtığı gibi özellikle Suriye sınırına yakın illerde güvenlik sorununa dönüşebilmektedir. Suriye’deki çatışmaların uzaması halinde, sığınmacıların Türkiye’ye maliyeti önemli ölçüde artabilir ve sığınmacıların barındığı bölgelerin güvenliği problemli hale gelebilir. Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacı sayısı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) 22 Temmuz 2013 tarihli verilerine göre 500 bini aşmış durumdadır. Türkiye’deki sığınmacılar Hatay, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Osmaniye ve Adıyaman’da yer alan çadırkent ve konteynerkentlerde barındırılmaktadır. Çadırkent ve konteynerkentler dışında Türkiye’deki çeşitli hastanelerde refakatçi, hasta ve yaralı olarak 100’lerce Suriye vatandaşı bulunduğu bilinmektedir.34 34 Suriyeli Sığınmacı Sayısı 500 bini geçti, http://www.trthaber.com/haber/turkiye/suriyeli- 238 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Suriyeli sığınmacı sayısı resmi kaynaklarca 500 bini aşkın olarak tespit edilse de yapılan tahminlere göre Türkiye’de resmi ve gayri resmi olarak Esed rejiminden kaçan yaklaşık 600 bin civarında sığınmacı bulunmaktadır. Suriyeli sığınmacıların büyük bölümü çadırkent veya konteynerkent kurulan 7 ilde barındırılırken bir bölümü de Türkiye’nin çeşitli bölgelerine kendi imkânlarıyla yerleşmiştir. Bu durum muvacehesinde Türkiye, topraklarına daha fazla sığınmacı girişini önlemek için NATO’nun ve BM’nin gündemine taşıdığı tampon bölge talebini kararlılıkla dile getirmeye devam etmeli, Suriyelilere üçüncü ülkelerde mülteci statüsünün verilmesi için çaba sarf etmelidir. Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar ülke ekonomisine ciddi bir yük oluşturmaktadır. Türkiye AFAD koordinasyonuyla sığınmacıların insani yardım ihtiyaçlarını karşılamakta, sığınmacılara barınma, yiyecek, sağlık, güvenlik, eğitim, haberleşme ve bankacılık hizmetleri sunmaktadır. Sığınmacı sayısındaki artış dikkate alındığında, Suriyeli sığınmacılar meselesinin Türkiye’ye getirdiği mali yükün giderek artacağı değerlendirilebilir. Çadırkentlerin bulunduğu sınır illerine Suriye’den kaçak yollarla sokulan ürünler ise yerli esnafı olumsuz etkilemektedir. Türkiye bu nedenle sığınmacıların barındırıldığı illerin sınırlarını daha sıkı denetlemelidir. Suriyeli sığınmacılar meselesi, Türkiye’de çadırkent ve konteynerkentlerin yer aldığı bölgelerde güvenlik riskleri doğurmuştur. Sığınmacıların kaldığı kamplardaki hadiseler bu risklere işaret etmektedir. 27 Ekim 2012 tarihinde Kahramanmaraş’ta Suriyelilerin kaldığı çadırkentte giyim yardımlarının kendilerine ulaştırılmadığını iddia eden sığınmacılar ile görevliler arasında çıkan tartışma 2’si polis 3 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanmıştır. Kamplar içinde adi suçlarla mücadele ve asayişin sağlanması Türkiye için önemli bir sorundur. Türkiye, Suriyeli sığınmacılar için kurulan kampları sıkı şekilde denetleyebilmeli, silahlı muhaliflerin kamplara giriş yapmasına izin verilmemelidir. Kamplara yerleşen Suriye vatandaşlarının kimlikleri daha sıkı denetlenmeli, Esed rejimine bağlı istihbarat görevlilerinin kamplara sızmasının önüne geçilmelidir. Suriye’deki iç savaş PKK/KCK terör örgütüne ciddi bir dış destek doğursiginmaci-sayisi-500-bini-gecti-94602.html, Erişim: 25.07.2013. 239 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye muştur. Suriye’nin kuzeyindeki otorite boşluğu ve Esed rejiminin Türkiye’ye karşı örgüte destek vermeye yönelmesi PKK/KCK’ya bölgede hareket alanı sağlamıştır. Esed rejimi terör örgütünü ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundaki Kürtlerin muhalefete katılmasını engellemek maksadıyla kullanmakta, bu doğrultuda örgüte silah ve mühimmat tedarik etmektedir. PKK/KCK da Esed rejiminin sağladığı himaye ile Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda PYD ile birlikte varlık göstermekte, militan kaynağını Suriyeli Kürtlerden temin etmeye çalışmaktadır. Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan hedefleyen terör örgütü, PYD üzerinden bölgedeki ayrılıkçı eğilimi tahrik etmekte, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda kendi güdümünde ilk etapta özerk bir yönetim tesis etmeye çalışmaktadır. Bu açıdan terör örgütünün Suriye’de PYD adı altındaki faaliyetlerinin Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturduğu değerlendirilmektedir. Esed rejimi, PKK/KCK’yı destekleyerek ve ülkenin kuzeyinde terör örgütü güdümündeki Kürt oluşumuna müsaade ederek Suriye muhalefetine ev sahipliği yapan Türkiye’ye misillemede bulunmaya teşebbüs etmiştir. Beşşar Esed yönetiminin bölgedeki Kürt meselesini Türkiye’ye zarar verecek biçimde yönlendirdiği yönünde yayınlar yapılmaktadır. Esed rejimi, Suriye Kürtleri üzerinden Türk-Kürt veya Kürt-Kürt (Barzani-PKK&PYD) çatışması çıkarmak suretiyle Kürt sorununun bölgede farklı bir krize dönüşmesi doğrultusunda hareket edebilir. Nitekim Suriye Kürtlerindeki ayrılıkçı eğilim diğer taraftan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni harekete geçirmiş, Barzani Suriye Kürt Ulusal Konseyi çatısı altında Suriye Kürtlerini birleştirmeye teşebbüs etmiştir. Barzani’nin girişimi Ankara’yı harekete geçirmiş, 1 Ağustos 2012 tarihinde Davutoğlu beraberindeki heyetle Erbil’i ziyaret ederek Barzani ile görüşmüş, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt oluşumunun olası sonuçlarını ve Türkiye’nin hassasiyetlerini bildirmiştir.35 Suriye’deki kriz iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri durma noktasına getirmiştir. 2009’da Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin te35 Tawkii Ale Balag İttifakiye Beyne Meclis Watani El-Kurdi El-Suriye Wel-Meclis El-Şaab Garb Kurdustani (Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile Batı Kürdistan Halk Meclisi Arasında Anlaşma İmzalandı), http://www.krg.org/articles/detail.asp?lngnr=14&smap=01010100&rnr=81 &anr=44646, Erişim: 11.07.2012 240 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye sisiyle birçok alanda işbirliğine giden, karşılıklı vizeleri kaldıran iki ülkenin36 kriz öncesindeki ikili ticaret hacmi hızlı bir büyüme trendi yakalamıştı.37 Suriye’deki krizle birlikte Türkiye’nin bölgede başlattığı ekonomik bütünleşme süreci akim kalmış, iki ülke arasındaki ticari bağlar ciddi ölçüde zarar görmüştür. Türkiye’nin Arap dünyasına açılmasına imkân tanıyan Suriye’deki kara yolları kriz nedeniyle kapanmıştır. Suriye topraklarından geçen kara yollarının kapanması Türkiye’nin Arap dünyasıyla yürüttüğü ticarete zarar vermiştir. Sığınmacılar meselesi, PKK/KCK terör örgütü sorunu ve Suriye’nin kuzeyindeki ayrılıkçı eğilimler, ikili ekonomik ilişkilerin asgari düzeye inmesi krizin Türkiye’yi doğrudan etkilediğini göstermektedir. Doğrudan etkilere ilave olarak Ankara’nın Tahran ve Bağdat’la olan ilişkilerindeki gelişmeler krizin Türkiye’yi dolaylı olarak da etkilediğine işaret etmektedir. Türkiye’nin Esed rejimine karşı muhalefet hareketini desteklemesi, bölgesel stratejisini Esed iktidarının ayakta kalmasına bağlayan İran’la ilişkileri olumsuz etkilemiştir. İranlı bazı üst düzey yetkililerin bu süreçte Türkiye’ye yönelik tehdit içerikli açıklamaları dikkat çekmiştir. İran’ın, Suriye krizindeki tutumuna karşılık Türkiye’ye tepkisel bir duruş sergilediği ve PKK/KCK terör örgütünü tekrar desteklemeye başladığı yönünde haber ve yorumlar yayımlanmaktadır. İranlı istihbarat görevlilerinin Türkiye’deki askeri tesisler hakkında bilgi topladığı tespit edilmiş, bu bilgileri terör örgütüyle paylaştığına yönelik değerlendirmeler yapılmıştır. İran’ın sınır karakollarından bazılarını geçici olarak PKK/KCK’ya tahsis ettiği ve terör örgütü militanlarının İran sınırından Türkiye’ye girerek eylem yapmalarına imkân sağladığı basına yansımıştır. İran’ın etkisiyle Irak’taki Maliki iktidarının da aynı dönemde Tarık Haşimi’nin Türkiye’ye sığınmasını gerekçe göstererek Ankara karşıtı politikalar izlemeye başladığı gözlemlenmiştir. Maliki iktidarının Türkiye ile ilişkilere zarar verebilecek girişimlerde bulunduğu, Türkiye’nin PKK/KCK terör örgütüyle mücadelesini zorlaştırabilecek adımlar atabileceği değerlendirilmektedir. 36 Ali Semin, Türkiye-Suriye İlişkisi ve Kürt Açılımı, http://www.sde.org.tr/tr/haberler/183/ turkiye-suriye-iliskisi-ve-kurt-acilimi.aspx , Erişim: 8.08.2012 37 Türkiye-Suriye Siyasi İlişkileri, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi- iliskileri-. tr.mfa, Erişim: 10.09.2012 241 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Bölgesel bir güç olması ve coğrafi yakınlığından ötürü Türkiye’nin Suriye krizine ilgi göstermesi doğaldır. Bununla birlikte Orta Doğu sorunlarının çözüm sürecine müdahil olan aktörleri sorunun parçası haline getirme özelliği sürekli hatırda tutulmalıdır. Türkiye, Suriye’deki krizin Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidarın değişmesi ile sonuçlanan süreçlerden farklı seyredebileceğini öngörememiş, krizde sorunun tarafı haline gelmeye başlamıştır. Ankara, iç dinamikleri bakımından iktidarı değişen Arap ülkelerinden belirgin ölçüde ayrılan Suriye’deki krizin bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa dönüşebileceğini değerlendirememiştir. Türkiye-Suriye ilişkilerindeki kopuş, Türk dış politikasında tatbik edilmeye çalışılan “sıfır sorun” politikasının Orta Doğu gibi bir bölgede oldukça zor olduğunu göstermiştir. Nitekim Ankara’nın Esed rejimine karşı tavır alması neticesinde İran ve Irak’la ilişkilerde de problemler belirmeye başlamış, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle sorunsuz ilişkiler hedefi çarpıcı biçimde sekteye uğramıştır. Türkiye, BM kararıyla Suriye sınırları içinde kurulacak tampon bölge fikrini desteklemeye devam etmelidir. Suriye’de kuzeyden 25 km derinlikte doğubatı doğrultusunda kurulacak bir tampon bölge, yerlerini terk etmek zorunda kalan vatandaşların ülke dışına çıkmadan güvenli bölgeye geçmesine imkân tanıyacak, Türkiye’nin sığınmacılar sorununa çözüm konusunda yardımcı olabilecektir. Esed rejiminin elindeki füze sistemleri ve kimyasal silahlar dikkate alınarak Türkiye’nin orta ve uzun menzilli hava savunma füze sistemlerindeki yetersizliğinin giderilmesi için Patriot füzelerinin NATO’dan talep edilerek Türkiye topraklarında konuşlandırılması isabetli bir hareket tarzıdır. Patriotlar sayesinde caydırıcılık sağlanabilir ve fiili bir saldırı durumunda vahim sonuçların ortaya çıkması engellenebilir. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (BİLGESAM), uçak krizinin ardından yaptığı “Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış” başlıklı anket çalışmasındaki sonuçlar dikkate değerdir. Ankette “Türkiye Suriye’deki muhalif gruplara destek olmalı mıdır, olmamalı mıdır?” sorusuna ise katılımcıların %59,1’i “destek olmamalıdır” şeklinde cevap verirken, %40,9’luk bir oran “desteklenmelidir” cevabını tercih etmiştir. “Türk uçağı242 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye nın düşürülmesi olayında Türkiye’nin tavrı ne olmalıydı?” sorusuna verilen cevaplarda “Türkiye’nin mevcut tavrı doğrudur” seçeneği %46,4 oranında işaretlenirken “Türkiye, NATO desteğini alarak müdahalede bulunmalıydı” cevabı %18,3 oranında desteklenmiştir. Anketteki “Hükümetin Suriye politikasını nasıl buluyorsunuz?” sorusuna katılımcıların %45’i “doğru buluyorum” şeklinde cevap verirken %55’i “yanlış buluyorum” seçeneğini tercih etmiştir.38 Suriye krizindeki olaylar ve anket verileri dikkate alındığında Türkiye’nin sıcak savaştan kaçınmasının ve saldırılara misli ile mukabele etmesinin en makul seçenek olduğu değerlendirilmektedir. Türkiye’nin sonuçlarından doğrudan etkilendiği Suriye krizi karşısında tamamen kayıtsız kalması mümkün değildir. Ancak Ankara’nın krizin çözümüne katkı sağlama hedefiyle, sürece imkân ve kabiliyetlerini aşabilecek düzeyde sorumluluklar üstlenerek dâhil olması da akılcı değildir. Krize askeri açıdan daha çok dâhil olması durumunda Türkiye, Suriye meselesinde sorunun belirgin bir tarafı haline gelecektir. Türkiye Suriye krizinde Esed rejimine karşı silahlı çatışmaya girerse, hem yerelde hem de bölgesel ve küresel düzeyde bir çatışma hattına dâhil olacak, İran’la karşı karşıya kalacağı gibi Rusya ve Çin’le olan iyi ilişkiler de zarar görebilecektir. Türkiye, PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin bölgedeki faaliyetlerini takip etmeli ancak Suriye Kürtlerini karşısına almamalıdır. Ankara, Suriye’deki Kürtleri kendi tarafına çekmeli, kriz döneminde Kürtlerde ortaya çıkan kaygıları giderebilecek şekilde hareket etmelidir. Türkiye, Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun temsil niteliğinin geliştirilmesine dönük girişimleri desteklemeli, başta Kürtler olmak üzere Suriye’deki diğer tüm unsurların muhalefet cephesinde temsil edilmesini sağlamalıdır. Türkiye, Suriye muhalefetinin birleştirilmesi yönünde irade göstermelidir. Türkiye krize müdahalede insani boyutu ön planda tutmalı, muhtemel bir uluslararası koalisyonda silahlı çatışmadan ziyade insani yardım ve lojistik noktasında devreye girmelidir. Türkiye, dikkat ve enerjisini Esed sonrası Suriye’nin yeniden inşasına teksif etmeli, imkânlarını bu doğrultuda seferber etmelidir. 38 Salih Akyürek ve Cengiz Yılmaz, “Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış”, (Ankara: BİLGESAM, 2012), 8, 12, 10. 243 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Yeniden yapılanma sürecinde Türkiye’nin büyük desteğini alan Suriye’deki yeni iktidarla birlikte ikili ilişkiler de oldukça güçlü olabilecektir. 5.2. Muhtemel Senaryolar Suriye krizinin seyrine ilişkin dört muhtemel senaryodan bahsedilebilir. Birincisi Suriye’de kurulabilecek bir geçiş hükümeti ile krizin aşılmasıdır. İkincisi Esed rejiminin ağır silah sistemleriyle takviye edilecek Özgür Suriye Ordusu veya uluslararası bir müdahale ile devrilmesidir. Üçüncü muhtemel senaryo Suriye krizinin sürüncemede kalmaya devam etmesi ve ülkenin parçalanma sürecine girmesidir. Dördüncüsü ise iç çatışmaların devam etmesine rağmen Baas rejiminin mukavemetini sürdürmesi ve konumunu muhafaza etmesidir. Suriye krizindeki ilk muhtemel senaryo, ülkedeki çatışmalara son verebilecek bir geçiş hükümetinin kurulmasıdır. Suriye’de Esed rejimi içinden katliamlara doğrudan bulaşmamış Baas yöneticilerinin katılacağı, ülkedeki farklı etnik ve dini unsurların temsil edildiği bir geçiş hükümeti kurulabilir. Bu nitelikteki bir geçiş hükümeti ile Suriye krizi yumuşak bir geçişle çözüme kavuşturulabilir. Geçiş hükümeti seçeneği Rusya’nın girişimiyle gündeme gelmiş, 30 Haziran 2012 tarihinde İsviçre’nin Cenevre kentinde Suriye sorunu üzerine gerçekleştirilen toplantıda katılımcı devletler tarafından değerlendirilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin yanında Türkiye, Irak, Kuveyt ve Katar’ın katılımıyla gerçekleştirilen Cenevre toplantısında, Suriye’de kurulacak ulusal birlik hükümeti ile krizin çözüme kavuşturulabileceği kanaati öne çıkmıştır. Batılı devletler ve Rusya arasında Beşşar Esed’in iktidardaki konumu ile ilgili anlaşmazlık devam etse de geçiş hükümeti konusunda bir mutabakat ortaya çıktığı fark edilmiştir. Türkiye, Rusya’nın desteklediği bu çözümü onaylamıştır. Geçiş hükümeti seçeneğinin uygulanabilir bir öneri olduğunu kabul eden Türkiye, Cenevre’deki görüşmelerde geçiş hükümetinin oluşturulmasına dönük ortaya konan yol haritasının önemli olduğunu vurgulamıştır. Nitekim Suriye Ulusal Konseyi de geçiş hükümeti önerisine sıcak baktığını, katliamlara karışmamış Baas Partisi mensuplarının geçiş hükümetinde yer alabileceğini beyan etmiştir. 244 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Taraflar arasındaki mutabakata zarar vermeyecek başarılı bir geçiş hükümeti tesis edilebilirse Suriye krizi yumuşak bir geçişle çözüme kavuşturulabilir. Başarılı bir geçiş hükümeti, Beşşar Esed ve yakınlarının iktidardan uzaklaştırılması ve insan hakları ihlallerine bulaşmamış Baas rejimi mensuplarının Suriye’de tesis edilecek çoğulcu sistemin bir parçası olarak kalmasıyla gerçekleştirilebilir. Ancak geçiş hükümeti seçeneği aynı zamanda bazı olumsuz sonuçlar doğurabilecek dinamikler ihtiva etmektedir. Geçiş hükümetinin muhalefetin yeterince temsil edilmediği, Baas yöneticilerinin ağırlıkta olduğu ve katliamlara iştirak etmiş isimlerin yer aldığı bir yapı arz etmesi ihtimali vardır. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda geçiş hükümeti otoriter eğilimlerini muhafaza eden Baas rejiminin ayakta kalmasına hizmet edebilir. Böylece geçiş sürecinde Suriye krizine son verebilecek ulusal uzlaşı akamete uğrayabilir ve taraflar arası çatışmalar tekrar başlayabilir. Başlangıçta Rusya’nın tutumu nedeniyle ön plana çıkan, Türkiye ve Suriye Ulusal Konseyi tarafından da uygulanabilir olarak değerlendirilen geçiş hükümeti senaryosunun gerçekleşme ihtimali Suriyeli muhaliflerin Doha Kongresi’nde aldığı kararlarla zayıflamıştır. Bu senaryo, Doha Kongresi’nin ardından Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun Esed rejimiyle hiçbir şekilde diyaloga girilmeyeceği ve müzakere edilmeyeceği yönündeki açıklamalarıyla gündemdeki önceliğini yitirmiştir. Suriye krizinde ikinci muhtemel senaryo, Esed rejiminin silahlı kuvvetle devrilmesidir. Esed rejiminin silahlı kuvvetle devrilmesinin ise iki farklı şekilde gerçekleşebileceği beklenmektedir. Birincisi ülkede devam eden iç savaşta Esed rejiminin daha iyi teşkilatlanmış bir Suriye muhalefeti ve daha güçlü bir Özgür Suriye Ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Artan dış yardımlarla Özgür Suriye Ordusu’nun Baas rejimine bağlı güvenlik güçlerini dengeleyebilecek ölçüde desteklenmesi ile böyle bir netice sağlanabilir. Esed rejimi, Suriye’ye doğrudan bir dış müdahale olmadan ağır silah sistemlerine sahip Özgür Suriye Ordusu tarafından devrilebilir. Baas rejiminin, askeri donanımı daha güçlü muhalif unsurlarca devrilmesi Esed sonrası Suriye’nin istikrarını zedeleyebilecek gelişmelere yol açabilir. Suriye’ye sokulacak ağır silah sistemlerinin denetimi ve takibindeki zorluklar, 245 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye bu silahların kullanımıyla ilgili sorunlar doğurabilir. Suriye genelinde Baas rejimine karşı Özgür Suriye Ordusu’na bağlı faaliyet gösteren silahlı gruplar daha fazla silahlandırılırsa Esed’in devrilmesinden sonra birbiriyle mücadeleye girişebilir. Muhalif silahlı gruplar arasında iktidara nüfuz etme noktasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar ülkede iç çatışmalara neden olabilir. İç çatışmaların İsrail’e tehdit oluşturabilecek şekle dönüşmesi durumunda ise Batılı devletlerin Suriye’deki yeniden yapılanma sürecine verdiği destek kesilebilir. Esed rejiminin daha fazla silahlandırılmış bir Özgür Suriye Ordusu tarafından devrilmesi aynı zamanda Suriye’deki devlet sisteminin çökmesi anlamına gelecektir. Rejimin devrilmesi bir süre daha devam edecek çatışmalar sonucunda gerçekleşebilecek, Suriye’nin kamu idaresi, kamu hizmetleri ve güvenlik altyapısı tahrip edilmiş olacaktır. Muhalif silahlı grupların silahsızlandırılması Suriye’deki yeni iktidarın önünde ciddi bir problem olarak kalacak, devlet sisteminin yeniden tesisi, siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması uzun süre alacaktır. Muhalefetin artırılan dış yardımlarla ve daha fazla silahlandırılmasıyla Esed rejimini bertaraf edebilecek düzeyde güçlendirilmesi neticede Suriye’nin geleceğini olumsuz etkileyebilecektir. Esed rejiminin silahlı kuvvetle devrilmesinin ikinci şekli ise Özgür Suriye Ordusu daha fazla silahlandırılmadan uluslararası bir dış müdahale yapılmasıdır. Suriye’de Esed rejimini devirebilecek dış müdahale BM kararıyla ya da Kosova’da olduğu gibi katliamı engelleme hedefiyle oluşturulan uluslararası koalisyon kuvvetlerince icra edilebilir. Müdahale, oluşturulacak uluslararası koalisyon kuvvetlerinin Suriye’de bir kara harekâtına girişmeden Esed rejimine bağlı hava unsurlarını, füze sistemlerini ve zırhlı birliklerini etkisiz hale getirmesi şeklinde yürütülebilir. Libya’dakine benzer biçimde tasarlanabilecek Suriye’ye müdahale görevi sonucunda Esed iktidarına bağlı güvenlik güçleri büyük ölçüde tahrip edilecek, psikolojik üstünlüğü elde eden Özgür Suriye Ordusu Baas rejimini devirebilecektir. Kapsamlı bir hava harekâtı niteliğinde icra edilecek müdahale ile Suriye’deki kriz daha az can kaybı ile nihayete erecek, muhalif grupların ağır silahlarla teçhiz edilmesine gerek kalmaksızın krizin çözümü istikametinde mesafe 246 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye alınabilecektir. Bu nitelikteki bir dış müdahalenin muhalif silahlı grupların silahlandırılmasından daha az maliyetli olabileceği ve daha kısa sürede sonuca gidilmesini sağlayacağı da değerlendirilebilir. Nitekim hava kuvvetleri ve savunma sistemleri yok edilen Esed rejimi karşısında Özgür Suriye Ordusu kısa zamanda üstünlüğü ele geçirebilecektir. Özgür Suriye Ordusu’nun daha fazla silahlandırılmasına gerek kalmadan Baas rejiminin devrilmesi ise Esed sonrası Suriye’de istikrarın teminini kolaylaştıracaktır. Baas rejiminin dış müdahale neticesinde devrilmesi, Esed sonrası Suriye’deki yeni iktidarı mutedil hareket etmeye teşvik edecektir. Uluslararası sistemin desteğiyle iktidara gelen unsurlar, Suriye’de azınlık konumundaki unsurların temsilinde demokratik normların işletilmesi yönünde irade gösterecektir. Suriye krizinde üçüncü muhtemel senaryo, iç savaştaki tarafların birbirine üstünlük sağlayamaması ve krizin uzamasıdır. Krizin uzaması, Suriye’de fiili parçalanma sürecini hazırlayabilecek şartları ortaya çıkarabilir. Suriye, Sünni çoğunluğun dâhil olduğu ayrı bir yönetim, kuzeyde Kürt yönetimi ve batıda Lazkiye merkezli bir Nusayri yönetimi olmak üzere üç bölgeye parçalanma riskiyle karşı karşıya kalabilir. Sünni çoğunluğun idaresinde kalacak bölgede Müslüman Kardeşler ve Selefi unsurların iktidarda yer alabileceği tahmin edilmektedir. Mısır’ın desteklediği Müslüman Kardeşler’le Suudi Arabistan’ın desteklediği Selefi unsurlar arasında iktidar mücadelesi de yaşanabilir. Nusayri azınlığın batıda kuracağı devlette Nusayri-Hıristiyan birlikteliği oluşması beklenebilir. Ancak böyle bir devletin Sünni çoğunlukla mücadele etmek durumunda kalacağı, uluslararası düzeyde tanınma sorunu yaşayabileceği ve uzun vadede ayakta kalma olasılığının düşük olduğu değerlendirilmektedir. Suriye’nin parçalanması ile kuzeyde ise Kamışlı merkezli bir Kürt bölgesinin ortaya çıkma ihtimali vardır. PKK/KCK terör örgütü ve PYD ekseninde kurulabilecek bir yönetim Türkiye’ye tehdit teşkil edebilir. Suriye’nin kuzeyi ikinci Kandil konumuna gelebilir ve Türkiye hem Irak hem de Suriye sınırında aynı anda terörle mücadele etmek mecburiyetinde kalabilir. Kuzeyde böyle bir devletleşme süreci Talabani, Barzani ve PKK/KCK arasında da Suriye Kürtleri üzerinde nüfuz mücadelesine yol açabilir. Dördüncü muhtemel senaryo uzayan çatışmalara rağmen Baas rejiminin var247 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye lığını sürdürmesidir. Baas rejimi bölgesel ölçekte İran, Irak ve Hizbullah’tan, küresel ölçekte ise Rusya ve Çin’den aldığı destekle ayakta kalabilir. Özgür Suriye Ordusu’na gerekli donanım ve silah sistemleri sağlanmazsa ve uluslararası müdahale seçeneği uygulamaya dönüşmezse bu ihtimal gerçekleşebilir. Esed rejiminin ayakta kalması durumunda Türkiye-Suriye ilişkilerinin oldukça problemli bir sürece girebileceği değerlendirilebilir. Tahran-Şam-BağdatHizbullah eksenindeki Şii bloğu belirginleşebilir ve bölgede Sünni-Şii gerilimi temayüz edebilir. Bütün senaryolar dikkate alındığında Türkiye için en uygun hareket tarzı Batılı müttefikleri ve NATO ile birlikte hareket etmektir. Esed rejimine bağlı hareket eden güvenlik güçlerine karşı uluslararası bir hava harekâtının icrası durumunda Türkiye sıcak çatışmaya girmeden harekâta lojistik destek sağlamakla yetinmelidir. Türk diplomasisinin sıklet merkezi Suriye halkına ulaştırılacak insani yardım olmalıdır. Türkiye daha çok Suriye’nin yeniden yapılandırılması alanında ön plana çıkmalıdır. Krizin geleceğine ilişkin dört muhtemel senaryo arasında Türkiye açısından en olumsuz sonucu doğurabilecek süreçler Suriye’nin parçalanması şeklinde öngörülen üçüncü senaryo ve Baas rejiminin ayakta kalması olarak değerlendirilen dördüncü senaryodur. Üçüncü muhtemel senaryonun gerçekleşmesi Orta Doğu’da Kürt meselesini bölgeselleştirebilir. Türkiye, Kürt meselesi ve PKK/ KCK terör örgütüyle mücadelede teyakkuzda kalmalı, örgütün Suriye’nin kuzeyine yerleşmesini engelleyecek tedbirleri almalıdır. Gerek üçüncü gerekse dördüncü muhtemel senaryonun gerçekleşmesi ise Orta Doğu’da Sünni-Şii gerilimine zemin hazırlayabilir. İran liderliğindeki Şii blok karşısında Suudi Arabistan ve Katar öncülüğünde bir Sünni blok belirebilir. Türkiye böyle bir durumda Sünni-Şii geriliminde taraf olmaktan kaçınmalı, Sünni blok içinde Şii bloğa karşı bir duruş sergilemekten uzak durmalıdır. Sonuç Arap uyanışı sürecinde Türkiye’nin güney sınırında ortaya çıkan Suriye kriziyle ilgilenmesi doğaldır. Başta sığınmacılar meselesi olmak üzere krizin doğurduğu sonuçlar Türkiye’yi doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir. Ankara’nın krizin çözümüne yönelik irade göstermesi ve Arap devletleriy248 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye le birlikte diplomatik girişimlerde bulunması makul bir hareket tarzıdır. Ancak Suriye krizinin başladığı dönemden bu yana geçen zaman içinde Türkiye söylem ve eylemleriyle çözüm sürecinin değil sorunun tarafı haline gelmiştir. Orta Doğu’da krizle birlikte belirginleşen Şii-Sünni geriliminde Türkiye’nin Sünni blokta yer aldığı yönünde bir izlenim ortaya çıkmıştır. Türk karar mercileri Suriye krizinin bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa dönüşebileceğini öngörememiş, Esed rejiminin güçlü bir dış destek alarak mukavemet gösterebileceğini değerlendirememiştir. Suriye krizi Suriye ile sınırlı kalmamış, bölgesel ve küresel düzeyde bir mücadeleye yol açmıştır. Ulusal ölçekte iç savaş halini alan kriz, Orta Doğu’da İran liderliğindeki Şii unsurlarla Körfez ülkelerinin öncülüğündeki Arap devletleri arasında rekabete yol açarken, küresel ölçekte demokratikleşme hareketlerini destekleyen Batılı aktörlerle Rusya ve Çin gibi otoriter yönetimleri müdafaa eden devletler arasında anlaşmazlığa dönüşmüştür. Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler vasıtasıyla başlatılan çözüm girişimleri sonuçsuz kalmış, Suriye’ye uygulanan yaptırımlara karşı Esed rejimi Rusya, Çin, İran, Irak ve Hizbullah’ın desteğini alarak direnç göstermiştir. Türkiye, Suriye krizini değerlendirirken krizin sadece Suriye ile sınırlı bir mesele olmadığını dikkate almalıdır. Türkiye, krize yönelik politika geliştirirken ve uygularken Suriye üzerindeki 6 temel parametreyi göz önünde bulundurmalıdır. Birinci parametre Türkiye/Suriye eksenindedir. Türkiye/Suriye ekseninde iki ülkenin tarihi ve akrabalık bağları, komşuluk münasebetleri, ekonomik ilişkileri ve PKK-PYD sorunu hesaba katılmalıdır. İkinci parametre Türkiye/Suriye/ABD-İsrail eksenindeki siyasi ve askeri boyuttur. ABD’nin Orta Doğu politikasında İsrail’in güvenliğinin oldukça önemli olduğu hatırda tutulmalıdır. Üçüncü parametre Türkiye/Suriye/NATO-ABD-Fransa eksenindedir ve siyasidir. Türkiye krizde Batılı müttefikleri ve NATO ile eşgüdüm sağlamalıdır. Dördüncü parametre Türkiye/Suriye/Rusya hattındadır. Bu parametrenin siyasi ve güvenlik boyutları vardır. Beşinci parametre Türkiye/Suriye/Birleşmiş Milletler (Rusya ve Çin) ekseninde siyasidir. Altıncı parametre Türkiye/Suriye/İran hattındadır ve siyasi, güvenlik ve ekonomik boyutlar ihtiva etmektedir. 249 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye Suriye krizindeki konumunu bu altı parametreyi dikkate alarak belirlemelidir. Türkiye, mevcut yeteneklerinin üzerinde sorumluluk almaktan çekinmeli, krizin yönetiminde Batılı müttefikleri ve NATO ile birlikte hareket etmelidir. Suriye ile sıcak bir savaşa girmekten uzak durulmalıdır. Esed rejiminin devrilmesine yönelik bir dış müdahale durumunda ise Türkiye harekâta sadece lojistik destek ve insani yardım konusunda destek vermelidir. Türkiye’deki sığınmacı sayısının artışını yavaşlatabilmek amacıyla, Suriye toprakları içinde oluşturulacak kamplarda barınma imkânları oluşturulabilmesi için BM’nin harekete geçirilmesine yönelik girişimler sürdürülmelidir. Esed rejiminin elindeki füze sistemleri ve kimyasal silahlar ile Türkiye’nin orta ve uzun menzilli hava savunma füze sistemlerindeki hassasiyet dikkate alınarak Patriot füzelerinin NATO’dan talep edilmesi ve Türkiye’de konuşlandırılması gerekmektedir. Türkiye’deki sığınmacıların kaldığı konteynerkent ve çadırkentlerde güvenlik denetimi sıkı tutulmalı, kamplarda sürekli asayiş sağlanmalıdır. Türkiye, sığınmacıların bulunduğu illerin sınırlarındaki denetimi artırmalı, Esed rejimine bağlı istihbarat unsurlarının kamplara girmesini engellemeye yönelik tedbirler almalıdır. Türkiye, PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki faaliyetlerini teyakkuzla takip etmeli ancak Suriyeli Kürtleri karşısına almamalıdır. Ankara Suriye’nin toprak bütünlüğü yanında Suriyeli Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini ve muhalefette temsilini desteklemelidir. Türkiye, Suriyeli Kürtler ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır. Türkiye, Suriye muhalefetinin birleştirilmesine yönelik girişimleri desteklemeli, Doha Kongresi’nde kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun diplomatik etkinliğine katkıda bulunmalıdır. Türkiye, kriz sürecinde altyapı sistemleri ve kamu kurumları tahrip olan Suriye’nin yeniden inşasına odaklanmalı, enerjisini bu doğrultuda sarf etmelidir. 250 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Kaynakça “Ahrar El-Şam Tugayları”, Erişim tarihi: 15 Eylül 2012, http://www.ahraralsham.com/?page=pages&id=3. Akyürek, Salih ve Cengiz Yılmaz, Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış. Ankara: BİLGESAM, 2012. “Al-Watani Sury Ya-len Heykeliye El-Cedide” (Suriye Ulusal Konseyi Yeni Teşkilatını İlan Etti), Al Jazeera, 6 Kasım 2012, Erişim tarihi: 10 Kasım 2012, http://www.aljazeera.net/news/pages/46fe127f-8c7c-433c-8ac446c2a2b5ab66. “Beşşar Esed’in 16.04.2011 tarihinde Yeni Hükümetin Kabine Toplantısında Yaptığı Konuşma Metni”, http://www.syria-news.com/readnews.php?sy_ seq=131477. “Cevad El-Beşiti, El-Beşiti, Cevad, Surye Yu-hadr el-Tadahurat Be-Mucab Elgah El-Tawary”, (Suriye Gösterileri Olağanüstü Hali Kaldırarak Yasaklıyor), Middle East,18 Nisan 2011, Erişim tarihi: 25 Haziran 2011, http://www. middle-east-online. com/?id=108817. “El-Jamia El-Arabiye Taduu Le-Muatemar Hiwar Beynel El-Nidam-UL Sury wel-Muarada Hilal 15 Yawum” (Arap Birliği Suriye Rejimini ve Muhalefeti 15 Gün İçerisinde Diyaloga Çağırdı), Radyo SAWA,16 Ekim 2011, Erişim tarihi: 15 Mart 2012, http://www.radiosawa.com/content/article/21379.html. “El-Jeyshel Sury El-Hur” (Özgür Suriye Ordusu), Wikipedia, Erişim tarihi: 15 Temmuz 2012, http://ar.wikipedia.org. “El-Meclis El-Watany Kurdy Fi-Surye” (Suriye Kürt Ulusal Konseyi), Carnegie Middle East Center, 20 Haziran 2012, 20 Mayıs 2012, http://carnegiemec.org/publications/?fa=48504. 251 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye “El-Şami, Esad, Hel Neşhat Tahali Rusya An Nidam El-Sury” (Rusya’nın Suriye Rejiminden Vazgeçtiğini Görebilir miyiz?), 15 Temmuz 2007, Odabasham,10.07.2012,http://www.odabasham.net/show. php?sid=56448. “Emir Katary Şeyh Hamed Le-Kanat CBS Yaktarih İrsal Kuwat El-Arabiye İla Surye” (Katar Emiri Şeyh Hamed, CBS Kanalında Arap Gücünün Suriye’ye Gönderilmesini Öneriyor), Jaridatak,10 Şubat 2012, Erişim tarihi: 24 Şubat 2012, http://www.jaridatak.com/ChildPages/Political/elnashra/ Ar5324.htm. “Esed Yakbal Estekalet El-Hukuma El-Suriye We Alef Yeddaherun Damen Lahu” (Esed Suriye Hükümetinin İstifasını Kabul Etti ve Binlerce Kişi Esed’e Destek İçin Gösteri Düzenledi), Al Arabiya, 29 Mart 2011, Erişim tarihi: 12 Temmuz 2012, http://www.alarabiya.net/articles/2011/03/29/143407. html. Gordon, R. Michael, “Iran Supplying Syrian Military Via Iraqi Airspace”, 4 Eylül 2012, Erişim tarihi: 29 Ekim 2012, http://www.nytimes. com/2012/09/05/world/middleeast/iran-supplying-syrian-military-via-iraqairspace.html?pagewanted=all&_r=0. Gündüz, Rahmi, “Baskı Artırılsın Çağrısı”, Anadolu Ajansı, 6 Temmuz 2012, Erişim tarihi: 10 Temmuz 2012, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/62915--quot-suriye-halkinin-dostlari-quot--toplandi. “Heykeliye El- Meclis El-Watany El-Sury” (Suriye Ulusal Konseyi’nin Oluşumu), Syrian Council, Erişim tarihi: 15 Temmuz 2012, http:// ar.syriancouncil.org/structure.html. “Interview With Syrian President Bashar al-Assad”, The Wall Street Journal, 31 Ocak 2011, Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012, http://online.wsj.com/news/articles/SB10001424052748703833204576114712441122894. 252 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye “Iran Confirms It Has Forces in Syria and Will Take Military Action If Pushed”, The Guardian, 16 Eylül 2012, Erişim tarihi: 8 Kasım 2012, http://www.theguardian.com/world/2012/sep/16/iran-middleeast. “İtilaful-Muaraza El-Suryye Kad Yahdar El-İctima Al-Arabi” (Suriye Muhalefeti Koalisyonu Arap Birliği Toplantısında Hazır Bulunacak), CNN, 12 Kasım 2011, Erişim tarihi: 12 Kasım 2012, http://arabic.cnn.com/2012/syria.2011/11/12/syria.newCouncil/index.html. “Koalisyon Sözcüsü Bunni: Gassan Hito Bize Dayatıldı,” Yakın Doğu Haber, 20 Mart 2013, Erişim tarihi: 25 Mart 2013, http://www.ydh.com.tr/ HD11621_koalisyon-sozcusu-bunni--gassan-hito-bize-dayatildi.html. “Men Hiye El-Camaat El-Musllaha Ellety Tukateel Fi Surye” (Suriye’de Savaşan Silahlı Gruplar Kimdir), Russia Today, Erişim tarihi: 18 Eylül 2012, http://arabic.rt.com/news_all_news/analytics/69084/. “Müdahale Pahalı ve Riskli Bırakalım Suriye Bölünsün”, Hürriyet, 24 Temmuz 2013, Erişim tarihi: 25 Temmuz 2013, http://www.hurriyet.com.tr/planet/24091795.asp. “Nas İttifak El-Doha Lİ-İnşaa El-İtilaf El-Watani Li-Kuwa EL-Tawre WelMuarada El-Suryye” (Doha’da Kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun Anlaşma Metni), New Syria, 11 Şubat 2012, Erişim tarihi: 12 Kasım 2012, http://new-syria.com/formainpage/analytics/15665. “Obama, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Gitmesini İstedi”, Cihan, 18 Ağustos 2011, Erişim tarihi: 11 Mayıs 2012, http://www.cihan.com.tr/caption/-CHMzk0ODQ2LzA= . “Russia Supplying Arms to Syria Under Old Contracts- Lavrov”, Ahram Online, 5 Kasım 2012, Erişim tarihi: 8 Kasım 2012, http://english.ahram.org. eg/NewsContent/2/8/57187/World/Region/Russia-supplying-arms-to-Syriaunder-old-contracts.aspx. 253 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye “Suriye’den Flaş Karar”, Sabah, 27 Mart 2012, Erişim tarihi: 25 Mayıs 2012, http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/03/27/suriyeden-flas-karar. “Suriye Türkmen Ordusunun Halep’teki Türkmen Komutanları Birleştirmeleri”, Youtube, 12 Eylül 2012, Erişim tarihi: 25 Eylül 2012, http://www.youtube.com/watch?v=ON3zcwQUTEg. “Suriyeli Muhaliflere 45 Milyon Dolar Yardım”, Ntvmsnbc, 29 Eylül 2012, Erişim tarihi: 29 Eylül 2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25386004/. “Suriye-Türkiye İlişkileri”, Wikipedia, Erişim tarihi: 11 Ağustos 2012, http:// tr.wikipedia.org/wiki/Suriye-T%C3%BCrkiye_ili%C5%9Fkileri. Semin, Ali, “Suriye’deki Olaylar ve Esad’ın Reform Planı”, Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), 19 Nisan 2011, Erişim tarihi: 25 Kasım 2012, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_co ntent&view=article&id=1021:suriyedeki-olaylar-ve-esadn-reformplan&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150. Semin, Ali, “Türkiye-Suriye İlişkisi ve Kürt Açılımı”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 9 Kasım 2009, Erişim tarihi: 8 Ağustos 2012, http://www.sde.org. tr/tr/haberler/183/turkiye-suriye-iliskisi-ve-kurt-acilimi.aspx. “Suriyeli Sığınmacı Sayısı 500 Bini Geçti”, TRT Haber, 22 Temmuz 2013, Erişim tarihi: 25 Temmuz 2013, http://www.trthaber.com/haber/turkiye/ suriyeli-siginmaci-sayisi-500-bini-gecti-94602.html. “Tanklar Hama’ya Girdi”, CNN Türk, 31 Temmuz 2011, Erişim tarihi: 10 Ekim 2011, http://video.cnnturk.com/2011/haber/7/31/tanklar-hamaya-girdi. “Tawkii Ale Balag İttifakiye Beyne Meclis Watani El-Kurdi El-Suriye WelMeclis El-Şaab Garb Kurdustani” (Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile Batı Kürdistan Halk Meclisi Arasında Anlaşma İmzalandı), Kurdistan Regional Government, 11 Temmuz 2012, Erişim tarihi: 11 Temmuz 2012, http://www. 254 Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye krg.org/articles/detail.asp?lngnr=14&smap=01010100&rnr=81&anr=44646. “Türkiye-Suriye Siyasi İlişkileri”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 10 Eylül 2012, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi- iliskileri-.tr.mfa. “Türkiye-Suriye YDSİK 1. Toplantısı Ortak Bildirisi”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, 23 Aralık 2009, Erişim tarihi: 11 Kasım 2012, http://www.mfa.gov. tr/turkiye---suriye-ydsik-1_-toplantisi-ortak-bildirisi_-22-23- aralik_-sam. tr.mfa. “Türkmen Muhaliflerden Birleşme Çağrısı”, Haber7, 15 Ağustos 2012, Erişim tarihi: 1 Kasım 2012, http://www.haber7.com/dunya/haber/915003turkmen-muhaliflerden-birlesme-cagrisi. 255 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış SURİYE SORUNU VE TÜRK DIŞ POLİTİKASINA TOPLUMSAL BAKIŞ* Salih AKYÜREK** Cengiz YILMAZ*** Türkiye-Suriye ilişkileri Cumhuriyet döneminde ve özellikle son 30 yılda iniş çıkışları ve gerginlikleri çok olan bir seyir izlemektedir. Suriye’nin uzun yıllar PKK terör örgütüne ev sahipliği yapmış olması, sonrasında yaşanan geçici bahar dönemi ve son üç yıldır bu ülkede yaşanan çatışmalar ve Türkiye’ye sığınan yüzbinlerce insan Suriye’yi Türk dış politikasında önemli bir yere oturtmuştur. Yaşanan şiddet olayları ve katliamlar nedeniyle gösterilen tepki nedeniyle diplomatik ilişkilerin kesilmiş olması, Türkiye’yi Suriye sorununda doğrudan taraf haline getirmiş ve denklemin dışında bırakmıştır. Türkiye, Suriye halkı ile bağları ve yaşanan yoğun göç nedeniyle, şiddet olaylarından ve sorunun genel seyrinden en çok etkilenen ülkelerden birisi durumundadır. 2012 yılında Suriye sorunu ve genelde bölgeye dönük Türk dış politikası konusundaki toplumsal algıları ortaya koymayı amaçlayan bir anket çalışması BİLGESAM tarafından yapılmış ve bulgular rapor olarak yayınlanmıştır. Bu bölümde “Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış” adlı BİLGESAM raporunun bugüne de ışık tutan temel bulgularının paylaşılması amaçlanmıştır. Çalışma Metodolojisi ve Örneklem Suriye sorununun ana başlıkları ve bölgeye dönük Türk dış politikası ve bu konudaki temel tartışma alanları tespit edilerek hazırlanan 23 soruluk anket formu, internet üzerinden anket uygulaması yapan bir firma tarafından 33 bin kişiye e-posta yoluyla link gönderilmek suretiyle Temmuz 2012 ayı içinde uygulanmış ve katılımın 1547 kişiye ulaşması ile anket sonlandırılmıştır. * Bu makale BİLGESAM tarafından Temmuz 2012 yılında aynı başlıkla yayımlanan anket raporunun gözden geçirilmiş şeklidir., http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-1272014031828rapor50.pdf ** Dr., BİLGESAM Sosyo-Kültürel Araştırmalar Uzmanı *** Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi. 257 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 1547 kişilik örneklem içinden Türkiye profilinin özelliklerini daha iyi yansıtmak üzere siyasi parti oy verme davranışları temelinde tabakalı rassal elimininasyon yöntemiyle 1033 kişilik bir örneklem seçilerek analizler yapılmış, grafik ve tablolar bu veri üzerinden oluşturulmuştur. Görüş ve algılardaki ana kırılmanın özellikle siyasi eğilimler temelinde olması nedeniyle, Türkiye profilinin oluşturulmasında öncelikle çalışmaya katılanların oy verdiği siyasi parti ve 2011 genel seçimlerindeki oy dağılımı dikkate alınmıştır. Bu uygulamaya rağmen 1033 kişilik örneklemin interneti daha aktif kullanan ve sosyal sorumluluğu daha yüksek bir kitlenin görüşlerini daha fazla ortaya koyduğu ifade edilebilir. Anket formlarından elde edilen veriler SPSS istatistik programı marifetiyle değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Analiz ve raporlamada cevapların frekans dağılımları yanında, öğrenim durumu, etnisite, mezhep, oy verilen siyasi parti ve ikamet edilen bölge temelindeki farklılaşmalar da çalışmaya yansıtılmıştır. Analizlerde, bulguların istatistiki okuması ve kısa yorumları ile yetinilmiş ve analizlere ait istatistiki anlamlılık değerleri verilmemiştir. Türkiye’nin Suriye sınırında yer alan illerde ve Suriye’nin kuzeyinde önemli sayıda bir Kürt nüfusun yaşıyor olması nedenleriyle analizlerde Kürtlerin farklılaşan görüşleri ayrıca incelenmiştir. Suriye halkının ağırlıklı olarak Sünni ve Esad yönetiminin Nusayri ağırlıklı olması nedeniyle Türkiye’deki Alevi ve Sünnilerin olaylara bakışındaki farklılaşma analizlere yansıtılmıştır. Görüş ve algıların Suriye’ye komşu illerde ikamet edilen bölge temelinde diğer illerden farklılaşabileceği değerlendirilerek; sınırda veya ikinci kuşak bölgede yer alan Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Batman, Hatay, Mardin, Şırnak, Siirt, Hakkari, Diyarbakır illeri ayrı bir grup yapılarak diğer illerle kıyaslamaya tabi tutulmuştur. Çalışmaya ait ayrıntılı rapor Temmuz 2012 ayında “Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış” adıyla BİLGESAM raporu olarak yayınlanmıştır. 258 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Hükümetin Suriye Politikasına Bakış Bulgulara göre, Türkiye’nin Suriye politikasını doğru bulanların oranı %45 düzeyindedir. Suriye politikalarına bakış demografik profile göre farklılık göstermektedir. Bu farklılaşma şu şekilde özetlenebilir: • Kürtlerin Hükümetin Suriye politikasına bakışı (%48,8) Türklere göre (%44,9) daha olumludur. • Suriye’ye sınır ve yakın illerde ikamet edenlerin Suriye politikasına bakışı (%46,2) ile diğer illerde ikamet edenlerin bakışı (%44,9) benzerdir. • Sünnilerin Hükümetin Suriye politikasına bakışı (%49,4) Alevilere göre (%14,5) çok daha olumludur. • Lise mezunları diğer öğrenim düzeylerine göre Suriye politikasını %55,1 ile daha olumlu algılamaktadır. • Suriye politikalarına en olumlu bakış %70 ile AKP seçmeninde iken en olumsuz bakış %7,7 ile BDP seçmeni arasındadır. CHP seçmeninin bakışı %14,4 ile ve MHP seçmeninin bakışı %22,1 ile yine oldukça olumsuzdur. 259 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Örneklemin sadece 40,9’u Türkiye’nin Suriye’deki muhalif gruplara destek olması gerektiği görüşündedir. Suriye’deki muhalif gruplara destek konusundaki görüşler demografik profile göre farklılık göstermektedir: • Türkiye’nin Suriye’deki muhalif gruplara destek olması görüşü Kürtler arasında (%53,7) Türklere göre (%40,5) daha fazla destek bulmaktadır. • Suriye’ye sınır ve yakın illerde ikamet edenlerin muhalif gruplara desteğe bakışı (40,4) diğer illerde ikamet edenlerle (%40,9) aynı düzeydedir. • Sünniler muhalif gruplara desteğe (%44,3) Alevilere göre (%17,7) çok daha olumlu bakmaktadır. • Muhalif gruplara destek konusundaki görüşler öğrenim durumuna göre anlamlı farklılaşmamaktadır. • Suriye’deki muhalif gruplara destek olunması görüşü %60,2 ile AKP seçmeni arasında en yüksek desteği bulurken CHP-BDP ve MHP seçmeni arasında %17-31 aralığında çok daha düşük bir destek bulmaktadır. 260 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Türk Uçağının Düşürülmesi Türk uçağının düşürülmesi olayına tepki olarak Türkiye’nin tavrı sorgulandığında; örneklemin %46,4’ü Türkiye’nin sergilediği mevcut tavrı doğru bulurken, toplamda %38,7’lik bir kesim farklı şekillerdeki askeri müdahaleyi savunmuştur. Bu konuda fikri olmayan %14,9’luk kesim dikkate alınmadığında çoğunluğun (yaklaşık %53) Türkiye’nin mevcut tavrını desteklediği görülmektedir. Bu noktada bir askeri müdahale seçeneğini destekleyenlerin oranının da %45 ile hiç de küçümsenmeyecek düzeyde olduğunun vurgulanması gerekmektedir. Genel olarak bakıldığında tüm farklı gruplarda, Suriye’ye karşı bir askeri müdahale seçeneği içinde; “Türkiye’nin Suriye’ye savaş ilan etmesi” %1-8 aralığında bir destek bulurken, “Türkiye’nin Suriye’nin hava savunma sistemlerini vurması” ve “Türkiye’nin NATO desteğini de alarak askeri müdahalede bulunması” görüşlerinden her biri genel olarak %15-26 aralığında destek görmüştür. Bu konudaki görüşler de örneklemin demografik profiline göre farklılık göstermektedir: 261 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye • Uçak düşürülmesi olayında Türkiye’nin mevcut tavrını destekleme oranı Türkler ve Kürtler arasında %46 ile aynı düzeyde olmakla birlikte, Türklerin %39,2 ile bir askeri müdahaleye Kürtlere göre (%29,3) daha sıcak baktığı söylenebilir. • Suriye’ye sınır ve yakın illerde ikamet edenler, Türkiye’nin mevcut tavrını %53,8 ile diğer illerde ikamet edenlere göre (%46) daha doğru bulmaktadır. • Sünniler Türkiye’nin mevcut tavrını %49 ile Alevilere göre (%24,2) daha olumlu bulmaktadır. • Uçak düşürülmesi olayında Türkiye’nin mevcut tavrı %58 ile AKP seçmeni arasında en yüksek desteği bulurken CHP-BDP ve MHP seçmeni arasında bu destek %33-38 aralığındadır. CHP ve MHP seçmeni arasında; askeri müdahale seçeneğinin -fikri olmayanlar dikkate alınmadığında- %60’lar düzeyinde ve çok daha fazla destek bulduğu ve bu iki partinin bu noktada benzeştiği görülmektedir. Türk uçağının düşürülmesi olayının Türkiye’nin uluslararası imajına etkisi sorgulandığında; her üç kişiden ikisi (%65,1) bu olayın Türkiye’nin imajını olumsuz etkilediğine inanmaktadır. 262 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Bu konudaki görüşler örneklemin demografik profiline göre çok fazla bir farklılık göstermemektedir. “Türk uçağının düşürülmesi olayı Türkiye’nin uluslararası imajını olumsuz etkilemiştir” görüşü en yüksek oranda desteği %70-73 düzeyi ile CHP ve MHP seçmeninden almıştır. AKP’ye Suriye politikalarında en yüksek desteği veren seçmeni bile %60 oranında bu olayın Türkiye’nin imajını olumsuz etkilediğini düşünmektedir. Şiddet Olayları ve Suriye’ye Müdahale Suriye’deki şiddet olaylarına karşı Türkiye’nin tavrı sorgulandığında; %43,4 ile en büyük kitlenin sorunun görüşmeler yoluyla çözülmesi, örneklemin %32,7’si bu konunun Suriye’nin iç sorunu olduğu ve Türkiye’yi ilgilendirmediği görüşünü ve 21,8’lik bir kesim ise uluslararası askeri müdahale görüşünü desteklemiştir. Bu konudaki görüşler de örneklemin demografik profiline göre farklılık göstermektedir: • Genelde %32,7’lik bir destek bulan “Suriye’deki şiddet olaylarının ülkenin iç sorunu olduğu ve Türkiye’yi ilgilendirmediği” görüşü en büyük desteği %51,6 ile Alevilerden, %49,6 ile CHP seçmeninden ve %45 ile MHP seçmeninden almaktadır. En az destek ise %17,1 ile Kürtlerden gelmektedir. 263 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye • “Türkiye’nin sorunun görüşmeler yoluyla çözümünü desteklemesi” görüşü ise en büyük desteği %61,5 ile BDP seçmeninden ve %56,1 ile Kürtlerden bulmaktadır. • “Türkiye’nin Suriye’ye uluslararası bir askeri müdahaleyi desteklemesi” görüşü ise en büyük desteği %31 ile AKP seçmeninden alırken bu konudaki en düşük destek %7,7 ile BDP seçmeni arasındadır. Suriye’ye karşı bir askeri müdahalede Türkiye’nin rolü sorgulandığında; insanların %36,8’lik bir kesimi “Türkiye’nin hiçbir askeri operasyona katılmaması ve bu operasyonları desteklememesi” görüşünü savunurken, %38’lik bir kesim “Türkiye’nin BM veya NATO şemsiyesi altında düzenlenecek operasyonlara sadece destek vermesi” görüşünü desteklemektedir. Bu durum, insanların yaklaşık %75’lik bir kesiminin Türkiye’nin Suriye’ye karşı bir askeri müdahalenin içinde fiili olarak yer almaması düşüncesinde olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin Suriye’ye tek başına bir askeri müdahalede bulunması görüşü ise ancak %3,3 gibi çok düşük bir düzeyde destek bulmaktadır. 264 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Bu konudaki görüşler örneklemin demografik profiline göre farklılık göstermektedir: • “Türkiye’nin hiçbir askeri operasyona katılmaması ve bu operasyonları desteklememesi” görüşü en büyük desteği %76,9 ile BDP seçmeninden, %61,3 ile Alevilerden ve %50,7 ile CHP seçmeninden görmektedir. • Türkiye’nin Suriye’ye karşı bir askeri müdahalenin içinde fiili olarak yer alması görüşü ise en büyük desteği %28,8 ile AKP seçmeninden bulurken en düşük desteği %7,7 ile BDP seçmeninden bulmaktadır. Suriye’deki mevcut çatışma ortamının en çok hangi ülkenin işine yaradığı sorgulandığında: %38,3 ile ABD, %38,1 ile İsrail ve %14,1 ile Rusya bu çatıma ortamından en çok yararlanan ilk üç ülke olarak öne çıkmaktadır. Bu üç ülkeyi işaret edenlerin toplam oranı yaklaşık %90’dır. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde: mevcut çatışma ortamının en çok hangi ülkenin işine yaradığı sorusunda, 265 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye CHP, BDP ve MHP seçmeni %50-60 aralığında öncelikle ABD’yi işaret ederken, AKP seçmeni %45,9 ile öncelikle İsrail’i işaret etmektedir. Suriye’ye yönelik bir askeri müdahalenin en çok hangi ülkenin çıkarına hizmet edeceği, aynı soru içinde dört şıklı olarak ve birden fazla cevap işaretlenebilecek şekilde sorgulanmıştır. Bulgulara göre; insanların %72’si bu soruya cevap olarak batılı emperyal güçleri işaret etmektedir. Bir uluslararası askeri müdahalenin Suriye halkının menfaatlerine hizmet edeceğine inananlar %27,5’te kalırken aynı soruda Orta Doğu barışı ve Türkiye’nin menfaatleri son iki sırada gelmektedir. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde: “müdahalenin batılı emperyal devletlerin menfaatlerine hizmet edeceği” görüşü en yüksek desteği %80-88 aralığında Alevilerden ve sırasıyla CHP, BDP ve MHP seçmeninden almaktadır. Aynı görüş AKP seçmeninden ise %63,2 oranında destek bulmaktadır. 266 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Suriye’nin Parçalanması ve Muhtemel Sonuçları Esed yönetiminin/rejiminin düşmesinin muhtemel sonuçları bu bölümde üç soru ile ölçülmüştür. Esed’ın düşmesi durumunda Suriye’nin parçalanacağına inananların oranı %44,6’dır. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde: Esed’ın düşmesi durumunda Suriye’nin parçalanacağına inananlar BDP seçmeni içinde %69,2 gibi yüksek bir orana çıkarken aynı oran CHP ve MHP seçmeni içinde %56’dır. Aynı oran AKP seçmeni içinde %34,4 ile tüm alt gruplar içinde en alt düzeydedir. 267 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Suriye’nin parçalanması durumunda kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulacağına inananların oranı %58,1’dir. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde; Suriye’nin parçalanması durumunda kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulacağına inananların oranı: • Kürtler arasında Türklere göre daha yüksektir (%61 ve %57,4). • Alevilerde Sünnilere göre çok daha yüksektir (%75,8-%55,3). • Suriye’ye sınır illerde yaşayanlarda diğer illere göre daha yüksektir (%65,4-%57,7). • BDP seçmeni içinde %92,3 ile en yüksek düzeyde iken, bu oran CHP seçmeni içinde %73,6, MHP seçmeni içinde ise %65,7’dir. En düşük oran ise %46,8 ile AKP seçmenindedir. 268 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Suriye’de kurulacak bir Kürt devletinin Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşeceğine inananların oranı %61,8’dir. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde; Suriye’de kurulacak bir Kürt devletinin Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşeceğine inananların oranı: • Kürtler ve Türklerde %61 ile aynı düzeydedir. • Alevilerde Sünnilere göre çok daha yüksektir (%66,1 ve %60,4). • Suriye’ye sınır illerde yaşayanlar ile diğer illerdeyaşayanlarda aynı düzeydedir (%61,9 ve %59,6). • BDP seçmeni içinde %76,9 ile en yüksek düzeyde iken, bu oran CHP seçmeni içinde %72,1 ve MHP seçmeni içinde ise %68,6’dır. En düşük oran ise %53,7 ile AKP seçmenindedir. 269 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Orta Doğu’da Barış ve İran’ın Nükleer Teknolojisi Bu bölümde Orta Doğu barışı ve İran’ın nükleer teknolojisi üç farklı soru ile ölçülmüştür. Orta Doğu’da barışı en çok tehdit eden ülke sorgulandığında: %66,3 ile İsrail ve %19,6 ile ABD en çok öne çıkan iki ülke konumundadır. İran’ı barış için tehdit olarak görenlerin oranı ise %3,5’te kalmaktadır. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde: • Orta Doğu barışı için İsrail’i öncelikli tehdit olarak görenlerin oranı %78,4 ile AKP seçmeni ve %69,7 ile Sünni inanca sahip kişiler arasında en yüksek düzeydedir. Bu konudaki en düşük oran ise %30,8 ile BDP seçmeni arasındadır. • Orta Doğu barışı için ABD’yi tehdit olarak görenler en yüksek oranda %38,5 ile BDP seçmeni, %34,8 ile CHP seçmeni ve %35,5 ile Aleviler arasındadır. • İlginç bir bulgu ise, BDP seçmeninin Orta Doğu barışı için %15,4 oranında Türkiye’yi tehdit olarak görmesidir. 270 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış • • • İran’ın nükleer teknolojisi sorgulandığında; İran’ın sahip olduğu nükleer enerjiyi gelecekte silaha dönüştüreceğine inananlar %78,8 gibi yüksek bir orandır. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde; bu konuda farklı demografik gruplar arasında önemli bir farklılaşma ve kırılmanın olmadığı görülmektedir. 271 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Nükleer silahlara sahip bir İran sorgulandığında; örneklemin %59,4’ü nükleer silahlara sahip bir İran’ı Türkiye için tehdit olarak görmektedir. Bu konudaki tehdit algısı en yüksek grup ise %68,9 ile CHP seçmenidir. Türkiye’nin Etki Sahası ve Muhtemel Çatışma Alanları Bu bölümde Türkiye’nin etki ve ilgi alanları ile muhtemel çatışma alanları iki farklı soru ile ölçülmüştür. Türkiye için en muhtemel çatışma/savaş tehlikesi sorgulandığında: %41,9 ile Türk-Kürt iç savaşı, %14,5 ile Türkiye-Suriye çatışması, %9,6 ile Türkiyeİsrail çatışması ve %9 ile Türkiye-Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi çatışması öne çıkmaktadır. Bu konudaki görüşlerin demografik profile göre farklılaşması incelendiğinde: • Türk–Kürt iç savaşı Alevilerle birlikte, CHP-MHP ve BDP seçmenince %46-56 aralığında daha fazla öne çıkarılırken, bu çatışmaya en az ihtimal veren parti seçmeni %34,1 ile AKP’lilerdir. 272 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış • Türkiye-Suriye çatışması ise Suriye’ye sınır illerde yaşayanlar ve BDP seçmenince diğer gruplara göre daha fazla öne çıkarılmaktadır (%30,8 ve %26,9). Bu soru ile Türkiye’nin algılanan muhtemel etki ve ilgi alanları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Kişiler tarafından,Kıbrıs ve müteakiben Kuzey Irak Türkiye’nin müdahil olması gereken en önemli etki alanı içinde tanımlanmaktadır. Ege Adaları ve Suriye bu iki alanı takiben gelmektedir. Bunun yanında Balkanlar, Gürcistan ve Afganistan Türkiye’nin müdahil olması gereken ülke ve bölgeler arasında en gerilerde kalmaktadır. Bulguların Özeti ve Sonuç Yerine Çalışma bulgularına göre, toplumun büyük kısmı Türkiye’nin Suriye politikasını doğru bulmamakta ve muhalif gruplara destek olunmaması gerektiğini düşünmektedir. Sünnilerin Hükümetin Suriye politikasına bakışı Alevilere 273 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye göre çok daha olumludur. Suriye politikalarına en olumlu bakış AKP seçmeninde iken en olumsuz bakış BDP seçmeni arasındadır. Suriye’deki şiddet olaylarına karşı Türkiye’nin tavrı sorgulandığında baskın görüş olarak, sorunun görüşmeler yoluyla çözülmesinin desteklendiği görülmektedir. Bu konunun Suriye’nin iç sorunu olduğu ve Türkiye’yi ilgilendirmediği görüşü ile uluslararası askeri müdahalenin gerekliliği görüşü çok daha az destek bulmaktadır. “Suriye’deki şiddet olaylarının ülkenin iç sorunu olduğu ve Türkiye’yi ilgilendirmediği” görüşü en büyük desteği Alevilerden ve CHP-MHP seçmeninden almaktadır. “Türkiye’nin sorunun görüşmeler yoluyla çözümünü desteklemesi” görüşü ise en büyük desteği BDP seçmeninden ve Kürtlerden alırken, “Türkiye’nin Suriye’ye uluslararası bir askeri müdahaleyi desteklemesi” görüşü en büyük desteği AKP seçmeninden almaktadır. Suriye’ye karşı bir askeri müdahalede Türkiye’nin rolü sorgulandığında; insanların %37’lik bir kesimi “Türkiye’nin hiçbir askeri operasyona katılmaması ve bu operasyonları desteklememesi” görüşünü savunurken, %38’lik bir kesim “Türkiye’nin BM veya NATO şemsiyesi altında düzenlenecek operasyonlara sadece destek vermesi” görüşünü desteklemektedir. Bu durum, insanların yaklaşık %75’lik bir kesiminin Türkiye’nin Suriye’ye karşı bir askeri müdahalenin içinde fiili olarak yer almasını istemediğini göstermektedir. Türkiye’nin Suriye’ye tek başına bir askeri müdahalede bulunması görüşü ise ancak %3 gibi çok düşük bir düzeyde destek bulmaktadır. Suriye’deki mevcut çatışma ortamının en çok hangi ülkenin işine yaradığı sorgulandığında: %38 ile ABD, %38 ile İsrail ve %14 ile Rusya bu çatışma ortamından en çok yararlanan ilk üç ülke olarak öne çıkmaktadır. Mevcut çatışma ortamının en çok hangi ülkenin işine yaradığı sorusunda, CHP, BDP ve MHP seçmeni öncelikle ABD’yi işaret ederken, AKP seçmeni öncelikle İsrail’i işaret etmektedir. Suriye’ye yönelik bir askeri müdahalenin en çok hangi ülkenin çıkarına hizmet edeceği, sorulduğunda; insanların %72’si cevap olarak batılı emperyal güçleri işaret etmektedir. Suriye’nin parçalanması durumunda kuzeyde bir Kürt devletinin kurulacağına inananların oranı %58’dir. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulacağına inananlar BDP seçmeni içinde %92 ile en yüksek düzeyde iken, bu oran 274 Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış CHP seçmeni içinde %74, MHP seçmeni içinde ise %66’dır. En düşük oran ise %47 ile AKP seçmenindedir. Bu çalışmanın alan uygulamasının 21-23 Temmuz 2012 tarihlerinde, Suriye güçleri ülkenin kuzeyinden henüz çekilmeden ve Kürt gruplar bazı yerleşim yerlerini henüz ele geçirmeden önce gerçekleştirildiğini belirtmekte de fayda var. Suriye’de kurulacak bir Kürt devletinin Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşeceğine inananların oranı ise %62’dir. Çalışma temelinde, Ortadoğu’da barışı en çok tehdit eden ülke sorgulandığında; %66 ile İsrail ve %20 ile ABD en çok öne çıkan iki ülke konumundadır. İran’ı barış için tehdit olarak görenlerin oranı ise %4’te kalmaktadır. Ortadoğu barışı için İsrail’i öncelikli tehdit olarak görenlerin oranı, AKP seçmeninde ve Sünni inanca sahip kişiler arasında çok daha yüksek düzeydedir. İran’ın nükleer teknolojisi sorgulandığında ise; İran’ın sahip olduğu nükleer enerjiyi gelecekte silaha dönüştüreceğine inananlar %79 gibi yüksek bir orandadır. Toplumun %59’u ise nükleer silahlara sahip bir İran’ı Türkiye için tehdit olarak görmektedir. Bu konuda tehdit algısı en yüksek grup ise CHP seçmenidir. Suriye’nin bugünkü durumu ve bölgedeki gelişmeler değerlendirildiğinde, yukarıda bulguları aktarılan 2012 yılı çalışmasındaki toplumsal algıların ve endişelerin geçerliliği ortaya çıkmaktadır. Bu durum, uluslararası ilişkilerde ve önemli stratejik kararlarda toplumun görüşlerinin göz önünde bulundurulmasının gerekliliğini de ortaya koymaktadır. 275 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye SURİYE’NİN KUZEYİNDEKİ PYD YAPILANMASI VE TÜRKİYE* Erdem KAYA** Bekir ÜNAL*** Suriye’de Esed rejiminin Mart 2011’de başlayan kitlesel gösterileri silahlı kuvvetle bastırma girişimi muhalefetin silahlanmasına yol açmış, çatışmalar kısa süre içinde iç savaşa dönüşmüş ve rejimin ülkenin kuzeyindeki egemenliği fiilen sona ermiştir. Esed rejimi, krizin ilk dönemlerinde Özgür Suriye Ordusu’nun elde ettiği üstünlük karşısında ülkenin kuzeyinden çekilirken bu bölgede PKK/KCK terör örgütüyle1 işbirliğine yönelmiştir. Baas rejimi, gerek ülkenin kuzeydoğusundaki Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek gerekse Özgür Suriye Ordusu’nun bu bölgedeki etkinliğini sınırlandırmak maksadıyla PKK/KCK’ya destek sağlamıştır. Rejimin aynı zamanda örgütü, muhalefetin siyasi ve askeri açıdan teşkilatlanmasına destek veren Türkiye’ye misilleme yapmak amacıyla desteklediği değerlendirilmektedir. PKK/KCK ise Suriye krizi ile birlikte bu ülkedeki uzantısı olan PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi) güçlendirmeye, böylece Orta Doğu’da tesis etmeyi planladığı bağımsız devletin Suriye ayağını inşa etmeye odaklanmıştır. Terör * Bu makale 8-9 Ekim 2013 tarihlerinde Kocaeli Üniversitesi’nde düzenlenen Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde takdim edilen “PYD’nin Suriye’nin Kuzeyindeki Faaliyetleri ve Türkiye” başlıklı tebliğin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş şeklidir. ** BİLGESAM Araştırma Koordinatörü *** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü 1 Terör örgütü 2007’den itibaren KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) unvanını kullanmaktadır. Ancak örgüt kastedilirken hala PKK ifadesi tercih edilebilmekte, KCK ifadesi ise hatalı biçimde örgütün şehirlerdeki siyasi yapılanması anlamında kullanılmaktadır. Terör örgütünün hâlihazırda kullandığı unvan KCK’dır. KCK, örgütün silah bırakarak siyasi bir harekete dönüşme hedefi doğrultusunda geliştirdiği bir yapı değil, silahlı kuvvetine yasal çerçeve kazandırmak ve devletleşmek gayesiyle tesis ettiği kümülatif örgütlenmenin adıdır. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 2011/30790 sayılı kararla KCK adlı yapılanmanın PKK ile iltisaklı terörist bir yapılanma olduğuna hükmetmiştir. Nitekim Öcalan da bu ilişkiyi “PKK, KCK’dır” şeklinde özetlemektedir. PKK ise mevcut KCK yapılanmasında sözde yasama erkinden sorumlu Kongra-Gel’in altında örgütün “ideolojik ve ahlaki aygıtı” şeklinde konumlandırılmıştır. Bu nedenle bu çalışmada medyada ve ilgili literatürdeki kullanım da göz önünde bulundurularak 2007 sonrası örgüt kastedilirken PKK/KCK ifadesi tercih edilmektedir. 277 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye örgütü 2012’de Türkiye’ye karşı dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” kurgusuyla başlattığı saldırılardan netice alamayınca Suriye’nin kuzeyindeki etkinliğini artırabileceği şartların ortaya çıkmasını amaçlamış, örgütün dağ kadrosu ve Öcalan çözüm sürecini bu çerçevede kullanmayı tasarlamıştır. PKK/KCK böylece dağa çıkardığı çocuk ve gençlerin bir bölümünü Suriye’ye göndermeye ve PYD’nin bu ülkedeki özerk yönetim kurma girişimine ağırlık vermeye başlamıştır. Terör örgütü bu süreçte gerek Türkiye’de gerekse dünya kamuoyunda PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde güçlenen varlığını ve özerk yönetim kurma çalışmalarını “Rojava Devrimi” ifadesiyle takdim etme çabası içine girmiştir. PKK/KCK böylece ülkenin kuzeyindeki örgütlenmesine ve özerklik teşebbüsüne, Suriye Kürtlerinin iradesiyle gerçekleşen bir halk devrimi görüntüsü kazandırmaya çalışmıştır. PKK/KCK’nın yöneticileri ve örgütün siyasi kanadı niteliğinde faaliyet gösteren BDP, Suriye’nin kuzeyinden bahsederken “rojava” (batı) ifadesini tercih etmektedir. Örgütün yayın organlarının, Suriye Kürtlerinin yaşadığı bölgelerde daha önce kullanılmayan ve bölgedeki mevcut yer adlarıyla bir ilişkisi bulunmayan bu ifadeyi tedavüle sokma çabası dikkat çekmektedir. Medyada bu kelimenin doğal bir yer adı gibi kullanılması ise Suriye’nin kuzeyinin “rojava” ifadesiyle özdeşleşmesine neden olmakta, PYD lehine yürütülen propagandaya dolaylı biçimde hizmet etmektedir. Terör örgütünün “rojava” ifadesini kullanılmasını sağlayarak bu bölgenin Suriye’nin bir parçası değil, KCK örgütlenmesi çerçevesinde tasarlanan bağımsız devletin batı bölgesi olduğu yönünde bir algı inşa etmeye çalıştığı değerlendirilmektedir. Nitekim KCK projesi batıda (rojava) Suriye’nin kuzeydoğusunu, kuzeyde (bakur) Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerini, güneyde (başur) Irak’ın kuzeyini ve doğuda (rojhilat) İran’ın kuzeybatısını ihtiva etmektedir. Örgütün Stratejisinde Beşinci Safha: Devletleşme PKK terör örgütü, 1978 yılında Orta Doğu’da Marksist-Leninist ideolojiye dayalı birleşik bağımsız bir Kürdistan kurmak ve bölgedeki Kürt toplumlarını bu hedef doğrultusunda dönüştürmek maksadı ile kurulmuştur. Yerel, bölgesel ve küresel şartlara bağlı olarak eylem yöntemlerinde, yapılanmasında, stratejisinde değişikliklere giden terör örgütü, farklı söylemler geliştirse de 278 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye Orta Doğu’da bağımsız bir Kürdistan hedefinden vazgeçmemiştir. PKK’nın Türkiye’de yoğun terör eylemlerine başladığı 1984’den bugüne takip ettiği strateji incelendiğinde, bu stratejinin beş safhaya ayrıldığı görülmektedir. PKK, Türkiye’de terör eylemlerine başladığı ilk safhada (1984-1989) Güneydoğu Anadolu’daki Kürt kökenli vatandaşları sindirmeyi ve Kürtleri temsil iddiasıyla ortaya çıkan diğer örgütleri etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. Örgütün bu hedefinde nispeten başarılı olduğu, yoğun terör saldırıları gerçekleştirerek bölge halkını belirli ölçüde sindirdiği ve diğer oluşumları etkisizleştirdiği gözlenmiştir. PKK terör örgütü ikinci safhada (1989-1995) gerilla aşamasına geçmeyi, bölgede sınırlı bir toprak hâkimiyeti ve halk desteği kazanmayı hedeflemiştir. Örgüt ikinci safhadaki bu hedeflerinde ise başarısız olmuş, Türkiye sınırları içinde herhangi bir bölgede hâkimiyet kuramadığı gibi Kürt kökenli vatandaşlar da örgütün yanında yer almamış ve Irak’ın kuzeyine göç etmeyi reddetmiştir. Ancak diğer taraftan ilk iki safhada Türkiye’nin teröristle mücadele ile sınırlı terörle mücadele anlayışının ve güvenlik güçlerinin yanlış uygulamalarının örgütün militan kazanmasına yol açtığı ifade edilebilir.2 Terör örgütü, ikinci safhadaki tecrübeden hareketle üçüncü safhada (19951999) batıdaki büyük kentleri kapsayacak şekilde Türk-Kürt ayrışmasını tetikleyecek yoğun terör eylemlerine yönelmiştir. PKK, üçüncü safhada Türk milliyetçiliğinin radikalleşmesine hizmet edecek ve Türklerin Kürtlere karşı tepki vermesine yol açabilecek eylemlere odaklanmış, ancak bu hedefinde de büyük ölçüde başarısız olmuştur. Türklerle Kürtler arasındaki ortak kültürel değerler ve ortak tarihi tecrübe örgütün bu maksadını boşa çıkarmış, iki topluluk arasında kutuplaşma gerçekleşmemiştir. Türk-Kürt birlikteliğini ifsat projesi akim kalan terör örgütü, bu safhada güvenlik güçleri karşısında ağır kayıplar vermiş, salt silahlı bir örgütlenme ile netice alamayacağını idrak etmiştir. PKK, Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi üzerine de siyasallaşma ağırlıklı bir strateji takip etmiştir. Dördüncü safha olarak tanımlanabilecek bu süreçte (1999-2005), Öcalan muhtemel bir idam kararının önüne 2 İhsan Bal, “Türkiye’de Terörle Mücadele: PKK Örneği,” Dünyadan Örneklerle Terörle Mücadele, Der. İhsan Bal ve Süleyman Özeren, (17-77), (Ankara: USAK Yayınları, 2010), 42-46. 279 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye geçmek ve PKK’nın çözülmesini engellemek için örgüte Kuzey Irak’a çekilme talimatı vermiştir. Terör örgütü, bu safhada TAK gibi farklı isimler altında terör eylemlerine devam ederken KONGRA-GEL ve KADEK unvanlarıyla meşru bir siyasi hareket hüviyeti kazanmayı hedeflemiştir. 2004’te tek taraflı ateşkesini bozarak terör eylemlerine ağırlık veren terör örgütü, siyasallaşma sürecini de canlı tutmaya çalışmış, Türkiye’deki Kürtlerin yegâne temsilcisi olarak muhatap alınmayı amaçlamıştır.3 Terör örgütü siyasallaşma safhasının ardından ilk etapta KKK, daha sonra ise KCK örgütlenmesiyle devletleşmeye aşamasına geçmeye başlamıştır. Bu nedenle 2005 sonrası dönem terör örgütünün doğrudan devletleşme hedefiyle hareket ettiği beşinci safha olarak adlandırılabilir. Beşinci safhada örgütün kırsalda, şehirlerde ve yurtdışındaki faaliyetleri bütüncül bir nazarla incelendiğinde, bu faaliyetlerin bir devlet inşa projesine tekabül ettiği anlaşılmaktadır. Beşinci safhadaki devletleşme faaliyetlerinin ağırlık merkezi Türkiye olmakla birlikte, bu proje İran, Irak ve Suriye’de Kürtlerin yoğun olduğu bölgeleri de kapsamaktadır. Nitekim şartlar olgunlaştığında Suriye örneğinde görüldüğü gibi diğer bölgelerdeki devletleşme faaliyetlerinin de hızlandırılabileceği görülmektedir. KCK’nın Tesisi PKK, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonraki süreçte müzahir dış aktörlerin yönlendirmesiyle ve Öcalan’ın cezaevinden avukatları aracılığıyla gönderdiği talimatlar doğrultusunda devletleşme faaliyetlerini planlamaya başlamıştır. Bu süreçte Öcalan’ın serbest bırakılmasını temel hedeflerinden birisi haline getiren örgüt, PKK’nın terör listelerine girmesiyle farklı isimler kullanmaya başlamış, bu isimlerle siyasallaşma sürecine girdiği yönünde bir izlenim oluşturmaya çalışırken devletleşme hedefine yönelmiştir. Nisan 2002’den itibaren KADEK, Kasım 2003’ten itibaren KONGRA-GEL, Mart 2005’ten itibaren KKK (Koma Komalen Kürdistan) isimlerini tercih eden terör örgütü, Mayıs 2007’de KCK (Koma Civaken Kürdistan) unvanını kullanmaya başlamıştır. 3 İhsan Bal, “Türkiye’de Terörle Mücadele: PKK Örneği,” 46-51. 280 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye Terör örgütü, Orta Doğu’da dört parçalı bağımsız bir Kürdistan hedefine yönelik, 2002’de Irak’taki kolu PÇDK’yı (Partiya Çaresera Demokrati KürdistanKürdistan Demokratik Çözüm Partisi), 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi (Partiya Yekitiya Kürdistan-Kürdistan Demokratik Partisi) ve İran’daki uzantısı PJAK’ı (Partiya Jiyane Azade Kürdistan-Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) kurmuştur. Örgüt devletleşme faaliyetlerinin Türkiye ayağını Aralık 2004’ten itibaren TÜDEK (Türkiye Demokratik Ekolojik Toplum Koordinasyonu), Mart 2005’ten itibaren TK (Türkiye Koordinasyonu) adı altında yürütmüş, Kongra-Gel’in Nisan 2006’daki 4. Genel Kurulu’nda TK isminin TM (Türkiye Meclisi) olarak değiştirilmesi yönünde karar almıştır. Terör örgütü, Kasım 2006’da KKK/TM’nin yeniden yapılandırılması ve gelecek dönem faaliyetlerinin planlanması amacıyla İstanbul’da Bağcılar DTP ilçe binasında bir konferans düzenlemiş, bu konferansta Türkiye’deki TM yapılanmasının aynısının İran, Irak ve Suriye’de de hayata geçirilmesini kararlaştırmıştır. Mayıs 2007’den itibaren KCK unvanını kullanmaya başlayan örgüt, devlet inşa faaliyetlerinin Türkiye ayağını KCK/TM adı altında icra etmeye, PJAK, PÇDK ve PYD üzerinden de diğer üç ülkedeki faaliyetlerini yürütmeye başlamıştır. Terör örgütü, ilk etapta “demokratikleşme” söylemiyle Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de özerklik elde etmeyi ve bu özerk yönetimlerin merkezi devletlerle birlikteliğini konfederal düzeye çekmeyi amaçlamaktadır. Örgüt sonrasında ise etnik milliyetçilik temelinde bağımsızlığa giden nihai aşamaya geçmeyi ve Orta Doğu’da bu özerk bölgelerin parçalarını oluşturduğu müstakil bir konfederal sistem ihdas etmeyi tasarlamaktadır. Nitekim örgütün Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki uzantılarını 2005’ten itibaren KKK kapsamında, 2007’den itibaren ise KCK yapılanması kapsamında bu hedefe sevk ettiği, dört ülkedeki eylem stratejilerini bir bütünlük içinde belirlediği müşahede edilmiştir. ABD’nin Irak’ı işgali döneminde Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek Türkiye’deki terör eylemlerine ağırlık veren örgüt, Arap ayaklanmaları başlayınca Türkiye’ye karşı dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisini uygulamaya çalışmıştır. Suriye krizi sürecinde ise terör örgütü, Esed rejimi ve Tahran’ın desteğiyle PYD’nin güçlenmesine odaklanmış, Türkiye’de ateşkes ilan ederek Suriye’nin kuzeyindeki devletleşme faaliyetlerini hızlandırmıştır. 281 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye PYD’nin Suriye’nin Kuzeyine Yerleşmesi Suriye krizinin yol açtığı anarşide Esed rejiminin desteği, PKK/KCK terör örgütünün ülkenin kuzeyinde PYD adı altında hızla örgütlenmesine, silahlı militan sayısını artırmasına ve idari yapılar teşkil etmeye başlamasına zemin hazırlamıştır. Esed rejimi ilk etapta geçmişte tutuklayıp serbest bıraktığı ve ülkeye girişini yasakladığı PYD lideri Salih Müslim’i Suriye’ye davet etmiş ve hapishanelerdeki PYD mensuplarını serbest bırakmaya başlamıştır. Müslim’le gerçekleştirilen görüşmelerin ardından PKK/KCK’nın Suriye’deki varlığı desteklenmiş, örgütün PYD yapılanması çerçevesinde ülkedeki siyasi ve silahlı faaliyetleri serbest bırakılmıştır. Bu dönemde PYD, ülkenin kuzeyindeki diğer Kürt siyasi oluşumların aksine Esed rejimi lehinde bir tutum geliştirmiş, Muhaberat ve Şebbiha güçleri ile birlikte hareket etmeye başlamıştır.4 Nitekim 2012 yılında (İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından) KCK soruşturması kapsamında hazırlanan ikinci iddianamede Öcalan’ın Nisan 2011’de avukatları aracılığıyla Beşşar Esed’e bir işbirliği mektubu gönderdiği, mektupta PYD’ye ülkenin kuzeyinde sağlanacak idari yetkiler karşılığında örgütün rejimi destekleyeceğinin ifade edildiği ortaya çıkmıştır.5 Esed rejimi, 2012 yılında PKK/KCK’nın ülkenin kuzeyinde yer alan İdlip, Kobani ve Kamışlı bölgelerinde kamp açmasına, çocuk ve gençleri silahaltına almasına izin vermiş ve örgüt mensuplarının Irak’tan Suriye’ye girişini kolaylaştırmaya başlamıştır. Örgüt bu dönemde PYD yapılanması çerçevesinde Suriye’deki Kürt nüfustan yaşları 14-20 arasında değişen çocuk ve gençleri silahlı kadrosuna dâhil etmeye başlamıştır. 2012 yılının ilk yarısında PKK/ KCK mensubu yaklaşık 800 terörist, Irak üzerinden Suriye’ye geçmiş, böylece yaklaşık 1000 kişilik bir silahlı kadroya sahip olmuştur. Bölgede ikamet eden Kürtlere kamplardaki silahlı eğitimlere katılma çağrısında bulunan PYD, Türkiye sınırında ve belirlediği diğer kontrol noktalarında görevlendirilecek militanlara ödeme gerçekleştirileceğini ilan etmiştir. Bu dönemde bölgede4 “Suriyeli Kürt Lider: PYD’nin yüzde 80’i El Muhaberat Üyesi,” Cihan Haber Ajansı, 23 Mayıs 2013, Erişim tarihi: 12 Nisan 2014, http://cihan.com.tr/news/1038154-Suriyeli-Kurtlider-PYD-nin-yuzde-80-i-El-Muhaberat-uyesi-CHMTAzODE1NC8x. 5 İkinci KCK İddianamesinin tam metni için bkz: “İşte Savcı’nın KCK Şeması,” Habertürk, 4 Nisan 2012, Erişim tarihi: 13 Nisan 2014, http://www.haberturk.com/gundem/haber/730683iste-savcinin-kck-semasi. 282 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye ki örgüt mensuplarının gıda ihtiyacının Esed rejimi tarafından karşılandığı, Beşşar Esed’in terör örgütü yöneticilerinden Fehman Hüseyin ve Mustafa Karasu ile görüşmeler gerçekleştirdiği ve bu görüşmelerde örgüte mali destek sözü verildiği basına yansımıştır.6 Esed rejimi bu süreçte Suriye’nin kuzeyinde çekildiği bölgeleri kendi iradesiyle PYD’ye bırakmaya başlamış, PYD’ye bağlı silahlı militanlar rejimin çekildiği yerleşim yerlerinin kontrolünü peyderpey ele geçirmiştir. PYD, Suriye’deki Kürt siyasi partiler tarafından Ekim 2011’de kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne ilk etapta katılmamış, ülkenin kuzeyindeki silahlı militan varlığını artırarak bölgede kendi tekelinde bir idari yapı teşkil etmeye yönelmiştir. PYD bu kapsamda, Suriye’deki diğer Kürt siyasi partileri kontrol etmek amacıyla Ulusal Konsey adı altında bir çatı örgüt kurmuş, daha sonra bu yapının adını Batı Kürdistan Halk Meclisi olarak değiştirmiştir. PYD’nin bölgedeki diğer Kürt siyasi partileri kendi güdümünde tek çatı altında toplama girişimi başarısız olmuş, ancak Esed rejiminin sağladığı destek sayesinde PYD kısa süre içinde diğer partilere göre daha etkili hale gelmiştir. PYD bu dönemde hem Esed rejiminin desteğinin devam etmesi hem de bölgedeki Kürtlerin desteğini kazanmak için birbiriyle çelişen söylem ve eylemlere yönelmiştir. PYD bir yandan Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia ederken diğer taraftan Suriyeli Kürtlerin Esed rejimine karşı birleşmesini engellemeye çalışmış, nadiren de olsa Esed karşıtı sloganlar atılan gösteriler düzenlerken bölgedeki Esed rejimi karşıtı diğer gösterileri Muhaberat’la eşgüdüm halinde şiddet kullanarak bastırmıştır.7 PYD dışındaki partiler tarafından Kuzey Irak Kürt yönetiminin desteğiyle kurulan Kürt Ulusal Konseyi, ilk toplantısından itibaren demokratik bir Suriye’nin inşası için rejim değişikliği vurgusu yapmış, Kürtlerin Suriye’nin parçası olduğunu beyan etmiştir. Kürt Ulusal Konseyi, Esed rejimi karşıtı bir siyasi çizgi geliştirirken PYD rejimle işbirliği halinde hareket etmiş, imkân ve kabiliyetlerini muhalefetin ülkenin kuzeyinde Kürtlerin ikamet ettiği bölgelerde güçlenmesini engellemek için kullanmıştır. Kuzey Irak Kürt yöneti6 Arda Akın, “Esad’dan 3 Yeni PKK Kampı,” Hürriyet, 28 Temmuz 2012, Erişim tarihi: 24 Şubat 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21086011.asp. 7 Serhat Erkmen, Suriye’de Kürt Hareketleri, Rapor No: 127, (Ankara: ORSAM, 2012), 24-25. 283 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye mi lideri Mesut Barzani, Esed sonrası dönemde Suriye’nin kuzeyindeki Kürt nüfusu kontrol etmek maksadıyla Kürt Ulusal Konseyi’ni güçlendirmeye çalışırken, PYD Esed rejiminin himayesi ve PKK/KCK’nın sağladığı militan desteğiyle bölgedeki bazı yerleşim birimlerinde devlet dairelerini ele geçirmiş ve bu birimleri fiilen yönetmeye başlamıştır. Diğer taraftan PYD’nin, Esed rejiminin Özgür Suriye Ordusu karşısında nispeten zayıfladığı ve rejimin devrilme ihtimalinin arttığı bu dönemde Kürt Ulusal Konseyi ile birlikte hareket etme seçeneğine yöneldiği anlaşılmaktadır. PYD, Barzani’nin girişimiyle diğer Suriyeli Kürt partileriyle Temmuz 2012’de Erbil’de bir araya gelmiş, toplantıda daha sonra Erbil Anlaşması olarak adlandırılacak bir mutabakat metni kabul edilmiştir. Erbil Anlaşması’yla PYD, Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmış ve konsey bu aşamadan sonra Kürt Yüksek Konseyi unvanını kullanmaya başlamıştır. PYD böylece PKK/KCK terör örgütü çizgisinde Esed rejimiyle birlikte hareket ederken, Suriye’de Kürtleri temsilen kurulan ve rejime muhalif bir oluşum içinde yer alarak çelişkili tutumunu sürdürmüştür. PYD’nin diğer Kürt partileriyle uzlaşmak gayesiyle değil rejimin devrilmesi halinde Kuzey Irak Kürt yönetimi ve Kürt Ulusal Konseyi karşısında mevzi kaybetme ihtimalini göz önünde bulundurarak Barzani öncülüğünde tesis edilen siyasi oluşuma katıldığı değerlendirilmektedir. Nitekim Erbil Anlaşması’nı takip eden süreçte PYD, içinde bulunduğu Kürt Yüksek Konseyi’nden bağımsız hareket etmiş, Suriye’de etkili olduğu yerleşim birimlerinde kendi tekelini oluşturmaya yönelik faaliyetlerini sürdürmüştür.8 PYD, anlaşmaya rağmen diğer Kürt siyasi partileri üzerinde baskı kurmaya devam etmiş, KCK projesi çerçevesindeki hedeflerinden vazgeçmemiştir. 2013 yılında Suriye krizinde dengelerin Esed rejimi lehine değişmesi ve Türkiye’de çözüm sürecinin başlaması PYD’nin konumunu güçlendirmesine hizmet etmiştir. Rejime bağlı güçler tarafından kimyasal silah kullandığının tespit edilmesine rağmen, ABD ve Batılı ülkelerin rejime karşı askeri bir müdahaleye sıcak bakmaması, Özgür Suriye Ordusu’na sağlanan destek azalırken İran ve Hizbullah’ın rejime sağladığı desteği artırarak sürdürmesi 8 Hevidar Ahmed, “KNC Leader: Syrian Kurds are Disappointed by PYD’s Actions,” Abdülhekim Beşar’la Söyleşi, Rudaw, 1 Ağustos 2012, Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012, http://www. rudaw.net/english/interview/5030.html. 284 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye krizde dengelerin Esed rejimi lehine değişmesini sağlamıştır. Esed rejiminin muhalefet karşısında nispi bir üstünlük elde ettiği bu dönemde PYD ülkenin kuzeyindeki devletleşme faaliyetlerini hızlandırma imkânı kazanmıştır. Muhalefet içinde İran’ın ve Esed rejiminin dolaylı desteğiyle ortaya çıkan radikal unsurlar, Batılı ülkelerin Suriye muhalefetiyle ilgili kanaatini olumsuz etkilerken, PYD’nin bu unsurlar yanında ehven-i şer olarak takdim edilebileceği bir konjonktür yakalanmıştır. Nitekim Türkiye’de de, PKK/KCK terör örgütünün uzantısı niteliğinde faaliyet gösteren siyasi unsurlar ve örgüt sempatizanı çevreler bu argümanı kullanmış, Suriye’deki radikal oluşumlarla mukayese edildiğinde PYD’nin makul bir aktör olduğu tezini gündeme getirmiştir. 2013 yılında Türkiye’de başlatılan çözüm süreci de PKK/KCK’nın PYD yapılanmasıyla Suriye’nin kuzeyine yerleşmesine katkı sağlamıştır. Çözüm sürecinde terör örgütü dağ kadrosunun bir bölümünü Suriye’ye kaydırmış, sürece rağmen Türkiye’de dağa çıkardığı çocuk ve gençleri PYD saflarında savaşmak için bu ülkeye götürmüştür. Örgüt, çözüm süreci kapsamında Türkiye sınırları içindeki silahlı unsurlarını geri çekme vaadini yerine getirmemiş, süreci Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu ile birlikte Suriye’nin kuzeyinde özerk bir yönetim kurma hedefi doğrultusunda istismar etmiştir. Çözüm süreci, güvenlik güçlerinin operasyonlarının durdurulmasıyla toparlanan, KCK mensuplarının serbest bırakılmasıyla devletleşme projesini hızlandıran terör örgütünün Suriye’ye odaklanmasına imkân tanımıştır. Süreç aynı zamanda PKK/KCK’nın sivil uzantıları vasıtasıyla Türkiye’de, Orta Doğu’da ve Avrupa’da yoğun bir PYD propagandası yapabileceği şartların oluşmasını sağlamıştır. Terör örgütü çözüm sürecinin sağladığı psikolojik ortamda, Suriye’nin kuzeyinde Esed rejimiyle işbirliği yapan, kendi otoritesine muhalefet eden aktörlere hayat hakkı tanımayan ve Öcalan’ın liderliğini dikte eden PYD’nin faaliyetlerini “Rojava Devrimi” olarak takdim etmeye çalışmıştır. PYD’nin, 2013 yılından itibaren Suriye krizinde değişen dengeler ve Türkiye’de başlayan çözüm süreci sayesinde bölgede tekel olma hedefi doğrultusunda daha rahat hareket ettiği gözlemlenmiştir. PYD, bu süreçte bölgede kantonlardan oluşan Kamışlı merkezli özerk bir yönetim kurma teşebbüsünde bulunmuş ve Suriye’de faaliyet gösteren Kürt Yüksek Konseyi üyesi partileri kontrol etmeye çalışmıştır. Bu dönemde Barzani’ye yakın Suriye Kürdistan 285 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Demokrat Partisi mensuplarının PYD tarafından tutuklanması, PYD-KDP arasında gerilimi tırmandırmış, Barzani Suriye’nin kuzeyi ile Kuzey Irak arasındaki Fişhabur sınır kapısını kapatmış, Salih Müslim’in Kuzey Irak’a girişini engellemiştir. PYD bölgede Kuzey Irak Kürt yönetimiyle artan gerilimi yönetmeye çalışırken diğer taraftan yurtdışı temaslarını artırarak “tanınma” arayışına başlamıştır. PYD lideri Salih Müslim Nisan 2013’te İsveç’i, aynı yıl içinde Ağustos’ta İran’ı, Aralık ayı içinde de Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret etmiş, bu ziyaretler çerçevesinde Suriye’deki faaliyetlerinin desteklenmesini talep etmiştir. 2011-2014 dönemindeki faaliyetleri incelendiğinde PKK/KCK’nın, Suriye kriziyle birlikte bu ülkedeki yapılanmasına özerklik kazandıracak imkân ve kabiliyetlere sahip olmayı hedeflediği gözlenmemektedir. Örgüt bu hedef doğrultusunda, insanlığa karşı suç işleyen Esed rejimiyle birlikte hareket etmiş, Suriye’deki uzantısına sağlanan serbestlik karşılığında rejimin menfaatleri doğrultusunda Kürtlere baskı uygulamıştır. PYD’nin ortaya çıkışı Suriyelilerin Esed rejimi karşısında topyekûn hareket etmesini imkânsız kılmış, Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını büyük ölçüde engellemiştir. PYD böylece Esed rejiminin varlığını sürdürmesine katkı sağlamış, Özgür Suriye Ordusu’nun ülkenin kuzeyindeki etki alanını sınırlandırmış ve bu bölgenin muhalefetin denetimine girmesini önlemiştir. Nitekim rejimin PYD yapılanmasına destek vermesinde, Özgür Suriye Ordusu’nu zayıflatma ve muhalefete sağladığı desteğe karşılık Türkiye’ye diyet ödetme çabasının etkili olduğu değerlendirilmektedir. Diğer taraftan rejimin, PYD’nin sürdürülebilir bir yönetim kuramayacağı öngörüsüyle ülkenin kuzeyinde terörist bir yapılanmayı, Kuzey Irak Kürt yönetimi güdümünde kurulabilecek bir idari yapıya tercih ettiğine ilişkin görüşler de vardır.9 PYD’nin Özerklik Hedefi PYD yapılanması, PKK/KCK terör örgütünün Orta Doğu’da gerçekleştirmeyi planladığı “Bağımsız Birleşik Kürdistan” projesinin Suriye ayağına tekabül etmektedir. Terör örgütü, KCK-TM ile Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda, 9 Serhat Erkmen, Suriye’de Kürt Hareketleri, 33. 286 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye PJAK ile İran’ın kuzeybatısında ve PÇDK ile Irak’ın kuzeyinde amaçladığı özerklik taktik ara hedefine Suriye’nin kuzeyinde PYD ile ulaşmaya çalışmaktadır. PYD’nin parti tüzüğü incelendiğinde Suriye’nin kuzeyindeki bu örgütün, KCK yapılanması ile bütünlük arz ettiği görülmektedir. PYD’nin parti tüzüğünde “Örgütlenme Nedir?” başlıklı 2. bölümde “PYD’nin Abdullah Öcalan’ı KCK’nın, Kürdistan halkının, Kongra-Gel’in ve Rojava Kürdistan’daki Kürt toplumunun önderi olarak kabul ettiği” ifade edilmektedir. “Örgüt Üyeleri” başlıklı 3. bölümün C bendinde ise “Parti üyelerinin Abdullah Öcalan’a bağlı kalarak onun özgürlüğü için mücadele etmesi, Kürdistan’da demokratik konfederalizm sisteminin oluşması için büyük çaba göstermesi gerektiği…” belirtilmektedir. Parti tüzüğünde, PYD’nin Öcalan’ı önder olarak gördüğü, demokratik konfederalizm stratejisinin Suriye’deki yapılanmasını oluşturmayı hedeflediği, Rojava adı altında KCK örgütlenmesinin bir parçası olduğu, örgüt üyesi olmak için “Önder Apo’ya inanmak” şartını esas aldığı ve Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasının parti hedeflerinin arasında yer aldığı görülmektedir.10 PYD, 2013 yılından itibaren Suriye’nin kuzeyinde Afrin, Kobani ve Cezire’de üç kantondan oluşan özerk bir yönetim inşa etmeye odaklanmıştır. PYD bu sözde üç kantonda kendi tekelinde Kamışlı merkezli bir idari yapı tasarlamakta, bölgedeki diğer unsurlardan da temsilcilerin yer aldığı bir kurucu meclis oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak, Suriye muhalefeti ve Kürt siyasi partilerinin üyesi olduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi, PYD güdümünde kurulacak bir özerk yönetime muhalefet etmekte, PKK/KCK’nın Suriye Kürtleri üzerinde tahakküm kurma hedefine karşı çıkmaktadır. Kürt Ulusal Konseyi, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) ile birlikte hareket ederek Kürtlerin siyasi haklarının genişletilmesini amaçlarken, PYD Esed rejimiyle birlikte hareket ederek KCK güdümünde bir özerklik tesis etmeyi hedeflemektedir. Suriye’deki diğer Kürt siyasi partileri genel olarak Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarının anayasal güvence altına alınması gibi 10 Rêziknama Partiya Yekîtiya Demoqrat (PYD) [PYD Parti Tüzüğü], 2010, http://www. pydrojava.net/ku/index.php?option=com_content&view=section&layout=blog&id=24&Item id=73. 287 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye taleplerde bulunurken PYD, bölgedeki yerel gerçeklikten kopuk Kandil merkezli bir ulus-devlet projesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile birlikte hareket etmeyen ve diğer Kürt partileriyle imzaladığı Erbil Anlaşmasına riayet etmeyen PYD, rejimin desteği ve sahip olduğu silahlı kuvvet sayesinde bölgede tamamen kendi güdümünde bir özerklik hedeflemektedir. PYD Nisan 2014’te Afrin, Kobani ve Cezire’deki sözde kantonlarda geçerli olacağını belirttiği bir “siyasi partiler kanunu” çıkardığını açıklamıştır. PYD, bu “kanun” kapsamında bölgede faaliyet gösteren partilerin kantonlar dışındaki parti ve örgütlerle ilişki kurmasını yasaklamakta, kanundaki esaslara aykırı hareket eden partileri para cezası, hapis cezası veya malvarlıklarına el konulması gibi yaptırımlarla tehdit etmektedir. Sözde kanunda bölgedeki bütün siyasi partilerin varlığı kanton yönetimlerinin iznine bağlanmakta, kanton yönetimlerinden izin almadan faaliyet yürüten partilerin kapatılacağı belirtilmektedir. PYD’nin bu adımla bölgedeki diğer Kürt siyasi partilerin faaliyetlerini sınırlandırmaya başladığı, başta Suriye Kürdistan Demokrat Partisi olmak üzere kendisine rakip olabilecek siyasi oluşumları zayıflatmaya çalıştığı gözlenmektedir.11 PYD’nin Gerçekleştirdiği İnsan Hakları İhlalleri PYD, Esed rejimi ile sağlanan eşgüdüm sayesinde 2011 yılının ikinci yarısından itibaren muhalefete destek sağlayan Suriyeli Kürt liderleri sindirmeye, infaz etmeye ve Kürtler tarafından gerçekleştirilen rejim karşıtı protesto gösterilerini bastırmaya başlamıştır. 2011-2012 döneminde PYD militanları başta Geleceğin Hareketi Partisi lideri Meşal Fazıl Temo ve Bedro aşiretinin lideri Abdullah Bedro olmak üzere Esed rejimine muhalefet eden pek çok Kürt aktivisti öldürmüş veya hapsetmiştir. PYD’nin kontrol ettiği bölgelerde, PYD’ye muhalif pek çok isim kaybolmuş veya faili meçhul suikastlara maruz kalmıştır. PYD’ye bağlı Asayiş ve YPG tarafından zorla alıkonulan kişiler sıklıkla darp edilerek sorgulanmakta, bazen de alıkonulduğu sırada öldürülebilmektedir.12 11 “PYD’den Rakiplerine Engel,” Al Jazeera, 25 Nisan 2014, Erişim tarihi: 10 Temmuz 2014, http://www.aljazeera.com.tr/haber/pydden-rakiplerine-engel. 12 Şubat 2014’te Asayiş tarafından Rasulayn’da alıkonulan Raşvan Ataş, Mayıs 2014’te Öcalan’a hakaret ettiği gerekçesiyle Asayiş tarafından Afrin’de alıkonulan Hannan Hamdoş son dönemde gözaltı sırasında PYD militanları tarafından öldürülen tutuklular için örnek 288 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye PYD, bölgede gerek kendi aleyhinde gerekse Esed rejimi aleyhinde düzenlenen protesto gösterilerini bastırmak için sıklıkla şiddete başvurmuştur. PYD militanlarının 27 Haziran 2013 tarihinde Haseke kentine bağlı Amude kasabasında düzenlenen protestoları halka ateş açarak bastırmaya çalışması bu açıdan endişe vericidir. YPG, Amude’de halkın PYD’nin alıkoyduğu kişileri serbest bırakması için düzenlediği gösterileri ağır silahlar kullanarak bastırmaya çalışmış ve Kamışlı yolunu keserek yaralıların tedavi almalarını engellemiştir. Amude katliamında en az 6 kişi ölmüş, 50’den fazla gösterici yaralanmış ve PYD tarafından gözaltına alınan kişiler işkenceye maruz kalmıştır. Human Rights Watch adlı sivil toplum kuruluşunun raporu, Amude hadiselerinde YPG’nin halka ateş açtığını, protestoların ardından onlarca kişiyi zorla alıkoyduğunu, alıkonulan kişilerin aç ve susuz bırakıldığını ve darp edildiğini teyit eden görgü tanıklarının ifadelerine yer vermektedir.13 PYD’nin askeri kanadı niteliğinde faaliyet gösteren YPG, Suriye’de çocukları silahaltına almaya devam etmektedir. PYD, Asayiş adını verdiği sözde kolluk kuvvetlerinde ve YPG bünyesinde 18 yaş altındaki çocukları yaygın biçimde kullanmaktadır. BM Suriye Araştırma Komisyonu Ağustos 2013’te yayımladığı raporunda Suriye’nin kuzeyinde çocukların silahaltına alındığını teyit etmiştir.14 BM Güvenlik Konseyi tarafından Ocak 2014’te yayımlanan diğer bir raporda da PYD’nin Haseke bölgesindeki silahlı militanları içinde 14 yaşında çocuklar bulunduğu, YPG’nin Rasulayn bölgesinde çocukları çatışmalarda kullanmak üzere eğittiği yönünde bilgiler yer almıştır.15 Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri ve Kürtler üzerinde kurduğu baskı bölgede PYD kaynaklı belirgin bir rahatsızlığa yol açmış gösterilebilir. Bkz: Human Rights Watch, Under Kurdish Rule: Abuses in PYD-Run Enclaves of Syria, Haziran 2014, Erişim tarihi: 1 Temmuz 2014, http://www.hrw.org/news/2014/06/18/ syria-abuses-kurdish-run-enclaves. 13 Human Rights Watch, Under Kurdish Rule: Abuses in PYD-Run Enclaves of Syria, 44-49. 14 UN Human Rights Council, Report of the independent international commission of inquiry on the Syrian Arab Republic, 16 Ağustos 2013, Erişim tarihi: 12 Haziran 2014, http://www. ohchr.org/EN/HRBodies/HRC/RegularSessions/Session24/Documents/A_HRC_24_46_ en.DOC. 15 Report of Secretary-General on children and armed conflict in the Syrian Arab Republic, 27 Ocak 2014, Erişim tarihi: 11 Haziran 2014, http://childrenandarmedconflict.un.org/countries/syria/. 289 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye durumdadır. Avrupa, Türkiye ve Irak’ta ikamet eden 115 Kürt aydının Mayıs 2014’te yayımladığı ortak bildiri Suriye’de PYD’den kaynaklanan rahatsızlığın göstergesi niteliğindedir. Kürt aydınlar bildiride, PYD’nin Suriye’de ifade özgürlüğünü engellediğini, muhaliflere baskı yaptığını ve şiddet uygulayarak otoriter bir yapı tesis ettiğini kaydetmektedir. Aydınlar bildiride PYD’nin Suriye’de Kürtlerin ikamet ettiği bölgelerdeki boşluğu baskı ile doldurduğunu, kendisine muhalefet eden gazeteci, yazar ve entelektüelleri “hainlikle” suçlayarak etkisiz hale getirmeye çalıştığını belirtmektedir. Kürt aydınlar PYD’nin Kürt Ulusal Konseyi bünyesindeki partileri baskı ile yıldırmaya çalıştığını, PYD militanları tarafından bu partilere mensup kişilerin evlerinin sık sık arandığını, tutuklandığını ve öldürülebildiğini beyan etmiştir. Aydınlar bildire Suriyeli Kürtler olarak Esed rejimi karşısında Suriye halkının yanında yer aldıklarını, rejimin yanında yer alan PYD’nin ise Kürt siyasetinin imajını zedeleyen kara bir leke olduğunu ifade etmiştir.16 PYD ve Türkiye Türkiye, protesto gösterileri düzenleyen halk kitlelerine ateş açan ve bugüne kadar yaklaşık 170,000 Suriyelinin ölümüne sebep olan Esed rejiminin değişmesi doğrultusundaki tutumunu sürdürmektedir. Esed rejimi bölgede İran, Irak ve Hizbullah’ın, küresel ölçekte ise Rusya, Çin ve Kuzey Kore’nin desteğiyle varlığını sürdürmeye devam etmektedir. İran’ın desteğiyle ortaya çıktığı anlaşılan Suriye’deki radikal unsurlar ise dünya kamuoyunda muhalefete kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır. ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin geri çekilmesi neticesinde sürüncemede kalan iç savaşta Esed rejiminin Özgür Suriye Ordusu’na karşı üstünlük sağlamaya başladığı görülmektedir. Bu konjonktürde 2013 yılından itibaren İran bağlantılı Irak Şam İslam Devleti’yle (IŞİD) çatışan PYD ise Batılı ülkeler nezdinde radikal unsurlarla mücadele eden aktör izlenimi oluşturmaya çalışmaktadır. Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler çerçevesinde Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi üzerinden bir strateji geliştirmiş ve PYD’ye karşı Barzani ile birlikte hareket etmeyi tercih etmiştir. Türkiye’nin, PKK/KCK terör ör16 “Kürt Aydınların PYD İsyanı,” Al Jazeera, 5 Mayıs 2014, Erişim tarihi: 7 Mayıs 2014, http://www.aljazeera.com.tr/haber/kurt-aydinlarin-pyd-isyani. 290 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye gütünün silahsızlandırılması amacıyla başlatıldığı ilan edilen çözüm sürecini ise Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda yanlış bir zamanlama ile başlattığı görülmektedir. 2012 yılında güvenlik güçleri karşısındaki hezimetin ardından PKK/KCK, çözüm süreciyle birlikte sıklet merkezini Suriye’nin kuzeyine kaydırma imkânı elde etmiş ve dağ kadrosunun bir bölümünü bu ülkeye sevk etmiştir. Türk yetkililerin PYD ile de temasa geçtiği gözlemlenmektedir. Salih Müslim Türkiye’ye davet edilmiş, Müslim’e Ankara’nın Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerle ilgili kaygıları aktarılmış, tek taraflı hareket etmekten kaçınması ve muhalefetle birlikte hareket etmesi tavsiye edilmiştir.17 Ancak henüz bu telkin ve tavsiyelerin etkili olduğunu gösteren emareler görülmemiştir. PYD, PKK/KCK terör örgütünün hedefleri kapsamında hareket etmeye devam etmiş, Suriye’nin kuzeyinde kendi tekelinde işleyecek özerk bir yapıya geçiş için faaliyetlerini sürdürmüştür. PKK/KCK’nın İran ve Irak’taki Uzantıları Örgütün Türkiye’deki ve 2011 sonrası süreçte Suriye’deki faaliyetleriyle mukayese edildiğinde Kuzey Irak ve İran’daki faaliyetleri oldukça zayıftır. Kuzey Irak’ta KYB ve Goran Hareketi, PKK/KCK’nın faaliyetlerine sıcak baksa da KDP’nin geleneksel çizgisi örgütle uyuşmamaktadır. Mesut Barzani’nin liderliği, Öcalan’ın liderliğini dikte eden KCK sistemiyle ve örgütün Kürt meselesinde tekel olma hedefiyle örtüşmemektedir. KDP ile PKK/ KCK Suriye krizinde karşıya gelmekte, Barzani PYD’nin Suriye Kürtleri üzerinde tahakküm kurma hedefine karşı çıkmaktadır. Peşmerge güçlerinin varlığı ise PKK/KCK’nın silahlı kuvvetini kullanarak Kuzey Irak’ta devletleşme faaliyetlerine yönelmesini engellemektedir. Kuzey Irak’ta katıldığı seçimlerde PÇDK’nın aldığı oy sayısı birkaç binle sınırlı kalmakta, Irak Kürtleri örgütün bölgedeki uzantısına itibar etmemektedir. Dolayısıyla mevcut Kuzey Irak siyasetinde PÇDK’nın etkili olması ve “demokratik özerklik” söylemiyle KCK projesinin bu bölgedeki ayağını gerçekleştirmesi mümkün görünmemektedir. 17 “PYD Eşbaşkanı Salih Müslim İkinci Kez Türkiye’de,” T24, 13 Ağustos 2013, Erişim tarihi: 13 Nisan 2014, http://t24.com.tr/haber/pyd-esbaskani-salih-muslim-ikinci-kezturkiyede/236760. 291 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Örgütün PJAK unvanıyla İran’daki varlığı da oldukça sınırlıdır. Terör örgütü, PJAK’ın faaliyetleri için ABD’den beklediği desteği alamamış, 2011 yılında İran ordusu karşısında hezimete uğramış, Kandil bölgesindeki Casusan Tepesi’ni terk etmek zorunda kalmıştır. PKK/KCK, 2011’de İran’ın PJAK’a karşı gerçekleştirdiği askeri harekâtlarda verdiği ağır zayiatı göz önünde bulundurarak bu ülkedeki faaliyetlerinde strateji değişikliğine gitmiş, KODAR (Doğu Özgürlük Örgütü) unvanını kullanmaya başlamıştır. Terör örgütü, KODAR yapılanmasıyla birlikte İran’daki silahlı eylemlerine ara vermiş ve rejime muhalif diğer unsurlarla birlikte sadece siyasi alanda varlık göstereceğini açıklamıştır. PKK/KCK’nın İran’daki strateji değişikliğinde, 2011’deki çatışmalar sırasında Murat Karayılan’ın yakalanmasının ve Tahran’ın Suriye krizinden dolayı örgütü Türkiye’ye karşı kullanma hedefinin etkili olduğu değerlendirilmektedir. 2013’te örgütle İran güvenlik güçleri arasında kısa süreli çatışmalar olmuşsa da, PKK/KCK mevcut konjonktürde İran’da silahlı eylemlerle netice alamayacağı yönündeki yaklaşımını sürdürmektedir. Sonuç PYD, Orta Doğu’da Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin mevcut toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmaya çalışan PKK/KCK terör örgütünün hedefleri doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Suriye’nin kuzeyindeki PYD yapılanması bu nedenle bölgedeki diğer üç ülke gibi Türkiye’nin de milli güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir. PYD’nin bölgede elde etmeye çalıştığı özerklik taktik ara hedef niteliğindedir ve nihai aşamada “Bağımsız Birleşik Kürdistan”ın batı bölgesini oluşturmak gayesiyle inşa edilmektedir. Türkiye’deki karar mercilerinin, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri PYD’nin nihai aşamadaki bu amacını göz önünde bulundurarak değerlendirmesi önem arz etmektedir. Bu kapsamda Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle ilişkilerinden edindiği tecrübe doğru okunmalıdır. Kuzey Irak’taki KDP ve KYB ile etkileşime girmekle Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden KCK’nın Suriye uzantısı ile etkileşime girmek farklı sonuçlar doğurabilir. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle Türkiye’deki Kürt nüfusu ayrılıkçı bir topluluğa dönüştürmeye çalışan PKK/KCK terör örgütünün aynı şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kuzey Irak’la ilişkilerdeki hataların tekrarlanmaması uyarısı ile desteklenen PYD’nin meşru bir aktör 292 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye olarak tanınması gerektiği yönündeki bakış açısının oldukça yanlış olduğu değerlendirilmektedir. Türkiye, gerek çözüm sürecini yanlış bir zamanlama ile başlatarak gerekse PYD’ye karşı diğer Kürt siyasi oluşumları yeterince desteklememekle Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelere tesir edememiştir. Bu nedenle, ivedilikle çözüm süreci gözden geçirilmeli, PKK/KCK’nın Türkiye’deki çatışmasızlığı Suriye’deki hedefleri için istismar etmesine müsaade edilmemelidir. Türkiye’de çözüm süreci kapsamında sınır dışına çekilme vaadini yerine getirmeyen, aksine Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde özerk bir yönetim inşa etmeye çalışan terör örgütünün devletleşme faaliyetlerine göz yumulmamalıdır. Suriye’nin kuzeyinde PKK/KCK güdümünde özerk bir yapının işlerlik kazanması ve PYD’nin Suriye Kürtleri üzerinde tahakküm kurması engellenmelidir. Türkiye’deki PKK/KCK’nın uzantısı niteliğinde faaliyet gösteren BDP ve örgüte müzahir yayın organlarının PYD propagandasına karşı, Türkiye ve dünya kamuoyu Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerle ilgili doğru bilgilendirilmelidir. PYD’nin, terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde kendi çizgisi dışındaki ve Esed rejimine muhalefet eden bütün aktörleri devre dışı bırakarak özerk bir yönetim kurmasının önüne geçilmelidir. 293 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kaynakça Ahmed, Hevidar. “KNC Leader: Syrian Kurds are Disappointed by PYD’s Actions,” Abdülhekim Beşar’la Söyleşi, Rudaw, 1 Ağustos 2012, Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012, http://www.rudaw.net/english/interview/5030.html. Akın, Arda. “Esad’dan 3 Yeni PKK Kampı,” Hürriyet, 28 Temmuz 2012. Erişim tarihi: 24 Şubat 2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21086011. asp. Bal, İhsan. “Türkiye’de Terörle Mücadele: PKK Örneği.” Dünyadan Örneklerle Terörle Mücadele, Der. İhsan Bal ve Süleyman Özeren, (17-77). Ankara: USAK Yayınları, 2010. Bilgin, Fevzi ve Ali Sarıhan, der. Understanding Turkey’s Kurdish Question. Maryland: Lexington Books, 2013. Deligöz, Önder. KCK: Demokrasi Kılıfında Terör. İstanbul: Timaş Yayınları, 2012. Erkmen, Serhat. Suriye’de Kürt Hareketleri. Rapor No: 127. Ankara: ORSAM, 2012. “Esad, hapisteki PKK’lıları serbest bırakıyor.” CNN Türk, 7 Ağustos 2012. Erişim tarihi: 25 Ocak 2014. http://www.cnnturk.com/2012/guncel/08/07/. Human Rights Watch. Under Kurdish Rule: Abuses in PYD-Run Enclaves of Syria. Haziran 2014. Erişim tarihi: 1 Temmuz 2014. http://www.hrw.org/ news/2014/06/18/syria-abuses-kurdish-run-enclaves. “İşte Savcı’nın KCK Şeması.” Habertürk, 4 Nisan 2012. Erişim tarihi 13 Nisan 2014. http://www.haberturk.com/gundem/haber/730683-iste-savcininkck-semasi. Kısacık, Raşit. Minareden Kandil’e PKK: Tarihi, Eylemleri, Stratejisi / Kürt Sorunu ve Etnik Örgütlenmeler. Ozan Yayıncılık, 2012. Köylü, Murat. Son Kürt İsyanı KCK. İstanbul: İleri Kitabevi, 2012. 294 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye “Kürt aydınların PYD isyanı.” Al Jazeera, 5 Mayıs 2014. Erişim tarihi: 7 Mayıs 2014. http://www.aljazeera.com.tr/haber/kurt-aydinlarin-pyd-isyani. Laçiner, Sedat. Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail. İstanbul: Hayy Kitap, 2011. Laçiner, Sedat. Hangi PKK & Masada Kimler Var? ve Nasıl Biter?. İstanbul: Hayy Kitap, 2012. Orhan, Oytun. “Syria’s PKK Game.” Today’s Zaman, 14 Şubat 2012. Erişim tarihi: 10 Haziran 2014. http://www.todayszaman.com/news-271361-syriaspkk-game.html. Özcan, Mehmet. Terörün Matruşkası KCK. Ankara: Hayat Yayınları, 2012. Özcan, Nihat Ali. PKK (Kürdistan İşçi Partisi) Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi. Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 1999. Polat, Elif Çalışkan. PKK Terör Örgütüne Dış Destek & Dönemsel Çerçevede Analizler. İstanbul: Çatı Kitapları, 2013. “PYD, Esad›a destek verdi karşılığında silah aldı.” Sabah, 30 Ağustos 2013. Erişim tarihi: 13 Nisan 2014. http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/08/30/ pyd-esada-destek-verdi-karsiliginda-silah-aldi. “PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ikinci kez Türkiye’de.” T24, 13 Ağustos 2013. Erişim tarihi: 13 Nisan 2014. http://t24.com.tr/haber/pyd-esbaskanisalih-muslim-ikinci-kez-turkiyede/236760. “PYD muhalif Kürtleri gözaltına aldı.” Radikal, 16 Nisan 2014. Erişim tarihi: 3 Mayıs 2014. http://www.radikal.com.tr/dunya/pyd_muhalif_kurtleri_gozaltina_aldi-1187033. “PYD’den rakiplerine engel.” Al Jazeera, 25 Nisan 2014. Erişim tarihi: 1 Mayıs 2014. http://www.aljazeera.com.tr/haber/pydden-rakiplerine-engel. 295 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Report of Secretary-General on children and armed conflict in the Syrian Arab Republic. 27 Ocak 2014. Erişim tarihi: 11 Haziran 2014. http://childrenandarmedconflict.un.org/countries/syria/. Rêziknama Partiya Yekîtiya Demoqrat (PYD) [PYD Parti Tüzüğü], 2010, http://www.pydrojava.net/ku/index.php?option=com_content&view=section &layout=blog&id=24&Itemid=73. “Rojava’nın Toplumsal Sözleşmesi.” Yüksekova Haber, 18 Ocak 2014. Erişim tarihi: 13 Mart 2014. http://www.yuksekovahaber.com/haber/rojavanintoplumsal-sozlesmesi-1-121143.htm. Sandıklı, Atilla ve Ali Semin. Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye. İstanbul: BİLGESAM, 2012. Semin, Ali. “Suriye Krizi, PYD ve 2. Cenevre Konferansı.” BİLGESAM, 5 Şubat 2014. Erişim tarihi: 13 Nisan 2014. http://www.bilgesam.org/incele/96/suriye-krizi--pyd-ve-2--cenevre-konferansi/#.U2yOroF_uf8. Semiz, Burhan. PKK ve KCK’nın Din Stratejisi: İdeoloji-Algı-Çatışma. İstanbul, Karakutu Yayınları, 2013. “Suriye Kürtleri Kandil’de.” Al Jazeera, 6 Mart 2014. Erişim tarihi: 13 Nisan 2014. http://www.aljazeera.com.tr/haber/suriye-kurtleri-kandilde. “Suriyeli Kürt Lider: PYD’nin yüzde 80’i El Muhaberat Üyesi.” Cihan Haber Ajansı, 23 Mayıs 2013. Erişim tarihi: 12 Nisan 2014. http://cihan.com.tr/ news/1038154-Suriyeli-Kurt-lider-PYD-nin-yuzde-80-i-El-Muhaberat-uyesiCHMTAzODE1NC8x. Tanır, İlhan, Wladimir Wilgenburg ve Omar Hossino. Unity or PYD Power Play? Syrian Kurdish Dynamics After the Erbil Agreement. Londra: Henry Jackson Society, 2012. Tejel, Jordi. Syria’s Kurds: History, Politics and Society. New York: Routledge, 2008. 296 Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması ve Türkiye “Terörist Öcalan’dan Esed’e Mektup.” TRT Haber, 24 Kasım 2011. Erişim tarihi: 10 Nisan 2014. http://www.trthaber.com/haber/gundem/terorist-ocalandan-esede-mektup-17456.html. “Tuma: ABD Yorulmamızı İstiyor.” Al Jazeera, 3 Nisan 2014. Erişim tarihi: 5 Mayıs 2014. http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/abd-yorulmamiziistiyor. UN Human Rights Council. Report of the independent international commission of inquiry on the Syrian Arab Republic. 16 Ağustos 2013. Erişim tarihi: 12 Haziran 2014. http://www.ohchr.org/EN/HRBodies/HRC/RegularSessions/Session24/Documents/A_HRC_24_46_en.DOC. Yavuz, Ramazan. “Kürtler Suriye’de İsviçre Yönetim Modeline Geçti.” Hürriyet, 13 Kasım 2013. Erişim tarihi: 25 Ocak 2014. http://www.hurriyet.com. tr/dunya/25104082.asp. 297 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ* Cenap ÇAKMAK** Fadime G. ÇOLAK*** 2003 yılında başlayan ABD’nin Irak işgali 2011 yılı sonunda tamamen sona ermesi konusunda Amerikan çekilme takviminin ilan edildiği dönemde önemli tereddüt ve kaygılar dile getirilmiştir. ABD Başkanı Obama bu çerçevede verdiği sözleri tutmuş ve ABD’nin Irak’taki askeri varlığını tamamen sona erdirmiştir. Belirtmek gerekir ki bu çekilmenin gerçekleşmesinin ilk işaretleri verildikten sonra çekilme hızlı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Amerikan yönetimi, planlanandan daha önce hareket ederek Irak’taki muharip askerlerini sessiz sayılabilecek bir şekilde ülkeden çekmiştir. ABD’nin Irak’tan çekilmesinin önemli etkilerinin olacağı öngörülmektedir. 2003 yılından beri devam eden işgal ülkede ve bölgede belirgin bir dengenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu dengenin ne kadar istikrarlı olduğu tartışmalı olmakla birlikte Amerikan askeri varlığının bölgede önemli değişikliklere neden olduğu açıktır. Bu değişikliklere neden olan temel aktörün ülkedeki askeri varlığını sona erdirmesinin de ne tür değişikliklere sebep olacağı büyük önem kazanmaktadır. Irak’ta ve bölgede oluşan dengenin temel belirleyenlerinden biri olan Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte ülkede bir güç boşluğunun oluşması tehlikesinden söz edilmektedir. Güç boşluğunun oluşması tek başına önemli bir olgu olmakla birlikte sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde * Bu makale BİLGESAM tarafından 2011 yılında aynı başlıkla yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. ** Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi *** Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi 299 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye’nin dikkate alması gereken önemli gelişmeleri de beraberinde getirebilecektir. Bu gelişmelerin başında ülke içinde meydana gelebilecek etnik ve mezhepsel çatışmalar, ülke petrollerinin paylaşılmasında yaşanabilecek güçlükler, siyasi sistemin şekli ve yapısı ve en önemlisi de Irak’ın bütünlüğünün korunup korunamayacağıdır. Bütün bunlar Türkiye’nin yakından takip etmesi ve dikkat etmesi gereken konular olarak öne çıkmaktadır. 3. Büyükelçiler Toplantısı’nda Dışişleri Bakanı’nın ana hatları ile çerçevesini çizdiği vizyoner bir dış politika yaklaşımını benimseyen Türkiye açısından ABD çekilmesi sonrası Irak büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin bölgesel ve küresel gelişme ve krizlere bigâne kalmayacağını ve söz konusu sorunlara karşı aktif bir tutum sergileyeceğinin altını çizen Davutoğlu, Türk diplomasisini itfaiye teşkilatına benzeterek Türkiye’nin sorunlar karşısında dinamik, yatıştırıcı ve çözüm getirici bir fonksiyon üstleneceğini hatırlatmıştır. Irak özelinde ortaya çıkması muhtemel sorunların bu çerçeveye dâhil olacağına şüphe yoktur. Bu çalışma ABD’nin Irak’tan neden çekildiği üzerinde durmakta ve özellikle bu çekilmenin Türkiye üzerinde olabilecek muhtemel etkilerini tartışmaktadır. Bu bağlamda öne çıkan temel hususlar; askeri çekilmenin ülkede yaratabileceği kargaşa ve siyasi güç boşluğu, Kuzey Irak’a konuşlandırılabilecek BM askeri misyonu ve uzun vadede anayasal düzenlemelere bağlı olarak Irak’ın ikiye ve hatta üçe bölünmesidir. Söz konusu bölünme ihtimali, Türkiye açısından özellikle Kürt sorunu nedeniyle büyük önem taşımakta, bölgesel istikrar açısından ise İran’ın nüfuz alanının belirgin bir biçimde genişlemesi bakımından dikkatle incelenmesi gereken bir konu haline gelmektedir. Irak’ın bölünmesine bağlı olarak İran’ın ülke üzerinde ve bölgedeki nüfuzunun ve etkisinin artması sadece Türkiye için değil ABD için de önemli bir kaygı kaynağıdır. Bunun Türkiye ile ABD arasında bir yakınlaşmayı gerektirip gerektirmediği ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’nin İran ile geliştirdiği ve enerji ihtiyacı özelinde meşrulaştırdığı yakın ilişkiler ile ABD’nin bölge ile ilgili vizyonu değerlendirildiğinde konunun daha da karmaşık hale geleceğini öngörmek mümkündür. Bunun yanı sıra Irak’ın bölünmesi ile ortaya çıkabilecek bir Kürt devletinin Türkiye Kürt300 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri leri üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi de önem kazanmaktadır. Böylesi bir senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin nasıl bir tutum takınması gerektiği şimdiden üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. ABD Irak’tan Neden Çekildi? 2008 yılında Irak hükümeti ile ABD arasında imzalanan SOFA (Status of Forces Agreement) anlaşmasına göre ülkedeki Amerikan askerlerinin tamamının 31 Aralık 2011 tarihine kadar çekilmesi planlanmıştı. Çekilmenin gerçekten gerçekleşmeyeceği ile ilgili şüpheler ve kötümser senaryolar dile getirilmesine rağmen sürecin belirlenen takvime göre sorunsuz bir şekilde ilerlemesi nedeniyle çekilme takviminde ciddi bir sapma yaşanmamıştır. Söz konusu anlaşma hükümleri ve yükümlülükleri arasında olmamasına rağmen Obama yönetiminin ülkede muharip unsur bırakmama ve mevcut asker sayısını belirgin ölçüde azaltma kararı alması ve tam çekilme tarihini net bir biçimde teyit etmesi çekilme sürecinin ABD tarafında ciddiye alındığını ve bu konuda kararlılığın olduğunu göstermiştir. ABD’yi Çekilme Konusunda Bu Kadar Kararlı ve İstekli Yapan Faktörler Nelerdir? Her şeyden evvel işgalci bir gücün bu konumunu sürdürmesi modern uluslararası ortamda neredeyse imkân dışıdır. İşgalin sürdürülebilirliği mümkün olmadığı gibi uzayan işgal süreci işgalci güç için bir noktadan sonra ciddi bir yük haline gelebilmektedir. Güvenliği adına Filistin topraklarının önemli bir kısmını işgal eden İsrail’in hem de aşırı sağcı bir hükümet döneminde askerlerini bazı işgal bölgelerinden çekmesinin en temel nedeni de budur. Kaldı ki işgalci statüsü işgal eden ülkeye uluslararası hukuk nezdinde önemli yükümlülükler getirmektedir. İşgalci ülkenin zannedilenin aksine hareket sahasının çok geniş olmaması ve kendi gündemini uygulama konusunda tasarruf yetkisinin kısıtlı olması işgalci statüsünün pek de cazip olmadığını göstermektedir. İkinci önemli neden ise işlerin Irak’ta işgalin ilk dönemlerine göre oldukça iyiye gitmiş olmasıdır. Özellikle 2007 yılından itibaren, işgalin ilk yıllarında en önemli problem olan güvenlik sorununun 2011 yılı sonunda yönetilebilir bir hale gelmesi ve bunun da farklı rapor ve resmi görüşle teyit edilmesi, Oba301 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ma yönetiminin çekilme konusunda kararlı bir tavır takınmasında önemli rol oynamıştır. Irak gerçeklerine vakıf olmaya başlayan ve bu bağlamda kabilecilik bağlarının önemini kavrayan ABD yönetimi, kabile ve grupların el Kaide karşısında etkin bir tavır takınmaları yönünde önemli çaba göstermiştir. Bir başka önemli faktör de Irak işgalinin artık Amerikan halkı nezdindeki meşruiyetinin iyiden iyiye zayıflamış olmasıdır. İşgalin ilk yıllarında yüzde 70’lere varan destek bugün yüzde 30’lar seviyesine inmiş durumdadır. Somut sonuçların elde edilemediği duygusu, işgalin gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahları konusundaki iddiaların yalan olduğunun ortaya çıkması, 11 Eylül’ün psikolojik etkisinin azalmaya başlaması ve daha da önemlisi çatışmalarda yaşanan askeri kayıplar Amerikan halkının işgale yönelik düşüncelerini önemli ölçüde etkilemiştir. İşgalin bütün yükünün Amerikan halkının vergileri ile karşılandığı şeklindeki -pek de yanlış olmayan- kanaat de Amerikan halkının öfkesine neden olmuştur. Bütün bunların bir sonucu olarak Amerikan halkı, işgalin bir an önce sona ermesini istemiştir. Nitekim aslında Obama’ya seçimde verilen desteğin bir anlamı da budur. Tahminlerin aksine Amerikan dış politikası ve dışişleri halkın algılarına ve tepkilerine son derece duyarlıdır. Normalde Amerikan halkının dış politika konularına ilgisiz ve yabancı olduğu bir gerçektir. Ancak halkın dikkatini çekebilmiş konularda halkın ne düşündüğü ve ne tepki verdiği dış politika yapımı sürecinde önemli bir etkiye sahiptir. Irak işgali de halkın dikkatini çekmiş önemli konulardan bir tanesidir. Son olarak da işgalin maliyetinin büyüklüğü ve Amerikan ekonomisinin önemli krizler ve problemlerle boğuşması işgalin bir an önce sona erdirilmek istenmesinin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi olarak gösterilebilir. İşgal harcamalarının doğrudan krizler üzerinde belirleyici etkisi olmadığı bilinmektedir. Ancak Irak’taki Amerikan askeri harcamalarının son derece büyük miktarlarda olduğu dikkate alındığında işgalin finansal boyutunun belirgin bir etkisi olmayacağını söylemek oldukça zordur. ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Muhtemel Etkileri ABD Başkanı Obama seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere büyük ölçüde sadık kalarak Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının 2011 yılının Ağustos ayı sonunda 50.000’e indirileceğini teyit etmiştir. Bu hamleyle bir302 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri likte Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta savaşa doğrudan katılacak Amerikan askerinin kalmamış ve planlanan takvimden önce Amerikan muharip askerleri ülkeyi terk etmiştir. Bölgede kalmaya devam edecek olan Amerikan askeri ise destek amaçlı fonksiyonlar üstlenmiştir; Irak yetkililerine tavsiye anlamında bir işlev görecek bu askeri varlık ayrıca ülkedeki Amerikan çıkarlarını da korumaktadır. Amerikan askerleri sadece Irak güvenlik güçlerini eğitmeye devam etmekte ve teröre karşı operasyonlara katılmaktır. Bundan çok daha önemlisi ise askeri çekilme takviminin herhangi bir aksaklık olmadan işlemesi ve çekilmenin gerçekleştirilmiş olması Afganistan için de benzer bir çekilmenin gerçekleşme ihtimalini güçlendirmiştir. 2008 yılında ABD ile Irak hükümeti arasında imzalanan SOFA anlaşmasına göre 2011 yılının sonunda ülkedeki Amerikan askeri varlığı sona ermiştir. Bu takvimin ve söz konusu anlaşmanın öngördüğü çekilme sürecinin ne derece sağlıklı işleyeceği ile ilgili kuşkular, son olarak teyit edilen ve 2010 Ağustos ayı sonunda gerçekleşen indirimle kısmen de olsa giderilmiştir. Amerikan dış politikasında önceliklerin değişmesi ile birlikte Irak’ta Amerikan etkisi minimal düzeye inmiştir. Çekilmenin öngörüldüğü şekilde 2011 yılının sonunda tamamlanması Obama yönetimi için artık bir prestij meselesi olarak görülmüştür. Gerek seçim kampanyasında bu konuya genişçe yer ayırmış olması gerekse de Amerikan halkının artık bu konuda somut sonuçlar görmek istemesi Obama’yı bu konu söz konusu olduğunda daha hassas hale getirmiştir. Unutmamak gerekir ki Bush’un, iki kere üst üste seçim kazanmış olmasına rağmen popülaritesinin ve inanırlılığının Amerikan halkı nezdinde sorgulanır hale gelmesinde en büyük etken, Irak’ta Amerikan askeri varlığının ve diplomasinin içine iyice çekildiği çıkmazdı. Obama bu karışık ve sorunlu durumdan ABD’yi çekip çıkarma vaadiyle seçim kazanmıştır. Dolayısıyla aksine güçlü bir neden olmadıkça çekilme takviminin öngörüldüğü şekliyle sürdürülmesi konusunda özel bir çaba gösterdiğini söylemek mümkündür. Zira Afganistan konusunda ciddi problem yaşayan Obama, benzer bir sorunu Irak söz konusu olduğunda yaşamak istememiştir. Muhtemelen Afganistan’da var olan asker sayısının arttırılmasından başka bir 303 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye seçeneğe izin vermeyen bir durum söz konusu olmuştur; ancak benzer bir durum yaşanmadığı için ABD, Irak’tan çekilme takvimine sadık kalmıştır. Böylesi bir ortam ise ancak yeniden artan şiddetin yaratacağı kaos ile mümkün olabilecektir. Amerikan askeri varlığının azalmasının gündeme geldiği günlerde ve muharip askerlerin tamamen çekilmesinden sonraki süreçte El-Kaide, saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Irak’taki Amerikan askeri varlığının tamamen sona ermesi, önemli etki ve sonuçları da beraberinde getirmiştir. Çekilmenin önemli etkilerinden bir tanesi hiç kuşku yok ki bir güç boşluğuna neden olacak olmasıdır. Obama yönetiminin hazırladığı takvimin tedrici bir çekilmeyi öngörmesi önemli ve yerinde bir karar olarak görülmüştür. Ancak hiçbir Amerikan askerinin olmadığı Irak’ta diğer silahlı gruplar cesaret kazanmıştır. Her ne kadar çekilme sonrası dönemde şiddet eylemlerinde belirgin denilebilecek bir artış yaşanmamışsa da oluşan güç boşluğu belli başlı gruplar tarafından doldurulmuş ve sonrasında Irak bombalı saldırılarla yeniden kan gölüne dönmüştür. Amerikan askeri varlığı sırasında da ortaya çıkan etnik ve mezhepsel gruplaşmalar çekilme sonrasında daha da belirgin hale gelmiştir. Bir başka önemli nokta da çekilme süreci nispeten sorunsuz ilerlerken Irak’ta siyasi istikrarın sağlanamamış olmamasıdır. İktidarı bırakmaya niyeti olmadığının işaretlerini veren Nuri el Maliki bazı işaretlere dayanarak totaliter eğilimlere sahip olmakla suçlanmıştır. Orta Doğu’nun hemen hemen tümünde hâkim olan bu güçlü eğilim, Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte Irak’ta çatışmaların şiddetlenmesine neden olmuştur. Hatırlanacağı üzere devrik Irak lideri Saddam’ın yardımcısı ve halen hapiste bulunan Tarık Aziz’in Amerikan çekilme sürecini eleştirirken Obama’nın Irak’ı kurtların elinde bırakacağı şeklinde bir çıkış yapması önemli bir gerçeğe işaret etmiştir. Bununla birlikte çekilme Obama’nın Irak’ı kendi halinde bırakmaya niyetli olduğu anlamı taşımamıştır. Askeri çekilmeye rağmen Obama yönetimi Irak’ta istikrar sağlama adına diplomasiye ağırlık vermeye devam etmiştir. Elbette Amerikan ilgisi bununla sınırlı kalmayacaktır; şimdiden çok sayıda petrol anlaşması yapılmış durumda ve özellikle de Kuzey Irak’ta Amerikan şirketlerinin ciddi ayrıcalıklar kazandığı belirtilmektedir. İlave olarak Bu şir304 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri ketlerde işgal sürecinde önemli roller üstlenmiş olan Amerikalı diplomat, asker ve politikacılarının da kritik pozisyonlarda olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. Kuzey Irak’ta Bağımsız Kürt Devleti Kurulabilir mi? ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli bir konu Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağıdır. Bununla bağlantılı bir başka önemli sorun da bağımsız Kürt devletinin kurulması durumunda Türkiye’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Kuzey Irak’ın elde ettiği otonom statü ile ilgili olarak zaman içinde belirgin bir şekilde pozisyon değiştiren Türkiye bu süreçte hazırlıksız olmadığını göstermiştir. Türkiye, Irak’ın anayasal süreç dâhilinde alacağı siyasi şekle saygı göstereceğini ima etmiştir. Ancak bunun bağımsız bir Kürt devletinin tanınması da dâhil olmak üzere yakın bir döneme kadar kimsenin dillendirmek bile istemeyeceği ihtimalleri kapsayıp kapsamadığı henüz net değildir. Bu çerçevede ilk olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının yakın bir gelecekte mümkün olup olmadığının tespiti önem kazanmaktadır. 2010 yılının sonlarında toplanan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) kongresinde konuşan Mesut Barzani bu bağlamda dikkat çekici birtakım mesajlar vermiştir. Konuşmasında Kürtler arasında birlik olması gereğini ima eden Barzani, gerek Türkiye gerekse de bölge açısından büyük bir önem taşıyan bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı ile ilgili tartışmaya da katkıda bulunmuştur. Daha önceki açıklamalarında Kürtlerin şimdilik bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedefinin olmadığının altını çizen Barzani son konuşmasında Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının olduğunu hatırlatmıştır. Bir yönüyle önceki tutumu ile çelişki sergiler gibi görünen bu açıklama aslında bütüncül açıdan bakıldığında daha ziyade tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse Barzani hiçbir zaman Kürtlere ait ayrı bir devletten tamamen vazgeçtiklerini söylememiştir; aksine her Kürdün kalbinde kendilerine ait bir devlette yaşama umut ve isteğinin olduğunun altını çizmiş305 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tir. Fakat şartların henüz böylesi bir adım için uygun olmadığını hatırlatarak şimdilik kendilerinin ve diğer Kürtçü aktörlerin bu yönde kısa vadeli bir hedef belirlemediğini açık yüreklilikle ifade etmiştir. Bu açıdan bakıldığında aslında Barzani’nin self-determinasyona atıfta bulunması yeni bir istek veya hevese işaret etmemektedir. Diğer bir ifadeyle, daha önceki tutumunda önemli ve radikal bir değişiklik dile getirmemiştir. Ancak bu gelişmeyi önemli yapan nokta söz konusu açıklamanın büyük bir kongrede ve aralarında Iraklı yöneticilerin olduğu bir yerde yapılmış olmasıdır. Bir başka önemli nokta da konuşmanın özünün bu mesaja ayrılması ve yine kongrenin Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmesi sürecinin bir başlangıcı olarak tanımlanmasıdır. Elbette Barzani de halen şartların bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için uygun olmadığının farkındadır. Bu açıdan konjonktürü iyi okuduğunu ve gelişmeleri de iyi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak yine de Kürtlerin bağımsızlık haklarının baki ve saklı olduğunu da her fırsatta yenileme gereğini hissetmektedir; daha da önemlisi, bunu sabırlı bir şekilde sürdürdüğü politikasının bir parçası olarak yapmaktadır. Barzani’nin de farkında olduğu üzere, kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan bir kısmı elbette sadece bu döneme mahsustur; ama bir kısmı da daha yapısal ve bu nedenle de aşılması daha zordur. Uzun vadede ise ne olacağını söylemek tabi ki zordur; ama sabırlı ve bütüncül bir politika Barzani’nin istediğini elde etmesine olanak verebilecektir. Kısa vadede ise bağımsız Kürt devletinin kurulmasının önündeki en önemli engel, bölünmüş bir Irak’ın Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve ABD’nin Orta Doğu vizyonu ile örtüşmeyeceği gerçeği ile yakından ilişkilidir. Uzun uzadıya detaylardan kaçınarak bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Irak’ın işgali, bölge konusunda uzmanlaşan analistlerin haberini verdikleri Şii hilali etkisi ve tehlikesini daha görünür hale getirmiştir. Yıllardır beklemede olan aktörlerin kapalı tutulduğu pandoranın kutusu artık açılmıştır. İşgal ABD açısından hiçbir sorunu çözmediği gibi yeni sorunlara da yol aç306 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri mıştır. Bu sorunların başında İran’ın nüfuz alanının işgalle birlikte görünür düzeyde genişlemiş olması gelmektedir. Böyle bir ortamda Irak’ın bölünmesine izin vermek Irak’ı usulca İran’a teslim etmek anlamına gelecektir. Mevcut haliyle Irak’ın İran etkisine tam olarak girmesinin önündeki en önemli, ama bu rolü oynamaya da pek hevesli olmayan, engel Kuzey Irak’ta Kürtlerin varlığıdır. Elbette Irak Şiilerini bir blok gibi değerlendirmek doğru olmayacaktır; ancak bugün Iraklı Şii grupların en azından bir kısmı İran ile birlikte hareket eder bir görüntü vermekten çekinmemektedir. Bu da ABD açısından durumun oldukça ciddi olabileceği anlamına gelmektedir. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken ikinci önemli faktör de uluslararası hukukun self-determinasyon ile ilgili düzenlemelerinin her isteyen topluluğa kolayca bağımsızlık imkânı tanımıyor olmasıdır. Evet, ulusların kendi kader ve geleceklerini tayin hakkı vardır; ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir. Diğer bir ifadeyle söz konusu hakkın kullanılması birtakım başka koşulların sağlanmasına bağlıdır. En basitinden self-determinasyonun, uluslararası camianın bir üyesi olan bağımsız bir devletin “egemenlik” hakkını ihlal etmiyor olması gerekmektedir. Bu da self-determinasyon ilkesine dayanarak bağımsızlık ilanının ancak merkezi devletin rızası ile mümkün olabileceği anlamına gelmektedir. Irak örneğinde de bağımsız bir Kürdistan, ancak merkezi bir hükümet ile buna olanak tanıyan bir anlaşma yapılması ile mümkündür. Bu ise hâlihazırda oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak Barzani, bunun mümkün olduğu bir günün geleceği ümidinde bir yönetici olarak böylesi bir fırsatı sunan konjonktür geldiğinde bağımsızlık için hazır olmak istemektedir. Türkiye’nin Bölünme Riski Nedir? Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin güvenliği açısından önemli sorunlar doğurabileceği gibi ülkenin yıllardır mücadele ettiği PKK/KCK terörü bağlamında da ilave sorunlara neden olabilecektir. Bundan daha da önemlisi Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması uzak bir ihtimal de olsa Türkiye’nin bölünmesine katkıda bulunacak şartları oluşturabilecektir. Böylesi bir ihtimal son derece uzak olmakla birlikte ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında dikkate alınması gereken bir konuya 307 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye işaret etmektedir. Burada en önemli nokta Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye Kürtlerine cazip gelmesi ihtimalidir. Buna paralel olarak PKK/KCK’nın silahlı çatışmanın tonunu ve şiddetini artırma ihtimalidir. Otuz yıldan beri bölücü ve ayrılıkçı bir siyasi hedef çerçevesinde faaliyet gösteren PKK/KCK terör örgütünün hedeflerine ulaşamayacağı ve Türkiye’yi bölemeyeceği genelde hamasi ve daha çok bir umuda işaret eden bir söylemle dile getirilmektedir. Bununla birlikte bunun tam aksi bir retorik de Türkiye’nin bir cendere içinde sıkıştığını ve büyük güçlerin en azından bazılarının Türkiye’yi bölme hedefini sürekli gündemlerinde tuttuklarını ima etmektedir. Sıklıkla Sevr Antlaşması’na atıfta bulunması nedeni ile liberal ve iyimser çevrelerce Sevr Sendromu olarak da isimlendirilen bu düşünce çizgisi bir kenara bırakıldığında Türkiye’nin bölünme ve parçalanma riski daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilecektir. Küresel siyasi hesaplar ne olursa olsun, dünya siyasi sisteminin alacağı şekil önemli ölçüde uluslararası hukuk parametreleri çerçevesinde belirlenecektir. Burada spesifik uluslararası hukuk kurallarından ziyade, küresel sistemi var eden genel ilkelere atıfta bulunmak gerektiğini belirtmekte fayda vardır. Yoksa uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde ifade edilen kuralların sıklıkla ihlal edildiği herkesin malumudur; ancak genel ilkelerin devamlı ve sistemli bir biçimde ihlali o kadar kolay değildir. Bu nedenle de Türkiye’nin parçalanma ve bölünme riskinin gerçekçi bir analizi için günümüz uluslararası hukuk anlayışına yön veren temel ilkeleri dikkate almak gerektiği açıktır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki klasik uluslararası hukuk anlayışına göre Türkiye’nin bölünmesi ya da parçalanmasının söz konusu olamayacağını söylemek mümkündür. Değişen ve daha çok transnasyonel bir niteliğe bürünen günümüz uluslararası hukukuna göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi büyük ölçüde Türkiye vatandaşlarının evrensel hak ve hürriyetlerinin sahici bir biçimde korunmasına bağlı olacaktır. Temel Uluslararası Hukuk İlkeleri Şüphesiz “temel” diye nitelendirilebilecek çok sayıda uluslararası hukuk ilke308 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri sinden söz etmek mümkündür. Ancak klasik uluslararası hukukun özel önem atfettiği ve birbirleriyle yakından ilişkili iki temel ilke vardır ki bunlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl uluslararası siyasi sistemini şekillendirmiştir. Bunlardan birincisi, bütün devletlerin diğer devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi gerektiğini ifade ederken ikincisi de bu noktadan hareketle devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışamayacaklarını vurgulamaktadır. 20. yüzyılın başında Amerikan başkanı Wilson tarafından popüler hale getirilen self-determinasyon (halkların kendi geleceklerini tayin etme) hakkı ise önemli bir uluslararası hukuk prensibi olmakla birlikte 20. yüzyıl küresel siyasi sisteminde kısıtlı bir rol oynamış ve hiçbir zaman yukarıdaki iki temel ilkeyi zedeleyecek veya ihlal edecek bir şekilde uygulanmamıştır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren beliren ve zamanla gözle görülür bir ilerleme kaydeden uluslararası insan hakları hukuku, klasik uluslararası hukuk içeriğini ve önceliklerini değiştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede yukarıda bahsi geçen iki temel ilke sorgulanır hale gelmiş ve giderek kendi vatandaşlarına temel insan haklarını garanti edemeyen rejimlere müdahale edilebileceği fikrinin doğmasına neden olmuştur. Bu eğilim giderek güçlenmiş ve en son Kosova örneğinde de görüldüğü gibi yeni bir boyut kazanmıştır. Yukarıda atıfta bulunulan iki temel uluslararası hukuk ilkesi bu örnekte göz ardı edilmiştir. Dahası, self-determinasyon ilkesi çerçevesinde de bağımsızlığı söz konusu olmayan Kosova’nın küresel siyasi sistemin yeni bir aktörü olarak tanınması yeni bir teamülün ortaya konulması ile mümkün olabilmiştir. Burada Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının temel gerekçesini Sırp yönetiminin Kosova halkına yönelik tutumunun kabul edilemezliği oluşturmaktadır. Bu çerçevede Slobodan Miloseviç’in Lahey’deki uluslararası savaş suçları mahkemesinde Bosna Hersek’te işlenen suçlarla ilgili olarak değil, Sırp egemenliği altındaki Kosova topraklarında işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ile ilgili olarak yargılandığını belirtmek konuyu izah edebilmek açısından yeterli olacaktır. 309 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Self-determinasyonla Bölünmek Mümkün Mü? Self-determinasyon ve Pratik Uygulaması Self-determinasyon arzusu ile milliyetçilik arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin self-determinasyon ile ilgili gelişmeler üzerinde oldukça büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Geniş anlamda self-determinasyonun bir halkın kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması şeklinde görülebileceği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak spesifik örnek olaylarda hangi grupların meşru bir şekilde bu hakkı kullanma iddiasında bulunabilecekleri çok net değildir. Bu konuda evrensel olarak kabul edilmiş standart ve kurallar mevcut değildir. Şu anda selfdeterminasyon hakkı olarak ifade edilmekte olan ilke, meşhur Wilson ve diğer self-determinasyon taraftarlarınca evrensel bir tatbikata sahip olacak şekilde düşünülmemiştir. Daha çok, yenilen devletlerin egemenliğinde bulunan halkların bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmalarını sağlamak için düşünülmüş bir çözüm yoludur. Temel bir uluslararası hukuk kuralı olan self-determinasyon ilkesinin pratikte uygulanabilmesi için takip edilebilecek genel olarak kabul edilir kurallar formüle edilememiştir. Wilson’un meşhur ifadesinde, “iyi tanımlanmış ulusal istekler”in azami bir tatmin ile karşılık görmesi olarak atıfta bulunulan selfdeterminasyonun birçok muğlak noktası bulunmaktadır. Her şeyden öte, “iyi tanımlanmış istekler”in objektif tanımı mümkün değildir. Self-determinasyon hakkını kullanma iddiası ile yola çıkan bütün halklar elbette “iyi tanımlanmış ulusal istekler”e sahip olduklarını iddia edecektir. Self-determinasyon ile ilgili oldukça karmaşık ve tartışmalı başka noktalar da vardır. Bunların başında, kendi kendini yönetme becerisine sahip olmayacakları açık olan ama bu arada bağımsızlık istekleri güçlü halkların durumunun ne olacağıdır. İkincisi, bir azınlığın hakları karşısında, aynı ülke ve siyasi yönetimi paylaşan çoğunluğun haklarının hangi dereceye kadar zarar görmesine izin verileceğidir. Üçüncüsü, bir halk oylaması yapılacak ise, bu oylamanın kapsam ve yeri her zaman o kadar kolay olmayacaktır. Dördüncüsü, bir etnik azınlığa egemenlik hakkı tanındığında ne olursa olsun, her zaman bir grubun 310 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri başka bir grup içinde azınlıkta kalma riski vardır. Örneğin bağımsızlığı tanındığı takdirde Güney Osetya’daki Gürcü azınlığın durumu ne olacaktır? Her ne kadar açık bir şekilde ilk defa ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından 1918 yılında dile getirilmişse de self-determinasyon ilkesine pozitif uluslararası hukuk kuralı niteliği kazandırma girişimi ilk kez Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında toplanan San Francisco konferansında yapılmıştır. Konferansta kavramın ve halkın tanımı yapılmamış olmakla birlikte Sovyet delegeleri, ulusların eşitliği ve self-determinasyonuna atıfta bulunmuştur. Self-determinasyon ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar büyük ölçüde teorik düzeyde kalmış ve test edilme imkânı bulmamıştır. 1950’li yıllardan itibaren de özellikle Birleşmiş Milletler çerçevesinde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. Bu dönemde Libya’nın İtalya’dan hemen bağımsızlığını almasına karar verilirken Somali için on yıllık bir süre belirlenmiştir. Ancak her iki kararda da bu iki ülkenin kendi kendilerini yönetmek için yeterli kaynak ve kabiliyete sahip olup olmadıklarına bakılmamıştır. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki özellikle ilk yıllarında BM selfdeterminasyon ile ilgili net olmayan bir tutum benimsemiştir. BM Statüsü, self-determinasyondan söz etmekle birlikte bu ilkeye oldukça silik bir vurgu yapmaktadır. Statü terime sadece ilke bağlamında yaklaşmakta ve ondan hak veya standart şeklinde bahsetmemektedir. Self-determinasyon ile ilgili uygulamaya yönelik yapılan ilk tartışmalarda “halk” kavramının nasıl tanımlanacağı, diğer bir ifade ile neyin halk olarak görüleceği önemli bir problem teşkil etmiştir, zira kendi kendini halk olarak ilan eden her grubun bu hakkı kullanmaya yetkili ve ehil olmayacağı açıktır. Böyle bir şeye izin verildiği takdirde uluslararası siyasi düzenin anarşi ile boğuşacağı ve sayısız devletin ortaya çıkmasına izin verilmesi gerekeceği bellidir. Bununla birlikte genel kabul gören bir hak ve prensip şeklinde self determinasyonun büyük kabul gördüğü iki temel dönemden söz etmek mümkündür. Ancak her iki dönemde de ilgili hak sadece belirli ülke ve halklar için uygulanmış; dolayısıyla da sınırlı bir tatbikat imkânı bulmuştur. Birincisi, Birin311 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde Wilson söz konusu ilkeyi evrensel anlamda kullanmakla birlikte sadece Avrupa’da bazı toplulukların egemenlik hakkı kazanması amacını gütmüştür. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde ise self-determinasyonun uygulanmasında temel eğilim ve amaç denizaşırı imparatorlukların parçalanması sürecini istikrarlı bir şekilde sonuçlandırmaktır. Dekolonizasyon olarak bilinen bu dönemde sıklıkla uygulama alanı bulan self-determinasyon ilkesinin bu dönem sona erdikten sonra eski hızını ve etkisini kaybettiği açıktır. Dekolonizasyon döneminde bile BM’nin self-determinasyon çerçevesinde bağımsızlıklarına izin verdiği bölgeler, ana yönetim merkezi, diğer bir ifade ile sömürgeci birim ile fiziksel olarak oldukça ayrı ve uzak olmaları ile dikkat çekmiştir. Bu nedenle de örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen Katanga bölgesinin bu arzusunu BM reddetmiştir. 24 Kasım 1961 tarihli BM Güvenlik Konseyi kararı, bölgenin bağımsız bir egemen devlet olarak iddialarını tamamen reddetmiş ve Kongo Cumhuriyeti’ni Kongo’nun dış ilişkilerinden sorumlu tek siyasi varlık olarak tanımıştır. Yukarıdaki kısa açıklama self-determinasyonun daha çok sömürge ilişkisinin bulunduğu dönem ve durumlarda daha sıklıkla uygulama imkânı bulduğunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki sömürge ilişkisinin olmadığı bazı özel durumlarda bile uluslararası hukuka göre self-determinasyon hakkı tanınabilmektedir. Örneğin Doğu Pakistan’daki iç çatışmalarda geçici de olsa problemi çözmek için self-determinasyonun çerçevesini belirlemek üzere bazı ilave kriterler belirlemek mümkündür. Bu kriterler özetle şunları içermektedir: İki bölgenin fiziksel olarak birbirinden ayrı olması ve Batı Pakistan’ın Doğu Pakistan üzerinde hâkimiyeti; iki bölge arasında dil, kültür ve etnik farklılıklar; Batı Pakistan lehine büyük bir ekonomik farklılık; Batı Pakistan ordusunun acımasız eylemleri ve soykırım suçlamasına neden olan tutumları. Eğer self-determinasyon, bir halkın kendi yönetimlerini, geleceklerini ve siyasi kurumlarını seçme özgürlüğü ve hakkı ise bu hakkın aynı zamanda bir devletin ülkesel bütünlüğe sahip olma hakkı ile önemli bir tezat oluşturacağı açıktır. BM de birçok örnekte ayrılıkçı hareketlere karşı soğuk davranmış ve ayrılıkçılığın self-determinasyon ilkesi çerçevesinde meşrulaştırılmasına izin 312 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri vermemiştir. Bunun en önemli nedeni ise, kendi üyelerinin ülkesel bütünlüğüne yönelik bu tür tehditlere izin verdiği takdirde BM’nin oldukça zor bir durumda kalacağıdır. Self-determinasyon çok farklı bir şekilde uygulama alanı bulabilmektedir. Bunların arasında şu ana kadar en fazla gözlenen formları şunlardır: Asya ve Afrika devletlerinin bağımsızlıklarında olduğu gibi sömürgeden kurtulma; bunun tersi, yani bir devletin egemenliğinde kalma iradesidir. Bir devleti barışçı bir şekilde sona erdirme ve sona eren ülke üzerinde yeni bir devlet oluşturma; Bangladeş ve Eritre örneklerinde olduğu gibi tartışmalı ayrılma hakkı; Almanya örneğinde olduğu gibi bölünmüş devletlerin yeniden birleşmesi ve sınırlı otonomi hakkı. Buradan hareketle self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türkiye’nin bölünebileceğini ya da parçalanacağını söylemek mümkün değildir; modern dünyada self-determinasyon ile ilgili uygulamaların hiçbirinin Türkiye’nin bölünmesi için bir temel teşkil etmesi veya bir model olarak sunulabilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle de sırf halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı ilkesel olarak vardır diye Türkiye’de bulunan grup veya topluluklar Türkiye’den ayrılmayı talep edemeyeceklerdir. Dolayısıyla ne uluslararası sistemi var eden temel ilkeler ne de self-determinasyon ilkesi Türkiye’nin bölünme veya parçalanmasına imkân verecek nitelikte değildir. Türkiye Bölünebilir mi? Bununla birlikte yukarıdaki açıklama Türkiye’nin bölünmeyeceğinin bir garantisi olarak algılanmamalıdır. Günümüz küresel siyasi sistemi 20. yüzyıldakinden önemli ölçüde farklılıklar içermektedir. Kabaca bu değişikliğin, sistemin odağının kısmen de olsa değişmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. 20. yüzyıl dünyası milli devletlere vurgu yaparken günümüz küresel sistemi en azından ilkesel olarak insan güvenliğini de dikkate almaktadır. Elbette ki sistemin tamamen birey odaklı olduğunu söylemek naiflik olacaktır; ama en azından insan haklarının ciddi anlamda dikkate alınması şeklinde kendini gösteren bir temayülün olduğunu söylemek de mümkündür. Bu eğilimin somut sonuçları da Soğuk Savaş sonrası dönemde bazı devletlerin 313 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye bağımsızlıklarını kazanmasında kendini göstermiştir. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde ve Balkanlar’da bağımsızlıklarını kazanan ülkeler örneğinde selfdeterminasyondan söz etmek mümkün ise de Doğu Timor ve Kosova gibi bazı örneklerde ise self-determinasyondan daha farklı bir teamül etkili olmuştur. Özellikle Kosova örneğinde daha belirgin bir şekilde takip edilen bu teamüle göre her ne kadar devletlerin egemenliklerinin korunması birincil önemde ise de kendi vatandaşlarına karşı sistematik şiddet kampanyaları izleyen bir yönetime karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve mağdur grubun korunması mümkün olabilmiştir. Buna göre örneğin Kosova’da çoğunluğu oluşturan Arnavutların Sırbistan tarafından yönetilmeye devam ettikleri takdirde sistematik saldırılara maruz kalacakları düşüncesi Kosova’nın bağımsızlığının temel gerekçesi olmuştur. Bu da Türkiye açısından şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yaşayan grup veya toplulukların temel hakları garanti edildiği ve korunduğu sürece Türkiye’nin bölünmesi söz konusu değildir. Ancak sistematik ayrımcılık ve ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri ile birlikte belli bir grubu hedef alan şiddet günümüz uluslararası hukuk anlayışında mazur görülmemekte ve içişlerine karışmama ilkesine bir istisna olarak görülmektedir. İnsan Hakları ve Kürtçü Siyaset Bölünmeyi önlemenin en etkin yollarından bir tanesi şeffaf ve demokratik bir yönetim düzeninin güçlendirilmesidir. Bu da istikrarlı ve kararlı bir şekilde insan hakları ve demokratik değerlere vurguyu gerektirmektedir. Pragmatik bir açıdan böylesi bir tutum hem devletin evrensel hukuk standartlarına uymasını sağlayacak ve hem de Kürtçü siyasetin elinde bir süredir araçsallaştırılan insan hakları, demokrasi ve özerklik gibi bazı kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacaktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren popülaritesi gittikçe artan ve günümüzde küresel düzlemde gördüğü ilgi zirveye ulaşan insan hakları BDP gibi etnik Kürtçü siyasi partinin elinde pek de şeffaf olmayan parti hedeflerine ulaşmada kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gelinen noktada bu siyasi çizginin insan hakları ve demokrasi ilgi ve vurgusunun çok da içten olmadığı iddia edilebil314 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri mektedir. Ancak özellikle de dış dünyaya karşı partinin ve terör örgütünün olduğundan farklı bir biçimde sunulması için insan hakları ve demokrasi odaklı söylem söz konusu siyasi çizginin temsilcileri tarafından kullanılmaya devam edecekmiş gibi görünmektedir. İnsan hakları ve demokratikleşmeye etnik Kürtçü siyasetçiler tarafından daha fazla sahip çıkıldığı bir ortamda, geniş halk yığınları ve bazı bürokratik kurumlar da insan hakları söylemine daha da yabancılaşmakta ve insan hakları savunuculuğunu teröre destek gibi algılayabilmektedir. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğu açıktır. Bu nedenledir ki “insan hakları” gibi evrensel bir kavram ve eğilim BDP gibi içine kapalı, demokratik ilkeleri içselleştirmeye karşı dirençli ve etnik siyaset üzerine kurulu bir siyasi çizginin elinden kurtarılmalıdır. Ya da bu siyasi çizginin aktörleri insan hakları ve demokratikleşmeye dayalı söylemlerinin gereklerini yapmaya doğal ve meşru yollardan zorlanmalıdır. Etnik Kürtçü siyasi çizginin insan hakları söylemini zaman zaman kendi gündemleri için bir dayanak ve destekçi olarak kullandığına dair çok sayıda örnek mevcuttur. Her şeyden önce BDP’nin demokrasi ve insan hakları söylem ve vurgusu zaman zaman tutarsız, belirsiz ve yüzeysel kalmıştır. Kavram budalası teorisyen ve sosyal bilimciler misali, bu siyasi çizginin aktörleri çoğu kere kendilerinin icat edip tanımladığı, ama somut bir anlam ifade etmeyen yeni terkipler ile halkın karşısına çıkmaktadırlar. Bunun son örneği “demokratik özgürlük”tür. Kavramın ne ifade ettiğinin belirgin olmaması bir tarafa, BDP’nin kavramla neyi amaçladığı uzunca bir süre muğlak kalmıştır. “Demokratik,” “konfederasyon,” “federasyon,” “özerklik,” “eyalet sistemi” gibi insan hakları ve demokratikleşme alan literatürüne ait kavramlardan kısa aralıklarla yeni ama anlamsız terkipler ortaya atan etnik Kürtçü siyasetin temsilcileri bununla vitrin düzenlemesi ve süslemesi yapmaktadır. Hiç şüphesiz başta eski İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal olmak üzere çok sayıda BDP’li gerçek anlamda insan hakları savunucuları olarak görülebilir. Ancak bu durum parti olarak BDP’nin çekici kavramları harmanlayarak “suni” ve içi boş yeni kavramları “uydurarak” meşruiyet arayışına girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. 315 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Etnik Kürtçü Taleplere Karşı Daha Fazla “İnsan Hakları” Vurgusu Terör ile arasına perde çekemeyen ve bu nedenle de insan hakları vurgusu inandırıcılıktan normalde uzak olan etnik Kürtçü siyasetin temsilcisi olduğu bilinen BDP gibi partileri kapatmak ve siyasi sahneden uzaklaştırmak gerçekçi bir çözüm değildir. Demokratik ve evrensel hukuka saygılı bir devlet özelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu tür siyasi örgüt ve hareketleri kapatmak veya yasaklamak yerine söz konusu siyasi çizginin temsilcisi partilerin sıklıkla ve bilinçli bir şekilde atıfta bulunduğu insan hakları ve demokratikleşme söyleminin tekel altına alınamayacağı fiili olarak gösterilmelidir. Teorik olarak demokrasi ve insan hakları yanlısı olduklarına şüphe olmayan siyasi partiler bunu tavırlarına, söylemlerine ve uygulamalarına özenle yansıtabilmelidir. Geniş halk kitlelerinin ve onların siyasal tercihlerini siyasi alana taşıyan siyasi partilerin insan hakları ve demokrasiye özel bir önem atfettiği bir ortamda etnik Kürtçü siyaset “insan hakları” ve demokrasi odaklı söylemi ile öne çıkamayacaktır. Bu söylemini devam ettirse bile -ki aksini arzu etmek için hiçbir neden yoktur aslında- insan hakları ve demokrasinin Türkiye’deki birkaç temsilcisinden biri olma iddiasında ve görünümünde olamayacaktır. Sonuç Böyle bir ortamda ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ilgili oluşan tedirginliklerin hepsi gayet makul görünmektedir. Öncelikli sıkıntı ise, bölgede oluşabilecek güç boşluğudur. ABD’nin 2003’ten beri varlığı bölgede gruplar arasında yaşanabilecek olan çatışmaları engellemektedir. ABD’den sonra gruplar arasındaki çatışma ihtimalinin varlığı her zaman dikkate alınmak durumundadır. Yaşanan çatışmalar göz önünde tutulduğunda özellikle kuzeyde Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasındaki çözülememiş toprak uyuşmazlıkları, petrolün paylaşımı gibi konuların yer aldığı göze çarpmaktadır. Açık bir biçimde şiddetin ve geçmişten kalma sorunlara ek olarak, sert bir radikal tutumun varlığı söz konusu. Sünni yönetimli “Irak’ın Evlatları” grubu Irak ekonomisine ve hükümetine dâhil olamamıştır. Ekonomi ve elektrik şebekesi gibi temel altyapı vasat durumdadır. Ve tabii ki, Iraklıların yeni bir hükümet kurma mücadelesi kötü yönetimin mevcudiyetinin sonucudur. Bu sebeple birçok akademisyen, Irak’taki farklı etnik gruplar arasında bir iç savaşı öngörmektedir. 316 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri Geçen yüzyılda yaşanan iç savaşlar hakkında yapılan akademik çalışmalar gösteriyor ki yüzde elli oranında iç savaşlar ateşkesin ardından beş yıl içerisinde yeniden baş göstermektedir. Eğer bir ülke ganimet olarak görülen altın, elmas ya da petrole sahipse bu oran daha da artıyor. Burada dikkat çekici nokta, eğer bir büyük güç ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi barış gücü ya da uzlaştırıcı görevinde uzun vadeli bir biçimde katkı sağlamaya hevesli olduğunda, iç savaşın tekrarlama olasılığı üçte birden düşük bir ihtimal halini almaktadır. Dolayısıyla ABD’nin Irak’a yaptığı katkılar oldukça önemlidir. Değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, iç savaşın kamuoyunun istemesiyle çıkmayacağıdır. Birçok insan iç savaşı bir felaket olarak görmektedir. Bakıldığında bu savaşlar liderlerin amaçlarını zor kullanarak elde edebileceklerini düşünmesi sonucunda yeniden alev almaktadır. Bu kişiler ikna edilene kadar savaşmaktan vazgeçmemektedir. Alternatif olarak ve tavsiye edildiği üzere, ABD’nin bölgesel güçlerle ya da uluslararası organizasyonlarla işbirliği içinde, Irak’ta barış ve istikrarın kurulmasına katkı sağlaması gerekmektedir. Ray Odierno, Kürt kökenli askerleri bir yıl içerisinde Arap ağırlıklı Irak ordusunda yer alamazsa BM barış güçlerinin bir seçenek olabileceğini belirtmiştir. Öte yandan Odierno, Irak’ın kuzeyindeki petrol zengini bölgelerin her iki grup tarafından kendi bölgeleri olarak gösterilmesinin yıllardır çözüme ulaşmasını engellediğinin farkındaydı. Irak’lı Kürtler, Arap ağırlıklı merkezi Irak hükümetine karşı bir hareket olarak; Ninova, Kerkük ve Diyale ili gibi birçok bölgeyi kendi otonom bölgelerine dâhil etmek istemektedir. Amerikalı üst düzey bir askeri yönetici de ABD kuvvetleri çıktıktan sonra Arap ve Kürtler arasındaki tansiyon azalmazsa BM Barış kuvvetlerinin kuzeyde ihtilaf konusu olan toprakları koruması gerekebileceğini belirtmiştir. Sadece Kürt ve Araplar arasında yaşanan tartışmalar dahi ABD’nin çekilmesi sonrası bir güç boşluğuna işaret etmektedir. Kürt ve Araplar, birbirleriyle savaşmak yerine Irak’ta el- Kaide gibi ortak bir düşmana karşı birleşebilirler. Kürt- Arap anlaşmazlığına ek olarak İran tehdidinden de bahsedilebilmektedir. İran’ın kimi Şii gruplara destek vermesi, Arap ve Kürtler arasında yaşanan çatışmaya yeni bir boyut kazandıracaktır. Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olması durumunda benzer bir ayrışmanın da Şii gruplar için öngörülmesi Irak’ta tüm dengeleri sarsacaktır. 317 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Güç boşluğunun yaratabileceği bu ihtimallere ek olarak, 2010 yılındaki seçimlerin ardından Iraklı liderlerin beklenilenden daha büyük bir özgüvenle politikalarını belirledikleri dikkat çekmektedir. Özellikle Maliki’yi destekleyen çoğunluğun bir kısmının anti- Amerikancı din adamı Mukteda el- Sadr’ın takipçilerinden olması bu konuyla ilgili endişelerin doğmasına neden olmuştur. Öte yandan Maliki, parlamentoda Arap, Kürt ve Şii’lere yer vererek bu endişeleri bir nebze olsa dindirmiştir. Maliki’nin ABD’li birlikler ülkeden gittikten sonra, Irak’ın güvenliğini, birliğini ve egemenliğini kendi başlarına koruyabileceklerini belirtmesi çekincelerin bir kez daha gözden geçirilmesine sebep olmuştur. Toparlamak gerekirse, ABD’den sonra 2003 ile kıyaslandığında göreceli olarak düzen sağlanmış olsa ve özellikle Kuzey için Kürtler ilk etapta istediklerini elde etmiş olsalar da, Arap ve Kürtler arasında sınırların belli olmaması, petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konular büyük sorunlara neden olacak gibi görünmektedir. Dahası ABD’nin İran’dan doğrudan bir tehdit algılaması ve bölgedeki hayati çıkarlarının devam etmesi sebebiyle Irak’ta Amerikan varlığı destek gruplarıyla devam etmektedir. Tüm bu süreçte Türkiye için kritik günlerin başlayacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bölgede İran’ın nüfuzunun artması Türkiye’nin çekindiği bir diğer konudur. Bu sebeple Türkiye, Irak’taki gruplarla dengeli ve diyaloga dayalı ilişkiler yürütmeye çalışmaktadır. Buna ek olarak, doğacak güç boşluğundan Kürt grupların faydalanmak isteyerek burada bağımsız bir Kürt devleti kurmayı istemeleri ilk etapta mümkün görünmese de Türkiye’nin temkinli politikalar izlemesini gerektirmektedir. Özellikle Kürt sorununun halledilememesi ve Kuzey Irak’ın Türkiyeli Kürtler için bir cazibe merkezi halini alması ihtimali, bölgenin Türkiye için oldukça güç bir hal alması ile sonuçlanacaktır. Sürece uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, her ne kadar siyasi ortamın böyle bir bölünmeye izin verecek bir potansiyeli varmış gibi görünse de, özellikle halkların kendi kaderlerini tayin etme retoriğinin pratikte genellikle devletlerin egemenlik haklarına saygı ve içişlerine karışmama gibi ilkelerle çakıştığı görülmektedir. Öte yandan son zamanlarda kimi örneklerde, self-determinasyon ilkesinin uygulanmasında devletin üzerine düşen görev318 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri leri yerine getirip getirmemesi de dikkate alınmaktadır. Dolayısıyla Türkiye için Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet oluşumu dikkate alındığında, kısa ve orta vadede böyle bir ihtimalin hukuki anlamda tartışılamayacağını, olsa dahi Türkiye’nin gerekli siyasal ve sosyal hakları Kürt vatandaşlarına tanımasıyla hukuki bağlamda bu ortamdan etkilenmeyeceğini söylemek mümkündür. Aksi durumda ise Türkiye, kendi izleyeceği politikalar sebebiyle konjonktürden kaçınılmaz olarak etkilenecektir. 319 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak 2. KÖRFEZ SAVAŞI’NIN 10. YILINDA IRAK* Atilla SANDIKLI** Ali SEMİN*** Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK**** Irak, coğrafi olarak Arap yarımadasının kuzeydoğusunda Mezopotamya bölgesinde yer almaktadır. Ülkenin kuzey ve kuzeydoğusu dağlık arazilerle çevrili iken güney ve batı bölgelerinde Suriye’nin güneyi, Ürdün ve Suudi Arabistan’a uzanan step ve çöller bulunmaktadır. Kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık bölgeler dışındaki sınırlar büyük ölçüde düzlük arazilerden geçmektedir. Irak’ın kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneydoğuda Kuveyt, güneyde Suudi Arabistan, batıda Suriye ve Ürdün’le sınırları bulunmaktadır. Genel coğrafyası bakımından bir kara devleti olan Irak, güneydoğudaki Basra Körfezi’nde yer alan dört liman üzerinden açık denizlere çıkma imkânına sahiptir. Fırat ve Dicle nehirleri ile Büyük Zap, Küçük Zap ve Uzuym nehirlerinin geçtiği Irak’ta tarıma elverişli geniş topraklar bulunmaktadır. Irak’ın en önemli zenginlik kaynağı ülkede bulunan petrol ve doğalgaz rezervleridir. Irak, tespit edilmiş 115 milyar varil petrol rezervi ile dünyadaki en büyük ikinci petrol rezervine sahip ülkedir.1 Irak’ın henüz ispatlanmamış * Bu makale BİLGESAM tarafından 2013 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. ** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi *** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı **** Araştırma Görevlisi, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü 1 “Sadirat El Irak El Naftiya Tebluğ 2,565 Milyon Bermil Yawmiyyen,” [Irak’ın Petrol İhracatı Günlük 2,565 Milyon Varil], Erişim: 20 Aralık 2012, http://www.bbc.co.uk/arabic/business/2012/09/120901_iraq_record_oil_exports.shtml. 321 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye toplam petrol rezervinin ise 215 milyar varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. OPEC üyesi olan Irak, petrol üretiminde dünyada dördüncü sıradadır. Irak’ta 2012 yılında günlük petrol üretimi 3,4 milyon varil dolayında seyretmiştir. Günlük ihraç edilen petrol ise 2,62 milyon varile ulaşmış durumdadır. Uluslararası Enerji Kurumu’nun raporuna göre Irak’ın 2020 yılında Şekil 1: Irak’ın Coğrafi Konumu günlük petrol üretiminin 6 milyon varilden fazla olacağı tahmin edilmektedir. Irak’ta petrolün yanı sıra 3,2 trilyon metreküp kanıtlanmış doğalgaz rezervi 322 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak bulunmaktadır. Gerekli altyapının kurulması halinde Irak’ın yıllık doğalgaz üretiminin 22 milyar metreküp düzeyine yükselebileceği değerlendirilmektedir. Irak hâlihazırda dünyada en fazla doğalgaz rezervine sahip 10. ülkedir.2 2012 verilerine göre Irak’ın nüfusu 32 milyon civarındadır. Etnik açıdan bakıldığında Irak’ın toplam nüfusunun %70-73’ünü Araplar, %17-20’sini Kürtler ve %8-10’unu Türkmenler oluşturmaktadır. Dini açıdan bakıldığında Irak nüfusunun %97’si Müslümanlardan, %3’ü Hristiyanlardan (Süryani, Keldani, Asuri ve diğerleri) oluşmaktadır. Müslüman nüfus içindeki mezhepsel dağılım açısından bakıldığında Irak nüfusunun %60-65’ini Şiiler, % 30-35’ini Sünniler oluşturmaktadır.3 Şii Araplar ağırlıklı olarak ülkenin güneyinde, Sünni Araplar orta ve kuzeybatı bölgelerinde, Kürtler ve Türkmenler ise kuzeyde yaşamaktadır. Irak’ta nüfusu 17-18 milyon civarında olan Şii Araplar ülkede çoğunluğu oluşturmaktadır. Şiiler ABD işgalini büyük ölçüde kabullenmiş, Irak’taki yönetim sisteminin değişmesi ve Şiilerin iktidara gelmesine imkân tanıdığı için işgal sürecine fırsat nazarıyla bakmıştır. Iraklı Şii gruplar işgal döneminde Baas rejiminin devrilmesiyle devlet kademelerinde, orduda ve kolluk kuvvetlerinde etkili olmaya başlamış, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin silahlı kanadı Bedir Tugayları Irak güvenlik güçlerine entegre edilmiştir. Gerek 2005 gerekse 2010 parlamento seçimlerini Şiilerin desteklediği partilerin yer aldığı ittifaklar kazanmıştır. Parlamentoda çoğunluğu elde eden Şii ittifaklar kurulan hükümetlerde ağırlıklı unsur olmuş, Irak siyasetine yön veren en etkili aktör konumuna gelmiştir. Irak’ta 2005 ve 2010 parlamento seçimlerinin ardından hükümeti Şii ittifakın adayları İbrahim El Caferi ve Nuri El Maliki kurmuş, 2009’daki yerel seçimleri de Şii partiler önde tamamlamıştır. Irak devletinin geleceğine ilişkin talep ve beklentiler açısından Şiileri temsil eden siyasi aktörler çeşitlilik arz etmektedir. Iraklı Şii unsurlar içinde öne 2 Waleed Khadury, “Sarikat Amwal El-Naftul-Irak,” [Irak’ın Petrol Parasını Çalmak], Erişim: 20 Aralık 2012, http://alhayat.com/OpinionsDetailssofa/462390. 3 Irak’ta etnik ve mezhepsel unsurların nüfusunun tespitine yönelik sağlıklı sayımlar yapılamadığı için bu unsurların nüfuslarına ait veriler ve toplam nüfus içindeki oranları kesin değildir. 323 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye çıkan aktörler; Şii Merci Ali El Sistani, Dava Partisi ve Hukuk Devleti İttifakı lideri Nuri El Maliki, Milli Reform Hareketi ve Ulusal Irak İttifakı lideri İbrahim El Caferi, Irak Uzlaşı Hareketi ve El Irakiye İttifakı lideri Eyad Allavi, Irak Yüksek İslam Konseyi başkanı Ammar El Hekim, Sadr Akımı lideri Mukteda El Sadr, Bedir Örgütü lideri Hadi El Amiri ve Irak İslami Fazilet Partisi lideri Haşim Abdülhasan El Haşimi olarak ifade edilebilir. Başbakan Nuri El Maliki Irak’ın toprak bütünlüğünü vurgulamakta, merkeziyetçi devlet yapısını savunmakta ve özellikle ABD çekildikten sonraki dönemde merkezileşme eğilimi göstermektedir. İbrahim El Caferi’nin de söylemleri arasında Irak’ın toprak bütünlüğü vurgusu öne çıkmaktadır. Eyad Allavi federal yapıya sıcak bakmakta ve Kürtlere yakın bir çizgide hareket etmektedir. Mukteda El Sadr ilk etapta Irak’ın üniter bir devlet yapısına sahip olması gerektiğini savunmuş, federatif yapıya ve kuzeyde özerk bir bölgenin varlığına muhalefet etmiştir. Sadr, daha sonra Kürt Yönetimiyle diyaloga girmiş, Irak’ın toprak bütünlüğünü müdafaa etmeye devam etmekle birlikte kuzeydeki özerk yönetimi kabullenmeye başlamıştır. Irak’ın güneyindeki Şii bölgelerinden destek alan Ammar El Hekim başkanlığındaki Irak Yüksek İslam Konseyi ise kuzeyde Kürtlerin elde ettiği özerkliğe karşılık Şiilerin de güneyde aynı statüye sahip olması gerektiğini öne sürmektedir. Iraklı Şiilerin işgal döneminden itibaren İran’la yoğun bir etkileşime girdiği gözlemlenmektedir. Şiilerin devlet idaresinde etkinliği arttıkça, İran’ın da Irak siyaseti, ekonomisi ve dış politikası üzerindeki tesirinin güçlendiği müşahede edilmiştir. Iraklı Şiilerin, İran Şiiliği ile aralarındaki farklılıklara ve Arap milliyetçiliğine rağmen genel olarak Tahran’ın nüfuzuna olumlu baktığı değerlendirilmektedir. Şii Arap aktörler arasında sadece Irak Uzlaşı Hareketi ve El Irakiye İttifakı lideri Eyad Allavi’nin İran’ın ülkedeki artan nüfuzuna muhalefet ettiği görülmektedir. Nüfusu 6-7 milyon civarında olan Iraklı Sünni Araplar Şiilere göre azınlıkta olmakla birlikte, Osmanlı döneminden beri orduda, bürokraside ve eğitimde görev almış, Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra ülkedeki en etkili aktör olmuştur. Saddam döneminde Sünni Arap azınlık Baas Partisi kadrolarında yer almış, Şii çoğunluklu Irak’ta yönetici unsur olma niteliğini sürdürmüştür. 324 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Sünni Araplar Irak’ın işgali ile Baas iktidarının devrilmesi neticesinde Irak siyasetindeki etkinliklerini yitirmiş, Şiilerin sayısal üstünlüğü karşısında zayıf konuma düşmüştür. Eski gücünü yitiren Sünni Araplar arasından işgale karşı silahlı direnişçi unsurlar çıkmış, Sünni Araplar ABD güdümünde tasarlanan yeni Irak siyasetine ilk etapta mesafeli kalmıştır. Sünni Araplar arasında öne çıkan aktörler; Ulusal Irak Topluluğu Genel Sekreteri ve Irak Parlamentosu Başkanı Usame El Nuceyfi, Irak Ulusal Diyalog Cephesi Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Salih El Mutlak, Cumhurbaşkanı Eski Yardımcısı ve Tecdid Kitlesi lideri Tarık El Haşimi ve Müstakbel Hareketi lideri Rafi El İsavi olarak ifade edilebilir. Iraklı Sünni Araplarda aşiret liderleri de temsil niteliğine sahiptir. Öne çıkan aşiretler Düleym, Şammar, El Ubeyd ve El Cubur olarak sıralanabilir. Sünni Arapların desteklediği siyasi aktörler işgal sonrası dönemde genel olarak Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapmaktadır. Sünni Arapların desteklediği siyasi aktörlerin işgal döneminden itibaren Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’le etkileşime girdiği görülmektedir. Sünni Araplar, işgal döneminde Sünnileri hedef alan Şii militan grupları destekleyen İran’ın ülkede artan nüfuzundan rahatsızdır. Nüfusu 5-6 milyon civarında olan Kürtler, 1990’lı yıllarda BM Güvenlik Konseyi kararı ile Irak’ın kuzeyinde başlatılan uçuşa yasak bölge uygulaması sayesinde ülkenin kuzeyinde fiili bir özerkliğe sahipti. Kürtlerin kuzeydeki fiili özerkliği, işgalin ardından yeni anayasa ile Irak’ta kurulan federal yapı içinde hukuki zemin kazanmıştır. Kuzeyde (Erbil, Dohuk ve Süleymaniye) sınırları yeni anayasa ile teminat altına alınmış özerk bir bölge elde eden Kürtler aynı zamanda yasal statüde silahlı kuvvetlere de sahip olmuştur. 1990’lı yıllarda birbiriyle savaşan Kürt unsurlar böylece işgal dönemiyle birlikte bir bütün halinde kuzeyde federe bir yönetim altında toplanmış, Irak’ta Şii Araplardan sonra en etkili unsur haline gelmiştir. Kürtler, işgal öncesinde ve döneminde ABD ile yakın işbirliği içine girmiş, kurulan yeni devlette cumhurbaşkanlığı, dışişleri bakanlığı ve genelkurmay başkanlığı gibi önemli konumlara gelmiştir. Kürtçe yeni anayasada Arapça’nın 325 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ardından Irak’ın ikinci resmi dili olarak kabul edilmiş, Irak’ta yer altı kaynaklarından elde edilen gelirin %17’si Kürtlere tahsis edilmiştir. Kürtler bununla birlikte işgal döneminde petrol rezervleri açısından oldukça zengin olan Kerkük’e Kürt göçünü teşvik ederek bu kentin nüfus yapısını değiştirmeye teşebbüs etmiştir. Kürtler Kerkük’ün demografik yapısını değiştirmek suretiyle bu kenti ele geçirmeye, böylece Irak petrollerinin yaklaşık %40’ını kontrol etmeye çalışmaktadır. Irak Kürtleri içinde öne çıkan siyasi aktörler Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Parti (KDP), Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), Noşirvan Mustafa liderliğindeki Değişim Hareketi (GORAN), Muhammed Farac liderliğindeki Kürdistan İslam Birliği ve Ali Bapir liderliğindeki Kürdistan İslami Cemaati olarak ifade edilebilir. Kuzey Irak siyasetinde muhalefette bulunan Kürdistan İslam Birliği, Kürdistan İslami Cemaati ve 2009’da KYB’den ayrılan GORAN giderek güçlenmektedir. Türkiye işgal döneminden itibaren Irak’ın kuzeyinde ekonomik nüfuzunu artırırken, İran’ın Irak’ın geneli üzerindeki artan siyasi etkisi bu bölgede de hissedilmektedir. İsrail’in ise çeşitli yollardan ülkenin kuzeyinde etkili olduğu ve Iraklı Kürtlerle yakın ilişkiler tesis ettiği gözlemlenmektedir. Iraklı Kürtleri temsil eden siyasi aktörler uluslararası düzeyde Bağdat’tan bağımsız hareket etmeye çalışmaktadır. KDP Türkiye ile ilişkiler üzerinden, KYB ise İran çizgisinde bir bölgesel vizyon geliştirmiştir. Irak’taki üçüncü temel unsur konumundaki Türkmenler 2.5-3 milyon civarındadır.4 Türkmenler, Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Karatepe, Hanekin, Mendeli ve Bağdat’ın güneydoğusunda bulunan Bedre’ye kadar uzanan şerit üzerinde dağınık biçimde ikamet etmektedir. Irak’taki tartışmalı bölgeler ve güvenlik bakımından sorunlu olan bölgelerin 4 Irak makamları uzun süredir nüfus sayımı yapılmadığı için diğer etnik unsurların nüfusu ile ilgili olduğu gibi Türkmenlerin nüfusu ile ilgili de net bir rakam vermemektedir. Özellikle işgal döneminden sonra Türkmenlerin nüfusuna ilişkin farklı tahminlerde bulunulmakta, farklı makam ve kuruluşlar muhtelif rakamlar vermektedir. 326 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak çoğunluğu Türkmen bölgeleridir. Bu nedenle ABD’nin çekilmesinden sonra Irak’ta yaşanan siyasi anlaşmazlık ve güvenlik sorunlarından en çok Türkmen bölgeleri zarar görmektedir. Özellikle son dönemde Türkmen bölgelerinde şiddet eylemlerinin arttığı gözlemlenmektedir. İşgal sürecinde Iraklı muhalif grupların toplantılarına katılsalar da Türkmenlerin ülkedeki gelişmelere hazırlıksız olduğu ve etkili bir siyasi teşkilat geliştiremediği görülmektedir. Etkili bir Türkmen siyasi teşkilatının olmaması ve uluslararası kamuoyundan destek alınamaması Irak siyasetinde Türkmenlerin etkisini zayıf kılmaktadır. Türkmenler, ABD işgalinden bu yana hem Irak’taki siyasi dengelerden uzaklaştırılmakta hem de kendi içlerinde önemli sorunlar yaşamaktadır. Türkmenler ekonomik ve askeri açıdan da zayıf konumdadır. Irak Türkmen Cephesi’ne (ITC) bağlı ve işgalden önce kurulmuş olan güvenlik gücünün feshedilmesi bu nedenle yanlış bir adım olarak değerlendirilebilir. 1. ABD’nin Çekilmesinden Önce Irak Irak’ta Mart 2003 döneminden ABD’nin çekildiği Aralık 2011 dönemine kadar toplam 8 yıl 9 ay süren işgal sürecinde ve sonrasında dâhili şiddet dinmemiştir. İşgalin başladığı Mart 2003 tarihinden bugüne 100 binlerce Irak vatandaşı hayatını kaybetmiş, milyonlarca vatandaş yurtiçinde ikamet değiştirmek veya yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır.5 İşgalle birlikte Irak’ta ordu ve kolluk kuvvetleri er-subay ve rütbe ayrımı yapılmadan lağvedilmiş, ancak asayiş sağlanamamış ve ülke genelinde güvenlik boşluğu ortaya çıkmıştır. Bu dönemde dış aktörlerin desteğiyle kurulan veya takviye edilen silahlı grupların eylemleri ülkedeki şiddet ortamının sona ermesini engellemiştir. Ebu Gureyb hapishanesindeki hadiseler ve Amerikan askerlerinin masum sivillere zarar veren uygulamaları Irak’ta ve uluslararası kamuoyunda işgalin sorgulanmasına neden olmuş, ABD karşıtlığını artırmıştır. İşgal döneminde toplumun özellikle tıp, fizik, kimya, nükleer enerji ve petrol alanlarında yükseköğrenim 5 Irak’ta Mart 2003 tarihinden bugüne meydana gelen can kayıpları ile ilgili farklı makam ve kuruluşların açıkladığı muhtelif rakamlar bulunmaktadır. Bu nedenle işgalin başladığı günden bugüne kadar geçen sürede hayatını kaybeden insan sayısına ilişkin net bir rakam tespit etmek oldukça zordur. 327 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye görmüş kesimlerini hedef alan tehditler ve seri suikastlar ise Irak’tan dışarıya doğru yoğun bir beyin göçüne neden olmuştur. Bu dönemde Irak ekonomisi büyük zarar görmüş, ülkede petrol dışındaki en önemli sektör olan tarımda üretim durma noktasına gelmiş, böylece dışa bağımlılık belirgin biçimde artmıştır. Ülke genelindeki fakirlik ciddi ölçüde artmış, daha önce %30 düzeyinde olan işsizlik oranı 2003-2009 döneminde %50’nin üzerinde seyretmiştir. İşgalle birlikte “Baassızlaştırma” hedefi doğrultusunda Baas Partisi’ne mensup tüm bürokratlar ile öğretmen ve doktorlar da dâhil diğer kamu çalışanları işten çıkarılmıştır. Yıllarca devam eden yaptırımlara ilave olarak işgalin başlattığı şiddet ortamı ve yükseköğrenim görmüş kitlenin (doktor, akademisyen, mühendis) hedef alınması neticesinde kamu kurumları ve kamu hizmeti altyapısı tahrip olmuştur. Yükseköğrenim görmüş kitlenin seri suikastlarla öldürülmesi veya ülkeyi terk etmek zorunda kalması, Irak’ta devletin özellikle eğitim ve sağlık alanında sağladığı hizmeti çarpıcı biçimde zayıflatmış, telafisi zor bir eksiklik meydana getirmiştir. Irak’ta elektrik enerjisinin arzında da önemli sıkıntılar yaşanmıştır. İşgal döneminde ülke genelindeki elektrik ihtiyacının ancak yarısını karşılayabilen Irak, başta İran olmak üzere komşu ülkelerden elektrik enerjisi ithal etmeye, arz ve dağıtım alanında yabancı şirketlerle anlaşmalar yapmaya başlamıştır. Irak’ta yeniden yapılanma döneminde idari yolsuzlukların oldukça yaygınlaştığı değerlendirilmektedir. Yaygınlaşan yolsuzluklar altyapı çalışmalarında mesafe alınmasını engellemiş, elektrik, su, sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetlerinin halka ulaştırılması noktasında ciddi eksikliklere yol açmıştır. Bütçeden altyapı inşaatları için tahsis edilen kaynaklarla sahada gerçekleştirilen projelerin değeri arasında çoğu zaman ciddi çelişkilere rastlanmıştır. Irak’ta özellikle petrol gelirlerinin dağıtımında büyük oranda yolsuzluk yapıldığı tahmin edilmektedir. Artan petrol gelirlerinin Irak’ın kalkınmasına ve halkın refahına oldukça sınırlı düzeyde katkı sağladığı, toplumda dengesiz bir zenginleşme olduğu ve bir kesim zenginleşirken diğer kesimlerin fakirleştiği gözlenmiştir. Irak’ta 1972’te enerji sektörünün kamulaştırılmasıyla ülkeyi terk etmek zorunda kalan Exxon Mobil, Chevron, BP, Total ve Shell gibi Batılı petrol devleri işgalle birlikte Irak’a geri dönmüştür. Bu dönemde ülkedeki petrol yatak328 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak larında araştırma ve üretim yapan şirket sayısı hızlı biçimde artmış, Irak enerji sektörüne Amerikalı, Avrupalı ve Rus şirketlerin yanı sıra Çin, Hindistan, Malezya, Güney Kore ve Türkiye’den de şirketler dâhil olmuştur. İşgali müteakip Irak enerji sektöründen en büyük payı ise Amerikan, İngiliz ve Fransız şirketleri almıştır. Irak enerji sektöründe 2003 sonrasındaki hareketlilikle birlikte petrol üretimi ve ihracatı artmış, petrolden elde edilen gelir milli gelirin yaklaşık %90’ına tekabül etmeye başlamıştır. Ancak petrol gelirlerindeki bu artış, Irak toplumunun refahına oldukça sınırlı düzeyde katkı sağlamıştır. Iraklılardan ziyade kendi ülkelerinden getirdikleri vasıflı işçileri istihdam eden yabancı şirketlerin petrol sektöründeki yatırımları Irak’taki işsizliğin azalmasına hizmet etmemiştir. Irak’ta işgalin yol açtığı güvensizlik ortamı, ekonomik problemler ve petrol sektöründeki dışa bağımlı hareketliliğe nazaran siyasi alandaki yapılanma süreci yeni sorunlar doğurmakla birlikte nispeten daha istikrarlı gelişmiştir. İşgal kuvvetleri, Irak’ta devrilen Baas rejimi yerine ülkeyi geçici olarak yönetmek ve yeniden yapılanma sürecini koordine etmek üzere ilk etapta çok uluslu Geçici Koalisyon İdaresi’ni kurmuştur. ABD’nin Irak’a atadığı sivil yönetici Paul Bremer başkanlığında kurulan Geçici Koalisyon İdaresi, ülkenin yeniden yapılanması kapsamında oldukça geniş yetkilere sahip olmuştur. Geçici Koalisyon İdaresi’nin yönetiminde Irak’taki devlet yapısı ve güvenlik sistemi büyük ölçüde Şii Arapların denetimi altına girmiş, Kürtlere ülkenin kuzeyinde ve Kerkük’te serbestlik sağlanmıştır. İşgal döneminde Iraklılardan oluşan ilk temsili organ Geçici Koalisyon İdaresi’nin denetiminde hareket edecek şekilde 13 Temmuz 2003’te Irak Geçici Konseyi adı altında tesis edilmiştir. Irak Geçici Konseyi ülkedeki etnik ve mezhepsel dağılım esas alınarak 25 üyeli olarak tasarlanmış, Konsey’de 13 Şii, 5 Sünni, 5 Kürt, 1 Türkmen ve 1 Hıristiyan üye yer almıştır. Konsey’in çalışmaları ile devam eden yeniden yapılanma kapsamında 2004 yılında geçici anayasa, 2005 yılı içinde ise daimi anayasa referanduma sunulmuş ve iki adet parlamento seçimi gerçekleştirilmiştir. İşgal altındaki Irak’ta üçüncü parlamento seçimleri 2010 yılında yapılmıştır. 2005’teki iki parlamento seçiminde olduğu gibi 2009’daki yerel seçimler ve 2010’daki seçimlerde de Şii Arapların desteklediği siyasi ittifaklar seçimi kazanmıştır. 329 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Irak’ın geçici anayasası 9 Mart 2004 tarihinde ilan edilmiştir. Geçici anayasada, federatif yapı, Kerkük meselesi, seçim sistemi ve yerel yönetimlerin yetkileri konularında ve genel olarak azınlığın çoğunluk üzerindeki hâkimiyetinin engellenmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Geçici Irak anayasasına Şii-Sünni Araplar, Türkmenler ve Süryaniler tepki göstermiş, geçici anayasa 25 üyeli Irak Geçici Konseyi’nin 13 üyesinin çekincesiyle onaylanmıştır.6 Geçici anayasanın ardından, özellikle Şii Arapların çekince koyduğu konularda değişiklikler yapılarak daimi anayasa hazırlanmış ve 15 Ekim 2005’te referanduma sunulmuştur. Irak Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu yetkilileri, 18 eyaletten alınan sonuçlara göre anayasanın onaylandığını beyan etmiştir. Sünni Arapların ve Türkmenlerin çoğunluğunun “hayır” oyu kullandığı referandumda katılım oranı %63 düzeyinde gerçekleşmiş, anayasa toplamda %21 “hayır”, %78 “evet” oyu ile kabul edilmiştir.7 Irak yeni anayasanın kabulü ile federal devlet yapısı kazanmış, kuzeyde kendine ait güvenlik gücü bulundurma hakkına sahip özerk bir Kürt bölgesi oluşturulmuştur. Irak devlet yapısının ve siyasetinin yeniden yapılandırıldığı, çok partili demokratik seçimlerin yapıldığı bu dönemde Şii Araplar merkezi hükümette, Kürtler ise kuzeyde baskın unsur haline gelmiştir. 2005 yılı Ocak ayındaki ilk parlamento seçimlerini protesto eden Sünni Araplar ise Irak siyasetinde marjinal konuma düşmüştür. Böylece Şii Araplar ve Kürtlerin etkili olduğu ve Sünni Arapların büyük ölçüde dışlandığı bir Irak siyaseti ortaya çıkmıştır. Daimi anayasa, ABD’nin güdümünde Şii Araplar ve Kürtlerin menfaatleri ön planda tutularak hazırlanmış, Irak halkının bütününe hitap eden toplumsal bir sözleşme hüviyeti kazanamamıştır. Yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle ve federal devlet yapısına geçişle Bağdat merkezi yönetimi ile bölgesel ve yerel yönetimler arasında anlaşmazlıklar çıkmış, petrol gelirlerinin paylaşımı ve ihtilaflı bölgeler konusu Irak siyasetini meşgul etmeye başlamıştır. Irak Anayasası incelendiğinde ön plana çıkan ilk ihtilaflı konu 4. madde ile 6 Cüneyt Mengü, “İşgal Sonrası Irak’ın Yapılanmasına Dair Tasarılar,” KÖKSAV, Erişim: 27Aralık 2012, http://www.koksav.org.tr/ebulten/nisan2008/080429_hk_cmengu.html. 7 İlan Necah El-İstifta Ala El-Dustur El-Iraky [Irak Anayasası Üzerindeki Referandumun Başarılı Olduğu İlan Edildi], Erişim: 20 Ocak 2013, http://www.alwasatnews.com/1146/news/ read/500479/1.html. 330 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak ilgilidir. 4. maddenin 1. fıkrasına göre Arapça ve Kürtçe Irak Cumhuriyeti’nin resmi dilleridir. Türkmenlerin Irak’ın üçüncü kurucu unsuru olmasına rağmen Türkmence bu maddeye dâhil edilmemiştir.8 Federal makamların görev alanlarını düzenleyen 109. madde Irak’ta anlaşmazlık doğurmaktadır. 109. maddeye göre federal makamlar Irak’ın birliğini, bütünlüğünü, bağımsızlığını, egemenliğini ve demokratik federal düzenini korur. Bu maddedeki yetki alanına ilişkin belirsizlik, Bağdat’taki merkezi hükümetle Kuzey Irak Yönetimi’nin görev ve yetki alanlarının taksiminde sorunlar doğurmaktadır. Anayasada petrol ve doğalgaz satışını ve gelirini düzenleyen 111. ve 112. maddelerle federal makamların görev alanı dışında kalan yetkileri düzenleyen 115. madde Bağdat’la Erbil arasında uyuşmazlık sebebidir. Bağdat, ülkede çıkarılan petrol ve doğalgazın tüm Iraklılara ait olduğunu ifade eden 111. maddeye dayanarak merkezi hükümetin izni olmadan yapılan anlaşmalarının geçersiz olduğunu beyan etmektedir. 112. madde ise federal hükümetin petrol ve doğalgaz kaynaklarını bölgesel hükümet ve valiliklerle birlikte yönetmesi gerektiğini ifade etmektedir. 115. maddede ise federal otoritenin görev alanı içerisinde sayılmayan bütün yetkiler bölgelere ve bir bölgeye dâhil olmayan vilayetlere verilmiş, anlaşmazlık halinde bölge ve vilayet yasalarının geçerli olduğu belirtilmiştir. Erbil, 115. maddeye dayanarak Kuzey Irak bölgesine özel petrol yasası çıkarmıştır.9 Irak’ta yeni anayasanın, merkezi yönetim ile bölgesel ve yerel yönetimler arasındaki enerji gelirlerinin paylaşımına ilişkin anlaşmazlıklarla birlikte ortaya çıkardığı diğer bir temel problem ihtilaflı bölgelerdir. Anayasanın 140. maddesinde düzenlenen ihtilaflı bölgeler başta Kerkük olmak üzere Musul, Selahattin ve Diyale vilayetine bağlı bölgeleri kapsamaktadır. Irak Kürtleri, bu bölgelere Kuzey Irak Yönetiminden koparılan bölgeler nazarıyla bakmaktadır. Ancak nüfus yapısına bakıldığında bu bölgelerde Türkmenlerin yoğun biçimde yerleşik olduğu görülmektedir. 8 Ancak anayasada Irak halkının, mevcut eğitim kuralları çerçevesinde devlet okullarında çocuklarına Türkmence, Asurice ve Ermenice gibi anadillerde eğitim yapma hakları güvence altına alınmıştır. Türkmenlerin yoğun olduğu yerlerde, Türkmence eğitim dili olabileceği gibi kamu kurumlarında da kullanılabilecektir. 9 İlgili madde için bkz: Irak Anayasası, Erişim: 20 Aralık 2012, http://parliament.iq/Ira-qi_ Council_of_Representatives.php?name=singal9asdasdas9dasda8w9wervw8vw854wvw5w 0v98457475v38937456. 331 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Zengin petrol yataklarına sahip ve Irak’ta Türkmenlerin en yoğun yaşadığı kentlerden biri olan Kerkük, işgal dönemindeki gelişmelerden dolayı ihtilaflı bölgeler arasında öne çıkmaktadır. Kuzey Irak Yönetimi, Kerkük üzerinde hak iddia etmekte, kentteki mülki idareye hâkim olmaya ve nüfus dengesini Kürtler lehine değiştirmeye çalışmaktadır. Saddam döneminde Kerkük’e getirilen Arap nüfusun şehirden çıkarılmasını talep eden Kürtler, Kerkük’ün Kuzey Irak’a bağlanmasıyla birlikte Irak petrollerinin %40’ını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. ABD desteği, ülkedeki güç boşluğu ve zayıf merkezi hükümet Kuzey Irak Kürt Yönetiminin işgal döneminde Kerkük’e yönelik izlediği bu strateji doğrultusunda hareket etmesine imkân tanımıştır. Şekil 2: Vilayetlere Göre İhtilaflı Bölgeler Nitekim Irak’ın işgaliyle birlikte Kürtler, şehre girerek tapu ve nüfus kayıtlarının tutulduğu önemli devlet dairelerini yağmalamış, demografik yapıyı değiştirmek amacıyla kuzeyden kademe kademe getirilen 700 bin civarındaki Kürt nüfusu kente yerleştirmiştir. Kerkük’ün 2003 öncesinde 850 bin civarında olan nüfusu böylece bugün yaklaşık 1,5 milyona yükselmiş durumdadır. 332 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Kerkük’ün mevcut nüfus yapısı dikkate alındığında, Kütlerin kentteki nüfusun %50’den fazlasını oluşturduğu tahmin edilmektedir. 2003 Nisan ayından itibaren Kürtlerin Kerkük’teki devlet dairelerinde ve güvenlik güçlerinde en etkili unsur olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim Kerkük, Kürt siyasetçiler arasında da rekabete neden olmuş, hangi Kürt partisinin Kerkük’ü kontrol edeceği konusu Kürt iç siyasetine etki etmiştir. Kürtler, Kerkük’ü kuzeydeki Kürt Yönetimine bağla- maya çalışsa da, bölgesel konjonktür ve kentin toplumsal ve kültürel yapısı buna müsaade etmemiştir. Nitekim Kerkük sadece Kürtler için değil Irak’ta bulunan diğer unsurlar için de önemli bir şehirdir. Kerkük’te yerlerinden edilmiş olan Türkmen nüfus, şehirdeki mevcudiyetini kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle Kürtler ve Türkmenler arasında gerginlik devam etmektedir. Ancak Kürtler, her mahfilde Kerkük’ün bir Kürt kenti olduğunu iddia etmekte, bu doğrultuda hareket etmeye devam etmektedir. Bilhassa Barzani ve Talabani, Kuzey Irak kamuoyunda bu söylemi canlı tutarak Kerkük meselesini Kürt halkının milli mücadelesi haline dönüştürmeye çalışmaktadır. Kürt Yönetiminin bu tutumu kentte rahatsızlık ve istikrarsızlık doğurmakta, etnik gerilime sebep olmaktadır. Kerkük artık hem bölgesel hem de uluslararası bir me- sele haline gelmiştir. Bu nedenle Kerkük, Kürtlerin gerek Irak’taki diğer unsurlarla (Araplar ve Türkmenler) gerekse diğer devletlerle (Türkiye ve ABD) ilişkilerinde belirleyici bir faktördür.10 Türkiye yakın zamana kadar Kerkük meselesini Irak’taki “kırmızı çizgisi” olarak görmüştür. Bu nedenle Kerkük’ün Türkiye, Irak Kürtleri ve Türkmenler arasında önemli bir mesele olarak kalmaya devam edeceği değerlendirilmektedir. Irak 7 Mart 2010 tarihindeki üçüncü parlamento seçimlerine, federal yapıda ortaya çıkan yetki alanları, petrol gelirlerinin paylaşımı ve ihtilaflı bölgeler üzerindeki anlaşmazlıklar ve etnik/mezhepsel unsurlar arasında devam eden güç mücadelesi gölgesinde girmiştir. Irak nüfusunun 2010 yılına ait verilere göre 32 milyon 300 bine yükseldiği dikkate alınarak 7 Mart seçimlerinde meclisteki milletvekili sayısı 275’ten 325‘e yükseltilmiştir. Katılım oranının %63 10 Aram Rafaat, “Kirkuk: The Central Issue of Kurdish Politics and Iraq’s Knotty Problem”, Journal of Muslim Minority Affairs, 28 2 (2008): 253-254. 333 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye düzeyinde gerçekleştiği seçimlerde partilerden ziyade partilerin oluşturduğu ittifaklar yarışmıştır. Mart seçimleri 2005 yılında yapılan iki seçimden farklı bir şekilde gerçekleşmiştir. 2005 yılının Ocak ve Aralık ayında düzenlenen seçimler “kapalı liste” sistemiyle gerçekleşmişti. 7 Mart seçimlerinde “açık liste” sistemi kullanılmış ve daha şeffaf bir seçim gerçekleşmiştir. Kapalı listede seçmenler sadece istedikleri partinin listesine oy verirken açık listede ise seçmenler istedikleri adaya oy verme imkânına kavuşmuştur. Bu durumu Araplar ve Türkmenler desteklemiş, ancak Kürtler önceki seçimlerdeki gibi büyük bir kitleyle meclise girememe ihtimalinden dolayı açık liste sistemine karşı çıkmıştır. Kerkük meselesi 7 Mart seçimlerinde anlaşmazlık doğurmuş, kentte dikkate alınacak seçmen kütükleri konusu üzerinde bir mutabakat geliştirilememiştir. Seçimlerde Türkmenler ve Arapların Kerkük’teki oylamada 2004 ve 2005 yıllarına ait seçmen kütüklerinin esas alınması yönündeki talepleri kabul edilmemiştir. Buna karşılık, Kürtlerin 2003 yılından beri Kerkük’e yerleştirdikleri Kürt nüfusun Irak Yüksek Seçim Kurulu’nca 2010 seçmen kütüğüne kaydedilmiş olması rahatsızlık meydana getirmiştir. 7 Mart seçimlerinin ardından Irak’ta siyasi taraflar arasındaki çekişme ve güç mücadelesi nedeniyle yeni hükümetin kurulması on ay sürmüştür. Bu süre neticesinde Bağdat hükümeti, 21 Aralık 2010 tarihinde Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin girişimiyle Erbil Konferansı Anlaşması adı altında uzlaşmaya varıldığını açıklamıştır. Uzlaşma, Irak’ı büyük ölçüde temsil eden dört siyasi ittifak -Şii ağırlıklı Hukuk Devleti İttifakı, Şii ağırlıklı Irak Ulusal İttifakı, Şii ağırlıklı ve Türkmenleri de içeren El Irakiye İttifakı ve Kürt Listesi- arasında gerçekleşmiştir. Uzlaşmanın ardından merkezi hükümet Hukuk Devleti İttifakı lideri Nuri El Maliki başkanlığında kurulmuş ve Maliki ikinci kez başbakan olmuştur. Şii Araplar böylece 2003 sonrasında fiilen başlayan ve 2005 yılındaki seçimlerle hukuki zemin kazanan iktidarlarını korumaya devam etmiştir. Irak; 1968’den beri iktidarda bulunan Baas Partisi ve 1979’dan beri iktidarda bulunan Saddam Hüseyin’in devrilmesi, Şii Arapların devlet kademelerin334 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak de, güvenlik güçlerinde ve merkezi hükümette baskın unsur haline gelmesiyle İran’ın etki alanına girmeye başlamıştır. Ordu ve polisin lağvedildiği, kamu kurumlarının işlemez hale geldiği ülkede ortaya çıkan güç boşluğunu büyük ölçüde İran’ın doldurmaya çalıştığı gözlemlenmiştir. ABD işgaliyle birlikte Irak’ın iç siyaseti, ekonomisi ve dış politikası üzerindeki nüfuzu belirginleşen İran’ın Orta Doğu’da bölgesel bir güç olma potansiyeli artmıştır. Irak’ta Eyad Allavi dışında Şii Araplar arasında öne çıkan siyasi aktörler ülkedeki İran nüfuzuna olumlu yaklaşmaktadır. Geçmişte belirli dönemlerde İran’da yaşamış olan Başbakan Nuri El Maliki, Sadr Akımı lideri Mukteda Es Sadr ve Ammar El Hekim, Tahran’la güçlü ilişkilere sahip Şii liderlerdir. İran, Şii Araplar üzerindeki etkisini kullanarak Irak iç siyasetini yönlendirebilmekte, belirli siyasi partilere finansal destek sağlamak suretiyle seçimlerin sonucunu etkileyebilmektedir. İranlı karar mercileri, Irak iç siyasetinde arabuluculuk girişimlerinde bulunmakta, özellikle Şii Araplar arasındaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında devreye girebilmektedir. İran’ın Kuzey Irak Yönetimi üzerinde de siyasi nüfuz sahibi olduğu, özellikle KYB ve GORAN üzerinden Kürt iç siyasetini etkileyebildiği gözlemlenmektedir. 2003 sonrasında İran’ın Irak ekonomisi üzerinde etkinliğini artırdığı görülmektedir. İki ülke bu dönemde çok sayıda ekonomik işbirliği anlaşması imzalamış, İran Irak’taki yeniden yapılanma sürecinde önemli rol oynamıştır. 2005 yılında serbest ticaret anlaşması imzalayan iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2003’ten 2013 yılına kadar yaklaşık 10 kat artarak 12 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. İki ülke 2008 yılında Vasıt, Maysan ve Süleymaniye’de 3 serbest bölge oluşturmayı kararlaştırmıştır. 2003 sonrası dönemde İranlı girişimciler Necef ve Kerbela’daki kutsal mekânların turizm potansiyelini değerlendirmek için Irak’ta otelcilik alanında önemli yatırımlar gerçekleştirmiştir.11 İranlı bankalar 2010’da Irak finans sektörüne girmiş ve gerek Merkez Bankasından gerekse piyasalardan İran’a dolar transfer etmeye başlamıştır. İran, Irak’taki finans yatırımları vasıtasıyla nükleer programından dolayı maruz kaldığı yaptırımları fiilen devre dışı bırakmaya çalışmaktadır. İran, Irak’a doğalgaz, elektrik enerjisi 11 Telat Bunuk İraniya Tumarıs Fil-Irak [Üç İran Bankası Irak’ta İş Görüyor], Erişim: 30 Aralık 2012, http://www.alnajafnews.net/najafnews/news.php?action=fullnews&id=70416. 335 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ve petrol ürünleri ihraç etmektedir ve Irak’ta çeşitli alanlarda projeler gerçekleştiren İranlı şirket sayısı istikrarlı biçimde artmaktadır. İran, son dönemde ise Irak’ın güneyindeki enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmaya başlamıştır. İran’ın nüfuzu, Irak’ın dış politikasına da yansımıştır. 2003 sonrası dönemde Bağdat’ın, İran’ın Irak üzerindeki etkisinden rahatsız olan Körfez ülkeleriyle ilişkileri sınırlı düzeyde kalmıştır. Irak’ın Suriye krizindeki tutumu süreç içinde giderek İran çizgisine yaklaşmıştır. Suriye krizine yaklaşımını ilk etapta bu ülkedeki Iraklı mültecilerin güvenliğini göz önünde bulundurarak belirleyen Maliki hükümeti, halkın taleplerinin dikkate alınması gerektiğini beyan etmekle birlikte olası bir dış müdahaleye karşı çıkmıştır. Ancak Suriye’deki mültecilerin büyük ölçüde Irak’a geri dönmesine rağmen, Maliki iktidarı Esed rejimini dolaylı biçimde desteklemeye başlamıştır. Irak, Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya aldığı kararda çekimser kalmış, Suriye’ye karşı başlatılan ekonomik yaptırım kararlarına muhalefet etmiş ve İran’dan Suriye’ye silah sevkiyatına hava sahasını açmıştır. Son dönemde ise Irak’taki Şii silahlı grupların Özgür Suriye Ordusu’na karşı savaşmak üzere Suriye’ye geçtiği basına yansımıştır.12 İşgalle birlikte Baas rejiminin devrilmesi Tahran yönetiminin Irak’ın iç siyaseti, ekonomisi ve dış politikası üzerindeki etkisini artırmasına imkân tanırken Orta Doğu’daki güç dengelerinin İran lehine değişmesine hizmet etmiştir. Baas Partisi’nin denetimindeki Irak ordusunun dağıtılması İran’ın bölgede askeri açıdan serbest hareket etmesine zemin hazırlamıştır. Saddam’ın devrilmesi, bölgede İran’ı dengelemeye çalışan önemli bir aktörü devre dışı bırakmış, Tahran’ın Şiilik üzerinden yayılmacı politikalar izlemesine elverişli şartlar meydana getirmiştir. Nitekim 2003 sonrasında Irak’ta Şii Arapların etkili olduğu bir devlet yapısı ortaya çıkmış, İran, Tahran-Bağdat-Şam-Hizbullah hattında tesis etmeye çalıştığı Şii hilali projesinde mesafe almıştır. İran bu kapsamda Irak’ta Şii Araplar, Suriye’de Nusayri azınlık ve Lübnan’da Hizbullah üzerindeki tesirini artırmaya başlamış, Orta Doğu’da Türkiye’nin güneyi boyunca uzanan bir etki alanına sahip olmuştur. 12 “İran, Suriye’ye Irak Üzerinden Silah ve Asker Göndermiş,” Zaman, 21 Eylül 2012. Erişim: 6 Mart 2013, http://www.zaman.com.tr/dunya_iran-suriyeye-irak-uzerinden-silah-ve- asker-gondermis_1348161.html. 336 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak İran’ın bölgesel bir güç olarak öne çıkmasına imkân tanıyan Irak işgali, aynı zamanda İsrail’in menfaatlerine hizmet eden bir Orta Doğu jeopolitiği ortaya çıkarmıştır. İsrail’in kendi güvenliğine tehdit olarak gördüğü Saddam rejimi devrilmiş, Irak’ın İsrail’i yakın gelecekte tehdit edebilecek güçlü bir aktöre dönüşme ihtimali asgari seviyeye inmiştir. İşgal döneminde Musul-Hayfa petrol boru hattının açılması gündeme gelmiş, Tel Aviv Kerkük petrollerinin Ürdün üzerinden İsrail’e nakledilmesine olanak tanıyacak bu boru hattına işlerlik kazandırmaya yönelik projeler üzerinde durmaya başlamıştır. 2. Körfez Savaşı’yla birlikte İsrailli şirketlerin Irak pazarına girdiği, İsrail’in Iraklı Kürtlerle yakın ilişkiler geliştirdiği ve Peşmerge kuvvetlerine askeri eğitim sağladığı gözlenmiştir. 2. ABD’nin Çekilmesi Sonrasındaki Gelişmeler ABD-Irak arasında 17 Kasım 2008 tarihinde imzalanan “Güvenlik Antlaşması” (SOFA- Status of Forces Agreement) kapsamında Obama yönetimi, askeri güçlerinin 31 Aralık 2011 tarihine kadar tamamen Irak’tan çekilmesini taahhüt etmiştir.13 15 Aralık 2011 tarihinde de dönemin ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, başkent Bağdat’ta düzenlenen törenle Amerikan bayrağını indirerek askerlerin çekilmeye başladığını ve işgalin bittiğini açıklamıştır. ABD’nin çekilmesiyle Irak’ta kısa süre içinde siyasi istikrarsızlık emareleri baş göstermiş, Şiiler lehine değişen devlet yapısı ve güç dengeleri iktidardaki aktörlerin tutumuna yansımıştır. Sünni Arap azınlığın yönetimine son veren işgal dönemi, Şii Arap çoğunluğun desteklediği aktörlerde otoriterleşme temayülünü beslemiştir. ABD’nin çekilmesiyle, Maliki iktidarının merkeziyetçi ve otoriter eğilimi belirginleşmiş, Irak siyasetinde krizlere yol açmaya başlamıştır. İlk etapta Irak’ın Eski Başbakanı Şii asıllı laik politikacı Eyad Allavi liderliğindeki El Irakiye İttifakı, kendi bünyesindeki 82 milletvekilinin parlamento üyeliklerini askıya almış, bakanların da Bakanlar Kurulu toplantılarına katıl13 “İttifakiye El-Emniye Beynel-Irak Wel-Wilayet El-Muttahide El-Amrikiyye Bi Şain El- İnsihap,” [Irak ve Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Çekilme Antlaşması], Erişim: 25Ocak 2013,http://www.cabinet.iq/PageViewer.aspx?id=8. 337 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye maması yönünde karar almıştır.14 Aralık 2011’de Başbakan Maliki’nin emri üzerine Irak Cumhurbaşkanı Eski Yardımcısı Sünni Arap Tarık El Haşimi’ye gizli suikast timleri kurduğu gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır. Bu süreçte İstanbul’da ikamet etmeye başlayan Haşimi, 2012 yılının Mayıs ayında hakkında başlayan gıyaben yargılama sürecinin sonucunda idam cezasına çarptırılmıştır.15 Aralık 2012’de Sünni Maliye Bakanı Rafi İsavi’nin evine ve Bakanlık’taki ofisine Irak güvenlik güçlerince baskın yapılmıştır. Korumaları ve yardımcıları tutuklanan İsavi, baskının Sünni aktörleri sindirmeye yönelik siyasi amaçlı olduğunu beyan etmiş, ülkedeki diğer Sünni liderler de benzer açıklamalar yapmıştır. Baskın, Sünni Arapların yoğun olarak yaşadığı yerlerde gösterilerle protesto edilmiş, ülke genelinde siyasi krize dönüşmüştür. 2006’da iktidara geldikten sonra ilk etapta diğer Şii Arap liderleri zayıflatmaya çalışan Maliki’nin, ABD’nin çekilmesinin ardından özellikle Sünni aktörlere karşı “terörizm” ithamıyla baskı politikası başlattığı görülmektedir. Maliki’nin amacı, lideri olduğu Dava Partisi’ni diğer Şii siyasi parti ve gruplar arasında etkili konuma getirerek devletin tüm organlarına hâkim kılmaktır. Maliki bu hedefi Washington ve Tahran’ın desteğini alarak aşamalı bir şekilde gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 17 Aralık 2012 tarihinde sağlık durumunun kötüleşmesi nedeniyle Almanya’da tedavi görmeye başlayan Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, cumhurbaşkanlığı görevini muhtemelen artık yürütemeyecektir. Talabani’nin yerine vekâleten geçen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hudayr El Huzai ise Dava Partisi’nin önemli isimlerinden biridir. Dava Partisi böylece Irak’ta hem cumhurbaşkanlığı hem de başbakanlık görevini ele geçirmiş durumdadır. Parti’nin Irak’ın yeni Baas Partisi konumunu almaya başladığı görülmektedir. Başbakan Nuri El Maliki’nin ABD’nin çekilmesiyle temayüz eden 14 “El-Kaime El-Irakiye Tukarır Tarıd Sitte Men EL-Nuwabiha,” [El Irakiye Listesi Altı Milletvekilinin İhracını Tekrar Gündeme Getirdi], Erişim: 20 Ocak 2013, http://www.4newiraq. com/news/?sid=22458. 15 “Haşimi’ye İdam Kararı”, Habertürk, 22 Ocak 2013. Erişim 6 Mart 2013, http://www. haberturk.com/dunya/haber/774993-hasimiye-idam-karari 338 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak merkeziyetçi ve otoriter eğilimi Irak siyasetinde kısa süre içinde karşı ittifakların kurulmasına yol açmıştır. Irak siyasetinde öne çıkan diğer aktörler -Celal Talabani, Mesut Barzani, Usame El Nuceyfi, Eyad Allavi ve Mukteda Es Sadr- 28 Nisan 2012 tarihinde Erbil’de toplanmış, bu toplantı Maliki hükümetine verilen güvenoyunun çekilmesine yönelik bir süreç başlatmıştır. Maliki iktidarına sağlanan güvenoyunu çekmek maksadıyla toplanan 174 milletvekili imzası 4 Haziran 2012 tarihinde Cumhurbaşkanı Talabani’ye sunulmuştur. İmzaların tetkiki için Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla kurulan komisyonun çalışmaları sırasında 11 milletvekili imzasını geri çekmiş, komisyon 2 milletvekilinin imzasının ise askıya alınması talebinde bulunmuştur. Böylece Cumhurbaşkanı’nın iradesiyle kurulan komisyonun çalışmaları, 173 imzanın 160’a düşmesine dolayısıyla Maliki hükümetinden güvenoyu çekilmesi girişiminin başarısız olmasına neden olmuştur. Bu girişim, ABD’nin çekilmesi sonrasında otoriterleşme eğilimi gösteren Maliki’nin lideri olduğu hükümetin düşürülmesi için büyük bir kitlenin irade gösterebileceğini ve Irak siyasetindeki mevcut kırılganlığı göstermiştir. ABD’nin çekilmesinin ardından Bağdat merkezi yönetimi ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların, ülkede siyasi krizlere yol açtığı gözlemlenmiştir. Bağdat-Erbil arasında işgal döneminde de cari olan anlaşmazlıklar, ABD’nin çekilmesiyle Maliki iktidarını Kürt Yönetimiyle karşı karşıya getirmiştir. Bağdat-Erbil arasındaki siyasi krizlerin sebepleri iki başlık altında toplanabilir. Birinci başlık Maliki iktidarının belirginleşen merkezileşme eğilimine karşılık Kürt Yönetiminin müstakil hareket etme çabası ve Sünni Araplara yakınlaşması çerçevesindeki sebeplerdir. İkinci başlık ise anayasadaki farklı yorumlanabilen maddelerden kaynaklanan yetki alanlarındaki belirsizlik, ihtilaflı bölgeler ve petrol gelirlerinin paylaşımı gibi sebepleri kapsamaktadır. Kürtler, Maliki iktidarının merkezileşme doğrultusundaki iradesine karşılık merkezi hükümetten bağımsız hareket etmeye çalışmaktadır. İşgal döneminde ilk aşamada Şii Araplarla işbirliği geliştiren Kürtler, ABD’nin çekilmesinden sonra başlayan siyasi süreçte Sünni Arap aktörlere yakınlaşırken merkezi yönetimden uzaklaşmaya başlamıştır. Kürtlerin, Irak’taki dengeler değiştikçe Bağdat yönetiminden uzaklaşmaya başladığı görülmektedir. 339 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kürtler, 2003 yılından bu yana Irak’ta cumhurbaşkanlığı, başbakan yardımcılığı, dışişleri bakanlığı ve genelkurmay başkanlığı gibi önemli konumlara sahip olmuştur. Ancak 2003’ten 2013’e kadar geçen dönemde Kürtlerin merkezi hükümet üzerindeki etkisinin zayıfladığı, Irak devlet yapısında ve siyasetinde ilk etapta elde ettiği gücü yitirdiği gözlenmiştir. Ocak 2005’teki ilk parlamento seçimlerinde 75 milletvekili çıkaran Kürtler, Aralık 2005’teki seçimlerde 58 milletvekili, 2010 yılındaki seçimlerde ise parlamentodaki vekil sayısı artmasına rağmen 57 milletvekili çıkarabilmiştir. Kürtler, 2005 yılında Irak parlamentosunda ikinci büyük grubu temsil ederken, 2010 yılında dördüncü sıraya gerilemiş, parlamentodaki eski nüfuzunu kaybetmiştir. Kürtler, ABD çekildikten sonra Irak’taki değişen güç dengelerinde merkezi hükümette etkili olan Şii Araplara karşı Sünni Araplarla yakınlaşmaya çalışmaktadır. Kürtlerin bu tutumu ise Maliki iktidarının tepkisel hareket etmesine yol açmakta, Bağdat-Erbil hattında kriz doğurabilmektedir. Haşimi mesele si bu açıdan örnek teşkil etmektedir. Cumhurbaşkanı Eski Yardımcısı Tarık El Haşimi, hakkında tutuklama kararı çıktıktan sonra Kuzey Irak’a sığınmış, bu gelişme Bağdat-Erbil arasında gerilime yol açmıştır. Bağdat-Erbil ilişkilerinde yaşanan krizlerde ikinci grup sebepler anayasada farklı biçimlerde açıklanabilen maddelerden kaynaklanan yetki alanlarındaki belirsizlik, ihtilaflı bölgeler ve petrol gelirlerinin paylaşımı mevzuları ile ilgilidir. Irak Anayasasında bölgesel ve yerel yönetimlerin yetkilerini düzenleyen maddeler yeterince açık yazılmamıştır. Bağdat-Erbil arasında başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerde (Musul, Selahaddin ve Diyale) genel olarak yetki alanları anlaşmazlık konusudur. İhtilaflı bölgelerde güvenliği hangi aktörlerin sağlayacağı konusu belirsizliğini korumaktadır. Kuzey Irak’ın güvenliğinde yetkili olan Peşmerge güçlerine ayırılacak ödenek konusu da netleşmiş değildir. Peşmergelere Irak İçişleri Bakanlığı tarafından bütçe tahsis edilmesi meselesi Bağdat Erbil arasında uyuşmazlık sebebidir.16 İhtilaflı bölgelerin güvenliğinin sağlanması konusunda 2012 yılının Temmuz 16 Havrami:50 Şerike Ecnabiye Naftıyye Fi Kurdustan We Tehdidat Bağdat Fariğa, [Havrami: Kürdistan’da 50 Yabancı Petrol Şirketi Vardır, Bağdat’ın Tehdidi Geçersizdir], Erişim: 7 Şubat 2013, http://www.shafaaq.com/sh2/index.php/news/kurdistan-news/52444--50-.html. 340 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak ayında önemli bir gelişme yaşanmıştır. Başbakan Maliki, Silahlı Kuvvetler Komutanı sıfatıyla aldığı kararla Diyale bölgesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abdül Emir El Zeydi komutanlığında Dicle Operasyon Gücü’nü kurmuştur. Maliki, bu kararı Irak anayasasının 110. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen görevler kapsamında almıştır. Maliki’nin Dicle Operasyon Gücü’nü kurarak merkezi devletin ihtilaflı bölgeler olan Kerkük, Musul, Selahaddin ve Diyale vilayetlerinin güvenliğinin kontrol etmesini amaçladığı değerlendirilmektedir. Kuzey Irak Kürt Yönetimi, Maliki’nin kurduğu bu birliğin kendilerine karşı bir güç olduğunu dile getirmektedir. Maliki’nin hedefi Türkmenlerin ve Sünni Arapların oylarını kazanmak için 2013 yılı içinde yapılması planlanan yerel seçimlere ön hazırlık olarak da görülebilir. Kerkük’te Maliki’nin bu adımına Kürtlerden büyük tepki gelmiştir. Kürtlerin asıl kaygısı, Bağdat yönetiminin kurduğu bu güçler sebebiyle Kerkük’te kendilerinin etkisiz hale gelmesi ihtimalidir. Bağdat-Erbil arasındaki krizlerde Irak petrolünün satışı ve petrol gelirlerinin paylaşımı önemli bir yer tutmaktadır. Irak Anayasası’nın 111. maddesine göre Irak’ta bulunan petrol ve doğalgaz tüm bölge ve vilayetlerde yaşayan Irak halkının malıdır. Yine Irak Anayasası’nın 112. maddesinin 1. bendinde federal hükümetin mevcut yataklardan petrol ve doğalgaz çıkarma işlemini bölge hükümetleri ve vilayetlerle birlikte yapması gerektiği hükmü getirilmiştir. Bu nedenle Kürt Yönetiminin petrol anlaşmalarını anayasadaki hükümler uyarınca Bağdat ile birlikte yapması gerekmektedir. Kuzey Irak yönetimi, 2005 yılından bu yana yabancı şirketlerle petrol ve doğalgaz anlaşmaları yapmakta, ancak bu anlaşmalarla çıkarılan enerji kaynaklarından elde ettiği geliri tüm Iraklılarla paylaşmamaktadır. Kürt Yönetimi bu hareket tarzının anayasaya uygun olduğunu öne sürmektedir. Kuzey Irak’ın bu tutumu çerçevesinde bazı Türk şirketlerinin de Kürt Yönetimiyle anlaşmalar yaptığı, özellikle ülkenin kuzeyindeki enerji kaynaklarına ilgi gösterdiği görülmektedir. Kuzey Irak enerji kaynaklarının öneminin giderek artması, Bağdat-Erbil hattında anlaşmazlıklara neden olmaktadır. Petrol yüzünden Bağdat-Erbil arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar şu şekilde sıralanabilir: 341 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye • Kuzey Irak Yönetimi Bağdat’tan onay almadan ve bağımsız bir devlet gibi yabancı şirketlerle petrol anlaşması imzalamaktadır. • Bağdat-Erbil ilişkilerinde artan gerilim Maliki-Barzani arasında yeni bir güç mücadelesine dönüşmektedir. Bağdat-Erbil hattındaki gelişmelerin MalikiBarzani ekseninde kişiselleştiği görünmektedir. Dahası Barzani’nin Bağdat’ı, Maliki’nin ise Erbil’i kontrolü altına alma çabası iki yönetimin çatışmasına yol açmaktadır. • Irak’ın federal bir yapıya sahip olmasına rağmen Maliki, her geçen gün daha merkeziyetçi politikalara ağırlık vermektedir. Buna karşılık Kuzey Irak Kürt Yönetimi tamamen merkezden ayrı bir dış politika izlemeye çalışmaktadır. • Maliki Tahran eksenli bir bölgesel strateji oluştururken, Barzani Ankara üzerinden bölgesel bir dış politika geliştirmektedir. • Bölgesel bir sorun haline gelen Suriye krizi, Maliki-Barzani arasında görüş ayrılığına neden olmakta, Bağdat-Erbil hattında krizlere yol açmaktadır. Özellikle Barzani’nin, Suriyeli Kürt muhalefeti desteklemesi ve Kürt gençlere askeri eğitim vermesi, Bağdat yönetimini rahatsız etmektedir. • Bütün bu gerilim noktalarına rağmen Bağdat-Erbil arasındaki siyasi krizlerin silahlı bir çatışmaya dönüşmesi beklenmemektedir. Kürt Yönetimi Bağdat’la çatışmaya girerek şiddet ortamının Kuzey Irak’a genişlemesini istememektedir. Bu nedenle Kürt Yönetiminin gerilimin tırmandığı durumlarda büyük ölçüde iç kamuoyunu tatmin etmek için sert söylemlere başvurabileceği, ancak silahlı kuvvet seçeneğine yönelmeyeceği değerlendirilmektedir. 29-30 Nisan 2013’de Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani başkanlığındaki bir heyet Bağdat’ı ziyaret etmiştir. Başbakan Maliki ile görüşen Kürt heyeti, 7 maddeden oluşan bir anlaşma üzerinde mutabakata varmıştır. Bağdat-Erbil arasındaki bu anlaşmaya göre; Şubat 2007’de yapılan anlaşma çerçevesinde petrol ve doğal gaz yasasının çözümü için ortak bir komisyon kurulması, bütçe yasasının düzeltilmesi, tartışmalı bölgelerdeki güvenliğinin ortak idaresi, Dicle, Ninova ve El Cezire Komutanlığı’nın ortaya çıkardığı sorunların giderilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaş342 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak mada ayrıca anlaşmazlık yaşanan vilayetlerin idari sınırlarının gözden geçirilmesi ve yeniden düzenlenmesi, havaalanlarındaki vize işlemlerinin ortak idaresi konularında mutabakat sağlanmıştır. Bu maddelere ek olarak saldırılarda zarar gören ve komşu ülkelere göç eden Kürtler için merkezi hükümet tarafından tazminat ödenmesi, işbirliğinin geliştirilmesi için Erbil ve Bağdat’a temsilci tayin edilmesi kararlaştırılmıştır. Irak’ta 20 Nisan 2013’de yapılan yerel seçimler, Bağdat’taki siyasi denklem açısından önemli bir aşama olarak kabul edilmektedir. Irak’taki 18 vilayetten yalnızca 12’sinde seçimler gerçekleştirilebilmiştir. Bu durumun sebebi; Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin kontrolündeki Erbil, Süleymaniye, Dohuk’da seçimlerin bölgesel seçim sistemine göre yapılması ve Kerkük’ün tartışmalı statüsüdür. Ayrıca Anbar ve Musul’da Maliki yönetimine karşı düzenlenen gösteriler sonrasında bu bölgelerdeki seçimler 20 Haziran’a ertelenmiştir. 12 vilayette 6 milyon kişinin oy kullandığı yerel seçimlerde 139 siyasi parti ve oluşumdan 8 bin aday 378 sandalye için yarışmıştır. 4 Mayıs’ta açıklanan sonuçlara göre, seçime katılım oranı %50 civarındadır. 20 Haziran’da gerçekleştirilen seçimlerde ise Musul’da 39 sandalye için 28 liste ve 650’den fazla aday, Anbar’da ise 30 sandalyeli vilayet meclisi için 16 ittifak ve siyasi grubun oluşturduğu 600 aday yarışmıştır. Musul’da seçmen sayısı 1 milyon 800 bin, Anbar’da ise 850 bin civarındadır. Musul’da seçimlere katılım oran %37.5, Anbar’da ise %49.5 düzeyinde kalmıştır. Yerel seçimlerdeki koalisyonlara bakıldığında beş önemli listenin yarıştığı ve seçimler sonrasında öne çıktığı görülmektedir. Bunlar; Başbakan Maliki liderliğindeki Hukuk Devleti İttifakı listesi (Şii), Irak Yüksek İslam Konseyi Başkanı Ammar El Hekim’in Vatandaş listesi (Şii), Meclis Başkanı Usame El Nuceyfi liderliğindeki Birleşikler listesi (Sünni), Mukteda El Sadr liderliğindeki El Ahrar listesi (Şii) ve Kürtlerin kurduğu Kardeşlik ve Yaşam İttifakı listesidir. Yerel seçim sonuçları dikkate alındığında 12 vilayetten 7’sinde Başbakan Maliki’nin Hukuk Devleti İttifakı listesinin birinci çıkması, 2014’te yapılacak parlamento seçimlerinin ön sonuçları olarak değerlendirilebilir. Hukuk Devleti İttifakı 378 sandalyenin 97’sini kazanmıştır. Ammar El Hekim’in Va343 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tandaş listesi 78, El Nuceyfi’nin Birleşikler listesi 46 ve El Sadr liderliğindeki El Ahrar 46 sandalye kazanmıştır. Ülkede yaşanan siyasi krize, güvenlik sorunlarına ve yetersiz kamu hizmetlerine rağmen seçimleri Hukuk Devleti İttifakı’nın önde tamamlamasının, 2014’deki genel seçimlere doğru Maliki iktidarının elini güçlendirdiği gözlemlenmektedir. Diğer taraftan seçim sonuçlarının Irak’ın etnik ve mezhepsel açıdan üçe bölündüğünün bir göstergesi olduğu görülmektedir. 3. Bölgesel Fırsatlar ve Riskler İşgal dönemiyle birlikte Irak’ta değişen devlet yapısı ve iç dengeler bölgedeki aktörler için riskler ve fırsatlar doğurmuştur. Irak’ta yeniden yapılanma dönemi ve enerji sektörü bölgedeki aktörlere yatırım fırsatları sunarken ülkede ortaya çıkan güç boşluğu ve istikrarsızlık Orta Doğu’daki diğer devletler açısından riskler doğurabilmektedir. Bölgede Irak’taki güç boşluğunu doldurabilecek aktörler arasında İran, Türkiye ve Suudi Arabistan öne çık- maktadır. İsrail’in ise çeşitli alanlarda, özellikle ülkenin kuzeyinde etkili olmaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Türkiye Irak’taki fırsatlardan istifade edebilecek bir aktör olduğu gibi bu ülkedeki istikrarsızlıklardan da doğrudan etkilenebilecek bir konumdadır. Coğrafi yakınlık iki ülkeyi güvenlik ve ekonomik alanında ve su kaynaklarının kullanımı noktasında birbirine bağımlı kılmaktadır. Irak, Türkiye’nin Körfeze ve Körfez ülkelerine açılan kapısı niteliğindedir. Türkiye ise Irak’ın kuzeyindeki petrol ve doğalgazın uluslararası pazarlara ulaştırılmasına imkân tanıyan bir coğrafi konuma sahiptir. Türkiye aynı zamanda güneye doğru akarak Irak’tan geçen Dicle ve Fırat nehirlerinin yukarı çığır ülkesidir. 352 kilometre uzunluğundaki Türkiye-Irak sınırı, batı uçtaki düzlük bölge dışında büyük ölçüde dağlık araziden geçmektedir. Türkiye’nin Hakkâri ve Şırnak olmak üzere iki ilinin Irak’la sınırı bulunmaktadır. İki ülke arasında tek sınır kapısı Şırnak’ın Silopi ilçesinde yer alan Habur kapısıdır. Irak, Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana Türkiye’nin Orta Doğu’da Arap devletleri arasında en sıkı ilişkilere sahip olduğu ülkedir. Türkiye ve Irak gerek Sadabat Paktı’nda gerekse Soğuk Savaş şartlarında gelişen Bağdat 344 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Paktı’nda birlikte yer almış, iki ülke arasındaki ilişkiler hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır. İkili ilişkilerinin yakın geçmişine bakıldığında ise su sorunu, petrol ticareti, Kuzey Irak’taki Kürt hareketi ve PKK terör örgütü konularının öne çıktığı görülmektedir. Türkiye, özellikle 1990’larda ve 2000’li yılların başında Kuzey Irak’taki gelişmelere ve PKK terörüne odaklanmış, Irak’a yönelik izlediği politikayı bu dinamikleri göz önünde bulundurarak belirlemiştir. 2003’teki işgalle Irak’ta ortaya çıkan güç boşluğu, Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğü ve Kuzey Irak kaynaklı güvenlik kaygılarını artırmıştır. ABD ile yakın ilişkiler geliştiren Iraklı Kürtler ülkenin kuzeyindeki fiili özerkliğini anayasal zemine taşırken, PKK terör örgütü işgalle birlikte toparlanarak Türkiye’ye karşı saldırılarını artırmıştır. Türkiye ise işgal döneminde Irak’ın toprak bütünlüğünü ve istikrarını savunmaya devam etmiş, ülkedeki etnikmezhepsel çatışmanın izalesi ve güvenlik sorununun çözümü için çaba sarf etmiştir. Irak’ın yeniden yapılanma ve kalkınma sürecine destek olan Türkiye, zaman zaman Irak’taki patlamalarda yaralananları Şii-Sünni, Kürt, Türkmen ve Hıristiyan ayırımı gözetmeksizin askeri ambulans uçaklarıyla Ankara’ya getirmiş ve tedavi edilmelerini sağlamıştır. PKK terör örgütü, işgal döneminde Kuzey Irak’ta ve Kandil bölgesinde daha rahat varlık göstermeye başlamış, ülkedeki güvenlik boşluğundan istifade ederek daha kolay silah ve mühimmat tedarik etmiştir. PKK terör örgütünün Irak’taki uzantısı PÇDK (Demokratik Çözüm Partisi) bu dönemde siyasi faaliyetlerini artırmış, Ocak 2005’teki parlamento seçimlerine katılmıştır. Terör örgütü, işgalle birlikte bölgedeki diğer ülkelerde yaşayan Kürtler üzerinde etki kurmaya çalışmış, 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi), 2004’te ise İran’daki uzantısı PJAK’ı (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) kurmuştur. Bu dönemde PKK, nihai aşamada Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan kurma hedefiyle KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) sistemini ihdas ederek devletleşmeye teşebbüs etmiştir. İşgal döneminin meydana getirdiği şartlar, PKK terör örgütüne bölgede güçlenme fırsatı tanırken Türkiye’nin 2007 yılına kadar Irak’a yönelik sınır ötesi harekât imkânını kısıtlamıştır. Türkiye özellikle 2003-2007 döneminde 345 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Irak’taki PKK varlığına yönelik operasyon konusunda hem ABD hem Kürt Yönetimi ile anlaşmazlık yaşamıştır.17 2007 yılından itibaren ise Türkiye’nin gerek kuzeydeki Kürt Yönetimi gerekse Bağdat’taki merkezi yönetimle önemli ilişkiler kurduğu ve Irak’a sınır ötesi harekât için ABD ile mutabakat sağladığı gözlemlenmiştir. Aynı dönemde PKK/KCK terör örgütüyle mücadele kapsamında Türkiye-Irak-ABD Üçlü Mekanizması oluşturulmuştur. Türkiye, işgal döneminin ilk yıllarında Kuzey Irak’taki gelişmelere ve PKK terörüne odaklanmışken 2006-2007 yıllarından itibaren Irak’la ilişkiler daha geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Ankara’nın bu dönemde kuzeydeki Kürt Yönetimiyle ve merkezi hükümetle yakın diyalog içine girdiği görülmüştür. Türkiye-Irak ilişkileri açısından Nuri El Maliki’nin Irak’ta iktidarda olduğu süreç iki döneme ayrılabilir. Birinci dönem, 2006’dan ABD’nin Irak’tan çekildiği Aralık 2011’e kadar geçen sürece tekabül etmektedir. Bu dönemde Türkiye Irak’la özellikle güçlü ekonomik ilişkiler tesis etmek için yoğun bir çaba içine girmiş, ikili münasebetler belirgin bir gelişme trendi izlemiştir. İkinci dönem ise Aralık 2011’de ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle başlayan ikili ilişkilerin sorunlu bir sürece girdiği dönemdir. ABD’nin çekilmesiyle Türkiye-Irak arasında belirli dönemlerde gerilimler ortaya çıkmış, özellikle Suriye krizinde iki ülke arasında politika farklılıkları belirginleşmiştir. 2006 yılının Haziran ayında Başbakan olan Maliki döneminde iki ülke arasında birçok kez üst düzey ziyaret ve çok sayıda ikili anlaşma yapılmıştır. Başbakan Erdoğan’ın daveti üzerine Maliki, 2007’de Ankara’ya ilk ziyaretini gerçekleştirmiştir. 2008 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Bağdat’ı ilk ziyaretinde iki ülke arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” oluşturulmuştur. 2009’da ise Başbakan Erdoğan’ın Irak’a ikinci ziyaretinde iki ülke arasında enerji, çevre, sağlık, su, sınır kapıları, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının yenilenmesi, demiryolu, tarım ve ormancılık alanlarında olmak üzere toplam 48 mutabakat zaptı imzalanmıştır.18 Maliki, 2010’da Türkiye’yi tekrar ziyaret etmiş ve ilişkiler en üst seviyeye çıkmıştır. 17 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası, Rapor No: 5, (İstanbul: BİLGESAM, 2010), 33. 18 Ali Semin, “Türkiye-Irak İlişkilerinde Yeni Dönem Neler Getirecek?,” SDE, 9 Kasım 2009. Erişim: 2 Şubat 2013, http://www.sde.org.tr/tr/haberler/95/turkiye-irak-iliskilerinde-ye-nidonem-neler-getirecek.aspx. 346 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Orta Doğu’da kalıcı barış ve istikrarın tesisi için çaba gösteren Türkiye, 2009 yılında Bağdat-Şam arasında tırmanan gerilimi düşürmek için iki ülke arasında arabuluculuk yapmıştır. Türkiye, 19 Ağustos 2009 tarihinde Irak’ın başkenti Bağdat’ta beş semtte eş zamanlı olarak düzenlenen saldırıların ardından gerilen Suriye-Irak ilişkilerinin normalleşmesi için devreye girmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önce Bağdat’ı ziyaret ederek Iraklı yetkililerle görüşmüş, ardından da Şam’ı ziyaret ederek iki ülke arasında mekik diplomasisi yürütmüştür. Türkiye, Irak’taki tüm kesimlerle ilişki kurmak maksadıyla Musul ve Basra’ya ilave olarak 2010’da Erbil’de üçüncü konsolosluğu açmıştır. Başbakan Erdoğan, 28-29 Mart 2011 tarihindeki Irak seyahatinde Bağdat, Necef ve Erbil’i ziyaret ederek Irak’taki tüm taraflarla iyi ilişkiler geliştirmeye gayret sarf etmiştir. Türkiye-Irak arasında 2006-2011 döneminde başlayan karşılıklı ziyaretlerin, imzalanan anlaşmaların ve Ankara’nın arabuluculuk çabalarının ikili ilişkileri güçlendirmesi beklenirken, ABD’nin Irak’tan çekilmesi aksi yönde bir süreci başlatmıştır. İşgal dönemiyle birlikte Irak’ta devletin Şii ağırlıklı bir yapıya dönüşmeye başlaması ve İran’ın Bağdat üzerindeki nüfuzunun artması bu süreci doğuran iki temel dinamik olarak ifade edilebilir. Ancak bu sürecin Ankara’nın ülkedeki tüm kesimlere hitap eden çok yönlü bir siyaset geliştirememesiyle de ilgili olduğu değerlendirilmektedir. Türkiye’nin Irak’ta bütün taraflarla görüşmelere dayalı istikrarlı bir politika takip edemediği, nispeten bazı aktörlere daha yakın hareket ederek taraflı bir duruş sergilediği gözlemlenmiştir. Nitekim Bağdat yönetiminde bu yönde bir algı oluşmuş durumdadır. Bağdat’taki merkezi yönetim, Türkiye’nin Irak’ta Sünni Araplar ve Kürtler üzerinden nüfuz sahibi olmaya çalıştığını değerlendirmektedir. Irak’ın siyasi ve toplumsal yapısına bakıldığında, herhangi bir bölgesel ve küresel aktörün tek bir tarafla etkileşime girerek bir denge oluşturmasının zor olduğu görülmektedir. ABD de Irak’ı işgal ettikten sonra Şii Araplar ve Kürtler üzerinden bir strateji uygulamaya çalışmış, direnişle karşılaştıktan sonra Sünni Arapların da siyasi sürece katılması için çaba sarf etmiştir. İşgal dönemindeki bu tecrübe, Irak’ta istikrar vaat edebilecek kararlı bir siyasi dengenin ancak tüm taraflarla ilişki kurularak tesis edilebileceğini göstermiştir. Irak’taki taraflardan sadece biri üzerinde yoğunlaşarak izlenen politika kısa vadede başarılı olsa da, orta ve uzun vadede netice vermeyebilir. 347 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin, genel anlamda Bağdat ile siyasi gerginlik yaşamasının sebepleri şu şekilde özetlenebilir: • Ankara’nın son zamanlarda Irak’ta Sünni ve Kürt eksenli bir dış politika izlediği yönünde oluşan izlenim. • Rusya ve İran ile Suriye konusunda ters düşen Ankara’nın, enerji tedarik etme alanlarını artırmak için Kuzey Irak Kürt Yönetimiyle petrol ve gaz anlaşmaları yapması. • 2010 yılındaki parlamento seçimlerinden sonra Türkiye’nin Irak’ta Tahran’la dolaylı da olsa rekabet ve güç mücadelesine girmesi. • Suriye krizinde Irak, Esed rejimini desteklerken Türkiye’nin Suriyeli muhalifleri desteklemesi. • Bu çerçevede iki ülkenin birbirlerine yönelik tercih ettiği sert söylemlerin Türkiye-Irak ilişkilerinde ortaya çıkan problemli süreci beslediği gözlemlenmiştir. Karşılıklı eleştirilerin ve açıklamaların, ABD’nin Irak’tan çekildiği Aralık 2011 döneminden itibaren başladığı görülmektedir. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ocak 2012 tarihinde Irak’ta mezhepsel gerilime yol açan gelişmeler üzerine bir demeç vermiş, demeçte Irak’ta tasvibi mümkün olmayan adımlar atıldığını belirtmiş, “Bunların demokrasiyi anlaması, bunların demokratik parlamenter sistemi anlaması veya bunu yaşamaya başlaması herhalde daha uzun yıllar alacak”19 ifadelerini kullanmıştır. Irak Başbakanı Maliki bu demece cevaben 15 Ocak’ta El Hurre televizyonuna şu açıklamayı yapmıştır: “Türkiye bölgeye felâket ve iç savaş getirecek bir rol oynuyor, kendi içinde farklı etnik kökenler ve mezhepler barındırdığı için bundan Türkiye de zarar görür”.20 Bütün bu sert söylemler devam ederken, 1 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Erbil’de Kürt 19 “Başbakan Erdoğan “Irak”ta Endişeli,” Erişim: 25 Aralık 2012, http://www.cnnturk. com/2012/turkiye/01/10/basbakan.erdogan.irakta.endiseli/644241.0/index.html. 20 “El-Malik Yuhadir Turkiye Min Nuşuub Sıraa El-Taifi,” [Maliki Türkiye’yi Mezhepsel Çatışmalar Konusunda Uyarıyor], Erişim: 12 Aralık 2012, http://www.alghad.com/index.php/ article/523560.html. 348 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile Suriye’deki Kürtlerle ilgili görüşmelerde bulunduktan sonra 2 Ağustos’ta Kerkük’ü ziyaret etmiştir. Maliki’nin lideri olduğu Hukuk Devleti İttifakı sözcüsü milletvekili Yasin Mecid, Davutoğlu’nun ziyaretine tepki olarak yaptığı açıklamada, Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışmakla suçlamış, parlamentodan Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisinin sınır dışı edilmesini talep etmiştir.21 Başbakan Maliki’nin, Türkiye’ye yönelik bu tutumunun sadece Haşimi meselesinden kaynaklanmadığı değerlendirilmektedir. Ankara’nın Irak’ta 7 Mart 2010 tarihinde düzenlenen parlamento seçimlerinde, eski Başbakan Şii asıllı laik politikacı Eyad Allavi liderliğindeki El Irakiye İttifakı’na açık destek vermesi Maliki’nin tepkisini çekmişti. Irak Başbakanının sert söylemlerine, seçimlerde Maliki’nin lideri olduğu Hukuk Devleti İttifakının en büyük rakibi olan El Irakiye İttifakı’na Türkiye’nin verdiği desteğe gösterilen tepkinin bir dışa vurumu nazarıyla bakılabilir. Dolayısıyla Maliki’nin, Türkiye’ye gösterdiği tepkilerin arkasındaki nedenler Haşimi meselesinden öncelere da- yanmaktadır. Türkiye, Haşimi meselesine doğrudan müdahale ederek Bağdat’ı uyarırken, Körfez ülkeleri (Suudi Arabistan, Katar ve diğerleri) olayların akışını beklemiştir. Haşimi, 1 Nisan 2012 tarihinde Suudi Arabistan ve Katar’ı resmi davet üzerine ziyaret etmiştir. Bu iki ülkeyi ziyaret eden Haşimi, 9 Nisan’da Türkiye’ye gelmiş ve İstanbul’a yerleşmiştir. Türkiye, 8 Mayıs’ta İnterpol tarafından hakkında kırmızı bülten çıkarılan ve gıyaben yargılanarak idam cezasına mahkûm edilen Haşimi’yi Irak’a iade etmemiştir. Türkiye 2007 yılından itibaren Bağdat’taki merkezi hükümetle geliştirilen münasebetlere paralel olarak Kuzey Irak’la ilişkilerinde de yeni bir döneme girmiştir. Bağdat’la ilişkiler ABD’nin çekilmesiyle problemli bir sürece girerken Türkiye’nin kuzeydeki Kürt Yönetimiyle işbirliği ilerleme kaydetmeye devam etmiştir. 21 “Devlet Kanun Yadu İla Tarıd Sefir Turkiye Lede Bagdat,” [Kanun Devleti Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisinin Sınır Dışı Edilmesini İstedi], Erişim: 22 Ocak 2013, http://www.alsu- marianews.com/ar/1/53617/news-details-Iraq%20politics%20news.html. 349 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kuzey Irak ve Kandil’de yerleşmiş bulunan PKK terör örgütünün Türkiye’ye yönelik eylemlerini artırması ve Kürt Yönetiminin Kerkük’ü Kürtleştirmeye yönelik politikaları nedeniyle Türkiye, başlangıçta kuzey Irak yönetimine karşı mesafeli bir politika izlemiş ve bu bölgeyi güneydoğu sınırında bir tehdit olarak algılamıştır. Bu durum Kuzey Irak Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ve Kürt kökenli Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin tehditkâr söylemler kullanmasına neden olmuştur. Özellikle Türkiye’nin PKK terör örgütüne düzenlediği sınır ötesi operasyonlar, taraflar arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine yol açmıştır. Başbakan Erdoğan’ın Irak Özel Temsilcisi ve Türkiye’nin Bağdat Eski Büyükelçisi Murat Özçelik’in Selahattin kentinde Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile ilk görüşmeyi yapması, Ankara-Erbil ilişkilerinde bugün gelinen düzeye temel teşkil etmiştir. Türkiye bu dönemde Kuzey Irak ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda temkinli davranarak ve Türk kamuoyunun tepkisini çekmeden bir dizi adım atmıştır. Bölgeye önce temsilci gönderen Türkiye, ardından bakanlar düzeyinde ziyaretler başlatmış22 ve Erbil’de konsolosluk açmıştır. Bu gelişmeleri takiben 29 Mart 2011’de de Başbakan Erdoğan Erbil’i ziyaret etmiştir. Türkiye açısından Kuzey Irak bağlamında iki önemli konudan bahsedilebilir: Birincisi, PKK terör örgütü sorununun bertaraf edilmesi konusudur. İkincisi, Kuzey Irak’la yapılan dış ticarettir. Kuzey Irak, Türk ekonomisi için önemli bir pazar haline gelmiştir. Kuzey Irak’ta son yıllarda inşa edilen konutların, restoranların, alışveriş merkezlerinin, otellerin ve hava alanlarının büyük çoğunluğu Türk şirketleri tarafından yapılmaktadır. Bunun yanında Türkiye, gerek kendi içerisindeki “Kürt meselesi” ile ilgili attığı adımlar gerek Kuzey Irak’a yönelik yaptığı önemli siyasi ve ekonomik açılımlara karşılık, Erbil yönetimini kuzeyde yaşayan Türkmenler konusunda olumlu girişimlerde bulunmaya teşvik etmelidir. 22 Bu süreçte başta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmak üzere dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ve Milli Eğitim Bakanı Nimet Baş (Çubukçu) Irak’ı ziyaret etmiştir. 350 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Ankara-Erbil arasındaki ilişkilerde enerji alanındaki işbirliği önemli bir yer tutmaktadır. 21 Mayıs 2012 tarihinde Erbil’de düzenlenen bir uluslararası enerji konferansında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız yaptığı konuşmada Irak’tan ham petrol alınıp, Irak’a petrol ürünü ihraç edilmesi konusunda anlaşıldığını açıklamıştır. Türkiye, Kuzey Irak Yönetimi ile Kürt Yönetimi tarafından çıkarılan ham petrolü satın alıp karşılığında bu bölgeye petrol ürünü satmayı kararlaştırmıştır. Aynı konferansta Kürt Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Havrami, petrol ihracatının Türkiye üzerinden yapılacağını açıklamış; Kuzey Irak’ta petrol çıkarılan bölgelerden Kerkük-Yumurtalık boru hattına bağlanacak bir hat inşa edileceğini, böylece Kuzey Irak petrollerinin Ceyhan’a doğrudan nakledileceğini beyan etmiştir. Havrami, bu bağlantı sayesinde Kuzey Irak petrollerinin Ceyhan’da inşa edilecek rafineriye taşınacağını ve uluslararası piyasalara ulaştırılacağını ifade etmiştir.23 Türkiye ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasındaki petrol anlaşmasının ardından 16 Temmuz 2012 tarihinde Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kuzey Irak’tan ham petrol alıp karşılığında petrol ürünleri verilmesi işleminin günlük 5-10 tankerle başladığını, bu miktarın günlük 100-200 tankere çıkabileceğini beyan etmiştir.24 Türkiye’nin Kuzey Irak ile petrol anlaşmasına ilişkin dönemin Irak hükümeti sözcüsü Ali El Debbağ yaptığı açıklamada, petrol ve gazın tüm Iraklıların mülkü olduğunun altını çizmiş ve bundan elde edilecek gelirlerin tüm Iraklıların temsilcisi olan merkezi hükümetin kasasına girmesi gerektiğini ifade etmiştir. Debbağ, Türkiye’nin toprakları üzerinden ruhsatlı olmayan Irak petrolünün ihracatına izin vermemesi gerektiğini belirterek Kuzey Irak bölgesinden Türkiye’ye ihraç edilen petrolün yasal ve meşru olmadığını dile getirmiştir.25 Türkiye’nin Kuzey Irak’la yaptığı petrol anlaşmasının ardından 4 Aralık 2012 23 “İttifak Beynel Arbil we Ankara Ale Med Enbub Li-Nakl Naft Kurdustan Abr Turkiye Gayr Kanuni,” [Erbil-Ankara Arasında Kürdistan Petrolünün Türkiye Üzerinden Aktarılması İçin Boru Hattı Uzantısı Anlaşması], Erişim: 22 Aralık 2012, http://www.aawsat.com/details.asp?se ction=4&article=678215&issueno=12228. 24 A.g.e. 25 “Dabbağ: Tasdir El-Naft Min Aklim Kurdustan İla Turkiye Gayr Kanuni”,[Debbağ: Kürdistan Bölgesinden Türkiye’ye Petrol İhracatı Yasa Dışıdır], Erişim: 11 Aralık 2012, http://arabic. news.cn/economy/2012-07/15/c_131717113.htm. 351 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye tarihinde Taner Yıldız’ın, Petrol ve Gaz Konferansı’na katılmak üzere geldiği Erbil’de Türk uçağının inişine izin verilmemiştir.26 Türkiye ile Kürt Yönetimi arasında imzalanan petrol anlaşması Bağdat yönetimini rahatsız etmektedir. Ankara’nın özellikle Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak politikasını tamamen kuzeydeki Kürtler ve Sünni Araplar üzerinde yoğunlaştırması Şii yönetimindeki Bağdat’ı kaygılandırmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin Kuzey Irak’la yoğun ilişkiler içinde olması Türkmenleri de tedirgin etmektedir. Türkiye’nin Irak politikasının ekonomik ve ticari kanallar üzerinde yoğunlaştığı söylenebilir. Türkiye hâlihazırda Irak’ın en çok ithalat yaptığı ülke konumundadır. Irak ise Türkiye’nin Almanya’dan sonra en çok ihracat yaptığı ikinci ülke haline gelmiştir. Türkiye toplam ihracatının %7’sini Irak’a gerçekleştirmektedir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2012 yılından itibaren 12 milyar doları aşmış durumdadır.27 Özellikle Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren Türk şirketlerinin sayısında belirgin bir artış gerçekleşmiştir.28 Türk firmaları inşaat-taahhüt, genel ticaret, elektrik ve enerji, lojistik-nakliye-turizm, reklam-pazarlama, gıda, alışveriş merkezi, araç kiralama, danışmanlık-müşavirlik, bankacılık, sigortacılık gibi pek çok alanda aktif bir şekilde faaliyet göstermektedir. 7 Şubat 2013 tarihinde Kürt Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Havrami petrol ihracatına ilişkin yaptığı açıklamada ise fiilen günlük 15-25 bin varil ham petrol ve ürünlerini Türkiye’ye sattıklarını ifade ederek Türkiye’ye boru hattı projesine devam edeceklerini söylemiştir.29 Kürt Yönetimi açısından Kuzey Irak’tan çıkarılan 26 “Bağdat, Yıldız’a İniş İzni Vermedi,” Erişim: 5 Aralık 2012, http://dunya.milliyet.com.tr/ bagdat-yildiz-a-inis-izni-vermedi/dunya/dunyadetay/04.12.2012/1637001/default.htm. 27 “Ekonomi Bakan Yardımcısı Mustafa Sever: 4 İşçiden Biri Irak’ta,” Erişim: 30 Ocak 2013, http://yenisafak.com.tr/ekonomi-haber/4-isciden-biri-irakta-29.01.2013-463762. 28 Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Kürt Yönetiminin kontrolündeki Erbil, Süleymaniye, Dohuk ve Zaho’da faaliyet göstermek üzere kurulan ve resmi tescil işlemleri tamamlanan Türk firmalarının sayısının Ekim 2012 verilerine göre 1085 olduğunu belirtmiştir. Yazıcı, bu bölgede tescil işlemleri tamamlanan firmalar dikkate alındığında 78 ülke menşeli toplam 2241 yabancı firmanın % 48,42’sinin Türk firması olduğunu ifade etmiştir. 29 “Eklim Kurdustan: Senamid Hat El-Naft Abır Turkiye Weltasrıh Maliki Kama Yurid,” [Kürdistan Bölgesi: Maliki Bağırsa da Türkiye’ye Boru Hattını Uzatacağız], Erişim: 7 Şubat2013, 352 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak petrol ve doğalgazın Türkiye üzerinden dünya pazarına ihraç edilmesi oldukça önemli bir gelişmedir. Türkiye böylece Kuzey Irak’ın hem siyasi hem de iktisadi açıdan dünyaya açılan kapısı haline gelmiştir.30Ankara’nın menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’a yönelik izlediği bu strateji neticesinde Kürt Yönetiminin ekonomik ve ticari açıdan Türkiye’ye bağımlı hale gelmeye başladığı söylenebilir. Ekonomik ve ticari anlamda Türkiye’ye bağımlı olan Kuzey Irak’ın enerji ihracatı alanında da Türkiye’ye ihtiyaç duyması ile Ankara’nın Kürt Yönetimi üzerindeki nüfuzunu artırabileceği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’a yönelik izlediği bu stratejinin isabetli olduğu ifade edilebilir. Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik bu stratejisini sürdürmesinde fayda vardır. Türkiye mevcut sanayi ve teknolojik kabiliyetleriyle Irak’ın kuzeyinde etkili olduğu gibi güneyinde de etkinliğini artırabilir. Orta Doğu’da yakın gelecekteki muhtemel gelişmelerle birlikte Irak’taki petrollerin Körfez dışında başka güzergâhlarla uluslararası pazarlara ulaştırılması gündeme gelebilir. İran’a bir askeri saldırı düzenlenmesi durumunda, Tahran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması Irak’a ekonomik anlamda büyük zarar verebilir. Bu nedenle Bağdat hükümeti, Basra petrolünün dünya pazarına sevkiyatı için alternatif olarak Ceyhan boru hattına bağlanacak yeni bir boru hattı kurma projesi üzerinde çalışmaktadır. Türkiye, şartlar elverdiğinde böyle bir enerji hattı projesinin hayata geçmesini mümkün kılmak maksadıyla Bağdat’taki merkezi hükümetle iyi ilişkiler geliştirmek için gayret sarf etmelidir. Sonuç Irak, İran-Irak savaşı ve Saddam’ın sivillere karşı gerçekleştirdiği katliamlar,31 Kuveyt’in işgali, 1. Körfez Savaşı ve yaptırımlar nedeniyle 2000’li yıllara olhttp://independencenews.net/news.php?action=view&id=12173. 30 Türk şirketlerinin Kuzey Irak’taki faaliyet alanı dikkate alındığında, Ağustos 2012’de Türk-İngiliz ortaklığındaki Genel Energy Şirketi’nin bölgede %25 hissesine sahip olduğu Miran petrol ve gaz sahasının %26 hissesini daha satın almak için Heritage Oil ile anlaştığı görülmektedir. Genel Energy’nin Heritage Oil’e %26’lık pay karşılığında 156 milyon dolar ödeyeceği açıklanmıştır. Böylece Genel Energy, Miran petrol ve gaz sahasındaki hissesini %51’e yükseltmiştir. 31 Halepçe katliamı ve 28 Mart 1991’de Türkmenler’e karşı gerçekleştirilen Altunköprü katliamı. 353 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye dukça yıpranmış bir vaziyette girmiştir. Aynı dönemde gerek Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas Partisi’nin baskıcı yönetimi gerekse ABD’nin kuzeydeki Kürt hareketine sağladığı destek Irak’ı oluşturan farklı etnik ve mezhepsel unsurların beraberliğini zedelemiştir. Bu şartlar altında ABD’nin kitle imha silahlarının varlığını gerekçe göstererek 2003’te Irak’ı işgal etmesi ise ülkeyi kaosa sürüklemiş, ülke fiili bölünmenin eşiğine gelmiştir. 2. Körfez Savaşı’yla birlikte Irak halkının savaşlarla birlikte yaşadığı süre 30 yıla yaklaşmıştır. Irak’ta bugün psikolojik açıdan oldukça yıpranmış durumda ve rehabilitasyona ihtiyaç duyan büyük bir kitle bulunmaktadır. Savaş sonrasında Irak’ta istikrarlı bir demokrasi tesis edilememiş, etnik ve mezhepsel kimlik üzerinden güç mücadelesinin başladığı yeni bir siyasi durum ortaya çıkmış, uluslararası ortamda 2. Körfez Savaşı’nın sonuçları ve başarısı tartışılmaya başlanmıştır. İşgal sürecinde Şii-Sünni ve Arap-Kürt ayrımı temelinde ortaya çıkan mezhepsel ve etnik güç mücadelesi, siyasi kutuplaşmalara sebep olmuş, partilerin bu kutuplaşmalar doğrultusunda teşkilatlanmasına ve faaliyet göstermesine yol açmıştır. Mezhepsel ve etnik güç mücadelesi, farklı mezhep ve etnik unsurlar arasında gruplaşmaları doğurduğu gibi aynı mezhepsel veya etnik topluluk içinde de bölünmelere neden olmuştur. Neticede Irak’ta birbiriyle uzlaşması oldukça zor ve ancak ittifaklar kurarak yeterli siyasi etkinliğe ulaşabilen çok sayıda siyasi parti kurulmuştur. Savaşla birlikte Irak’ta nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şii Arapların etkili olduğu bir devlet yapısı, güvenlik sistemi ve merkezi yönetim ortaya çıkmıştır. Sünni Araplar eski siyasi etkinliklerini yitirmiş, Şiiler karşısında zayıf konuma düşmüştür. Saddam döneminde kuzeyde fiili özerkliğe sahip olan Kürtler ise Irak’ta yeni anayasa ile kurulan federal yapıda geniş yetkiler içeren bir bölgesel özerklik elde etmiştir. ABD ile yakın ilişkiler geliştiren Iraklı Kürtler, işgal döneminde petrol kaynakları bakımından oldukça zengin olan Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirmeye çalışmıştır. Şii Araplar ve Kürtlerin aksine Türkmenler ise etkili bir siyasi teşkilat geliştirememiş, Irak’ın yeniden yapılanma sürecinde yeterince varlık gösterememiştir. İşgalle birlikte PKK terör örgütü Irak’ın kuzeyinde ve Kandil bölgesinde daha rahat faaliyet göstermiş, bölgedeki otorite boşluğundan istifade ederek güç354 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak lenmiş, 2007’de KCK sistemini tesis ederek devletleşme safhasına geçmeye çalışmış ve şiddet eylemlerini artırmıştır. Terör örgütüyle mücadeleye yönelik 2008 yılında oluşturulan Türkiye-Irak-ABD Üçlü Mekanizması beklenen desteği sağlayamamış, örgüt 2011 yılından itibaren bölgesel konjonktürden yararlanarak saldırılarını yoğunlaştırmıştır. 2012 yılında Türkiye’ye karşı “devrimci halk savaşı” kurgusuyla saldırılar gerçekleştiren PKK terör örgütü 2013 yılı için ise “kıra dayalı şehir savaşı” stratejisini geliştirmiştir. İşgal dönemi neticede, Öcalan’ın yakalanmasıyla eylemsizlik dönemine giren terör örgütünün toparlanıp güçlenmesine ve devletleşmeye teşebbüs edecek kadar imkân, kabiliyet ve özgüven kazanmasına yol açmıştır. 2. Körfez Savaşı’nda Irak’taki idari yapının yeniden tesisi Baas rejiminin devrilmesiyle yönetimi devralan Geçici Koalisyon İdaresi’nin nezaretinde gerçekleşmiştir. 2003’te oluşturulan Geçici Yönetim Konseyi’nin yeniden yapılanma çalışmaları kapsamında daimi anayasa 2005 yılında referanduma sunulmuş ve kabul edilmiştir. 2005 yılının Ocak ve Aralık aylarında ve 2010’da toplam üç defa parlamento seçimleri yapılmış, bu seçimleri Şii Arapların oluşturduğu siyasi ittifaklar kazanmıştır. Yeni anayasadaki farklı yorumlamalara neden olan maddeler, Bağdat’taki merkezi yönetim ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasında yetki alanları, petrol kaynaklarının yönetimi ve petrol gelirlerinin paylaşımı konularında anlaşmazlıklar doğurmuştur. Yeni anayasadaki maddeler aynı zamanda başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgeler konusunda da uyuşmazlıklara neden olmuş, bu bölgelerin güvenliği konusundaki yetki tartışması Kürt Yönetimi ile Bağdat’taki merkezi yönetim arasında gerilime yol açmıştır. ABD’nin çekilmesiyle birlikte Irak siyasetindeki istikrarsızlık derinleşmiştir. Şii asıllı Başbakan Nuri El Maliki merkezileşme ve otoriterleşme eğilimi göstermiş, Sünni politikacıları sindirmeye çalışmıştır. Maliki’nin otoriterleşme temayülüne karşılık muhalefetteki aktörler hükümetten güvenoyu çekme girişiminde bulunmuştur. Bağdat merkezi yönetimi ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasında anlaşmazlıklar ise bu dönemde siyasi krizlere yol açmaya başlamıştır. İşgal döneminde Irak güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılmasına yönelik mesafe kaydedilmesine rağmen ABD’nin çekilmesinden sonra ülkede asayiş sağlanamamıştır. Irak’ta hala belirli bölgelerde yoğun biçimde şiddet eylemle- 355 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ri meydana gelmekte, güvenlik güçleri halkın güvenliğini sağlama noktasında yetersiz kalmaktadır. Irak ekonomisinde 2003 yılından beri cari olan neredeyse bütün sorunlar devam etmektedir. Dışa bağımlılığın azaltılması doğrultusunda kayda değer bir gelişme olmamıştır. Petrolden elde edilen gelir dengesiz bir zenginleşmeye neden olmakta, toplumsal refaha dönüşmemektedir. Yabancı petrol şirketlerinin yatırımları işsizliğin azalmasına oldukça sınırlı bir katkı sağlamaktadır. Irak’ta elektrik, su ve sağlık gibi temel hizmetlerin arzında hala ciddi sorunlar vardır. Petrol gelirleri adil dağıtılmadığı için yerel yönetimler kamu hizmetlerinin arzında yeterli kaynaktan yoksun durumdadır. Bu nedenle petrol gelirlerinin Irak genelinde adil biçimde dağıtılması önem arz etmektedir. ABD’nin çekilmesiyle birlikte Irak’ta fiili bölünmeyi tetikleyebilecek dinamiklerin belirginleştiği ifade edilebilir. Irak’ta etnik kimlik ve mezhebe dayalı ortaya çıkan siyasi dengeler ülkenin uzun vadede parçalanmasına yönelik gelişmelere neden olabilir. Kısa vadede ise Suriye krizindeki gelişmelerin Irak siyasetindeki Şii-Sünni ayrışmasını artırabileceği değerlendirilmektedir. Devlet kademelerinde, güvenlik güçlerinde ve merkezi hükümette etkili olan Şiilerle Kürtler arasında mevcut anlaşmazlıklar Irak’ın toprak bütünlüğünü tehdit edebilecek sonuçlar doğurabilir. Kürtler yakın gelecekte Kerkük’ü kontrol ederek bağımsızlık doğrultusunda irade göstermeye başlayabilir. ABD’nin çekilmesiyle kuzeyde çıkan petrolün Kürt petrolü, güneydekinin Şii petrolü ve Musul bölgesinde çıkarılan petrolün de Sünni petrolü olarak isimlendirilmesi, enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelere göre bir bölünme ihtimalini de gündeme taşımıştır. Irak’ta petrol kaynaklarına göre bir bölünmenin gerçekleşmesi durumunda en çok Türkmen bölgelerinin zarar göreceği değerlendirilmektedir. Çünkü Türkmenlerin yaşadığı bölgeler hem zengin enerji kaynaklarına sahip hem de jeostratejik açıdan önemlidir. Irak’ın bölünmesi enerji kaynakları konusunda aşiretler arasında da gerilim doğurabilir. Petrol bölgelerine dayalı bir bölünmeye sebep olabilecek dinamiklerin zayıflatılması için petrol gelirlerinin Irak halkı arasında adil bir biçimde paylaşılması gerekmektedir. 356 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak ABD sonrası Irak’ta doldurulması gereken bir güç boşluğu ortaya çıkmıştır. Orta ve uzun vadede bu güç boşluğunun devam edeceği değerlendirilmektedir. Bu boşluğu özellikle Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi Irak’ın yakın çevresindeki ülkelerin doldurmaya çalışacağı tahmin edilmektedir. Irak’ın siyasi ve ekonomik açıdan büyük ölçüde İran’ın etki alanına girdiği görülmektedir. İran hâlihazırda Irak iç siyasetinde en etkili dış aktör konumundadır. Suudi Arabistan, Irak’taki Şii ağırlıklı merkezi hükümetten ve ülke genelindeki İran nüfuzundan rahatsızdır. Türkiye ise başlangıçta merkezi hükümetle ilişkilerini geliştirmeye çalışmış, ancak daha sonra Kürt Yönetimiyle imzalanan anlaşmalar çerçevesinde büyük ölçüde Kuzey Irak’ta enerji, ekonomi ve ticari alanda etkili duruma gelmiştir. Türkiye, Kuzey Irak’la iyi ilişkiler geliştirirken Bağdat’taki merkezi hükümetle sorunlar yaşamaya başlamıştır. Türkiye-Irak ilişkilerinin işgal dönemindeki olumlu seyrin aksine ABD’nin çekilmesiyle birlikte problemli bir sürece girdiği gözlemlenmiştir. Irak Başbakanı Nuri El Maliki, Türkiye’nin 2010 seçimlerinde Maliki’ye karşı Eyad Allavi liderliğindeki El-Irakiye İttifakı’nı desteklemesine karşı ketmettiği tepkisini dışa vurmaya başlamıştır. Irak Cumhurbaşkanı Eski Yardımcısı Tarık El Haşimi’nin Türkiye’ye sığınmasıyla başlayan süreçte iki ülke liderleri karşılıklı sert açıklamalarda bulunmuştur. Bağdat, Türkiye’nin Kürtlerle yakınlaşması ve Kuzey Irak petrolleriyle ilgili Kürt Yönetimiyle anlaşmalar yapmasına tepki göstermiştir. Türkiye’nin ağırlıklı olarak menfaatlerinin bulunduğu bölge olan Kuzey Irak’a yönelik özellikle 2007 yılından itibaren izlediği politika büyük ölçüde isabetlidir. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğü içinde Kuzey Irak’la iyi ilişkilerini sürdürmelidir. Ankara’nın Iraklı Kürtlerle geliştirdiği işbirliği Türkiye’nin Irak’ın iç işlerine müdahale ettiği anlamına gelmemelidir. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde Kuzey Irak’la tesis ettiği iyi ilişkileri muhafaza etmeli, bu bölgedeki ekonomik kazanımlarını, özellikle enerji ve bankacılık sektöründeki yatırımlarını sürdürülebilir kılmaya yönelik politikalar geliştirmelidir. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesisi de Türkiye’nin menfaatleri açısından oldukça önemlidir. Türkiye, bu 357 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye nedenle Maliki yönetimiyle de ilişkileri düzeltmek ve geliştirmek için gayret sarf etmelidir. Türkiye’nin Bağdat’taki taraflar arasında iç siyasi anlaşmazlıklara ve rekabete müdahil olmamasında, Başbakan Maliki ile Eyad Allavi arasındaki ihtilafın tarafı haline gelmemesinde fayda vardır. Irak’a yönelik politika planlanırken mezhep temelli politikalardan da uzak durulmalıdır. Türkiye gerek Irak’ta gerekse bölge genelinde Şii-Sünni ayrışmasına bağlı meydana gelebilecek yerel veya uluslararası kutuplaşmalarda tarafsız kalmaya özen göstermelidir. Türkiye’nin 2003 sonrasında Kuzey Irak’la iyi ilişkiler geliştirirken Türkmenlere yönelik ise başarılı bir politika yürütemediği gözlemlenmiştir. Türkmenlerin ortak bir teşkilat altında toplanmasına ve siyasi dengeleri uygun bir şekilde kullanarak Irak siyasetinde etkin olmaya çalışmasına özen gösterilmelidir. Türkmen kimliğinin öncelenerek mezhepsel ve aşiret kimliğinin önüne geçmesi için kültürel gelişimin sürdürülmesine gayret sarf edilmelidir. Ayrıca Irak’ta Türkmenlerin zarar görmesine neden olabilecek gerçekçi ol- mayan girişimlerden uzak durulmalıdır. Bu esasları dikkate alarak Türkiye, Irak’taki Türkmenlere yönelik tutarlı bir yaklaşım geliştirmeli ve bu yaklaşımı devlet politikası haline getirerek istikrarlı bir şekilde uygulamalıdır. 2. Körfez Savaşı sonrasında Irak’ta ortaya çıkan dinamiklerin, Orta Doğu’nun ve Arap dünyasının değişken siyaseti ile birlikte değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Gerek bölge dışı gerekse bölgedeki aktörlerin çeşitliliği nedeniyle Orta Doğu’da sürekli yeni koalisyonlar kurulabilmekte ve dengeler hızlı biçimde değişebilmektedir. Değişimin oldukça zor tahmin edildiği bölgede yeni gelişmelerin sunduğu fırsatlar ve sebep olduğu riskler esnek bir dış politika takip etmeyi gerektirmektedir. Türkiye bu nedenle hem Irak genelinde hem de Kuzey Irak’taki mevcut iç dengelerin değişme ihtimalini göz önünde bulundurmalı, dış politika esnekliğini kaybetmemelidir. 358 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Kaynakça Allawi, Ali A. The Occupation of Iraq: Winning the War, Losing the Peace. New Haven: Yale University Press, 2007. Amnesty International [Uluslararası Af Örgütü]. New Order, Same Abuses: Unlawful Detentions and Torture in Iraq. 2010, http://www.amnesty.org/en/ library/asset/MDE14/006/2010/en/c7df062b-5d4c-4820-9f14-a4977f863666/ mde140062010en.pdf. “Bağdat, Yıldız’a İniş İzni Vermedi,” Milliyet, 4 Aralık 2012. Erişim: 5 Aralık 2012, http://dunya.milliyet.com.tr/bagdat-yildiz-a-inisiznivermedi/dunya/ dunyadetay/04.12.2012/1637001/default.htm. “Başbakan Erdoğan “Irak”ta Endişeli,” CNNTürk, 10 Ocak 2012. Erişim: 25 Aralık 2012, http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/01/10/basbakan.erdogan. irakta.endiseli/644241.0/index.html. “Beyan Sadır Men Maktep El-Reis El-Cumhuriye [Irak Cumhurbaşkanı Bürosundan Açıklama],” Shat News, 10 Haziran 2012. Erişim: 9 Ocak 2013, http://www.shatnews.com/index.php?show=news&action=article&id=2005. Cordesman, Anthony H. ve Sam Khazai. Iraq After US Withdrawal: US Policy and the Iraqi Search for Security and Stability. Washington, DC: Center for Strategic & International Studies (CSIS), 2012. Çakmak, Cenap ve Fadime Gözde Çolak. ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri. Rapor No: 29, İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2011. Çetinsaya, Gökhan ve Taha Özhan. İşgalin 6. Yılında Irak. Ankara: SETA Yayınları, 2009. “Dabbağ: Tasdir El-Naft Min Aklim Kurdustan İla Turkiye Gayr Kanuni [Debbağ: Kürdistan Bölgesinden Türkiye’ye Petrol İhracatı Yasa Dışıdır],” Arabic News China, 15 Temmuz 2012. Erişim: 11 Aralık 2012, http://arabic. news.cn/economy/2012-07/15/c_131717113.htm. 359 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye “Devlet Kanun Yadu İla Tarıd Sefir Turkiye Lede Bagdat [Kanun Devleti Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisinin Sınır Dışı Edilmesini İstedi],” Al Sumaria News, 25 Ocak 2012. Erişim: 22 Ocak 2013, http://www.alsumarianews. com/ar/1/53617/news-details-Iraq%20politics%20news.html. Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu, “Irak’taki Son Gelişmeler ve Türkiye.” BİLGESAM, 28 Ocak 2013. Erişim: 6 Mart 2013, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2312:irakta ki-son-gelimeler-ve-tuerkiye&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150. “Eklim Kurdustan: Senamid Hat El-Naft Abır Turkiye Weltasrıh Maliki Kama Yurid [Kürdistan Bölgesi: Maliki Bağırsa da Türkiye’ye Boru Hattını Uzatacağız],” Independence News, 7 Şubat 2013. Erişim: 7 Şubat 2013, http://independencenews.net/news.php?action=view&id=12173. “Ekonomi Bakan Yardımcısı Mustafa Sever: 4 İşçiden Biri Irak’ta,” Yeni Şafak, 29 Ocak 2013. Erişim: 30 Ocak 2013, http://yenisafak.com.tr/ekonomihaber/4-isciden-biri-irakta-29.01.2013-463762. El Çelebi, İsam. “El-Naft Wel-Seraa El-Siyasi Fi El-Irak [Irak’ta Petrol ve Siyasi Çatışma],” Al Jazeera, 5 Ocak 2013. Erişim: 5 Ocak 2013, http://studies.aljazeera.net/reports/2012/04/20124512649944799.htm. “El-Malik Yuhadir Turkiye Min Nuşuub Sıraa El-Taifi [Maliki Türkiye’yi Mezhepsel Çatışmalar Konusunda Uyarıyor],”Al Ghad, 15 Ocak 2012. Erişim: 12 Aralık 2012, http://www.alghad.com/index.php/article/523560.html. Fayad, Ma’ad. “Al-Sadr Fled to Iran due to Assassination Fears.” Al Sharq Al Awsat, 26 Ocak 2011. Erişim: 12 Aralık 2012, http://www.asharq-e.com/ news.asp?id=23926. Green, Penny ve Tony Ward. “State Building and the Logic of Violence in Iraq.” Journal of Scandinavian Studies in Criminology and Crime Prevention, Cilt: 10 (2009): 48-58. “Haşimi’ye İdam Kararı.” Habertürk, 9 Eylül 2012. Erişim: 22 Ocak 2013, http://www.haberturk.com/dunya/haber/774993-hasimiye-idam-karari. 360 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak “Havrami: 50 Şerike Ecnabiye Naftıyye Fi Kurdustan We Tehdidat Bağdat Fariğa [Havrami: Kürdistan’da 50 Yabancı Petrol Şirketi Vardır, Bağdat’ın Tehdidi Geçersizdir],” Shafaaq News, 7 Şubat 2013. Erişim: 7 Şubat 2013, http://www.shafaaq.com/sh2/index.php/news/kurdistan-news/52444--50-. html. Irak Anayasası. Erişim: 20 Aralık 2012, http://www.parliament.iq/Iraqi_Council_of_Representatives.php?name=singal9asdasdas9dasda8w9wervw8vw8 54wvw5w0v98457475v38937456033t64tg34t64gi4dow7wnf4w4y4t386b5w 6576i75page&pa=showpage&pid=3. “İran, Suriye’ye Irak üzerinden silah ve asker göndermiş,” Zaman, 21 Eylül 2012. Erişim: 6 Mart 2013, http://www.zaman.com.tr/dunya_iran-suriyeyeirak-uzerinden-silah-ve-asker-gondermis_1348161.html. “İlan Necah El-İstifta Ala El-Dustur El-Iraky [Irak Anayasası Referandumunun Başarılı Olduğu İlan Edildi],” Al Wasat, 26 Ekim 2005. Erişim: 20 Ocak 2013, http://www.alwasatnews.com/1146/news/read/500479/1.html. “İttifak Beynel Arbil we Ankara Ale Med Enbub Li-Nakl Naft Kurdustan Abr Turkiye Gayr Kanuni [Erbil-Ankara Arasında Kürdistan Petrolünün Türkiye Üzerinden Aktarılması İçin Boru Hattı Uzantısı Anlaşması],” Asharq Al Awsat, 21 Mayıs 2012. Erişim: 22 Aralık 2012, http://www.aawsat.com/ details. asp?section=4&article=678215&issueno=12228. “İttifakiye El-Emniye Beynel-Irak Wel-Wilayet El-Muttahide El-Amrikiyye Bi-Şain El İnsihap [Irak ve Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Çekilme Antlaşması],” Irak Başbakanlığı Resmi Sitesi. Erişim: 25 Ocak 2013, http:// www.cabinet.iq/PageViewer.aspx?id=8. “Kaimet Allavi Tahtel El-Mawku Ewwel Fil-İntihabat El-Irakiye [Allavi’nin Listesi Irak Seçimlerinde İlk Sıraları Oluşturuyor],” BBC Arapça, 26Mart 2010. Erişim: 22 Ocak 2013, http://www.bbc.co.uk/arabic/middleeast/2010/03/100326_iraq_results_tc2.shtml. Katzman, Kenneth. Iran-Iraq Relations. Congressional Research Service, 13 361 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ağustos 2010. Erişim: 25 Aralık 2012. http://www.fas.org/sgp/crs/mideast/ RS22323.pdf. Katzman, Kenneth. Iraq: Politics, Governance, and Human Rights. Congressional Research Service, 15 Ocak 2013, Erişim: 13 Aralık 2011. http://www. fas.org/sgp/crs/mideast/RS21968.pdf. Khadury, Waleed. “Sarikat Amwal El-Naftul-Irak [Irak’ın Petrol Parasını Çalmak],” Al Hayat, 16 Aralık 2012. Erişim 20 Aralık 2012, http://alhayat. com/OpinionsDetails/462390. Köksal, Sönmez. Irak’ın Kuzeyindeki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri. Rapor No: 6, İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2009. Margesson, R., Andorra Bruno ve J. Sharp. “Iraqi Refugees and Internally Displaced Persons: A Deepening Humanitarian Crisis?,” Congressional Research Service, 13 Şubat 2009. Erişim 21 Aralık 2012, http://www.fas.org/ sgp/ crs/mideast/RL33936.pdf. Mengü, Cüneyt. “İşgal Sonrası Irak’ın Yapılanmasına Dair Tasarılar,” KÖKSAV, 29 Nisan 2008. Erişim: 27 Aralık 2012, http://www.koksav.org.tr/ebulten/nisan2008/080429_hk_cmengu.html. Milani, Mohsen. “Meet Me in Baghdad.” Foreign Affairs, 20 Eylül 2010. Erişim: 20 Aralık 2012, http://www.foreignaffairs.com/articles/66750/ mohsen-m-milani/meet-me-in-baghdad. “Moqtada al-Sadr Flees to Iran”, The Telegraph, 14 Şubat 2007. Erişim 20 Aralık 2012. http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/1542673/ Moqtada-al-Sadr-flees-to-Iran.html. Rafaat, Aram. “Kirkuk: The Central Issue of Kurdish Politics and Iraq’s Knotty Problem,” Journal of Muslim Minority Affairs, Cilt: 28 Sayı: 2 (2008): 253-254. “Sadirat El Irak El Naftiya Tebluğ 2,565 Milyon Bermil Yawmiyyen [Irak’ın Petrol İhracatı Günlük 2,565 Milyon Varil],” BBC Arapça, 1 Eylül 2012. Eri362 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak şim: 20 Aralık 2012, http://www.bbc.co.uk/arabic/business/2012/09/120901_ iraq_record_oil_exports.shtml. Semin, Ali. “Türkiye-Irak İlişkilerinde Yeni Dönem Neler Getirecek?,” SDE, 9 Kasım 2009. Erişim: 2 Şubat2013, http://www.sde.org.tr/tr/haberler/95/turkiye-irak-iliskilerinde-yeni-donem-neler-getirecek.aspx. Semin, Ali. “Türkiye’nin Bağdat, Necef ve Erbil Üçgeninde Irak Politikası,” BİLGESAM, 9 Nisan 2011. Erişim: 15 Ocak 2013, http://www.bilgesam. org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1007:tuerkiye nin-badatnecef-ve-erbil-uecgeninde-irak-politikas&catid=77:ortadoguanalizler&Itemid=150. Seyd Ahmet, Rıfat. Man Sana Karar Al-ihtilal [İşgal Kararını Kim Üretti]. Bağdat: Dar El-Snobar Yayınları, 2008. Smith, Jack A. “Iraq “After” the War: What is Iraq’s Future? What are America’s Intentions?,” Center for Research on Globalization, 24 Aralık 2011. Erişim: 20 Aralık 2012, http://www.globalresearch.ca/iraq-after-thewar-what-is-iraq-s-future-what- are-america-s-intentions/28333. “Telat Bunuk İraniya Tumarıs Fil-Irak [Üç İran Bankası Irak’ta İş Görüyor],” Al Najaf News. Erişim: 30 Aralık 2012, http://www.alnajafnews.net/najafnews/news.php?action=fullnews&id=70416. Türkmen, İlter. Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası. Rapor No: 5, İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2010. UNHCR. Statistics of Displaced Iraqis around the World: Global Overview. 24 Eylül 2007, http://www.unhcr.org/cgi-bin/texis/vtx/home/opendoc. pdf?tbl=SUBSITES&id=470387fc2. Ureybi, Sahır. “Siyaset El-Taka Fi Eklim Kurdustan [Kürdistan Bölgesinde Enerji Politikası],” Babil, 12 Temmuz 2012. Erişim: 22 Şubat 2013, http:// www.babil.info/thesis.php?mid=37382&name=iqtsad. 363 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları KUZEY IRAK’TA GORAN HAREKETİ VE KDP-KYB İLE DENGE ARAYIŞLARI Ali SEMİN* Irak’ta ABD işgalinin ardından kurulan etnisite ve mezhebe dayalı siyasi yapıda merkezi hükümetin Şii-Sünni Araplar ve Kürtler arasında paylaşımını öngören yönetim sistemi devam etmektedir. Kuzey Irak’ta ise 1991 yılından beri geçerli olan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) eksenli iki yönetimli yapı işgal döneminde sona ermiştir. 19942005 arası dönemde Erbil ve Dohuk KDP idaresinde yer alırken Süleymaniye ise KYB tarafından yönetilmiştir. Bu dönemde KDP ve KYB’nin liderlik mücadelesine girdiği ve Habur Sınır Kapısı’ndan elde edilen gelirin paylaşımı konusundaki anlaşmazlığın iki parti arasındaki gerilimi silahlı çatışmaya kadar tırmandırabileceği gözlenmiştir. Fakat ABD işgali ve Kürtlerin bu süreçte elde ettikleri imtiyazları muhafaza etme isteği, KDP ve KYB’nin birlikte hareket etmesini sağlamış ve taraflar arasında zımni bir anlaşma yapılmıştır. İki parti 2006’da ortak idare hususunda anlaşarak stratejik bir ortaklık tesis etmiş, Kuzey Irak Kürt yönetimini %50-%50 paylaşmayı kararlaştırmıştır. KDP Celal Talabani’nin Irak cumhurbaşkanlığını, KYB de Mesut Barzani’nin Kürt yönetimi başkanlığını desteklemiş ve iki parti 2014’e kadar Irak parlamento seçimlerine ortak liste ile katılmıştır. Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin lideri olduğu KDP ve Cumhurbaşkanı Talabani’nin lideri olduğu KYB tesis ettikleri ortaklık çerçevesinde Kuzey Irak’ı Temmuz 2009’a kadar etkili bir muhalefet olmadan yönetmiştir. 25 Temmuz 2009 tarihinde gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde ise Goran * BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı 365 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Hareketi (Değişim) Kuzey Irak’ta güçlü bir muhalefet olarak siyasete katılmıştır. KYB içerisinden doğan Goran Hareketi, 2010’da Irak parlamento seçimlerinde aldığı oy sayısını artırmış, 2013’teki Kuzey Irak parlamento seçimlerinde de KDP’nin ardından en yüksek oyu alarak Kürt yönetiminde hükümetin koalisyon ortağı haline gelmiştir. İran’la yakın ilişkileri bulunan ve özellikle Süleymaniye’de etkili olan Goran Hareketi’nin iktidarın ortağı haline gelmesi Kürt yönetimindeki dengeleri etkilemeye, Kuzey Irak’taki KDP-KYB eksenine dayalı siyasi yapıyı değiştirmeye başlamıştır. Bu analizde Goran Hareketi’nin ortaya çıkışı, yükselişi ve söylemleri incelenmekte, hareketin Kuzey Irak seçimlerinde aldığı oy oranları ele alınmakta ve 30 Nisan 2014 seçimlerinde Goran’ın performansı KDP ve KYB ile mukayeseli olarak değerlendirilmektedir. Analizde Goran Hareketi’nin yükselişinin Kuzey Irak’taki siyasi denkleme etkileri üzerinde durulmakta, 2013 parlamento seçimlerinin ardından kurulan 8. hükümette yer almasının Goran’ın mevcut vizyonunu ve oy desteğini nasıl etkileyebileceği analiz edilmektedir. Goran Hareketi’nin Yükselişi ve Vizyonu Kuzey Irak, 1990’lı yıllardan Goran Hareketi’nin ortaya çıktığı 2009 yılına kadar KDP ve KYB’nin hâkim olduğu bir bölge olmuştur. ABD işgali döneminde iki partinin birlikte hareket etmesi ise Kürt yönetiminde muhalefete ihtiyaç olduğu kanaatini yaygınlaştırmıştır. Goran Hareketi böyle bir siyasi zeminde KYB’nin kurucu kadrosu arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı ortaya çıkmış ve değişim söylemiyle Kuzey Irak siyasetine katılmıştır. KYB lideri Celal Talabani’nin yardımcısı Novşirvan Mustafa, partide reform gerçekleştirilmesi, bölgedeki ailelere dayalı yönetim sisteminin değiştirilmesi, yolsuzlukların önlenmesi ve şeffaf bir idareye duyulan ihtiyaca işaret ederek Aralık 2006’da partiden istifa etmiştir.1 Mustafa KYB’den istifa ettikten sonra siyasi faaliyetlerini medya alanında sürdürmüş, Sibey (yarın) adlı bir haber sitesi kurmuş ve 2007 yılından itibaren Goran Hareketi’nin kuruluşu için teşkilatlanmaya başlamıştır. Nisan 2009’da siyasi parti hüviyeti kazanan Goran Hareketi, 2009’daki Kuzey Irak parlamento seçimlerine katılmış, top1 , (Biz Kimiz?), Gorran, Erişim tarihi: 25 Nisan 2014, http://www.gorran.net/Content.aspx?LinkID=112&Action=2. 366 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları lam oyların %23,75’ini alarak bölgedeki en güçlü muhalif siyasi parti haline gelmiştir.2 Kuzey Irak’taki 2009 seçimlerinin ardından 2010’da Irak parlamento seçimlerine katılan Goran Hareketi, %4,3’lük oy oranıyla Bağdat’ta 8 milletvekili kazanmıştır.3 Goran bu oranıyla KDP-KYB’nin %14,6’lık oy oranına sahip ortak listesinin ardından Bağdat’ta ikinci Kürt partisi konumuna yükselmiştir. Goran Hareketi’nin Yükselişi (2009-2014) Goran Hareketi’nin kuruluşunda ve yükselişinde üç temel sebebin etkili olduğu görülmektedir. Birincisi, KDP-KYB tarafından 22 yıldır yönetilen bölgede artık değişim, reform ve şeffaf bir yönetime ihtiyaç duyulmasıdır. Bölgenin yönetim erkleri üzerinde süreklilik arz etmeye başlayan ikili ittifak, denetle2 (Kürt Muhalefeti Goran Hareketi’nin KYB ve KDP’ye Karşı “Belge Savaşı” Başladı), Al-Hayat, 9 Temmuz 2013, Erişim tarihi: 22 Mayıs 2014, http://daharchives.alhayat.com/issue_archive/ Hayat%20INT/2013/7/9/. 3 (Goran Hareketi Manevi Kişiliği Olan bir Siyasi Teşkilattır), Gorran, 24 Nisan 2009, Erişim tarihi: 15 Mayıs 2014, http://www.gorran. net/Ar/Content.aspx?LinkID=125&Action=2. 367 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye yici üçüncü bir siyasi partinin ortaya çıkışını gerekli kılmıştır. İkincisi, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani eksenindeki iç politikayı dengeleyebilecek güçlü bir muhalefetin ortaya çıkması arzusudur. Üçüncüsü ise Talabani’nin partiyi geri planda tuttuğu yönündeki izlenim, KDP ile stratejik ittifakın parti içinde yol açtığı anlaşmazlıklar ve KYB’nin KDP’nin güdümüne girdiği yönündeki eleştirilerdir. Nitekim Talabani’nin, Cumhurbaşkanlığı döneminde bütün zamanını Bağdat’taki çalışmalarına ayırdığı ve KYB’deki iç çekişmeleri dizginleme gücünü yitirmeye başladığı gözlemlenmiştir. Talabani-Barzani ittifakının ise iki parti arasındaki çatışmayı sona erdirirken KYB’nin bölünmesine yol açtığı müşahede edilmiştir. Kürt milliyetçisi Mustafa liderliğindeki Goran Hareketi, KDP ve KYB’nin aksine Kuzey Irak dışındaki Kürtler arasında etkili değildir. Kuzey Irak Kürt yönetimi kontrolü dışındaki Kerkük, Musul, Selahattin ve Diyale bölgelerinde Goran Hareketi’nin KDP-KYB ile karşılaştırıldığında ciddi bir halk desteğinin olmadığı ifade edilebilir. Bu durumun sebeplerinden biri Goran Hareketi’nin Kuzey Irak merkezli ve iç politika ağırlıklı bir vizyona sahip olmasıdır. Goran Hareketi, Kuzey Irak’taki en büyük muhalefet olmasına rağmen içe kapanık bir siyaset izlemektedir ve Orta Doğu’da İran dışında başka bir ülkeyle ciddi bir münasebeti bulunmamaktadır. KDP ve KYB ise Irak genelinde ve Kuzey Irak özelinde neredeyse tüm siyasi parti ve oluşumlarla etkileşime girmekte, bölgesel ve küresel güçlerle ilişkiler kurmaktadır. Goran Hareketi’nin sadece Tahran yönetimi ile ilişkilerini güçlendirerek iç politikaya yönelmesi, partinin orta ve uzun vadede etkinliğini sınırlandırabilir. Bu açıdan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 4 Mart 2014 tarihinde Süleymaniye’deki Goran Hareketi merkezine gerçekleştirdiği ziyaretin parti için bir açılım sağlayabileceği değerlendirilmektedir. Goran Hareketi’yle etkileşime girmek Türkiye’ye de Dohuk-Erbil hattındaki etki alanını Süleymaniye’ye genişletme imkânı sağlayabilir. Goran’ın Kuzey Irak genelinde teşkilatlı olmakla birlikte özellikle Süleymaniye’de etkili olduğu, Talabani’nin rahatsızlanmasından sonraki dönemde Goran’ın bu ildeki en güçlü aktör konumuna terfi ettiği gözlemlenmektedir. Goran Hareketi’nde Novşirvan Mustafa çevresinde genelde eski peşmergeler ve eğitim düzeyi yüksek gençler yer almaktadır. Mustafa’nın 368 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları değişim söylemi Kuzey Irak’ta özellikle gençler arasında karşılık bulmaktadır. Partide Mustafa’nın ardından Irak Parlamentosu milletvekili Latif Muhammed, Goran Hareketi’nin Sözcüsü Şerko Kadir, Kürt Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed ve Kürt Parlamentosu milletvekillerinden Ali Hama Salih’in öne çıktığı görülmektedir. Kuruluşundan itibaren Goran Hareketi, Kürt yönetimindeki rüşvete, yolsuzluklara, iltimaslara ve tekellere karşı değişim ve şeffaflık vaat etmekte, bölgede muhalefetin güçlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Goran ayrıca bölgede elde edilen gelirin adil paylaşılmadığını öne sürmekte, sosyal refahın sağlanması için eşitsizliğin önlenmesi gerektiğini ve adil paylaşımın elzem olduğunu vurgulamaktadır. Goran Hareketi, siyasi partilerin müstakil milis güçlerine sahip olmasına karşı çıkmakta, güvenlik güçlerinin partilerden bağımsız olması gerektiğini savunmaktadır. Peşmerge kuvvetleri içinde KDP ve KYB’ye bağlı farklı hizipler bulunmasını eleştiren Goran, Kuzey Irak’ta partiler üstü birleşik bir ordu kurulmasını teklif etmektedir. Goran, istihbarat birimlerinin ve emniyet kurumlarının partilerin çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren kurumlara dönüşmesine itiraz etmekte, istihbarat teşkilatında ve kolluk kuvvetlerinde de KDP ve KYB’ye aidiyete dayalı mevcut yapının değiştirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Goran Hareketi, KYB’ye benzer şekilde Irak siyaseti çerçevesinde Kürt-Şii ittifakına sıcak bakmakta ve Türkmenlerle ilişkilerin ılımlı bir çizgide yürütülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Goran, ihtilaflı bölgeler probleminin Bağdat merkezi yönetimiyle diyalogla ve federal anayasanın ilgili maddeleri temelinde çözümünü savunmakla birlikte Kerkük’ün Kürdistan’ın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Goran Hareketi, Suriye’deki PYD yapılanmasına sıcak bakmakta, PYD’nin önünün açılmasını istemektedir. Goran’ın Kuzey Irak Kürt yönetiminin bağımsızlığı konusunda ise KDP ve KYB ile aynı bakış açısına sahip olduğu gözlenmektedir. Goran Hareketi 2012 yılında yayımladığı bir bildiride gerekli hazırlıkların tamamlanması ve şartların olgunlaşması halinde Kürt yönetiminin bağımsızlığını destekleyeceklerini beyan etmiştir. Goran Hareketi’nin ortaya çıkışının Arap ayaklanmalarının Kuzey Irak’a etkilerini azalttığı gözlenmiştir. Goran’ın muhalefeti olmasaydı, Arap dünyasın369 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye daki ayaklanmaların Kuzey Irak’a sirayet edebileceği ve KDP-KYB yönetiminin devrilmesine yönelik bir sürece yol açabileceği değerlendirilmektedir. Nitekim Şubat 2011’de Kuzey Irak’ta kısa süreli protesto gösterileri düzenlenmişse de bölge yönetiminde KDP-KYB’ye muhalefetin varlığı protestoların genişlemesini ve ayaklanmaya dönüşmesini engellemiştir. Diğer taraftan Goran Hareketi’nin ortaya çıkışı KYB’nin KDP’ye karşı elini zayıflatmış ve Goran-KDP arasında gizli bir işbirliği bulunduğu yönünde iddialara sebep olmuştur. Geçmişte gerek KDP’nin gerekse KYB’nin birbirlerine karşı kullanmak amacıyla bölgede muhalif bir siyasi hareketin varlığına sıcak bakmış olması ise bu iddialara mesnet teşkil etmektedir. Goran’ın Seçimlerdeki Performansı ve Siyasi Denkleme Etkisi Goran Hareketi, 2009 tarihinden itibaren Kuzey Irak’taki ve Irak genelindeki seçimlere katılarak Kürt yönetimindeki siyasi denklemi etkilemeye başlamıştır. 25 Temmuz 2009 tarihinde Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde KDP-KYB ittifakı toplam oyların %57,37’sini alırken, Goran %23,75 düzeyindeki oy oranıyla bölgedeki en etkili muhalif aktör konumuna yükselmiştir. Bu oy oranıyla Goran, 111 sandalyeli Kürt parlamentosunda 25 milletvekili çıkararak Kuzey Irak Kürt yönetimine muhalefet olarak katılma imkânı elde etmiştir. Goran Hareketi’nin ortaya çıkışı özellikle Süleymaniye’deki dengeleri değiştirmiş, hareket KYB’nin kalesi olarak nitelenen Süleymaniye bölgesine bağlı 14 ilçeden 11’inde birinci sırayı almıştır. 2009 seçimlerinde Goran’ın elde ettiği başarıda KDP ve KYB’nin tek liste ile seçimlere katılmasının da etkili olduğu yönünde değerlendirmeler vardır. 21 Eylül 2013 tarihinde gerçekleştirilen Kuzey Irak parlamento seçimlerinin sonuçları, Goran Hareketi’nin bölgedeki yükselişinin devam ettiğini göstermiştir. 37 parti/siyasi oluşumun katıldığı seçimlerde KDP ve KYB ayrı listelerle yarışmış,4 KDP toplam oyların %35,85’ini alırken KYB’nin oy oranı %16,91’de kalmıştır. Goran Hareketi ise %23 düzeyinde oy oranıyla bölgede KDP’nin ardından ikinci en güçlü parti haline gelmiştir. Bölgedeki İslami Bir4 74% (Irak Kürdistan’ı Seçimlerinde Katılım Oranı%74), Akhbarak, 22 Eylül 2013, Erişim tarihi: 25 Mayıs 2014, http://www.akhbarak.net/ articles/13607318-74. 370 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları lik ve İslami Cemaati partileri de sırasıyla %9 ve %5,7 düzeyinde oy almıştır. Seçimlerdeki oy oranları doğrultusunda KDP 38, Goran Hareketi 24, KYB 18, İslami Birlik partisi 10 ve İslami Cemaati partisi ise 6 milletvekili çıkarmıştır.5 Kuzey Irak parlamentosunda Türkmenlere 5, Hıristiyanlara 5 ve Ermenilere ise 1 milletvekili seçme hakkı tanınmaktadır. 21 Eylül Kuzey Irak parlamento seçimleri değerlendirildiğinde KDP-Goran ve KYB eksenli yeni bir siyasi denklemin ortaya çıktığı görülmektedir. Kuzey Irak seçimlerinden Goran Hareketi’nin ikinci parti olarak çıkması KDP-KYB arasındaki stratejik ortaklıkla ilgili soru işaretleri doğurmuş ve bölgedeki siyasi denklemin değişebileceği bir süreç başlatmıştır. Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Aralık 2012’den beri Almanya’da tedavi görmesi, KYB içinde ayrışmalara neden olmuş, bu ayrışmalar partinin tabanından gelen Goran Hareketi’ni güçlendirmiştir. Böylece KYB’nin Kuzey Irak siyasi denklemindeki ağırlığı azalırken Goran Hareketi lehine bir değişim dönemi başlamıştır. KDP-KYB arasında 2006 yılında imzalanan stratejik ortaklık anlaşmasına göre iki parti Kuzey Irak’ı birlikte yönetecek, iki parti bölgedeki hükümet başkanlığına ikişer yıl dönüşümlü olarak sahip olacaktı. Fakat Goran Hareketi’nin 21 Eylül seçimlerinde KDP’den sonra ikinci parti haline gelmesi bölgedeki güç dengesini değiştirmiş, KYB’nin üst düzey kadrolarının KDP ile kurdukları ittifakı sorgulamasına yol açmıştır. Goran Hareketi’nin hükümetin parçası haline gelmesinin KDP’nin Kürt yönetimindeki elini güçlendirebileceği değerlendirilmektedir. Nitekim hükümet içinde KDP’yi dengeleyebilecek güç ortadan kalkmakta, Kuzey Irak’ta KDP’nin oldukça güçlü olduğu, Goran Hareketi ve KYB’nin ise zayıf kaldığı bir yönetim oluşmaktadır. Goran Hareketi’nin bölgedeki hükümete katılarak muhalefet konumundan ayrılması, bölgedeki Kürtlerin bu partiye verdiği desteği azaltabilir. Goran’ın 8. Kürt hükümetine ortak olması reform, şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele söylemlerinin Kürtler üzerindeki etkisini zayıflatabilir. Goran’ın vaat ettiği reform ve değişim gerçekleşmeden hükümete katılma5 (Kürdistan Parlamentosu Seçimlerinin Nihai Sonuçları), Kurdistan Regional Government, 2 Ekim 2013, Erişim tarihi: 22 Mayıs 2014, http://www. krg.org/a/d.aspx?l=14&a=49265. 371 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye sı, Kürt kamuoyunda sorgulanabilir ve böylece hareket, orta ve uzun vadede prestijini kaybedebilir. 8. hükümete katılmasının Goran’a KDP aleyhinde sağlayacağı avantajın ise hükümetten çekilme seçeneğini elinde bulundurması olduğu görülmektedir. 2013 Kuzey Irak seçimlerinde Goran Hareketi’nin ikinci sırada yer almasının dolaylı olarak KDP-KYB arasındaki stratejik ittifakı pekiştirdiği gözlenmektedir. Goran’ın yükselişinin devam etmesi halinde Barzani’nin KYB’nin bölgede dengeleyici bir unsur kalması için irade göstermesi beklenmektedir. İç anlaşmazlıklar, Talabani sonrasında partinin liderinin kim olacağı tartışması ve parlamento başkanlığının Goran’a geçmesi KYB’yi zayıf bir ortağa dönüştürmüştür. KYB’nin zayıflaması ise Kürt yönetiminde KDP’nin konumunu güçlendirmiş, Barzani iktidarının gerek iç politikada gerekse dış politikada elini rahatlatmıştır. KDP-KYB arasında hükümet başkanlığının dönüşümlü olarak yürütülmesini öngören anlaşma Goran’ın yükselişiyle işlevini yitirmiştir. KDP ve KYB, 8. hükümette sadece İçişleri Bakanlığı’nı dönüşümlü olarak ikişer yıllığına yönetmeyi kararlaştırmıştır. 21 Eylül parlamento seçimleriyle oluşan siyasi denklemde KDP’nin KYB ile ortaklığını sürdürürken bölgedeki mevcut konumunu korumak için Goran Hareketi ve KYB’yi dengelemeye odaklanabilir. KDP’nin, KYB ile ortaklığını devam ettirmek suretiyle KYB-Goran birleşmesini engellemeye çalışabileceği değerlendirilmektedir. Gelecekte bu iki partinin KDP’ye karşı birleşmesi, KDP’nin Kürt yönetimindeki konumunu zayıflatabilir ve hareket alanını daraltabilir. Ancak böyle bir değişim sürecinde Kuzey Irak Kürt kamuoyunun desteği unutulmamalıdır. Kuzey Irak Kürtleri yekpare bir görünüm arz etse de değişime toplumsal bakışta farklılıklar gözlenmektedir. Örneğin Süleymaniye bölgesindeki Kürtlerin Dohuk’taki Kürtlerden değişime ve Batılı ülkelerdeki yaşam tarzlarına daha meyilli olduğu ifade edilebilir. KYB’nin geleneksel olarak etkili olduğu bölgelerde Kürtler değişim yanlısı bir tutuma sahiptir ve bu tutumun Goran’ın başarısında etkili olduğu değerlendirilmektedir. Nitekim Goran Hareketi, Süleymaniye bölgesinde gösterdiği başarıyı Dohuk’ta gösterememektedir. 21 Eylül parlamento seçimleri sonucunda KDP’nin öncülüğünde Goran, KYB, İslami Birlik Partisi ve İslami Cemaati’nin katılımıyla kurulan hükümette ba372 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları kanlıkların paylaşımında dikkat çeken hususlar vardır. Partiler arasındaki uzun müzakereler neticesinde KDP’nin adayı Neçirvan Barzani’nin Başbakan, Celal Talabani’nin oğlu KYB’li Kubat Talabani’nin Başbakan Yardımcısı, Goran Hareketi’nden Yusuf Muhammed’in Parlamento Başkanı ve KDP milletvekillerinden Cafer Eminki’nin Parlamento Başkan Yardımcısı olması kararlaştırılmıştır. Goran Hareketi, Parlamento Başkanlığı yanında Peşmerge Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Vakıflar Bakanlığı ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nı elde etmiştir. Parlamento Başkanlığı’nın yanı sıra KYB’nin karşı çıkmasına rağmen Peşmerge Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı gibi önemli bakanlıkları elde eden Goran, böylece hükümetin ikinci büyük ortağı haline gelmiştir. Ancak Goran’ın hükümetin ikinci en güçlü ortağı olsa da bu bakanlıkların idaresinde beklendiği ölçüde başarı gösteremeyeceği değerlendirilmektedir. Goran Hareketi’nin muhalefetteyken iddia ettiği idari ve mali yolsuzluğun yaygın olduğu bakanlıkların temizlemesinin oldukça zor olmasıdır. KDP ve KYB gibi milis gücüne sahip olmayan Goran Hareketi’nin aynı şekilde Peşmerge Bakanlığı’nı tek başına yürütmesi zor görünmektedir. Goran bu bakanlığın çalışmalarını, Peşmerge gücünü elinde bulunduran KDP ve KYB ile birlikte yürütmek durumundadır. Goran Hareketi’nin Maliye Bakanlığı ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nda da etkin bir yönetim için yeterli kadroya da sahip olmadığı bilinmektedir. Dolayısıyla KDP’nin bu bakanlıkları Goran Hareketi’ne vermesinin, partinin orta vadede Kuzey Irak kamuoyu nezdindeki itibarını zedeleyebileceği tahmin edilmektedir. Nitekim değişim, reform, şeffaflık, mali yolsuzlukla mücadele ve bölgenin kalkınmasından Goran Hareketi’nin yönettiği bakanlıklar sorumludur. Goran Hareketi bu bakanlıkların yönetimiyle ilgili KDP ile gizli bir anlaşma yapmadıysa ve seçim vaatlerini yerine getiremezse Kuzey Irak’ta güç kaybedebilir. 30 Nisan Seçimlerinde KDP, KYB ve Goran’ın Karşılaştırılması 30 Nisan 2014 tarihinde Kuzey Irak yerel seçimleri ve Irak parlamento seçimleri birlikte düzenlenmiştir. Kuzey Irak yerel seçimlerinde, Irak Bağımsız Yüksek Seçim Konseyi tarafından açıklanan sonuçlara göre Goran’ın bir önceki seçimlere göre oyunu artırmaya devam ettiği, ancak bölgedeki sıralamanın değiştiği görülmektedir. 373 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye KDP, yerel seçimlerdeki 816 bin 654 oy almış, bölge genelinde il meclislerinde toplam 34 üyeye ulaşmıştır. KDP, Erbil’de 12, Süleymaniye’de 3 ve Dohuk’ta 19 meclis üyesi kazanmıştır. Kuzey Irak parlamento seçimlerine göre KDP, 71 bin civarında oy artırmıştır.6 KYB, yerel seçimlerde 528 bin 122 oy alarak, il meclislerinde 19 üye kazanmıştır. KYB, Süleymaniye’de 11, Erbil’de 6 ve Dohuk’ta 2 üye elde etmiştir. KYB, 2013’de yapılan Kuzey Irak parlamento seçimleri dikkate alındığında oy sayısını 177 bin civarında artırmıştır. Kuzey Irak yerel seçimlerinde Goran Hareketi ise 490 bin 512 oy alarak il meclislerine 17 üye göndermeye hak kazanmıştır. Goran’ın 30 Nisan yerel seçimlerindeki oyunun 2013’te Kuzey Irak’ta düzenlenen genel seçimlerdeki oy sayısından yaklaşık 13 bin fazla olduğu gözlenmektedir. Goran 30 Nisan yerel seçimlerinde oy sayısını artırmakla birlikte bölgedeki sıralamada üçüncü sıraya gerilemiştir. 30 Nisan seçim sonuçları Goran Hareketi’nin, KDP ve KYB’ye nazaran oy sayısını çok az artırabildiğini göstermiştir. Goran’ın nispi gerilemesinin ve KYB’nin oy sayısındaki belirgin artışın iki temel nedeni olduğu ifade edilebilir. Birincisi, 21 Eylül’de yapılan seçimlerden sonra Kuzey Irak’ta hükümet kurma sürecinde Goran Hareketi’nin KDP’ye yakın bir çizgide durmasıdır. Goran’ın bu tutumundan dolayı parti tabanının kısmen KYB’ye yöneldiği tahmin edilmektedir. Goran Hareketi, 2009 ve 2013 seçimlerindeki yüksek oy oranına hem KDP’ye hem de KYB’ye karşı geliştirdiği muhalefet sayesinde ulaşmıştır. Fakat 2013 seçimlerinden sonra Goran’ın sadece KYB’ye muhalefet eden bir aktöre dönüşmesi, partinin Kuzey Irak Kürt kamuoyundaki itibarını zayıflatmaya başlamıştır. Novşirvan Mustafa’nın, koalisyon görüşmeleri sırasında KDP ile yaptığı müzakerelerin neredeyse tamamında KYB’yi zayıflatmaya yönelik hareket ettiği yönünde bir izlenim oluşmuştur. Goran Hareketi’nin Kuzey Irak’taki yeni hükümete katılması ve KDP ile birlikte hareket etmesi, eski KYB’lilerden oluşan parti tabanını rahatsız etmektedir. İkincisi ise, KYB’nin lider kadrosu (Kosret Ali Resul, Berham Salih ve 6 (Erbil ve Süleymaniye’deki Vilayet Meclisi’ndeki Siyasi Partilerin Sandalye Sayısı), Xandan, 21 Mayıs 2014, Erişim tarihi: 21 Mayıs 2014, http://xendan.org/dreja3. aspx?Jmara=91114&Jor=1. 374 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları Talabani’nin eşi Hero Ahmed) içindeki mücadelenin azalması ve Talabani’nin Almanya’da Irak parlamento seçimleri için oy kullandığı görüntülerin yayımlanmasıdır. Özellikle Talabani’nin görüntülerinin yayımlanmasının KYB’nin oy oranını artırarak Goran Hareketi’nin önüne geçmesinde etkili olduğu değerlendirilmektedir. Seçim sonuçları, Goran Hareketi’nin KYB’yi zayıflatmasıyla beraber KDP’nin bölgedeki profilinin yükseldiğine işaret etmektedir. Ayrıca KDP’nin, KYB ve Goran Hareketi’ne yönelik izlediği stratejik hamleler doğrultusunda kendi siyasi itibarını sağlamlaştırdığı ifade edilebilir. Yerel seçimleri açık farkla kazanan KDP, Erbil ve Dohuk’ta yerel yönetimi KYB ve Goran ile sorun yaşamadan kurabilecektir. Ancak Süleymaniye il meclisinde KYB ile Goran Hareketi arasında bir üye fark olmasından dolayı kentteki yerel yönetimin kurulması zaman alabilir. Özellikle Süleymaniye’de vali belirleme konusunda KYB ile Goran arasında ciddi pazarlıklar yaşanabilir. Süleymaniye’de yerel yönetimin kurulması için iki formülden söz edilebilir. Birincisi KYB ve Goran Hareketi’nin uzlaştığı bir adayın vali olmasını sağlamaktır. Diğeri ise iki partinin kentteki yönetimi ikişer yıl sırayla üstlenmesidir. KYB ve Goran iki formüle de sıcak bakabilir. 30 Nisan’daki Irak parlamento seçimlerinde ise KDP, 1 milyon 38 bin oyla 25 milletvekili, KYB 842 bin 326 oyla 21 milletvekili ve Goran Hareketi 451 bin 858 oy ile 9 milletvekili çıkarmıştır. Goran Hareketi’nin 30 Nisan Irak parlamento seçimlerinde aldığı oyun, 2010’daki Irak genel seçimlerindeki oy sayısından yaklaşık 10 bin daha az olduğu görülmektedir. Goran bölgede yerel seçimlerde olduğu gibi Irak parlamentosu seçimlerinde de üçüncü sırada yer almıştır. 30 Nisan Irak parlamento seçimleriyle Kürtlerin Irak’ın parlamentosundaki milletvekili sayısı 57’den 62’e yükselmiştir. Bu sayı 328 sandalyeli Irak parlamentosunda Kürtlerin temsil oranının %18.9 olduğunu göstermektedir. KDP, KYB ve Goran Hareketi’nin Irak parlamento seçimlerindeki oy oranı ve ulaştıkları milletvekili sayıları değerlendirildiğinde, KYB’nin Kuzey Irak seçimlerinde kaybettiği gücünü bu seçimlerde nispeten toparladığı görünmektedir. 2010 seçimlerindeki gibi KDP-KYB tek listeyle katılmamıştır. Bu 375 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye bağlamda KYB, 2010 yılında Irak parlamentosu seçimlerinde kazandığı 14 milletvekilini 2014 seçimlerinde 21’e yükseltmiştir. KDP’nin ise milletvekili sayısı, 31’den 25’e düşmüştür. Böylece KDP Irak genel seçimlerinde 6 milletvekili kaybetmiştir. Goran Hareketi ise KYB kadar başarı elde etmese de Irak parlamentosundaki milletvekili sayısını 8’den 9’a çıkarmayı başarmıştır. 30 Nisan Irak parlamento seçimleri, KYB’nin Kuzey Irak parlamento seçimlerinde kaybettiği gücünü Irak’ın diğer bölgelerinde kısmen geri aldığına işaret etmektedir. KYB, başta Kerkük olmak üzere Selahattin, Diyale ve Musul gibi tartışmalı bölgelerde Goran ve KDP’den daha güçlüdür. Bunun temel nedenlerinden birisi KYB lideri Celal Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı olması ve bu bölgelerdeki tüm kesimlerle ilişkiler kurmayı başarmasıdır. Bir diğeri ise, KYB’nin 2003 yılında Irak’ın işgaliyle birlikte Kerkük, Selahattin ve Diyale bölgelerinde diğer Kürt partilerden daha aktif bir örgütlenme çalışması yapmasıdır. Irak’ın işgalinden sonra KDP, ağırlıklı olarak bölgedeki Kürtlerle ve Kuzey Irak’ın iç meseleleriyle ilgilenerek Orta Doğu’daki Kürt liderliğini üstlenmeye çalışmaktadır. KYB ise, Bağdat’taki siyasi gruplarla kurduğu ilişkileri önceleyerek Kürt-Şii ittifakını muhafaza etmeye dikkat etmiştir. Bu sebeple KYB’nin Kuzey Irak dışındaki desteğinin KDP ve Goran Hareketi’nden daha fazla olduğu söylenebilir. Sonuç ABD’nin askerlerini geri çekmesiyle birlikte Irak siyasetinde değişim görülmese de, 2003 yılından beri Bağdat’ın politik denkleminde yapılan ittifaklar değişmektedir. Bu tablonun Kuzey Irak’ın iç dinamiklerine de yansıdığı, KDPKYB’nin stratejik ortaklık anlaşmasındaki temel parametrelerin değişmeye başladığı gözlemlenmektedir. Söz konusu anlaşma Kuzey Irak’taki statükoyu temsil etmekte ve KDP-KYB ittifakının devamını sağlamaktadır. Goran Hareketi ise henüz Kuzey Irak’ın siyasi ve stratejik kararlarına yeterli ölçüde etki edememektedir. Ancak Goran Hareketi’nin yükselişinin KDP’nin KYB’ye karşı elini kuvvetlendirdiği ifade edilebilir. Bu nedenle Goran’ın yükselişi, iç çatışma yaşanmadan Kürt siyasetindeki dinamiklerin değişebileceğine işaret etmekte ve bölgedeki siyasi sistemin dengeleyici aktörlerin ortaya çıkmasına müsait olduğunu göstermektedir. 376 Kuzey Irak’ta Goran Hareketi ve KDP-KYB ile Denge Arayışları Goran’ın Kuzey Irak’ta kurulan 8. sekizinci hükümete ortak olması orta vadede bölgedeki siyasi itibarını zayıflatabilir. Kürt kamuoyu, 1991 yılından beri KDP-KYB’nin hâkimiyetindeki siyasal sistemde reform talep etmektedir ve bu talep Goran’ın desteklenmesinde etkili olmuştur. Değişim ve şeffaflık prensiplerinin geçen 5 sene diliminde tam anlamıyla gerçekleşmemesine rağmen Goran’ın hükümete katılması, partinin Kuzey Irak Kürt kamuoyundaki güvenirliğini önümüzdeki süreçte zedeleyebilir. Goran Hareketi’nin KDPKYB ile yaptığı ittifak neticesinde elde ettiği Maliye Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve Peşmerge Bakanlığı gibi bölgenin önemli bakanlıklarını doğru bir şekilde yönetmesi gerekmektedir. Özellikle Maliye ve Peşmerge bakanlıkları hem Kuzey Irak’ta hem de Bağdat-Erbil ilişkilerinde yaşanan siyasi krizlerde önem arz etmektedir. Bu nedenle Goran Hareketi’nin, söz konusu bakanlıklarda ve bu bakanlıklar üzerinden Bağdat-Erbil ilişkilerinde nasıl bir rol oynayacağı ve nasıl bir yol haritası çizeceği merak edilmektedir. Goran Hareketi, İran ile sıkı bir diyalog içindedir. Tahran yönetimi, KYB ile Goran Hareketi arasındaki krizlerin çözümünde devreye girebilmekte, bu iki partinin birleşmesini amaçlamaktadır. KYB ve Goran Hareketi’nin İran etkisinden dolayı Şii çoğunluklu Bağdat yönetimiyle de iyi ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. İran, Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin bölgesel politikalarını Ankara eksenli izlemesine karşın KYB ve Goran Hareketi’ni desteklemekte, bu partiler üzerinde Kuzey Irak üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışmaktadır. Tahran yönetiminin, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin gücünü dengelemek gayesiyle KYB ve Goran Hareketi üzerinden Süleymaniye bölgesinde siyasi ve ekonomik nüfuza sahip olduğu görülmektedir. İran’ın hâlihazırda Kuzey Irak bölgesiyle olan ticaret hacmi 6 milyar civarındadır. İran bu ticaretin 4 milyar dolarını, KYB ve Goran Hareketi’nin kontrolünde olan Süleymaniye bölgesiyle gerçekleştirmektedir. Bu nedenle İran’ın, KYB-Goran Hareketi arasındaki anlaşmazlıklarını gidermek için çaba sarf etmeye devam edeceği beklenmektedir. 377 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kaynakça (Erbil ve Süleymaniye’deki Vilayet Meclisi’ndeki Siyasi Partilerin Sandalye Sayısı), Xandan, 21 Mayıs 2014, Erişim tarihi: 21 Mayıs 2014, http://xendan. org/dreja3.aspx?Jmara=91114&Jor=1. (Biz Kimiz?), Gorran, Erişim tarihi: 25 Nisan 2014, http://www. gorran.net/Content.aspx?LinkID=112&Action=2. (Goran Hareketi Manevi Kişiliği Olan bir Siyasi Teşkilattır), Gorran, 24 Nisan 2009, Erişim tarihi: 15 Mayıs 2014, http://www.gorran.net/Ar/Content. aspx?LinkID=125&Action=2. 74% (Irak Kürdistan’ı Seçimlerinde Katılım Oranı%74), Akhbarak, 22 Eylül 2013, Erişim tarihi: 25 Mayıs 2014, http://www.akhbarak.net/articles/13607318-74. (Kürdistan Parlamentosu Seçimlerinin Nihai Sonuçları), Kurdistan Regional Government, 2 Ekim 2013, Erişim tarihi: 22 Mayıs 2014, http://www.krg.org/a/d.aspx?l=14&a=49265. (Kürt Muhalefeti Goran Hareketi’nin KYB ve KDP’ye Karşı “Belge Savaşı” Başladı), Al-Hayat, 9 Temmuz 2013, Erişim tarihi: 22 Mayıs 2014, http://daharchives.alhayat.com/issue_archive/Hayat%20INT/2013/7/9/. 378
© Copyright 2024 Paperzz