Editörden - Eleştirel Psikoloji

Editörden
Sertan Batur
Bir eleştirel psikoloji bülteninin yayınlanmasıyla radikal psikoloji anlamında eleştirel
psikoloji ayağını Türkiye toprağına da basmış oluyor. Bu ilk sayı, ayaklarını bu toprağa basmaktan çok Kuzey Amerikalı paradigmalar içine sıkışıp kalmış olan anaakımın
yabancılığını/yabancılaşmasını biraz daha arttıracak ve biraz daha gözler önüne serecek gibi görünüyor. Üstelik milliyetçiliğin, laiklik tartışmalarının, Kürt sorununun
gündemin ortasında durduğu bir dönemde…
Bu ‘ilk defalık’ iddiası tabii ki tartışılmaya, eleştirilmeye açık. Burada belki de kimi
çizgileri belirtmekte fayda var. ‘İlk defalık’ iddiasında bulunurken, tarihi kendisiyle
başlatma çabasının tuzaklarından uzak durmaya çalışmak lazım. Psikolojinin Osmanlı döneminde Türkiye’ye girişinden, Kemalist dönemde kurumsallaşmasına ve
“post-kemalist” dönemde toplumsallaşmasına ve meslekleşmesine kadar geçen süre
içinde hep anaakımın dışında kalan eleştirel perspektifler var oldu. Bu perspektifler
son yıllarda kendilerini eleştirel psikoloji olarak tanımlayan teorik çalışmalar, ya da
hiç de böyle bir tanımlamayı üstlenmedikleri halde toplumsal dönüşümcü projelerle
eleştirel pratikler sergileyen kişiler/kurumlar tarafından da geliştirildi. Ancak sıklıkla bu girişimleri radikal psikoloji anlamında eleştirel psikoloji yapmaktan uzak tutan
bazı özellikler vardı. Bu özellikleri genellikle bir yandan bir disiplin olarak psikolojiyle, diğer yandansa baskıcı ve eşitsiz iktidar ve üretim ilişkileriyle ve daha da çok,
bu ilişkilerin ezilen kesiminde kalanlarla ilişkileniş biçimi belirliyor. Bu çalışmaların
her birinin kapsayıcı eleştirel bir bağlam içinde güçlü dönüştürücü ve radikal dinamikler barındırmalarına karşın, böylesi bir bağlamın saptanmasına ve farklı eşitsizlik
biçimlerinin, ideoloji eleştirisiyle birleştirilerek toplumsal özgürlükçü/kuruluşçu pratiklere dönüştürülmelerine yönelik girişimlerin bugüne kadar tekil örnekler olarak
kaldıklarını belirtmek gerekiyor. Bu bültene ‘ilk olma’ sıfatını kazandıran şey, özgürlükçü/kurtuluşçu girişimleri ön plana alma çabası. İlk defa “psi-kompleksine” (psikoloji, psikiyatri, psikoterapi, psikanaliz vs.) dâhil olan ve toplumsal özgürleşmeyi/
2 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
kurtuluşu disiplinin içsel “bilimsel” tartışmalarının önüne koyan bir grup insan bir
araya gelerek, psikoloji eleştirisinin ve eleştirel bir psikolojinin olanaklarını arıyor.
Anaakıma mensup psikologların aktif ya da üstlendikleri “tarafsızlık” mitolojisinde
ifadesini bulan ve tepkisizlikle karakterize olan pasif taraflılıkları, gerek Türkiye’de,
gerekse dünyada olup bitenleri daha farklı bir perspektiften görme ve bu olup bitene
müdahale etme çabasını haklılaştırıyor ve acilleştiriyor. Toplumsal disiplinlere mensup aydınların gerek topluma, gerekse kendi konumlarına eleştirel bir perspektiften
bakarak bilimsel bilgiyi yeniden, ama bu kez ezilenlerden yana yapılandırmaları eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için önemli teorik ve pratik kaynaklar sunabilecek nitelikte. Bu yolda bir “ilk adım” atmış olmak mutluluk verici bir şey.
Bu ilk sayıda hem özgün metinlere, hem de çevirilere yer verdik. Bu sayıda yer alan
yazıların ilk grubu“milliyetçilik” sorununa ayrıldı. Milliyetçilik ve ulus-devlet tartışmaları son yıllarda birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir yer kaplıyor.
Türkiye’nin çok uluslu bir imparatorluktan bir ulus-devlete dönüşüm süreci, kendini
hala şiddetli bir şekilde gösteren bir dizi sorunu içinde barındırıyor. “Milliyetçilik” gerek linç kültürünün, gerek gelişen ırkçılığın, gerekse aynı zamanda ataerkil bir şiddet
gösterisi olan militarist eylemlerin ortak zeminini oluşturuyor. Etnik sorundan, kadın
özgürleşmesine, vicdani redden, eşcinsellerin eşit haklara kavuşmasına kadar birçok
toplumsal sorun milliyetçilik sorunuyla doğrudan ya da dolaylı bir ilişki içinde bulunuyor. Metehan Irak denemesinde “milliyetçi” ve “laik” tepkiyi “ulusal bir obsesif-kompülsif tarz” olarak değerlendiriyor. Ersin Aslıtürk’se milliyetçilik ve dincilik arasındaki
benzeşmelerden hareket ederek, bunların toplumsal kuruluşunu ve psikodinamiğini
tartışıyor. Milliyetçilik konusuyla ilgili bir de Yunanistanlı eleştirel psikolog Athanasios Marvakis’in çocukta ulusal aidiyet düşüncesinin oluşmasına dair metnini çevirdik. Marvakis bu çalışmasında Piaget’nin konuya yaklaşımının eleştirisini getiriyor ve
Eleştirel Psikoloji perspektifinden sorunu tartışmaya çalışıyor.
Bu sayıdaki metinlerin ikinci grubuysa doğrudan eleştirel psikolojiyle ilgili. Ian
Parker’ın neredeyse klasikleşmiş metni “Eleştirel Psikoloji, Eleştirel Bağlantılar”ı
Türkçeye aktarmış olmaktan son derece mutluyuz. Parker bu yazısında eleştirel psikolojinin temel çizgilerinin neler olması gerektiğini, olası komşuluklarını ve sınırlarını tartışıyor. Eleştirel psikolojiyle ilgili ikinci metin teorik psikoloji eleştirisinin Türkiye’deki psikologlar için pratik anlamını tartışmaya çalışan, benim yazmış olduğum
bir metin.
Sömürge sonrası toplumlarda psikoloji tartışması, özellikle Güney Afrika’da eleştirel psikolojinin anaakım haline gelmesine yol açtı. Eleştirel Psikoloji Bülteni’nde bu
deneyimlere de mümkün mertebe yer vermek eleştirel psikolojilerin çeşitliliğini ve
olanaklarının genişliğini görmek açısından son derece anlamlı görünüyor. Mandisi Majavu’nun Z-Magazine’de yayınlanan ve eleştirel psikolojinin önemli ismi Franz
Fanon’un yaklaşımını eleştiren metnini Türkçeye aktarmayı bu yüzden önemli gördük. Fanon’un temel metinlerinin Türkçede bulunmasına karşın, Fanon’un Türkiye’de
psikolojinin gündemine neredeyse hiç girmemiş olması ve anaakım tarafından tümüyle yok sayılması anaakımın toplumsal sorunlara uzak durma çabasının ürünü gibi
görünüyor. Ama eleştirel psikologlar için Fanon’un sunduğu teorinin güçlü ve zayıf
yanlarının tartışılması hala güncelliğini koruyor.
Bu ilk sayıda ele alınan konulardan biri de Marx’ın yabancılaşma kavramı. John
Holloway’in “Yabancılaşma Üzerine Not”u genç Marx üzerine tartışmalara katkıda
bulunacak nitelikte. Diğer yandan bu metin Türkçede hakkında az sayıda kaynak bulunan ve Marksist eleştirel psikolojinin temel kavramlarından biri olan “etkinlik” sorununa işaret etmesiyle de önem taşıyor.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 3
“Hiperaktivite” konusu aslında geniş bir antipsikiyatrik perspektiften tartışılması gereken bir konu. Bir yandan “normal”in geçirdiği değişim, diğer yandan devasa ilaç
şirketlerinin bu değişime etkisi açısından önemli bir örnek sunan “hiperaktivitenin
tedavisi” tartışması psi-kompleksinin iktidarı tartışmasının bir parçası niteliğinde.
Şebnem Özkan “hiperaktivitenin tedavi yöntemlerini” özetlediği yazısında ilaç “tedavilerinin” ilk yöntem olarak tercih edilmemesini öneriyor.
Bülten’deki son yazı Hilal Eyüpoğlu’nun cinsel tacize psikolojinin yaklaşımına dair.
Eyüpoğlu yazısında psikolojinin ataerkil toplumsal değerleri psikoterapiye taşıyışını, “travma beklentisini” ve toplumsal cinsiyet rollerinin anaakım psikoloji tarafından
nasıl pekiştirildiğini tartışıyor. Ayrıca alternatif bir yaklaşımın ana çizgilerini göstermeye çalışıyor. Yazı böylece anaakım psikolojinin ataerkil toplumsal yapı içinde toplumsal işlevi hakkında önemli imalar barındırıyor.
Bu ilk adımla herkese merhaba demek istiyoruz. Ümit ediyoruz ki bültenin her sayısı
bir öncekinden daha güzel olacak. Tabii ki okurların yazarlara dönüşmesiyle…
Hepimiz çaresiz miyiz?
Kaygı, inkâr ve narsistik temizlik
ekseninde milliyetçilik ve dincilik
Ersin Aslitürk
Ernest Becker Anlamın Doğumu ve Ölümü (1971) adlı kitabında okuyucuya ilginç bir
egzersiz verir: “İnsan bir hayvandır” diye bir kaç kere tekrar edildiğinde bunun nasıl da kulağa ikna edici olmayan bir şey gibi geldiğini anlatır (s.13). İsterseniz “ben
bir hayvanım” diye on kere peş peşe ve hissetmeye çalışarak söyleyip içinizden geçen
duyguları dinlemeye çalışın. O duygular büyük ihtimalle bir milliyetçiye “Ben bir hainim” ya da ırkçı bir Türk milliyetçisine “Ben bir Ermeni’yim” dedirtmekle çok benzer
duygular. Heteroseksüelliğinden şüphe etmeyen bir insanın “Ben bir eşcinselim” demesi de aynı şekilde değerlendirilebilir. Etiketlenme korkusuyla psikologa ya da psikiyatriste gitmekten korkan insanların durumu da... Olmadığınızı düşündüğünüz ya da
dönüşmeye korktuğunuz herhangi bir kimlik kategorisi ile bunu yapabilirsiniz. Sonuç
herhalde, en azından bilinçaltı düzeyde, biraz kaygı, biraz utanç, biraz suçlulukla karışık ‘karanlık’ duygular... Bu karanlık nasıl işliyor ve nasıl bir psikodinamiği var? Sonuçları neler? Bu karanlığın kökleri dışarıda toplumun içindeki söylemsel kuruluşlarda
mı, yoksa içeride tek tek insanların ortak doğal özlerinde mi gizli?
Son yüzyılda Türkiye’de ve Dünya’da olanlara bakılırsa milliyetçi (ve dinci) duygular
milyonlarca insanın birbirine acımasızca kıymasına hatta bu kıyım sonrasında kendisini haklı görmesine neden olabilmektedir. Bu dünyaya ‘Türk’, ‘Kürt’, ‘Ermeni’, (hatta
‘Eşcinsel’, ’Beyaz’) ya da başka etnik kategoriden bir insan olarak gelmek sadece bir
olasılıktan başka bir şey olmamasına rağmen, bu etnik (ve sosyal) gruplara ait insanlar kendi aidiyetlerinin özsel bir niteliğinin olduğunu düşünebilmekte ve ‘yüce’ etnik
ideallilerinin peşinde başka etnik gruplara karşı nefret duyguları besleyebilmektedir.
İlginç olan, bir olasılık olarak ve şans eseri o ‘başka’ soyun ya da kategorinin içine
doğmuş olsalar bu insanlar, büyük ihtimalle bu sefer şu anki kendi soylarına düşman
olacaklardı ve bu banal manzarayı kaçınılmaz bir gerçekmiş gibi yasayacaklardı. Bu
naif gerçekçilik içerisinde özde ‘düşman’ından farksız fakat doğru (Tek milletli, Tek
devletli, Tek tanrılı, hatta Tek cinsiyetli) bir hayat sürdürdüğünün farkında bile olama-
5 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
yan bir insanın yaşayacağı sınanmamış hayat nasıl analiz edilebilir? Bu kadar farklı ve
biricik olmaya duyduğumuz narsistik ihtiyaç, her boyutta benzerliklerimizin de farkına biraz vardığımızda, narsistik bir yaralanmayla sonuçlanmak zorunda mıdır? Bahsedilen ‘karanlık’ duygulara karşı geliştirdiğimiz bu direncin-inkârın kaynağı nedir?
Psikanalizin, varoluşçuluğun ve modern sosyal ve kişilik psikolojisinin, milliyetçilik,
ırkçılık (ve homofobi, zenofobi, islamofobi de eklenebilir) gibi psikososyal sorunlar
üzerine ortaya koyduğu kuramlar hem çeşitli kimlik kategorileri arasındaki sorunların nasıl ve neden oluştuğuna dair açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır, hem de çözüm
için bazı ipuçları göstermektedir. İndirgemecilik sorununu ve deneysel literatürün
kuru dilini bir kenara bırakırsak, bunların arasında özellikle psikanaliz ve modern
psikodinamik kişilik teorisi ve deneysel varoluşçuluk kimi zaman sezgi-karşıtı olabilen, olan ama genelde akla yatan ilginç görgül verilerle karsımıza çıkmaktadır1.
“Nefret ediyorum, öyleyse varım”
Kimi deneysel psikanalitik çalışmalara ve varoluşçu varsayımlara bakılırsa, insanların
içlerinde bir kenara ittikleri, taşımaya ya da dönüşmeye korktukları, çoğu kez çocuklukta edindikleri, hatta kimi zaman bilişsel olarak farkında bile olmadıkları olumsuzlukları dışarıya yansıtmak ya da dışarıda bir yerde kötülüğü somutlayıp cisimlendirmek, dışarıda günah keçileri bulmak (Becker, 1975) kendilerini ‘temiz’ tutmak adına
yapabildikleri en fonksiyonel şeyler. Bilindiği üzere bu yansıtmayı Freud bir savunma
mekanizması olarak görmüş ve ego bütünlüğü içerisindeki yaşamsal fonksiyonundan
bahsetmiştir.
Kısaca değinmek gerekirse, Freud sonrası psikanalistlerden Jung, Klein, Winnicott ve
Lacan gibi kuramcıların benin ve ötekinin oluşumu üzerine yazdıkları milliyetçilik ve
ırkçılık gibi sosyopolitik olguların analizinde yaygın bir şekilde kullanılmıştır (bir toplu bakış için bk. Clarke, 2003). Bunların arasında özellikle Melanie Klein’in gelişimin
ilk aylarında iyi ve kötü (aşağılık), iç ve dış nesnelerin oluşumu, ayrışma ve yansıtma
üzerine yaptığı çalışmalar siyasal imaları acısından dikkate değerdir (or: Clarke, 1999;
Moran, 2002). Jung’un insanların kendi içinde istemediği, yadsıdığı, şüphe ettiği ve
kontrol etmek için büyük bir enerji sarf ettikleri özelliklerinden oluştuğunu söylediği gölge benlik kavramı da ırkçılık analizlerinde elverişli bir şekilde kullanılmaktadır
(ör: Reeves, 2000). Ayrıca Lacan’ın düşman-ötekini objektif ve sabit-özsel bir nesne
olmaktan kurtarması ve kültürel-siyasal söylem ile kurulu içsel dünyadan bağımsız olmadığını göstermesi de daha sonra politik bağlamlarda yapılan çalışmalarda ön açıcı
olmuş gibi görünmektedir (ör: Kinnvall, 2004)2. Bunların yanında çağdaş politik psikanaliz içinde Vamık Volkan’ın da önemli bir yeri vardır. Vamık Volkan’ın düşman-ötekini özsel ve algılayanın iç dünyasının ötesinde objektif olarak kurması ve kaçınılmaz
bir “düşman ihtiyacı”ndan bahsetmesi önemlidir (kısa birer değini için bk Kinnvall,
2004; Moran, 2002)3. İçimizdeki nefrete dışımızdaki ‘düşmanlara’ odaklanan bu psikanalitik varsayımlar çağdaş deneysel çalışmalar yoluyla görgül verilere de ulaşmıştır.
Örneğin deneysel ortamda pornografik imajlara maruz kaldıktan sonra cinsel olarak
heyecanlandığını inkâr eden savunmacı bireylerin, genel olarak uygunsuz (unfavorable) buldukları insanlara şehvet düşkünlüğü yakıştırdıkları yani yansıttıkları görülmüştür (Halpern, 1977). Benzer şekilde Adams ve arkadaşlarının Georgia Üniversitesi’nde
1 Sosyolojik bazı çalışmalar politik ekonomiye, kültüre ve ideolojik söylemlerin geniş kitlelerin üzerin-
deki etkisine odaklanırken, kimileri ise psikanalitik epistemolojiyi kullanarak insanların ‘içine’ ya da “iç”
tarihine odaklanmıştır. Hatta insan ve tarih arasındaki diyalektiği yakalama çabası doğrultusunda psikanaliz ile Marksizm’in sosyal kuram içerisindeki kadim evliliği de hatırlanabilir (Somay, 2003).
2 Ayrıca ötekilik (otherness), öznelerarasılık (intersubjectivity) kavramlarının psikolojik ve felsefi zemini üzerine kısa bir giriş için bkz. Coelho, & Figueiredo (2003).
3 Bir şekilde Volkan’ın çalışmalarının Türk dış diplomasisinde Gündüz Aktan gibi emekli diplomatlar
tarafından kullanılması da ayrı bir araştırmayı gerektirmektedir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 6
yaptığı bir deneyde, Heteroseksüel homofobim erkeklerin, Heteroseksüel fakat homofobik olmayan erkeklerle karşılaştıklarında, homoseksüel erotik bir video izlerken
daha fazla ereksiyon oldukları penis çapındaki büyümenin ölçülmesi ile gözlenmiştir
(Adams ve ark, 1996)4. Jeff Schimel ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise kendilerine deneysel olarak ‘kızgın’ oldukları geri bildirimi verilen katılımcıların, daha sonra
bu kızgınlığı kısa bir hikâye içine yerleştirilen farazi birisine yansıttıkları görülmüştür
(Schimel ve ark, 2000; 2003). Böyle bir yansıtma fırsatı verilen bireylerin verilmeyenlere göre daha fazla bir ‘rahatlama’5 içine girdiklerini de not etmek gerekir.
Bütün bu savunmacı yansıtma süreçleri de çoğu zaman insanların benlikleri tehdit
altında olduğunda tetiklenmekte ve de herhangi bir hedefe değil özellikle kalıpyargılarla anılan gruplara yöneltilmektedir (Govorun ve ark, 2006). Bütün bu süreçlerde
ayrıca görülmüştür ki bilişsel olarak insanların unutmaya çalıştığı ya da inkâr ettiği
her şey zihinde ‘rebound’ etkisi yapmakta ve insan hafızasında aşırı erişilebilir bir
hale gelmektedir. Örneğin, ‘beyaz ayılarla’ ya da ‘şiddet’ ile ilgili olarak beş dakika boyunca düşünmemeniz ve her türlü düşünceyi bastırmaya çalışmanız öğütlense, büyük
ihtimalle bastıramayacaksınız, dahası bu düşünceler ironik bir şekilde hafızanızda
erişilebilir bir yere oturacaklar. Deneysel verilere bakılırsa bu kronik ve erişilebilir
düşünceler özellikle bizim benlik algımızda bir yeri olan düşünceler olup, özellikle de
benliğimizde arzu etmediğimiz, bastırdığımız ya da dönüşmeye korktuğumuz özelliklerdir, dolayısıyla da dışarıya yansıtılırlar (Neman ve ark, 1997).
Gücünü ‘nesne ilişkileri’ üzerine yazılı literatürden alan modern psikodinamik kişilik
teorisi de (Bağlanma Teorisi) insanların içlerinde yaşadıkları yüksek bağlanma ya da
ilişki-kaygısının ve ilişkide-kaçınmanın yansıtma ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur (Mikulincer & Horesh, 1999). Özellikle ilişkilerden kaçınan ve kaygıyı bilinçaltında
yaşayan bireylerin kendi içlerindeki istemedikleri özellikleri başkalarına yansıtmaları ve başkalarına olan benzerliklerini güvenli (daha az kaygılı ve daha az kaçınan) bireylere göre azımsama eğilimde olmaları yukarıdaki verilerle paraleldir (Mikulincer
ve ark, 1998). Sosyal gelişimi merkeze alan bu kişilik kuramına göre ilişki tarihi içerisinde tutarsız veya soğuk ya da ihmalkâr ebeveynlerle (bakım-verenlerle) büyüyen
çocukların ilişki içinde kaygı ve/veya kaçınma yaşayacağı işaret edilmiştir. Öfkenin ve
nefretin yuvasını oluşturan bu kaygı daha sonra, dünyanın tehlikeli bir yer olduğu düşüncesi üzerinden sağ kanat otoriteryanizmine, kaçınma ise sosyal baskınlık yönelimi
ile ilişkili olabilmektedir (Weber, & Federico, 2007). Bu yönelimler siyasal düzlemde
demokratik ilişkileri zedeleyebilmekte ve dogmatizmi besleyebilmektedir.
Bu psikanalitik kuram ve sistematik gözlemler hepimizin ‘düşmanlarımıza’ o veya bu
ölçüde benzediğini, sarf edilen kötü düşünce ve sözlerin en azından bir ölçüde sahiplerinin olduğunu ve insanların ’iç’ dünyasının dış dünyalarını kurabildiğini gösteriyor.
En önemlisi de kendi kendini gerçekleyen kehanetin diyalektiği bu yansıtma süreciyle
çalışmaya başlıyor. Kendi içine ‘düşman’ı oluşturanların bunu dışarıya yansıttıktan
sonra dışarıdan düşmanca bir tepki ile karşılaşması, ‘yabancıları’ ‘düşmanlara’ dönüştürmesi olağandır. Özetlenen bu psikanalitik varsayım ve destekleyici bulgulara
psikanalizden sonra gelişen varoluşçuluğun da eklediği bir şeyler bulunmaktadır.
Varoluşsal çaresizlik ve imkânsızlıktan düşman düzmek
Varoluşçuluk içerisindeki kimi deneysel çalışmalara göre ise bütün bu süreçleri tetiklenmesi ölümlülüğümüzün kaçınılmazlığıyla yüzleşirken oluyor. Doğada oldukça
zeki bir yaşam suren Homo Sapien Sapien’lerin bir yandan ölümlü-doğal-hayvani
4 Araştırmacılar sonuçları tartışırken kaygının cinsel heyecanda önemli bir rol oynayabileceğini de not
etmişlerdir. Homoseksüel uyaranlar, homofobik erkeklerde daha fazla kaygıya yol açmış olabilir, kaygı ise
ereksiyonu artıran bir şey.
5 Kelime tamamlama görevi verilmiş ve kızgınlık ile ilgili sözcüklerin sayısına bakılmıştır.
7 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
bir bedene sahip olmaları ve biyolojik varlıklarını sürdürme içgüdüleri, bir yandan
da bunun mümkün olmadığını bilmeleri onları sembolik ölümsüzlüğe, tümgüçlü bir
Tanrı, aşkın-ölümsüz bir kişisel Ruh, Herkesi bir araya getirecek bir Bayrak, bir kurtarıcı Baba, aşkın bir kültürel Anlam sistemi aramaya, eğer yoksa inşa etmeye doğru
itebilmektedir. Yıkılmaya mahkum bir hayat ve beden içinde Yıkılmazı ve sarsılmaya mahkum bir hayat içinde Sarsılmaz bir büyük ‘Güç’ü aramak veya yaratmak, onu
yeniden üretmek, kültürel bir savunma mekanizması inşa etmek, insanlık tarihinin
en büyük marifetlerinden birisi olarak görünmektedir. Zar zor kabul edebildiğimiz,
korktuğumuz, üzerinde çok düşünmek istemediğimiz, çok büyük oranda inkâr ettiğimiz bir şey ölümlü olduğumuz gerçeği. İşin özü, ölümle karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda ya da en azından verili anlam sistemimizin tehdit altında olduğunu hissettiğimizde bu psikososyal ve kültürel yapıları daha fazla arar oluyor ve bu yapılardan
kendimizi ‘temize’ çekmek, kaygılarımızdan arınmak, geleceğe güvenle bakmak için
yardım alıyoruz (Becker, 1971, 1975). Genelde daha fazla milliyetçileşiyor ve daha fazla muhafazakârlaşıyoruz.
Örneğin, ölümlü oldukları deneysel olarak hatırlatılan bireyleri azınlıklara karşı varolan kalıpyargılarını aktive ettiklerini hatta azınlıkları kendi kafalarındaki resimlerdeki
rollerin dışında kendilerininkine benzer roller içinde gördüklerinde daha fazla negatif
reaksiyon gösterdikleri gözlenmiştir (Shimel ve ark, 1999). Yani ‘düşmanlarımız’ bize
benzediğinde, bizim gibi işlere sahip olduklarında, bizim gibi düşündüklerinde, onlardan daha çok çekinebiliyoruz ve en tahammül edemediğimiz şey olabiliyor sevmediğimiz birilerinin bir parçasının bir şekilde bize benzemesi.
11 Eylül’den sonra ABD’de olanlar, Kürt sorununun gündeme oturduğu dönemlerde
Türkiye’de olanlar da kaygının düşünce üzerindeki muhafazakârlaştırıcı etkisini gözlemlemek açısından önemlidir. Şiddet arttıkça kötülüğün kaynağı daha da dışarıya
yansıtılmakta ve malum ‘biz’ ve ‘onlar’ kategorileri güçlenmekte, bayraklar yükselmekte ve bütün süreçlerdeki kendi rolümüz, yani kendi kırılgan faniliğimizin oynadığı rolün üstü örtülmektedir (Pyszczynski, 2004). Bu korku dolu süreçlerde inkâr ve
yansıtmanın daha da güçlendiğini de gözlemek mümkün. Bu radikal dönüşümlerin
özellikle de hâlihazırda muhafazakâr olan düşüncenin üzerindeki etkisinin büyük olduğunu eklemekte fayda var (Jost ve ark, 2007). Bu açıdan Türkiye’de Kemalizmin de
gitgide muhafazakârlaşması dikkate değer görünmektedir.
Başka ülkelerde olduğu gibi bizler de Kurtuluş Savası’nda kurtarıcı bir tümgüçlü Baba,
daha sonra siyasal kaos dönemlerinde karizmatik Liderler çıkardık. Emperyalizmin
yarattığı korku karizmatik bir kurtarıcıya olan özlemi artırabiliyor. Aslında benzer
süreçler korkunun kimi Amerikalıların Bush’u desteklemesinde oynadığı rolde de görülebilir (Landau ve ark, 2005). Fakat bu tür arayışların halen sürdürülmesinin bizi
ne kadar özgürleştirmeye devam ettiği şüphelidir. Gecen yılki şeriat ve darbe tartışmalarında tehlike algısı oransızlaşan bir kişim muhafazakâr Kemalistlerin ‘Fathered’
bir toplum olmayı tekrar özlemesi, bayrak gibi milli ikonları tekrar ellerine almaları,
algılanan tehlike karşısında gelişiminin bir önceki güvenli evresine (ör: Cumhuriyetin
altın dönemlerine) öykünmesi ve bir kurtarıcı araması da bu açıdan ilginçtir6. Benzer şekilde, kendi Türklükle ilişkili benliğimizin anlatısal sürekliliğini korumak adına,
Kürt sorunu gibi etnik-politik bir sorunu yıllarca olduğundan başka bir şekilde, örneğin ‘bir avuç eşkıya’, ‘ecnebi kışkırtması’ ya da ‘bölgesel bir az gelişmişlik sorunu’
olarak (Yeğen, 1996) okumuş olmak da kendi içimizde kabul etmekte zorlandığımız
ve bastırdığımız ‘karanlık’ gerçeklerle ilgili. Ya da Ermenilere kendi ettiğimiz zulmün
boyutlarından hiç söz etmez ve unuturken, emperyalistler karşısındaki mazlum ve
mağdurluğumuzun tarih kitaplarında eksiksiz sergileniyor olması da... (bir eleştiri
6 Bu konuda bir benzerlik açsından Cem Kaptanoğlu (2005) ve Murat Paker’in (2007) Türkiye solunun
12 Eylül öncesiyle kurduğu ilişkiye dair yazdıkları görülebilir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 8
için Akçam, 2004 ve Paker, 2007 görülebilir).
Bu dinamik dünya tamamen iyilerin ve tamamen kötülerin, iç ve dış düşmanların,
hainlerin ve casusların, devleti ele geçirip ülkeyi bedbahtlardan kurtarmaya çalışan
‘vatanseverlerin’, derinleşen devlet ve toplumların, eleştiri kaldıramayan bir kolektif narsizmin, geniş bütçeli suikastların, faili meçhullerin ve sistematik işkencelerin
dünyasıdır. Bu dünyada Milli Tarih narsistik bir kutlama süreci ile muzaffer bir edayla
yazılır ve ‘eskiyi’ yerip ‘yeniyi’ kutlamak anlamaktan daha değerlidir. Bu dünya, Yavuz
Erten’in (2004) yetkin bir şekilde özetlediği gibi, kırılgan bir kibrin ve zarar verici bir
gururun dünyasıdır. Bu tarih içerisinde, bir yandan örneğin Osmanlı’nın çöküşünden
eğlenceye düşkün padişahların sorumlu tutulması, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar
yenik çıktığı için yenik sayılmış olmamız, bir Türk’ün dünyaya bedel olması ve ilelebet egemen olacak olan ‘akıllı, zeki ve yüce’ bir Türk milleti vardır. Kohut’un narsistik
bozukluklardaki dikey yarılma kavramına referansla, Yavuz Erten bu büyüklenmeci
tavrın ve totaliteryan tarih yazımının karşısında (Greenwald, 1980), bir tür aşağılık
duygusunun, “biz adam olmayız” ve “eller aya biz yaya” gibi yaygın inanışların bulunduğunu da not ediyor. Daha sonra bu iki değerli duygu ve düşüncelerin yarattığı iç
rahatsızlık bir şekilde dışarıya yansıtılmaktadır:
“Entegre olup sağlıklı bir öz değer ve işlevsel bir gurura dönüşemeyen ve iç dünyadaki rahatsızlık ve huzursuzlukların kaynağı olan bu karşıtlık, dış dünyadaki
herhangi bir uyaranı sürekli şüphe ve kaygı ile takip etmeye yol açar. Bu paranoidleşen bileşke ile normal bir eleştiri veya dünyadaki reel politiğin olağan bir
yansıması, hemen küçük düşme hislerinin ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Bu gibi zamanlarda hiddetle dış mihraklardan, Türkiye üzerine oynanan
oyunlardan söz edilmeye başlanır ve “Türk’e Türk’ten başka dost yok” denmeye
başlanır.” (vurgular eklendi, Erten, 2004)
Kısaca düşmanlarımız bizim dışımızda zaten varolduğu için “bizim bizden başka dostumuz yok” değil, bizim bizden başka dostumuz olmadığına inandığımız için dışarıdaki düşmanlıklarımızı yeniden üretmeye hatta yenilerini kazanmaya devam ediyoruz.
Belki bu narsistik yalnızlık içerisinde, kendimizi daha da yüceltiyoruz (Erten, 2001).
Yukarıda özetlenen psikanalitik ve varoluşçu tabloya bakılırsa, Türkiye kendi iç ve dış
dünyasını kuruyor ve eğer tabir-i caiz ise kendini gerçekleştiriyor, halı altına ittiği pisliklerin gün yüzüne çıkmasından rahatsız oluyor. Fakat bu tablo da eksiksiz bir tablo
sayılmaz. Nasıl ki bir birey içinde bulunduğu ilişkisel bağlamının dışında değerlendirilemezse, Türkiye de kendi içinde bulunduğu modernizmin ve küreselleşmenin tarihsel bağlamından soyutlanmamalıdır.
Modern özcülük, küreselleşme ve ontolojik güvenlik ihtiyacı
Aydınlanma süreciyle birlikte doğan ve yaklaşık ikiyiz yıllık bir geçmişi olan modern
ulus devlet projesi, tek tek bütün ulusların içinde toplumsal düzeyde bir içsel entegrasyon ve homojenizasyon isteği ile sonuçlandı. Herkes kendi evini inşa etmeye çalışmış, kendi çatısını kurmuş ve kendi içini de düzenlemeye çalışmıştı: Tek millet ve
o Tek milletin (the people) iradesiyle ve birleştirici gücüyle kurulmuş Tek devlet, aynı
zamanda kendi kendine yeten, birliğinden ve bölünmezliğinden (individual) şüphe
edilmeyen ve insanlık adına önemli bir gelişme olan “evrensel birey”in oluşumuna da
zemin sağladı (Kinnvall, 2004). Aklın duygulara, bilginin inanca, ilerlemenin bağnazlığa, özgürlüğün baskılara, bireyselleşmiş dinin kurumsallaşmış dine ve etik davranışın
kuralsızlığa üstün gelmeye çalıştığı bir çağda, kısaca “ilerleme ve modernlik” ile anılan
bir söylem ile doğdu bu ulusların evrensel bireyleri.
Fakat modern devletler bu modern bireyleri üretirken, birleştirici olması açısından
monolitik ve soyut kimlikler yaratırken, o kimlikleri somutlaşmak için önemli çabalar
9 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
sarf ederken, bu insanların bir özünün (essence) olduğunu ve doğal olarak tarihten
beri böyle geldiklerini iddia ettiler (Kinnvall, 2004). Örneğin Türkiye’de, “damarlarımızdaki asil kan”da cisimleşen ‘yüceliğimiz’ veya tarih boyunca Türk milletinin varolmuş olduğu ve aynı şekilde varolacağı söylemi süreklilik hissini pekiştirmiş, ancak Güneş Dil Teorisi ve kafataslarımızın bir cisim olarak incelenmesiyle de sonuçlanmıştır.
Yukarıda bahsedilen iki uçlu duygulardan da kaynaklanarak, özellikle 1970’lerden
sonra Türkiye’de bireylerin bu monolitik hikayeyi-anlatıyı ”sürekli kılma kapasiteleri”
(Giddens, 1991) önemli ölçüde sarsılmıştır.7 Bunun nedenlerinden birisi birey olma
sorununda gizli. Bireyselleşmek, kendini oluşturmak, kendini tanımlamak, kendini
keşfetmek, kendisi olmak, kendini yaratmak, karakter sahibi olmak, kişisel biricikliğine inanmak, hayatta bir amaç edinmek, iyi bir cv-iş-eş-ev-araba sahibi olmak gibi
narsistik görevlerle yükümlü modern insan benliği Yirminci Yüzyıl’ın sonlarında bir
’sorun’ olmaya devam etti (Baumeister, 1987). Artık kim olduğuna ve neye sahip olduğuna saplanmış ve ne olduğunu o kadar umursamaz insanların yaşadığı bir kültür
oluştu (Tura, 2001). Öyle görünüyor ki, kapitalizmin toplumsal katmanlara sosyoekonomik imkânlar sunmadığı Türkiye gibi yerlerde, bu kişisel kimlik arayışı büyük
tarihsel anlatılar aracılığıyla aşılmaya çalışılmıştır. Zira bireylerin kimlik oluşumları
bütünlüklü bir anlatı içerisinde kişinin hikâye ettiği dününü, algıladığı bugününü ve
beklediği yarının birbirine bağlayabildiğinde psişik fonksiyonunu yerine getirmektedir (McAdams, 1996). Birer tarihsel anlatı olarak milliyetçilik ve kurumsallaşmış-siyasallaşmış dincilik kapitalizmin geldiği bu aşamada, bireylerin sembolik kimlik algılarını devam ettirmeleri açısından tekrar önemli bir rol kazanmış gibi görünmektedir.
Bunun bir nedeni küreselleşmenin insan hayatının temellerinde yarattığı derin yaralanmalardır.
Modern ulusların bu ‘birey’ projesi küreselleşme ile birlikte son yıllarda büyük ekonomik ve sosyal bir sarsıntı geçirmektedir. Bir yandan ulaşım ve iletişimdeki gelişmeler, üretilen malların dünya çapında pazarlanmasındaki kolaylıklar, kozmopolitizmin
ve çok kültürlülüğün gündeme gelmesi genelde gelişmiş ülkelerin ve özellikle orta
ve üst sınıfların hayatını kolaylaştırmıştır. Diğer yandan çevre ülkelerde kapitalizmin
kriziyle çöken sosyal devlet ve sosyal adalet anlayışı, düşen ücretler ve maddi yaşam
kalitesi, sosyoekonomik dışlanma, artan işsizlik ve iş güvensizliği, araçsal ilişkiler, çarpık şehirleşme, devlete ve siyasetçilere olan güvensizlik, yapısal uyum politikaları ve
özelleştirmelerle daha da ulaşılamaz olan gıda-barınma-eğitim-sağlık-ulaşım hakları,
zorunlu göçler ve bir de medyanın pervasızlığı insanların güvenlikli ve ahenkli dünya
algısını sarsmış, geleceğe güvenle bakmalarını engellemiş, içinde oldukları kurumsal
yapılara ve devletlere yabancılaştırmıştır.
Buna bir de bireylerin kendilerine ve toplumlarına yabancılaşması eşlik etmiştir. Büyüyen içsel boşlukla yücelen meta-fetişizmi ve oradan doğan kronik alışveriş çılgınlığı8, her şeye ihtiyacı olduğunu düşünen “boş benliklerden oluşması (Cushman, 1990),
pazar günleri ne yapacağını bilememek ve rekabet ortamının insanları içtenliksiz bir
konformizme ve otantizmden uzak hayatlara doğru itmesini de geç dönem kapitalizmin yarattığı psikolojik etkiler arasında sayabiliriz (Kasser ve ark 2007). Bu süreçler
insanları savunmasız bırakmış ve kaygı düzeylerini gemlemiştir (Salzman, 2001). Kısaca, yaşadıkları ormanda kendini kurtarmaktan sorumlu bireyler, nerdeyse insanlığın, kültürel ve koruyucu olanın çöküşüne tanık oldular. Komünizm sonrası hegemonyasını pekiştiren neo-liberalizm de insanların vahşileşen bu dünyayı kanıksamalarını
ve bu hayatın bir alternatifinin olmadığına inanmaları için çaba sarf etti, maalesef de
7 Giddens’a göre modern bireylerin kimlikleri en iyi “belli bir anlatıyı sürekli kılma kapasitelerinde” bu-
lunabilir (Giddens, 1991, s. 54).
8 Bir Radikal İki yazarının tabiriyle “putperestlik”! (Özkan Gözel, Levinas‘ı Levinas‘tan okumak, Radikal
İki, 11 Temmuz 2004).
9 (http://en.wikipedia.org/wiki/TINA).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 10
büyük oranda başarılı oldu: ”There Is No Alternative-TINA”9.
Bu başarının sonucu olarak algılanan çaresizlik, çıkışsızlık ve kontrolsüzlük hissi, varoluşsal kaygı düzeyinde daha da paralize edici olmaya başlamıştır. Evsizliklerini ve
korkularını kültürel-siyasal bir sembolizmle aşmaktan başka çare göremeyen insanların kimlik ve anlam ihtiyacı artmış ve anlaşılan o ki kendilerine ontolojik bir güvenlik
hissi verecek psikososyal yapıları tarihsel kökleri olan makro anlatılardan ‘seçmişler’,
onları tekrar göreve çağırmaya başlamışlardır. Birer kolektif savunma mekanizması
olarak da görülebilecek milliyetçilik ve dincilik bu çağrıya cevap vererek, bütün bu
toplumsal dağınıklığı toparlama, insanları bir çatı altında tekrar birleştirme, dünyayı
tekrar güvenli, ahenkli, “ahlaklı”, tahmin edilebilir ve iyi bir yer haline getirme sözü
vermiştir.
Yapılması gereken şey biraz içsel ve dışsal temizliktir. Yukarıda anılan psikodinamik
ve varoluşsal süreçler tetiklenmeye başlanmıştır. Kötüler dışarıdaysa sınırları daha
da güçlendirmeli, eğer içerideyseler dışarıya atılmalıdırlar. Hatta gerekirse içimizdeki
yabancılar hatırlanıp düşmanlaştırılabilir, içimizde yarattıkları kaos tehlikesi böylece aşılır, bizden başka bir şey oldukları ve aslında dışarıya ait oldukları söylenir ve
onların psikolojik olarak kontrol edilmesi daha da kolaylaştırılır. Bu açıdan örneğin
Gündüz Aktan’ın Kürt sorununa son çözüm olarak onlarla tam bir ayrışmayı işaret
eden sözler sarfetmiş olması bizler için ibret vericidir (Birikim dergisi, 2 Mayıs 2006,
Kim(lik) Vurduya Hayır!.. )10.
Bütün bu süreci ve ihtiyaçları tetikleyen ya da dolayımlayan emperyalizm de milliyetçilik ve dinciliğe çeşitli yollardan destek çıkmıştır. Doğrudan işgal dâhil her türlü yolla
uluslararası ölçekteki hegemonyasını pekiştirmeye çalışan emperyalizm, siyasal düzlemde ulusalcı veya dinci-muhafazakâr iktidarla işbirliğini devam ettirmiş, bölgesel
politikalarıyla karşılıklı düşmanlık algılarını da pekiştirmiştir. Kendi narsistik ihtiyaçları için diğer ulusları araçlaştıran, komünizm tehlikesi karşısında “Ilımlı İslam’ı” destekleyen, hatta gerektiğinde savaşlarda insanları öldüren emperyalist ülkeler de kimi
hususlardaki samimiyetsizliklerini açıktan ispat etmişler ve bahsedilen ulusların kendileriyle yüzleşerek demokratikleşmelerinin önünde bir engel olmuşlardır. Bu konuda belki de önemli örnek Ermeni katliamını idrak etmekte çektiğimiz sıkıntıdır. Hrant
Dink’in söylediği gibi Ermenilerin etnik temizliğe uğramış olduğuna dair Türkiye’ye
dışarıdan ikrar baskısının yapılması, Türkiye içinde inkâr duygularını pekiştirmekten
başka bir etki yapmamıştır.
İdeoloji, ‘insan doğası’, dinsel sembolizm ve kabul sorunu
Yazının başında, yaşadığımız duygusal karanlığın köklerinin dışarıda toplumun içindeki söylemsel kuruluşlarda mı, yoksa insanların doğal özlerinde mi gizli olduğunu
sormuştuk. Her ne kadar içimizde bir yerlerde duygusal, bilişsel ve motivasyonel
bazı süreçleri deneyimleysek de, bu süreçler insanların birbirleriyle karşılıklı bağımlılık içeren süreçlerini uzlaştırmaya çalışırken kurdukları ‘iyi’-‘kötü’, ‘doğru’- ‘yanlış’,
‘yüce’-‘aşağılık’ anlayışlarından bağımsız olamaz. Bu anlamda milliyetçilik ve dincilik,
doğal insan özünün kaçınılmaz birer yansıması değil, kurulu varoluş biçimleridirler,
tarihin şartlarından bağımsız ve evrensel değildirler. İnsanların toplumsal varoluşunun bireysel özlerinden hatta ölümlü oldukları gerçeğinden de önce geldiğini iddia
etmek de bu yüzden anlamlıdır.
İçinde yaşadığımız hayat bize ‘hırsız’ olmayı öğütleseydi, eşimizi misafirle paylaşmamızı, kadınların üstün insanlar ve erkek çocuklarının değersiz olduğunu söyleseydi,
eşcinsel ilişkinin onur verici bir şey olduğunu, hayvanları emzirmenin insanları em10 http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=160 Aktan’ın yazısı için http://www.ra-
dikal.com.tr/haber.php?haberno=184063
11 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
zirmek kadar kutsal olduğunu, nehrin karşısının tanrılara ait olduğunu ve oraya gidilmeyeceğini öğütleseydi, bu düşünce ve davranışlar bizim hem korkularımızı hem
de narsistik benlik ideallerimizi şekillendirecekti. Hayatın duygusal manifestosu olan
ölüm korkusuyla tetiklenen içimizdeki kimi süreçler, yine aslında iyiyi ve kötüyü belirleyen dışımızla kurulacaktı, dışımızla şekil alacaktı. Hayattaki ilişki nesnelerini değerlendirme zemini veren bu iki uçlu sıfatları anlamak, her zaman iyi, kazanan, muzaffer
ve melek gibi mazlum olamayacağımızı kavramak, hatta bu yapıları duygusal bir değerlendirme, algı ve kategori kriteri olmaktan çıkarmak da alternatiflerimiz arasında.
Psikanalizin ve deneysel varoluşçuluğun yarı-deterministik dilini kullanarak yukarıda anlatılanlar bu gözle değerlendirilmelidir. Sunulanlar bazı verili psişik ve kültürel
faktörler altında belirlenen bireylerin milliyetçi ve dinci reaksiyonlarına dairdi. Yani
bu siyasal süreçlerin neden olduğuna ve nasıl çalıştığına dair bir dil. Olabilecek olanları
da, alternatif varolma biçimlerini de düşünmek bir görevse eğer, hiç uzatmadan belirtelim: Bütün bu süreçler insanların ortak iradesinden, ortaklaştırdıkları söylemlerden
tamamen bağımsız, gücün ve otoritenin otomatik bir biçimde banal bir kötülükle sonuçlandığı süreçler olmak zorunda değiller (Haslam, & Reicher, 2007). Başka alternatifleri de olabilecek süreçler.
Öyle bir dünya için birincisi kendimizi ve içinde bulunduğumuz dünyayı bütün kusurlu ve zorlantılı haliyle kabul etmeye çalışmamız ve içimizdeki yabancılıkla (ya da
ötekilikle) tanışmamız gerekiyor. Bu bizim aynı zamanda dışarıdaki yabancılıkları da
tolere etmemizi kolaylaştıracak bir tanışmadır. Kendini iyi hissetme, pozitif olma, özgüven sahibi olma gibi kültürel mitleri yıllarca pekiştiren psikoloji de (Hewitt, 1998),
artık bu kabul kavramının önemini keşfetmiş gibi görünmektedir. Kendimizi ve hayatın kendisini kabul etmenin en önemli dolayımlayıcılarından birisi kendi ölümlülüğümüz karşısındaki çaresizliğimizi, çaresizliğimizden yarattığımız çıkışları, başkalarının
da çaresizliklerini ve çıkış yollarını anlayabilmektir.
Burada birincisi önemli bir duygu, yavaş yavaş materyalizme kaybettiğimiz merhamet ve şefkat duygusudur. Bu doğrultuda Anadolu kültürünün zenginlikleri, Doğu felsefesinin bütüncüllüğü ve özellikle Budizm’in kabul sorunu ve hiçlik üzerine ortaya
koyduğu pratikler ve mutlaklığa nasıl meydan okudukları gözden geçirilebilir. Kendi
çıkış yollarını mutlaklaştıranlar, er geç başkalarının da o çıkışa doğru geleceğini ya da
gelmesi gerektiğini düşünenler çoğu zaman yabancı olana karşı merhametlerini yitirebilmektedir. Bu konuda siyasallaşmış dinin içtenliksiz söylemleri izlenebilir. Özellikle dinsel anlam evreninde gözlenen bu mutlaklık algısı, siyasal olanla buluştuğunda
kitleleri teokratik ve monolitik bir düzen arayışına itebilmektedir. Burada önemli olan
aydınlanmanın bireyselleşmiş din idealinin hatırlanması ve dinin kişisel özgürlükler
alanına çekilmesidir. Zaten din ancak başka kurumlarla dolayımlanmadan böyle içten
bir yaşantı ile deneyimlendiğinde psikolojik olarak insanları mutlu edebilmektedir
(Pargament, 2002).
İkinci olarak, bu aydınlanmacı ve demokratik görev aynı zamanda kozmopolit, çok
kültürlü ve de eşitlikçi bir toplumculuk projesi ile de buluşmalıdır. Kapitalizmin
ve küreselleşmenin pençesinde ezilen sınıflar ve aşağılanan insanlar, ancak böyle
her boyutta eşitlikçi bir toplum projesinin varlığında ve sosyal adalet düşüncesi ile
muhafazakârlıklarını aşabilirler. Belki o zaman kimse kimsenin başındaki örtüyle de
uğraşmaz, kimse de kendi güvenliğinden şüphe etmez. Toplumsal ruh sağlığımız için
bu son derece kritik görünüyor.
Referanslar
Adams, H. E., Wright, L. W., Jr., & Lohr, B. A. (1996). Is homophobia associated with
homosexual arousal? Journal of Abnormal Psychology, 105, 440-445.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 12
Akçam, T. (2004): From Empire to Republic: Turkish Nationalism and the Armenian
Genocide. London: Zed Books.
Baumeister, R. F. (1987). How the self became a problem: A psychological review of
historical research. Journal of Personality and Social Psychology, 52, 163-176.
Becker, E. (1971). The Birth and Death of Meaning. New York: Basic Books,
Becker, E. (1975). Escape from evil. New York: Free Press.
Clarke, S. (1999). Splitting Difference: Psychoanalysis, Hatred and Exclusion. Journal
for the Theory of Social Behaviour. 29, 21-35.
Clarke, S. (2003). Social Theory, Psychoanalysis and Racism. London: Palgrave
Coelho, N. E., & Figueiredo, L. C. (2003). Patterns of intersubjectivity in the constitution of subjectivity: Dimension of the otherness. Culture & Psychology, 9, 193-208.
Cushman, P. (1990). Why the self is empty: Toward a historically situated psychology.
American Psychologist, 45, 599-611.
Erten, Y. (2004). Çöküşten sonra utanç ve kibir. Psikanalitik Bakış-2: “Bireyin Tarihi, Tarihin Psikanalizi” Sempozyumu, 24- 26 Nisan (http://www.akildefteri-turkiye.
com/arsivoku.asp?feox=100).
Erten, Y. (2001). Yalnızlık-Yanlışlık. İcgörü Psikoterapi Merkezi. (http://www.icgoru.
com/content/view/92/21/?ref=SaglikAlani.Com).
Haslam, S. A., & Reicher, S. D. (2007). Beyond the banality of evil: Three dynamics of an
interactionist social psychology of tyranny. Personality and Social Psychology Bulletin,
33, 615-622.
Halpern, J. (1977). Projection: A test of the psychoanalytic hypothesis. Journal of Abnormal Psychology, 86, 536-542.
Hewitt, J. P. (1998). The Myth of Self-Esteem: Finding Happiness and Solving Problems
in America. New York: St. Martin’s Press.
Jost, J.T., Napier, J.L., Thorisdottir, H., Gosling, S.D., Palfai, T.P., & Ostafin, B. (2007). Are
needs to manage uncertainty and threat associated with political conservatism or ideological extremity? Personality and Social Psychology Bulletin, 33, 989-1007.
Giddens, A. (1991). Modernity and self identity: Self and society in the late modern age.
Cambridge: Polity Press.
Govorun, O., Fuegen, K., & Payne, B. K. (2006). Stereotypes focus defensive projection.
Personality and Social Psychology Bulletin, 32, 781-798.
Greenwald, A. G., The totalitarian ego: Fabrication and revision of personal history.
American Psychologist, 1980, 603-618.
Kasser, T., Cohn, S., Kanner, A. D. & Ryan, R. M. (2007). Some costs of American corporate capitalism: A Psychological exploration of value and goal conflicts. Psychological
Inquiry, 18, 1-22.
Kaptanoğlu, C. (2005). Yapısal Travmadan Tarihsel Travmaya Türkiye Solu ve Kafka.
Birikim, 198, 71-78.
13 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Kinnvall,C. (2004), Globalization and Religious Nationalism: Self-Identity, and the Search for Ontological Security, Political Psychology, 25, 741-767.
Landau, M. J., Solomon, S., Greenberg, J., Cohen, F., Pyszczynski, T., Arndt, J., Miller, C. H.,
Ogilvie, D. M., & Cook, A. (2004). Deliver us from evil: The effects of mortality salience
and reminders of 9/11 on support for President George W. Bush. Personality and Social Psychology Bulletin, 30, 1136-1150.
McAdams, D. P. (1996). Personality, modernity, and the storied self: A contemporary
framework for studying persons. Psychological Inquiry, 7, 295-321.
Mikulincer, M., & Horesh, N. (1999). Adult attachment style and the perception of others: The role of projective mechanisms. Journal of Personality and Social Psychology,
76, 1022-1034.
Mikulincer, M., Orbach, I., & Iavnieli, D. (1998). Adult attachment style and affect regulation: Strategic variations in subjective self-other similarity. Journal of Personality
and Social Psychology, 75, 436-448.
Moran, A. (2002). The psychodynamics of Australian settler nationalism: assimilating
or reconciling with the Aborigines, Political Psychology, 23,667-701.
Newman, L. S., Duff, K. J., & Baumeister, R. F. (1997). A new look at defensive projection: Thought suppression, accessibility, and biased person perception. Journal of Personality and Social Psychology, 72, 980-1001.
Paker, M. (2007). Psiko-politik Yüzleşmeler. İstanbul. Birikim Yay.
Pargament, K.I. (2002). The bitter and the sweet: An evaluation of the costs and benefits of religiousness. Psychological Inquiry, 13, 168—181
Pyszczynski, T. (2004). What are we so afraid of? A terror management theory perspective on the politics of fear. Social Research. (http://findarticles.com/p/articles/
mi_m2267/is_4_71/ai_n13807478/print).
Reeves, K. (2000). Racism and projection of the shadow. Psychotherapy, 37, 80-88.
Salzman, M., B. (2001). Globalization, culture, and anxiety: Perspectives and predictions from terror management theory. Journal of Social Distress & the Homeless. 10(4),
337-352
Schimel, J., Greenberg, J., & Martens, A. (2003). Evidence that projection of a feared
trait can serve a defensive function. Personality and Social Psychology Bulletin, 29,
969-979.
Schimel, J., Pyszczynski, T., Greenberg, J., Arndt, J., & O’Mahen, H. (2000). Runnning
From the Shadow: Psychological Distancing From Others to Deny Characteristics people fear in themselves. Journal of Personality and Social Psychology, 78, 446-462.
Schimel, J., Simon, L., Greenberg, J., Pyszczynski, T., Solomon, S. & Waxmonsky, J.
(1999b). Stereotypes and terror management: Evidence that mortality salience enhances stereotypic thinking and preferences. Journal of Personality and Social Psychology, 77, 905–926.
Somay, B. (2003). Tarihin Bilinçdışı: Popüler kültür üzerine denemeler. İstanbul: Metis
Yay.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 14
Tura, S. M. (2001). Doğmak ve ölmek. Toplum ve Bilim, 90, 8-21.
Weber, C., & Federico, C. M. (2007). Interpersonal Attachment and Patterns of Ideological Belief. Political Psychology, 28, 389–416.
Yegen, M. (1996). The Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity.
Middle Eastern Studies, (32), pp-216.
Beyaz Fil ve Diğer Ulusal Hayvanlar*:
Ulusal Yönelimin Bazı Gelişim
Psikolojik Koşullarına Dair
Athanasios Marvakis
I. Giriş
“Bolivyalı gerillalar Muyopampa köylülerine 1967 yılında Vietnam’ı
desteklemeleri gerektiğini anlattıklarında, köylüler Vietnam’ın
komşu köylerden biri olduğunu düşündüler ve bu köyü şimdiye
kadar duymamış olduklarına şaşakaldılar”
(Debray 1978, s. 96)
Ulusal yönelimlerin gelişim psikolojik koşullarıyla ilgili sosyal bilimsel araştırmalar
yirmili yılların başından beri yapılıyor1. “Çok geniş yaş gruplarından ve çok geniş
bölgelerden gelen çocukların eşlemeler yapmaları, upuzun ülke isimleri listelerine
serbest çağrışım kurmaları, sıralanmış sıfatlardan ya da genel ifadelerden seçim yapmaları, cümle tamamlamaları veya yabancı ülkeler hakkında kısa kompozisyonlar yazmaları, ya da en basit durumlarda bütün ulusların bayrakları arasında tercih yapmaları gerekiyordu” (Davies 1968, s. 112)2. Araştırmalarda çocukların önüne aralarında
kendi ülkelerinin bayrağı da olmak üzere aralarından kendi tercihlerini yapmaları
gereken farklı bayrakların resimleri konuyordu. Çocuklar kendi ülkelerinin bayrağı
yerine Siyam bayrağını seçtiklerinde sosyal psikologlar hayretler içinde kalmışlardı.
Siyam bayrağındaki beyaz fil çocuklar için kesinlikle kırmızı ve maviler içindeki Stars
and Stripes’tan (ABD bayrağı -Ç.N.) daha sempatikti3.
Bu girişte ulusal yönelimlerin ve milliyetçiliğin gelişmesine yönelik araştırma ve bakış
açılarının iki türüne işaret etmek istiyorum. Ama sadece ikincisini yakından inceleye-
* Bu metin ilk defa Forum Kritische Psychologie dergisinin 1995 tarihli 35. sayısında (s. 67-86)
yayınlanmıştır.
1 Burada örn. Thurstone (1928) ve Piaget (1966/1928) anılmalı.
2 Çeviri kendime ait olduğu için İngilizce orijinali buraya aktarıyorum: “Children of most ages, and in
most regions, have been set to paired comparisons, to free association to long lists of country names, to
choosing among listed adjectives or generalizations, completing sentences or wirting short themes about
foreign countries, or, most simply, selecting their choice from a string of flags of all nations.”
3 “Bayrak araştırması” için bkz. ör. Lawson (1963) ve Weinstein (1957). Diğer araştırmalarda
katılımcılar ulus/ülke listelerini sıralamak, bir anlamda ulusların/ülkelerin bir sosyometrisini çıkartmak
durumundaydılar. Ya da farklı halkları verili özellikleri bakımından sıralamaları gerekiyordu (ör. Batı
Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bkz. Sodhi ve Bergius 1953).
16 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
ceğim4.
İlk yönelimin temsilcileri çocukların gelişiminin “normal” ve “doğru” son noktası
hakkında bilgi sahibi olduklarından hareket ediyorlar. Bu bakış açısıyla görüngüleri
“normal” bir gelişimin ifadesi olup olmadıklarına ya da bir sapmayı temsil edip etmediklerine göre düzene koyuyorlar. “Milliyetçilik” böylesi bağlantılar içinde bireysel
(gelişimsel) bir problem olarak anlaşılır5. Bu tür bir teorik bağlam içinde sosyal bilimin (örneğin politik psikolojinin) görevini Lippert “ulusal bilinç ve milliyetçilik, yani
kendi çıkarlarının telaffuz edilmesiyle başkalarının zararına kendi çıkarlarını temsil
etmek arasındaki sınır çizgisini belirlemek” olarak tanımlar (Lippert 1992, s. 9)6.
Diğer yönelim konuyu, sosyalizasyon teorisiyle ilgili bir bakış açısıyla, çocukta toplum
anlayışının gelişmesi olarak ele alır7. Burada söz konusu olan “toplumun psikolojik
kökleri”dir (Furth 1992, s. 252). Böylesi bir temel anlayıştan ortaya çıkan alternatif
bakış açısını Milner (1984, s. 89) etnik önyargılar örneğiyle tanımlar: “Önyargılı ırksal
tutumlar, ilk etapta yön değiştirmiş, engellenme yaratmış agresyonların sonucu olarak, ya da otoriter kişiliklere yatkınlıklar olarak değil; daha çok belli etnik azınlıklara
yönelik düşmanca tutumların belirlediği bir atmosferin egemen olduğu toplumlarda,
çocukların sosyalizasyonu üzerindeki toplumsal etkilerin sonucu olarak anlaşılır.”8
Önyargılar (ırksal/etnik) burada birincil olarak kişinin psikodinamiğinden doğru değil, “toplumsal etkiden” yani farklı insan gruplarının hazır bir şekilde bulunan, verili
değerlendirmelerinin “yalın olarak” üstlenilmesinden doğru görülür/temellendirilir.
Önyargılar toplumsal olarak mevcut bulunan ayrımcılıkların ve dışlamaların öncülük
ettiği “ikincil” görünümler olarak anlaşılır. Irkçı/milliyetçi tutumlar kişisel önyargılar olarak sözü edilen koşullar altında “normal” sosyalizasyonun görünümleridir ve
dışlayıcı yönelimlerin kişisel değer yargılarına dâhil edilmesini patolojikleştirmek
yerine, ayrımcı, dışlayıcı toplumsal ilişkiler içinde büyüyen insanların ırkçı/milliyetçi
tutumları ve yönelimleri vs. neden üstlenmediklerini düşünmek ve neden “normal bir
uyumun” gözlenebilir olduğunu sormak gerekir.
Sosyalizasyon teorisiyle ilgili bu araştırmalar kapsamındaki diğer konular çocukta
“ekonomik” bir anlayışın gelişmesine yönelik sorulardır (bkz. Claar 1990; Berti ve
4 Başka bir tartışma demetini anmadan geçmek istemiyorum. Söz konusu olan öncelikle psikolog Lawrence Kohlberg’in adıyla anılan “ahlâki” gelişim hakkındaki tartışmalardır. Bu tartışmayı ele almak için
“ulusal yönelimlerin” neden bir “ahlâki otonomi” sorunu olmadığını tartışmak gerekir. Bu tür bir girişim
bu yazının çerçevesini aşacaktır. Bu yüzden sadece Hans Betram tarafından hazırlanan ve Durkheim, Piaget, Colby/Kohlberg ve diğerlerinin yazılarından oluşan bir okuma kitabını önermek istiyorum (Bertram
1986).
5 Milliyetçiliğin örneğin “aşırı öğrenildiği” (over-learning) düşünülür. 2. Dünya Savaşı sırasında kendilerini “düşmanla özdeşleştiren” Amerikalı çocuklarda bir “under-learning” varsayılır (bkz. Davies
1968, 117). Ör. Róheim’ın (1950) ya da Feldman’ın (1959) ülkenin sembolik bir anneyi temsil ettiği
düşüncesinden hareket eden psikanalitik (Davies’in deyimiyle) “denemeleri” de bu konuyla bağlantılıdır.
“Belonging to the nation means the succesful mastery of the Oedipus complex.” (Roheim, aynı yerde, 15).
Kısaca ifade edilirse böyle teorilerde çocuğun gelişim görevi gerçek annelerini değilse de sembolik annelerini paylaşmak zorunda olduklarını “kaldırabilir şekilde” öğrenmeleridir.
6 Çifte, daha doğrusu karşıt kavramların böyle bir kullanımı ulusal yönelim araştırmalarında bir kuraldır.
Örnek olarak “ulusal bilince karşı milliyetçilik” (Kern/Wakenhut, 1990, 166) araştırılır. Piaget ve Weil
“sağlıklı yurtseverliğe” karşı “toplum merkezlilikten” bahsederler. Adorno’nun çevresindeki araştırma
grubu etnik merkezcilik skalasının kurulumu sırasında “gerçek yurtseverlik” ile “sahte yurtseverliği”
birbirinden ayırır. Kern ve Wakenhut saptamaları şöyle özetler: “Yurtseverlik kendi ülkesine pozitifonaylayıcı bir tutum olarak, sahte yurtseverlikse diğer ülkelere karşı bir negatif-reddedici tutumla
bağlantılı olarak kendi ülkesine karşı aşırılaştırılmış bir pozitif tutum olarak anlaşılabilir. Yani tutum olarak şekillendirilmiş bir ulusal bilinç bir ön yargı olarak tanımlanan milliyetçilikten ayrılır.” (1990, 167)
7 Ali Wacker tarafından 1976 yılında yayınlanan ve gelişen bir toplum anlayışının tekil görünümlerine
yönelik farklı çalışmalardan oluşan bir kitabın başlığı böyledir.
8 İngilizce orijinali şöyle: “Prejudiced racial attitudes have not been seen, primarly, as the consequence
of displaced, frustration-induced aggression, nor authoritarian personality tendencies; rather as a concequence of social influence via the socialization of children within societies where a hostile climate of
attitudes toward particular ethnic minorities prevails.”
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 17
Bombi 1988): İş ve bunun karşılığında ödeme nedir? Para nereden gelir? Dükkân,
fabrika kime aittir? Kim yoksuldur, kim zengindir?9
Çocukların toplumsal kuruluşların işleyişini ne kadar anlayabildikleri (banka, alışveriş yapılan dükkân; bkz. örn. Jahoda 1984) ya da politik örgütler (örn. partiler) ya da
kuruluşlar (örn. hükümetler) hakkında ne kadar fikir sahibi oldukları (children and
politics; bkz. Greenstein 1965) araştırılmaya devam etmektedir. Diğer araştırmalar
çocuklardaki toplumsal özdeşimlerle, referans çerçeveleriyle (“frame of reference”
örn. Hartley ve diğerleri 1948) ya da “ulusal bağlarla” (“national attachment”; bkz.
Davies 1968, s. 118) ilgilenir. Davies (1968, s. 107) şöyle özetler: “Artık genel olarak
biliyoruz ki, on iki yaşında, bir dünya temsili vardır ve sabittir. O zamana kadar politik
donanımın temel unsurları bir araya getirilir: katı bir ulusallık hissi, ilkel bir ideoloji
(kim güçlü, kim daha güçlü olmalı; yurt içinde ve dışında dost ve düşman gruplar
kimler?), mesleklerin saygınlığına, sınıf yapılarına ve birinin hangi sınıfa ait olduğuna; parti imgelerine ve birinin hangi partiyi seçtiğine ve politik sistemin çalışmasına
(önde gelen politikacılar ne yapar ve neye benzerler) dair bilgi.”
Jean Piaget (1928) ve Piaget ve Weil (1951) böylesi sınıflamalar ve aidiyetler için koşul olan “bilişsel aracın” gelişimiyle ilgilenirler. Aşağıda bu çalışma daha yakından ele
alınacak. Bunun için özgün çalışma kısaltılmamış olduğundan Wacker (1976) içinde
yer alan Almanca çeviriye başvuracağım ve kaynakları buradan göstereceğim. Bu çalışmalarda yazarlar yerel aidiyetin ve belli bir ulusa ait oluşun çocukların toplumsal
yönelimlerinde ne zaman ve nasıl önem kazandığı sorusunu incelerler.
II. Piaget’ye Göre Vatan ve Yabancı Ülke Tasarımlarının Gelişmesi10
Daha yirmili yıllarda Piaget – çocukların bilişsel gelişimi üzerine yaptığı araştırmalarla ilişkili olarak – Cenevreli çocukların kentin ve Cenevre kantonunun İsviçre’yle ilişkisini düşünüp düşünemedikleri ve bunun nasıl olduğu sorusunu ele almıştı. Kendisi
için çelişkili olan sonucu daha sonraları şöyle özetliyor: “Normal çocuk gelişiminde
bir vatan duygusu ve bu vatana yönelik tam bir tasarım, çocuk düşüncesinin ne ilk
ne de ilk döneme ilişkin unsurlarıdır, tersine görece geç ortaya çıkarlar. (…) Vatanını
bilişsel ve duygusal olarak algılamadan önce, çocuk ilgi odaklarının “merkezsizleşmesi” (“Dezentrierung”) ya da genişlemesi (kent, kanton vs.) bakımından büyük çabalar
harcamak zorundadır” (Piaget ve Weil 1976, s. 128)11.
Çocuk gelişiminin başlangıç noktası olarak Piaget “bilinçdışı bir ben-merkezlilik” tanımlar12. Buna göre çocuk “kendi özel çevresinden ya da kendi hareketlerinden kaynaklanan doğrudan tutumların olabilecek biricik tutumlar olduklarını” varsayar (aynı
yerde, s. 128). Açıklayıcı olması için farklı yaşlardan çocuklarla yapılan görüşmelerden parçalar:
“Arlette C. 7;613:
İsviçre’yi daha önce duydun mu? Evet, bir ülke.
9 Bkz. Wacker 1976 içinde Böge (1932), Simmons ve Rosenberg (1971) ve Wacker’in (1972) bölümleri;
ayrıca Holzkamp 1973, Böl. 7.4.
10 Piaget ve Weil tarafından “Vatan” sözcüğünün kullanılması çocukların bu isim altında sınıflandırdıkları
değişken büyük alanları adlandırmaya yardım eder.
11 Böyle bir tahmin genel olarak paylaşılır. Bkz. ör. Jahoda 1963, s. 58 ya da Davies, 1968, s. 107.
12 Bu kavramın sokak dili ya da “ahlâkla” ilgili bir kavrayış tarafından pekiştirilen sık olarak yanlış
anlaşılması nedeniyle Piaget (Piaget ve Inhelder 1983, s. 88’de) bir kez daha bu kavramın anlamını
sınırlandırmaya çalışır. “Ben-merkezli” kavramıyla çocuğun yaşadığı, konuştuğu kişilerin bakış
açılarındaki farklılıkları dikkate alma zorluğu ifade edilir.
13 “7;6”, 7 yıl 6 ay anlamına gelmektedir.
18 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Nerede bu ülke? Bilmiyorum, ama çok büyük.
Yakında mı yoksa uzakta mı? Galiba yakında.
Cenevre ne? O bir şehir.
Cenevre nerede? İsviçre’de”
“Mathilde B. 6;8:
İsviçre’yi daha önce duydun mu? Evet.
Nedir o? Bir kanton.
Peki Cenevre ne? Bir şehir.
Cenevre nerede? İsviçre’de. …
Sen İsviçreli misin? Hayır ben Cenevreliyim.” (aynı yerde, s. 130)
“Florence N. 7;3:
İsviçre ne? Bir ülke.
Peki Cenevre? Bir şehir.
Cenevre nerede? İsviçre’de. …
Senin milliyetin ne? Ben Waadtlıyım.
Waadt kantonu nerede? İsviçre’de, yakında. …
Aynı zamanda İsviçreli misin? Hayır.
Peki nasıl oluyor? Waadt kantonu İsviçre’de diyorsun. Aynı anda iki şey birden olunmaz. Karar vermek lazım. Benim gibi Waadtlı olunabilir, ama aynı zamanda iki şey birden olunmaz.” (aynı yerde, s. 131)14
“Jean-Luc L. 11;1: …
Senin milliyetin ne? Ben St. Gallenliyim.
Peki niye? Babam St. Gallenli.
Aynı zamanda İsviçreli misin? Evet, insanlar orada Almanca konuşsa da, St. Gallen
İsviçre’de.
Yani sen aynı anda iki şey birdensin. Evet, değişmiyor, çünkü St. Gallen İsviçre’de. İs-
14 Jahoda’nın (1963, s. 60) bir araştırmasında altı yaşında bir oğlan çocuğu “dâhiyane” bir çözüme ulaşır:
“One week I’m Scottish and the next I’m British.”
15 Piaget’nin deneylerini İskoçya’da (Jahoda 1963) ve Avustralya’da (Knoche ve Goldlust 1966; bu
çalışmaya Davies 1968, s. 109’da atıf yapılıyor) tekrarlama girişimlerinde araştırmacılar bir Glaskow öncelikli ve bir Melbourne öncelikli aşama bile gözleyebildiler. Yani çocuklar “shure only of their street and
the corner’s leading to school” idiler (Davies, aynı yerde).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 19
viçre kantonlarından gelen bütün insanlar İsviçreli. Ben St. Gallen’denim, buna rağmen
İsviçreliyim, Cenevreli ya da Bernli olan ve buna rağmen İsviçreli olan başkaları da var.”
(aynı yerde, s. 132)15
50’li yılların başında yaptıkları daha sonraki bir araştırmada Piaget ve Weil sorularını
“duygusal (affektif) değerlendirmelere” doğru genişlettiler (aynı yerde, s. 133). Benzer
merkezsizleşme süreçlerinin oluşumunun, bunların bilişsel gelişimde nasıl belirlendiğini gözlemeye olanak verip vermediğini araştırdılar. Çocukların değerlendirmeleri
/ değer yargıları mantıksal ve mekânsal ilişkilerin bilişsel yapılarıyla benzer biçimde
mi gelişmektedir? Farklı yaş gruplarındaki çocuklara sorulan giriş sorusu şuydu: “En
çok hangi ülke hoşuna gidiyor?” Yine açıklayıcılık adına görüşmelerden birkaç parça:
“Evelyne M. 5;9:
Benim hoşuma İtalya gidiyor. Orası İsviçre’den daha güzel.
Neden? Tatilde oradaydım. Çok güzel pastaları var, içinde şeyler olan İsviçre gibi değil.
İnsanı ağlatan şeyler…16
Jacques G. 6;3:
Benim en çok Almanya hoşuma gidiyor, çünkü annem bu akşam oradan geri döndü. Orası çok büyük ve çok uzak ve annem orada oturuyor.” (Aynı yerde, s. 133).
Yazarlar şöyle özetliyor: “İlk aşamada değer yargısı sorulan bir çocuk kesinlikle
İsviçre’ye herhangi bir anlamda ayrıcalık vermeyi aklına getirmez. O anda fantezisine
uygun her ülke hoşuna gider ve eğer İsviçre’yi seçiyorsa, yine böyle bir nedenledir”
(Aynı yerde, s. 133).
Görünüşe göre çocukların ifadeleri ikinci bir aşamada tercihleri için başka temellendirmeler içerir:
“Denis K. 8;3:
İsviçre hoşuma gidiyor, çünkü burada doğdum.
Pierette J. 8;9:
İsviçre hoşuma gidiyor, çünkü benim vatanım. Annem ve babam İsviçreli, bu yüzden
İsviçre’yi güzel buluyorum.
Jacqueline M. 9;3:
İsviçre hoşuma gidiyor. Benim için İsviçre en güzel ülke. Benim vatanım” (aynı yerde, s.
134).
16 Yedi yaşında başka bir çocuk orada tereyağı çok tuzlu olduğu için Yeni Zelanda’yı sevmiyordu (Jahoda
1962, s. 95).
17 Bilişsel gelişimde burada her zaman “ülke” kullanılırken, artık yazarlar “ulus” kavramını kullanıyorlar!
“Ulus” kavramı daha çok coğrafi çağrışımlar uyandırırken ve bu kavram kullanıldığında kent, kanton ve
ülke arasındaki ilişkide söz konusu olan ör. parça ve bütün arasındaki “mantıksal” ilişkilerken, “ulus”
kavramı başka bir doğrultuya daha işaret eder. Ama burada kullanılan temel metinlerde kavramlar eş
anlamlı kullanılmıştır.
20 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Bu çocuklarda aile bağları ve gelenekler yavaş yavaş ağır basar (aynı yerde, s. 134).
“Ülke ‘terra patria’ya dönüşür ve her ne kadar şehir, kanton ve ulusu17 doğru bir sıraya koymakta zorluklar olsa da bunun büyük bir anlamı yoktur: genel ve buradan
hareketle ayrıntılanmamış duygusal ilişkiler aile içinde bunlara denk düşen duyguların üzerine kurulur.” “Duygusal merkezsizleşme” bu çocuklarda hala başlangıç durumundaysa da çocukların ifadeleri üçüncü aşamada ailesel bağlantıların ötesine geçer.
Çocuklar şöyle diyor:
“Juliette N. 10;3:
İsviçre hoşuma gidiyor, çünkü burada asla savaş olmuyor.
Lucien O. 11;2:
İsviçre özgür bir ülke olduğu için hoşuma gidiyor.
Michelle G. 11;5:
İsviçre Kızıl Haç’ın ülkesi olduğu için hoşuma gidiyor. İsviçre’de tarafsızlık bizi iyiliksever yapıyor” (aynı yerde, s. 135).
Piaget ve Weil için de bütün bunlar kulağa “yurtsever Pazar konuşmalarının naif birer özeti” gibi gelmektedir (aynı yerde, s. 135). “En genel kolektif idealler18 çocuk
üzerinde en kuvvetli etkiyi yapar. Çocuk kendi bireysel duygularının çerçevesi ve aileye bağlılıktan ileri gelen nedenleri aşarak, sonunda Ben’in, ailenin, şehrin ve görülebilir somut gerçekliklerin değerlerinden farklı değerleri olan daha büyük bir topluluk olduğunun farkına varır” (aynı yerde, s. 135). Piaget ve Weil “mekân-zamansal
ve mantıksal ilişkileri ulus ya da ülke aracılığıyla inşa edilen görünmeyen bir bütüne
uyarlama”nın (aynı yerde, s. 135) gerçekleşmesini çocukların bir başarısı olarak kabul
ederler.
Araştırmanın ikinci bölümünde Piaget ve Weil “yabancı ülkelere ya da insanlara yönelik tasarımlar ya da duyguların ilk bölümdekiyle aynı gelişim çizgisi boyunca hareket
edip etmediğini bulmak için” aynı soru yöntemini uygularlar. “İkinci ve daha önemli
hedefimiz bir “karşılıklılık”19 (Reziprozität) analizini gerçekleştirmekti” (aynı yerde,
s. 135).
Beklendiği gibi çocuklar ilk aşamada “yabancı ülkeler söz konusu olduğunda da kendi ülkelerindeki gibi parçanın bütünle ilişkisiyle baş etmekte aynı düşünsel zorluğu
yaşıyorlardı.” (aynı yerde, s. 136) Bu çocukların çoğu “belli bir ülkeye, ‘kendi’ ülkelerine ait olduklarının” bilincinde değildi. (aynı yerde, s. 137). İkinci aşamada artık
“toplumsal çevrenin yabancılara karşı anlayışlı mı, eleştirel mi ya da hatta reddedici
mi davrandığına göre” “her iki duygusal tasarlama ve tepki biçimi” arasındaki farklar
saptanabiliyordu. (aynı yerde, s. 137)
18 Bugün daha çok ulusal oto-stereotiplerden bahsedilir.
19 Çocuklar komşuları olduğunu, ama kendilerinin komşu olmadığını ileri sürdüklerinde, ilişkilerden
özellikler üretirler. “Komşu” bir ilişki değil, sadece, ör. başka bir insana ait, bir özelliktir. Yani böyle çocuklar henüz karşılıklılığı kavramamışlardır. “Piaget’de perspektif üstlenme (karşılıklılık A. M.) yeteneği
ben merkezlilik kavramının karşısına konur. Ben merkezlilik bireyin genel bilişsel gelişiminin bireyin
toplumsal (iletişimsel ve ahlâki) davranışı, buradan hareketle de nesnel, ör. mekânsal yapıları tanıması
için önemli olan bir sonucudur” (Geulen, 1982, 17).
“Murielle D. 8;2:
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 21
Yabancıları duydun mu? Evet, Almanlar ve Fransızlar var.
Bu yabancılar arasında herhangi bir fark var mı? Evet, Almanlar kötü, hep savaş yapıyorlar. Fransızlar fakir ve orada her şey pis. Bir de Rusları duydum, onlar hiç de kibar
değiller.
Sen kendin Fransızları, Almanları ya da Rusları tanıyor musun, ya da onlarla ilgili bir
şey okudun mu? Hayır.
Peki nereden biliyorsun? Herkes böyle söylüyor.” (aynı yerde, s. 137)
Yazarlar şöyle özetliyor: “Çocuk kendi geçici öznel bakışını terk edip, bunun yerine
çevresindeki bakış açılarını koyarak bir anlamda ileriye doğru bir adım atar. Çünkü
anlayışını bu anlayışı genişleten ve ona daha fazla esneklik veren bir ilişkiler sistemi
içinde yansıtır. Ama sonra önünde iki yol vardır: Uyum (olumlu ve olumsuz görünümleriyle) ve yargının bağımsızlığını gerektiren karşılıklılık” (aynı yerde, s. 138) “İlerlemiş” çocukların ifadelerine bakalım:
“Jacques W. 13;9: (birçok yabancı ülke sayıyor)
Bütün bu insanlar arasında herhangi bir fark var mı? Evet, hepsi aynı ırktan değiller ve
dilleri de aynı değil. Ve her yerde aynı yüzler, aynı tipler, aynı örfler ve aynı dinler yok.
Ama bütün bu farkların insanlar üzerinde herhangi bir etkisi var mı? Tabii ki var, hepsi
aynı zihniyette değiller. Her halkın kendine özgü bir karakteri var.”
Başka bir genç tümüyle farklı düşünüyor:
“Jean B. 13;3: (birçok ülke sayıyor)
Bütün bu ülkeler arasında herhangi bir fark var mı? Bütün bu ülkeler arasında sadece
büyüklük ve konum farkı var. Farkı ülkeler değil, insanlar oluşturur. Her yerde insanların her çeşidinden var.” (aynı yerde, s. 139)
Bir yabancının ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar da bir karşılıklılık anlayışı yönünde merkezsizleşmeye işaret eder. İlk aşamada bulunan İsviçreli çocuklar kendilerinin Fransa’da da yabancı olmadıklarını, ama Fransızların yabancı olduklarını iddia
ederler. İkinci aşamada çocuklar Fransızlara İsviçre’de “birazcık” İsviçreli olma “hakkı
verirler”. Üçüncü aşamada çocuklar “Milliyet”in (kastedilen tabii ki vatandaş olmak)
nasıl bir şey olduğunu sonunda kavrarlar.
Çocukların fırsat olsa hangi milliyeti seçecekleri ve onlara göre başka ülke çocuklarının tercihlerinin ne olacağına ilişkin soruda da gelişim benzer bir seyir izler. Wacker
(1976, s. 124; ayrıca bkz. Kern/Wakenhut 1990, s. 169-70) duygusal merkezsizleşmenin üç aşamasını şöyle özetler:
22 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
“1. Bireysel anı parçalarına bağlı istikrarsız, partikülerist kendiliğinden sempatiler
aşaması…
2. Başlangıç aşamasında bir grup kimliği anlamında ailenin yönelimlerinin üstlenilmesi…
3. (Egemen) ulusal oto-stereotiplerin üstlenilmesi…”
Çocukta “yabancı” ülkeler hakkındaki tasarımlar da buna paralel olarak gelişir. Bununla birlikte üçüncü aşamada bir çifte seçenek vardır: “Biri, eğer kendi ülkesini keşfeder
ve diğer ülkeler için bir anlayış geliştirirse çocuğun yavaş yavaş ben-merkezlilikten
karşılıklılığa ilerlemesidir.” Diğeri, “ben-merkezliliğin daha genel ve toplum-merkezli
bir düzeyde ve bu gelişimin her yeni aşamasında ya da her yeni beliren çatışmada”
yeniden ortaya çıkmasıyla karakterizedir. (Piaget ve Weil 1976, s. 148)20
III. İlk genişletme: Tekrar merkezleşme
Piaget ve Weil’ın burada sunulan yaklaşımı 13 yaşına kadar çocukların bilişsel gelişimini tanımlar. Bu, bilişsel gelişimin karşılıklılık olanağıyla sonuçlandığı anlamına mı
gelmektedir? Bu durumda ulusal yönelimleri bir perspektifler çaprazlaması gelişimi
olarak tahlil etmek haklı ve yeterli olacaktır. Buradan çıkabilecek bir sonuç milliyetçiliğin bir çeşit toplum-merkezlilik (Soziozentrismus) olarak anlaşılmasıdır, yani perspektifler çaprazlaması yeteneğiyle görelileştirilen kendi grubunun perspektiflerine
bir “yapışıp kalma” durumu.
Bu tür bir sınırlama birçok soruyu açık bırakır:
—Bilişsel olanlar dâhil) bütün sosyal ilintiler aynı nitelikte midir? Bir aileyle, bir akran grubuyla, bir dernekle, bir etnik grupla, bir ulusla bağlılık aynı psişik koşullara mı
sahiptir ve bu yüzden tek bir kavram (toplum-merkezlilik) yeterli midir?
— Gruba ait tasavvurların ve değerlerin üstlenilmesi daha fazla farklılaştırılabilir değil midir? Öznel olarak benimsenen bir üstlenmeyle grup konumlarına uyma sonucu
olarak, ya da hatta baskıyla ortaya çıkmış olan üstlenmeler arasında bir fark yok mudur?
— Çocukluktaki gelişiminin merkezsizleşme, yani (bilişsel) olanakların ilişkileri düşünebilme ve böylece başkalarının duruş noktalarını da hesaba katabilme yeteneklerinde doruk noktasına ulaşan genişleme süreci olarak tanımlanması yeterli midir?
Bu noktada Piaget’nin gelişim teorisinin geliştirilmeye ihtiyaç duyduğunu saptayan
Meacham ve Riegel’in (1978) önerileri bize yardım eder. Meacham ve Riegel çocukluktaki gelişimde Piaget ve başkaları tarafından tanımlanan merkezsizleşme sürecine
tamamlayıcı yeniden merkezleşme süreçlerinin katılmasını önerirler. Eğer merkezsizleşmeyle bölümleme, genişletme, yeni olanakların açılması süreçleri tanımlanıyorsa,
yeniden merkezleşme belli olanaklara, bakış açılarına ve değerlendirmelere bağlanma anlamına gelir. Eğer merkezsizleşme formal bir gelişim (Ent-Wicklung) süreciyse,
yeniden merkezleşme içeriksel zorluk (Ver-Wicklung), saptama, yani öznel bağlanmayı ifade eder. “Yeniden merkezleşmeyle birey özel bir öznel ilişki kurma durumun20 Piaget ve Weil için araştırmalarında önemli olan şeyin bilincin “içeriği” (“ulus”un özü nedir?) değil,
çocukta gelişen (bilişsel) “dünya anlayışı” kavramı olduğuna işaret etmek istiyorum. İlgi gösterilen şey
(içerik itibariyle) bir görüş, psişik olanın bir boyutu, yani çocuğun gerçek gelişimi olarak vatan bilincinin gelişimi değildir. İlgilendikleri şey sadece “taşıyıcıları” üzerinden, gerçek çocuklar üzerinden tahlil
edilebilecek olan bilişsel yapılar ve bunların gelişim psikolojik koşullarıdır. Çocuğun dünya ilişkisine ve
bununla yaşamsal olarak baş etmesine, zorunlu olarak kendi doğrudan dünyasının, yetişkinlerin, ilgili
kısıtlamaları ve çelişkililikleri üzerinden ulaşılabilir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 23
dadır.” (Meacham ve Riegel 1978, s. 182) Yeteneklerin gelişimi aracılığıyla genişleme
aynı zamanda toplumsal sınırlama aracılığıyla daralma ve içeriksel saptama anlamına
gelir, yani öznel yönelimin ikili bir görünüşünü içerir: bir yön bulmak, ama diğer bir
yönü seçmemek. Yani gelişim bir ilişkinin değişmesi anlamına gelir21. Meacham ve
Riegel ayrıca çocukluktaki gelişimin karşılıklılıkta bırakılmamasını önerirler, çünkü
onlara göre bu sayede yetişkin düşüncesi ve faaliyeti yeterince kavranamaz22. İnsan
gelişimini belli bir yaşta kesmemeye yönelik bu tür öneriler diğer taraftan da gelmektedir. Bunları ele almadan önce yaş basamakları boyunca gelişimi dönemlere ayırmanın zorluklarına ilişkin birkaç not düşmek istiyorum.
Benim sorunu ortaya koyuş biçimimde de Piaget tarafından araştırılan gençlerin yaşları ele alınıyorsa da, ben kesinlikle kavrama olanaklarını belli yaş basamaklarıyla ilintilendirmekle ilgilenmiyorum. Örn. bilişsel yeteneklerin böylesi bir ilintilendirilmesi
sadece tarihsel ve toplumsal olarak somut bir insan grubu için ampirik bir ifade olarak ortaya konulup tartışılabilir. Psişik yeteneklerin ve yaş basamaklarının ilintilendirilmesi hiçbir şekilde bütün insanlar için geçerli kategorik bir ifade olarak görülemez.
Piaget’nin ve Piaget ve Weil’ın araştırmalarında sorunun ortaya konuluşu da, her ne
kadar böyle bir şey tabii ki mümkün olsa ve hatta örneğin yönetimler böyle bir şeyi
yapmaktan memnuniyet duysa da, yeteneklerin varlığının istatistikî dağılımına dayanılarak çocukların farklı yaş basamaklarının gruplandırılmasıyla ilgili değildir. Sorunun önceki ortaya konuluşunda, kapsanmayan şey anlaşılmadan önce, parça bütün
ilişkisinin toplumsal/politik bütünlükle ilişki içinde dikkate alınmasının mantıksal
olarak mümkün olmadığının açık hale getirilmesi gerekirdi. Perspektifler çaprazlamasının toplumsal davranışın temeli olarak görülen “gelişim amacı” için (kelime anlamıyla) kendi duruş noktasından düşünsel olarak ayrılmak bir koşuldur, ama buna ek
olarak “düşünce aracı” da bir koşuldur. Yaş verilerinin burada belli bilişsel yeteneklerin sadece bazı koşullarının olmadığı, ayrıca zamana da ihtiyaç duyduklarını anlamak
için anlamı vardır. Bu zaman süresince çocuklar içlerinde bu tür öznel gelişimlerin
yaşandığı ya da yaşanmadığı tarihsel ve toplumsal özel sosyal (faaliyet) ilişkilerine
bağlanmışlardır. Bu metnin en başında bulunan R. Debray’ın henüz “o kadar” gelişmemiş olan çocuklarla ilgili olmayan kısa hikâyesine işaret etmek istiyorum. Gerillalarla
köylülerin bu hikâyesi (bireysel) düşünce araçlarının gelişimi için (sosyal ve maddi)
yaşam temellerinin ne kadar önemli olduğunu açık hale getirir. Muyopampa köylülerinin tanımadıkları “Vietnam” adındaki komşu köyü hakkındaki şaşkınlıkları bilincin
toplumsal-tarihsel temelleriyle neyin kastedilebileceğini ortaya koyar. Eğer benim hayatım benim köyümde ya da onun sınırlı çevresinde geçiyorsa, bu “duruş noktasını”
görelileştirebilecek araç ve pratiklere sahip değilsem (örn. yazı, ulaşım araçları, dünya
haritaları ve başka birçok şey), aynı kavramı kullanırsak, “merkezsizleşmeyi” bir “tekil
toplum” ve “dünya” kavramı geliştirecek kadar ilerletemem ve ilerletmemem gerekir.
Eğer merkezsizleşme sadece yaşın bir fonksiyonu değilse, tek tek ülkelerin değişmeye devam eden yaşam koşullarının çocukların toplum ve dünya anlayışlarını da nasıl değiştirdiğini düşünmek zorunlu olacaktır. Örnek olarak çocukların farklı iletişim
araçlarıyla erken yaşta ve yoğun ilişkilenişini düşünüyorum, evet hatta ara sıra “çocukluğun yitirilişinden” bahsediliyor. Ama aynı zamanda çocukların sınıflarda birçok
bölgeden ve ülkeden gelen öğrencilerle yaptıkları (yapabildikleri) deneyimleri de düşünüyorum. Bu noktada yetişkinler tarafından özel bir tarzda sunulabilecek destek ve
21 Bu açıdan bakıldığında bireyin mi yoksa toplumsal olanın mı çocukta gelişimin başlangıç noktasını
temsil ettiği hakkında tartışmalar (ör. Vygotsky ve Piaget arasında) bir “ekoller arasında tartışma” düzeyinde kalır. Daha doğru olarak her seferinde bireysel olan ve sosyal olan arasındaki özel “ilişkiyi”
tanımlamak ve araştırmakla ilgilenilmelidir. Küçük bir çocuk basit bir şekilde ben merkezli ya da sosyal değildir ve her seferinde başka bir doğrultuda gelişmesi gerekir. Her gelişim aşaması için toplumsal olanaklar, engeller ve taleplerle öznel/bireysel ihtiyaçlar ve yetenekler arasında özel bir ilişki vardır.
İçeriğe ilişkin bu ilişki gelişir.
22 Kendileri de çocuk tarafından “diyalektik işlemlerin” yapılabileceği başka bir gelişim döneminden
hareket ederler. Bunun aracılığıyla çocuk “çok biçimli diyalektik düşünce düzeyine ulaşır”. (Aynı yerde)
24 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
eşlik hem çocukların, hem de çocukça sorulara yanıt vermek ve çocukların imalarını
yorumlamak durumunda kalan yetişkinlerin kendilerinin gelişmekte olan toplum anlayışları için belirleyici olabilir. Daha anlaşılır olması için son olarak bir meslektaşın
altı yaşındaki kızıyla yaşadığı deneyimleri anmak istiyorum: “Anne Ivan artık hiç olmayan bir ülkeden geliyor!” Birkaç gün sonra: “Anne yıkılmış olsa da bu ülke hala daha
vardır, di mi?” (Stüber-Hemmerich 1993, s. 27)
IV. Anlaşılır doğrudanlığın aşılması: Toplumun Düşünülmesi
Bu bölümde Eleştirel Psikoloji’nin düşüncelerini ele alacağım. Sadece kişisel sempatimden dolayı değil, tam tersine: kişisel tercihler psikolojinin geri kalanında tek başına ve niteliksel olarak farklıklar gösteren bir ölçü olarak bir “toplum” kavramı bulamama gerçeğinden ortaya çıkıyor.
Eleştirel Psikoloji’nin bizim sorunumuzla ilgili hareket noktası (Holzkamp, 1983) Piaget ve diğerleri tarafından tanımlanan perspektifler çaprazlaması yeteneğinin önemli
olduğu, ama sadece eylemler arası/insanlar arası olarak aracılık edilmişliği içerdiği
saptamasıdır. Holzkamp (aynı yerde) bunları “ortaklaşa-toplumsal olarak aracılık
edilmiş”23 (kooperativ-gesellschaftliche Vermitteltheit) olarak adlandırır. Ama bu
hala toplumsal düşünce ve eylem için yeterli değildir, toplumun üyelerin diğer grup
veya aile üyelerinin perspektiflerini kendi düşüncesi ve eyleminde dikkate almasıyla
ilgilenen büyük bir gruba, bir aileye vb. indirgenmesi durumu hariç. Ama vatan bilinci
ve ulusal bilinçle ilgili politik bakış açılarının karşılıklı kabulü/dikkate alınması ne
anlama gelmektedir? Karşılıklılık yaklaşımı bir Almanla bir Etiyopyalı arasındaki şu
kurgusal konuşmayı ortaya çıkartabilir: “Sen Etiyopyalı. Ben Alman olarak sana karşı şu ve şu çıkarlara ve bakış açısına sahibim. Sen de bana karşı. Birbirimize saygı
gösteriyoruz. Benim “Alman olarak çıkarımın” duruma göre senin “Etiyopyalı olarak
çıkarına” karşı olmasını ne yazık ki karşılıklılığa rağmen düşünemem ve bu yüzden
dikkate de alamam. Yani kusura bakma.” Bu kurgusal konuşmayla karşılıklılığın son
nokta olarak görülmesiyle bireyoluşun (Ontogenese), denebilir ki, çok erken kesildiğini söylemek istiyorum. Yani perspektifler çaprazlaması zorunlu, ama buna karşın yeterli olmayan bir gelişim aşaması olabilir. “Tekil toplumun” tarihsel olarak özelleşmiş
bir biçimine aidiyetten ortaya çıkan çıkar bağlantıları ve sorumluluklar bu aşamada
“düşünülebilir” değildir. Piaget ve Weil’in bahsettiğimiz çalışmasında bu durum görüşülen çocukların sadece çok küçük olmasıyla da ilgili olabilir. Bu “ampirik malzeme”
için karşılıklılık kavramıyla çalışmak gayet yeterli olabilir.
Eleştirel Psikoloji’de bireyoluş için kategori bakımından farklı birbiri üzerine kurulu “gelişim-mantıksal basamaklar” birbirinden ayrıştırılır. Bu bir gelişim aşamasına
gelmeden önce belli bir gelişim aşamasına ulaşılmış olma zorunluluğu anlamına gelir. Bizi ilgilendiren (genç) yaşlarda iki gelişim basamağı önemlidir. “Dolayımsızlığın
aşılma basamağı” ve “kişisel eylem yeteneğine” giden basamak (Holzkamp, 1983, böl.
8.3). Önceki “anlam genelleme” ve “iş birliği”24 basamakları için ev içindeki yakın çevre yeterli “alan” sunmuştur. Çocuklarda dünyanın ““Anlaşılabilirliği” … hâlâ çocuğun
yaşadığı dünyanın ve çocukla yetişkinler arasındaki yaşam ortaklığının dolayımsız ve
ortaklaşa tasarruf çerçevesine (Verfügungsrahmen) indirgenmiş durumdadır”. Bu, “kişiler arası ‘anlama’nın temeli olarak toplumsal olarak genellenebilir ‘eylem nedenleri’
düzeyine henüz ulaşılmadığı anlamına gelir (Holzkamp, 1983, 474). Piaget ve Weil’ın
ifadesiyle “görünmez bütün” olarak toplumun düşünce ve eyleme dâhil edilmesi hâlâ
23 Furth (1992, 254) da “bireyler arası ve toplumsal ilişkilerin niteliksel olarak iki farklı şey olduğuna”
inanır. Ona göre de (1980, 1992) “toplumsal” ve insanlar arası/kişiler arası temel bağlantılar/ilişkiler
arasındaki ayrım çocuklar için önceden verili değildir. Bu tür bir ayrım (bizim toplumlarımızda) gençlik döneminin/adölesansın sonrasına kadar süren bir ayrımlaşma sürecinin sonunda bulunur. Furth bu
aşamaya kadar beş temel basamağı birbirinden ayırır.
24 Perspektifler çaprazlaması bu tür bir işbirliğinin temel bileşeni ve koşuludur.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 25
daha mümkün değildir. Bunun için, çocukların henüz onlara merkezsizleşmeyi bir
sonraki niteliksel aşamaya ilerletmeyi olanaklı kılacak ve onlardan bunu isteyecek
ölçüde tasarruf sahibi olmadıkları süregiden toplumsal deneyimlere ihtiyaç vardır.
Burada söz konusu olan yeni bir ilişkiler, kavramlar ve temellendirmeler aşaması ve
gencin (ortak) sorumluluğunun ve ciddiye alınmasının kavuştuğu yeni bir niteliktir.
Dolayımsızlığın aşılmasını sağlayan bu tür deneyimler bizim toplumlarımızda öncelikle gençlik aşamasından itibaren edinilir. Burada ulaşılan “gelişim görevi” “toplumu
düşünmektir”. Böyle bir gelişim adımı çocuğa/gence “çocukların/yetişkinlerin dolayımsız-ortaklaşa ‘ev içi’ yaşam ortaklığının ‘herşey’ olmadığını, ‘bunun arkasında’ ‘dışarıdan’ etki gösteren başka bir şey olduğunu” benimseme izni verir (Holzkamp, 1983,
478).
Dar yaşam alanını genişletme ve kavrama zorunluluğu ve olanağı gelişimin sonraki
“dolayımsızlığın aşılması” basamağı için koşulu belirler. (Ailevi) yakın çevrenin bu
şekilde “aşılmasıyla” bu çevrenin yön bulmaktaki önemi de görelileştirilir ve yetişen
kişi böylece birincil olarak ilişkide bulunduğu kişilere olan bağımlılığını azaltır. Gencin böylesi bir gerçek gelişim hareketi dolayımsızlığın aşılmasının temelini kurar. “
‘ev içi’ işbirliği çerçevesinin dolayımsızlığının toplumsal yaşam merkezlerine doğru
pratik olarak aşılması [genç için; A. M.] dünyaya ve kendine karşı bilinçli ‘davranışın’
bilişsel aşaması olarak [görünür]” (Holzkamp, 1983, 480). Artık kişi kendi yaşadığı
dünyanın daha üstte duran, toplumsal bir bağlam içinde bulunduğunu (bilişsel olarak) kavrayabilir ve böylece ilk defa toplumun/dünyanın ve bunun içinde de kendisinin bağımsız bir bilincine ulaşabilir. Çocuğun/gencin ev harici yaşam merkezlerinde
gerçek toplumsal deneyimi edinmesinin belirleyici bir rol oynadığı süre giden böyle
bir “merkezsizleşme” aracılığıyla “çocuk/genç burada (‘pratik’ ve hala düşünülmemiş
olarak) ‘kendinde’ yaşayabilir bütün-toplumsal sürdürücü sisteme yönelik nesnel anlam
atıflarını kavrar” (Aynı yerde, 485).
Dünyayla ve kendiyle böyle bir ilişkinin koşulu “toplumun” ve “dünyanın” düşünülmesidir, yani soyut bir düşüncedir. Ve tam da bu soyut düşünce hiç de mevcut durumda değildir, öncelikle gelişmesi gerekir. L. S. Vygotsky sorunu gençler için şöyle ifade
eder: “Çocuğun düşüncesi anılardan henüz silinmemiştir. Zekâsı esas olarak hafızaya
dayanır.” (1987, 486) “Genç algı sırasında daha çok düşünürken, çocuk daha çok hatırlar.” (aynı yerde, 479) Wacker (1976, 8) aynı konuyu şöyle tanımlar: “Bu (belirgin)
düşünce, duyusal deneyim ufkunun dolayımsızlığına, bu ufuk perspektif bakımından
o anki duruş noktasından hareketle nasıl oluşturulduysa aynı şekilde, bağımlı kalır.
Belirgin olarak hazır bulunabilenin belirgin olmayan belirleyici nedenleri, kendilerini zamansal, genetik ya da nedensel değerlendirme biçimlerinde gösterdikleri gibi,
görüş alanına girmezler ya da belirgin ilişkilerin örneğine göre yorumlanırlar. Algı ve
düşünce sadece kısmi olarak ayrılırlar; edim düşünen gerçeklik kavrayışının önünden
gider.”
“Toplumun”/”dünyanın” gerçekten kavranması, dolayımsızlığın gerçekten aşılması
soyut kavramları gerektirir. Vygotsky’e göre “yeni olan şey, gencin sözel düşüncesinin karmaşık düşünmeden kavramlarla düşünmeye dönüşmesidir. Aynı zamanda sözel düşüncenin gencin algısına katılımının biçimi de temelden değişir.” (Aynı yerde,
478) L. S. Vygotsky tam da bu kavram kuruluşunu gençlik çağının gelişiminin merkezinde görür ve “gencin psişesindeki bütün çevresel değişimleri” (aynı yerde, 540)
soyut kavram kuruluşunun bir fonksiyonundan türetmeye çalışır. Ancak bu noktadan itibaren genç “bütün olarak toplum” için bir “kavram” geliştirebilir. Holzkamp
(1983, 488), burada artık “bilincin kendisinin esrarengiz bir potansiyelinden dolayı
değil, tekil dolayımsız işbirliği birimlerini kapsayan, bütün-toplumsal sürdürücü sistemdeki maddi muhafaza nedeniyle, bireyin artık mevcut işbirliği toplulukları içinde
“çözülüp” kaybolmaması, bunlar karşısında “ben” olarak ‘davranabilmesi’yle bireysel
bilincin giderek daha açık bir şekilde “kendilik-bilinci”, yani “birinci kişi” kertesi olarak
26 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
geliştiği”nden bahseder.
Buradan hareketle kavramsal düşüncenin gelişiminin politik yönelim, politik öğrenme, kısacası toplumun gençler tarafından bir bütün olarak anlaşılması için anlamlı
olup olmadığı, nasıl bir anlamı olduğu sorusu da yerindedir (ayrıca karşılaştırın Held
1994, bölüm 3. 5.).
Politik yönelimlerin oluşması için gençlik çağında sadece yaşanılan dünyadan edinilen dolayımsız deneyimler bir temel olarak ortaya çıkmazlar. Yönelimler “toplumun
bütünüyle” ilinti aracılığıyla da kurulabilir ve tam da bunun için soyut kavramlara ihtiyaçları vardır. Yani gençler kendi kişisel durumlarını dikkate almadan ve buradan
genelleme yapmadan “toplum” hakkında, toplumsal sorunlar hakkında düşünebilirler
ve çıkarımlara ulaşabilirler25.
Ama günlük deneyimlerden öğrenme de artık yeni bir nitelik kazanır. Gençler kendi
durumları ile toplumsal durum arasındaki ilişki hakkında düşünmeye başlayabilirler.
Kendi çıkarlarının, kendi durumunun ve bunun içerdiği yaşam olanaklarını tanımak
üzerinden gençler “toplumla” bir ilinti kurabilirler. Dolayımsızlığın aşılmasına yönelik
gelişim zorunlu olarak her zaman toplumsal bağlamlar içinde gerçekleşir (aile, arkadaş grubu, kurumlar, medya, vb.). Gençler başlarda örneğin ailelerinden duydukları
şeyi sadece “ezbere tekrarlamayı” severler. Sonra yavaş yavaş ailelerin ifadelerindeki
ve konumlarındaki belirgin olmayan bir şeye atıf yapan “içerikleri” keşfederler.
Düşünceye yeni (bilişsel) gelişimler aracılığıyla sadece hatırlamadan/deneyimden bir
şeyler eklemlenmez. Farklı (mantıksal) gelişim basamaklarının geçip gitmesi önceki
basamakların kaybolup gitmesi demek değildir. Onlar hala daha benim için bir olanak
sunarlar. Yetişkin biri olarak da bir çocuk gibi kendiliğinden ve tesadüfî bağlantılar
varsayabilirim. Bir çocuk başka türlü yapamaz ama ben yapabilirim. Gelişimin dolayımsızlığın aşılması basamağı daha çok gencin öznelliğinin yeni bir “bütün yapısı”
anlamına gelir. Bir geri dönüş, sadece anılara, deneyimlere bir “gerileyiş” artık tümüyle başka bir anlam taşır: öznel olanaklılıklar tümüyle farklı oldukları için, böyle bir
“gerileyişin” öznel işlevselliği de tümüyle farklıdır. Bir yetişkin örneğin dolayımsız,
kişisel nedensel atıflar aracılığıyla (“Yabancılar suçlu”) belirgin bir şekilde “regresiv”
davrandığında, bu kesinlikle onun psişik geri kalmışlığına ampirik bir kanıt değildir.
Bir yandan böyle belirgin bir “regresyonun” öznel olarak temellendirilip temellendirilemeyeceği ve nasıl temellendirileceği ve söz konusu yetişkin için özel öznel anlamını
ortaya çıkartabilmek için bu “regresyonun” hayatının geri kalanında da ortadan kalkıp
kalkmadığı ve bunun nasıl olduğu kurgulanmalıdır. Diğer yandan bu tür atıfların ve inşaların kişinin toplum ve dünya tasarımının değer biçici görünümlerini/momentlerini
açığa çıkartıp çıkartmadığı kurgulanmalıdır. Bu durumda artık çocukların/gençlerin
“yetersizliği” (yani gelişmemişliği) değil, kullandıkları kavramların ve tercih ettikleri
edim biçimlerinin koşulları, sınırları ve sonuçları tartışılmalıdır. Ama değer biçici bir
konum almadan değerler tartışılabilir mi? Hangi tarafsız ya da bilimsel duruş noktasından “Almanya Almanlarındır” tarzında saptamaların ve değerlendirmelerin “yetersizliği” tartışılabilir? Yani soru konunun, pedagojik/psikolojik bir “alan içi tartışma”
ile ilgili olup olmadığından daha çok, bu söyleme katılan herkesin toplumsal tasavvurları hakkındaki politik bir tartışmayla ilgili olup olmadığıdır. Pedagog/psikolog olarak
konuyla ilgili kendi bakış açımla bu tür bir tartışmada ve getireceğim temellendirmelerde “gelişmiş olma ayrıcalığına” sahip değilim. Faklı düşünen gençlerle karşılaştığımda kendi konumumu temellendirmek, benim politik konumumun koşullarını ve
sonuçlarını anlatmak zorundayım. Böyle bir şey başka iletişim düzenleri gerektirir,
25 Jens Brockmeier (1983, 81) bu konuda şöyle yazıyor: “Ama gelişimde toplumsal anlam yapılarını benimseme yeteneği aşamasına bir kez ulaşıldıysa, birey artık doğal olarak nesnel faaliyetler ve bunların
ilgili içselleştirilmesi üzerinden toplumsal yenilikleri benimsemek zorunda değildir. Birey artık toplumsal biliş yapılarını anlayabilir.”
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 27
ayrıca başka iletişim düzenlerinin kurulmasına da yardım eder.
Bir bütün olarak bir toplum “tasavvurunun”, kavramının gelişme süreci geniş bir zaman gerektirir. Bu sırada genç toplumsal (anlamsal) arzla uğraşır. Bu sırada da toplumsal yapı ve düşünce biçimleri tarafından teşvik edilen dolayımsızlığa bağlı anlamlarla
yüzleşir. Yakın çevrenin gerçek anlamda dolayımsızlığının aşılması dolayımsızlığı sabitleyen düşünce biçimleriyle karşılaşmayı da içerir. Örn. “iltica dalgası” v.b. medyada
dolanan “kavramlar” böylesi anlam arzlarıdır. Bu tür anlam arzlarıyla “uğraşmak” her
zaman iki nokta içerir: Bir yandan daha iyi bir kavrama aracılığıyla dünyayla ilişkinin olası genişlemesi içinde bir gelişim noktası. Piaget ve Weil kendi merkezsizleşme
kavramlarını böyle anlarlar. Diğer yandan buraya mümkün olduğunda çarpıtılmış bir
dünya ilişkisi olarak olası bir engellenme noktası da dâhil olur. Holzkamp burada “bütün-toplumsal…mistifikasyon”dan bahseder (1983, 480).
Gençler “toplumu düşünmeye” başlarlar. Ulus, ulusal devlet toplumun özel (tarihsel)
örgütlenme biçimleri olarak ve böylece tarihsel-nesnel anlamda hâlihazırda önceden
mevcuttur26 ve gençler için öznel bir anlama ulaşmak zorunda kalmayacakları biçimde “verilidir” (sadece bilişsel olarak da değil). Bu kategoriyi devralarak böylelikle toplumu ve toplumun içinde kendilerini düşünmeyi öğrenirler. Gençlerin (tek başlarına)
sorumlu olmadıkları toplumsal dönüşüm durumlarında kendilerini etnik ya da ulusal
kategoriler üzerinden tanımlamak ve gruplandırmak onlar için özellikle önemli hale
gelebilir. Ama “ulusal yaşam” kesinlikle zorunlu bir şekilde öznel olarak ilişkilenilmek
zorunda olunan tarihsel-toplumsal bir olgu değildir.
Gelişim psikolojisi açısından ulusal yönelimler, yani milliyetçilik bir toplumsallık bilincinin ifadesi, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplum biçimi içinde gencin gelişen
toplumsal düşüncesinin bir parçası olarak anlaşılabilir. Bu toplumumuzda şimdilik
doğrudan teşvik edilen olası bir27 politik yönelim biçimidir. Ulusal yönelimler toplumumuzda gençler için yaşadıkları dünyaya ilişkin dolayımsızlığı aşma yolunda bir
gelişim adımı anlamına da gelebilir. Bu adımın “iyi” mi (örn. “yurtsever”) ya da “kötü”
mü (örn. “milliyetçi”) olduğu toplumun, devletin, ulusun ne ifade ettiği, ne ifade etmesi gerektiği hakkında politik bir tartışma konusudur. Yanıtı gelişim yavaşlıkları ya da
gençlerin yanlış yolları vb. gibi psikolojik değerlendirmelerle bulmak mümkün değildir. Gençleri olduğu gibi, meslektaşlarımızı da ele alışımız “toplumun” ne ifade ettiği,
toplumumuzun ne olduğu, bunun içinde “ulusun” ne olduğu ve sonuç olarak “bütünün” hangi doğrultuda gelişmesi gerektiği hakkında tartışma ve kendi düşüncesini
aktarma ile ilgili olmalıdır.
“Milliyetçileri” örneğin diğer bakış açılarını “anlama” konusunda karşılıklılık eksikliğiyle suçlamak, milliyetçiliği böyle bir eksiklikle tanımlamak isteyen bilimsel kavrayışların kendileri çocuksu öznelliğe takılıp kalmışlardır. “Milliyetçi” insanların düşünce ve eylemleri için sadece bu gelişim basamağı teorik olarak varsayılır. Yani eylemin
dolaylılığı böyle teorilerde sadece işbirliksel-toplumsal düzeyde kalır. Teori kurulumunda bütün-toplumsal dolayımlılığa doğru olan “niteliksel sıçrama” kabul edilmez.
Bahsedilen sınırlılık yani birincil olarak sadece kendilerinde eksiklik ya da “regresyon
saptanan gençlerde aranmamalıdır. Daha çok bunun yanı sıra araştırmacıların, teorisyenlerin ve gençlerle çalışanların kural olarak düşünümsel olmayan toplum kavramları araştırılmalıdır. Yoksa teorik olarak yansıtılamayan şey kolaylıkla araştırma
26 Fransız felsefeci Etienne Balibar burada bir Ulus-Biçimi’nden bahseder (ör. 1990, 107)
27 “Ulus” kavramının gelişim psikolojik “anlamını” göstererek kavramı Alman solu için yeniden kullanılır
hale getirmekle ilgilenmiyorum. Tarihsel olarak “akışkan” toplumsal yapılar için hiçbir şekilde gerçekliğin
gerçek yansısı olarak düşünülemeyecek kavramlara ihtiyaç vardır ve “ulus” tabii ki tekil toplumun muadili değildir. Ama topluma ilişkin her kavram mistifikasyon içerir, yani yanlış bilinçtir. İki şey göstermek
istiyorum: Birincisi yanlış bilinç sadece yanlış bilinç değildir, aynı zamanda bilinçtir. İkincisi yanlışın ve
bilincin açıklanmasını sadece gençlere yüklemek istemiyorum vs.
28 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
nesnesinin eksiği, gençlerle çalışanlarda gençlerin eksikliği olarak ortaya çıkabilir.
Biz araştırmacılar ve gençlerle çalışanlar olarak kendimiz “‘kendinde’ yaşayabilir bütün-toplumsal sürdürücü sistemi” (Holzkamp, 1983, 485) nasıl tasarlıyoruz? “Bir organizma olarak devlet ya da toplumun doğal çekirdek hücresi olarak aile, hastalıklı
toplumsal beden, hasta halk ruhu vs., bütün bunlar üretim ilişkileri içinde toplumsal
ilişkilerin soyut bağlantılarını, çok anlamlılıklar yardımıyla bilindik olanla, duyusal
yaşantımızla doğrudan ulaşabileceğimiz şeyle ilişkilendirmek suretiyle, kolay kavranabilir bir taslağa dönüştürmek isteyen tasarımlardır.” (Kardoff 1991, 56 vd.) Bu tür
çok anlamlılıklar sadece gençler tarafından mı ele alınır?
Toplumsal düşüncenin gelişimi bir merkezsizleşme kavramıyla birlikte dalgalanan bir
“soğan kabuğu modeli” dışında başka türlü nasıl tasavvur edilebilir? “Toplumun” bir
(somut) devletle karıştırılmasına, eş görülmesine karşı nasıl etkide bulunulabilir? Tek
devletlilik içinde (ve ondan dışarıya doğru) düşüncenin ve eylemin sınırlılığı aşılabilir
mi? Bu tür bir tartışma her durumda birincil olarak pedagojik ya da psikolojik değil,
toplumsal ve politik bir tartışmadır, (gelişimsel) psikolojik şartlara tabi olsa da!
Sonuç olarak burada sunulan teorik düşüncelerle kesinlikle “ulusal yönelimin gelişimi” konusundaki her şeyin söylenebilmiş olmadığını belirtmek gerekiyor. Çünkü
gerçek ve somut gelişim süreçlerinin (örn. ulusal yönelimin gelişim süreçlerinin)
kaynağını bulmak teorik düşüncelerin işi değildir. Buraya kadar söylenenlerin sadece kendisinden hareketle “gençlerde politik yönelimin gelişimi” konusunda ampirik
çalışmaların geliştirilebileceği bir hareket noktasının ana hatlarını ortaya koyması
gerekiyor.
Kaynakça
Balibar, Etienne (1990). Die Nation-Form: Geschichte und Ideologie. Balibar, Etienne
ve Wallerstein, Immanuel. Rasse Klasse Nation. Ambivalente Identitäten. Hamburg/
Berlin: Argument, S. 107-130.
Berti, Anna E,lia ve Bombi, Anna Silvia (1988). The child’s construction of economics.
Cambridge: Cambridge University Press.
Bertram, Hans (1986) (Yay. Haz.) Gesellschaftlicher Zwang und moralische Autonomie.
Frankfurt/M.: Suhrkamp.
Claar, Annette (1990). Die Entwicklung ökonomischer Begriffe im Jugendalter. Eine
strukturgenetische Analyse. Berlin: Springer.
Davies, A. F. (1968) The Child’s discovery of nationality. Australian and New Zeeland
Journal of Sociology, 4 (1968), 107-125
Feldman, A. B. (1959). Mothercountry and Fatherland. The Unconscious in History.
New York: Philosophical Library, 53-80.
Furth, Hans G. (1980). The world of grown-ups: Children’s conceptions of society. New
York: Elsevier.
Furth, Hans G. (1992). The Developmental Origin of Human Societies. Beilin, Harry
ve Pufall, Peter (yay. haz.) Piagets Theory: Prospects and Possibilities. Hillsdale, New
Jersey: Lawrence Earlbaum. 251-265.
Geulen, Dieter (1982) (Yay. Haz.) Perspektivenübernahme und soziales Handeln. Texte
zur sozial-kognitiven Entwicklung. Frankfurt/M.: Suhrkamp.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 29
Greenstein, Fred I. (1965). Children and Politics. New Haven: Yale University Press.
Hartley, Eugene L.; Rosenbaum, Max ve Schwartz, Sheoard (1948). Children’s use of
ethnic frames of reference – an exploratory study of children’s conseptualizations of
multiple ethnic group membership. Journal of Psychology, 26, 367-398.
Hartley, Eugene L.; Rosenbaum, Max ve Schwartz, Sheoard (1948). Children’s perceptions of ethnic group membership. Journal of Psychology, 26, 387-398.
Held, Josef (1994). Praxisorientierte Jugendforschung. Theoretische Grundlagen, methodische Ansätze, exemplarische Projekte. Hamburg/Berlin: Argument.
Holzkamp, Klaus (1973). Sinnliche Erkenntnis – Historischer Ursprung und gesellschaftliche Fuktion der Wahrnehmung. Königstein/Ts: Athenäum (Texte zur Kritischen
Psychologie, Cilt 1)
Holzkamp, Klaus (1983). Grundlegung der Psychologie. Frankfurt/M.: Campus.
Jahoda, Gustav (1962). Developmental of Scottish children’s ideas and attitudes about
other countries. Journal of Social Psychology,58, 91-108.
Jadoda, Gustav (1963). The developmental of children’s ideas about country and nationality. Part I: The conceptual framework. The British Journal of Educational Psychology, 33, 47-60. Part II: National symbols and themes. The British Journal of Educational Psychology, 33, 143-153.
Jahoda, Gustav (1964/1976). Nationalitätsvorstellungen bei Kindern – eine kritische
Studie zu den Piagetschen Entwicklungsstadien. Wacker, Ali (Yay. Haz.) Die Entwicklung des Gesellschaftsverständnisses bei Kindern. Frankfurt/M.: Campus. 149-164.
Jahoda, Gustav (1984). The development of thinking about socio-economic systems.
Tajfel, Henri (Yay. Haz.) The social dimension. European developments in social psychology. Cambridge: Cambridge University Pres, 69-88.
Kardoff, Ernst von (1991). Zum Biologismus und Organizismus in den Sozialwissenschaften. Heilmeier, Josef; Mangold, Klaus; Marvakis, Athanasios ve Pfister, Thomas
(Yay. Haz.) Gen-Ideologie. Biologie und Biologismus in den Sozialwissenschaften. Hamburg/Berlin: Argument (AS 175), 53-80.
Kern, Lucian ve Wakenhut, Roland (1990). Nationalbewußtsein – Zwischen ‘vernünftiger Identität’ und Regionalbewußtsein. Korh, Heinz-Ulrich; Martini, Massimo ve
Kohr, Angelika (Yay. Haz.) Macht und Bewußsein. Europäische Beiträge zur Politischen
Psychologie (10. Workshop-Kongreß Politische Psychologie Florenz, 6.-8.10.1988).
Weinheim: Deutscher Studien Verlag.
Lippert, Ekkehard (1992). Zur Psychologie der “Nation”. Kohr, Heinz-Ulrich ve Wakenhut, Roland (Yay. Haz.) Untersuchungen zum Bewußtsein nationaler Zugehörigkeit.
Münih (Sozialwissenschaftliches Institut der Bundeswehr: SOWI-Arbeitspapier Nr.
57), 1-17.
Lawson, E. D. (1963). The Deveopment of Patriotism in Children: A Second Look. Journal of Psychology, 55, 279-286.
Meacham, John A. Ve Riegel, Klaus F. (1978). Dialektische Perspektiven in Piagets Theorie. Die Psychologie des 20. Jhd., Cilt VII (“Piaget und die Folgen”). Zürih: Kindler, 172183.
30 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Milner, David (1984). The development of ethnic attitudes. Tajfel, Henri (Yay. Haz.)
The social dimenision. European developments in social psychology. Cambridge: Cambridge University Press. 89-107.
Piaget, Jean (1928). Judgement and Reasoning in the Child. Londra.
Piaget, Jean ve Inhelder Bärbel (1983). Die Psychologie des Kindes. Frankfurt/M.: Fischer.
Piaget, Jean ve Weil, Anne-Marie (1951). The Development in Children of the Idea of
Homeland and of Relations with other Countries. International Social Science Bulletin,
3, 561-578.
Piaget, Jean ve Weil, Anne-Marie (1976). Die Entwicklung der kindlichen Heimatvorstellungen und der Urteile über andere Länder. Wacker, Ali (Yay. Haz.) Die Entwicklung
des Gesellschaftsverständnisses bei Kindern. Frankfurt/M.: Campus. 127-148.
Piaget, Jean ve Weil, Anne-Marie (1978). Wie sich bei Kindern die Vorstellung von
Heimatland und Ausland entwickelt. Karsten, Anitra (Yay. Haz.) Vorurteil: Ergebnisse
psychologischer und sozialpsychologischer Forschung. Darmstadt: Wissenschaftliche
Buchgesellschaft, 98-119.
Róheim, Géza (1959). The psychology of patriotism. American Imago, 7, 3-19.
Sodhi, Kripal Singh ve Bergius, Rudolf (1953). Nationale Vorurteile. Eine sozialpsychologische Untersuchung an 881 Personen. Berlin: Duncker & Humblot.
Stüber-Hemerich, Margit (1993). “Mama, Ivan kommt aus’m Land, des gibt’s gar nimmer!” Vom “Deutschsein§ und “Ausländischsein” im Alltag von Kindern. Offene Jugendarbeit, 4, 25-30.
Tajfel, Henri; Nemeth, C.; Jahoda, Gustav; Campbell J. D. ve Johnson, N. (1970). The
development of children’s preference for their own country. A cross-national study.
International Journal of Psychology, 5 (4), 245-253.
Thurstone, L. L. (1928). An Experimental Study of Nationality Preferences. Journal of
General Psychology, 1, 405-423.
Wacker, Ali (1976) (Yay. Haz.) Die Entwicklung des Gesellschaftsverständnisses bei Kindern. Frankfurt/M.: Campus.
Weinseiten, Eugene A. (1957). The development of the consept of the flag and the
sense of national identity. Child Development, 28, 167-174.
Wygotski, Lew S. (1987). Die Entwicklung der höheren psychoschen Funktionen im
Übergangsalter. Lompscher, Joachim (Yay. Haz.) Lew Wygotski: Ausgewählte Schriften, Cilt 2, (Arbeiten zur psychischen Entwicklung der Persönlichkeit). Köln: PahlRugenstein. 465-594.
Çeviri: Sertan Batur
Ulusal obsesif -kompulsif tarzımız
Metehan Irak
Toplumsal kaygılarımız iki ana unsur üzerine odaklanmış ya da iki unsura saplanmış
durumda. Sanki Türkiye’deki gündelik yaşam ve siyaset bu iki ana unsurun zorla(n)
masıyla enerji bulmakta. Ülkenin önüne konan kısa ve uzun süreli hedeflerle, örneğin
Avrupa Birliği’ne uyum süreci, bu unsurlar temelinde ortaya çıkan sorunlara getirilen
çözüm önerileri çok farklı noktalara işaret ediyor görünmekte, bu farklılık da beraberinde belirsizlik ve doğal olarak kaygı getirmektedir. Ülkenin gündeminde sürekli
kaygının hakim olduğunu söylemek çok da yanlış bir saptama olmayacaktır herhalde.
Bunu kaygı olarak ifade edebiliriz çünkü gerçek anlamda nedeni belli olmayan, ya da
gerçek nedeninin ne olduğu konusunda (bunu en azından böyle kabul eden çoğunluk
için) üzerinde çok düşünülmemiş korkulardan ve bununla ilgili (kalıplaşmış) tepkilerden söz ediyoruz ve ayrıntısına birazdan değineceğiz.
Bu haliyle ilk saptamamız şudur: İlk kurulduğu yıllardan beri, Cumhuriyetin varlığına
yönelik iki temel tehdit unsuru (aslında kaygı) sürekli vurgulanmış ve bu sürekli kaygı
iki temel obsesyon (saplantı) yaratmıştır. Bunlar Kürt sorunu ve şeriat tehlikesidir.
Aslında bu obsesyonlar sürekli bir kaygının doğal/olası sonuçları olmaktan çok, dikte
(işaret) edilmiş ya da öğretilmiş birer obsesyon gibi gelişip bugün artık gürbüz bir hal
almıştır (Bu öğretinin sonuçlarına ileride değineceğiz). Bu iki temel obsesyon paralel
olarak iki temel kompulsif (kompulsiyon [zorlantı]) tepki örüntüsü yaratmıştır. Bugünkü görünümüyle bunlar, Türk milliyetçiliği ve laisizmdir. Neredeyse Cumhuriyetle
yaşıt kronik hal almış olan bu obsesif-kompulsif durum giderek boğucu bir hal almaya
ve aslında kendi sınırlarını zorlamaya başlamıştır. Bu aslında beklenen bir durumdur.
Kronik hale gelmiş olan bu obsesyon ve kompulsiyonlarla olan uzun süreli birliktelik
ve çözümsüzlük, sağlıklı bir toplumsal hayatın varlığını da tehdit etmeye başlamıştır.
Bu önermemizi öncülleyen bazı örnekler verebiliriz. Şöyle ki; Varlığını sürekli canlı
tutan ve aslında canlı tutmak isteyen bu obsesif-kompulsif bozukluk, varlığına tehdit
hissettiği anda sistematik olarak ve düzenli bir biçimde toplum hayatına ve demokra-
32 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
siye müdahalelerde bulunmaktadır (örneğin, darbeler, muhtıralar). Bu kaygının gerçek nedenlerine işaret eden ve çözüm üretmeye çalışanlar yok sayılmakta, ortadan
kaldırılmakta ya da yıldırılmaktadır. Bu belki de Türkiye’deki totalitarizmin bir başka
özelliği olarak görülebilir. Farklı kaygı durumları yaratarak, gerçek kaygı nesnesinin
üzerine gidilmesini önleme ya da bununla paralel bu kaygının sürekli canlı tutulma
çabası olarak yorumlanabilir bu davranış biçimleri. Bunu bir tür ideolojik saplantı
olarak kabul edebiliriz. Bu aslında ana eksene oturtulmaya çalışılan devlet ideolojisinin en iyi yöntem/sistem/ideoloji olduğuna yönelik ispat çabasının ve bunu sürekli
canlı tutma kaygısının bir anlamda psişik enerjisi gibi durmakta, ya da atardamarı olmaktadır. Bu enerji gündelik hayatın içine yerleşmiş ve kaygının arttığı her durumda
bir rahatlama aracı olarak kullanılan semboller (örneğin bayrak ve onun kutsallığı,
şehitlik) ya da söylemlerle (örneğin, vatan-millet-toprak bütünlüğü, iç ve dış düşmanlarımızın hiç uyumadığı) tüketilmemeye çalışılmaktadır.
Türkiye’de 1970’lerden beri yoğunluğu sürekli değişen, bazen aktörleri de değişen ya
da değiştirilen savaş hali canlılığını koruyor. Bunun bedeli aslında ekonomik olarak
yoksulluğa mahkûm edilen ve her türlü örgütlenme ve sosyal haklardan mahrum edilen halktan çıkarılıyor. Ülkede hala davul ve zurnalarla gençler ölüme ve savaşa yollanıyor. Onlardan şehit olmaları isteniyor, şehit olmayanlardan hesap soruluyor. Herkes
bu kaygının içine çekilmeye çalışılıyor, insanlara özgür alan bırakılmıyor, fatura buna
itiraz etme cesaretini gösterenlere, ya da bu kaygının üstüne gitmeye çalışanlardan
çıkıyor, “Neden böyle oluyor” diyenler mahkeme salonlarında, cezaevlerinde ömür
törpülüyor. Bir anlamda aslında ülkenin değil bu kaygının sevilmesi, benimsenmesi ya
da bu diyarın terk edilmesi telkinleri yapılıyor. Ülkeyi sevmek, bu obsesif-kompulsif
hal almış tarzı sevmekle eş anlama geliyor. Bu kaygının varlığı, siyasal, tarihsel, bilimsel ve teorik olarak bir arada olmaları aslında mümkün olmayan oluşumların, bir
elmanın dilimleri olabilmeleriyle sonuçlanabiliyor. Yani aynı korku denizine düşenlerin sarıldıkları yılan da aynı olabiliyor. Bu kaygının varlığı, çözümün (aslında sorunun
asıl kaynaklarından biri iken) ve düzenin bekçisinin militarizm olduğunu ve onun her
zaman kutsal, eleştirilemez, denetlenemez ve en güvenilir yanımız olduğu ezberini
yaptırıyor. Yapmayanın ırksal özelliklerinden bile şüphe duyuluyor.
Örneklerini verdiğimiz bu kompulsif davranış örüntüleri, seksen yıllık süreçte kendini farklı biçimlerde göstermiştir. Buradan hareketle ikinci saptamamız şudur. Kronik
hale gelmiş olan bu kaygı, doğal işleyişinin bir sonucu olarak otomatikleşmiş ve ulusal
(belki de milli!) bir davranış örüntüsü yaratmıştır. Tarih (zaman) ve insan faktörlerini
sabitlediğimizde, davranışın obsesif-kompulsif tarzdan tam da beklendiği gibi, kalıplaşmış bir biçimde ortaya çıktığı sonucuna varabiliyoruz. Bu da yine obsesif-kompulsif tarzın doğal sonuçlarından biri olarak, üzerinde fazla düşünmeye gerek duyulmayan otomatikleşmiş bir davranış örüntüsünün varlığına işaret etmektedir. Diğer bir
deyişle, zaman ve insan faktörünü sabit tutuğumuzda, uzun yıllardır süregelen kaygının yarattığı obsesif-kompulsif tarzın tepkisi değişmemektedir, kalıplaşmış bir hal
almaktadır.
Üçüncü saptamamız, sorunların indirgenme biçimleri obsesif-kompulsif tarzın bir sonucu olarak, sorunun gerçek kaynağından uzaklaştırmıştır. Bu da çözümü biraz daha
karmaşık hale getirmiştir. Sorunların indirgendiği noktalar, aslında bu obsesif-kompulsif tarzın (çok basite ve somuta indirgeyen yanıyla tutarlı olarak), kaygısını/sorununu seven ve çözüm istemeyen/çözmeye yanaşmayan yanını da ortaya koymaktadır.
Kürt sorununu PKK’nın varlığına; çözümü de yok olmasına indirgenerek aslında rahat
bir nefes alınmıştır. Çünkü obsesyonun gerçek kaynağına inmedikçe ve çevrenizdekilerin de kaynağı sizin kabul ettiğiniz şekliyle kabul etmelerini sağladığınızda (ki bu da
aslında aktif bir çabayla mümkündür ve resmi ideoloji bunu bir anlamda başarmıştır)
ortaya koyduğunuz tepkinin normal dışı olan bir yanı kalmayacaktır. Buna karşın Kürt
sorunuyla ilgili çözüm önerileri olan bazı grupların da hesaplaşamadıkları ve bir türlü
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 33
sıyrılamadıkları saplantıları nedeniyle de sorun çözümsüzlüğünü korumaya devam
etmektedir.
Şeriat kaygısının bu gün indirgendiği nokta türban sorunu olmuştur. Diğer bir deyişle laik düzenin sağladığı içinde yaşadığımızı düşündüğümüz özgür ortam (böyle bir
vurgu ve söylem var!), türbanın, sınırları bir türlü tanımlamayan kamusal alanda kullanılması düşüncesiyle tehdit altına girdi. Aslında türban büyük küçük kent ayrımı
gözetmeksizin ailede hala söz hakkına sahip olamayan kadınların çalışmak, okumak
yani dünyayla iletişim kurmak için izin belgesi durumunda. Diğer yandan zengin ve
sünni seçkinler için günümüz iktidarından pay almanın, yani çağın nimetlerinden yararlanmanın ve kendi safını belli etmenin işareti olma yolunda. Bu yönüyle de bu sorunun nesnesi (muzdarip) durumunda olan kitleler, kendisi gibi olmayanlarla entegre
olarak, soruna çözüm bulamaya çalışmak getirmek yerine, kalıplaşmış, kronikleşmiş
ve kendilerine öngörülen obsesif-kompulsif tarzı kabul ederek çözümsüzlüğü benimsemeyi tercih etmektedir. Buradan hareketle üçüncü saptamamızı yeniden gözden
geçirdiğimizde, sorunların yaratılmasında olduğu gibi, çözümsüzlüğün sürmesine neden olan bir obsesif-kompulsif tarzın varlığından söz etmek mümkündür. İlginç olan,
bu tarafların; sorunu yaratan ve bundan mağdur olanların, aynı sağlıksız tarzı benimsemiş olmaya devam etmesidir.
Milli ya da ulusal bir obsesif-kompulsif tarzın var olduğu iddiasını taşıyan bu denemeyi bitirirken, çözüm için şu temel savda bulunabiliriz. Sözü edilen bu pek de sağlıklı
olmayan tarzın değiştirilmesinde (tedavi değil) kullanılacak yol elbette sadece psikolojik bakış açısı olmayacaktır. Kendi tarihimizle hesaplaşmak, kabul etmek, inkârda
direnmemek ve bunların hepsinin anlamlı yaşamsal bir öneme sahip olduğu gerçeğini
kabul etmekle, değişen sadece tarz olmayacaktır…
Eleştirel Psikoloji, Eleştirel
Bağlantılar*
Ian Parker
Özet. ‘Eleştirel psikoloji’yi en basit şekilde açıklamak için bile, farklı ‘eleştirel’ eğilimlerin ortaya çıkışlarına dair kültürel-tarihsel bir değerlendirme yapmak zorundayız ve kendilerini
eleştirel olarak tanımlayan pekçok faaliyet arasında ‘eleştirel bağlantılar’ kurmak zorundayız.
Öyleyse bu eğilimler ve faaliyetleri bir araya getirmek istiyorsak ‘sınırlar’ı nasıl algıladığımızı
sorgulamalıyız ki bu sınırlar disiplinin içindekileri dışındakilerden, akademiyi ve uzmanları
hizmet alanlardan ve uygun bir şekilde eleştirenleri uygunsuz eleştirenlerden ayırmakta.
Bu yazıda, eleştirel psiklojinin dayandığı temellere, mümkün olan en geniş açıdan bakmaya çalışarak psikolojinin ‘içindeki’ gelişmeleri inceleyecek, sonra ‘dışarıda’ kalan eleştirel
çalışmalara bakacak, sonra da dispilinin ‘içinde ve ona karşı’ olan faaliyetlere göz atacağım.
Son bölümde ise içinde çelişkileri de barındıran eleştirel psikoloji alanının dört özelliğini
tanımlayacağız.
Anahtar kelimeler: eleştiri, politika, direniş
‘Eleştirel psikoloji’ son yıllarda akademik çevrelerde çok hızlı bir şekilde ortaya çıktı
ve herhangi iyi bir anaakım araştırmada olması gereken kendine eleştirel bakabilme
refleksini de kapsayacak şekilde genişledi. Herşeyden önce belirtilmelidir ki başlangıçta akademik psikolojinin diğer disiplinlerden daha fazla eleştirel çalışmaya hazır
bir alan olmasının hiçbir özel nedeni yoktur. Örneğin, sosyolojik teorinin radikal bir
eleştirisini geliştirmek de aynı derecede önemlidir ve diğer disiplinlerden yararlanırken bunu daima akılda tutmak gereklidir. Diğer disiplinlerin kendimizinkinden daha
radikal olduğuna inanma yanılgısına karşı uyanık olmalıyız. Psikolojinin kendine has
bir gücü olduğu doğru ama eleştirel çalışmamızın, diğer baskıcı pratiklere yönelik
eleştirel bakış ile birlikte yürütülmesi gerektiğini akılda tutmalıyız.
Son yirmi yılda, psikoloji içinde, büyük ve radikal değişiklikler yarattığı izlenimi veren,
bir dizi teorik ve metodolojik gelişme oldu. Bu gelişmeleri incelemek üzere kaleme
alınmış bu yazı, psikolojinin gelişiminde ABD’nin hakimiyetini ve benim İngiltere’deki
konumumu yansıtıyor. Bu yazı, dünyada meydana gelen gelişmelerin Anglo-Amerikan
psikoloji geleneğini nasıl etkilediğini gözden geçirmek çabasındadır, ancak bunu yaparken bugüne dek teori ve pratiğimizi belirlemiş merkez-çevre ayrımından kurtulacağımızı varsaymak saçma olur.
Radikal tartışmalar
ABD’de davranışçı anaakım (ki 1950’lerde bilgi-işlem, bilişim ve ‘bilişsel bilim’ yaklaşımları ile daha da büyümüştü) ile küçük fakat ses getiren fenomenolojik karşı çıkış
* Yazının orijinal başlığı Critical Psychology, Critical Links aslında ikili bir anlam taşıyor. “Critical links”
hem eleştirel, hem de kritik bağlantıları ifade ediyor. Yazının içeriğiyle daha ilgili olduğunu düşünerek,
çevirinin başlığında “eleştirel bağlantılar” ifadesini kullandık. Bu metnin orjinali Annual Review of Critical
Psychology dergisinin ilk cildinde (s. 3-18) yayınlandı. (Ed.)
35 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
arasında eskiden beri var olan bir anlaşmazlık vardır. Fenomenoloji, 1960’larda ortaya çıkan en önemli hümanist psikoloji eleştirilerinin kaynaklarından biri olacaktır.
1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarındaki ‘kriz’ süresince sosyal psikolojide laborotuvar-deney ortamının kıymeti üzerine dönen tartışmalar bile hâlâ davranışçılık ile
fenomenoloji karşıtlığı üstünde temelleniyordu. Böylece “kendilik” de bu iki gelenek
arasındaki çatışma alanlarından biri haline geldi. Örneğin Amerika’dan çıkan çok sayıdaki ‘kişilik teorileri’ne alternatif olarak İngiltere’den çıkan Kelly’nin kişisel kurgu
teorisi, radikalleştirilmiş ve bugün ABD’de anlaşıldığından çok daha fenomenolojik
ve sosyal bir karaktere büründürülmüştü. Arada sırada İngiliz radikal psikoloji hareketi (Skelton-Robinson, 1970ler n.d.) içinden çıkan katı eleştirilere rağmen, National
Health Service’te (Ulusal Sağlık Servisi) çalışan eleştirel klinik psikologlar için önemli
bir odak noktası haline gelmişti. Kellyen gelenek ‘Psikoloji ve Psikoterapi Birliği’ ve
Changes dergisi gibi gruplar içinde varlığını sürdürdü.
Hümanizma, Kelly ve fenomenoloji, ‘yeni paradigma’ sosyal psikolojinin çeşitli versiyonlarının zeminini oluşturuyordu (Armistead, 1974; Reason and Rowan, 1981).
Marksizm ile birleştirilmiş fenomenoloji de, psikolojinin bir şeyleştirme biçimi olarak değerlendirilmesinin önünü açtı (Ingleby, 1972). Bu kavramlar aynı zamanda
1970’lerdeki öğrenci hareketinden, Rat, Myth and Magic (Sıçan, Mit ve Sihir) gibi aktivist akımları da etkiliyordu (1970ler n.d.). Gelişimsel psikolojinin benzer ‘sosyal’ endişeleri yanında zaman zaman Marksist bir duruştan gelen eleştirilerle de bağlantıları
vardı (Riley, 1978). Bazıları için (İngiltere’de Humpty Dumty ve Red Rat gibi dergilerle ilişkisi olanlar gibi), bu bağlantı daha humanist Nesne İlişkici psikanalitik teoriyle
yakınlaşmaya yol açıyordu. Bu, yeni kurulmaya başlayan Kadınlar’ın Terapi Merkezi
hareketi ile de ilgiliydi (Eichenbaum and Orbach, 1982; Ernst and Maguire, 1987).
1970’lerden beri gerek İngiltere, gerekse Amerika’da, hatta Lacan’ın çalışmalarından etkilenmiş Fransızca ve İspanyolca-konuşan kültürlerde daha da hızlı bir şekilde,
eski psikoloji radikallerinin psikodinamik psikoterapiye kaydığına tanık olduk. Bazı
durumlarda psikanalizin keşfi, aynı zamanda radikallerin sosyal değişim hakkında
fazla iyimser olduklarının da ‘keşfi’ oldu (Craib, 1988; Richards, 1988). Psychology
and Social Theory gibi bazı kısa ömürlü Amerikan radikal psikoloji dergileri ya çok
hızlı bir şekilde disipline yönelik genel bir eleştiri yapmak noktasından psikanalitik
yazına kaydılar (Parker and Jones, 1981; Parker et al., 1981), ya da birkaç yıl sonra
PsychCritique (Bassin et al., 1985) gibi yayın hayatlarına psikoloji eleştirisi için psikanalizin yeterli bir temel oluşturduğu önermesiyle başladılar ki bugün onun ardılı olan
PsychCulture için bu durum hâlâ geçerli görünmektedir.
Nam-ı diğer ‘kriz’ süresince, sosyal psikolojinin tarihle derinden bağlantılı olan karakteri üzerine söylenenlerin bir kaynağı da Amerika’daki sosyal psikoloji idi (Gergen,
1973). Bu iddia üzerine yapılan tartışmalar bugün kapsamını bütün psikolojiyi kaplayacak şekilde genişletmiş olan ‘sosyal inşacı’ (social constructionist) akıma ilham
vermektedir. Yapısalcılık ve ‘sıradan dil teorileri’nden yararlanan ‘yeni paradigma’
sosyal psikoloji çeşitleri (Harré and Secord, 1972; Harré, 1979) de cüretkâr iddialarda
bulunarak, 1950’lerdeki katı davranışçılığın yerine geçecek ‘ikinci bilişsel devrim’in
gerçekleştiğini söylemektedirler (Harré and Gillett, 1994). Bugün gelinen noktada, radikal psikoloji hareketinin fenomenolojik ve sosyal inşacı kanadından gelenler ile yapısalcı ve dilbilimci kanadından gelenler, psikolojinin diskur analitik eleştirisini oluşturmuş ve post-yapısalcı fikirleri kullanmakta (Potter and Wetherell, 1987; Parker
and Shotter, 1990) ve psikolojiyi ‘postmodern’ yapma uğraşında birleşmiş durumdadırlar (Kvale, 1992). ‘Post-yapısalcı’ yazın ile Lacan ve Foucault üzerine yapılan ciddi
tartışmalar, İngiltere’de, psikolojiye, 1970’lerin sonlarında Ideology & Consciousness
(İdeoloji ve Bilinç) dergisi aracılığıyla girdi (Adlam et al., 1977). Derginin iflasından
sonra, bu projeden ortaya çıkan kitap Changing the Subject (Henriques et al., 1984),
1980’lerde, 1970’lerin radikal psikoloji hareketi üzerine tekrar birşey inşa etmek is-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 36
teyenler için güçlü bir ilham kaynağı olmuştu.
Bu yazarların bazıları kendilerine ‘eleştirel psikolog’ demeyi tercih ederken bazıları
etmez. Bazılarının tek ilgilendiği, dil ve kendiliğe dair daha iyi bir tanım geliştirmektir;
var olan dil ve kendilik biçimlerini yerlerinde tutan iktidar yapılarını anlamak ve değiştirmek çabasında değildirler. Örneğin feminizm, gecikmiş bir şekilde, yeni paradigma tartışmalarında önemli bir eleştirel düşünce kaynağı olarak görülmeye başlandığı
halde (Reason and Rowan, 1981) ve feminist çalışmalar ile diskur analizi arasında bağ
kurma çabaları olduğu halde (Wilkinson and Kitzinger, 1995), sosyoloji ve politikada
yürüyen paralel tartışmalarda gayet öne çıkmış olan bu radikal sosyal hareket, burada
marjinalize olmuş veya susturulmuştur. 1970’lerin radikal psikoloji ve psikoterapi hareketi içinde ortaya çıkmış olan feminist çalışmalar (Brown, 1973; Radical Therapist
Collective, 1974), akademik alanda ilk olarak sosyal psikolojide (Wilkinson, 1986)
görülmüş, daha sonra bakışını genel psikoloji pratiğini kapsayacak şekilde genişletmiştir (Burman, 1990). Amerika’da Amerikan anaakım çalışması tarafından çabucak
`Lezbiyen ve Gay Psikolojisi` adı altında yeniden diriltilen lezbiyen ve gay aktivizmi
de, son onyıl içinde, Amerika’da ve özellikle İngiltere’de disipline yapılan ideolojik ve
pratik saldırıların kaynağı ve alanı olmuştur (Brown, 1989; Kitzinger, 1987). Bu çalışmalarda hâlâ radikal refleksif bir itki bulunmaktadır ve eleştirel psikolojinin yapması
gereken, psikolojik bilginin nasıl kurgulandığı ve bu bilginin politik olarak nasıl bir
işlev gördüğüne dair farklı analizler arasındaki bağlantıları bulup çıkarmaktır.
Disiplin içindeki kavramlar ve yaklaşımların tarihin birer ürünü olduğuna karşı zaten
duyarlı olan eleştirel psikoloji, ‘alternatiflerin’, sadece belli bağlamlarda alternatif teşkil edeceği durumlara karşı da uyanık olmalıdır. Önemli bir tartışma konusu olarak,
psikolojide ‘görecelilik’ (relativism) ve ‘gerçekçilik’ (realism) sorunu farklı bağlamlarda farklı işlev görmektedir ve birini ‘radikal’ diğerini ‘tutucu’ olarak nitelemek için
elimizde hiçbir kanıt yoktur. Eleştirel psikoloji daima ‘görecelikçi’ olarak (disiplinin
bütün olgularını sosyal kurgular olarak görse bile) ya da ‘gerçekçi’ olarak (altta yatan
sosyal şartların disiplin içindeki bazı fikirlere yol açtığını gösterse bile) tanımlanmamalıdır (Parker, 1998). Eleştirel psikoloji bir epistemolojik duruşu diğerinden üstün
görmez ancak disipline getirilen farklı radikal yaklaşımları bir araya getirmeye çalışır. Bu, bazı radikal iddiaları tartışmaya açmak için relativizmin kullanılmasını da,
disiplinin kendisine gelen eleştirilere karşı, hakikatleri ortaya koymak için realizmin
kullanılmasını da gerektirebilir. Her halükarda, farklı duruşların politik avantaj ve dezavantajlarını değerlendirmek için bir şekilde gerçekçi bir duruş gerekecektir.
Bazı ‘eleştirel’ yaklaşımlar içinde, mücadeleci bilinen akımların bazı durumlarda disiplinin daha tutucu pratikleriyle uyumlu hale geldiği gerçeğiyle karşılaşabiliyoruz.
Örneğin Kelly’nin çalışmaları Amerika’da hala anaakım kişilik teorilerindendir, ve
daha radikal İngiliz fenomenolojik Kellyen yazarlar onların dergilerinde yazamazlar. Bir başka örnek Q-Metodolojisinin ‘İngiliz diyalekti’dir ki ‘Beryl Curt’ün ellerinde
Amerika’daki metodolojiden çok farklı tarzda radikal çalışmalara dönüşmüşlerdir. Bu
çalışmalar, bugün “eleştirel psikolog’ diyebileceğimiz kuşak için de ilham kaynağı olmuştur (Curt, 1994; Stainton Rogers et al., 1995).
Özellikle fenomenolojinin, Güney Afrika’daki ayrımcılık ile ilgili, danışıklı dövüş olarak
adlandırılabilecek hazin bir tarihi vardır. Sosyal psikolojideki grup çatışmaları üzerine yapılan laborotuvar-deneysel yaklaşımlı çalışmalar, oradaki radikal kaynaklardan
biridir. Psikanaliz, İskandinavya’daki anaakım psikolojideki prestij ve gücünü ‘ego
psikolojisi’ adı altında, Güney Amerika’da Lacanyen teori olarak kurmuş, başka yerlerde de onlara teorik destek sağlayacak başka radikal alternatifler çıkmıştır. Örneğin
Fransa’da önemli radikal çalışmalardan biri Eylem/Faaliyet/Hareket (Activity theory)
teorisidir (Sève, 1978). Hatta bu akım Almanya ve kısmen de Danimarka’da ‘Eleştirel
Psikoloji’ adını almıştır (Tolman, 1994). Ancak 1990’lara kadar Sovyetler Birliği ve
37 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Doğu Avrupa’nın bürokratikleşmiş devletlerinde gördüğü işlev hâlâ, anaakım psikoloji olmaktan öteye gitmez. Berlin’den çıkan Kritische Psychologie de ‘öznenin bilimi’ni
kurgulamayı amaçlamıştır ancak şurası açıktır ki bu çalışmalar yandaşlarını teoriyle
pratiği birleştirmeye teşvik etse de, hâlâ psikoloji hizmetlerinden yararlananlarla teması gerektirmeyen, bilimci ve salt akademik çalışmaları öngörmektedir (Tolman and
Maiers, 1991). Bu noktada bilimi reddetmek de sorunu çözmez. Görünüşte en radikal
‘postmodern’ yaklaşımlar bile, örneğin Hindistan’da, baskıcı kültürel pratiklerin garanti altına alınmasını sağlamıştı; bir akademik disiplinin içinde görünürde en eleştirel olan duruşlar bile, ilke olarak, dış dünyada kadınların ezilmesine karşı eleştirel
olamadığını farketmişti (Mitter, 1994).
Radikal Uç
Psikoloji ‘içinde olanların’ radikal ucunda disiplin içindeki iktidar oyunlarını ve ideolojik kabulleri ifşa edenler bulunuyor. Psikolojide ‘disipliner tepkisellik’in (disciplinary reflexivity) gelişmesi (Wilkinson, 1988) diğer insan bilimleri, feminist politikalar ve Feminism & Psychology dergisi gibi kurumsal tartışma alanlarında gelişen
tartışmalar ve örgütlenme biçimlerinden faydalanmış disiplin içinde cinsiyet ayrımcılığı, hetero-sexism, ırkçılık ve sınıf baskısına karşı akademik ve pratik girişimler için
alan açmıştır (Kitzinger et al., 1992; Bhavnani and Phoenix, 1994; Walkerdine, 1996).
Zaten bir eleştirel psikoloji, disiplini eleştirmek ve geliştirmek üzere uğraşanlara hem
kadın hem erkeklerin katılımını mümkün kılacak şekilde çalışıyorsa, aynı zamanda
‘feminist psikoloji’dir.
Psikoloji ahlakı ve politikaları üzerine yapılan eleştirel yaklaşımlı son tartışmalar
(Prilleltensky, 1994), kendinden menkul `Eleştirel Psikoloji` (Fox and Prilleltensky,
1997) ve `Eleştirel Sosyal Psikoloji ` (Ibáñez and Íñiguez, 1997) artık feminist yaklaşımı da bünyesine katmıştır ve disiplinin içindeki feminist yaklaşımların kendileri de
eleştirel özdeğerlendirmeye, ilerlemeci yapıbozumuna (progressive deconstruction)
ve pratikle bağlantılandırılma çabalarına maruz kalmıştır (Burman, 1998; Burman et
al., 1995). Feminist psikologların en çok mücadele vermek zorunda kaldıkları alanlardan biri kadınlar olarak ayrı örgütlenme haklarını kazanmak olmuştur. İngiltere gibi
bazı yerlerde, ayrı bir akademik örgütlenme gerektiren belirli entellektüel bir alanın
olması gerektiği savunulmuştur. İskandinavya gibi başka yerlerde ise, psikoloji alanındaki kadın örgütlenmesi sendika hareketinin içinde yer almış ve ancak bu şekilde
disiplinin ötesindeki baskı ve pratiğe yönelik daha geniş çerçeveli sorunlarla bağlantılandırılması mümkün olmuştur.
Psikoloji dışından
Bu arada, psikoloji dışından gelen radikal eleştiriler, yeni zihin modellerinin ortaya
çıkmasına ve sosyal ilişkileri anlamak ve yeniden yapılandırmak için yeni pratiklere
yol açtı. Bu ‘dışarıda’lık elbette psi-kompleksinin tamamen dışında kalan anlamına
gelmez; Batı kültüründe (yani Batı Kültürünün işgali altındaki dünyanın geri kalanında da) psi-kompleksini oluşturan zihin ve davranış üzerinde çalışan teorik ve kurumsal ağların içinde, en sıradışı ‘alternatif’ açıklamalara da yer vardır (Ingleby, 1985;
Rose, 1985). ‘Dışarıda olanlar’ın psikoloji dışında olmaktan ziyade psy-kompleksinin
sınırlarında yer aldığını söylemek daha doğru olacaktır. Bunların nadiren psikolojinin
ilke ve varsayımlarını görmezden geldiği olur ancak sonuçta onun etrafında dönen
fikirlerden alınmış ve uyarlanmış bir dil içinden konuşmak zorundadırlar. Eleştirel
psikoloji, bu zaman zaman idiyosinkratik durumlar üzerine çalışan ve bu nedenle de
psikolojinin ne yaptığına dair daha karmaşık bir anlayış geliştiren psikoloji dışı grubu,
müttefiki olarak görür.
Farklı disiplinler
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 38
Psikolojinin içinden çıkan eleştirilerin üzerinde temellendiği ve hümanizmden Eleştirel Teori’ye ve post-yapısalcılığa kadar geniş bir çerçeveden gelen en güçlü teorik
kaynaklar komşu disiplinlerden çıkmıştır. Örneğin Foucault’nun çalışması üzerine
kurulan ‘psi-kompleksi’ fikri, önce Ideology & Consciousness (Rose, 1979) dergisinde,
sonra psikolojide geliştirilmişti (Ingleby, 1985), ancak psi-kompleksinin ortaya çıkışına dair yapılan eleştirilerin ana kaynağı sosyolojiydi (Rose, 1985, 1989). Elbette bu
bizi diğer disiplinlerdeki gelişmeleri yüceltmeye götürmemeli ve eleştirel bir psikoloji
eleştirel sosyolojiyi ve diğer disiplinlerdeki anaakımı sorgulayan eylem ve deneyim
üzerine kurulu gelenekleri kapsamalıdır. Psikoloji ve sosyoloji arasındaki ayrım, insanları, bireysel olarak yaptıkları ile toplum içinde yaptıklarının ayrı ayrı ele alınması
gerektiğine inandrımaya çalışan akademik iş bölümünün güzel bir örneğidir.
1970’lerin ‘yeni paradigma’ tartışmaları ile 1980’lerin ‘diskura dönüş’ modası, ‘gündelik dil’de zihin teorileri ve hakikatin ‘sosyal inşası’ için felsefe ve sosyolojiyi arsızca
talan ettiler. Bu fikilerin çoğu pek çok psikolog için gerçekten de ‘yeni’ydi, ama radikaller için başka bir yerde hali hazırda bir yazı külliyatını bulmuş olmak çok yararlı oldu.
Örneğin Amerikan dergisi PsychCritique veya İngiliz Ideology & Consciousness’ta yürüyen tartışmalar, Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisi veya Fransız post-yapısalcılığı geleneğinden beslenmişti. Bugün psikolojide ırkçılık üzerine yapılan tartışmalar dergi ve
ders kitaplarını inceleyen somut örnekleri (Billig, 1979; Howitt and Owusu-Bempah,
1994) ve faşist hareketleri ifşa eden araştırmaları kullanmaktadır (Billig, 1978). Ancak psikoloji’deki ırk imgesinin içine sindiği ‘ötekilik’ ve oryantalizm konuları üzerine
yapılan kavramsal ve teorik incelemelerin, post-kolonyal edebiyat teorisi ve kültürel
çalışmalar dışında layıkıyle yapıldığı söylenemez (Said, 1978; Spivak, 1990). Aşırı-sanayiileşmiş dünya ile ‘üçüncü’ dünya arasındaki sömürüye dayalı ilişkiler ağında psikolojinin yerini inceleyen çalışmalara hâlâ nadiren rastlanabilmektedir (Sloan, 1990).
Disiplin dışından
Son yıllarda çıkan yenilikçiler biraz daha geniş bir yelpazede okumalar yapmış ve edebiyat teorisinden tektüaliteye dair yapıbozumcu düşünceler ve coğrafyadan uzamın
postmodern yorumlarını ithal etmek üzere konunun biraz dışına çıkmışlardır. Eleştirel psikologlar bu kişiler ile buluşmaya çok heveslidir ancak bu buluşmaların akademik ortamlardan uzak olmasını isterler ve bunlardan bazılarının teorik katkılarını
gerçek dünyada ilerlemeci çalışmalar olarak görürler. Burada üç farklı alan örnek olarak verilebilir.
Eğitim. Öncelikle, eğitimde radikal yaklaşımların eğilim olarak ABD ve Avrupa dışında
geliştiğini belirtelim. Amerika ve İngiltere’de büyük oranda özel teşşebbüsle yürüyen
‘özgür okul’ hareketi, gelişimi teşvik etmek için daha iyi yollar olabileceğine inananlar
için ilham kaynağı olmuştu, ancak bu heyecan 1980’lerdeki Reagan rejiminde sönme
eğilimi gösterdi. Latin Amerika’da yürüyen araştırmaların bir parçası olan `conscientization` (bilinç yükseltme) projesi çocuk gelişiminin nasıl olabileceğine dair alternatif modelleri, gelişim sürecini sadece ‘çocukluk’la sınırlı değil yaşamboyu devam eden
bir süreç haline getirmenin yollarını ve bu süreçlerin nasıl ezme-ezilme ile ve politik
farkındalığın gelişmesiyle ilgili olduğunu gösteriyordu. Brazilya’da Paulo Freire’in,
Kolombiya’da ise Orlando Fals-Borda’nın çalışmaları en iyi eylem araştırmaları ge16 Yedi yaşında başka bir çocuk orada tereyağı çok tuzlu olduğu için Yeni Zelanda’yı sevmiyordu (Jahoda
1962, s. 95).
17 Bilişsel gelişimde burada her zaman “ülke” kullanılırken, artık yazarlar “ulus” kavramını kullanıyorlar!
“Ulus” kavramı daha çok coğrafi çağrışımlar uyandırırken ve bu kavram kullanıldığında kent, kanton ve
ülke arasındaki ilişkide söz konusu olan ör. parça ve bütün arasındaki “mantıksal” ilişkilerken, “ulus”
kavramı başka bir doğrultuya daha işaret eder. Ama burada kullanılan temel metinlerde kavramlar eş
anlamlı kullanılmıştır.
39 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
leneğinden beslenmişlerdi, ancak Amerika’daki fikirlere de araştırma, eylem ve güçlenme/yetkilenme (empowerment) arasında yakın bir ilişki kurulması gerektiğine
vurgu yaparak radikal bir bakış kazandırdılar (Freire, 1972; Fals Borda ve Rahman,
1991). Latin Amerika’da yapılmaya çalışılan Katılımcı Eylem Araştırmaları yaklaşımı
da Endonezya’da geliştirilmişti.
Bu çalışmanın yönteme dair önemli katkıları olmuştur çünkü katılımcı eylem araştırması geleneksel psikoloji mefhumlarından ayrılarak yeni bir bilgi üretme ve üzerinde düşünme tarzı geliştirmiştir. Bu tarz, liberal Amerikan sosyolojisindeki ‘grounded
theory’nin yaptığı gibi metinlerin kapalı okumalarını yapmaktansa, araştırmacının
pratiğini de sosyal gerçeklik üzerine kurar. Latin Amerika’daki eğitimsel ve sosyal psikolojinin politikleşmesi, bu katılımcı araştırma pratiğine çok şey borçludur. Fikirler
Avrupa’dan gelse de entegre edilmeleri ve yeniden anlam kazanmaları bu ilerlemeci
yaklaşım sayesinde olmuştur (Montero, 1987). El Salvador’da 1989’da askeri rejim
tarafından öldürülen sosyal psikolog Ignacio Martín-Baró’nun çalışmaları, özellikle
önemlidir (Aron and Corne, 1994; Pacheco y Jiménez, 1990). Bugün hâlâ dünyanın
her yerinden eleştirel psikologlar onun çalışmalarından faydalanmaktadırlar.
Sosyal hizmet. İkinci bir örnek olarak sosyal hizmetlere bakmak gerekirse – ki buraya
toplum hizmeti, sağlık hizmeti, sosyal ruh sağlığı hizmeti ve sivil toplum örgütlerinde
yürütülen her türlü gönüllü destek hizmetini katıyoruz – anaakım psikolojiden belirgin bir şekilde farklılaşan öznellik ve sosyal değişim tartışmaları görülür. Akademik
bir girişim olarak psikoloji, genelde felsefedeki hangi alanın nerede bittiği tartışmalarına kadar gider, oysa profesyonel yaşamda psikoloji pratiğinin kökenleri sosyal hizmetin gelişiminde yatar. Dolayısıyla radikal sosyal hizmet pratiğiyle olan unutulmuş
bağların tekrar kurulması eleştirel psikolojiye de güç kazandırabilir. Örneğin, Lucien
Sève (1978) nin yazılarında geçen emek ile kişilik arasındaki ilişkilere dair araştırmalar, İngiltere’de radikal sosyal hizmetler adı altında geliştirilmiştir (Leonard, 1984).
Güney Afrika’da ırk ayrımcılığının gölgesi altında, disiplinin fenomenolojik altyapısı
rejimle elele giderken, çok zor koşullarda yürüyen radikal psikoloji çalışmaları sırasında, ‘eleştirel psikologlar’ın eylemlilikleri, toplum ve sosyal hizmet alanlarında ve
orada çalışan aktivistlerin de destekleriyle hayat buluyordu. Örneğin, “Organization
for Appropriate Social Services in South Africa (OASSSA)” (Güney Afrika’ya Uygun
Sosyal Hizmetler Geliştirme Derneği)’nde psikologlar psikolog olarak değil, daha büyük bir direniş ve sosyal destek hareketinin parçası olarak çalışıyorlardı (Nicholas,
1994). Polisin yaptığı işkenceyi ifşa eden radikal araştırmalar, mağdur hikâyelerini ve
istatistiklerini sunmak için sosyal bilim retoriğini kullanabiliyorlardı (Foster, 1987).
Psychology in Society dergisi ise genel olarak sosyal hizmet ve psikoloji alanlarında
çalışan aktivistler için bir direniş odağı haline gelmişti. (Apartheid düştükten sonra
da bu kişlilerden bazıları, yeni Güney Afrika psikoloji Birliği’nde ‘eleştirel psikoloji’
komisyonu kurulması önerisini getirdiler.).
Terapi. Terapideki gelişmeler de üçüncü bir örnek olarak verilebilir. İlaç tedavisine
alternatif olarak terapi görme talebi, 1950’lerin radikal hümanist taleplerinin bir
yansımasıdır ve belirli bir tarzda hizmet alma kaygısı ile bunu engelleyen kurumsal koşullar hakkında düşünme zorunluluğu arasındaki bağlantı içinde daha radikal
güçlendirici terapi çeşitlerinin gelişebileceği bir bağlam yaratmıştır. Gerek Amerika
gerekse İngiltere’de radikal psikoloji hareketi içinde hem terapi taraftarları hem de
eleştirmenleri yer aldı (Brown, 1973; Radical Therapist Collective, 1974). Burada bir
çelişki yatmaktadır; daha liberal Laing’in (1965) peşinden giderek psikiyatri ve psikoterapiye en derinlikli eleştirileri getirenler, İngiliz solundan değil Amerika’daki sağ
liberterlerden çıkmıştır – ki ne yazık ki bunlara Szasz’ı (1961) da eklemek zorundayız
(Sedgwick, 1982). Bu eğilime karşı koyan bazı akımlar (örneğin Asylum çevresi), farklı
biçimler alarak, farklı gruplaşmalara gitmiş ve değişik ideolojik akımları takip etmişlerdir. Bunlardan bazıları Self & Society dergisinde yansımalarını bulan kişisel girişim
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 40
hareketi ile önce Humpty Dumpty daha sonra da Kadın Terapi Merkezleri’nde ses bulan psikodinamik ve femisint akımlardır. İngiliz psikanalizinin ‘merkezin solu’olduğu
şiarından yola çıkarak Free Associations dergisini çıkartan İngiliz Radikal Bilim Kollektifi (The UK Radical Science Collective) (1984) de benzer bir şekilde politik hedeflerini son on yıl içinde değiştirmiştir (Cooper ve Treacher, 1995). Bir psikanaliz
versiyonu, terapistin bireyci hümanizmine en ağır eleştirileri yöneltenler tarafından
bile tercih edilir hale gelmiştir (Jacoby, 1977).
Örneğin Marie Langer (1989)’in Uruguay, Arjantin, Meksika ve Nikaragua’daki çalışmalarında, radikal psikanaliz, psikoloji dışında gelişmiş ve ancak sonrasında psikologlar tarafından ele alınmaya başlanmıştır. Hatta bazı durumlarda psikanaliz Solven
Slavoj Žižek’in (1989) yazılarında olduğu gibi politik direniş ile birleştirilmiş, önce
kültürel çalışmalar ve felsefede sonra psikolojide tartışılmıştır. Burada ortaya çıkan
zorluk kısmen radikal eğilimlerin genelde tutucu psikanalitik kurumlarca susturulmuş olmasından kaynaklanmaktadır (Jacoby, 1983). Bu nedenle radikallerin psikanalizi baskıyla özdeşleştirmeleri ve terapi projesinin kendisinin baskıcı ve ezici olduğu
sonucuna varmaları şaşırtıcı değildir (Rush, 1977; Masson, 1990). Burada da yine,
diğer disiplinlerin psikolojiye hazır ilerlemeci alternatifler sunacağı yanılgısına düşmememiz ve farklı akademik alanlarda ve profesyonel pratiklerde radikal muhaliflik
temelinde bir yandaşlık arayışında olmamız gerekmektedir.
Genelde ilk eğitimlerini sosyal hizmet alanında yapanlar tarafından yürütülen bazı
aile terapisi akımları, sistemik terapiyi çok daha özgürleştirici bir şeye dönüştürmek
için yapıbozumcu ve söylemsel fikirlerden yararlanmışlardır. Yapıbozumcu (deconstructive) fikirler, genellikle Amerikan edebiyat teorisinde olduğu gibi, herhangi bir
politik angajmana yönelik, oyuncu ve acımasızca relativist bir karşı duruşun garantisi
olarak görülebilirler. Bu duruşun söyleyeceği şey şu olacaktır: ‘politika’ da nihayetinde bir metinden başka birşey değildir (örneğin, de Shazer, 1991). Ancak bu fikirler
başta Avustralya ve Yeni Zelanda’da olmak üzere terapinin demistifize edici ve güçlendirici biçimleri için kullanılmışlardır (White and Epston, 1990). Relativizm ile realizm
arasında veya psikolojide niceliksel ile niteliksel araştırma yöntemleri arasında çıkan
tartışmalarda olduğu gibi, aile terapisindeki bu radikal itkiyi öne çıkarmalıyız. Eleştirel psikoloji anlatısal (narrative) terapistlerin politik projesine, ancak iktidar, uzmanlığın istismarı ve sosyal adalet gibi meseleler tartışılırsa sahip çıkabilir (Waldegrave,
1990; Epston, 1993). Bu noktada aile terapisinden radikal bir kopuş olmaktadır çünkü burada aile, patolojinin alanı olarak görülmez. İnsanları, ailelere ve aileci ideolojilere kıstıran diskur sistemleri de sorunun bir parçası olarak görülmeye başlanmıştır
(Parker, 1999).
Psikolojinin içinden ve psikolojiye karşı
Eleştirel psikoloji, disiplinin içinde ve dışında kalanlar arasındaki sınırlara esneklik
getirmiştir. Akademik alandan profesyonel alana geniş bir yelpazedeki iddialardan
yararlanması gerektiği anlamında sadece “interdisipliner” değil, meslekten olanlar
ve eğitim kurumları tarafından konulan ve denetlenen sınırları sorgulamak ve psikompleksinin en uç noktalarından psikolojinin merkezine dek yayılmak anlamında
“transdisipliner”dir. Eleştirel psikoloji bu anlamda devamlı hareketli ve tetikte olmalıdır ve ‘kenarda’ kalanlar ile ‘merkezde’ olanlara dair çıkarttığı harita, zihnin haritasını
çıkartan uzmanlarınkinden biraz daha farklıdır.
Kenarlar
Bir an için farklı kültürlerdeki gelişmelerin sürekli görmezden gelinmesini bir kenara bırakacak olursak, geleneksel psikolojide birbirine bağlı iki eğilimi görmek müm-
41 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
kündür. Bu eğilimler sayesinde neyin kuralına uygun bir ‘bilimsel’ anlayışın içinde,
neyin ise dışında kalacağı denetlenebilmiştir. Bu eğilimlerden ilki psikolojiyi bir disiplin, ruhsal sağlık ve tedaviyi tespite yönelik bir uzmanlık olarak görme eğilimi,
diğeri ise kendi ‘patolojik’ kült psikolojilerinden muzdarip oldukları için psikolojik
süreçler üzerine rasyonel birşey söyleyemez duruma gelmiş grupları dışlama eğilimidir. Avusturalya’da kayıt olma kriterlerinin sıkılaştırılması “Scientologist” tehdidine
karşı bir yanıt niteliğindeydi ve diğer ülkelerdeki profesyonel psikoloji birlikleri de
Avustralya’yı önrek almaya istekliydiler. Örneğin İngiltere’deki “British Psychological
Society” (İngiliz Psikologlar Birliği) NLP (Neuro-Linguistic Programming) çalışmalarını tam bir şarlatanlık olarak göstermişti. Eleştirel psikologlar için sorun Dianetics
veya NLP’nin ‘düzgün’ psikoloji olup olmadığı değildir (her ne kadar ne kadar tehlikeli
olabileceklerini biliyor ve bilmemiz gerekiyorsa da) çünkü biz zaten düzgün psikolojinin ne demek olduğunu hiç bir zaman anlayamadık; bizim meselemiz herhangi bir
psikoloji sisteminin güçlendirmeye mi yoksa ezmeye mi alet olduğudur.
FBI tarafından ‘kült’ olarak mimlenmiş olanlar bile radikal teori ve pratiği için yararlı
bir kaynak sağlayabilirler. Yabani ot gibi, bir kült de büyümek için yanlış yerde bitmiş olandır. Bizim sormak isteyeğimiz “kimin için ‘yanlış’?” ve bizim için bazen doğru
olup olamayacağı soruları olmalıdır. Irkçılık karşıtı, feminist veya işçi-sınıfı pratiğine
değerli bir katkı sağlayacak herhangi bir tartışmayı saf dışı bırakmak üzere psikoloji kurumlarıyla yandaş olma gibi bir niyetimiz yok. (Newman and Holzman, 1993,
1997). Aynı zamanda, her alternatife eleştirel yaklaşmaya ve radikal bir bakış geliştiren her türlü yaklaşımı tartışmalara dahil etmeye dikkat ediyoruz (Harris, 1995;
Parker, 1995). Bu noktada ‘eleştirel psikoloji’nin ilkesel olarak ‘pop-psikolojiyi’ dışlamak gibi bir derdi olmadığını belirtmek yerinde olur, ancak bu akımın farklı bağlamlarda nasıl bir politik işlevi olduğunu sorguluyoruz. Örneğin Latin Amerika’da Freire
ve Fals-Borda’nın çalışmaları, bir çeşit ‘popüler psikoloji’dir ve öyle de olmalıdır. Bu
tartışmalar bizim evrenimizin ‘kenarlarında’ değil merkezinde yer almalıdır. Bundan
sonra yapmamız gereken ise ‘anaakım’ psikolojinin faaliyetlerine garip ve marjinal
bir girişimmiş gibi bakmak ve bu faaliyetlerin kendisini bir çeşit ‘kült’ pratiğiymiş gibi
anlamaya ve incelemeye çalışmaktır.
Merkezler
Eleştirel psikologların dünyasının merkezinde anaakım dergilerde olduğu gibi soyut
tartışmaları değil; psikoloji teori ve pratiğiyle çalışan kendi kendine örgütlenme (selforganization) biçimleri yer alır. Örneğin farklı konular etrafında şekillenmiş çok çeşitli kendine yardım grupları (self-help groupings) kendilerine yardımcı olacak ve kendilerini koruyacak psikoloji biçimleri geliştirmelidir. Anaakım akademik ve profesyonel
psikoloji pek yardımcı değildir. Dahası kendine-yardım hareketlerini geleneksel psikoloji çerçevesine oturtma çabaları da varolan güçlerini ellerinden almıştır. Örneğin
‘şizofreni’ destek grupları önce psikiyatristlerin sonra da farmakoloji endüstrisinin
kontrolüne geçmiştir (Breggin, 1991).
Kendine-yardım grupları hakkındaki mitlerden biri de yerel oldukları ve belirli bir
soruna odaklandığı için sınırlı bir düşünüş tarzı geliştirdikleri yönündedir. Bu mit,
‘merkez’ olan psikoloji disiplini ile sanki taşrada yaşıyorlarmışçasına onun dışında kalanlar arasındaki geleneksel zıtlaşma ile pekiştirilmektedir. Oysa kendine-yardım hareketlerindeki tartışmaların eleştirel psikologlara öğreteceği çok şey vardır. Örneğin
İngiltere’deki radikal psikiyatri hareketi, İtalya’daki reformlar üzerinde dönen yoğun
tartışmalarla tekrar güç kazanmıştı. İtalya’nın Trieste bölgesinde Basaglia’nın (1987)
girişimiyle akıl hastanesi kapatılmış ve bunların yerine, orada çalışanlar ve hizmet
alanlar tarafından yönetilen bir dizi toplum ruh sağlığı merkezi açılmıştı. ‘Demokratik
psikiyatri’ dergisi Asylum’un ilk sayılarında Trieste çalışmalarıyla ilgili pek çok yazıya
yer verilmişti (örneğin, Jenner, 1986), bunları Almanya, Yunanistan gibi bazı ülkeler-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 42
de oluşan radikal hareketler hakkındaki tartışmalar izlemişti. Hollanda’da Romme
ve Escher’in (1993) ‘sesleri duymak’ (hearing voices) üzerine yaptığı çalışmalar yeni
bir politikleşmiş anti-psikiyatrik aktivizm dalgasına ilham vermişti (Coleman, 1998).
Amerika’daki The Support Coalition (Destek Koalisyonu) da Dendron gazetesi aracılığıyla Kuzey Amerika’daki kendine-yardım gruplarının hareketlenmesine güzel bir
örnektir. Bugün bu hareket internet aracılığıyla denizaşırı gruplarla bağlantıya geçmiş bulunmaktadır. Bütün bunlar, psikiyatri pratiğine eleştirel bir bakış geliştirmek
ve kampanyalar örgütlemek için, eleştirel psikologların içinde yer alması gereken modellerdir. Bu da ancak gizemli tıp uzmanlığını sorgulamak ve psikoloji bilgisini ‘pratik
olarak yapıbozumu’ndan geçirmek ile mümkündür (Parker et al., 1995).
Burada eleştirel psikologlara sıkça sorulan ve cevaplanmayı hakeden bir soruyla karşılaşıyoruz. Bu eleştirel yaklaşım, bilgiye nasıl bir katkı sağlayabilir? Bu noktada yine
haritamıza bakmalıyız, çünkü bu soru geleneksel psikologların kullandığı harita kalıplarına ve kendilerini nasıl merkezde gördüklerine dair birşey söylemektedir. Psikologlar yolculuklarına kurak topraklardan başladıklarını düşünürler ve garip ve farklı
sularda yaptıkları araştırmalar sonrasında kurumlarına geri döndüklerinde bulduklarını anlamlandıracaklarını varsayarlar. Geleneksel psikoloji kendisinin zihin teorilerinin tek merkezi olduğuna inanmak ister. Dolayısıyla geleneksel çerçeve dışında kalmış
veya onu herhangi bir şekilde sorgulayan her türlü tartışmanın bilgiye bir katkı sağlamayacağı düşünülür. Eleştirel psikologlar buna iki şekilde karşı çıkarlar. Birincisi, bir
‘merkez’in olduğu kabul edilse bile anlama dair daima birden fazla merkez vardır ve
bir entellektüel sistemi ayrıca ele alarak onu oluşturan parçalar incelendiğinde, farklı
ideolojik temsillerin veya bu parçaların belli sosyal grupların çıkarlarına hizmet ettiğinin izlerini sürmek mümkündür. Bu, görünürde en radikal olanlar dahil bütün ‘psikolojiler’ için geçerlidir. Dikkatlice yapılmış her türlü analiz, kültür ve teori ile teori ve
pratik arasındaki ilişkiye dair eleştirel psikoloji bilgimizi zenginleştirecektir.
İkincisi, bir kültürün entellektüel yaşantısında her zaman farklı merkezler vardır. Bu,
dünya üzerindeki alternatif kültürler arasında bağlar kurduğumuzda ve bu bağlardan
yeni bilgi biçimleri ürettiğimizde çok daha fazla geçerlilik kazanır. Bizim haritamıza
göre psikoloji disiplini, belirli bir sosyal sistemi tanımlamak ve yönetmek gibi çok
zor bir işle görevlendirilmiş belirli bir entellektüeller grubunun bölgesinde var olur.
Onların psikolojiyi kafanın içinde olanlar olarak, özellikle de uygar beyaz adamların
kafalarında olanlar olarak görmeleri şaşırtıcı değildir. Böyle bir durumda entellektüel
faaliyet genellikle soyut kalır ve psikologlar genellikle, bırakın öteki insanları kendi
teorileri ve kendi deneyimleri arasındaki bağlantıyı bile kurmazlar. Oysa eleştirel psikologlar İtalyan yazar Gramsci’nin (1971) 1930’larda hapisaneden yazdığı yazılarda
kavramsallaştırdığı gibi ‘organik entellektüeller’le aynı zeminden konuşur. Ancak
onlar psikolojiyi yaşayanların hayatlarının bir parçası olan teorik kavramlar ve farklı
analizler üzerine derinleşebilirler. Bu aynı zamanda akademik kurumların içinde kalanlarla dışında kalanlar arasında farklı bir ilişki kurma çabası anlamına gelir (Mandel, 1972).
‘Eleştirel psikoloji’nin, disiplinle uğraşan insanların hiçbir işine yaramayacak bir dizi
esrarengiz tartışmadan ibaret bir şey olmasını engellemesi açısından, bu farklı ilişkinin hayati bir bir önemi vardır. En radikal biçimlerinden bahsediyor dahi olsak, psikolojiye insan devşirmek niyetinde değiliz, bizim niyetimiz ‘dışarıdan’ mükün olduğu
kadar çok insanın psikolojinin ne yaptığını anlamak için kaynak geliştirmesi ve birbirleriyle ilişkiye geçmesi. Eleştirel psikolojinin amacı, disiplinin fragmantasyonunu
sonlandırmak değil, birbirine zıt teori ve pratiklerin içinde yer alan farklı alanlarda,
disiplinin nasıl bir işlev gördüğünü anlama çabasını göstermektir.
43 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Eleştirel psikolojiyi tanımlamak için öğeler arasında bağ kurmak
Eleştirel psikolojinin akademik araştırma, profesyonel uygulama ve psikoloji hizmetlerinden yararlananların kendi-örgütlenmelerini kapsaması, bu alanların her birinde teori ve pratik arasında bağ kurması ve üniversite ve kliniklerin içinde ve dışında
kalan farklı bilgi biçimleri arasındaki ayrımlara karşı durması gerekir. İyi çalışmalar
arasında bağlantı kurmabilecek ve farklı duruşlar arasındaki gerilimlerin tartışalabileceği bir zemin oluşturabilecek bir tanımlamanın öğelerine ihtiyacımız var. Psikolojinin bizi, aklımızı çelerek insanlar üzerine kendi düşünme biçimlerine çekmesinden
kurtulmak için bağlantılar kurarken, bu öğeler disiplinin bize kurduğu tuzaklardan
kurtulma yollarını gösterebilir.
Sınırlar
Bilgiyi sabitleyen ve şüpheci sorgulamalara kapatan kökensel mitlere düşme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Örneğin ‘psikoloji’nin 1870’lerde Leipzig’de başladığını söylemek de ‘Eleştirel Psikoloji’nin 1960’larda Berlin’de başladığını ileri sürmek de bizi
aynı tuzağa düşürerek sabitlemekte ve sınırlamaktadır. Bu nedenle eleştirel yaklaşımlar, psikolojinin bundan çok daha geniş bir alanı kapsadığı ve sanılandan çok daha
derin bir tarihsellik barındırdığı konusunda ısrarlı davranmalıdır. Biz psikolojiyi keşfetmeyiz, onu yaşarız ve üretiriz. Biz eleştirel psikologların psikolojiye dâhil etmek
istediği şey, farklı sınıf ve kültürlerden gelen kadın ve erkeklerin eylem ve deneyimleri
yapılandırış ve değerlendiriş yollarıdır. Geçmişte olsun bugün olsun bütün bu yollar
dağarcığımız içinde yer almalıdır. Bu nedenle eleştirel psikoloji herşeyden önce,
bazı psikolojik eylem ve deneyimlerin diğerlerinden nasıl daha ayrıcalıklı olduğunun
ve egemen ‘psikoloji’ bilgisinin nasıl ideolojik bir işlevi olduğu ve iktidarın çıkarına
hizmet ettiğinin sistematik olarak incelenmesidir.
Bazı eleştirel psikologların (örneğin Foucault`nun (1980) çalışmalarını kullananların),
yanlışlık/sahtelik (falsehood) karşısında ‘hakikat/doğruluk’ (truth) arayışına saplanmaktan kurtulmak adına ,‘ideoloji’ terimini kullanmaktaki rahatsızlığına rağmen, fikirlerin iktidarın hizmetinde kullanılma yollarını ve şüpheli bir durumun meydana
geldiğinden kuşkulananları yanlış yönlendirme ve şaşırtmak için nasıl bir işlevleri
olduğunu göstermek için, burada bir ideoloji mefhumuna ihtiyacımız var (Eagleton,
1991). Psikolojinin ondokuzuncu yüzyılda birşey keşfettikleri iddiasının, insanları,
zihin hakkındaki kendilerinden bağımsız ‘hakikatler’ (fact) konusunda yanlış yönlendirdiği ve şaşırttığı su götürmez ve dolayısıyla bunun ideolojik bir işlevi vardır.
Direniş (Resistance)
Ancak aynı derecede dikkatli olmamız gereken başka bir tuzak daha var. Bu da psikolojinin Greklere ve hatta daha uzak egzotik entellektüel alanlara kadar gittiği ve psikolojik içgörülerin dünyanın dört bir köşesinden ve çok eski zamanlardan gelenlerle
şekillendiği fikridir. Burada genellikle bütün ufak tefek bilgi kırıntılarının ve içgörünün zaman içinde büyük resme, hakiki resme oturacağı düşünülür veya bütün bu ufak
tefek bilgilerin, bir hologramın parçacıklarıymışçasına, büyük resmi minyatür olarak
zaten içerdiğine inanılır. Psikoloji, insanların kendileri hakkında konuşmaya başladıkları tüm zamanları ve mekânları kapsamaya çalıştığında, disiplindeki büyüklenmeci
ve sömürgeleştirici itkiyle karşı karşıyayız demektir. Bu yaklaşım, farklı davranış ve
mentalite çeşitlerini aynı nam-ı diğer bilimsel gözlem, öngörü ve kontrol sistemine
sokmaya çalışır. Öyleyse eleştirel yaklaşımların, psikoloji disiplininin, araştırma nesnesini kurgulamaya dair geliştirdiği hususi yolları ve gündelik yaşamın daima sınırlı
psikolojik modellere üstün geldiğini vurgulaması gerekir. Dolayısıyla eleştirel psikoloji ikinci olarak,
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 44
tüm psikoloji çeşitlerinin kültürel-tarihsel olarak kurgulanış yollarının ve alternatif
psikoloji çeşitlerinin, anaakım modellerin ideolojik varsayımlarını nasıl onayladıklarının veya bu varsayımlara karşı nasıl direndiklerinin incelenmesidir.
Öyleyse eleştirel psikologlar ‘ideoloji’ teriminin avantaj ve dezavantajlarını tartışacaklar ancak bir direnme olanağı ve potansiyeli olduğunu hep akılda tutacaklardır.
Eleştirel çalışma için, içeride veya dışarıda, her zaman bir alan vardır ve eleştirel çalışma daima psikolojiden etkilenenlerin ve psikolojinin onlara ne yaptığının farkına
varanların çıkarlarıyla bir şekilde kesişir.
Psikoloji Kültürü
Disiplinin (dışarıda kalan hereyi önemsiz addedip görmezden gelerek veya içine aldığı
herşeyi kendi terimlerine çevirip kendine uydurmaya çalışarak) kurduğu tuzaklardan
her biri, bu tuzaklara takılmaktan kurtulmayı başarmış olanları yakalamayı bekleyen
başka bir dizi tuzak tarafından çevrelenmiştir. Psikolojideki radikaller disiplinin sınırları dışında neler olduğuna, fazla farklı oduğu için psikolojinin dışarda bıraktıklarına
veya psikolojinin aynı olduklarını düşündüğü için içine kattığı şeylere baktığında, psikoloji kültürü denen şeyin kollarına düşme riskiyle karşı karşıya kalırlar. Psikolojik
kültüre içkin olan sağduyu kendimiz hakkında en derinden ‘bildiğimiz’ ve sorgulanamaz şekilde doğru olduğuna inandığımız herşeyi kapsar. Oysa bütün bunlar tam da bu
yüzden yanıltıcı olabilir ve kendimiz ve ötekilere dair ideolojik temsillerle kaplanmış
olan bu kültür görünürde kendi spontan psikolojimizi yapılandırır. İdeoloji sadece hemen kabul edilecek veya kolayca reddedilebilecek bir düşünce sunduğu için değil tam
da sağduyuyu doyurduğu için işe yarar. Toplumsal cinsiyet farklılıkları, ırkçı özellikler
ve kendi bedenimiz ve öteki insanların cinsellikleri hakkında duyulan kaygı meselelerinin her biri, dışlama, patoloji ve iktidar kalıplarını yeniden üretmek üzere psikolojimizi haberdar eder ve her biri, bize ve bizim aracılığımızla, sağduyu tarafından taşınır.
Öyleyse psikolojinin bir disiplin olarak nasıl sağduyunun içine işlediğini, disiplin içinde sıkıştırılmış biçimde varolarak zihin, davranış ve insan doğası hakkındaki ideolojik
varsayımların nasıl kültürü delik deşik ettiğini ve insanların gündelik yaşantılarında
kendilerini nasıl düşündüğünü ve önlerine çıkan sorunlarla nasıl mücadele ettiklerini
aydınlatmak zorundayız. Bugün çağdaş kültürde psikoloji uzmanları ve kurumlarının
iktidarı, sağduyunun ona sağladığı en zorlama ideolojik meşruiyeti bile aşmış durumdadır. Bu nedenle de bazen psikolojinin disipliner tarafı daha görünür hale gelmektedir. Tehdit ve istismar, ancak psikolojiik bilginin acı meyvelerinin uç örneklerinde ortaya çıkıyor olabilir ancak disiplinin sunduğu gündelik tatlara karşı da dikkatli olmak
zorundayız. Dolayısıyla eleştirel psikoloji üçüncü olarak,
gündelik yaşantıdaki gözetim ve öz-denetim biçimlerinin ve psikoloji kültürünün ,
akademik ve profesyonel pratiklerin sınırlarının dışında da nasıl bir işlerlik kazandığının incelenmesidir.
Burada eleştirel psikologların odaklandığı mesele, iktidarın insanları nasıl ezen-ezilen ilişkileri ve kurumları içine soktuğu ve temelden itibaren aktif olarak ‘alternatif’
pratikler ürettiklerini sanırken, kendilerini nasıl salt yukarıdan aşağı aktığını düşündükleri bir iktidar ilişkisine daha da dolanmış bir biçimde buldukları ile ilgidilir (Foucault, 1980).
Bir kaynak olarak gündelik psikoloji
Diğer taraftan, psikoloji sık sık davranış tanımlarını geriye doğru okuyarak sağduyu
ve farklı kültürlerin aktivitelerine dönmeyi dener. Öyleyse buna tepki olarak disiplinin
sınırlarını daha da dikkatli bir biçimde çizmek ve laboratuar dışında hayattan nasıl
kopuk olduğunu göstermek çekici görünmektedir. Psikolojik araştırmalar yapan mes-
45 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
lektaşları daha az baskıcı olmaya teşvik edebiliriz ve örneğin deneylerini çok daha
katı bir biçimde belirlenmiş ortamlarda yaparak araştırmada deneye katılan grup dışında hiçkimseye dair bir iddiada bulunmamaları gerektiğini söyleyebiliriz. Bu, zararı
önlemek için bir strateji olarak işe yarayabilir ancak psikolojinin nasıl olup da modern
topluma bu kadar temelden ‘uygulanabilir’ olduğunun sebeplerini açıklamamıza yardım etmez. Burada, sağduyu psikolojiden sakınılmış gibi görünüyor olabilir ancak sonuçta ortaya çıkacak durumlardan birisi de ne yazık ki ‘psikoloji’nin sağduyudan ayrı
bilimsel ve entellektüel bir alan olabilirmiş gibi korunması olacaktır.
Psikoloji, zihnin işleyişine dair gündelik açıklamalardan beslenir ve sağduyuyu çok
sıradışı birşey gibi geri çıkarmadan önce sindirimden geçirir. İnsanların bildikleri
şeyler onlardan alınır ve onlara geri yedirilir. Bu akademik yemek zincirini kırmanın
yollarından biri de isanların kendilerine yetecek üretimi yapabilir hale gelmeleri ve
psikolojik bilgiyi havadan gelen bir kudret helvası gibi görmeyi reddetmeleridir. Öyleyse eleştirel psikoloji dördüncü olarak,
gündelik ‘sıradan psikoloji’nin akademik ve profesyonel psikoloji çalışmalarını nasıl yapılandırdığının ve gündelik faaliyetlerin çağdaş disipliner pratikelere direnmek
için nasıl bir temel olabileceğinin araştırılmasıdır.
İnsanların kendilerine anlam vermek için gündelik açıklamalardan yararlanmaları
bizi relativizim bataklığına saplayabilir. Ancak kişisel yaşamların kalbinde yatan politik zıtlıkları açmak istiyorsak bu riski göze almak zorundayız. Bir tarihselliğe yerleştirilmiş ve kendisine bakabilen bir psikoloji eleştirisi geliştirmek istiyoruz. Aynı
zamanda bu eleştiri, akademik psikolojinin pedagojik pratiklerinin, ya yararlı bilgiyi
sağduyudan ayırıp insanları deneyimlerine yabancılaştıran bir ‘uzmanlığa’ dönüştürdüğünü ya da yararlı bilgiyi sağduyu alanına sürüp insanları onun değersizliğine inandırdığını, gösterme yeteneğine sahip olmalıdır.
Eleştirel olmak isteyen psikologları ve müttefiklerini bekleyen tuzakların farkında olmak yeterli değildir ve tekil sahtekârlıkları ifşa etmek üzerinden gitmek bunlara izin
veren ve teşvik eden sosyal ve tarihsel şartları görmemizi sağlamaz. Teorinin psikolojiden daha gizemli olmasının hiç gereği yok ve eleştirel psikolojinin içinde olanların
çevrelerinde neler döndüğünü anlamaları için ciddi bir teorik birikime ihtiyaçları var.
Ancak bizim ihtiyacımız olan teorinin kökleri, psikolojiden muzdarip olanların deneyimlerinden çıkmalı ve bu durumu değiştirecek eylemle bağlantıda olmalıdır.
Sonuç
Her türlü psikoloji eleştirisini ve her türlü ideoloji ve iktidar eleştirisini ciddiye almak
zorundayız. Çünkü ancak bu şekilde içeride ve dışarıda, disiplinin içinden veya ona
karşı olan çok çeşitli radikal faaliyetleri ilişkilendirebilir ve farklı teorik duruşların
tartışılabileceği ve pratik insitiyatiflerin alınabileceği, geliştirilebileceği ve işlenebileceği bir zemin yaratabiliriz. Eleştirel faaliyet bağımsız çalışan bireyler tarafından
yürütülemez ve bu yüzden eleştirel psikologların kendi kurumlarına ihtiyaçları vardır.
Bunlara örnek olarak Asylum, Nordiske Udkast, Psychology in Society ve Annual Review of Critical Psychology gibi dergiler ile Psychology Politics Resistance gibi kurumlar
verilebilir. Ancak burada ‘eleştirel psikolog’ kimliği, psikolojinin ne yaptığını anlamaya çalışan bir kimliktir; bunu zaten bildiğini düşünen bir kulübe üye olmak için verilen
bir kimlik değil. Bu anlamda eleştirel psikoloji gerek teorik gerekse pratik anlamda
yoğunlaşmış bir çalışma gerektirir.
Kaynaklar
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 46
Adlam, D., Henriques, J., Rose, N., Salfield, A., Venn, C. and Walkerdine, V. (1977)
Psychology, ideology and the human subject. Ideology & Consciousness, 1, 5-56.
Armistead, N. (1974) Reconstructing Social Psychology. Harmondsworth: Penguin.
Aron, A. ve Corne, S. (yay. haz.) (1994) Writings for a Liberation Psychology: Ignacio
Martín-Baró. Harvard: Harvard University Press.
Basaglia, F. (1987) Psychiatry Inside Out: Selected Writings of Franco Basaglia. New
York: Columbia University Press.
Bassin, D., Broughton, J., Gadlin, H., Goldner, V., Honey, M., Lichtenstein, D., Moreau, D.
ve Moss, D. (1985) Introducing PsychCritique. PsychCritique: The International Journal
of Critical Psychology and Psychoanalysis, 1 (1), ii.
Bhavnani, K.-K. ve Phoenix, A. (1994) Special Issue: Shifting Identities Shifting Racisms, Feminism & Psychology, 4, (1)
Billig, M. (1978) Fascists: A Social Psychological View of the National Front. Londra:
Harcourt Brace Jovanovich.
Billig, M. (1979) Psychology, Racism and Fascism. Birmingham: Searchlight.
Breggin, P. (1991) Toxic Psychiatry. New York: St. Martin`s Press.
Brown, L. S. (1989) New voices, new visions: toward a lesbian/gay paradigm for
psychology. Psychology of Women Quarterly, 13, 445-458.
Brown, P. (yay. haz..) (1973) Radical Psychology. New York: Harper and Row.
Burman, E. (yay. haz.) (1990) Feminists and Psychological Practice. Londra: Sage.
Burman, E. (yay. haz.) (1998) Deconstructing Feminist Psychology. London: Sage.
Burman, E., Alldred, P., Bewley, C., Goldberg, B., Heenan, C., Marks, D., Marshall, J., Taylor, K., Ullah, R. ve Warner, S. (1995) Challenging Women: Psychology`s Exclusions, Feminist Possibilities. Buckingham: Open University Press.
Coleman, R. (1998) Revolutionary politics and mental health. Stockport: Handsell.
Cooper, A. ve Treacher, A. (1995) Free Associations, truth, morality and engagement.
Free Associations: Psychoanalysis, Groups, Politics, Culture (Number 33), 5, (1), 1-9.
Craib, I. (1988) The Personal and Political: 20 Years On. Radical Philosophy, 48, 14-15.
Curt, B. C. (1994) Textuality and Tectonics: Troubling Social and Psychological Science.
Buckingham: Open University Press.
Eagleton, T. (1991) Ideology: An Introduction. Londra: Verso.
Eichenbaum, L. ve Orbach, S. (1982) Outside In...Inside Out: Women`s Psychology, A Feminist Psychoanalytic Account. Harmondsworth: Penguin.
Epston, A. (yay. haz.) (1993) Professional Sexual Abuse` Special Issue, Dulwich Centre
Newsletter, 3/4.
47 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Ernst, S. ve Maguire, M. (eds) (1987) Living with the Sphinx: Papers from the Women’s
Therapy Centre. Londra: Women’s Press.
Fals Borda, O. ve Rahman, M. A. (1991) Action and Knowledge: Breaking the Monopoly
with Participatory Action Research. New York: Apex Press.
Foucault, M. (1980) Power/Knowledge. Sussex: Harvester Press.
Foster, D. (1987) Detention and Torture in South Africa. Londra: James Currey.
Fox, D. and Prilleltensky, I. (yay. haz.) (1997) Critical Psychology: An Introduction.
Londra: Sage.
Freire, P. (1972) Cultural Action for Freedom. Harmondsworth: Penguin.
Gergen, K. J. (1973) Social psychology as history. Journal of Personality and Social
Psychology, 26, 309-320.
Gramsci, A. (1971) Selections from the Prison Notebooks. Londra: Lawrence and Wishart.
Harré, R. (1979) Social Being: A Theory for Social Psychology. Oxford: Basil Blackwell.
Harré, R. ve Gillett, G. (1994) The Discursive Mind. Londra: Sage.
Harré, R. ve Secord, P. F. (1972) The Explanation of Social Behaviour. Oxford: Basil
Blackwell.
Harris, B. (1995) Psychology and Marxist Politics in America. i.y.e.: I. Parker ve R.
Spears (yay. haz.) Psychology and Society: Radical Theory and Practice. Londra: Pluto
Press.
Henriques, J., Hollway, Urwin, C., Venn, C., ve Walkerdine, V. (1984) Changing the Subject: Psychology, social regulation and subjectivity. Londra: Methuen.
Howitt, D. ve Owusu-Bempah, J. (1994) The Racism of Psychology: Time for Change.
Hemel Hempstead: Harvester Wheatsheaf.
Ibáñez, T. ve Íñiguez, L. (eds) (1997) Critical Social Psychology. Londra: Sage.
Ingleby, D. (1972) Ideology and the Human Sciences: Some Comments on the Role of
Reification in Psychology and Psychiatry. İ.y.e.: T. Pateman (yay. haz.) Counter Course:
A Handbook for Course Criticism. Harmondsworth: Penguin.
Ingleby, D. (1985) Professionals as socializers: the `psy complex`. Research in Law, Deviance and Social Control, 7, 79-109.
Jacoby, R. (1977) Social Amnesia: A critique of conformist psychology from Adler to Laing. Hassocks, Sussex: Harverster Press.
Jacoby, R. (1983) The Repression of Psychoanalysis. New York: Basic Books.
Jenner, A. (1986) Italy and the legitimation of psychiatry. Asylum, 1 (1), 4-5.
Kitzinger, C. (1987) The Social Construction of Lesbianism. Londra: Sage.
Kitzinger, C., Wilkinson, S. ve Perkins, R. (1992) Special Issue on heterosexuality, Feminism & Psychology, 2, (3).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 48
Kvale, S. (yay. haz.) (1992) Psychology and Postmodernism. Londra: Sage.
Laing, R. D. (1965) The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness. Harmondsworth: Penguin.
Langer, M. (1989) From Vienna to Managua. Londra: Free Association Books.
Leonard, P. (1984) Personality and Ideology: Towards a Materialist Understanding of
the Individual. Londra: Macmillan.
Mandel, E. (1972) The Changing Role of the Bourgeois University. İ.y.e.: T. Pateman
(yay. haz..) Counter Course: A Handbook for Course Criticism. Harmondsworth: Penguin.
Masson, J. M. (1990) Against Therapy. Londra: Fontana.
Mitter, S. (1994) What women demand of technology. New Left Review, 205, 100-110.
Montero, M. (comp) (1987) Psicología Politica Latinoamericana. Caracas: Editorial Panapo.
Newman, F. ve Holzman, L. (1993) Lev Vygotsky: Revolutionary Scientist. Londra: Routledge.
Newman, F. ve Holzman, L. (1997) The End of Knowing: A New Developmental Way of
Learning. Londra: Routledge.
Nicholas, L. (yay. haz.) (1994) Psychology and Societal Transformation in South Africa.
Cape Town: David Philip.
Pacheco, G. y Jiménez, B. (comps) (1990) Ignacio Martín-Baró (1942-1989): Psicología
de la Liberación Para America Latina. Guadalajara: Universidad de Guadalajara.
Parker, I. (1995) `Right` said Fred `I`m too sexy for bourgeois group therapy`: The case
of the Institute for Social Therapy. Changes: An International Journal of Psychology and
Psychotherapy, 13, (1), 1-22
Parker, I. (yay. haz..) (1998) Social Constructionism, Discourse and Realism. Londra:
Sage.
Parker, I. (yay. haz..) (1999) Deconstructing Psychotherapy. Londra: Sage.
Parker, I., Georgaca, E., Harper, D., McLaughlin, T. ve Stowell-Smith, M. (1995) Deconstructing Psychopathology. Londra: Sage.
Parker, I.ve Shotter, J. (yay. haz.) (1990) Deconstructing Social Psychology.
Londra:Routledge.
Parker, L.ve Jones, E. (1981) Breaking the Neopositivist Stranglehold. Psychology and
Social Theory, 1, 1-5.
Parker, L., Jones, E. ve Wexler, P. (1981) Critical Directions: Psychoanalysis and Social
Psychology. Psychology and Social Theory, 2, 1-3.
Potter, J. ve Wetherell, M. (1987) Discourse and Social Psychology: Beyond Attitudes
and Behaviour. Londra: Sage.
49 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Prilleltensky, I. (1994) The Morals and Politics of Psychology: Psychological Discourse
and the Status Quo. New York: SUNY Press.
Radical Science Collective (1994) Editorial. Free Associations: Psychoanalysis, Groups,
Politics, Culture (Deneme Sayısı)/Radical Science, 15, 5-7.
Radical Therapist Collective (yay. haz.) (1974) The Radical Therapist. Harmondsworth:
Penguin.
Rat, Myth ve Magic (1970’ler tarihsiz) Rat, Myth and Magic: A Political Critique of
Psychology.
Reason, P. ve Rowan, J. (yay. haz.) (1981) Human Inquiry: A Sourcebook of New Paradigm Research. Chichester: Wiley.
Richards, B. (1988) The Eupsychian Impulse: Psychoanalysis and Left politics since
68. Radical Philosophy, 48, 3-13.
Riley, D. (1978) Developmental psychology, biology and marxism. Ideology & Consciousness, 4: 73-92.
Romme, M. ve Escher, A. (1993) Accepting Voices. Londra: MIND.
Rose, N. (1979) The psychological complex: mental measurement and social administration. Ideology & Consciousness, 5, 5-68.
Rose, N. (1985) The Psychological Complex: psychology, politics and society in England
1869-1939. Londra: Routledge and Kegan Paul.
Rose, N. (1989) Governing the Soul: the shaping of the private self. Londra: Routledge.
Rush, F. (1977) The Great Freudian Cover-Up. Trouble and Strife, 4, 29-32.
Said, E. (1978) Orientalism. New York: Random House.
Sampson, E. E. (1981) Cognitive Psychology as Ideology. American Psychologist, 36,
(7), 730-743.
Sedgwick, P. (1982) Psychopolitics. Londra: Pluto Press.
Sève, L. (1978) Man in Marxist Theory and the Psychology of the Personality. Hassocks,
Sussex: Harvester Press.
de Shazer, S. (1991) Putting Difference to Work. New York: W. W. Norton.
Skelton-Robinson, M. (1970’ler tarihsiz) George Kelly; another nasty liberal. Rat, Myth
and Magic, 20-22
Sloan, T. (1990) Psychology for the Third World? Journal of Social Issues, 46, (3), 1-20.
Spivak, G. C. (1990) The Post-Colonial Critic. Londra: Routledge.
Stainton Rogers, R., Stenner, P., Gleeson, K. ve Stainton Rogers, W. (1995) Social Psychology: A Critical Agenda. Cambridge: Polity Press.
Szasz, T. (1961) The Myth of Mental Illness. New York: Harper & Row.
Tolman, C. (1994) Psychology, Society and Subjectivity: An Introduction to German Cri-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 50
tical Psychology. Londra: Routledge.
Tolman, C. ve Maiers, W. (yay. haz.) (1991) Critical Psychology: Contributions to an Historical Science of the Subject. Cambridge: Cambridge University Press.
Waldegrave, C. (1990) Just Therapy. Dulwich Centre Newsletter, 1, 6-46.
Walkerdine, V. (yay. haz..) (1996) Special Issue on social class, Feminism & Psychology
Wertz, F. J. (1994) Of rats and psychologists: a study of the history and meaning of
science. Theory and Psychology, 4, (2), 165-197.
White, M. ve Epson, D. (1990) Narrative Means to Therapeutic Ends. Adelaide: Dulwich
Centre Press.
Wilkinson, S. (yay. Haz.) (1986) Feminist Social Psychology: Developing Theory and
Practice. Milton Keynes: Open University Press.
Wilkinson, S. (1988) The role of reflexivity in feminist psychology. Women`s Studies
International Forum, 11, (5), 493-502.
Wilkinson, S. ve Kitzinger, C. (yay. haz.) (1995) Feminism and Discourse. Londra: Sage.
Žižek, S. (1989) The Sublime Object of Ideology. Londra: Verso.
Teşekkür: Erica Burman, John Cromby, David Glenister, Brenda Goldberg, Angel GordoLópez, Alexa Hepburn, Celia Kitzinger, Terence McLaughlin ve Nordiske Udkast’taki
isimsiz bir eleştirmene, bu yazının daha önceki bir versiyonuna getirdikleri eleştirel
ve kimi zaman katı görüşleri için teşekkür etmek isterim.
Çeviri: Evrem Tilki
Teorik Psikoloji Eleştirisi Olmadan
Toplumdan Yana Bir Psikoloji Pratiği
Mümkün mü?
Sertan Batur
Birçok meslektaşımız bugün çalıştıkları kurumlarda yaptıkları işi en iyi şekilde yaparak büyük bir iyi niyetle ve bazen birçok özveride bulunarak topluma yararlı olmak istiyor. Üstelik birçokları için mesele sadece işini iyi yapmakla bitmiyor. Onlar mesleklerini daha iyi, daha etkili uygulamalarını sağlayacak, toplumsal sorunların çözülmesine
daha fazla hizmet edebilmesinin koşullarını yaratacak araçları geliştirmek istiyorlar.
Bu amaç doğrultusunda mesleğin yasal düzenlemelere bağlı kılınması ve resmî olarak bir meslek olarak tanınması noktaları ön plana çıkıyor. Meslek olarak tanınmanın
kendi meslek örgütlerini hayata geçirmek ve tüm meslektaşların belli bir standarda
ulaşmasına yol açmak gibi bazı olumlulukları var. Bu mücadeleyi veren dostlarımız
için öncelik bu ağırlık noktalarında bulunuyor. Dolayısıyla onlar için işe psikologun
mesleki yasallığının eleştirisiyle başlamak gerekiyor.
“Birlik” duygusu
Bu pencereden bakıldığında tam da bu yolda bir takım mesafelerin kat edildiği böylesi
bir dönemde psikolojinin teorik sorunlarıyla uğraşmak, kapsamlı bir psikoloji eleştirisine girişmek teori içinde boğularak pratik görevleri ihmal etmekle eşanlamlı. Hatta
psikolojiye yönelik eleştiriler keskinleştiğinde bu tutum, belki de mesleki mücadeleyi
zayıflatacak, saflarda dağılmaya yol açacak, şu kötü günlerde hepimizin ihtiyacı olan
“birliği” bozacaktır. Tabii bu da toplumsal dönüşümlere hizmet etmek isteyen meslektaşları gerekli araçlardan yoksun bırakacak ve dolayısıyla egemen sınıflara hizmet
etmiş olacaktır. Bu tutum en hafifinden teorik bir saflık, en kötüsünden bir ihanettir.
“Birlik” söylemi çoğumuzun yabancı olduğu bir şey değil. Bütün kurumlarıyla bir kronik kriz yaşayan toplumun hemen her kurumunda böylesi bir “birlik” kaygısına rastlamak mümkündür. Bunun en bilindik örneği ülkede etnik kimliğin tartışma konusu
yapılmasının “ulusal birliğimize” zarar vererek “dış düşmanların” (dışsal olarak algılanan emperyalistlerin) ekmeğine yağ sürmesi korkusudur. Oysa bu birlik korkuları
52 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
gerçekte hemen her zaman yersizdir.
Çoğu durumda birlik çağrılarının egemenler tarafından bilinçli bir şekilde yapıldığına
şüphe etmemek lazım. Egemen kurumlar her zaman meşruluktan ve bilimsellikten
çok ideolojiler ve mitoslar üzerinde yaşarlar. Egemenlerin ağzından “birlik” söylemi bu mitoslar bilim tarafından tehdit edildiğinde dökülür. Başka uluslara göre daha
ahlâklı olması için hiçbir tarihsel zorunluluğu olmayan Türk ulusunun geçmişte bir
takım suçlar işlemiş olabileceğinin ifade edilmesi bile, büyük panik duyguları içinde egemenler tarafından reddedilir ve bozgunculukla damgalanır. Onlara göre Türk
ulusu hiçbir bilimsel gerekçeye dayanmaksızın yanlış yapmayan, suç işlemeyen, her
ne demekse ahlâklı “üstün” bir ulustur. Bunun en açık ifadesi de Türkiye Cumhuriyeti
devletidir. Tabii adını koymak gerekirse bu tutumun en hafif şekli şovenizm, en kronikleşmiş şekliyse ırkçılıktır.
Ne yazık ki böylesi bir söylemi zaman zaman işçi sınıfı örgütlerinin ağzından da duymak mümkün oluyor. Tüm “iyi niyetleriyle” sorunlu bir şekilde algıladıkları emperyalizme koz vermek istemeyen ve ülkenin bütünlüğünü sürdürmek isteyen birçok
kurumun ya da bireyin ağzından benzer şeyler duymak mümkün. Ama bu iyi niyet
taşları yine cehenneme giden yollar döşüyor ve ne yazık ki her durumda “birlik” kaygısı düzeni sürdürmenin, düzeni ayakta tutan mitosları tekrar tekrar üretmenin ifadesi oluyor.
Akademik ya da pratik bir dal olarak psikoloji mesleğinin kurumsallaşması süreci de
bir takım mitoslara dayanıyor (örn. bkz. Samelson, 1974). 1960’lardan beri eleştirel psikoloji tarihçileri bu mitosları ortaya koymakla meşguller. Ama bunun girişte
bahsettiğimiz mesleği geliştirme sorununa ne katkısı var? Hastanede ya da okulda
kadrolu olma sıkıntısı yaşayan meslektaş Türkiye’de psikolojinin kurumsallaşmasının
modernleşme sürecinin bir parçası olduğunu öğrenerek sorununa ne gibi bir açılım
getirebilir?
Siyasal tarihten paralel bir soru soralım. Ermeni soykırımını tanımanın, bugün demokrasi mücadelesi veren kitlelere, örneğin cezaevlerinin demokratik ve insan haklarına
uygun bir yapıya kavuşmasına uğraşan aktivistlere emperyalist Fransa’nın hizmetinde (!) gündemi saptırmaktan başka ne gibi bir pratik yararı vardır? Taner Akçam’ın
konuya yaklaşımı benzer bir soruyla başlıyor. Akçam’dan esinlenerek şunları söylemek mümkün: Eğer bir devlet, toplu katliamlar yapılmadığını varsaysak bile, kendi
yurttaşlarını karda kışta zorla göç ettiriyorsa, bu sırada kendi verdiği rakamlara göre
yüz binlerce sivil ölüyorsa, buna karşın 90 sene boyunca yaptığı işin yanlış olduğunu
kabul etmeyi bir yana bırakın, bu işi haklılaştırmaya çalışıyorsa, bu sadece tarihi değil, devletin bugününü de haklılaştırma çabasıyla ilgilidir. Trajik olan devletin böylesi
bir haklılaştırma çabasına girişmesi değil, bu çabaya kitleleri de dâhil edebilmesidir.
Mesaj açıktır: Devlet kendi bekası söz konusu olduğunda yurttaşına her şeyi yapabilir,
onu zorunlu olarak göç ettirebilir, köyünü yakabilir, ölümüne yol açabilir, hatta doğrudan öldürebilir ve bunun karşılığında da hiçbir sorumluluk taşımaz. Bu anlayışla
mücadele etmenin güncel politikayla ilişkisi açıktır herhalde. Devletin “birlik” söylemi
demokratikleşme yanlısı güçlere yöneliktir ve demokratikleşme yanlısı birey ya da
kurumlar tarafından üstlenilmesi çelişkilidir.
Psikoloji ve politika
İyi ama bunların psikolojiyle ne ilgisi var? Psikologlar normal koşullar altında kitle
katliamı yapabilen bir meslek grubuna dâhil değillerdir. Ancak kitle katliamlarının yapıldığı politik koşullarda psikologların da bütün uygulamalı sosyal bilim alanlarında
olduğu gibi toplumsal işlevleri vardır. Psikolojinin ABD’de göçün kısıtlanmasına ilişkin yasa çıkartılması tartışmaları sırasında, Almanya’daysa Nazi iktidarı döneminde
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 53
yasal güvencelere kavuşmuş bir meslek haline geldiğini duymak belki de bir an için
Türkiye’den başka ülkelerde de psikologların kendi mesleklerini siyasi otoritelere kabul ettirmek mücadelesine girmiş olduklarına ilişkin bir fikir uyandırır. Bu mücadelelerin birikiminden faydalanmak gerekir. Tam da bu aşamada bu mücadelelerin hangi
aşamalardan geçtiği, hangi ilişkilerle geliştiği ve psikologların bu mücadeleler sırasındaki tutumu kadar belirleyici olan başka bir nokta bizi teorik psikoloji eleştirisiyle
bugünkü meslek olma mücadelesi arasındaki ilişki sorununa yöneltiyor: Psikolojinin
ürettiği bilginin politik-ideolojik üstyapıyla ilişkisi. Burada ırkçı Amerikan Göç Kısıtlama Yasası’na doğal olarak karşı çıkan psikologların da olduğunu söylemek durumu
değiştirmiyor. Bunun nedenlerini politikanın psikolojiyle olan içsel ilişkisinde aramak
lazım.
Psikolojiyle politika arasındaki ilişkinin bir görünür yanı bir de bundan çok daha derin olan görünmez bir yanı var. Görünür yanı psikolojinin ürettiği bilginin politika tarafından (kötüye) kullanılmasıyla ilişkilidir. Bu sanki birbirinden bağımsız iki kurumu
çağrıştırır. İlişki doğrusaldır. Kendini bilimsel gerçekliğe adamış psikolog bu tabloda
iyi karakter, onun iyi niyetle bulduğu bulguları kendi amaçları için kullanan pragmatik politikacı da kötü karakterdir. İyi niyetli psikolog bulduğu sonuçların nasıl kötüye
kullanılacağını kestiremeyecek kadar kendini bilime adamıştır, ya da kötüye kullanılabileceklerini düşünerek bilimsel gerçekleri saklamayacak kadar idealisttir. Ancak
ilişkinin bir de görünmeyen tarafı var. Bilimci psikolog psikolojiyi kavramlarla üretir.
Bu kavramları meslekte çalışan uygulamalı psikologsa genellikle standart bir psikoloji eğitimi sırasında edinir ve uygulamaya geçirir. Oysa kavramların ve kendisi aracılığıyla kavramların elde edildiği dilin politik bir doğası vardır. Bu saptamayla iyi niyetli
psikologun ürettiği bilgiyi kötüye kullanan politikacı tablosu biraz karmaşıklaşır. Psikologun ürettiği bilgi, kendisi bunu amaçlamadığı, hatta istemediği halde politiktir.
Belli bir tarihsel, kültürel ve politik düzlemde üretilmiştir ve belli bir üretim formuna
denk düşer. Normallik, anormallik, kendilik, okul başarısı, huzurlu aile, iş performansı
gibi tüm kavramların oldukça politik bir doğası olması, topluma hizmet için mesleğini
örgütlemeye çalışan meslektaşı da bir parça zor bir durumda bırakır. Bunları ifade etmenin kendilerini ayakta tutan mitosları yıkacağından kaygılanarak bu tezlerin “birliği” bozacağını söyleyen geleneksel psikologların yarattığı kaygı öylesine kuvvetlidir
ki, meslektaşımız da bu konularla uğraşmanın abesle iştigal olduğuna ikna oluverir.
Karar açıktır: bu işlerle uğraşanların gerçeklikle bağları yoktur. Bunlarla uğraşanlar
fildişi kulelerde yaşamaktadır.
Kapitalizmin pratik sorunsalları ve psikolojinin tarihsel işlevi
Ama bir an durup tarihsel bir perspektifle, kapitalist toplumun neden belli bir takım
çözümlerini bulmak için geniş araştırma fonları ve devasa enstitüler yarattığını, binlerce öğrenciyi ve uzmanı yetiştirdiğini soralım. Kapitalizmin psikolojiye neden ihtiyacı vardır? 19. yüzyılda ne olmuştur da, ilkçağ felsefecilerinden bu yana merak konusu
olan sorular, kurumsal bir araştırma alanına, bağımsız bir disipline dönüşüvermiştir?
Bu sorulara yanıt ararken Berlin Hür Üniversitesi’nde çalışan eleştirel psikologların
üzerinde durdukları bir nokta var: Sosyal bilimlerin kökenindeki toplumsal işlevleri.
Jaeger ve Staeuble Die gesellschaftliche Genese der Psychologie’de (1978) diyorlar ki,
her üretim biçimi, her toplumsal form, beraberinde kendilerine özgü pratik sorunsallar getirirler. Pratik sorunsallar toplumsal yeniden üretim süreci tarafından zorunlu
olarak ortaya çıkartılan, yeniden üretimin devamı çözümlerine bağlı olan ve stratejik
anlamları az ya da çok ister pratik çözüm önerilerinde isterse de bilimöncesi-sistematik
tasarılarda tanımlanmış olan zorluklardır. Jaeger ve Staeuble’ye göre sosyal bilimlerin
inşa sürecine yönelik araştırmaların pratik sorunsalların oluşumunun analiziyle başlaması, gerçek toplumsal gelişim sürecinde “psikolojik” ya da “sosyolojik” problemlerin aranması anlamına gelmez. Böyle bir yaklaşım psikolojinin, sosyolojinin vs.nin
54 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
tarihdışı, üretim tarzlarıyla belirlenen farklı toplum biçimlerinin üzerinde bir nesnesi
olduğunu ve bunun sürekli ya da süreksiz bir toplumsal bilgi sürecinde uygun olarak
ele alındığını kabul etme yanlışına düşer. Bu durumda bilimin kökeninin somut-tarihsel yeniden inşası sadece bu giderek daha uygun hale gelen bilginin gösterilmesi
işlevini yüklenir. Bu yaklaşım bir bilimin gerçek nesnesini koşullar. Öyleyse sosyal bilimlerin tarihini ele alırken öncelikle pratik sorunsalların ortaya çıkışını tahlil etmek
gerekir. Böylece incelenen sosyal bilimin nesnesinin tarihsel olarak nasıl kurulduğu
da belirlenebilir. Yazarlara göre 19. yüzyılda burjuva toplumun önünde de iki tane
pratik sorunsal duruyordu: Birincisi burjuva kimliğin inşa edilmesi, burjuva toplumunun normlarının oluşması; ikincisi sanayi devrimi sonrasında işgücünün verimli
hale getirilmesi. Psikolojiyi bağımsız bir araştırma alanı olarak ortaya çıkartan da bu
oldu. Verimlilik savaş dönemlerinde başka bir yönde önem kazandı. ABD’de 1. Dünya
Savaşı sırasında, Almanya’da da 2. Dünya Savaşı sırasında, oldukça militer amaçlarla,
psikoloji meslek dalı olarak kurumsallaştı. Sonuçta psikolojiyi tarihsel olarak var eden
ve onun araştırma sınırlarını belirleyen de kapitalist toplumun bu sorunsalları oldu.
Eleştirel psikologların bu sorunsalları paylaşmadıkları açık. Eleştirel psikologlar için
sorun toplumsal sistemin normlarının belirlenmesi ya da emeğin verimli kılınmasından başka bir şey. Sorun bizler için daha çok erkek egemen kapitalist sistemde öznenin etkinliğinin sınırlarını ve potansiyellerini belirlemek gibi görünüyor. Holzkamp
(1984) kapitalist toplumda öznenin kafeste oturur gibi oturmadığını, etkinliğiyle
toplumu değiştirdiğini ya da sürdürdüğünü söylüyor. Bu etkinliğin dinamiklerini tanımak ve bunun toplumu dönüştürecek devrimci bir etkinliğe dönüşmesine katkıda
bulunmak psikoloji eleştirisini aşabilmiş bir eleştirel psikoloji için temel sorunu oluşturuyor. Ancak bu eleştirel psikolojinin artık psikoloji olmadığı da açıktır. Üstelik disiplini ortaya çıkartan pratik sorunsalın değişmesi disipline çizilen tarihsel sınırların
da belirsizleşmesine yol açar. Eleştirel psikologlar burjuva toplumunun psikolojiye
tarihsel olarak çizdiği sınırlarda kalmak zorunda değiller. Psikolojinin nerede bitip,
sosyolojinin ya da etnolojinin nerede başladığına toplumsal ya da akademik politikalar gereğince verilmiş yanıtlarla yetinmemek, tam tersine işe bu yanıtların eleştirisiyle başlamak gerekiyor. Özne’nin bütün olarak ele alınması gerekliliği de bu eleştiriyi
kaçınılmaz kılıyor. Sonuçta eleştirel psikoloji pratiği toplumsal dönüşümle birlikte
psikolojinin de tarihsel olarak ortadan kalkmasına işaret ediyor. Yani psikolog olarak
topluma faydalı olmanın yolu, psikolojinin de içinde bir yer kapladığı verili iktidar
ilişkilerini eleştirmekten ve tanımı gereği burjuva toplumun sorunsallarını çözmekle
mükellef psikolojinin tüm zeminini yeni baştan, eşitlikçi ve toplumsal kurtuluşçu bir
perspektiften tanımlamaktan geçiyor. Evet, bu psikologlar arasındaki “birliği” bozmak
demek. Bu bir anlamda bir iktidar odağı olan psikologla, iktidarsızlaştırıcı bir odak
olan eleştirel psikolog arasına kalın bir çizgi çizmek demek. Bu burjuvazinin organik
aydını olarak psikologla, çalışan sınıfların organik aydını olan eleştirel psikoloğu karşı
karşıya getirmek demek. Bu, Guantanamo sorgularını hazırlayan psikologla, işkence
mağdurlarının yaralarını sarmalarında onlara eşlik eden eleştirel psikoloğun aynı işi
yapmadıklarının, aynı ahlâki, bilimsel, mesleki ve toplumsal zeminde bulunmadıklarının açıkça ifade edilmesi.
Teorik eleştiri: Bir arınma
Psikolog olarak alanda çalışan herkesin psikolojinin kriziyle yüzleşmesi gerekiyor.
Psikolojinin bugünkü krizi, psikolojinin toplumsal anlamlılığı ile ilişkilidir (Seeger,
1977) ve bu krizin çözülmesine meslek örgütlerinin sunabileceği çok az şey vardır.
Krizin çözülmesi süreci şüphesiz psikolojinin bir bütün olarak masaya yatırılmasını,
onun bilgisinin ideolojik doğasının ve burjuva toplumdaki toplumsal işlevinin gözler önüne serilmesini gerektiriyor. Tabii ki bu sürecin tamamlanmasını, yani eleştirel
psikolojinin öznenin bilimi olarak kuruluşunu hedeflemek alandaki güncel sorunları
azaltmıyor. Ancak diğer yandan verili sınırlar içinde topluma daha faydalı bir psikolog
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 55
olabilmek ve “mesleği” topluma daha faydalı olacak şekilde geliştirmek için mitoslarla
yüzleşmenin ve onları tarihsel bilimsel tezlerle değiştirmenin önemli faydaları var.
Bu bir anlamda psikanaliz sonrası bilinçdışıyla yüzleşen bireyin durumuna benziyor.
Sorunlarından kurtulamasa da onlarla yüzleşmeyi, onlarla baş etmeyi öğrenmiştir.
Gaston Bachelard bilimlerin psikanalizini yapmaya çalışır. Louis Althusser bilimleri
böylesi bir ideolojik arınmanın, epistemolojik bir kopuşun sonrasında olası görür. Bilimin ortaya çıkışı, ancak ideolojiden kurtulmakla mümkündür. Elindeki kavramların
politik doğasını bilen, psikolojinin tarihsel, toplumsal ve politik bir işlevi olduğunun
farkına varan psikolog, elindeki kavramlarla toplumsal gerçeklikler karşı karşıya kaldığında tercihini daha doğru yapabilecek, toplumdan kopuk, toplumun üzerinde bir
iktidar odağı olmaktan çıkarak, toplumdan öğrenebilen, toplumun içinden söz söyleyen, bilinçsiz olarak egemen politikanın değil de bilinçli olarak toplumun hizmetinde
olan bir emekçiye dönüşebilecektir. Böylesi bir perspektifin hem mesleki mücadeleyi,
ona toplumsal bir anlam vermek ve “mesleği” dönüştürmek anlamında geliştireceği,
hem de bilimin uygulanmasında toplumsal dönüşüme daha uygun kavramsallaştırmaların, yöntemlerin ve pratiklerin gelişimine, yani eleştirel bir psikoloji pratiğine
katkısı açıktır.
Psikoloji eleştirisi ve eleştirel bir psikoloji pratiği ayrılabilir değildir, teorik psikoloji
eleştirisi toplumdan yana bir psikoloji pratiğinin olmazsa olmazıdır.
Kaynaklar
Holzkamp, K. (1984). “Die Menschen sitzen nicht im Kapitalismus wie in einem Käfig”.
Klaus Holzkamp’la röportaj. Psychologie Heute, 11/1984, S. 29-37.
Jaeger, S. ve Staeuble, I. (1978). Die gesellschaftliche Genese der Psychologie.
Frankfurt/M.: Campus.
Samelson, F. (1974). History, origin myth and ideology: “Discovery” of social psychology. Journal for the Theory of Social Behaviour, 4, 217-231.
Seeger, F. (1977). Relevanz und Entwicklung der Psychologie. Darmstadt: Steinkopff.
Yeryüzünün Lanetlileri: Sömürge
Bağlamında Eleştirel Psikoloji*
Mandisi Majavu
Derek Hook’a (2004) göre bir sömürge sonrası teorisyeni olan Franz Fanon’un orijinalliğinin en temel kaynağı Fanon’un, , sömürge problemlerinin, ulusal kurtuluşun ve
sosyal devrimlerin analizinde psikoloji ve politikayı harmanlamasıdır. Fanon’a göre
sömürge toplumlarda ya da başka herhangi bir baskıcı toplumda psikopatoloji “özgürlüğün psikopatoloji”si olarak nitelenebilir. Bu nedenle Hooks, psikolojik müdahalenin samimi ve anlamlı olabilmesi için psikolojik hizmetlerin anlamlı bir ölçüde özgürlüğün ezilenlere geri verilmesinde yerini alması gerektiğini yazar.
Bulhan (1985)’a göre Fanon için baskı, sömürgeci devlet tarafından şiddetin uygulanması ve kurumsallaşmasıdır. Bu durum sadece ekonomik nedenlerle değil, psikolojik
ve kültürel çıkarlarla da güdümlenip, sürdürülür. Bulhan böylesine bir şiddete ezilenlerin devrimci tepkisinin yeni bir dil, yeni bir halk, yeni bir insanlık ortaya çıkarırken,
aynı zamanda özgürleşmiş bir toplum yaratma potansiyeline de sahip olduğunu açıklar.
Bu yazıda amacım Fanon’un ezilenlerin devrimci tepkisini açıklamak için kullandığı
dil ve metotları sorgulamak. Daha da önemlisi bu yazı Afrikalı psikologları psikoloji ve
toplumun birbirine bağlılığını daha derinden keşfetmelerini ve psikologların toplumun genelinde nasıl devrimci değişiklik yaratabileceklerini teşvik eden “Yeryüzünün
Lanetlileri” kitabının bir eleştirisidir. Kitabın bu yazıda ele alacağım bölümleri şunlar:
“şiddet hakkında”, “ulusal farkındalığın gizli tehlikeleri” ve “ulusal kültür üzerine”.
Şiddet Hakkında
Fanon bu bölüme sömürgelikten kurtulmanın ya da bağımsızlaşmanın (decolonisation) daima şiddete dayalı olduğu argümanı ile başlar. “Bağımsızlığın yalın gerçeği bize
* Bu yazının orijinali ZNet internet sitesinde 15 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanmıştır.
57 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
sıkılmış mermileri ve kanlı bıçakları çağrıştırır”(sf 28). Fanon’a göre bağımsızlaşma
sömürge dünyasının sosyal düzenini değiştirmeyi hedefleyen “katıksız hastalıktır”.
Doğaları gereği birbirine aykırı iki gücün buluşmasıdır, “ilk karşılaşmaları, şiddetle
kendini gösterir ve iki grubun beraber varoluşu – gerçekte yerel halkın yerleşimci tarafından sömürülmesi – süngülerin ve topların açtığı yaraların yan yana dizilmesi ile
yürütülür ”(sf 28). Sömürge toplumlarının doğaları gereği şiddete dayalı oldukları su
götürmez bir gerçektir.
Öte yandan bu durum bağımsızlaşmanın doğası gereği şiddete dayalı bir devrimci
programı olduğu sonucunu doğurmaz. Pek çok sömürge toplumu özgürlüğünü şiddete dayalı mücadelelerle kazanmış olmasına rağmen bu durum bağımsızlık programının değil, daha çok sömürgeci gücün küstahlığının bir göstergesidir. Sömürgelikten
kurtuluşun doğasında şiddete dayandığına yönelik bu yanlış kanı Fanon’un bağımsızlığın nereden başlaması gerektiği konusundaki düşüncelerinin temelinde yatan yanlış
varsayımları belirler. Üzerine basılarak belirtilmelidir ki, Fanon’un sömürge dünyasını algılayışı oldukça derin ve etkilidir. Ancak bağımsızlığa ilişkin bazı varsayımları
patoloji kaynağı olmadan özgürleşmiş, sömürgelikten kurtulmuş bir topluma ulaşma
olasılıklarıyla anlamlı bir ilişki kurmamıza engel olur.
Bağımsızlığın bizlere sıkılmış mermileri, kana bulanmış bıçakları çağrıştırması yerine; bağımsızlık sürecini temel bir toplumsal (societal) değişim, gerek ekonomi gerekse ırklar ya da sınıflar arası ilişkiler gibi genel toplumsal değerlerin kökten (radikal)
değişimi olarak düşünebiliriz. Ancak böylesi bir program yoluyla sömürge toplumları
özgürlüklerini bulabilir. Fanon’un belirttiğinin aksine toplumlar şiddet yolu ile özgürlüklerine kavuşmazlar.
Fanon sömürge toplumlar için şiddetin terapötik (sağaltıcı) olduğunu öne sürmüş,
şiddeti “temizleyici güç” olarak betimlemiştir. Albert (2004)’ın belirttiği gibi bu ifade
tam anlamıyla saçmalıktır. “… şiddetin saldırgan üzerinde dehşet verici etkileri vardır,
çoğunlukla saldırganın insan yaşamını değersizleştirmesine ve kendini başkalarından
daha üst bir konuma koymasına, yüceltmesine sebep olur…” (sf 181). Sömürge toplumları bu görüşü destekleyecek kanıtlar oluşturmaktadırlar. Ayrıca, bizlere karşımızdaki tarafından gösterilen şiddetin de benzer etkilere sebep olmayacağını gösteren
hiçbir kanıt yoktur.
Öte yandan Fanon’a göre şiddet “yerel halkı kendi aşağılık kompleksi, umutsuzluğu ve
eylemsizliğinden kurtarır ve halkın özsaygısını onarır.” (sf 74). Fanon bu görüş açısını
destekleyen kanıt sunmadığı gibi “yerel halkın aşağılık kompleksi” ne ilişkin varsayımını da açıklamaz. Öyle görünüyor ki Fanon sadece sömürge devletlerdeki siyahların her türden ırkçı aşağılanmalara maruz kalmalarının (Owusu-Bempah & Howitt,
2000) kendiliğinden siyah halkta aşağılık kompleksi ve öz-nefrete sebep olacağını
varsaymaktadır.
William Cross (1991) “Siyahın Tonları” isimli kitabında siyahların ruh sağlıklarının,
öz-nefret eğilimleri de dâhil olmak üzere, neden ırksal kimlik (racial identity) ölçümleri ile kolaylıkla açıklanamayacağını belirten en az dört faktör ortaya koymuştur (sf
117):
· Üç-dört yaşlarında çocukların kullanıldığı ırksal- tercih araştırmalarının sınırlı genellenebilirliği.
· Irksal kimlik araştırmalarında siyah tek-ırksal tercihin yönelimi üzerindeki siyah çift
kültürlülüğü, kültürleşme ve asimilasyon etkileri.
· Irksal tercih ve ırksal kimliklerin siyah yetişkinler için çoklu bir referans grubu yönelimiyle el ele giden anlam ve öneminin yorumlanma problemi.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 58
· Tarihsel bir hata olarak, ırksal kimlik üzerinde çalışan öğrenci ve araştırmacıların
yükleyici Referans Grup Oryantasyonu (ascriptive Reference Group Orientation) ve
öz- tanımlanmış Referans Grup Oryantasyonu (self-defined RGO) arasındaki kavramsal ve ölçümsel farkları ortaya koyamaması.
Altını çizmek istediğim nokta, Fanon’un sömürgelikten kurtuluşun neyi temsil ettiği,
yerel halkın sömürgeci rejime karşı şiddet içeren isyanını esinleyen itici güçler ve yerli halkı kana bulanmış bir çılgınlığa sürüklediği söylenen varsayılan coşkun aşağılık
kompleksine ilişkin varsayımlarının tümüyle temelsiz olduğudur. Eğer gerçekliğin anlaşılmasını engellemek yerine gerçeği açıklayan sağlam bir sömürge-sonrası kuramı
oluşturmakla ilgileniyorsak, bu teori en azından sağlam varsayımlara dayanmalıdır.
İhtiyaç duyulan, sosyal olayları ve psikolojik görüngüleri açıklayan bir sömürge sonrası kuramıdır. Öyle bir kuram ki, bu kuram kendimizi konumlandırmak, başkalarına
açıklamak ve olayların sebeplerini anlamak için politik ve psikolojik yönelimleri yeterli bir şekilde anlatabilecek.
Ulusal Farkındalığın Gizli Tehlikeleri
Bu kısım belki de kitaptaki en önemli bölümdür. Çünkü bu kısımda Fanon bağımsız,
sömürge sonrası yeni hükümetin nasıl devrime ihanet edebileceğini tartışmıştır. Fanon yeni sömürge sonrası devletin orta-sınıfının azgelişmiş olduğunu öne sürer; çünkü orta-sınıf sayı olarak azalmış, sermayesi olmayan ve devrimci yola tamamen karşı
olan bir gruptur. Sonuç olarak acınacak bir durgunluğa düşmüştür. Bu orta sınıf için
ekonominin ulusallaşması yalnızca, sömürge döneminin mirası olan adaletsiz çıkarların yerel ellere geçmesidir. Aynı zamanda bu orta- sınıf “…batılı burjuvaların ticaret
temsilcisi olarak oldukça hoşnut olacak ve herhangi bir kompleks yaşamadan ağırbaşlı bir şekilde rolünü oynayacaktır ” (sf 122).
Fanon bağımsızlıktan sonra yerel topraklarda kazanılan paranın yabancı bankalarda
değerlendirilmesinde bu orta-sınıfın tereddüt etmeyeceğini söyler. Ek olarak bu orta
sınıf çok miktarda parayı araba ya da yazlık evler gibi maddi şeylere harcayacaktır.
Fanon bu orta-sınıfa “burjuva diktatörlüğü” der. Fanon bunların sözcüğün gerçek anlamıyla burjuva olmadığını, ancak daha çok “…önceki sömürge güçlerinin bıraktığı kâr
payını hevesle kabul eden, hırslı, doyumsuz işportacı zihniyetli, açgözlü bir çeşit kast”
olduğunu öne sürer (sf 141).
Fanon’a göre bu orta sınıfın ahlâksızlığının sebebi bunların sürekli olarak önceki sömürgecilerle özdeşleşme dileğidir. Sonuç olarak, bu orta sınıf önceki sömürgecilerin
kafa yapısını büyük bir şevk ile benimser. Bunların sonucunda ise bu yeni orta sınıf
Avrupa ders kitaplarında okuduklarından aklında kalanların dışında, ekonomiyi idare
edecek ve geliştirecek önemli fikirler üretmekten yoksundur.
Fanon’un çözümlemesinin altında yatan mantık, sömürge sonrası hükümet ve yeni
orta-sınıfın her şeyden öte beyaz olmayı ya da sömürgecilerin ellerinde tuttukları konumu arzulamaları nedeniyle devrime ihanet etmeleridir. Örneğin şöyle yazar: bağımsızlıktan önce “...yerel halkın işgalcilerin kentlerine arzu dolu, haset bakışı, ki bu
bakış ihtiras hayallerinin ifadesidir, her çeşit ihtiras: işgalcinin masasına oturmak, işgalcinin yatağında -mümkünse karısıyla- yatmak” (sf 30).
Tarih bize şunu öğretir; (örneğin bakınız “Howard Zinn’in “A people’s history of the
United States” kitabı ) halklar ezildiklerinde er ya da geç başkaldırırlar. Ayrıca arzu
ya da hasetten, ya da ezenin karısıyla yatmak istediğinden değil; adalete, eşitliğe ve
bağımsızlığa inandıkları için başkaldırırlar. Ve çoğu zaman devrime demokratik toplumlarda istenen kurumları öngörememe ve dâhili ve harici güçler gibi farklı sebeplerin bileşimi nedeniyle ihanet edilir. Dâhili güçler kendi bencil çıkarları sebebiyle yeni
rejime direnç gösterebilen toplumun çeşitli kısımlarını, öte yandan harici güçlerse kü-
59 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
resel ekonomi ve soğuk savaş gibi küresel politik koşulları ifade eder. Sömürge sonrası
politikaları bu bakış açısıyla görebilmek daha anlamlıdır ve bizlerin politik ve sosyal
görüngüleri sadece açıklamamızı değil aynı zamanda öngörülerde bulunmamızı da
sağlar. Çarpık varsayımlara dayalı bir kuram bizi arzu, haset ve beyaz olma emellerine
odaklanmaya ve psikolojik indirgemeci çıkmazlara mahkum kılar.
Ulusal Kültür Üzerine
Fanon’un bu kısımdaki en temel önermesi sömürgecilik ve beraberinde gelen kültürel hegomanyaya yerel entellektüellerin Batı kültürünü reddetme ve sömürge öncesi
tarih ve yaşam tarzını benimsemeleri şeklinde tepki göstermeleridir. Batı kültürünün
hegomanyasından kaçmak için, Fanon yerel entelektüellerin bilinmez köklerine geri
dönme ihtiyacı duyduklarını ileri sürer. Sonuç olarak, yerel entelektüel Afrika gelenek
ve göreneklerine yüksek değerler biçer. “Sari -yerel kumaş türü (çn)- kutsallaşır, Paris
ya da İtalya’dan gelen ayakkabılar, derisi işlenmemiş çarıklar için terk edilir ve birden
yönetici gücün konuştuğu dil ağızları yakmaya başlar” (sf 178).
Fanon a göre; yerel entelektüeller bu aşamaya ulaşmak için üç evreden geçerler. İlk
evre yerel entelektüel işgalci gücün kültürünü asimile eder ve bütün esin kaynakları
Avrupalıdır. İkinci evreyi belirleyen yerel entelektüelin huzursuzluğudur. Bu evrede
yerel entelektüel kim ve ne olduğunu hatırlamaya karar verir. Üçüncü evreyi ise Fanon
bir mücadele evresi olarak betimler. Bu evrede yerel entelektüel halkının uyandırıcısına dönüşür, “…dolayısıyla mücadeleci bir yazın, devrimci bir yazın ve ulusal bir yazın
başlar” (sf 179). Ancak, yerel entelektüel kültürel bir çalışma ortaya koymaya çalışırken, sömürgeciden ödünç aldığı teknikleri ve dili kullandığının “farkına varamaz”, der
Fanon.
Belirli Batı fikirlerinin takdiri ve çeşitli sömürge sonrası yazarların Batılı yazarlardan
etkilendiği ve Avrupa dilleri ile yazdıkları gerçeği, Fanon’un belirttiği şekilde, sömürge sonrası kendine özgü kültürel çalışma ortaya koyamamak olarak görülmemelidir.
Afrika dilinde yazmak ya da sadece Afrikalı yazarlardan alıntılar yapmak kendiliğinden orijinalliği doğurmaz. Kökten (radikal) bir sömürge sonrası uzgörüşü (vizyon)
farklı kültürlere (Batı kültürleri de dahil olmak üzere) ve onların etkilerine, ya da
farklı kültürleri ortak bir paydaya indirgemeye karşı çıkılmasını gerektirmez. Ancak
dikkat edilmesi gereken nokta, kazancının keyfini sürerken geçmiş borçları aşmaktır.
Albert’ın da belirttiği gibi tek kültürel kurtuluş ırkçı kurumların yok edilmesi, sömürge ideolojilerin dağıtılması ve sömürge ortamının değiştirilmesinde yatar. Bu değişim
tarihsel toplulukların farklılıklarının korunması ve kutlanması ama aynı zamanda dayanışmanın ihlal edilmemesi şeklinde olmalıdır. Kökten bir sömürge sonrası kuramı
kişilerin “yaşlılar ya da başkaları tarafından dayatılanı değil kendi tercih ettikleri kültürel toplulukları” seçmelerini cesaretlendirmelidir. (Albert, 2006, sf 47).
Sonuç
İhtiyaç duyduğumuz, kültürel hiyerarşiler ve sömürge tarihi boyunca yaygın olan tek
yönlü topluluk saldırıları ile belirlenmiş olmayan, bağımsızlaşmış bir toplumdur. Özgürlükçü bir sömürge sonrası kuramı bizlere ne inşa edileceği ya da böyle bir toplumu
kurmanın nelere mal olacağını tanımlayan ve açıklayan kavram ve kelimeler kazandırmalıdır.
Bu deneme böylesi çabalara katkıya çalışmıştır. Birinin düşünceleri hakkında durağanlık yönelimli tutumlardan çok gelişim yönelimli tutumların sağlıklı olduğu inancıyla güdülendi ve bu sekterliğin karşı tezidir. “Sekterlik savunmacı ve muhafazacı ve
çoğu zaman cehalet yanlısı ve gerçeğe kayıtsızdır. Bunun yerine bizlerin özeleştirel ve
gelişim yönelimli olmaya, anlaşılırlık için didinmeye ve yapabildiğimiz en iyi şekilde
doğruyu aramaya ihtiyacımız var ” (Albert, 2004, sf 190).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 60
Mandisi Majavu, Stephen Bantu Biko Burslusu. Halen Cape Town Universitesinde yüksek lisans çalışmalarına devam etmektedir. majavums@gmail.com
Kaynakça
Albert, M (2004). Realising hope: Life beyond capitalism. Kanada: Fernwood Publishing.
Albert, M. (2004). Thought dreams: Radical theory for the 21st century. Kanada: Arbeiter Ring Publishing.
Bulhan, H.A. (1985). Frantz Fanon and the psychology of oppression. New York: Plenum
Press.
Cross, W.E. (1991). Shades of Black: Diversity in African-American identity. Philadelphia: Temple University Press.
Fanon, F. (1990). The wretched of the earth. Londra: Penguin Books.
Hook, D. (2004). Steve Biko, psychopolitics and critical psychology. Hook, D. (yay.
haz.), Critical psychology (84 – 114) içinde. Cape Town: UCT Press.
Owusu-Bempah, K. & Howitt, D. (2000). Psychology beyond western perspectives. UK:
British Psychological Society Books.
Çeviren: Bengü Engüner Tekinalp
Cinsel Taciz ve Travma: Eleştirel bir
Deneyim Aktarımı
Hilal Eyüpoğlu
Özet
Aşağıdaki metin kadına yönelik cinsel tacizin, kadın kimliği ile ilişik toplumsal pratiklerini
tartışırken, aynı zamanda da psikoloji disiplininin konuyu değerlendirme, tartışma ve tedavi
önerilerine yönelik eleştirel alt okuma sunar. Temel amacı, ataerkil dünya sisteminin psikoloji disiplini içindeki hareket alanlarını sorgulamak ve disiplinin ataerkil sistemle işbirliğini
anlamaya yönelik akıl yürütme girişimlerimize feminist bakış duyarlılığı kazandırmaktır. Bu
amaçla, oluşturulan eleştirel zeminin ardından, cinsel taciz olgusunun psikoloji disiplini içindeki tartışmasında farklı bağlamlar bilinci oluşturmaya çalışan feminist terapi önermelerini
inceler. Kadının toplum içindeki varoluşunu dikkate alan feminist terapi yaklaşımı cinsel tacizi
bir deneyim olarak yok saymadan alternatif terapi planı sunar.
İnsanların başından geçen ileri derecede üzücü ve sarsıcı yaşantılara travma adı verilmektedir. Deprem, sel gibi doğal felaketler, yangınlar, trafik kazaları, saldırılar, işkenceler, tecavüz ve taciz yaşamdaki travmatik olaylardır. Birçok insan bu tür olaylarla
karşılaştıkları zaman acı hissederler, kayıp olgusunun yarattığı duygusal yıkım nedeniyle de ağır ruhsal belirtiler gösterebilirler. Örneğin, deprem yaşantısını deneyimlemiş bir birey, olay hakkında konuşmak istemeyebilir, olayla ilişkili bir ses, bir görüntü,
bir kokudan rahatsız olabilir, o binaya, hatta o şehre bile tekrar girmek istemeyebilir.
Olay esnasında yaşadığı korkuyu genelleyebilir, o an hissettiği duygu durumunu tekrar yaşamın başka alanlarında hissedebilir.
Cinsel taciz sonrası travma yaşantısında ise benzer tepkilerin gözlenmesi beklenmektedir. Tacizi yaşayan kadının kişiler arası ilişkileri bozulabilir, taciz yaşantısının gerçekleştiği yere tekrar girmek istemeyebilir, cinsel hayatında fonksiyon bozuklukları
gösterebilir, eve kapanabilir. Küskünlük, bıkkınlık, olay hatırlatıcılarıyla karşılaştığın
zaman kaygı edinimi, iğrenti, tiksinti cinsel taciz sonrası travma belirtilerine eşlik
eden duygu durumlarıdır. Eğer taciz sadece taciz mağduru ve taciz suçunu işleyen
kişinin bulunduğu bir ortamda gerçekleştiyse ve ortamda taciz suçunu gözlemleyen
başkaları yok ise hukuk sisteminin de tacizciyi suçlu olarak kabul edebilmesi için
mağdurdan travma sonrası stres bozukluğu raporu beklentisi vardır. Eğer kadın bu
tür ruhsal belirtiler gösteriyorsa bu onun mağduriyetinin bir göstergesidir ve delil
niteliği taşımaktadır.
Yas tepkisi geri dönüşü olmayan bir kayba karşı ortaya çıkar. 4 aşaması bulunmaktadır; şok ve inkâr, arama ve isyan, sıkıntı ve huzursuzluk hali ve yeniden yapılanma
süreci (Soykan, 2000). Yakın, arkadaş, dost kaybı da yas tepkisi uyandırabileceği gibi,
sahip olunan ve yitiminde üzüntü uyandıran herhangi bir olgu da yas tepkisine neden
olabilir. Freud, yas tepkisinin doğal ve müdahale edilmemesi gereken bir süreç olduğundan bahsetmektedir. Eğer üçüncü aşama olan sıkıntı ve huzursuzluk hali devam
62 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
eder ve yaşam alanlarında engel oluşturmaya başlarsa o zaman buna patolojik yas dememiz uygun olur. Belirtileri; kişiler arası ilişkilerde bozulma, belirli kişilere düşmanca davranma, hayatın anlamsızlığı, intihar riski yüksek depresyon tablosunun ortaya
çıkmasıdır. Bireyin bir yakının kaybı sonrasında yaşayabileceği bu tepkiler ve onların
giderilmesi için destek ve yardım ihtiyacı anlaşılabilir gelirken, aynı tepkilerin cinsel
taciz sonrası da görülebilir olması ya da görülmesinin beklenmesi akıllara şu soruyu
getirmektedir: Neyin kaybı?
Tacize uğradım ve travma sonrası stres tepkileri de göstermiyorum! Kadının özgürleşmesini reddeden kamusal sistemin bu cümle ile karşılaştığında zorluk yaşaması muhtemeldir. Kamusal sistemin kabulleriyle yandaş ve devamını kolaylaştıran psikoloji
disiplini burada yaşanan kafa karışıklığını çözmek için travma kriterlerini bünyesinde
barındırmaktadır. Çocukluğundan beri kadına öğretilen cinsiyet rolleri, cinsiyetçi kalıp yargılar, tabular nedeniyle bir erkeğin kadın izin vermeden bedenine dokunması
kadın ruhunda derin yaralar açacaktır. Namuslu olmak, kadın olarak varolabilmenin
tek koşulu olmuşken, namusuna yönelik herhangi bir müdahaleyi de varoluşuna yönelik bir tehdit olarak yorumlaman oldukça insanidir. Zira bir kadın olarak sen bir erkeği
tahrik etmiş, namusuna sahip çıkamamış ve sonucunda da tacize uğrayıvermişsin. Bu
süreci içselleştirmek, geçmiş yaşantılarını da ortaya koyup nerde hata yaptığına bakmak, her zaman sorun yaşadığın ama bir türlü dile getiremediğin eril sistemle ilişkili
geliştirdiğin baş etme stratejilerini bir daha sorgulamak, bu olay nedeniyle işlevsiz
görünenleri edebiyatından çıkarmak ve tekrar aynı deneyimi yaşamamak için farklı,
seni daha da kıskaç içine alan yeni stratejiler geliştirmek zorundasındır. Bunları yaparken de bedeninle kurduğun diyaloğa yeni cümleler ekmelisin. Benim kolum, benim
bacağım, benim göğüslerim dediklerinin o kadar da senin olmadığının, bir gün gelip
de başkası tarafından anında mülk edinilip, kullanım hakkına sahip olabileceğini fark
etmişsin. Ancak, bu farkındalık o kadar uzun süre orada duramaz, çünkü bir taraftan
da kadın bedeninin annenin sana her zaman söylediği gibi korunup kollanması gerektiği kanısına yaşayarak varılmıştır. Taciz yaşantısı gerçekleştiğinde üzerinde bulunan
diz üstü bir etek, kolları olmayan yakası açık bir tişört veya kırmızı bir ruj bütünüyle
de oturup tekrar konuşmak zorundasın. Herkes kadını haklı, diğerini ise suçlu olarak
görüyor gözükürken, asıl, öngörülen travmayı yaşamak zorunda olan, mağdur statüsüne bürünmek için tarifi imkânsız ruhsal acıları hissetmek zorunda kalan kadındır.
Çünkü kayıp kadının kaybıdır. Bir erkeğin kadın izin vermeden bedenine müdahalede
bulunması kadının suçu olmuştur ve cezası da travmatik yaşantı şeklinde yıllarca çekilecektir. Uzun zamanlar uğraşıp eril dünya içinde kazanılan saygınlık, güven duygusu yerini tedirginliğe, korkuya ve kaygıya bırakmıştır. Yıllarca yüzleşmekten korkulan
çaresiz kadın kimliğin ile burun buruna gelinmiştir ve bununla ne yapacağını bilemediğinden kaygı tepkisi geliştirmek beklenendir. Üstelik derman bulmak için başvurulan hukuk sistemi de sana aynı şeyi söylemektedir. Mağdursan psikolojik sorunlar
yaşamalısın ve bunu ispatlamalısın ki ben sana inanayım. Tacize uğrayan kadın, bir
erkekten hoşlanırken, gece sokakta yürürken, otobüse binerken, bir insana sıcak bir
gülümseme gönderirken, dostça cümle kurarken bir daha düşünmeli, hatta travmatik
belirtiler nedeniyle bunların hiç birini yapamaz hale gelmeli ki taciz suçunun cezasını
çekebilsin.
Cinsel taciz fiziksel bir travmadır başlığı altında yaşadığı cinsel taciz için çare arayan
bir kadın internet alanındaki psikolojik danışma sitesinde,
“Ben 29 yaşında bayanım. Çok küçük yaşta komşumuz tarafından tacize uğradım. Bu
benim bedenimde tarifi imkânsız yaralar açtı. O günü hayatım boyunca unutamadım.
Dıştan bakınca oldukça sağlıklı ve çekici bir bayanım. Ama erkeklerden nefret ediyorum.
Bu durumdan nasıl kurtulabilirim.”
diye soruyor. Psikolojik danışma servisinde hizmet veren psikolog ise kendisine şöyle
cevap veriyor;
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 63
“Tacize uğramış olan kadın tacize uğradığı yaş ne olursa olsun erkeklerden kaçma tepkisi verir. Çünkü canı acımıştır. Anılarında hoş olmayan şeyler vardır. Tehlike atlatmıştır. Bu tehlike karşısında her zaman tetikte olmalıdır. Bu tetikte olma durumu ruhsal
anlamda stres durumudur. Uzun süren bir stres durumu bedensel ve ruhsal sorunlara
neden olur. Yaygın anksiyete (stres) bozuklukları, fobiler, bedensel ifade edilen ruhsal
sorunlar ( el titremeleri, baş ağrıları, kalp çarpıntıları. ) Bazı durumlarda da hafif fakat
uzun süren depresyonlar çıkabilir. Bu travma hali tedavi edilmediği müddetçe yaşamında tehlike algılaması devam edecektir. Korku artık genele dönüşmüş ve tüm erkek cinsine güven azalmıştır. Ona göre hepsi tehlikeli olmuştur”.
Psikolojik tedaviyle bu semptomların tedavisi mümkün değil midir? Tabi ki mümkündür. Bir hizmet alanı olarak psikoloji her zaman oradadır. Hemen bir danışma merkezi
aranabilir, bir randevu istenebilir. Terapist, kadını yaşadığı travmatik belirtilerin aslında ne kadar anlaşılır olduğuna ikna edecek, olay ile ilgili yaşadığın korku ve kaygı
duyguları esnasında ortaya çıkan yanlış bilişleri kadın ile beraber de el ele vererek,
daha umutlu, daha mutlu, daha olumlu olanları ile değiştirecektir. Kadın terapiden
kendisiyle barışık mutlu bir insan olarak ancak ataerkillik kelimesini hiç duymadan,
cinsel tacizin açılımı olan maskulen faşizmden, erkek egemen dünyanın kadının yaşam alanlarında oluşturduğu diğer engellerden ve kısıtlamalardan, tamamen içselleştirilen cinsiyetçi ayrımın kökeninin toplumun hangi ihtiyaçlarını düzenlemek için
oluşturulduğundan habersiz, yaşadığı ruhsal acıların, terapiye geliş nedeninin bile
bu düzenin bir çıkarımı olduğu farkındalığından çok uzak ayrılacaktır. Terapi süreci
esnasındaki varsayım ise çok açıktır; “tacize uğrayan kadın hangi yaşta olursa olsun
erkeklerden kaçma tepkisi verir, vermelidir”. Tehlike algısı genellenmiştir, dolayısıyla
erkek doğası üzerine kurulmuş dünya da güvenilmezdir. Kadın olarak bu dünya içinde
güvenli şekilde var olma şansını bir kere kaybetmişsindir, tekrar elde etmek içinde
terapi sürecinden geçip, kurulu ataerkil düzen ile terapistin yardımı ile tekrar barışıp, sağlıklı, erkekleri seven bir kadın olarak geri dönmen gerekmektedir. Artık öfken
kontrol altına alınmıştır, zira toplum tarafından bir tehdit yaratmaz hale gelmişsindir.
Şimdi bir de terapi odasına girelim. Taciz sonrası kadın tarafından gösterilecek psikolojik travmaları, terapi sürecine düzenli eşlik ve işbirliği ile çözebileceğini iddia
eden terapistin tedavi esnasında kullanacağı kuramın temellendiği teorilere bakalım.
Freud 1905 yılında yayınladığı “Dora Vakası” adlı makalesinde kadınların geçmişe ait
tecavüz ve taciz hikâyelerinin birer kurgu, hayal ürünü, kadınların cinsel bastırılmışlıklarıyla ilgili yaşadıkları sorunlar nedeniyle ortaya attıkları birer fantezi olduğunu
iddia etmektedir. Cinsel taciz travmasının tedavisi çocukluk döneminde baba ile yaşadığın güven sorunlarının bugün yansımalarına değinilerek mümkün olabilmektedir.
David Sachs (2000) yayınladığı makalede Freud’un Dora’nın bilinçaltı düşüncelerini
ortaya çıkarmaktansa Dora’nın bilinçaltında ne olduğuyla ilişkili kendi bilinçaltındakileri ortaya çıkardığını iddia etmektedir. Dora’nın terapiden ayrılmasının nedeninin
belki de Freud’un ona kabul etmesi için zorladığı yanlış hikâye ve bunu için ortaya
çıkan baskı olabileceği vurgulanmaktadır. Günümüzde kadın hareketi ile de ortaya
çıkan değişikliklerin dikkate alınması gerektiğini ve psikolojideki otorite figürlerinin
varsayımlarının kör kabul yöntemi ile uygulanmaması gerekliliğini dile getirmektedir.
Hem bilişsel hem davranışçı müdahalelerden oluşan göz hareketleri ile duyarsızlaştırma tekniğinde ise kadın yaşadığı cinsel taciz olayına karşı duyarsız hale getirilerek
belirtileri ortadan kaldırılır. Partnerleri tarafından şiddet gören ve sonrasında travma
sonrası stres bozukluğu gösteren kadınlarla yapılan bir araştırmada (Staplon, Taylor
ve Asmundson, 2007), maruz kalma yöntemi ile tedavi edilen vakanın, göz hareketleri
ile duyarsızlaştırma ve rahatlama alıştırmaları ile yürütülen terapilere göre travma
sonrası stres bozukluğu belirtilerinin azalmasında daha etkili olduğu tartışılmaktadır.
64 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Maruz kalma terapisinde ise kadın şiddet gördüğü yere terapistin de eşliğiyle gider ve
olayın gerçekleştiği yerde daha önceden belirlenen stresli uyarıcılar ile kademeli olarak yüzleşir. Eğer travmanın oluştuğu yere tekrar gitmek mümkün değilse, travmatik
olaylar kadına hayal ettirilir. Bu hayal etme süreci esnasında kadın hayalinde şiddet
gördüğü kişi ile konuşur, kızgınlığını ve duygularını dile getir. Canlandırma tekniği
kullanıldığında, terapist tacizci rolüne bürünür ve kadının kızgınlıklarını kendisine
ifade etmesi sağlanır. Diğer bir araştırma bulgusuna göre (Lybomirsky ve Nolen-Hoeksema, 1993), bireyin olayı tekrar tekrar düşündüğü durumlar, bilişsel olumsuz işlevlerinin tedavisini zorlaştırmaktadır. Seanslarına düzenli devam gösterilen bilişsel
tekniklerin kullanıldığı bir tedaviden geçildiği düşünülürse de, olayı unutmak, olayı
hatırlamamak adına geliştirilen, dikkatini hemen başka yöne kaydırabildiğin stratejiler kadının tedavisinin daha kısa sürede ve başarıyla tamamlanmasını sağlamaktadır.
Başarılı bir terapi süreci sonunda kadın, bedeni, dünyası, çevresi ile ilgili olumlu bilişlere sahip, travma aklına geldiğinde hemen onu unutturacak yöntemler geliştirmiştir. Kendini değersiz hissettiğinde buna verecek kişisel cevapları olan bireye dönüşür,
güçlüdür ve mutlu hisseder. Aynı zamanda kadın treapi odasını, kadın olarak var oluşunun bir sonucu olarak taciz için elinden hiçbir şey gelemeyeceğine ikna edilmiş,
suçluluk duyguları hafifletilmiş, taciz vakasına duyarsızlaştırılmış, kırılgan, hassas
varlıklar olduğuna inandırılmış tatlı bir pozitif ayrımcılıkla terk eder.
Klinik psikoloji alt alanı tarafından önerilen tedavi yöntemlerinin kadını bağlamından
koparma çabalarının yanında teorik zemin sunmaya çalışan “bilimsel” makalelerin
taciz konusunu tartışma şekilleri de şüphe uyandırıcıdır. Adams (1999) tarafından
sunulan makalede cinsel tacize uğrayan iki kadının vaka örnekleri ve hem tacizcinin
hem de tacize uğrayan, yani kurban olan kadının hangi tanı kriterlerine uygun düştüğü tartışılmaktadır. Vakalardan bir tanesi şöyle sunulmaktadır.
“Kadın X gayet sevgi dolu bir ailede büyür. Kadın X büyürken herhangi bir duygusal istismara maruz kalmamış ancak 15 yaşında iken annesini kaybetmiş ve bu olay aile içinde
açık şekilde konuşulmamıştır. Kadın X bu olay nedeni ile kendini suçlu hisseder ve başa
çıkamadığı durumlar için kendini şuçlamayı öğrenerek büyür. Kadın X’in 20li yaşları
incelendiğinde herhangi bir dikkat çekici olaya rastlanmamaktadır. Uzun süreli ilişki
devam ettirdiği bir erkek arkadaşı bulunmamaktadır ve genel olarak mutlu gözükmektedir ve yaşadığı sorunlar hakkında konuşmaktan çekinmektedir. Kadın X üniversiteden
mevzun olduktan sonra bir işe başlar ve iş yerinde patronu tarafından düzenli cinsel
tacize maruz kalır. Bir gün beraber çıktıkları bir yemekte patronu Kadın X’e onun iş
yerindeki pozisyonunun iş yerinde takındığı tutum ile ilşkili olduğunu söyler ve karısı
ile ilgili yaşadığı cinsel sorunları Kadın X’e anlatır. Kadın X bu durumdan çok rahatsız
olur ve diğer bir iş arkadaşına bu durumu anlatır ve patronu ile konuşmasını rica eder.
Ancak iş arkadaşı patronu ile konuştuktan sonra patronunun sözel tacizlerinde artış
meydana gelir. Kadın X kendini sürekli kaygılı, çaresiz ve kafası karışmış hisseder. Bir
süre sonra uykularında zorluk ve işe odaklanma sorunları da yaşamaya başlar. Düzenli
sözel tacizler sonrasında patronu Kadın X’e bedensel olarak da tacizde bulunur. Kadın X
patronunun elinden kurtulmayı başarır ancak eve gittiğinde gerçekten kendini çok kötü
hisseder. Bir kaç hafta kadar kimseye açıklama yapmadan, kaygılı ve depresif bir şekilde
geçirir. Sonunda erkek arkadaşının da yardımıyla yasal süreçleri başlatır. “
Vaka sunumundan sonra makalede yer alan tanısal çıkarımlar aşağıda verilmektedir.
Kadın X: Travma sonrası stres bozukluğu, depresyon ile akut uyum reaksiyonu ve bağımlı kişilik bozukluğu özellikleri.
Tacizci patron: Cinsel bozukluk, depresyon ve narsistik kişilik bozukluğu.
Bu vakanın sunulduğu makalede ayrıca taciz şuçu işleyen kişilerin çocuklukların da
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 65
bağlanma sorunu yaşadıklarını, bugünkü taciz davranışının aslında çocukluk yaşantısına ait travmatik yaşantının devamı olduğu bildirilmektedir. Ancak vaka sunumu
incelendiğinde tacize maruz kalan kadının da psikolojik incelenmesinin yapıldığı görülmektedir. Ayrıca iş yerindeki güç kullanımı, gücün güçsüz üzerinde ne şekillerde
form bulduğu, erkeğin cinsel fantazilerinin şekillenmesinde rol oynayan kadın-erkek
rolleri üzerine değinilmemiştir. Taciz suçunu işleyen bireylerin taciz davranışlarının
nedenlerinin incelendiği bir makalenin sonundaki vaka sunumunda, tacizde bulunandan çok tacize uğrayanın psikolojik süreçlerinin vurgulandığı bir vaka sunulması
oldukça dikkat çekicidir. Cinsel tacizi bağlanma teorisi yaklaşımı ile inceleyen bir makalede tacize uğrayan kadının da tanı kriterleri ile yargılanması ve vaka sunumunda
çocukluk ve gençlik yaşantılarının ayrıntılı inceleme alması Dora’nın terapi esnasında
maruz kaldığı baskıyı hatırlatır.
Cortina ve Wasti’nin 2005 yılında yürüttükleri bir araştımada kadınların cinsel taciz
ile başetme yöntemlerini ve bu yöntemlerin sosyal güç, olayın ciddiyeti, sosyal destek
ve kültür ile ilişkisini incelemişler. Araştırma sonuçlarına göre sosyal olarak gücü daha
az olan kadınlar, örneğin, yaşı daha genç olan kadınlar taciz sonrasında olay olmamış
gibi davranma ve olayın ciddiyetini azaltmaya daha çok eğilimli bulunmuşlar. Gençlerde yaşlılara oranla tacizin daha az rahatsız edici olarak algılanmasının nedenlerinden
biri olarak, cinsel taciz hakkında daha az bilgiye sahip olmaları gösterilebilir. Birdeu,
Somers ve Lenihan (2005) tarafından yapılan bir araştırmada cinsel taciz hakkında
video ile bilgilendirilen ve okuma kitabı eğitimi alan gençlerin kontrol grubu ile kıyaslandığında okudukları taciz hikâyelerini rahatsız edici, tacizkâr olarak yorumladıkları
belirtilmektedir. Benzer sonuç kültürler arası farkla da ilişkilenmektedir. Patriarkal
kültürlerde bu utanılacak bir durum olarak görüldüğünden ve kadın ailesinin sosyal
ilişkilerini, çocuklarını ve şerefini korumak adına olayı daha az rahatsız edici olarak
algılamakta ve olay olmamış gibi davranma eğilimi göstermektedir. Bu kültürlerde yaşayan kadınların taciz sonrasında taciz suçunu işleyen ile olayın hemen sonrasında
tartışıp, bağırdığı ancak olay sonrasında olayı yoksayma, hakkını aramama, kendini
savunmama davranışları gösterdikleri vurgulanmıştır. Bu araştırmanın bulguları cinsel taciz ve kadın olgusu incelenirken, tacize uğrayan kadınlar terapi odasına alınırken, terapistin ilk aklında bulundurması gerekenlere kuvvetli bir alt çizgi çizmektedir:
Sosyal güç ve Ataerkil sistem. Cinsel taciz vakası ile uğraşmaya niyetlenmiş bir terapistin de haberdar ve farkında olması gereken bir tarih mevcuttur. Ataerkil toplum
düzeni, eski Mezopotamya’da neolitik dönemden uygarlıklara geçiş süreciyle eş olarak kent devletlerinin doğuşu ile birlikte görülmeye başlandı. Uygarlık denilen şey her
ne ise, en önemli özelliği mülkiyetin ortaya çıkmasıdır. Artı değerin kendini göstermesi, emek ayrımlarının şekillenmesi ve buna bağlı olarak da toplumsal statü farklarının
derinleşmesidir. Mülkiyet esas alındığı için onun aktarımı içinde en az tehlike içeren
ve sosyal statüleri kollayan babadan oğula miras yöntemi ideolojik gelişmeleri şekillendirdi. Kadın cinselliği ve doğurganlığının denetimi erkeklerin eline verildi, ataerkil
sistem aile sistemi ile kurumsallaştı ve yasalara geçti. Kadının cinselliğini ve doğurganlığını elinde bulunduran erkek egemenlik, mülk fazlasının daha fazla güç getirdiği
sistem içerisinde kadını da mülkiyet ilişkisi içerisinde kullanmaktan çekinmedi. Taciz
nedir, nedenleri nelerdir, taciz sonrası nerelere başvurulabilir, daha önce tacize uğrayan kadınların başından geçen deneyimler, izledikleri yasal yollar hakkında bilgi sahibi olan kadınların çözüm arayacakları tek yerin terapi odası olmaması muhtemeldir.
Kadını baştan beri hesabını kendinle görmeye inandıranlar, terapi odasında da kadına
hesabını kendi ile gördürdükten sonra bir savaşı daha kazanmış olarak, daha da güçlü
kadınların peşinde yol alacaktır. Ne de olsa kayıp hala kadınların kaybıdır.
Cinsel Taciz Olgusuna Alternatif Terapi Odası: Feminist Terapi
1960’lı yıllarda başlayan kadın özgürlük hareketi, kadınlar hakkındaki sosyal, kültürel ve politik inanışları değiştirmeye yönelik bir harekettir. Psikoloji içindeki feminist
66 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
yaklaşımların ilk ortaya çıkışı da kadın hareketi ile teorik tartışmanların başladığı
1970’li yıllara rast gelmektedir. Broverman ve arkadaşlarının 1972 yılında yaptıkları
cinsiyet rol stereotipleri araştırması cinsiyetçiliğin kişisel ilişkilerdeki tutum ve davranışlar dâhilinde ele alınmasına ilişkin ilk örneklerden biridir. İlerleyen yıllarda ise
şekillenen üç grup duruştan bahsedebiliriz. Bir grup psikolog kadına yönelik ayrımcılık konusuna yönelirken, bir grup ise kadının kişisel, kişilerarası ve sosyal yapıdaki
değişimine ve güç kullanımlarına odaklanmıştır. Üçüncü grup ise method ve içeriğe feminist bakış açısıyla eleştiri getirme çabası içine girmiştir (Unger, 2001). Son yıllarda
özellikle danışmanlık sağlamaya yönelik feminist terapi oluşumları üç bakış açısıyla
hareket etmektedir: bilinç yükseltme çalışmaları, taciz karşıtı odaklanmalar ve kadın
örgütlenmelerine yönelik programlar. Bu oluşumlar içindeki temel amaç, kadınların
psikolojik sorunlarının kişisel olmadığı ve kadının toplum içinde gördüğü baskıdan
bağımsız ele alınamayacağıdır (Evans, Kincade ve Marbley, 2005).
Operasyonel tanım yapmak gerekirse, feminist terapi, feminist politik felsefe ve analizleri tarafından bilgilendirilen, kadın psikolojisi ve cinsiyet temelli çok kültürlü feminizm çalışmaları etrafında şekillenen, hem terapiste hem de danışanlara duygusal,
çevresel ve politik çevrelerde gerçekleşmesi öngörülen feminist direnç ve sosyal değişim stratejileri ve çözümleri bildiren terapi pratiğidir. 6 temel bileşen, feminist terapi
teorisini diğer geleneksel terapi teorilerinden ayrıştırmaya ve şekillendirmeye yardım eder (Brown, 1994).
Feminist terapinin 6 temel bileşeni
a) Terapötik değişim ve feminist politik felsefe arasındaki ilişkilerin anlaşılması
b) Ana akım psikoterapilere yerleşik patriarkal sistemin cinsiyet, güç ve otorite kavramlarıyla analizi ve eleştirisi
c) Feminist bakış açısı ve terapinin anlamsal tartışmasının, sosyal ve bağlamsal bir
fenomen olarak ele alınması
d) Terapi sürecinde ortaya çıkan büyüme, gelişim, stres, tanı, sınır ve ilişki kavramlarının feminist politik felsefe üzerine temellenmesi
e) Feminist sosyal değişimin etik pratiklerle ilişkilendirilmesi
f) Çok kültürlülük ve farklılık içeren bilginin ve disiplinlerin teori içinde yer alması
Feminist terapi bileşenleri kadın özgürleşmesi politik tavrı üzerine oturmasına rağmen, pratik, kadının içsel süreçlerini göz ardı etmeden, çelişkilerin neden olduğu bilişleri de değerlendirmeye alır. Kadının ailesiyle yaşadığı sorunlar, kimlik sorunları,
intra-psişik süreçler terapi sürecinde vakanın kavramsallaştırılmasına dâhil edilir.
Ancak, feminist terapi, kadın tarafından deneyimlenen içsel süreçleri, kadının içinde
yaşadığı, kadını aşağı gören, değersiz kılan, kadına belirlenmiş cinsiyet rolleri sunan
ataerkil sistemden bağımsız ortaya çıkmadığını vurgular. Terapiye başvuran kadında
feminist duruş aramak ya da kadını terapi esnasında feministleştirmek yerine, hâkim
yapının çözülmesinde ortaya çıkacak kadının potansiyeline ve gücüne inanır. Terapinin temel amacı, ağrı uyandıran sosyal gerçekliklere karşı farkındalık kazandırmak,
sakinleştirmekten ziyade engel olmak, uyum sağlamaktan ziyade güçlendirmektir.
Psikoloji literatürüne hâkim, kadının acısı kişiseldir ve kişisel uyum ile çözülür varsayımı feminist terapi yaklaşımı tarafından eleştiri gören en önemli varsayımdır. Bu
varsayımı önüne alarak, cinsel taciz deneyimi yaşamış, psikolojik danışmanlık arayan
kadınlar için feminist terapi perspektifi 2 aşamalı plan sunar (Worel ve Remer, 1994).
İlk aşama değerlendirme aşamasıdır. Kültürel analiz içeren değerlendirme aşaması,
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 67
kültürde yer alan cinsel taciz ile ilgili yerleşik mitlerin sorgulanmasıyla başlar. Kadın
ve terapisti, tacize sadece güzel ve genç kadınlar uğrar, mini etek giyen kadın tacizi teşvik etmiştir, cinsel deneyimi olan kadınlar tacizden etkilenmezler, cinsel taciz
sadece karanlık ve izole alanlarda gerçekleşir v.b. söylemlerden hangisine ne kadar
inandığı hakkında konuşur. Kültürel analiz çerçevesinde değerlendirilen diğer konu
ise cinsiyet rolleri analizidir. Erkek ve kadının eşit olmadığı, erkeğin kadın üzerinde
hâkimiyeti ve üstünlüğü olan kültürlerde taciz oranının diğer kültürlere oranla daha
az gerçekleştiği vurgulanır. Kadın için kabul edilen roller ile birlikte erkeğe yüklenen
rollere de yer vermek önemlidir. Erkek sosyal ilişkilerde baskın taraf olmalı, duygularını ifade etmemeli, aile için gereken kararları erkek almalı v.b. ifadelerin, kadın için
anlamlılığı ve doğruluğuna gidilir. Kadınlar olarak beklentilerimizin nerde ve nasıl erkeklerden farklılaştığına, aile ve okul yaşantısının meta-mesajlar üzerindeki etkisine
ve bunların davranışlarımızı ve duygularımızı etkileyiş şekillerine odaklanılır. Üzerinde durulması gereken diğer önemli konu ise güç ve gücün kullanımıdır. Erkeklerin
ekonomik ve fiziksel güç kullanım alanlarındaki kadının direncini kırma ve zorlama
denemeleri örnekler yardımıyla tartışılır. Kurban söyleminin kullanımını ele alan feminist terapi yaklaşımı, kurban söyleminin tacize uğrayan kişiyi savunmasız kıldığını
belirtir. Kendini savunmaktan aciz olan kurban kadın, savunmasızlığı, korunmasızlığı
üzerinden taciz olayından kendine düşen suçlamaları kabul eden, üstlenen durumuna
düşer. Tacizi yok sayma, kendini suçlama benzeri belirtiler bu tür söylemlerin sonuçlarıdır. Feminist terapi odasında, kurban söyleminin üretildiği destekleyici olmayan
çevre olgusu ve kadın üzerindeki etkileri hem terapist hem de kadın tarafından bilinir hale gelir. Kurumsallaşmış cinsiyetçiliğin cinsel taciz eyleminin ortaya çıkışındaki
yetkileri vurgulanarak değişim başlar. Toplumun taciz olgusuna yaklaşımı ve danışan
kadının taciz olgusuna ilişkin kültürel dâhil oluşları ve bilişleri değerlendirilirken,
yaklaşımın altında yatan temel felsefe bireyin politik özne olduğudur.
Süreç içersindeki diğer aşama ise feminist yönelimli güçlendirme modelinin uygulanışıdır. Model 1986 yılında Pam Remer tarafından geliştirilmiştir ( Worel and Remer,
1994). Taciz öncesi dönemde oluşmuş ve tacizi anlamdırmak için kullanılan bilişler
değerlendirildikten sonra, taciz olayının kendisinin konu olduğu süreç başlar. Bu
aşamada kadının kendini suçlamaları üzerinde durulur. Karanlıkta dışarı çıkmamalıydım, kaçabilirdim, engelleyebilirdim gibi düşüncelerin doğruluğu ve işlevselliği
değerlendirilir. Taciz üzerine kurulmuş kadını suçlu hissettirmeye yönelik algıların
sorgulanmasıyla, kadın yalnız olmadığının, bu tür suçlamaların toplumun cinsiyetçi
mitlerinden kaynaklandığının farkına vararak suçluluk duygularından kurtulabilir.
Eğer kadın kriz dönemi olarak adlandırabileceğimiz, kontrolünü kaybetme, ağlama,
utangaçlık, çaresizlik hissi v.b. yoğun duygusal reaksiyonlar gösteriyorsa, kadın ile
karar alma yöntemleri üzerine konuşmak, empati kurmak, legal prosedürler, kendini
ifade etme ve olayı paylaşmanın işlevselliği ile ilgili bilgilendirme, yaşadığı duyguları
paylaşabilmesi için kadın sivil toplum kuruluşlarına yönlendirmek faydalı olabilecek
stratejilerdir. Kadının tekrar tekrar kendini suçlu hissedebileceği ortamlardan ve kişilerden kriz dönemini atlatana kadar uzak durması tavsiye edilebilir. Kriz dönemi ile
başedilmesinin ardından kadının taciz öncesi yaşamına dönmesi süreci başlar. Cinsel
tacizi ataerkil sistemde varoluşunun bir sonucu olarak görmesi, iyileşme vurgusu yerine bununla yaşama stratejilerine dikkat çekmek önemlidir.
Deneyimi paylaşmanın, anlamanın ve harekete geçmenin değişimi ortaya çıkarışı kaçınılmazdır. Kişisel değişimin sosyal dönüşümün bir parçası olduğu bilişi, kurulu kodları bozar ve yeniden üretir. Dünyanın güvenli bir yer olduğu, taciz deneyimi sonrası
dünyanın kaotik olduğu ile yer değiştireceğinden, dünya düzeni içinde varolmanın
olumlu ve olumsuz sonuçlarının farkına varmak olağan baş etme stratejilerini düzenlemek için kadına olanak sağlar. Psikoloji disiplininin, özellikle klinik psikoloji alanının, toplumsal olanı özel olandan ayırmak ya da özel olanı toplumsal olanın bir parçası kılmamak üzere yapılandırılmış teorilerinden farklılaşan feminist terapi sürecinde,
68 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
bireyin politik özne oluşu felsefesiyle başlatılan sorgulama, sosyal ve kültürel bakış
açısının değişimi ve kimliğin yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlanır. Sosyal dönüşümü makro düzeyden mikro düzeye kadar inen devamlı ve aralıksız bütün olarak kabul
etmemiz koşuluyla, terapi sonlandığında kayıp artık kadının değil, ataerkil sistemin
kaybıdır.
Kaynakça
Adams, K. M. (1999). Sexual harassment as cycles of trauma reenactment and sexual
compulsitivity. Sexual addiction & Compulcivity, 6, 177-193.
Broverman, I., Vogel, S. R., Brovekman, D. M., Clarkson, F. E., & Rosenkrantz, P. S. (1972).
Sex role stereotypes: A current appraisal. Journal of social issues, 28, 59‑78.
Brown, L.S. (1994). Subversive Dialogues: Theory in Feminist Therapy. A Subsidiary of
Perseus Books, L.L.C.
Birdeu, D. R., Chery L. S. ve Lenihan, G.O. (2005). Effects of educational strategies on
college students’ identification of sexual harrasment. Education, 125, 496-510.
Cortina, L.M. (2005). Profiles in coping: Responses to sexual harrasment across persons, organizations, and cultures. Journal of Applied Psychology, 90, 182-192.
Evans, K.M., Kincade, E.A. ve Marbley, A.F. (2005). Feminism and feminist therapy: Lessons from the past and hopes for the future. Journal of Counseling & Development, 83,
269-277.
Freud, S. (1917). Mourning and melancholia. Standard edition, 14, 243-258.
Lybomirsky, S. ve Nolen-Hoeksema, S. (1993). Self-perpetuating properties of dysphoric rumination. Journal of Personality and Social Psychology, 65, 339-349.
Sachs D. M. (2005). Reflection of Freud’s Dora case after 48 years. Psychoanalytic Inquiry, 25, 45-53.
Stapleton, J. A., Taylor, S. ve Asmundson, G. J. (2007). Efficacy of various treatments for
PTSD in battered women: Case studies. Journal of Cognitive Psychotherapy: An International Quarterly, 31, 91- 102.
Soykan, Ç. (2000). Krize müdahale ilkeleri çerçevesinde yas ve müdahale. Sayıl, I,
berksun, O. E., Palabıyıkoğlu, R., Özgüven, H. D., Soykan, Ç., Haran, S. (Haz.) Kriz ve
Krize Müdahale. Ankara Üniveristesitesi Psikiyatrik Kriz ve Uygulama ve Araştırma
Merkezi Yanınları, 6, içinde, s. 123-135.
Unger, R.K. (2001). Woman as Subject, Actors, and Agent in the History of Psychology.
R.K. Urger (Haz.) Handbook of the Psychology of Woman and Gender. John Wiley &
Sons, Inc, içinde s.3-16
Worell, J. ve Remer, P. (1992). Feminist Perspectives in Therapy. John Wiley & Sons. Inc
Cinsel taciz fiziksel bir travmadır. Alıntının tarihi 4 Nisan 2006,
http://www.mcaturk.com/epsikiyatri_53.html
Yabancılaşma Üzerine Bir Not*
John Holloway
Yabancılaşmayı kavramanın iki farklı yolu vardır: Bir koşul olarak ve bir mücadele
olarak. Marksizm’in tüm teori ve pratiği bu ayrımdan etkilenmektedir.
I.
Marksizm’de yabancılaşma kavramının merkezi bir yerinin olması onun bir iktidar
tartışması ve Marksizm’in de bir iktidar teorisi olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
Temel yabancılaşma düşüncesi kapitalist işleyiş altındaki gücümüzün (yaratma gücü,
hayatlarımızı kontrol etme gücü - tanrı ya da başka dışsal bir güç olmadığından beri bu
güç sadece insana aittir) yabancılaştırıldığı, gücümüze başkaları tarafından el konulduğudur. Bizler kendi hayatlarımız üzerindeki iktidarımızdan yoksun bırakılanlarız.
Kişinin kendi hayatı üzerindeki iktidarına yabancılaşması insanın kendisini yitirmesidir – Marx’ın deyişiyle kendine yabancılaşmadır. ‘Pratik insan etkinliklerini, emeğini
yabancılaştırma edimi’, kişinin etkinliklerinin ona ait olmayan ona yabancı bir biçimde var olması anlamına gelmektedir; etkinlik ıstırap çekmektir, kuvvet zayıflıktır, bir
şeye hayat vermek hadım edilmektir, işçinin kendi fiziksel ve zihinsel enerjisi, kendi
kişisel yaşantısı –yaşam etkinlik için değilse başka ne içindir?- ondan bağımsız olan ve
ona ait olmayan bir etkinlik olarak kendi aleyhine dönmüş gibidir’1. Yabancılaşma, etkinliğin ıstırap biçiminde var olması – kuşkusuz bu merkezi olan noktadır- ve gücün/
iktidarın zayıflık biçiminde var olması anlamına gelir.
İnsanlığı etkinlik üzerinden tanımlarsak – bu Marx’ın temel bir ön kabulüdür - o halde yabancılaşma, insanlığın insanlık dışı bir biçimde var olması, özne olan insanların
* Bu metnin orijinali Historical Materialism, 1(1), 1997 , S. 146-149(4)’te yayınlanmıştır.
1 Marx 1975, s. 275
70 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
nesneler olarak var olması anlamına gelmektedir. Yabancılaşma öznelerin nesneleştirilmesidir. Özne kendi öznelliğine yabancılaşmaktadır, ve kendi öznelliğine başka bir
kişi tarafından el konmaktadır. ‘Istırap olarak etkinlik, zayıflık olarak gücün’ varlığı
insan etkinliğinin, insan gücünün yabancı bir düzeye atfedilmesi anlamına gelmektedir: Artık tanrıya değil, ancak çok çeşitli formlarıyla (değer, para, devlet, v.b.) modern sermaye tanrısına. Özneler nesneye dönüştürülürken, aynı zamanda öznelerin
ürettikleri nesne, sermaye, toplumsal özneye dönüştürülmektedir. Öznelerin nesneleştirilmesi nesnelerin özneleştirilmesini gerektirmektedir. Bu kapitalizmin Marksist
eleştirisinin özüdür.
II
Yabancılaşmayı anlamanın daha yaygın olan yolu onu kapitalist işleyiş altındaki insanlık durumunun bir analizi olarak görmektir. Bizim varoluşumuz yabancılaşmış bir
varoluştur, kapitalist toplum yabancılaşmış bir toplumdur, bizler nesneleriz, acı çekeriz, özne olan sermayedir, eyleyen sermayedir.
Yabancılaşmanın bu açıklaması derin köklere sahiptir. Marksist düşüncede sermaye
iktidarının (ya da muhtemelen kapitalist devlet iktidarı ya da sermayenin özel bir
kesimi) insanlık durumu üzerine düşünmek için başlama noktası olduğu yaygın bir
biçimde kabul edilmektedir. Sermayenin var olan tek özne olduğu fikri kapitalizmin
gelişimi hakkındaki birçok analizde tartışmasız kabul edilen bir şeydir: Örneğin bizatihi ‘Marksist ekonomi’ (ekonominin Marksist eleştirisinin yerine) kavramı, sermayenin bu toplumun öznesi olduğu fikri üzerine temellenmiştir. Eğer sermaye iktidarın
öznesiyse, o zaman, bizler açıkça bu iktidarın acz içindeki nesneleri, sermayenin kurbanları olarak kabul edilmekteyiz. Çok kolaylıkla, yabancılaşma teorisi kurban ideolojisine dönüştürülmekte, bu durum karşısında ah-vah etmek de Sol tarafından oldukça
sevilmektedir.
Yabancılaşmanın bu yorumu, yabancılaşma ve yabancılaşmama (etkin özne) arasında açık bir ayrım içermektedir. Yabancılaşma kavramı, kaçınılmaz olarak, yabancılaşmanın olmaması (non-alienation) nosyonunu içermektedir. Bizler, yalnızca, yabancılaşmaya ters, yabancılaşmamış kimi fikirlerimiz olduğunda yabancılaşmadan söz
edebiliriz. Eğer yabancılaşma şimdiki durumun bir tasviri olarak anlaşılırsa, o zaman
yabancılaşmanın olmaması tahminen geleceğe ( ya da belki de geçmişe) ilişkindir. Bu
yorum, bu nedenle şimdi (kapitalizmi karakterize eden yabancılaşma) ile gelecek (yabancılaşmanın olmadığı toplum olarak tanımlanan komünizm) arasında tam bir karşıtlık olduğunu ileri sürmektedir.
Bununla birlikte, yabancılaşmanın olmadığı bir gelecek görüşüne sahip olmak ve şu an
var olan yabancılaşmayı eleştirebilmek için, hali hazırda yabancılaşmadan kurtulmuş
bir kimsenin bulunması gereklidir. Yabancılaşmanın bir koşul olarak yorumlanması,
bu nedenle, kendini bu durumdan kurtarmayı başaran (en azından kavramsal olarak)
esaretten kurtulanlar (elbette kendimiz) ve diğerleri, yığınlar, sıradan insanlar arasında bir ayrım gerektirmektedir. Bu da doğru sınıf bilinci (bizlerinki) ile işçi sınıfından
olan ‘sokaktaki insan’ın sıradan ya da yanlış bilici arasında bir ayrım gerektirir. Onlar
acı çeker, biz eyleriz. Biz anlarız, onlar anlamaz.
Eğer yabancılaşma günümüz toplumunun [varlık] koşulu ise, o halde yabancılaşmanın olmadığı gelecekteki bir topluma geçiş üzerine düşünmenin iki olası yolu vardır.
Ya böylesine bir geçiş imkansızdır, yabancılaşma dışında bir yol bulunmamaktadır, anlayanlar olarak bizler yalnızca eleştirebiliriz, ancak umutsuzca (bu konum Frankfurt
Okulu veya çeşitli sol akademisyenler ile ilişkilendirilebilir); ya da devrimi tasavvur
etmenin tek yolu esaretten kurtulmuş olan önderliğin – öncü parti – varlığını gerekli
kılar. Her iki görüş de, hem Frankfurt Okulunun karamsarlığı hem de Leninist gelene-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 71
ğin devrimci iyimserliği, bir koşul olarak yabancılaşmanın aynı elitist yorumundan türemektedir. Her ikisi de gün gibi ortada olan şu soruyu sormaktan kaçınmaktadır: Bizler, esaretten kurtulanlar, yabancılaşmış fikirlerin sisinden kaçmayı nasıl başardık?
III
Bununla birlikte, yabancılaşma fikrinin mümkün olan başka bir yorumu daha vardır.
Bu, yabancılaşmayı bir durum olarak değil bir süreç, sürekli bir mücadele olarak görmektir.
Yabancılaşma tartışmasında Marx, yabancılaşmayı etkinlik ile ilişkili olarak anlamanın önemini vurgular. Bu, özel mülkiyet gibi yabancılaşmanın diğer görünümlerini anlamanın anahtarı olan emeğe yabancılaşma, pratik insan etkinliklerine yabancılaşmadır. 1844 El Yazmalarında yabancılaşmış emek üzerine olan bölümün son satırlarında
Marx, yabancılaşmanın işçi ve işçi olmayan (kapitalist) için anlamını karşılaştırmıştır:
“işçilerde bir yabancılaşma, dışsallaşma etkinliği olarak görünen her şey, işçi olmayanlarda yabancılaşma, dışsallaşma durumu olarak ortaya çıkmaktadır”2. Bu durum,
yabancılaşmanın bir [varoluş] koşulu ya da bir durum olmasına bağlı olarak, işçi olmayanın ya da kapitalist olanın görünümü ile yabancılaşmanın bir etkinlik, bir süreç
olduğu işçinin görünümü arasında bir fark olduğunu akla getirmektedir.
Şimdi, eğer yabancılaşma bir etkinlikse, o zaman işçilerin, daimi olarak kendi yabancılaşmalarının üretimiyle uğraştırıldıklarını ima eder. İşçinin kendi ıstırabını üreten
(eylemsizlik), işçinin kendi etkinliğidir (eyleyiş), işçinin kendi güçsüzlüğünü yaratan
kendi gücüdür. Özel mülkiyeti ve böylelikle de sermayeyi üreten bizzat işçinin kendisidir. “Tıpkı kendi ürettikçe kendi gerçekliğini yitirmesinde, kendini cezalandırmasında; kendi ürününü bir kayıp, kendine ait olmayan bir ürün olarak yaratmasında
olduğu gibi, aynı biçimde, üretmeyen birisinin ürün ve üretim üzerindeki egemenliğini yaratır”3. Yabancılaşma işçiler tarafından sermayenin üretilmesidir. Bunu izleyen
iki önemli nokta vardır. İlki sermayenin emeğe tabi olmasıdır. Sermayenin gündelik
varoluşu işçilerin gündelik olarak tekrarlanan yabancılaşmış etkinliklerine, yabancılaşmış emeğe tabidir. Ve ikinci olarak, eğer bu yabancılaşma bir durum ya da bir koşul
olarak değil de bir etkinlik olarak anlaşılırsa, bunun anlamı yabancılaşmanın önceden
belirlenmiş (pre-determined) olmadığıdır. Etkinlik, kesinsizliğe, başarısız olma olasılığına, tamamlanmamışlık olasılığına göndermede bulunur. Etkinlik olarak anlaşılan
yabancılaşma daima mücadeleyi içerir. Sermayenin varlığı, bu nedenle, daima içerisinde mücadelenin hüküm sürdüğü yabancılaşmış emeğe tabidir. Diğer bir deyişle,
yabancılaşma sermayenin hayatta kalma mücadelesidir, emeğe boyun eğdirme mücadelesidir, sermaye tarafından her günkü mücadele, emeğe bağımlılığının üstesinden
gelmektir, eyleyişimizi ıstıraba, etkinliğimizi eylemsizliğe, kuvvetimizi güçsüzlüğe dönüştürmektir. Yabancılaşma sınıf mücadelesidir, sermayenin gücümüzü, emeğin gücünü, elimizden alma mücadelesidir; aynen Kapital’de Marx tarafından analiz edildiği
gibi, yabancılaşmış (ya da fetişleştirilmiş) formlar (değer, para, vb.) bu mücadelenin
formlarıdır. Yabancılaşma sermayenin ardı arkası kesilmeyen mücadelesidir. Yabancılaşma sınıf mücadelesinin bir görünümü değildir; o, sermayenin var olma mücadelesidir.
IV
Yabancılaşmayı bu yolla anlamak perspektifte tam bir değişim içermektedir. Eğer yabancılaşma bir koşul olarak anlaşılırsa, yabancılaşmadan kurtulma (dis-alienation)
meselesi marjinaldir, geleceğe ilişkin bir meseledir. Ve eğer yabancılaşmama geleceğe
2 Marx 1975, s. 282; vurgular orijinaline uygundur
3 Marx 1975, s. 279
72 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
ilişkin bir meseleyse, o halde şu andaki mücadele yabancılaşmamaya ulaşmanın bir
aracı, bu erekten koparılan bir araç olarak anlaşılabilir.
Eğer, diğer yandan, biri yabancılaşmayı bugünün mücadelesi olarak anlarsa, o zaman
yabancılaşmama meselesi (Zapatistlerin daha incelikli bir biçimde adlandırdığı haliyle, ‘onur’) bizim şimdi nasıl yaşayacağımız ve mücadele edeceğimiz meselesidir. Eğer
sermayenin yeniden üretimi yabancılaşma mücadelesine bağlıysa, o zaman bizim mücadelemiz, sermayeye karşı emeğin mücadelesi, yabancılaşmamanın mücadelesidir.
Yabancılaşmama gelecekte olan bir şey değildir, şu kahrolası üzüntüler diyarının içinden geçtikten sonra ulaşacağımız devrimci durumun ardından gelen bir şey değildir;
aydınlanmış ya da esaretten kurtulan birkaçının ayrıcalığı da değildir. Bilakis, yabancılaşmama buradadır, şimdi, başkaldıran emek olarak varoluşumuzdadır, sadece sermayenin içinde değil, yanı sıra sermayeye karşı varoluşumuzdadır. Yabancılaşmama
eylemsizliğe karşı etkinliğin, acı çekmeye karşı eyleyişin ardı arkası kesilmeyen isyanıdır.
Kaynak
Marx, K. (1975). The Economic an Philosophical Manuscripts’ in Marx and Engels Collected Works, volume 3, London: Lawrance and Wishart.
…
Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için
Acı veriyor
Sadece acı.
Bejan Matur
Çevirenler: Derya Koptekin, İlker Kabran
Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite
Bozukluğunun Tedavi Yöntemleri
Şebnem Özkan
Özet
Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) en çok araştırılan davranış bozukluklarından
biri olmasına rağmen, bugüne değin etiyolojisi ve tedavisi konusunda tam bir fikir birliğine
varılamamıştır (Graham, 2006). DEHB hakkındaki bu belirsizlikler, günümüzde yaygın olarak kullanılan ilaç tedavisi hakkında bir takım sorulara yol açmaktadır. İlaç kullanımına karar
vermeden önce, DEHB belirtilerinin psikoterapi ve/veya alternatif terapiler ile tedavi edilmeye çalışılması ve buna bağlı olarak, DEHB ilaçlarının etkililiğinin ve yan etkilerinin dikkate
alınması, doğru bir yaklaşım olacaktır.
Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğu Nedir?
DEHB, çocuklarda en sık teşhis edilen psikopatolojilerden biridir. Örneğin, ABD’de,
okul çağındaki çocukları 3.0-7.5% oranında etkilediği tahmin edilmektedir (Castellanos & Tannock, 2002). DSM-IV’e (APA, 1994) göre, DEHB’nin üç alt-tipi bulunmaktadır. Bunlar: (a) Ağırlıklı olarak dikkatsiz tip, (b) Ağırlıklı olarak hiperaktif-dürtüsel
tip, ve (c) Kombine tiptir. Dikkat eksikliği, çabuk dikkat dağılması, hayal kurma, unutkanlık ve organizasyonsuzluk gibi belirtiler ile tarif edilirken; hiperaktif-dürtüsel tip,
sürekli hareket halinde olma, sabırsızlık, başkalarının sözünü kesme ve araya girme
gibi belirtilere sahiptir. Kombine tip, adından da anlaşılacağı gibi, hem dikkatsiz hem
de hiperaktif-dürtüsel tiplerin belirtileri mevcut ise teşhis edilebilir.
DEHB’nin etiyolojisi, birbirinden değişik tıbbi açıklamalar yüzünden, bugüne kadar
kesinlik kazanamamıştır (Graham, 2006). DEHB’nin genetik özellikler taşıdığını gösteren bulgulara rağmen, spesifik olarak hangi genin rol oynadığı henüz belirlenememiştir (Doyle ve ark., 2005). DEHB belirtilerinin ortaya çıkmasında rol oynayan faktörlerden bazıları şunlardır: çocukken taciz edilmek veya ilgilenilmemek (APA, 1994),
enfeksiyonlar (örn., ensefalit) ve nörotoksinler – özellikle civa veya kurşun zehirlenmeleri – (APA, 1994), duyusal entegrasyon bozukluğu (Kranowitz & Miller, 1998),
yağ asidi eksikliği (Stevens ve ark., 1995), böcek ilaçları (Aldridge ve ark., 2005), hamilelik süresince sigara ve alkol tüketimi, şeker ve yiyeceklerdeki katkı maddelerine karşı alerjik reaksiyonlar (NIMH, 2003), anne karnında iyi beslenememek (Mick,
Biederman, Prince, Fischer, & Faraone, 2002), tiroid problemleri (McDonald ve ark.,
1998), uyku problemleri ve horlama (Cuvelier, 2002) ve magnezyum eksikliği (Starobrat-Hermelin & Kozielec, 1997). Bazı uzmanlar, DEHB’nin DSM-IV’de gösterilen
alt-tiplerinden farklı alt-tipler belirlemiş ve tedavilerini ona göre sürdürmüşlerdir
(Amen, 2001; Weiss, 2005).
74 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
DEHB karakteristiklerinin nasıl tanımlanabileceği bu makalenin kapsamı dışında olsa
da, DEHB tedavilerini tartışmaya başlamadan önce, bir kaç noktadan kısaca bahsetmek faydalı olacaktır. DEHB’nin bir hastalık (bozukluk) olarak kurgulanmasının ardında kültürel, sosyal, ekonomik ve profesyonel faktörler olabileceği, psikologlarca belirtilmiştir (örn., Maddux, Gosselin, & Winstead, 2004). DEHB farklı kültürlerce farklı
olarak tanımlanabilir ve belirtileri farklı olarak belirlenebilir (Timimi & Taylor, 2004).
Ayrıca, dikkatsizlik ve hiperaktivite gibi belirtiler çocuğun başka sebeplerden ötürü
endişeli ve/veya üzüntülü olduğu dönemlerde görülebilen belirtilerdir (Vail, 1987)
ve klinik teşhis esnasında bu olasılıklar incelenmeli ve DEHB teşhisi ancak bu olasılıklar ekarte edildikten sonra konulmalıdır (Sherman, 2002). Yukarıda bahsedilen
bu belirsizlikler, DEHB’yi tanımlamayı zorlaştırdığı gibi, tedavi yöntemleri hakkında
bir anlaşmaya varılmasını da güçleştirmektedir (Graham, 2006). Son yıllarda, bazı uzmanlar DEHB’nin bir “bozukluk” değil, dezavantajlı ve aynı zamanda da avantajlı yönleri ile birlikte – yaratıcılık (White & Shah, 2006), empati (Weiss, 2005), hiperfokus
(Cramond, 1994) gibi – farklı bir düşünce şekli olduğunu savunmaktadırlar (Weiss,
2005). (Hiperfokus, DEHB’li kişilerde görülen ve kişi ilginç veya sevdiği bir konu ile
ilgilendiği zaman ortaya çıkan çok kuvvetli bir konsantrasyon şeklidir). Bu aşamada
akla şu soru gelmektedir: DEHB belirtileri olarak nitelenen karakteristikler, kesin ve
net bir şekilde bir bozukluk/hastalık olarak tarif edilemiyor ise, psikostimülan ilaçlar
kullanılarak tedavi edilmesi ne kadar doğru olacaktır?
DEHB Tedavisi
DEHB ve İlaçla Tedavi
İlaçla tedavi ne kadar yaygın? DEHB’nin tanımı ve tedavisi hakkındaki belirsizliklere
(Graham, 2006) ve DEHB hakkındaki alternatif teorilere (örn., Weiss, 2005) rağmen,
günümüzde ilaç tedavisi DEHB terapisinde neredeyse vazgeçilemez bir yöntem olarak yerini almıştır. DEHB tedavisi için ilaç kullanımı hem dünya genelinde hem de
Türkiye’de giderek artış göstermektedir. Örneğin, ilaç kullanımı, ABD’de bir sene içerisinde (2005’ten 2006 senesine kadar) çocuklar ve yetişkinler genelinde 11.8% artış
göstermiştir (Castle, Aubert, Verbrugge, Khalid, & Epstein, 2007). Türkiye’de, 1998’de
2 kg olan ritalin ithali, 2002 itibari ile 23 kg’a çıkmıştır (Aras & Şemin, 2005). Aras ve
Şemin, genç bir nüfusa sahip olan ülkemizde, DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların
karlı bir tüketim aracı haline gelebileceğinden ve Türkiye’nin, henüz ülkemizde kullanılmayan diğer DEHB ilaçları için de bir pazara dönüşebileceği ihtimalinden bahsetmişlerdir. İlaç tüketimindeki bu artışa rağmen, DEHB ilaçlarının etkililiği ve güvenilirliği tartışmalı niteliğini korumaktadır (Graham, 2006).
DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların etkililiği ve yan etkileri. Öncelikli olarak belirtilmelidir ki, DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar yüzde yüz etkili olmayabilirler
(Sherman, 2002). Örneğin, ritalin, concerta, daytrana gibi ilaçların ana maddesi olan
metilfenidatın, okul öncesi çocuklarda etkili olmayabileceği yapılan çalışmalarda gösterilmiştir (Alper, 2007). Diğer yandan, DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların DEHB
belirtilerini baskılamada etkili olduğu durumlarda bile, diğer bir deyişle DEHB’li çocuğun konsantrasyonunu arttırıp sakinleştirdiği halde, düşünsel kapasitesini ve akademik performansını arttırmadığı, dolayısı ile uzun vadede çocuğun öğrenmesine
katkıda bulunmadığı araştırmalar ile gösterilmiştir (Safer, 2004).
Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (1989) belirttiğine göre, DEHB tedavisinde kullanılan psikostimülanlar ile kokain ve amfetaminler, nöro-farmakolojik olarak benzer bir
yapıya sahiptirler. Diğer bir deyişle, DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar kokain ile
aynı etkileri ve yan etkileri göstermektedirler (Breggin & Breggin, 1995). Bu yüzden,
DEHB ilaçları da özellikle gençlerde, kokain veya amfetaminlerin sebep olduğu gibi,
bağımlılıklara (gerek DEHB ilaçlarına, gerekse diğer bağımlılık yaratan maddelere)
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 75
sebep olabilmektedirler. DEHB ilaçlarının etki süresi geçtiğinde – ki psikostimülan
ilaçlar akşamları etki süresi bitecek şekilde tasarlanmış ilaçlardır – kişiler, yoksunluk (withdrawal) belirtileri göstermektedirler. Bu belirtiler, ilacı almadan öncekinden
daha şiddetli olacak şekilde dikkatsizlik, yorgunluk, geçimsizlik ve depresif belirtiler
olarak ortaya çıkabilmektedirler.
DEHB ilaçlarının yan etkileri şu şekilde sayılabilir: baş ağrısı, iştah kaybı (hatta anorexia), büyüme bozuklukları, duygusal hassaslıklar (kolay ağlama gibi), geçimsizlik, tikler, uyku bozuklukları, karaciğer problemleri, uyuşukluk/halsizlik (Breggin & Breggin, 1995), tansiyon bozuklukları ve kalp problemleri (Splete, 2004) kendini garip
hissetme, halüsinasyonlar (NIMH, 2003) ve merkezi sinir sistemi hasarı (Bethesda,
1998). Bütün bu yan etkilere ilave olarak, metilfenidat’ın (ritalin) kanserojen etkiler
gösterilebileceği de belirtilmiştir (Epstein, 2001). Ayrıca, DEHB tedavisinde kullanılan ilaçları tüketen çocuk ve gençlerin daha az konuştukları ve daha az sosyal ilişkiye
girdikleri gözlemlenmiştir (Sherman, 2002). Bu durum, zaten sosyal alanda problemler yaşaması olağan olan DEHB’li kişilerin durumunu daha da zorlaştırabilir.
Araştırmalar, DEHB ilaçlarının uzun dönemli nörolojik etkilerinin olumsuz olabileceğini göstermiştir (Advokat, 2007). Dopamin nörotransmitter’ının yetersizliğinin
DEHB belirtilerinin ortaya çıkısında önemli rol oynadığı bulunmuştur (Swanson ve
ark., 2000). Advokat ve arkadaşları (2007), araştırmalarında dopamin geni taşıyıcılarının ilaç kullanımı sonucunda azaldığını göstermişlerdir. Shaw (1992) ilaç kullanımının kişiye özgü bilişsel yapıyı bozabileceği ve işlevsel olmayan bir bilişsel yapıya
neden olabileceğini söyleyerek, ilaç kullanımına karşı çıkmıştır.
DEHB ve Alternatif Tedaviler
DEHB tedavisinde diyet değişikliğinden, neurofeedback tedavisine, vitamin ve mineral desteğinden egzersiz programlarına kadar pek çok alternatif yöntemin etkili olduğu bilinmektedir (Baumqaertel, 1999). DEHB karakteristikleri gösteren kişiler şeker
ve yiyeceklere konan katkı maddelerine karşı duyarlı olduklarından (NIMH, 2003),
bu maddelerin diyetten elimine edilmesi ve yeni bir diyet programı yapılması tavsiye edilmektedir. Bazı vitaminler (özellikle B vitaminleri) ve minareller (magnezyum
gibi) diyete dahil edildiğinde iyi sonuçlar verebilir. Düzenli egzersizin, hem hiperaktivite belirtilerinin azalmasına, hem de kişinin sosyalleşmesine katkıda bulunduğu
saptanmıştır (Lullo, & Van Puymbroeck, 2006).
Öte yandan, DEHB’nin ilaç kullanılmaksızın; sadece psikoterapi ile tedavi edilebildiği
araştırmacılarca gösterilmiştir. DEHB tedavisinde kullanılabilecek psikoterapi tekniklerinden ilki ahenk [coherence] terapisidir. Ahenk terapisinin yöntemleri ile, kişinin
bilincinde olmadığı bilgi yapıları değiştirilerek, DEHB belirtileri de dahil olmak üzere
pek çok semptomatik davranış tedavi edilebilmektedir (Toomey & Ecker, 2007). Buna
benzer bir şekilde, Leuzinger-Bohleber, Staufenberg ve Fischmann (2007) psikanaliz
ile DEHB’nin başarılı bir şekilde iyileştirilebileceğini savunmuş ve psikanalizi ilaç ile
tedaviye alternatif olarak önermişlerdir. Bilişsel-davranışsal terapinin ilke ve tekniklerinin geliştirilmesi ile ortaya çıkmış olan meta-bilişsel terapi de DEHB tedavisinde
başarılı sonuçlar göstermiş bir terapi şekli olarak karşımıza çıkmaktadır (Solanto,
Marks, Mitchell, Wasserstein, & Kofman, 2007). Bazı DEHB belirtilerinin tedavisinde
yardımcı olduğu gösterilen diğer bazı yöntemler de şu şekilde sıralanabilir: sosyal
beceri eğitimi, ebeveyn becerileri eğitimi, ve DEHB koçluğu (NIMH, 2003).
Teşhis Yöntemlerinin Kritiği
DEHB karakteristiklerinin bir hastalık olarak tanımlanmasının eleştirilerine ilave olarak, herhangi bir davranış şeklinin, bir hastalık olarak etiketlenmesi de bazı psikologlarca eleştirilmektedir (örn., Drewery, Winslade, & Monk, 2000). Bir hastalık ile
76 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
nitelenen kişiler, davranışlarına yönelik olarak pasif bir tutuma girebilirler; rahatsız
edici davranışları ile yüzleştirildiğinde “Ben DEHB’liyim, elimde değil” diyerek davranışının sorumluluğundan kaçınmaya çalışan öğrenci örneğinde olduğu gibi. Bu şekildeki pasif tutum, kişinin durumunu iyileştirmek için umudunu yitirmesine yol açar
ise, tedaviyi de engelleyici bir hale dönüşebilir. Bütün bunlara ilaveten, kişiyi kronik
bir hastalık ile nitelemenin sonucundaki bu pasiflik, DEHB ile teşhis edilmiş çocukların ebeveynlerini, çocuklarının durumunu iyileştirmek çabasından ve ebeveynlik
sorumluluklarından vazgeçirtebilir. Diğer taraftan, kişileri bir hastalık etiketi ile özdeşleştirmek diğerlerinin algı ve düşüncelerini de olumsuz yönde etkileyebilir. Canu,
Newman, Morrow ve Pope’un (2007) araştırmalarında gösterdikleri gibi, DEHB ile
teşhis edilmiş yetişkinler bazı medikal problemleri olan ve görünüşte hiçbir problemi
olmayan yetişkinlerle karşılaştırıldığında, DEHB ile teşhis edilmiş yetişkinlere yönelik olumsuz bir yargılama - özellikle iş çevrelerinde ve akademik çevrelerde - mevcut
olabilmektedir.
DSM-IV gibi teşhis yöntemlerinin etkinliği ve geçerliliği pek çok psikolog ve hatta psikiyatrist tarafından tartışılmaktadır. Örneğin, bazı uzmanlar bu tip teşhis yöntemlerinin, yeterli sayıda bilimsel araştırma yapılmamış olduğundan bilimsel geçerliliğinin
olamayacağını savunmaktadırlar (Caplan, 1995). Daha da önemlisi, bazı kurgulamacı
[constructivist] psikologlar, DSM-IV gibi teşhis yöntemleri hakkındaki eleştirilerini,
insan bilgisinin öznel yapısına dayandırmaktadırlar (Raskin & Lewandowski, 2000).
Kurgulamacı teoriye göre, nihai gerçeklerden bahsedilemez; ancak gerçeğin yorumları hakkında konuşulabilinir ve bu sebepten dolayı, psikolojik hastalıklar hiçbir zaman
nesnel olarak tanımlanamayacaklardır. Bu yüzden psikiyatristler, psikolojik teşhisin,
kişi hakkındaki nihai gerçek olmayabileceğinin, aksine, sadece o kişi hakkında bir takım yargılar belirtmeye yarayacağının bilincinde olmalıdırlar (Raskin & Lewandowski, 2000).
Öneriler
DEHB’nin tartışmalı durumu, psikiyatristlerin, eğitimcilerin, ebeveynlerin ve DEHB
ile teşhis edilmiş kişilerin, DEHB konusunda daha fazla bilgi edinmelerini ve ilaç kullanımı konusunda daha dikkatli olmalarını gerekli kılmaktadır. Araştırmacılar, özellikle erken yaşlardaki ilaç kullanımı konusunda psikiyatristleri ve ebeveynleri uyarmaktadırlar çünkü ilaç kullanımı, okul öncesi çocuklarda daha kuvvetli yan etkilere
sebep olabilmektedir ve çocuklar o yaşlarda daha hızlı geliştikleri için, gelişimlerini
kötü yönde etkileyebilmektedir (Sherman, 2002). DEHB ilaçlarının çocuk, genç ve yetişkinler üzerindeki etkileri daha detaylı olarak araştırılmalıdır. İlaç kullanımı, ilacı
kullanacak kişi ve psikiyatrist tarafından (ilaç bir çocuk tarafından kullanılacak ise,
ebeveynleri de içine alacak şekilde) dikkatlice tartışılarak belirlenmelidir. Teşhis esnasında, depresyon, endişe ve üzüntü gibi diğer etkenlerin DEHB belirtilerine yol açıp
açmadığı konfirme edilmeli (Sherman, 2002) ve kişi DEHB tedavisindeki alternatif
yöntemlerden haberdar edilmelidir (Baumqaertel, 1999). DEHB belirtilerini tedavi etmekte başarılı olabilecek psikoterapi yöntemleri araştırılmalı ve bu yöntemler
DEHB ile teşhis edilmiş kişilerin tedavisinde daha geniş kapsamlı bir şekilde kullanılmalıdır. İdeal olarak, ilaç kullanımı psikoterapi ve alternatif tedaviler cevap vermediği
takdirde tavsiye edilmelidir.
Sonuç
DEHB giderek artan bir oranda teşhis edilmeye ve ilaç kullanılarak tedavi edilmeye
devam etmektedir. Ancak, gerek teşhis, gerekse tedavi aşamasında aşağıdaki konuların dikkatle düşünülmesinde fayda olacaktır: (a) bilginin öznel yapısından ötürü,
psikolojik bir durumu doğru bir şekilde tarif edip, kişileri bu tarife göre doğru bir şekilde teşhis edebildiğimizden emin olamayabiliriz; (b) hastalık tarifleri kültürel, sos-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 77
yal, ekonomik, ve profesyonel faktörlerden etkilenebilmektedirler (Maddux, Gosselin,
& Winstead, 2004); (c) bir çok yan etkisi gözlemlenebilen bir tedavi şekli olan ilaç
kullanımı güvenli olmayabilir;
(d) DEHB ilaçlarının yan etkilerine ilaveten, bu ilaçların etkililiği de tartışma konusudur; ve (e) kişiyi bir hastalık ismi ile etiketlemek o kişinin bu hastalık etiketini kabul
ederek ona göre davranmasına neden olabilir ve sorunlarına karşı pasif bir tavır takınarak optimum düzeyde bir hayat sürmesini engelleyebilir (Drewery ve ark., 2000).
Bütün bu belirsizlikler karşısında uygulanabilecek en hümanist yöntem, kişileri, dezavantajlı yönlerinin yani sıra, avantajlı yönleri ile de değerlendirmek ve kişinin bütüncül sağlığına saygılı yardım yöntemlerini seçmek olacaktır.
Kaynaklar
Advokat, C. (2007). Literature Review: Update on Amphetamine Neurotoxicity and Its
Relevance to the Treatment of ADHD. Journal of Attention Disorders, 11, 8-16.
Aldridge, J. E., Meyer, A., Seidler, F. J., & Slotkin, T. A. (2005). Alterations in central nervous system serotonergic and dopaminergic synaptic activity in adulthood after prental or neonatal chlorpyrifos exposure. Environmental Health Perspectives, 113, 10271032.
Alper, B. S. (2007). Methylphenidate may not be effective for ADHD in young children.
Clinical Advisor, 10, 164-166.
Amen, D. (2001). Healing ADD: The breakthrough program that allows you to see and
heal the six types of ADD. New York: G. P. Putnam’s Sons.
American Psychiatric Association. (1989). Treatments of Psyciatric Disoders: A task
force report of the American Psychiatric Association. Washington, DC: American Psychiatric Press.
American Psychiatric Association. (1994). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders (4th ed.). DSM-IV. Washington, DC: American Psychiatric Press.
Aras, Ş & Şemin, S. (2005). Çocuklarda psikostimülan tedavinin etik ve toplumsal boyutu. Klinik Psikiyatri, 8, 74-87.
Baumqaertel, A. (1999). Alternative and controversial treatments for attention deficit/hyperactivity disorder. Pediatric Clinics of North America, 46, 977-992.
Bethesda, M. (1998). Diagnosis and treatment of attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). National Institutes of Health/Foundation for Advanced Education in
the Sciences : Continuing Medical Education, National Institutes of Health. Retrieved,
November, 09, 2007 from http://purl.access.gpo.gov/GPO/LPS3532
Breggin, P. R., Breggin, G. R. (1995). The hazards of treating attention-deficit/hyperactivity disorder with methylphenidate (Ritalin). The Journal of College Student Psychotherapy, 10, 55-72.
Canu, W. H., Newman, M. L., Morrow, T. L., & Pope, D. L. W. (2007, October). Social
appraisal of adult ADHD: Stigma and influences of the beholder’s big five personality
traits. Journal of Attention Disorders.
Caplan, P. J. (1995). They say you’re crazy: How the world’s most powerful psychiatrists
decide who’s normal. Reading, MA: Addison-Wesley.
78 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Castellanos, F. X., & Tannock, R. (2002). Neuroscience of attention-deficit/hyperactivity disorder: The search for endophenotypes. Nature Reviews: Neuroscience, 3, 617628.
Castle, L. , Aubert, R. E., Verbrugge, R. R., Khalid, M., Epstein, R. S. (2007). Trends in
Medication Treatment for ADHD. Journal of Attention Disorders, 10, 335-342.
Cramond B. (1994). Attention deficit hyperactivity disorder and creativity: What is
the connection? Journal of Creative Behavior, 28, 193-210.
Cuvelier, M. (2002). Attention-deficit disorders, sleep and substance abuse. Psychology Today, 35, 26-28.
Doyle, A. E., Faraone, S. V., Seidman, L. J., Willcutt, E. G., Nigg, J. T., & Waldman, I. D., ve
ark. (2005). Are endophenotypes based on measures of executive functions useful for
genetic studies of ADHD? Journal of Child Psychology and Psychiatry, 46, 774-803.
Drewery, W., Winslade, J., & Monk, G. (2000). Resisting the dominating story: Toward
a deeper understanding of narrative therapy. In R. A. Neimeyer & J. D. Raskin (Eds.),
Constructions of disorder: Meaning-making frameworks for psychotherapy (pp. 243264). Washington, DC: American Psychological Association.
Epstein, S. S. (2001). American Academy of Pediatrics Guidelines for Treating Behavioral Disorders in Children with Ritalin Ignores Evidence of Cancer Risks. Cancer Prevention Coalition. Retrieved October 22, 2007 from http://www.preventcancer.com/
press/releases/oct4_01.htm
Graham, L. (2006). The politics of ADHD. Paper presented at the Australian Association
for Research in Education Annual Conference (Adelaide).
Kranowitz, C. S., & Miller, L. J. (1998). The out-of-sync child: Recognizing and coping
with sensory processing disorder. The Berkley Publishing Group: NY.
Leuzinger-Bohleber, M., Staufenberg, A., & Fischmann, T. (2007). ADHD--indication
for psychoanalytic treatments? Some clinical, conceptual, and empirical considerations based on the “Frankfurt Prevention Study.” Prax Kinderpsychol Kinderpsychiatr.
56(4):356-85.
Lullo, C. & Van Puymbroeck, M. (2006). Sports for children with ADHD: Recreation can
enhance the lives of children with ADHD. Parks & Recreation, 41, 20-25.
Maddux, J. E., Gosselin, J. T., & Winstead, B. A. (2004). Conceptions of psychopathology:
A social constructivist perspective. In J. E. Maddux & B. A. Winstead, (Eds.), Psychopathology: Foundations for a contemporary understanding (pp. 3-18). Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum Associates, Publishers.
McDonald, M. P., Wong, R., Goldstein, G., Weintraub, B., Cheng, S., & Crawley, J. N. (1998).
Hyperactivity and learning deficits in transgenic mice bearing a human mutant thyroid hormone β1 receptor gene. Learning and Memory, 5, 289-301.
Mick E., Biederman, J., Prince, J., Fischer, M. J., & Faraone, S. V. (2002). Impact of low
birth weight on attention-deficit hyperactivity disorder. Journal of Developmental &
Behavioral Pediatrics, 23, 16-23.
National Institute of Mental Health (NIMH). Attention Deficit/Hyperactivity Disorder.
(2003). Bethesda (MD): National Institute of Mental Health, US Department of Health
and Human Services.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 79
Raskin, J. D., & Lewandowski, A. M. (2000). The construction of disorder as human
enterprise. In R. A. Neimeyer & J. D. Raskin (Eds.), Constructions of disorder: Meaningmaking frameworks for psychotherapy (pp. 15-40). Washington, DC: American Psychological Association.
Safer, D. J. 2004. Are Stimulants Overprescribed for Youths with ADHD? Annals of Clinical Psychiatry, 12, 55-62.
Shaw, G.A. (1992). Hyperactivity and creativity: The tacit dimension. Bulletin of the
Psychonomic Society, 30, 152-160.
Sherman, C. (2002). Methylphenidate not ideal for preschool ADHD. Pediatric News,
36, 26-27
Solanto, M. V., Marks, D. J., Mitchell, K. J., Wasserstein, J., & Kofman, M. D. (2007, August). Development of a New Psychosocial Treatment for Adult ADHD. Journal of Attention Disorders.
Splete, H. (2004). Methylphenidate impacts blood pressure and heart rate: minor
from clinical standpoint. Pediatric News, 38, 24-25.
Starobrat-Hermelin, B., & Kozielec, T. (1997). The effects of magnesium physiological
supplementation on hyperactivity in children with attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). Positive response to magnesium oral loading test. Magnesium Research, 10, 149-156.
Stevens, L. J., Zentall, S. S., Deck, J. L., Abate, M. L., Lipp, S. R., & Burgess, J. R. (1995).
Essential fatty acid metabolism in boys with attention- deficit/hyperactivity disorder.
American Journal of Clinical Nutrition, 62, 761- 768.
Swanson, J. M., Flodman, P. Kennedy, J., Anne Spence, M. Moyzis R., Schuck, S. ve ark
(2000). Dopamine genes and ADHD. Neuroscience and Behavioral Reviews, 24, 21-25.
Timimi, S., & Taylor, E. (2004). ADHD is best understood as a cultural construct. The
British Journal of Psychiatry, 184, 8-9.
Toomey, B., & Ecker, B. (2007). Of Neurons and knowings: Constructivism, coherence
psychology, and their neurodynamic substrates. Journal of Constructivist Psychology,
20, 201-245.
Vail, P. L. (1987). Smart kids with school problems. New York: E. P. Dutton.
Weiss, L. (2005). Attention deficit disorder in adults: A different way of thinking. Texas:
Taylor Trade Publishing.
White H. & Shah, P. (2006). Uninhibited imaginations: Creativity in adults with Attention Deficit/Hyperactivity Disorder. Personality and Individual Differences, 40, 11211131.