Plakanın Günlüğü Engin Yılmaz Engin YILMAZ PLAKANIN GÜNLÜĞÜ ISBN 978-605-364-905-2 Kitap içeriğinin tüm sorumluluğu yazarlarına aittir. © 2014, Pegem Akademi Bu kitabın basım, yayın ve satış hakları Pegem Akademi Yay. Eğt. Dan. Hizm. Tic. Ltd. Şti.ne aittir. Anılan kuruluşun izni alınmadan kitabın tümü ya da bölümleri, kapak tasarımı; mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik, kayıt ya da başka yöntemlerle çoğaltılamaz, basılamaz, dağıtılamaz. Bu kitap T.C. Kültür Bakanlığı bandrolü ile satılmaktadır. Okuyucularımızın bandrolü olmayan kitaplar hakkında yayınevimize bilgi vermesini ve bandrolsüz yayınları satın almamasını diliyoruz. 1. Baskı: Ekim 2014, Ankara Yayın-Proje Yönetmeni: Ayşegül Eroğlu Dizgi-Grafik Tasarım: Gamze Dumlupınar Kapak Tasarımı: Gürsel Avcı Baskı: Tarcan Matbaacılık Yayın Sanayi Zübeyde Hanım Mahallesi Samyeli Sokak No: 15 İSKİTLER/ANKARA (0312-384 34 35) Yayıncı Sertifika No: 14749 Matbaa Sertifika No: 25744 İletişim Karanfil 2 Sokak No: 45 Kızılay / ANKARA Yayınevi 0312 430 67 50 - 430 67 51 Yayınevi Belgeç: 0312 435 44 60 Dağıtım: 0312 434 54 24 - 434 54 08 Dağıtım Belgeç: 0312 431 37 38 Hazırlık Kursları: 0312 419 05 60 E-ileti: pegem@pegem.net ÖN SÖZ Gözlerden geçen güneşler. Kalbe uzanan dolunayın taze parıltıları. Sonu ve sonucu yürekler burkan modern bir öykü. Yaşanılası. Can ve canan içiçe geçmiş iki gül yaprağı bu öyküde. Dikenlerden emin. Anlatan, okuyan olmaya can atası. Okuyan gizemin efendisi. Sevda külleri, gözlerde bir yudum göz yaşı olmuş. Yangınlara verilen ulu emri hatırlatıyor: “Serin ol, şefkatli ol”… Buyurun o zaman… Şahit olmaya ne dersiniz? Engin YILMAZ Ekim, 2014 PLAKANIN GÜNLÜĞÜ 01 Kasım, CUMA Uzun yolculuklardan nefret ederim. Hele böyle güneşle sarmaş dolaş yolculuklar. Ne kan kalır, ne ter. Ama dinleyen kim? Koskoca tırın üzerinde sana tıpatıp benzeyen şeylerle bilmediğin bir yere götürülmek. Ne acı? Ama bizim kaderimiz böyle yazılmış. Kimbilir kime nasip olacağız? Şöyle gönül ister ki, titiz bir doktor olsun. Ya da efendi bir öğretmen.Yeni evliler de fena olmaz hani. İşte benimki de laf. Duygulara yer yok kısacık ömrümüzde. Bunu öyle çok duydum ki eskilerden. Yalnızca sesimiz var duyurabildiğimiz. Bizim dilimizi gerçekten anlayabilene rastlamak. Ne büyük lütuf… *** Hani derler ya, güneş bir mızrak boyu yaklaştı diye; işte resmen yapıştı üzerimize koca bir hamur teknesi gibi. Zarar görürsem maazallah. Beni kim alır artık? Söylemesi ayıptır gelin gibiyimdir. Taptaze. Duyana duymayana söylüyorum: al beni, beni al! Allah iyilerle karşılaştırsın. Öndeki büyükler şehre yaklaştığımızı söyledi. Oh kurtuluyoruz. Bari indirirken nazik davransalar. Öyle güm diye ayaklarımızı toprağa bastırmasalar. Ayaklar, bizim için öyle önemli ki. Bunu bilirler ama. İnsanların içinde yerleşik bir dürtü işte: şiddet. Birisinden illa ki çıkaracaklar. Ne olur sanki biraz dikkatli olsalar. 2 Plakanın Günlüğü Böyle içten içe konuşurken, tır durdu. Aramızda kalsın, motorun sesinden iyi anlarım. Şimdi nasıl da yoruldu garipçik. İçi dışına çıktı vallahi. Şoförde de hiç insaf yokmuş. Dağ bayır dinlemedi. Yüklendikçe yüklendi. Hele virajlarda zeytin tanesi kadar acımadı. Şahitlik ederim, gözümü kırpmadan. Aradan saatler geçti. Bizimle hâlâ ilgilenen yok. Şoför, bazı evrakları gösteriyor. Dili döndüğünce neden geç kaldığını açıklamaya çalışıyor. Adamların biri gidiyor, biri geliyor. Ara sıra sesler yükseliyor, şoför ağlamaklı. Bahaneler, bahaneler… “Şöyle oldu, böyle oldu’’. Acaba kendisi inanıyor mu? Duysa söylediklerini. Belki durup düşünecek. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Şoför yalvarıyor. Çoluk çocuk, ekmek, emek, yorgunluk, uykusuzluk… Aklına ne gelirse, bir umut, sıralıyor. Sırtını gördüğüm gençten bir adam ise, “ama” ile başlayan cümleler kuruyor. Sesler havada kâh kabalaşıyor, kâh evsiz bir kedi gibi munisleşiyor. En son, “yarın’’ denildiğini duyuyorum. Eyvah ki eyvah. Yarın demek. İşimiz yarına kaldı. Bugün ne doktora kavuşabilirim, ne de yeni evli öğretmene. Yarını beklemeliyim. Uyumak en iyisi. Nasıl olsa yarın bana sormadan uyandıracaklar. Alışmam lazım. Yaşamak ve yaşatmak öyle zor ki. Hem ne kadar ömrüm olacak? Kimbilir. Benim öyle şairin dediği gibi, “bir namazlık saltanatımın olması” koca bir hayal, soğuk bir ütopya. Kendimi kandırmaya hiç mi hiç niyetim yok. Hayırlısı artık. Gün yükselir, umutlar bayram eder. Engin Yılmaz 3 02 Kasım, CUMARTESİ Kapı gıcırtısı. Kulaklarımın zarı isyanda. Bir taraftan insan bağrışmaları, bir taraftan emektar tırın kapısından sızan feryatlar. Soğuk mu soğuk demir bir platform kurdular. Ve gerisin geri bizi aşağı indirmeye başladılar. Bir terslik var bunda. Önce arka ayaklarımız toprağa dokunuyor. Sonra öndeki ayaklarımız. Ezberim bozuldu birden. Hani içimizde saklı beygirlerin gücü ile, önden çekecektik her şeyi. Yükü, insanı, cefayı… Biçimsiz, geniş bir alana indirildik. Tır mı bizden kurtuldu, biz mi tırdan? Orası belli değil. Makine de olsak, işlevimizi yerine getirmemiz gerek. Yoksa, varlığımız üzerine sorgulamaya ve dahi sorgulanmaya başlarız. Üç kuruşluk özgüvenimiz var. O da, buhar olur gök damına doğru süzülmeye başlar. Sonra ne yer ne içeriz. Bana 40-45 litrelik bir mide uygun görmüşler. E yağı var, suyu var bunun. Bakımı var. Makyajı var söylemesi ayıptır. Müstakbel sahibim kendi yemeyip beni yedirmeli. Yoksa, yollar bize beşik değil sabırdan kaleler olur. Aynalardan görebildiğim kadarıyla, üniformaya benzer bir şey giymiş toy bir delikanlı beni de göstererek, “şu altısını, show-rooma koyun” deyiverdi. Diğerlerini, şehrin girişindeki mağazaya. Ben, belki Fransız yapımıyım ancak karnımı bu topraklarda doyuracağım. Neden böyle İngilizce adlar koyarlar ki? Oysa dilleri o kadar güzel geliyor ki kulaklarıma. Bir gün belki konuşan modellerimiz de olacak. Daha şimdiden imrenmeye, hatta kıskanmaya başladım. Biliyor musunuz ben, Türkçe konuşan bir makine olmayı çok isterim. İnsan, dilinin bağını ancak Türkçe ile çözer bence. Sevdalar, başka hangi dilde böyle güzelce anlatılır ki? Neyse… Şu anda kaderimi merak ediyorum. Bu meşhur “show-room”da ne kadar kalırım acaba? Ağustos sonrası doğduğum için, bir sonraki yılda doğmuş kabul ediyor insanlar beni. Ne şanslıyım. Alıcıların gözündeki albenim, karizmam artıyor. Ooo, değmeyin keyfime. 4 Plakanın Günlüğü Toy delikanlı, önce beklemediğim çabuklukla ama nezaketle oturma odama girdi ve sert bir anahtarla ışıkları açtı. Allah’ım her açılışımda canım böyle yanacak mı? Sanki, sanki dikenli bir tel sokuldu böğrüme. Ama ben, aldırmadan işimi yaptım ve kocaman bir aferin aldım. “Hah, işte böyle aslanım benim. Nasıl da belli oluyor, gâvurun yaptığı”. Heyhat, bu söz bana nasıl da dokundu böyle. Daha şimdiden ötekileştirilmiştim. Ben, gâvurlar dediğine değil, kendilerine hizmet edecektim. Hoş bizim fikrimizi alan olmadı ya, neyse. Bu topraklarda yürüyecektim, koşacaktım. Şaha kalkacaktım. Asfalt anayı ağlatacaktım hüngür hüngür. Kafama koymuştum, helalleşecektim nihayetinde. Hem herşey insan için değil mi bu dünyada? Zaman ve mekânla güreşen insanlık, onları bir bir alt etmişti ve edecekti de. Ta ki, gözlerini açıp kapama hızına ulaşana kadar. Gün gelecek, her bir eylemimizi yalnızca gözlerimizle yapacağız. İnsanoğlu, bugüne kadar gözlerin sadece güzel olduğunun farkına varabilmiş. Hiç utanmamış, o cânım gözleri eşeğinkine, ceylanınkine benzetmiş. Ya da tam tersi. Ama o gün, işte o gün gözlerin ne büyük bir kudret kaynağı olduğunu anlayacak insan. Açacak ve kapayacak, yer yerinden oynayacak. Açacak ve kapayacak, titreyecek dağlar, taşlar… Toy delikanlı, dört kilometre üçyüz metre sonra beni “showroom”a yerleştiriverdi. İçerisi buz gibi. Duvarlara, tavanlara takılan klimalar rüzgâra öykünüyor sözümona. Sanki başı dumanlı dağlardan, nefeslerini üfürüyorlar. Korkan kim? Benim oturma odamda da kendi çapında, gönlü alçak bir benzeri var. Bu kısa yolculuktan sonra içerideki güneşten devşirme ışıkları da söndürdüler, el ayak çekildi. İnsanlar mesai diyorlar. Bitti bugünlük, ama yenisi başlayacak. O da bitecek, bilmediğim yenisi başlayacak. Böyle sürüp gidecek. Yarın, zihnimdeki ilk bebeğim oldu. Yarına kaldım. Sevinmeli miyim, bilmiyorum. Engin Yılmaz 5 03 Kasım, PAZAR Yine yarın oluverdi. Işıklar birbirine inat peşpeşe açıldı. Sanki üzerimize dolunay doğdu. Daha ne kadar böyle kapana kısılı kalacağım? Bir bilsem. Başı yarım bağlı, yüzü asık bir görevli geldi. Elindeki ıslak bezi homurdana homurdana tenimde gezdirmeye başladı. Bütün hıncını benden çıkarmaya kararlı. Canım acıyor. Derim yüzülüyor âdeta. Kocası olacak hayırsıza döktürüyor. Olan bana oluyor. Neyse ki imdadıma bir ses yetişti. “Fatmanım, Fatmanım!”. “Buyur”lar içinde sesin geldiği yöne doğruldu Fatmanım. “Geldim Yasin Bey, geldim”. Yasin Bey’in elinde beyaz bir kâğıt. Kalbim çarpmaya başladı. Allah’ım, yoksa sahibime kavuşacak mıyım? −− Fatmanım, şu platin grisi yeni araç var ya. Ön cama ve arka cama yapıştırıver bu ikisini. −− Yasin Bey, ayacığım uğurlu geldi zahir. Satıldı mı yeni doğan? −− Evet, evet. Bir öğretmen aldı. Tarık Bey mi ne adı da… −− Plakası belli oldu mu Yasin Bey? −− Evet, ama daha izinler alınmadı. 34 YD 2006. Bi zahmet geçici plakayı da asıver araca Fatmanım. −− Tamam Yasin Bey, hallederim hemen. Fatmanım, bu kez özene bezene “satıldı” ilanını ve yeni adımı (size göre plakamı) boynuma bir madalya takar gibi astı. Aman Allah’ım! Demek ki yeni adım belli oldu… İstanbullu olmak. Cihanı titreten Fatih ile sıradan bir makinenin hemşehri olması. Ne büyük bir şeref. E, bir de gelecek vizyonu taşımak var omuzlarımda. Kim bilir 2020’lerde yollar nasıl olacak? Büyüklerimiz ille de tutturmuşlar, toplu taşımacılık diye. Bizim pabucumuz o kadar ucuz değil. Bırakın, insanları kutucuklarına rahat rahat taşıyalım. 6 Plakanın Günlüğü Evlerine, işyerlerine. Huzur içinde. Biraz içli dışlı olalım ne çıkar? Hatta sahiplerimizle ve onların misafirleriyle içiçe olalım. Bence, büyüklerimiz biraz kıskançlık yapıyor bu konuda. Bizdeki nezaket, kibarlık, hoş ağırlama toplu taşımada var mı? Kişiyi, özel hissettiririz biz. Tek isteğimiz, bize iyi davranılması. Biraz özen, biraz ilgi. Dağları, bayırları aşarız. Türküler söyleriz her adımda. Yürekleri ısıtırız. Sonra en önemli özelliğimiz nedir biliyor musunuz? Vefalıyızdır, iyi sır tutarız. Sahibimizin ağzından çıkan bir tek harfi bile kimsecikler duyamaz, öğrenemez. Makineyiz ama bizim de gururumuz var, onurumuz, haysiyetimiz var. Değerlerimiz var. Haddimi aşmak istemem. İnsanlarla boy ölçüşme derdinde değilim… Demek, YD. Nasıl bir rumuz acaba? Tesadüfi mi? Yoksa hani bazı insanların dediği gibi mi düşünmek lazım “hayatta tesadüfe yer yoktur” diye. Daha zamanım var. Hele bir sahibimle tanışayım, onu yakından tanıyayım. Bu gizemi de çözerim evelAllah… Bir süre sessizlik oldu. Gariban şoförden sonra ilk insan arkadaşım olan Fatmanım ve Yasin Bey, bu sefer fısıldar gibi konuştular. Vakit epeyce geçmiş olacak ki, yine meşhur “yarın” sözcüğü kulaklarımı zonklattı. Yine yarına kalmayı başarmıştım. Sahibim Tarık Bey ile yarın müşerref olacaktım. Allah’ım, bujilerim kaynamaya başladı şimdiden. Hem de öğretmen. Daha ne isterim ki. Kabul etti dualarımı yüce Allah’ım. Ne temizmiş içim meğer… Bir de yeni evliyse, değmeyin keyfime! Engin Yılmaz 7 04 Kasım, PAZARTESİ Büyük gün geldi çattı. Edebiyat öğretmeni Tarık Bey geldi nihayet. Görebildiğim kadarıyla buğday tenli, orta boylu, hafif dalgalı saçları olan minyon sayılabilecek bir beydi. Göbeği çıkmakla çıkmamak arasında kararsızdı. İnce uzun elleri direksiyonuma ne de yakışacaktı. Pek titiz birisine benziyordu. Pantolonunu, daha doğrusu paçalarını ikide bir düzeltiyordu. Bu, bir tik miydi? Şimdiden kestirmesi zor. Bakalım. Yasin Bey, itaatkâr bir otomasyon içinde bilgiler veriyordu kimbilir kaçıncı defa. Yok motor hacmim şu imiş, yok emisyon hacmim bu imiş. 0’dan 100’e marifetimi anlattı. Önden çekişlidir demeyi de unutmadı. Yıllık bakım tüyoları verdi. İlle de “servis” diye tutturdu. Farım çatlasa, kırılsa bile servise gelinmesi gerektiğinden söz etti. Sahibim Tarık Bey, onay sözcüklerini biraz da sıkılgan bir edayla söylüyordu. Yasin Bey, uzattıkça uzattı: - Efendim, bir iki formalite kaldı kusurumuza bakmayın. Ne ikram edelim size? - Çay rica etsem, açık ve şekersiz bir çay. Yasin Bey, berber çırağının sabırsızlığıyla: - Pek de gençsiniz aslında. Demek şeker kullanmıyorsunuz. - Evet, şeker ve tuzdan kaçınıyorum. Malum, sağlığımız en değerli varlığımız. - Ta-ta-tabi, Tarık Bey, hani meşhur bir sözü vardı bir sultanımızın sağlıkla ilgili…Ne idi ya? - Muhteşem Süleyman’ın dediği gibi; “Cihanda muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”. Yasin Bey’in sözü daha da uzatacağını anlayan kibar sahibim Tarık Bey, “şuraya mı imza atılacaktı?” diye ustaca sordu. Son ‘evet’ini söyleyince derin bir oh çekti ve beni açacak anahtarı rica etti. 8 Plakanın Günlüğü Elinde ulu bir emanet tutar gibi sıkıverdi. “Bu, benim ilk göz ağrım biliyor musunuz?” dedi. Yasin Bey, hayran hayran baktı. Eğer asfaltın üstünde olsa idik; ben de asfalt da erimiştik çoktan. “İlk göz ağrısı”. İnsanlar bunu yavuklularına söylemez miydi? Ne bileyim. Hoşuma gitti. Nihayet başbaşa kalmıştık. O ve ben. İnsan ve makine. Tarık ve 34 YD 2006. Ne yalan söyleyeyim, ben de rahatladım, huzur doldu her parçam. Teknik servisten iri gözlüklü birisi anlattı bir şeyler. Elektrik aksamımın öneminden söz etti. Akümden ve kış bakımımdan dem vurdu. İlk bin kilometrede en fazla yetmiş, bilemedin seksenle gitmeliymişiz. Sabırla dinleyen sahibim, “Teşekkür ederim, Allah razı olsun” diyerek galeriden ayrıldı. Grileşen gökyüzünün altında mutlu mesut yeni yuvama doğru yol almaya başladık. Sahibim şükürler ediyordu. “Allah’ım sen ilk gözdemi kazadan beladan koru. Kem gözlere irice perdeler çek”. Gri ton, yerini saygı ve hürmetle gecenin peçesine teslim etti. Tek tek saydım, oniki kilometre sonra dört katlı, beyaz boyalı bir apartmanın önünde idik işte. Farlarımı göstere göstere açıyordum. Korkun benden. İkinci katın yola bakan tarafından bir pencere açıldı ve ayın kayıp yüzü çukur bir gülümseme ile “Tarık, canım hayırlı olsun” dedi. “Yasemin, bak. Bizim artık!” diye gururla cevap verdi sahip. Tarık, biraz acemi olmalı ki, beni örseleye örseleye yatağıma taşımaya çalıştı. İçim dışıma çıktı desem yeridir. Ayakları panikle bam tellerime dokunuyordu. Ve ben avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Kabul ediyorum, böyle can havliyle haykırınca pek sevimli değilimdir. Ne yapayım ki, sahibim sabrıma sabır katıyordu. Şükürler olsun, ayın kayıp yüzü imdadıma yetişti: “İdare eder, canım. Gel artık. Çok yoruldun”. Sahip, dört ayağımı kontrol etti önce, kapılarımı narin elleriyle okşadı. “Allah’a emanet” dedi ve koşar adımlarla Yasemin kokulu eve girdi. Bana da yine “yarın”ı beklemek düştü…
© Copyright 2024 Paperzz