ÇAĞDAŞ İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE GERİLEME, SAPMA ve UYANIŞ* Seyyid Hüseyin NASR çev. Mustafa ÖZEL Bütün bilim dallarında terimlerin tanımlandığı ve özel anlamlarda kullanılmakta olduğu geleneksel İslâmî bilgi anlayışının tersine, geçen yüzyılda, modernist Müslümanlar arasında birçok önemli terim ve kavramın muğlâk ve dikkatsiz bir biçimde kullanılması ortaya çıkmıştır. Modernist Müslümanlarca sözcük ve deyimler öyle bir biçimde kullanılmaktadır ki, bu, batı karşısında hissedilen kültürel şok ve aşağılık kompleksinin göstergesidir. Bu tür yazılar, batı norm ve değer yargılarına boyun eğen, teslim olan köle bir zihniyeti yansıtmaktadır. İşin daha da kötüsü, bunlar İslâm etiketiyle piyasaya sürülmektedir. Bu etiket de yalnızca bazı duygusal unsurları dışa vurmaktadır. İslâm’ın özünü dışa vuran entelektüel ve manevi/tasavvufi hakîkatten mahrumdur. Bu makalede amacımız, böylesi sıkça vurgulanan İslâm tarihi ve bugünkü İslâm dünyasının değerlendirilmesinde öne çıkan, bazı modernist Müslümanların bir din ve bir gerçeklik olarak İslâm’ın bütününe karşı davranışlarını yansıtan üç kavramı ‚gerileme, sapma ve uyanış‛ı irdelemeye çalışacağız. Önce gerileme kavramını ele alalım. Çağdaş Müslüman bilginlerin yazılarında sıkça görülen bir kavramdır bu. Sürekli olarak bir kişinin ‚geri kalmış‛ olarak tanımlandığı modernizmin zuhurundan önce, İslâm dünyasının durumuna atıfta bulunulur. Burada hemen şu soru akla gelir: Neye, hangi ölçüye göre gerileme? Bir şeyin, kendisiyle kıyas edildiği bir ölçü olmalı, buna göre de geri kalındığı hükmüne varılmalıdır. Ölçü olarak kimileri İslâm’ın ilk yüzyıllarını alırken; büyük çoğunluk, bilinçli ya da bilinçsizce, * ‚Decadence, Deviation and Renaissance in the Context of Contemporary Islam‛, Islamic Perspectives, Studies in Honour of Sayyid Abul A’la Mawdudi, The Islamic Foundation 1980, s. 35-42. Prof. Dr., George Washington Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi (mustafaozel64@hotmail.com) Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 254 | Seyyid Hüseyin NASR / çev. Mustafa ÖZEL modern batının, örtülü ve kurnazca sunduğu norm ve değerleri almaktadır. Bu, kendini en iyi biçimde ‚bilim‛ söz konusu olunca gösterir. Modernleşmiş Müslümanlar, oryantalistler gibi bilimi, uygarlıkla eş tutmakta ve bir toplumun değer ve kültürünü -bu, ister bilim üretmiş olsun, isterse de olmasın- bununla yargılamaktadır. Bilim tarihinden çıkarılan dersleri kesinlikle göz önüne almamaktadır.1 Böylece İslâm uygarlığının, çaplı ve önemli bilim adamları yetiştirmekten aciz kaldığı andan itibaren gerilemeye başladığı öne sürülmektedir. Birçok Müslüman yazar tarafından durduğu söylenen bu hareketin tarihi bile Batılı kaynaklardan alınmaktadır. Çok yakın zamana kadar bu, İslâmî entelektüel hayatın bütün alanlarında İslâm’ın batıyı etkilediği dönemle sınırlıydı. İslâm’da her şey, felsefeden matematiğe kadar, aniden bilinmeyen bir biçimde 7. h/13. m yüzyılda İslâm ile batı arasındaki entelektüel ilişkinin sona erdiği bir dönemde gerilemekteydi. Bu tür bakış açısına sahip olan çağdaş Müslüman yazarlar, Batılı bilginlerin daha yeni, ancak daha az bilinen araştırmalarına bakma zahmetine bile katlanmıyorlar. Bu yeni araştırmalar, 9./15. yüzyıldan İslâmî astronominin ne kadar önemli olduğu 12./18. yüzyıla dek, İran ve Hindistan’da İslâmî eczacılığın ne kadar etkin olduğunu göstermektedir.2 Diğer bütün İslâmî toplumların kendisiyle ölçüldüğü, en mükemmel İslâm toplumu olarak kabul edildiği Medine toplumu değil de, uygarlık için, çağdaş batının dünyevî özellikleri3 ağır basan anlayışı ölçüt olarak alındığında, bunun sonucu olarak, genç Müslümanların zihni dumura uğramakta, kendilerine ve kendi kültürlerine olan güvenlerini kaybetmektedirler. İslâm dünyasında meydana gelen gerilemeyi, tedricî ve normal ‚yaşlanma‛ seyrine, zamanla ilâhî kaynağından uzaklaşmasına bağlamayan bu yazarlar, İslâm dünyasının 7./13. yüzyılda gerilemeye başladığı yolundaki akıldışı ve iğrenç teoriyi öne sürmektedirler. Eğer durum böyle olsaydı, İslâm’ın bugüne kadar koca bir uygarlığı beslemesi, bir güç olarak ayakta kalması kesinlikle mümkün olmazdı. Onlar bunu gör(e)memektedirler. Şah Camii, Sultanahmed Câmii ve Taç Mahal gibi sanat eserlerini; Câmî ve Saib Tebrîzî’nin edebî eserlerini; Molla Sadra ve Şeyh Ahmed Serhendî’nin meta1 2 3 S. H. Nasr, Science and Civilisation in Islam, Cambridge, Mass 1968; New York 1970. Burada, özellikle, Giriş’te s. 21’de, bu sorunu detaylı biçimde ele aldık. İslâm felsefesinin durumu, İslâm felsefesi ve tasavvufunun gerçekten bütünüyle çökmediğinden, o kadar ürkütücü değildi. Bkz. S. H. Nasr, Islamic Studies, Beirut 1967, bölüm VIII ve IX; Nasr, ‚The Traditon of Islamic Philosopy in Persia and its Significance for the Modern World‛ (çev. W. Chittik), Iqbal Review, c. XII, sayı 3, Oct. 1971, s. 28-49; ayrıca Nasr, ‚Persia and the Destiny of Islamic Philosophy‛, Studies in Comperative Religion, Kış 1972, s. 31-42. Batılı insana göre, medeniyet (civilization), özellikle 17. yüzyıldan sonra, bütünüyle salt insanla, gerçekte zirvesine XIV. Louis ile ulaşan dünyevî insanın kendini yüceltmesiyle tanımlanır hale geldi. Bkz. F. Schoun, ‚Remarks on some kings of France‛, Studies in Comperative Religion, Kış 1972, s. 2. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 Çağdaş İslam Düşünceside Gerileme, Sapma ve Uyanış | 255 fizik ve tasavvufî ürünlerini dikkate almamakta, bugüne kadar sufiler yetiştirmeye devam eden tasavvuftaki İslâm geleneğinden söz etmemektedirler. Tamamen Batılı değer yargılarını kabul eden bu modern Müslüman yazarların iddia ettiği gibi, gerileme gerçekten o kadar erken başlamış olsaydı, geçen yüzyıl boyunca diriltmeye çalıştıkları bir İslâm uygarlığını bulamayacak, birçok oryantalistin olmasını istediği gibi, İslâm uygarlığı çok önceden ortadan kalkmış olacak, yalnızca arkeolojik bir ilgi alanı olarak kalacaktı. ‚Sapma‛ya gelince; bu, modernistlerce az kullanılan bir kavramdır. Bu kavrama hala ruhi ve dini modellerin varlığının farkında olan muhafazakâr Müslüman yazarların eserlerinde rastlanmaktadır. Kendilerininki dâhil, herhangi bir toplumu bununla ölçerler. ‚Din‛den, en geniş anlamıyla gelenekten söz etmek, aynı zamanda sapma ihtimalinden de söz etmek demektir. Gerçekte bu terim, hadi, R. Guénon’un4 deyimi ‘ucube’yi kullanmayalım, kendisi büyük bir sapma ve anormallik olan çağdaş batı uygarlığı için kullanılmalıdır. Tartışma konusu ettiğimiz yazarlar, bundan çekinirler. Bu, onlarda zaman ve mekânın koşullarını belirleyen geçici durumu saptayacak, nesnel değer yargıların yokluğundan ileri gelmektedir. Bunun kesinlikle aşılması gerekir. ‚Uyanış‛ (renaissance) kavramına gelince, bunun sanat ve edebiyattan politikaya kadar, birçok alanda müsrifçe kullanıldığını görmekteyiz. Modernistler İslâm dünyasındaki her türlü hareketliliği, bir uyanış olarak değerlendirmekte kesinlikle tereddüt etmezler. Arapça’da ‚en-nahda‛ denilen bu uyanış, çağdaş Arap edebiyatında egemen bir unsurdur. Uyanış kavramının bu denli bir vurdumduymazlık içinde kullanılmasının ardında sinsi bir şey var gibi. Greko-Romen paganizminin ölü unsurlarının ruhen tekrar doğduğu Batı’daki rönesansı çağrıştırmaktadır. Bunlar, Hıristiyanlığa daha önceleri St. Augustine tarafından sokulan bu eski geleneğin olumlu unsurları değil elbette. Batı’daki bu uyanış, rönesans Hıristiyan uygarlığına büyük bir darbe indirdi ve onu doğal süreç içerisinde ‘Hıristiyan’ bir uygarlık olmaktan alıkoydu. Bugün birçok Müslümanın uygarlık olarak algıladığı şey, genellikle İslâmî gelenekte cahiliye diye bilinen değerlerin uyanışıdır. Bu, belli bir alanda bir tür uyanış meydana gelmez demek değildir. Büyük bir velinin ortaya çıkışı, İslâm dünyasının bir bölgesinde dini uyanışa neden olabilir. Büyük bir İslâm sanatı üstadı, sanatsal bir form geliştirebilir ya da İslâmî entelektüel gelenekle donanmış güçlü entelektüel bir şahsiyet, İslâmî 4 R. Guénon’un modern dünyayla ilgili iki temel eserine bkz. The Crisis of the Modern World, çev. M. Pallis ve R. Nicholson, London 1962; The Rein of Quantity and the Signs of Times, çev. Lord Northbourne, London 1953. Ayrıca F. Schoun’un mükemmel yorumları için bkz. Light on the Ancient Worlds, çev. Lord Northbourne, London 1965. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 256 | Seyyid Hüseyin NASR / çev. Mustafa ÖZEL entelektüel hayatın bazı yönlerini canlandırabilir. 5 Ancak bu, meydana gelen her canlanmanın İslâmî uyanış olduğu anlamına gelmez. Aslında bugün uyanış olarak gösterilenlerin çoğu hiç de öyle değildir. Doğrudan gayr-i İslâmî düşünce biçimi, İslâm düşüncesinin uyanışı ya da şeriatın öğretilerine doğrudan zıt olan bir hareket, nasıl da sıkça İslâmî uyanış olarak lanse edilmektedir. Eğer uyanış kavramının bazı bilinmeyen nedenlerden dolayı kullanma zorunluluğu varsa, entelektüel dürüstlük bizden, en azından, ‘İslâmî’ etiketini kullanmamızı gerektirir. Bu, söylediğimiz gibi, İslâmî değer yargılarına sahip olunmayışından ileri gelmektedir. Bunun sonucu olarak, birçok kişi İslâm dünyasındaki her hareket ve değişikliği, hemen İslâmî uyanış olarak nitelemektedir. Aynı şekilde, laik batı dünyasında, diğer kıtalardaki sömürgelerinde meydana gelen her değişiklik, bu insanî değerlerin bozulması, alçalması, yok olması biçiminde olmasa bile, ‘ilerleme’ ve ‘gelişme’ ile eşdeğer tutulmaktadır. Bütün bu durumlarda genel hata, tek başına insanı, insan toplumunun belli bir biçim, hareket ya da dönemini, İslâmî bakış açısından geri kalmış, sapmış ya da hakiki manasıyla uyanış halinde olup olmadığını belirleyebilecek gerçek, üstün ve sabit İslâmî değerlerin yokluğundan kaynaklanmaktadır. Kesinlik olmaksızın izafiyet tamamen anlaşılamaz, sabitlik olmaksızın, insanın, değişiminin yönünü kestirmesi, ölçmesi mümkün değildir. Kendi bakış açısını kaybeden, batının deliliklerine körü körüne boyun eğen, metafizik miyoplukları nedeniyle tartışma konusu ettiğimiz modernist Müslümanlar, ne eşyanın özünü, Kur’ân’ın deyimiyle melekûtünü kavramalarını sağlayacak bakış açısına, ne de Sünnet’in getirdiği değerlere sağlam bir şekilde bağlı kalmalarını gerektirecek bağlayıcı bir inanca sahiptirler. Entelektüel bir yöntem için eşyaya dair sabit kurallara ulaşmayı sağlayacak yolların ilki, bu modernist grup tarafından tartışma konusu edilmemiştir. Daha çok, sünnet üzerinde durulmuştur. Çünkü bu durum Müslümanlar arasında daha büyük bir muhalefete yol açacaktı. Her iki durumda da temel amaç aynı idi: İnsanın özelde bugünün İslâm toplumunu, genelde ise; modern dünyayı yargılamasını sağlayacak gerçek İslâmî ölçüyü ortadan kaldırmak. Bu ölçüyü yok etme arzusu, dindar Müslümanların gözünde hadis ve sünnetin tarih üstü öneminin zayıflatılmasında yoğunlaşmaktadır. Bu genellikle, bir şeyin kaydının yokluğunu, o şeyin varlığının yokluğuyla eşdeğer tutan, sözüm ona, tarihsel eleştiri yöntemiyle yapılır. Hz. Peygamber (s.a.) Müslümanlar için bireysel ve toplumsal alanlarda, özel ve sosyal yaşamlarında mükemmel bir ölçü, Kur’ân’ın deyimi ile Üsve-i Hasene’dir. Sünnetin saygınlığı korundukça, muhafaza edildikçe insanların davranışını değerlen5 Bkz. H. Corbin, ‚The Force of Traditional Philosophy in Iran Today‛, Studies in Comparative Religion, Kış 1968, s. 12. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 Çağdaş İslam Düşünceside Gerileme, Sapma ve Uyanış | 257 direcek bir ölçü her zaman olacaktır. O, Kur’ân ile birlikte hem toplumun sosyal yaşamını hem de o toplum bireylerinin dini hayatlarını bir düzene koyar. Hadisin sıhhatine yapılan saldırı, ister bilinçli isterse bilinçsiz olsun, Müslümanların ilâhî değer ve ölçülerini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Böylece Müslümanların dayanma gücünün zayıflamasına, ne kadar şeytanî olursa olsun, arzularına, günün modasına boyun eğmelerine neden olunmaktadır. İşin kötüsü bütün bunlar, İslâmî uyanış ya da batı uygarlığının ucuz ürünlerinin kör bir müşterisi olmayı reddeden bir grubu, geri kalmış diye eleştirilerek yapılıyor.6 Dün ve bugün İslâm’la ilgili birçok modernistin muğlâk ve yavan yargıları, Kur’ân ve Sünnet’in insan için ortaya koyduğu net örnek ve ölçüyü bulandırma girişiminden ayrı tutulamaz. Diğer taraftan İslâm’ın bütünlüğünü savunmaya uğraşan birçok Müslüman, Hadis ve Sünnet’in önemini tekrar tekrar vurgulama zorunluluğunu hissetti. Kur’ân’ın çağrısı, Sünnet/Hadis olmaksızın insanlara anlaşılmaz gelecektir. Mevlânâ Mevdûdî’nin eserleri, İslâm’ı savunmaya çalışan bu tip çalışmalardır. Bunlarda peygamberî ölçü, merkezî bir yer tutar. Şimdi şöyle bir soru yöneltilebilir: Uyanış, gerileme ve sapma gibi gündemde olan kavramların eleştirisi yapıldı. Biz, Kur’ân ve Sünnet’in otoritesini bir bütün olarak kabul edip geleneğin bugüne açılımını, uygulamasını tedricî bir şekilde yaptığımızda, bu kavramlar neyi ifade edecekler? Bu soruya kesin ve net bir cevap verilebilir. Ancak bu, önermelerdeki ve çıkış/haraket noktasındaki farklılıktan dolayı, modernistlerin buna verdikleri cevaptan çok farklı olacaktır. Uyanış ile başlayalım. İslâmî anlamda uyanış yalnızca, İslâmî ilke ve ölçülerin yeniden doğuşu, harfî olarak yeniden uyanışı anlamına gelir. Hayatın her belirtisi, onun doğru bir belirtisi değildir. Müslümanlar arasında meydana gelen bir hareketin de, İslâmî bir hareket olması zorunlu değildir. Özellikle de hakîkatın birçok yönünün kaybolduğu şu yüzyılda, İslâmî anlamdaki bir uyanış, tecdid’e (yenilemeye) tekabül edecektir. Geleneksel anlamda bu yenileyici, müceddid diye tanımlanır. İslâm tarihi, İslâm coğrafyasının şu ya da bu bölgesinde tecdid hareketi olarak tanımlanan bu kelimenin gerçek anlamında birçok uyanışa şahit olmuştur. Müceddid, yüce İslâm kurallarının kendisinde tecessüm ettiği kişi olmuş ve bunları belirli bir bölgede uygulamaya çalışmıştır. Böylece o, daha baştan itibaren modern anlamdaki yenilikçi (reformer)den ayrılmaktadır. Aslında modern anlamdaki reformer, ‚deformer‛dir (yıkıcı, bozucudur). Çünkü o, genellikle ‚zamanın kaçınılmaz koşulları‛ olarak nite6 Hadisin önemi ve modern eleştirilere bir cevap hakkında bkz. S. H. Nasr, Ideals and Realities of Islam, London 1971, s. 79; F. Schoun, Understanding Islam, çev. D. M. Matheson, London 1963; Baltimore 1971, bölüm III. Ayrıca S. M. Yusuf, An Essay on the Sunnah, Lahore 1966. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 258 | Seyyid Hüseyin NASR / çev. Mustafa ÖZEL lenen şu veya bu arızî nedenden dolayı İslâm geleneğinin bir parçasını, bir bölümünü feda etmeye hazırdır. Mesela, Moğol işgali sırasında ve sonrasında, bu tip reformcular çıkıp zamanın kaçınılmaz koşullarından dolayı muzaffer Moğollara, onların yaşam biçimlerine İslâm’ı uydurmaya çalışsalardı, İslâm’ın halinin nice olacağı merak konusudur! Gerçek bir İslâmî uyanış, tarihin belli bir döneminde egemen ve geçerli olan bir şeyin doğuşu değil, İslâmî kuralların yeniden uygulanışıdır. İşte bu noktada gerçek İslâmî bir uyanış için bir ön şart ortaya çıkmaktadır. Bu şart, günümüzde batının ve modernizmi oluşturan her şeyin etkisinden bağımsızlaşmadır. Modernizmin etkisinden uzak bir Müslüman, modern dünyada bütün olup bitene kayıtsız kalarak, dini/ruhi bir yenilenmeyi gerçekleştirebilir. Batının ve modern uygarlığın (şimdilerde bu, Batı’dan İslâm dünyasına da geçmiştir), korkunç baskısı altında, İslâm dünyasında İslâm dünyasının entelektüel hayatını yenilemeyi arzulayan bir Müslüman lider, modernizmi, modern dünyanın kendisini kıyasıya bir eleştiriye tabi tutmaksızın, ne entelektüel, ne de toplumsal düzeyde bir değişiklik meydana getirebilir. Hem İslâmî uyanıştan bahsetmek, hem de modern dünyayı ve onu temsil eden ürünlerini eleştirmeksizin kabul etmek, karabasana dönüşecek bir rüyadan başka bir şey değildir. Bugün gerçek İslâmî bir hareketin, özellikle entelektüel düzeyde, modern dünyayı anlayıp köklü bir eleştiriye tabi tutmaksızın gerçekleşmesi mümkün değildir. Modernist düşüncelerle dumura uğrayan bir zihnin, İslâm hukuku alanında pratik bir görüş bildirmesi, ictihatta bulunması da mümkün değildir. Müslüman modernistlerin İslâmî uyanıştan bunca söz etmelerine rağmen, kendileri böyle bir şey ortaya koyamamışlardır. Bu, onların modern dünyaya dair esaslı, eleştirel aynı zamanda köklü bir bilgilerinin yokluğundan, bu dünyanın fânî değerlerinin, ölümsüz ve sonsuz İslâm prensipleri ışığında değerlendirilmemesindendir. Müslüman aydınlar adına konuşmak isteyenlerin, İslâmî uyanış meydana getirme arzusunda olanların, artık, batı karşısında aşağılık kompleksi hissederek konuşmayı terk etmelerinin, modern dünyayı, en net biçimini ‚şehadet‛te bulan ilâhî ölçüye vurmalarının zamanı gelmiştir. Böyle bir bakış açısı izlendiğinde, gerileme ve sapmanın anlamı da daha bir netleşir. Gerileme, her zaman mükemmel bir biçim ve ölçüden düşüştür. Ancak o ölçüye bağlı olan bir istikameti izler. Sapma ise; o ölçünün kendisinden tamamen bir ayrılmadır. Gerilemenin iki biçimi vardır: Biri edilgen/passive, diğeri etken/active. Biri bir kaç yüzyıl içinde doğu uygarlıklarının başına gelen, diğeri de aynı dönemde batının tanık olduğudur. 7 Batının 7 ‚Bütün medeniyetler çökmüştür: Ancak bunlar farklı biçimlerdedir. Doğunun çöküşü edilgen, batınınki ise, etkendir. Doğunun düşüşteki yanlışı artık düşünmemesi, batınınki ise, çok fazla ve yanlış düşünmesidir. Doğu hakikatlerin üzerinde uyumakta, batı ise yanlışlarla yaşamaktadır.‛ F. Schoun, Spiritual Perspectives and Human Facts, çev. D. M. Matheson, London 1953, s. 22. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259 Çağdaş İslam Düşünceside Gerileme, Sapma ve Uyanış | 259 hareketi sapmasına yol açmıştır. Müslüman ve gayr-i müslim birçok doğubilimci, içinde dinamik unsurları barındırdığından dolayı bunu doğru hayatla karıştırmışlardır. Oldukça ilginçtir, bugün birçok şaşkın modernist Doğulunun gözleri önünde, batının Ortaçağda gerçekleşen bu sapması Doğuluların yakından tanıdıkları bir gerileme biçimine, ruhsal doğallık sınırıyla başlayan çağdaş batı uygarlığının hayat eğrisi ‚uyanış‛tan ‚sapma‛ya, ‚sapma‛dan da ‚gerileme‛ye doğru uzanmaktadır. Bu son aşama, son yirmi yılda daha belirgin hale gelmiştir. Modernistlerin kafalarındaki İslâm’da, bu gelişimin üzerinde seyreden İslâm geleneğinin bütünü değildir, bu eğrinin gerilemeden uyanışa, oradan da sapmaya, modernistlerin kaçmaya çalıştıkları farklı bir gerileme safhasının izleyeceği bir sapmaya, uzandığı söylenebilir. Bu çevrimden kurtulmanın tek bir yolu vardır: Bütün geçici değerlerin üstünde olan ebedî ve değişmez değerlere bağlı kalmak, Müslümanlar hangi durumla karşılaşırlaşırlarsa karşılaşsınlar, onlara hangi dünya kendini sunarsa sunsun, bu prensipleri uygulamaktır. İslâmî ilke ve öğretilerin geçerliliği için herhangi bir değerler bütününü ya da dünyayı ölçü almak, eşyanın doğal düzenini bozmaktır. Bu, atları arabanın arkasına koşmaktır! Ebedî olanın, fânî olanla değerlendirilmesi ve yargılanmasıdır. Bunun sonucu, çağdaş uygarlığın içine düştüğü ve insanın kendi varlığını tehdit eden bir çıkmazdaki batının akıbetinden farklı olmayacaktır. Müslüman aydınlar, modern batıyı, içinde bulunduğu krize getiren tarihî süreçlerin derin bir analizinden ders çıkarıp, bunlardan faydalanmaktan başka, daha iyi bir şey yapamazlar. Eğer onlar İslâm adına konuşmak ve onun hayatını yenilemek istiyorlarsa, taşıdıkları sorumluluğu hatırlamalılar. Doğru bir ölümün, yanlış bir hayattan daha iyi olduğu hatırlanmalıdır. Biri, İslâm toplumunun hayatını yenilemek istiyorsa, bu, kutsala dayalı hayatın yenilenmesi olmalıdır. Gerileme ve sapmanın her ikisinden sakınma ve gerçek İslâmî uyanışın yolu, yalnızca, şimdiye kadar geçerli olan ve olmaya devam edecek olan İslâm vahyinin ilke ve hakîkatlerini yeniden uygulamaktır. Dış dünyada uygulayabilmek için, her şeyden önce, insan bunları kendinde uygulamalıdır. Çevresindeki dış dünyayı ihya etmek isteyen bir kimse, öncelikle manevî olarak kendini yenilemelidir. Bütün gerçek ıslahatçıların öğreneceği en büyük ders, dünyanın gerçek ıslahının, insanın kendini ıslah etmesinden geçtiğidir. Kendini fetheden, dünyayı fetheder. İslâm’ın ilkelerinin kendisinde bütünüyle yerleştiği kişi, İslâm’ın uyanışı yolunda en önemli adımı atmıştır. Yalnızca hakîkatte dirilenler, çevresindeki dünyayı canlandırıp diriltebilir. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 253-259
© Copyright 2024 Paperzz