NİSAN 2014

NİSAN 2014
YIL 36 SAYI 423 ISSN 1300 - 1566
Belki Bir Gün Biz De Dirileceğiz
Kanser ve Çörekotu
İstanbul’u Dinliyorum Matthew’den
Ateş Karıncalarında Kolektif Hareket
Osmanlı’nın Mültecilere Yaklaşımı
Varlığı evvelden evvel, yok nihayet O’na,
Biricik mercidir O, insan olan insana;
Varlığına bütün eşya pırıl pırıl ayna..
Temiz ruhlar ihtiyaç duymaz başka bürhana.
Y
ıllar var ki bu mağmum coğrafyada
hemen her zaman bir diriliş esintisi
ve fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip
durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş
içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut donanı-
NİSAN 2014
106 423
mımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki
duruşumuz yeterli mi?! Değilse, böyle pasif bir
duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde,
eğer beklediğimiz “ba’sü ba’de’l-mevt” duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz
olma şeklinde bir diriliş unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– beklentilerimizle beraber
durumumuzu bir kere daha gözden geçirme-
Şimdiye kadar hep öyle oldu, –Allah bilir– bundan sonra da yine öyle olacaktır; öyle olacaktır
ve haricî-dahilî düşmanlar saldırılarına devam
edecek, dostlar beklenen vefayı göstermeyecek, tahribatları tahribatlar takip edecek, ruh ve
mânâ köklerimiz sürekli hırpalanacak, gönüller
sevgiye hasret gidecek, her yanda ölüm iniltileri duyulacak.. ve tabiî bunca olumsuzlukların
yanında her yana hayat üfleyen diriliş süvarileri de hiçbir zaman eksik olmayacaktır.
Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini Allah’a havale
etmek düşer. Her diriliş eri bilmelidir
ki, o, Allah ve Resûlü’nün çağrısına
icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak
da ona diriliş yollarını gösterecek ve
onun dökülüp yollarda kalmasına
asla meydan vermeyecektir.
miz icap edecektir. Zîrâ, hâlihazırdaki tavır ve
davranışlarımızla beklentilerimiz arasında illiyet kanununa göre bir tenasübün bulunması,
olmazsa olmaz esaslardandır. Aslında bu büyük beklenti, cahillere, mefkûresizlere, dava
düşüncesinden mahrum olanlara ve hikmet
fakirlerine göre bir iş değildir; o, ilm ü irfan erbabına ve hakikate adanmış ruhlara göre bir
gaye-i hayaldir.. eğer bir gün mâkus tâli’imiz
değişecekse, şart-ı âdî plânında “Allah’ın izniyle” işte bu kahramanların eliyle değişecektir.
Tarihin değişik dönemlerinde bizim coğrafyamızda çok farklı kırılmalar, dökülmeler
yaşandı.. defaatle insanımıza zehir içirildi ve
onun gözlerine kezzap döküldü.. millî ve dinî
değerleri elinden alınarak ona gurbetlerin en
acısı yaşatıldı.. güneşi çalındı, ayı söndürüldü
ve iç içe küsûflara maruz bırakıldı.. onun, bir
yandan düşman cefasıyla kıvranırken diğer
yandan da dost vefasızlığıyla inlemesi hiç mi
hiç eksik olmadı; yıkılıp giden şer gürûhunu arkadan yenileri takip etti ve her zaman gelenler
gidenleri arattı. Öyle ki, ne müstebit tiranların
baskıları sona erdi ne de din düşmanlarının kin
ve nefreti; sona ermedi ve bu dünyayı onun
hakkında Cehennem’e çevirdiler.
Bugün de hiçbir şey değişmeden aynı tagallüpler, tahakkümler, tasallutlar devam etmekte; insanımızın ümit ışıkları söndürülmeye
çalışılmakta, hak ve adalet çiğnenmektedir.
Fert, devlet/devletler ve toplumlar olarak inandığını yaşamak isteyenlere fırsat verilmemekte; hattâ onlara engizisyon uygulanmaktadır.
Tabiî bütün bunlara rağmen göz doldurucu bir
keyfiyette olmasa da, gelecek adına vaad ettiği
değişik buudlardaki ba’sü ba’de’l-mevtleri işaretleyen ümit meşaleleri de par par yanmakta
ve her şeyi sevgiye ve saygıya göre yorumlayan günümüzün o aydınlık ruhları onca gayz,
nefret ve tecavüzlere takılmadan ve hız kesmeden yüksek insanî değerlerimizi ihya istikametindeki yolculuklarını devam ettirmektedirler.
Aslında, Allah hiçbir zaman, baskıcı zalim ve
tiranlara karşı kapısının sadık kullarını –inayeNİSAN 2014
423 107
tini üzerlerinden eksik etmesin!– yalnız bırakmamıştır.
Gerçi yer yer bâtıl düşünce çevreyi gürültüye boğmuş, sürekli esmiş savurmuş, etrafta
panik hâsıl etmeye çalışmış, hakkın sesini-soluğunu kesmek için yapmadık şey bırakmamıştır
ama toplumdaki sinmeler de hep gelip geçici
olmuş ve arkasından hakikatin sesi daha bir tiz
perdeden duyulmaya başlamıştır. Allah, bazı
dönemlerde zalimlere mehil üstüne mehil verse de, çok defa “gayretullah”a dokunma durumlarında onları derdest edip cezalandırmış,
mazlumları tutup kaldırmış ve onlara derlenip
toparlanma yollarını göstererek böylelerini
ilmî, içtimaî, aklî, kalbî ve ruhî diriliş yollarına
uyarmıştır.
İşte, Allah’ın tutup desteklediği/destekleyeceği bu kimseler, bugün olmasa da çok yakın
bir gelecekte sevgiden ve merhametten oluşturdukları değişik enstrümanlarla ruhlarında
sürekli köpürüp duran o derin şefkat hislerini
mutlaka seslendirecek; bulundukları her yerde
birer sıyanet meleği gibi, karşılaştıkları mazlumları, mağdurları kucaklayacak; bütün zalimlere, tiran bozması müstebitlere ve o acımasız gaddarlara “Bugün sizi kınayıp serzenişte
bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi
bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.”1 diyecek ve o zamana kadar hep kan
düşünmüş, kan konuşmuş, kan dökmüş ve kan
içmiş en kanlı delilere dahi sinelerini şefkatle
açmadan geri kalmayacaklardır.
Evet, bir gün mutlaka, böyle engin bir rah-
met tecellîsini temsil edecek olan o mefkûre insanları, o iman ve aksiyon kahramanları ve o
Allah’la münasebetlerinde temkin ve teyakkuz
erleri, tecessüm etmiş birer inayet şeklinde dört
bir yanda belirecek ve bize kâse kâse diriliş şerbetleri sunacaklardır.
Şimdi, eğer Allah, böyle bir dirilişi bu tür
seviye insanlarıyla gerçekleştirecekse, ilk defa
sebepler plânında onları ba’s edecek, sonra
da mukadder görünen o umumî ba’sü ba’de’lmevtle hepimizi ihya edecektir. Gayesiz ve
hedefsiz mü’minlerin, his ve heyecan yorgunu
kimselerin kendileri tam diri olmadıkları gibi,
diriliş adına başkalarına bir şey ifade etmeleri
de söz konusu değildir; bir kere Allah, Kendisine yürekten yönelen kimseleri ihya edeceği
ve bu kimseleri başkalarının dirilişine vesile kılacağı vaadini onların peygamberâne azim ve
kararlılığına bağlamıştır. Bunlar, sarsılmayacak
bir imana sahip, durdukları yerde hep sağlam
duran, sağdan soldan gelen tazyiklere asla aldırmayan, belâ ve musibetler karşısında hiçbir
zaman sarsılmayan; aksine çevrelerindekilere
karşı her zaman moral kaynağı olan, hizmet
ve vazife anında ta ilerilerin ilerisinde bulunan,
ücret ve mükâfat takdirlerinde ise gerilerin gerisine çekilerek sessizlik murâkabesine dalan
öyle samimiyet âbideleridir ki, Allah özel bir
teveccühte bulunacaksa işte bunlara bulunur
ve birilerine hayat nefhedecekse onların soluklarıyla eder.
Zaten, kendilerini insanlığın ihyasına adamış bu ba’sü ba’de’l-mevt kahramanları,
Yıllar var ki bu mağmum coğrafyada hemen her zaman bir diriliş esintisi ve
fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat
biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş
içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut
donanımımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki duruşumuz yeterli mi?! Değilse,
böyle pasif bir duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde, eğer beklediğimiz
“ba’sü ba’de’l-mevt” duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz olma
şeklinde bir diriliş unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– beklentilerimizle
beraber durumumuzu bir kere daha gözden geçirmemiz icap edecektir.
NİSAN 2014
108 423
Allah’ın onlara ihsan ettiği kabiliyet ve kapasitelerini, mefkûrelerini ikame etme istikametinde son santimine kadar kullanmada kararlı, hep en yüksek fedakârlık hisleriyle kanatlı,
üzerlerine aldıkları emaneti görüp gözetmede
olabildiğine emin, her zaman derin bir teslimiyet duygusuyla Hakk’ın takdir ve teveccühlerini aktif bir sabır içinde beklemektedirler ki,
gerçekten Hakk’a adanmış bir ruhun yapması
gerekli olan da işte bunlardır. Böyleleri, derlenip toparlanmak, doğrulup ayakları üzerinde
durmak adına ifa etmeleri gereken her şeyi
yapsalar da, sonucun bir “vakt-i merhûn”u
olduğu realitesine binaen yıllar ve yıllar boyu
beklemesini de bilir ve asla paniğe kapılmazlar.
Evet, bazen bütün sorumluluklar yerine getirilmiş olmasına rağmen doğrulup kendini ifade etme ve bir diriliş eri olduğunu ortaya koyma hemen gerçekleşmeyebilir. Bu bazen, diriliş
bekleyen kimsenin henüz tam kıvamına ulaşamayışından, ulaşıp bütün enerjisini kendi ruhunun âbidesini ikameye teksif edemeyişinden
kaynaklanır; bazen de üzerine lâzım olmayan
şeylerle meşgul olup dağınıklığa düştüğünden
konunun vetireye farklı düşmesine sebebiyet
vermiş olabilir.
Aslında dirilip kendimiz olmamız bir ilâhî
atiyye ise –ki öyledir- henüz o atiyyeyi taşıyacak güce ulaşamadan verildiği takdirde, kadri
bilinemeyeceği için gelmesiyle gitmesi bir olacak ve telafisi çok daha güç yeni bir kısım mahrumiyetlerin yaşanmasına sebebiyet verecektir.
Ayrıca, eğer Cenâb-ı Hak, maddî-mânevî
lütuflarını, insanların iradelerinin hakkını vermelerine bağlamışsa –ki biz öyle olduğuna
inanıyoruz- onlar imkânları dâhilinde olan her
şeyi değerlendirecekleri âna kadar muhtemelen ilâhî teveccüh de gecikmiş olacaktır.
Bu konuda diğer bazı hususlar da şunlardır: Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme
durumunda bulunduklarından, Cenâb-ı Hak
onları şirkten sıyanet etme adına her isteyip
dilediklerini hemen vermez ve “cebrî lütfî” bir
tevcihle onların yüzlerini tevhide çevirir. Bazen
de, her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte
böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik
baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, ızdırar ruh hâletiyle Kendine yönelmeleri ve bir
muztar içtenliğiyle O’na içlerini dökmeleri için
belli bir süre onların diriliş gayretlerine aynıyla
cevap vermez. Bazen de, bu diriliş erleri, şöyleböyle belli bir kısım dünyevî beklentiler içine
girip gönüllerini makam, mansıp, pâye, ikbâl
düşüncelerinden arındırıp tam bir hasbîlik ortaya koyamayabilirler; bu açıdan da böyleleri bütün bütün ağyâr mülâhazasından sıyrılıp
hâlisâne bir teveccühle O’na yönelecekleri âna
kadar diriliş nefhasını da elde edemeyebilirler.
Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki
hasların hamlardan ayrılması, zalim ve gaddarların da toplumun her kesimi tarafından
bilinip tanınması çok önemlidir ve böyle bir
ilâhî imhalle her zaman yanılabilen ve yanıltılabilen yığınların bazılarında ehl-i ilhada taraftarlık hissiyle –bu biraz da her şeyin ayân
beyan ortaya çıkmamasından kaynaklanır–
ba’sü ba’de’l-mevt kahramanlarına karşı tavır
almalar olabilir; bu itibarla ak-kara birbirinden
ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/
duracağı belli olacağı âna kadar herkese bir teemmül fırsatı verilir; dolayısıyla netice de biraz
gecikmiş olur.
Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre
ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini
Allah’a havale etmek düşer. Her diriliş eri bilmelidir ki, o, Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak da ona diriliş
yollarını gösterecek ve onun dökülüp yollarda
kalmasına asla meydan vermeyecektir.
Dipnot
1. Yûsuf sûresi, 12/92.
NİSAN 2014
423 109
{
Sabr u sebatla muvaffakiyet,
farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler.
}
Kanser ve Çörekotu
Ç
örekotu (Nigella sativa), birçok ülkede ve
Türkiye’nin hemen bütün bölgelerinde
yetişen, yaklaşık 40 santimetre boyunda,
ince yapraklı, otsu bir bitkidir. Tohumları
şifa maksadıyla asırlardır kullanılır. Son
yıllarda muhteviyatına ve şifa özelliğine dâir ilmî çalışmalar oldukça artmıştır. Çörekotunun yaklaşık %
20’si protein, % 40’ı karbonhidrat, % 35’i de nebatî
yağlardır. Bu bitkinin hastalıklara deva olması, içindeki uçucu yağlar vesilesiyledir. Bunlardaki esas
tesirli madde, timokinondur. Bu madde ilk olarak ElDakhakhani tarafından 1960’ta elde edilmiştir. İçinde, uçucu yağların % 30-40’ını oluşturan timokinona
ek olarak, Thymol, p-Cymene, Thujol, ve o-Cymene
başta olmak üzere, en az 15 farklı madde bulunmaktadır.
Basit bir kimyevî yapıya sahip kılınan bu bileşik,
çok farklı hastalıkların tedavisine vesile olmaktadır.
Timokinon üzerine yapılan ilmî çalışmalarda, bu bileşiğin anti-oksidan, anti-enflamatuar ve anti-kanser hususiyetlerinin olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca bu bileşiğin
şeker hastalığı, artrit (eklem iltihabı) ve astım gibi hastalıklarda semptomları iyileştirici özelliği görülmüştür.
Lâboratuvar hayvanları üzerinde yapılan deneylerde
timokinonun şeker hastalığında, kan glikoz seviyesinin
düşürülmesine ve insülin miktarının artırılmasına; artritte, hastalığın şiddetinin ve iltihaplanmanın azaltılmasına; astımda ise yine bronşlarda iltihaplanmanın
gerilemesine vesile olduğu belirlenmiştir. Bunlardan
başka, timokinon, kalbe zarar veren kimyevî maddelerle beraber farelere verildiğinde, hayvanların kalbinde
oluşan zararların hafiflediği müşahede edilmiştir.
Böylesine şifa vesilesi olarak yaratılan timokinonun
mühim hususiyetlerinden biri de anti-kanser tesiridir.
Bilindiği üzere kanser, kalb-damar hastalıklarından
NİSAN 2014
110 423
Ömer Çağlar LATİF
sonra en yaygın ölüm sebebidir. Kanser, en basit anlatımıyla kontrolsüz hücre çoğalmasıyla ortaya çıkar.
Kanserli hücre devamlı bölünür ve artık bölünmemesi
gerektiğini söyleyen sinyallere karşı duyarsızlaşır. Bölünen kanser hücreleri sadece bulundukları yerde kalmaz, vücudun diğer organlarına yayılarak (metastaz)
oralarda da kontrolsüz çoğalmaya devam eder.
Timokinon, lâboratuvarda doğrudan kanser
hücreleri üzerinde denenmiş; meme, akciğer, kalın
bağırsak, pankreas ve prostat kanseri, beyin tümörü
ve lösemide hücrelerin kontrolsüz çoğalmasını engellediği görülmüştür. Ayrıca timokinona bahşedilen
kanseri hedef alma ve geriletme mekanizmaları da
ayrıntılı olarak araştırılmaktadır. Timokinon, öncelikle hücre deveranında vazifelendirilen Cyclin D1 gibi
sinyal moleküllerini hedef alarak, kontrolsüz hücre
bölünmesini durdurmaktadır. Böylece kontrolsüz ve
bir mânâda sınırsız bölünme özelliğine sahip olan
kanser hücreleri fren yapmak zorunda kalmaktadır.
Timokinonun müessir olduğu bir diğer mekanizma da, kanser hücrelerinin ölümünü tetiklemesidir.
Bütün hücrelerde, hücrelerin uymak zorunda olduğu
programlı hücre ölümü (apoptozis) sinyal mekanizması bulunmaktadır. Duruma göre programlı hücre
ölümü mekanizması çalıştırılır. Bir virüsle enfekte
olan bir hücrede vücudun sağlığını korumak ve virüsün yayılmasını engellemek adına programlı hücre
ölümü mekanizması, bağışıklık sistemi hücreleri tarafından aktive edilir ve hücre kendini imha eder. Bu
programlı hücre ölümü mekanizması kanser hücrelerinde çalışamaz hâle gelmektedir. Böylece kanser
Timokinon
Anti-enflamatuar tesir
Programlı hücre ölümü
Hücre döngüsünün kilitlenmesi
Kanser Büyümesinin Engellenmesi
hücresine iletilen, “Kendini imha et!” komutu yerine
getirilememektedir. Timokinon, kanser hücrelerindeki bu durumu tersine çevirerek programlı hücre ölümüne direnmeye sebep olan BCL-2 ve Survivin gibi
proteinleri pasifize eder veya üretimlerine mâni olur.
Timokinonun, çok bilinen bir tümör baskılayıcı
faktör olan P53’ü ve ona bağlı sinyal mekanizmasını aktive ettiği gösterilmiştir. Kanser hücrelerinin
vücutta kullandığı bir diğer mekanizma ise, yara
iyileşmesinde de kullanılan enflamatuar yani iltihaplanmayla ilgili moleküler mekanizmalardır. Bu
mekanizmalar aktive olduğunda, hücre bölünmesini
ve tamir sinyallerini harekete geçirir. Timokinonun
bu enflamatuar moleküler mekanizmalara da mâni
olduğu bilinmekte ve bu yönden de kanserin yayılmasını engelleyeceği düşünülmektedir (Şekil–1).
Bir araştırmada serviks (rahim ağzı) kanseri
oluşturulmuş farelerde, timokinonun şu an tedavide
kullanılan kemoterapi ilâcı sisplatinden daha tesirli
olduğu görülmüştür. Başka bir çalışmada ise, timokinon ve kemoterapi ilâçları beraber kullanıldığında
pankreas kanserine karşı daha yüksek fayda elde
edilmiştir. Bağ dokusu, kemik ve epitelyum dokuyu
(Fibrosarkom, osteosarkom, skuamöz) tutan kanserler ile akciğer ve mide kanseri üzerinde yapılan
çalışmalarda da timokinonun tedavi edici faydaları
gösterilmiştir. Yapılan bu çalışmalardan birisi çabuk
ilerleyen pankreas kanseri üzerinedir. Bu kanserde
hastaların sadece % 4’ü kemoterapiye (ilâç tedavisi)
istenen seviyede cevap vererek, beş senelik en üst
periyodu atlatabilmektedir. Bu sebeple timokinonun
pankreas kanserine tesiri dikkat çekicidir.
Bu bileşiğin çok farklı kanser türlerine tesiri ve bu
vazifeyi, farklı biyolojik mekanizmaları hedef alarak
gerçekleştirmesi hayretengiz bir vakıadır.
Timokinonun lâboratuvar çalışmalarında gösterilen
bütün bu faydalarına rağmen, henüz ilâç olarak kullanılmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır. İlâç olarak kullanıma geçmesi ancak gerekli klinik çalışma ve testlerin
Kemoterapinin etkinliğinin arttırılması
Şekil–1: Timokinonun anti-kanser mekânizmaları
yapılmasıyla olabilecektir. Dolayısıyla, bu maddenin ve
onu içeren çörekotu ve yağının bugün için kanser tedavisinde preparat hâline getirilmiş ticarî bir ilâç şeklinde kullanılması söz konusu değildir. Belki, sağlıklı insanların diyetinde çörek otunun bulunması kanserden
korunma adına tavsiye edilebilir. Bu maksatla, ezilmiş
çörekotu tohumu veya sadece yağı nebatî tıp uzmanları
tarafından tavsiye edilen dozlarda kullanılabilir.
Günümüzde kanser kemoterapisi için kullanılan
ilâçların yarıdan fazlasının tabiî maddelerden elde
edildiği hesaba katıldığında, timokinon tabiî bir bileşik olarak kanser tedavisinde ümit vaat etmektedir.
Ayrıca, kemoterapi ilâçlarının çok fazla olan yan tesirlerinin, timokinon gibi ek tedavilerle azaltılabileceği de hesaba katılmalıdır.
“Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki, çörekotunda onun için bir deva bulunmasın.” beyanı ile Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onu
insanlara asırlar öncesinden tavsiye etmektedir.
oclatif@sizinti.com.tr
Kaynaklar
- Woo CC, Kumar AP, Sethi G, Tan KH. Thymoquinone:
potential cure for inflammatory disorders and cancer.
Biochem Pharmacol. 83(4), 443-51 (2012).
- Mann J. Natural products in cancer chemotherapy: past,
present and future. Nat Rev Cancer 2(2), 143-8 (2002).
- El-Dakhakhany M. Studies on the chemical constitution of
Egyptian N. sativa L. seeds. Planta Med 11, 465–70 (1963).
- L.Filippo D’Antuono, Alessandro Moretti, Antonio F.S
Lovato. Seed yield, yield components, oil content and
essential oil content and composition of Nigella sativa L. and
Nigella damascena L. Industrial Crops and Products 15(1),
59–69 (2002).
- Howlader N, Noone AM, Krapcho M, Neyman N, Aminou
R, Waldron W, Altekruse SF, Kosary CL, Ruhl J, Tatalovich
Z, Cho H, Mariotto A, Eisner MP, Lewis DR, Chen HS, Feuer
EJ, Cronin KA (eds). SEER Cancer Statistics Review, 19752009 (Vintage 2009 Populations), National Cancer Institute.
Bethesda, MD
- Buhari, Tıbb 7; Müslim Selam 89, (2215); Tirmizi Tıbb 5,
(2042), 22, (2071)
NİSAN 2014
423 111
Prof. Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU
Yeşillikler arasında yanardağdan fırlayıp düşen siyah,
kömüre benzeyen tipik lav
kayacıklarıyla karşılaştık.
Tam bu esnada, dışı sarı-kırmızı renklerle kaplı bir tükenmez kalemin yerde öylece
durduğunu görüverdik.
NİSAN 2014
112 423
B
abamın işi sebebiyle yurtdışında bulunuyorduk. İkamet ettiğimiz köy, ara sıra faaliyete geçen bir yanardağın eteklerinde
idi. Dağın tepe kısmında belli aralıklarla
küçük volkan patlamaları olduğuna bütün köylüler
şahit olmaktaydı. Geçen gece çok şiddetli bir patlama sesi duyuldu. Şiddetli bir yanardağ patlaması olmuştu. Lavların dağın zirvesinden akışı gece
uzaktan görülebiliyordu. Çocukluğumdan beri çok
sayıda yanardağ patlamasına ve lavların gökyüzüne
fışkırmasına şahit olmuştum. Mahallemizde birlikte
büyüdüğümüz ve okula gittiğimiz bir arkadaşım vardı. Dağın iyice soğuduğu bir bahar gününde onunla
dağın eteklerine tırmanmaya, soğuyan lavlara bakmaya ve merakımızı gidermeye karar verdik.
Epeyce tırmandıktan sonra, yeşillikler arasında
yanardağdan fırlayıp düşen siyah, kömüre benzeyen tipik lav kayacıklarıyla karşılaştık. Tam bu esnada, dışı sarı-kırmızı renklerle kaplı bir tükenmez
kalemin yerde öylece durduğunu görüverdik. Kalem
yeşilliklerin arasında bulunuyordu. Ben hemen aklımdan geçeni söyleyiverdim: “Demek ki bizden önce
bazı insanlar burayı ziyaret etmişler, kalem onlardan
düşmüş.” Arkadaşım ise: “Hayır bu mümkün değil,
bizden önce buraya hiç insan gelmedi. Bu kalem buradaki şartların bir araya gelmesiyle tabiatın bize bir
hediyesi olarak meydana gelmiştir.” iddiasında bulundu.
Arkadaşıma göre bu kalemin burada bulunmasının başka bir izahı olamazdı. Bana varsayımlarla
dolu bir hikâye anlattı:
“Bu tükenmez kalemi oluşturan madenler bu dağın içinde zaten taş, kaya veya magma olarak vardı.
Önce kalemin içinde bulunan kırmızı mürekkep magmanın eritici sıcaklığı ile oradaki madenlerin erimesi
neticesinde ortaya çıkmış olabilir. Mürekkep bir boşlukta toplanmıştır. Hatta imkân olsa mürekkeple dolu
gölü de bulabiliriz.”
Ben aklımdan saf kırmızı mürekkep nasıl oluşmuş, diğer renklerle nasıl karışmamış acaba diye
geçirerek pek inandırıcı bulmadım.
Arkadaşım anlatmaya devam etti: “Tamamen bu
dağın içindeki şartlarla dışarıdan bir müdahale olmasına gerek kalmadan ince bir plâstik boru da oluşabilir. Dışı ve içi pürüzsüz olan bu mürekkep dolu borucuğun oluşması için gerekli bütün sebeplerin hepsi bu
patlayan yanardağın içinde mevcuttur. Dağın içinde
o borucuğu oluşturacak madenler, elementler zaten
var. Önce sıcak lavların tesiriyle madenler erimiş ve
yaklaşık leblebi büyüklüğünde bir sıvı plâstik damlası oluşmuştur. İnce bir rüzgâr sıvı plâstik damlasının
ortasından bir cam ustasının nefesi gibi geçmiş ola-
bilir. Olmaz diye bir şeyi kabul etmiyorum. Sonra da
ortaya çıkan içi ve dışı pürüzsüz bu borucuk tam da
tükenmez kalemin boyunda bir keskin kaya parçasının darbesiyle kesilmiş olabilir.”
Buraya kadar plâstikten oluşan ince borucuk ve
onun içine girecek mürekkep var. Ancak nasıl olacak da mürekkep borunun dışını kirletmeden içine
girecek? Arkadaşım hezeyanlarını iyice artırmıştı:
“Bunun için de ince bir rüzgâr esmiştir. Rüzgâr sıvı
mürekkebi üfleyerek etrafı da kirletmeden borucuğun
içine yerleştirmiş olabilir.”
Beynim derin düşünceler arasında zonklamaya
başladı.
Arkadaşım hikâye anlatmaya devam ediyordu:
“Bana göre tükenmez kalemin diğer parçaları da bu
fırtınalar, rüzgârlar, sıcaklıklar, soğukluklar arasında
üretilmiştir. Öncelikle içi mürekkeple dolu borucuğun
ucuna boru ile aynı kalınlıkta veya borucuğun içine
yerleşebilecek kalınlıkta ortası delik bir metal yerleştirilmesi, bunun için de önce dağdaki madenlerin
eritilmesi gerekiyor. Eritmekte problem yok da nasıl
şekil verilecek? Çünkü bu içinde minik kanal bulunan
metalin bir şekli var. İşte burada kayaların arasında
tesadüfen oluşmuş bir kalıp içine erimiş demir madenlerinin girmesi ve orada soğuması ile ortaya çıkmış olabilir. Kanalın oluşması için de ya rüzgâr daha
soğumadan kalıp içindeki metalin içinden geçmiş
veya bir ucu sivri kaya parçası rüzgârın döndürmesiyle küçük metalin içinden geçmiş ve minik kanal
açılmış olabilir.”
Arkadaşımdan şüphe etmeye başladım. “Peki”
dedim, “Ya bu metalin ucunda bulunması gereken
küçük bilyecik nasıl meydana gelecek?”
Kendisi cevap vermeye başlamıştı zâten: “Bu minik bilyenin önce erime ve soğuma işlemleriyle üretilmesi gerekir. Ardından da içi kanallı metalin ucuna muhtemelen bir rüzgâr vasıtasıyla yerleştirilmesi
gerekir. Bu da sanki olabilir gibi. Gerçi hep de sebep
olarak rüzgârı kullandık ama neylersin ki başka da
NİSAN 2014
423 113
Kimse, cansız tükenmez kalem veya bilgisayarın tesadüfen asla ve kat’a kendi
kendine olamayacağına inanıyor da, bazıları nasıl canlıların kendi başlarına var olabileceğini kabul ediyor, bunu anlamak mümkün değil.
sebebimiz yok gibi. Akıl başka yol bulamıyor.”
Kendisine: “İyice daraldım. Yeter! Anlattıklarında zerre kadar mantık yok!” dedim. “Kalemin daha
bir sürü parçası var. Bunların büyüklükleri, birbirlerine tutunma yerlerindeki yivleri hep uyumlu olması lazım. Bu mümkün değil. Hattâ sonsuz defa aynı
hâdiseler vuku bulsa bu mümkün olamaz.”
Arkadaşım, “Mantıksız gelse de, bunu kabul etmekten başka çare yok.” diye devam etti. “Tükenmez
kalemin yayı da erimiş metallerin yer hareketleri esnasında sündürülmesi ve önce bir tel, sonrasında da
düzenli olarak bu hareketler esnasında kendi etrafında döndürülmesiyle ortaya çıkmış olabilir.”
Arkadaşım, aynı şekilde lavların içinde aşırı sıcaklıkla madenlerin erimesiyle, rüzgârın etkisiyle,
kaya parçalarının hareketiyle tükenmez kalemin
diğer aksamının oluşabileceğini anlatmaya devam
etti. Nasıl olmuş da, düzenli bir kalıptan çıkmış
olması gereken kalemin dış boruları ve yivleri tam
da istenilen şekilde, birbiriyle uyumlu olarak kendi
kendine ve tesadüflerin oyuncağı olan sebeplerin
tesiriyle ortaya çıkmıştı. Ben hiç mantıklı bulmadım
ve bu safsataya hiç inanmadım.
NİSAN 2014
114 423
Arkadaşım da sıkılmaya başlamıştı. Özellikle
parçaların birbirine büyüklük açısından uyumu nasıl tesadüfen olacaktı? Parçaların birbirine tutturulmasında gerekli erkek ve dişi yivlerin kendiliğinden
uyumlu olması imkânsız idi.
Artık tekliyordu. Nihayet “Bu fikrimden vazgeçtim.” dedi, ve derin bir “Ohhh!” çekti.
Ben de kendisine, “Bu hikâyeyi kime anlatsan
inanmaz.” dedim. “Tek tek minik parçaların oluşması zâten imkânsız. Hadi oluştu, birbirlerine nasıl
uyumlu olacak? Hadi o da oldu, hepsi bir araya nasıl mükemmelen gelecek? Bir sebep onları birbirine
nasıl monte edecek? Hiçbiri mümkün değil. Parçaların farklı zamanlarda ortaya çıktığını farz etsek
bile, o zaman lavlara veya diğer tabiat şartlarına nasıl dayanıp da diğer parçaların oluşmasını bekledi?
Bir de diğer tükenmez kalemleri düşünmemiz lazım. Hadi bir tanesi tesadüfen oldu, diğerleri ondan
nasıl üretilecek? Tesadüfen oluşan ilk tükenmez kalemin içine bir mekanizma da tesadüfen yerleşmesi
gerekir ki, bu imkânsız.
Aynı şekilde, canlının temel taşı olan hücreyi
ele alalım. Bir hücrenin sulu bir ortamda, meselâ
bir denizde suların hareketleriyle, denizin dalgalarıyla ortaya çıkması mümkün olabilir mi? Hücrenin
bir organeli olan endoplazmik retikulum tesadüfen
oluştu diyelim, ki böyle bir varsayımı dillendirmek
bile akıllı işi değil, diğer organellerin, meselâ çekirdek, çekirdek içindeki çekirdekçik, DNA ve diğer proteinler, hücrenin ve diğer organellerin dış
zarları tesadüfen aynı anda nasıl oluşacak? Farklı
zamanlarda farklı yerlerde oluşsalar fayda etmez.
Sırf hücrenin dış zarını ele alsak, yine imkânsız.
Zarla birlikte diğer organeller de aynı anda oluşup
birbirlerinin içine girip paketlenecek. Bu mümkün
değil! Hücre zarı çok çok hassastır, mikronlarla ifade edilecek derecede incedir ve kolay yırtılabilir.
Tabiattaki kontrol dışı ve çoğu defa olumsuz ortam
şartlarına nasıl dayanıklı olacaktır? Bunu akıl kabul
etmez!”
Köye döndüğümüzde, yanardağ hikâyesini kime
anlattıysak kimse kabul etmedi. Bir Allah’ın kulu
çıkıp da “Olabilir!” demedi. Çünkü bu hikâyenin
gerçek olabilmesi için tabiattaki her bir nesne, sebep ve hâdisenin birer “tanrı” olması gerekiyor, ki
bu mümkün değildi! Sebepler ve tabiat hâdiseleri
akıllı şuurlu değiller ki! O zaman, tükenmez kalem
tesadüfen değil, iyi bir mühendis, usta ve işçi grubu
ile çok donanımlı bir fabrikada ancak üretilebilir,
aynen öyle de bu canlılar da sonsuz ilim, hikmet ve
kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından ancak var edilebilir.
Bir öğretmen arkadaşımın oğlu, hücre hakkında bilgi verirken; “Bir bilgisayar mı, yoksa hücre mi
daha mükemmel yapılmıştır?” diye sordu. Hiç düşünmeye gerek yok ki, elbette hücre çok daha mükemmel… Onu bilgisayarla kıyas bile edemeyiz.
Herkes, cansız tükenmez kalem veya bilgisayarın tesadüfen asla ve kat’a kendi kendine olamayacağına inanıyor da, bazıları nasıl canlıların kendi
başlarına var olabileceğini kabul ediyor, bunu anlamak mümkün değil.
oarifagaoglu@sizinti.com.tr
Minareler kulluğumuzu söyleyen diller,
O semavî seslerle huzur bulur gönüller
Nebi kokusuyla esiverir esen yeller,
Duyar onu güzele peyrev olan güzeller.
NİSAN 2014
423 115
Dr. Kemal SERÇE
Bilimdeki gelişmeler, son
asırda büyük bir ivme
kazanmış, eskiden bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz birçok şey, günümüzde sıradan şeyler
hâline gelmiştir.
NİSAN 2014
116 423
B
ilimdeki gelişmeler, son asırda büyük bir ivme kazanmış, eskiden bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz birçok şey, günümüzde sıradan şeyler hâline gelmiştir. Süpersonik uçaklar, hızlı
trenler, kıtalararası füzeler, cep telefonları, uydu haberleşme
sistemleri, süper bilgisayarlar gibi yüksek teknoloji ürünleri artık hayatımızın bir parçasıdır. Yeni keşifler, bilimin gelişmesine ve yeni teknolojik
ürünlerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. On bin kilometre uzaktaki
bir hedefin füzeyle vurulduğu, 500 milyon kilometre uzaklıktaki uyduların idare edildiği ve olup bitenlerin takip edildiği, uzaklık, yakınlık, gizlilik gibi kavramların ehemmiyetinin kalmadığı bir devirde yaşıyoruz.
Hangi gelişmeler öne çıkacak?
Yüksek enerjiye, parçacık fiziğine ve atom altı partiküllerin keşfine yönelik araştırmalar; atomik ve moleküler seviyedeki yapıların özellik ve davranışlarının
ortaya konulmasına yönelik incelemeler; nanoteknoloji, biyoteknoloji, sibernetik, biyonik ve robot teknolojileri, genetik ve tıp alanlarındaki çalışmalar günümüzde oldukça yoğunluk kazanmıştır. Bu sahalarda
olabilecek muhtemel gelişmelere dâir bazı tahminlerde bulunabiliriz.
Bilgi teknolojileri
Bu sahadaki gelişmeler, diğer bilimlerdeki gelişmelere destek olduğu kadar, öncülük de etmektedir. Gelecekte, biyolojik ve organik işlemcilerin devreye girmesiyle bilgiyi işleme hızında ve tekrar kullanma kapasitesinde sıçramalar olacaktır. 20–25 yıl içerisinde süper
hızlı kuantum bilgisayarların üretilebileceği tahmin
edilmektedir. Yüksek veri transferi sağlayan gelişmiş
ağlar, bilgi akışını hızlandıracaktır. Bilgiye erişim ve
iletişim hızlanıp kolaylaşacağı için, bilgi teknolojileri
hayatın her alanında tesirini hissettirecek, kablosuz
iletişim yaygınlaşacaktır. Küçük bir cihazla her türlü
bilgiye daha rahat ve hızlı ulaşılabilecektir. Holografik
Tv, üç-dört boyutlu video görüntüleme sistemleri üretilecek; filmler, izleyiciye aynı mekânı paylaşıyormuş
gibi gerçeklik hissi verecektir. Sesli komutla ve insan
zihniyle çalışan elektronik cihazlar üretilecek, konuşmaları istenilen dile anında çevirebilen yazılımlar yaygınlaşacaktır.
Nanoteknoloji
Nanoteknoloji; metrenin milyarda biri ölçeğinde moleküler tasarımlarda bulunma ve fonksiyonel yapılar
oluşturma bilimidir. Atomların ve moleküllerin manipüle edilmesi ile tabiatta bulunmayan nanotüpler, nanoelektronik devreler ve algılayıcılar, nanofiberlerin
senteziyle çok maksatlı kullanımı olan yeni malzemelerin üretimi söz konusudur. Su tutmayan, kirlenmeyen, renk değiştirebilen boyalar, kumaşlar, elektronik
devreler eklenerek termal, mekanik, akustik ve optoelektronik özelliklere sahip çok fonksiyonlu malzemelerden üretilen elbise ve ürünler hayatın her alanında kullanılacaktır. Çok fonksiyonlu detektörlerin
ve güneş pillerinin fiber üzerinde üretilmesiyle güneş
enerjisinden elektrik üreten, kendi ısısını ayarlayan ve
insanların günlük enerji ihtiyacını karşılayan elbiseler
üretilebilecektir.
Opto-elektronik aygıtların geliştirilmesiyle enerjinin % 100’e yakınını ışığa dönüştüren yüksek verimli
aydınlatma sistemleri ve ışık kaynakları geliştirilebilecektir. Taşıtlarda ve enerji gereken işlerde güneş enerjisi, nükleer enerji ve hidrojen yakıt hücresi gibi yeni
teknolojilerin kullanımı yaygınlaşacaktır. Geri dönüşüm özelliğine sahip mühim hidrojen kaynağı ve tutucusu olan bor hidridler, bu hususiyetiyle çok hafif ve
ucuz yakıt deposu olarak kullanılabilecektir. Sürtünmenin son derece azaltılması sayesinde çok yüksek
verimlilikte motor ve makinelerin üretimi mümkün
olacağı gibi, manyetik kuvvetle çalışan motorlar üretilerek, ciddi yakıt ve enerji tasarrufu sağlanacaktır.
İnsanlarla iletişim kurabilen ve insan davranışlarını taklit eden gelişmiş akıllı robotlar, insanların günlük işlerinin çoğunu üzerine alacak, insan hayatı için
riskli yerlerde vazife yapacaktır.
Kur’ân’da Hz. Süleyman (aleyhisselam) kıssasında, ilim sahibi bir vezirin mealen “Siz gözünüzü açıp
kapayıncaya kadar o tahtı sizin yanınızda hazır ederim.” demesiyle aynı ânda Yemen Melikesi Belkıs’ın
tahtının uzak mesafelerden getirildiği ifade edilmektedir. Bu, ister ışınlama yöntemi, isterse boyutlar arası
geçiş veya zaman kısalması şeklinde olsun, uzay-zamanın ve maddenin birtakım hususiyetlerinden istifade edilerek eşya naklinin gerçekleşebileceğine ve
benzeri gelişmelere işaret olabilir.
Canlıların genetik kodlarına müdahale edilerek yeni kombinasyonlar oluşturulabilir. Genlerle oynamak suretiyle
yeni virüs ve bakterilerin
oluşturulmasına sebep
olunabileceği gibi, farklı genetik hususiyetlere sahip bitki ve hayvan
türleri de ortaya çıkabilir.
NİSAN 2014
423 117
Gelecekte mühim gelişmelerin beklendiği bir alan
da tıptır. Genetikteki gelişmeler, bazı hastalıkların iyileştirilmesine vesile olabilecektir. Günümüzde klonlama (kopyalama) gerçekleştirilmiştir; ancak gelecekte
canlılarda yeni genetik tasarımlarla alâkalı gelişmelerin olması beklenebilir. Genetik şifrenin fonksiyonları tam olarak aydınlatılabilirse, genlerin embriyo
safhasından itibaren canlının gelişim süreçlerini nasıl
etkilediği ortaya çıkacak, bu da canlının gelişimi esnasında gerektiğinde yönlendirici genetik müdahalelerde bulunma ve gen değişiklikleri yapma imkânı
verecektir.
Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler neticesinde tarımda verim artacaktır. Farklı iklim şartlarında yetişebilen dayanıklı bitkilerin geliştirilerek bir tanesi birkaç
kişiyi doyuracak büyüklükte meyve ve sebzelerin üretimi mümkün olabilecektir. Âhirzamanda bereketin
çok artacağı hususuyla alâkalı bazı hadîslerde “pek
çok kişinin ancak yiyebileceği narların olacağı, bir nar
kabuğunun altında bir insanın gölgelenebileceği, hattâ
buğday tanelerinin çok iri olacağı” (Müslim, Fiten 110;
Tirmizi, Fiten, 59) şeklinde ifade edilen hususlar, gelecekte bereket ve bolluğun artmasından kinaye olabileceği gibi, ileride genlere müdahale edilerek meyve ve
bitkilerin çok büyütüleceğine işaret de olabilir.
Canlıların genetik kodlarına müdahale edilerek
yeni kombinasyonlar oluşturulabilir. Genlerle oynamak suretiyle yeni virüs ve bakterilerin oluşturulmasına sebep olunabileceği gibi, farklı genetik hususiyetlere sahip bitki ve hayvan türleri de ortaya çıkabilir.
Yine, insan genlerine müdahale etmek suretiyle ona
olağanüstü hususiyetler kazandırmak maksadıyla
çalışılırken insan suretinde, fakat farklı hususiyetlere
sahip ucube varlıkların ortaya çıkması da muhtemeldir. Kötü niyetli bazı kişi ve kuruluşlar menfaatleri uğrunda kullanmak maksadıyla bu tür varlıklar üretmek
isteyebilir. İlmî çalışmalarda temel prensip; insanlığın
faydası, canlıların ve türlerin aslî hüviyet ve fıtratlarının korunması, neslinin tükenme ve bozulmasına yol
açılmaması olmalıdır.
Hâlihazırda beyin dışındaki hayatî organların yerine sun’î organlar kullanılabilmektedir. Gen transferi
ve kök hücre tedavisindeki gelişmelerle sun’î organ ve
biyonik protezlerin geliştirilmesi ve üretimi mümkün
olacak, böylece organ nakli için hastalar yıllarca beklemek zorunda kalmayacaktır. Sinir sistemi ve kalb
gibi kendisini yenileyemeyen organların hasarında ve
Nanoteknoloji ve biyoteknolojideki gelişmeler, bazı insanların kendisinde yaratıcı bir güç vehmetmesine sebep
olabilir. Oysa insan hiçbir şeyi yoktan
var edemeyeceği gibi, var olanı da yok
edemez.
NİSAN 2014
118 423
İnsanlarla iletişim kurabilen ve insan
davranışlarını taklit eden gelişmiş akıllı
robotlar, insanların günlük işlerinin çoğunu üzerine alacak, insan hayatı için
riskli yerlerde vazife yapacaktır.
bazı kanser türlerinde kök hücre tedavisinden büyük
beklentiler vardır.
Beynin fonksiyonel haritasının iyice açığa çıkarılmasıyla bazı temel beyin fonksiyonlarının cihazlarla
yerine getirilmesi mümkün olabilir. İnsana bazı maddeler enjekte ederek onu yönlendirmenin yanında
beynine mikroçipler yerleştirerek bazı bilgilerin transferini ihtimal dışı görmemek gerekir.
İnsanın ruhî yönünü ihmal eden ve psikolojisini
dikkate almayan, her şeyi maddî ölçülerle ele alan
materyalist/pozitivist yaklaşımlarla insan üzerinde bir
kısım deneylerin yapılması, günümüzde bazı fantastik film senaryolarına konu olduğu gibi, beklenmedik
bazı gelişmelere ve kontrol edilemeyen felaketlere de
yol açabilir. Bu gelişmeler bütün insanlığı ilgilendirdiği gibi, yeryüzünde insanlığın geleceğini de tehlikeye
atabilir.
Nanoteknoloji ve biyoteknolojideki gelişmeler,
bazı insanların kendisinde yaratıcı bir güç vehmetmesine sebep olabilir. Oysa insan hiçbir şeyi yoktan var
edemeyeceği gibi, var olanı da yok edemez. Aslında
insanın yaptıkları, varlıktaki cârî kanun ve hikmetleri
öğrenmek suretiyle Yüce Allah’ın (celle celâluhu) bahşettiği akılla, yine O’nun sanatını taklit edip teknolojiye tatbik etmekten ibarettir. Bilim adamlarının yüksek
maliyetlerle kurulan dev lâboratuvarlarda keşfettiği
bilgi ve geliştirdiği teknolojiler, aslında varlıkların yapısında milyonlarca yıldan beri sergilenmektedir.
Bilim, marifete dönüşürse, insanı maddî refahın
yanında, ebedî saadete götüren bir vesile olabilir. Aksi
takdirde bilim, insanoğlunun ulaştığı teknoloji ve geliştirdiği silâhlarla kendi sonunu getirmesine de sebep
olabilir.
kserce@sizinti.com.tr
Ramazan ÇAKIR
T
arih ve medeniyet kokan büyük şehre, uzun ve
yorucu bir yolculuktan sonra ayak basmıştı.
Elindeki kâğıtta yazılı adrese baktı. Her adım
atışta heyecanı bir kat daha artıyordu. Otobüse bindi. Dalgındı. Gökyüzünü yırtarcasına uzanan mağrur
binalara, martılara simit atan elleri mor, elbisesi mor
çocuğa ve denize baktı. Yüzünü yeni doğan güneşe çevirdi. İlk defa geldiği bu büyük şehirde gün, kim bilir
nelere gebeydi!
NİSAN 2014
423 119
Otobüsten indi. Yürüdü. Sabah ayazında biraz
üşümüştü. Ne de olsa sıcak bir memleketten gelmişti,
İstanbul’a! Yaklaştı, yaklaştıkça kalb atışları hızlandı.
Üniversiteyi yeni bitirmiş ve kırk günlük bir seminere katılmıştı. Bugün… İşte bugün, belki de hayatında
yeni bir sayfa açılacaktı.
Nihayet, aradığı binanın karşısındaydı. Gönüllülerin kurduğu, güzel günlerin şâhidi ve aydınlık yarınların muştucusu olan beş katlı bina gülümsedi. Avluda gençler vardı; yüzü gülen, koşuşturan, şakalaşan,
basket oynayan gençler. Başlarında ise, iyi giyimli,
traşlı, ellerinde kitapları ve sıcak tebessümleriyle genç
muallimler…
Güvenlik görevlisine selâm verdi ve içeri adım attı.
Beşinci kata çıktı. Dışarıya inat içerisi sıcacıktı. Geniş
ve muntazam salona ilk girenlerden oldu. Duvarda bir
dünya haritası vardı. Sade bir koltuk, küçük bir sehpa
ve divanlar dikkatini çekti. Bir gün önce ayağını burktuğu için aksıyordu. Koltuğa uzak bir divana yaslandı.
Bu arada tatlı bir koşuşturmaca başladı salonda: “Geliyor, geliyor.”
Salona açılan küçük kapı aralandı ve bir ışık huzmesi doldu içeriye. Ay yüzlü, sade giyimli, duruşu asil,
bakışı heybetli muhterem zât etrafı süzdükten sonra
selâm verdi ve koltuğa oturdu. Bütün nazarlar ona
çevrildi. Hamdele, salvele ve uzunca bir duadan sonra
tanışma faslı başladı. Anadolu oradaydı. Anaların yürekleri de. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek adını anarken gözleri
doluyordu. Sahabe-i Zişan Efendilerimiz’i zikrederken
şahlanıyor ve nefsini yerden yere vuruyordu. Nefsini,
benliğini sıfırlarken bile ‘0’daki boşluğu kabul etmiyor
ve Arapçada nokta ‘.’ hâlindeki sıfırı kullanıyordu.
“Ailenizden, vatanınızdan ayrılacağınız için sizleri
üzgün bulacağımı düşündüm; ama yüzünüzde bir bayram sevinci var.”
Dudaklarından damlayan şeker-şerbet sözler, genç
gönüllerde mâkes bulmuştu. Gönül gözesinden akan
pınarlar, gözyaşlarına karışmış; Asya’ya, Afrika’ya
sevgi yağmurları olarak çoktan yağmaya başlamıştı.
“Hayır” temennisiyle kuraları bir bir çekmeye başladı.
İsmi okundu ve hemen ayağa kalktı. İsminin yazılı
olduğu kâğıdın üzerinde Türkmenistan-Nebitdağ yazılıydı. Gönlü birden kuş gibi pır pır etmeye başladı. Bir
ân önce uçmak, yükselmek ve o topraklara konmak isteği bütün benliğini sardı. Hayatının baharında, uzun
bir yolculuğa çıkacaktı.
Sevincini ailesiyle paylaşmak için telefona sarıldı.
Annesini aramayı düşündü. Sonra vazgeçti. Nasıl söyleyecekti? Ne söyleyecekti? “Haydi, hayırlısı!” dedi ve
çıktı yola.
Yağmur çiselemeye başlamış, ayaz kırılmıştı. Yağmurun kokusunu yudum yudum çekti. Adımlarını
damlalarla birlikte hızlandırdı.
Esenler’den bindiği otobüsle Adana’ya geldi. Eve
girer girmez annesine sarıldı. Merakla annesinin gözlerinin içine baktı ve dudaklarından dökülecek sözlere
dikkat kesildi.
- Oğlum, hayırdır aramadın. Söyle yoksa uzaklara
mı çıktı? Olsun evlâdım, nere olsa bir otobüslük yer
değil mi? Ben gelirim seninle.
Uzun müddet direndi. Söyleyemedi. “Benim sevincim, annemin üzüntüsü olabilir.” diye düşündü. Kelimeler boğazına düğümlendi.
Söylemek için bir hafta bekledi. Bir sabah kahvaltıda:
- Çok uzaklarda anne, Atavatan Türkmenistan’da,
İngilizce öğretmenine ihtiyaç varmış!
Sekiz nüfuslu ev ilk defa bu kadar sessizliğe bürünmüştü. Ağızları bir müddet bıçak açmadı. Oysa
ne çok hayalleri vardı, annesinin. Ahmet’ini evlendirecek, hayatının son demlerinde gelini ve oğluyla beraber yaşayacak, torunlarını kucağına alıp okşayacak,
daha neler neler...
Bir ânda bütün hayalleri yıkılmıştı. Elindeki bardağı düşürdü. Yutkundu ve eğdi başını. Gözleri nemlendi:
- Sen bilirsin oğlum, demek oraların daha çok ihtiyacı var!
- Ağlama anam, beni de ağlatacaksın!
- Ana yüreği bu; hem ağlarım hem de uğurlarım.
Allah yolunu ak etsin!
Apar topar üç-beş dünyalığını topladı. Birkaç gün
sonra kutlu yolculuk başlayacaktı. İstanbul’dan bindiği uçak, beş saat sonra Aşgabat’a indi. Orada, onu
sıcak esen bir rüzgâr kucakladı. Terlemişti. Uzaklarda irili ufaklı, tek katlı evler ve kahverengiye çalan
bir toprak örtünün yanında cılız bir yeşillik gördü.
“Adana’dan pek farkı yok.” diye geçti içinden. Sıcak
Sevincini ailesiyle paylaşmak için telefona sarıldı. Annesini aramayı düşündü. Sonra vazgeçti. Nasıl söyleyecekti?
Ne söyleyecekti? “Haydi, hayırlısı!” dedi ve çıktı yola.
NİSAN 2014
120 423
Hayatlarının baharında 20 gençle gelmişlerdi, sıcaklığın 50-55 dereceyi
bulduğu çorak topraklara. Aralarında,
Nebitdağ’a gidecek tek o vardı.
toprağa ayak basmadan önce bütün kalbi duygularıyla bir besmele çekerek: “Allah’ım burası benim hicret
beldem, ne olur beni ve bizim gibi düşünenleri mahcup
etme! Hayırlı hizmetlere vesile kıl!” diyerek, ellerini
yüzüne sürdü.
Hayatlarının baharında 20 gençle gelmişlerdi,
sıcaklığın 50-55 dereceyi bulduğu çorak topraklara.
Aralarında, Nebitdağ’a gidecek tek o vardı. ‘Tren mi,
otobüs mü?’ derken, uçakta karar kıldı.
Birkaç saatlik uçuştan sonra çalışacağı şehre gelmişti. Yıllara meydan okuyan bir otobüse bindi elindeki adresle. Sıva ve boyaları dökülmüş, pencereleri
kırılmış, miadını çoktan doldurmuş bir harabenin
önünde indi.
Okul değil virane bir yapı vardı karşısında. Sovyetler döneminde Rus okulu olarak faaliyet gösteren eski
bir yapı. Bavulunu yere koydu, binayı tepeden tırnağa
süzdü.
O sırada üstü başı toz içinde kalmış, elinde tornavida olan biri yaklaştı.
- Hoş geldiniz! Uzun zamandır sizi bekliyorduk.
Kusura bakmayın tamirat devam ediyor, sizi karşılamaya gelemedik.
Türkçenin sıcaklığını, bildiği dili konuşan birisiyle
karşılaşmanın mutluluğunu yaşadı 3.000 km ötede.
- Hocam, okul burası mı?
- Merak etme! Allah’ın izniyle yakında tam okul binası kıvamına gelir.
-…
- Hocam isminizi bağışlar mısınız?
- Ahmet.
- Benim de Ahmet Fazıl. Okul müdürüyüm. Neyse,
sen yoldan geldin. Açıkmışsındır. Haydi yukarıya çıkalım. Ekmek, kavun var. Tecen kavunu tatlı ve suludur.
Akşam olmuş, hava çoktan kararmıştı. Biraz sonra,
müdür beyin gösterdiği odaya çekildi. Yerde eski bir
kilim, pencere kenarında vidaları küf tutmuş tahta bir
ranza, tavuk tüyünden doldurulmuş kaba bir yastık ve
ince bir çarşaf vardı. Köşede duran dolaba eşyalarının
birazını yerleştirdi ve yatağa uzanıverdi.
Kocaman odada tek başınaydı. Düşüncelere yelken açtı. Seminerde söylenen sözler meşgul etti bir
süre zihnini. Seminerin son günlerinde, yanına yaklaşan orta yaşlı seminer sorumlusu: “Kardeşim Ahmet,
nasip olur da o aziz diyarlara gidersen, Efendimiz
Muhammed Mustafa’yı (sallallahu aleyhi ve sellem)
görürsün inşallah. Oralar bereketli topraklar, evlenir
çoluk çocuğa karışırsın. Allah’ın izniyle iki dünyanı da
âbâd edersin.” demişti.
Peşpeşe sıralanan bu mânidar cümleler, öylesine
söylenmiş olamazdı. Mutlaka söylettirilmişti. Hem
söyleyeni de çok iyi tanımıyordu. “Söyleyene değil,
söyletene bak!” demez miydi, her seferinde annesi.
Günlerce bu ve buna benzer düşünceler kafasını kurcaladı durdu. Her gece Efendimiz’i (sallallahu aleyhi
ve sellem) görebilmek için sıraladı hisli dualarını.
Tam iki hafta geçti. Bir pazartesi sabaha karşı
odası aydınlandı. Anne sıcaklığıyla yüzünü okşayan
şuleler, nazlana nazlana kalkmasına sebep oldu.
Doğruldu, giyindi. Aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. İki haftada, dudakları çatlamış, kalem tutmaya
alışkın ellerinde yarıklar oluşmuştu. Tamirat ve tadilatın ne bittiği ne de biteceği vardı. Sıcaklar, sivrisinekler, mânâsız düşünceler, uykusuz geçen geceler,
tatsız-tuzsuz yemekler. “Neden geldim, ne işim var
buralarda?” gibi sorular ve nefsinin mırıltıları artınca, annesini ve geride bıraktığı unutulmaz hatıraları
düşündü. Annesi, aklından hiç çıkmayan yaşlı annesi geldi gözlerinin önüne. Fakat, bu harabeyi görünce
annesini getirmediğine sevindi. “İnşallah bir gün annem de gelir.” derken, aklına seminer sorumlusunun
sözleri takıldı. Karışık duygu ve düşüncelerle girdi,
yemekhaneye.
Kahvaltı sonrası, müdür beyin yanına çıktı.
- Hocam, beş dakika görüşebilir miyiz?
- Olur.
- Hocam, Bursa’da seminerde, “Atavatana gider,
orada sabırla durursanız Efendimiz’in (sallallahu
aleyhi ve sellem) takdirine mazhar olursunuz.” dediler.
Geleli iki hafta oldu. Her gece yalvarıyorum Rabb’ime,
ama hâlâ Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) göremedim.
- İnşallah görürsün. Belki vakt-i merhunu gelmemiştir. Rabb’im o söz veren büyüklerin hatırına inşallah Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) görmeyi
nasip eder. Sen dualarına ve işlerine devam et.
O günün gecesi, karanlık odanın perdesi birden
aralandı. Rüyasında, ay yüzlü, ak takkeli, beyazlara
bürünmüş zât 20 kadar gence ders verirken, odaya birden İnsanlık Âleminin Güneş’i girmiş ve içerisi nurla
dolmuştu. O zât, iki âlem Sultanı’nı görünce edeple
yerinden doğrulmuş, talebeleriyle birlikte tekmil vermişti. O ânda başını kaldırıp, Güneş’e doğru bakmış,
ışık gözlerini kamaştırınca, derin bir mahcubiyet içerisinde başını öne eğmişti.
Sabah olunca odası daha aydınlık, gönlü daha
ferah, okulu daha güzeldi. Yapan O’ydu. Gönderen
O’ydu. 16 yılını adadığı bu topraklarda evlenmiş,
Rabb’i ona dört evlât ve dört odalı bir ev nasip etmişti.
Hicretini teşvik eden annesini rahmetli olmadan bir yıl
önce yanına getirmiş, Beytullah’a birlikte yüz sürmüş
ve Mescid-i Nebevî’de İki Cihan Güneşi’ne (sallallahu
aleyhi ve sellem) salâvatlar göndermişlerdi.
rcakir@sizinti.com.tr
NİSAN 2014
423 121
{
}
Sabr u sebatla muvaffakiyet,
farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler.
Dr. İhsan KÖSE
Y
uvaları su altında kalan ateş karıncalarının
gösterdiği harikulâde davranışlar araştırmacıların dikkatini son zamanlarda daha fazla çekiyor. Çünkü biyomimetik ve biyomühendislik
sahasındaki araştırmalar, mükemmel işler sergileyen
karıncalardan birçok mühendislik probleminin çözümünde faydalanılabileceğini göstermiştir.
Birçok karınca türü gibi ateş karıncaları da yuvalarını yer altına inşa eder. Bu yuvalar, koridor ve
odalardan müteşekkil kompleks bir ağ oluşturur. Brezilya’daki yağmur ormanlarında, ateş karıncalarının,
koloninin bekasını tehlikeye atacak bir hâdise meydana geldiğinde, mükemmel bir organizasyon göstererek
hareket ettikleri ve su baskınlarına karşı harikulâde
bir şekilde örgütlendikleri müşahede edilmiştir. Ateş
karıncaları, sel baskınında yuvayı tek tek terk etmek
yerine, ayak bileklerini birbirlerine uygun şekilde bağlayarak merdiven, zincir, duvar ve sal şeklinde yapılar
oluştururlar (Resim-1). Bunlar arasında sal, en uzun
süre dayanan yapıdır. Karıncalar yaşayabilecekleri
NİSAN 2014
122 423
Resim–1
Ateş karıncaları, sel baskınında yuvayı tek tek terk etmek yerine, ayak bileklerini
birbirlerine uygun şekilde
bağlayarak merdiven, zincir,
duvar ve sal şeklinde yapılar
oluştururlar.
yeni yerler keşfedinceye kadar bu sal yapısı sayesinde
haftalarca, hatta aylarca su üstünde yüzebilir. Eğer su
yüzey gerilimini azaltan bir madde ihtiva etmiyorsa,
bir ateş karıncası burada yüzebilir. Karıncanın vücudu
sudan daha yoğun olsa da, karınca, su üstünde yürüyebilen bazı böceklerin ve icat edilen bazı biyomimetik
robotların yaptığı gibi, yüzey gerilim kuvvetinin yardımıyla yüzebilir. Ancak, yüzey gerilimi zayıf olduğunda, bunun üstesinden gelebilmek için, ateş karıncaları
su üstünde yüzebilen bir sal inşa eder.
Salın alt tabakasındaki karıncalar, koloninin geri
kalan kısmının rahatça yürüyebileceği su geçirmeyen
bir taban teşkil eder. Sıkıca ördükleri doku sayesinde,
su salın üst kısmına çıkamaz ve taban üzerindeki karıncalar kuru kalır. Böylece sal yüzer.
Karıncalar, sel suları çekilinceye veya üzerine
çıkabilecekleri bir toprak parçası buluncaya kadar,
haftalarca “sal pozisyonu”nu muhafaza edebilir. Ateş
karıncalarının dış iskelet sistemi hidrofobik (suyu sevmeyen) hususiyette yaratılmıştır. Su molekülleri karıncanın vücuduna 90 dereceden biraz büyük bir açıyla
temas eder. Dolayısıyla karıncalar bir araya gelerek sal
Resim–2
şekli oluşturduklarında hidrofobik hususiyetleri daha
da artar ve salın yüzmesi mümkün hâle gelir.
Karıncaların su yüzeyinde kalabilmelerini sağlayan diğer bir husus, vücutlarının çeşitli kısımlarına
yapışık şekilde meydana gelen hava kabarcıklarıdır
(Resim-2). Öyle ki, eğer sal, üstünden bastırılarak suyun içine doğru itilse bile, bu hava kabarcıkları sayesinde suyu dışarıda tutarlar ve sal yüzmeye devam
eder (Resim-3). Suyun altındaki bir karınca, vücuduna
yapışık veya antenleri civarında biriken ince bir hava
kabarcığı sayesinde su yüzeyine doğru yüzebilir. Karıncanın etrafında gözüken ışıltılı tabaka, hava/su ara
yüzeyidir. Eğer bu ara yüzey bozulacak veya kırılacak
olursa, yüzey gerilim kuvveti ortadan kalkar ve karıncanın hayatı tehlikeye girer.
Diğer bir ilginç husus, karıncaların sal oluştururken gösterdikleri kenetlenme mekanizmasıdır. Sal
oluşturan bir ateş karıncası kolonisinin sıvı azotla
dondurulmasından sonra yapılan taramalı elektron
mikroskobu analizinde, karıncaların ayaklarındaki
pençeleri kullanarak ve dişleriyle diğer bir karıncanın
ayağına sıkıca kenetlenebildiği görülmüştür.
Resim-3
Karıncaların su yüzeyinde kalabilmelerini sağlayan diğer bir husus, vücutlarının çeşitli kısımlarına yapışık şekilde meydana gelen hava kabarcıklarıdır. Öyle ki, eğer sal, üstünden
bastırılarak suyun içine doğru itilse bile, bu hava kabarcıkları sayesinde suyu dışarıda tutarlar ve sal yüzmeye devam eder.
NİSAN 2014
423 123
Resim-4
Ateş karıncalarının diğer bir harikulâde davranış motifi, yüksek bir yerden inmeleri gerektiğinde ortaya çıkar. Bunu yaparken, iki karınca ayak uçlarından birbirlerine bağlanır.
Ateş karıncalarının diğer bir harikulâde davranış
motifi, yüksek bir yerden inmeleri gerektiğinde ortaya
çıkar (Resim-4). Bunu yaparken, iki karınca ayak uçlarından birbirlerine bağlanır. Fakat daha da enteresanı,
bir çaydanlığın içindeki ateş karıncaları fincana dökülürken, viskoz (ağdalı) bir sıvı davranışı gösterir.
Ateş karıncaları, gerektiğinde katı hususiyeti gösteren bir madde (sal), gerektiğinde de akışkan özelliği
gösteren bir madde (ağdalı bir sıvı) gibi davranarak,
koloninin karşılaştığı âcil durumlarda problemin çözümü adına mükemmel bir kolektif davranış sergileyebilmektedir.
Aslında günümüze bir izdüşüm yapılacak olursa,
felaket asrında (âhirzaman) yaşayan bizlerin de, ateş
karıncalarının, koloninin bekası adına gösterdikleri davranışlardan alacağımız dersler vardır. İnsanlar
birbirleriyle uyumlu ve kolektif hareket ettiklerinde,
çözülmesi zor problemleri daha kolay çözebilir ve gerçekleştirilmesi zor birçok işi daha kolay yapabilir.
Cenabı Hak, Kelâm’ında mealen: “Hepiniz toptan,
Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalblerinizi
NİSAN 2014
124 423
birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya
düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini
böylece açıklıyor, tâ ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran, 103) buyurarak, birlikte hareketin hem dünya
hem ahiret açısından ne kadar hayatî ve hassas olduğunu ihtar etmektedir. İnanan insanlar, imanı korumanın kor bir ateşi elde tutmak kadar zor olduğu bir
dönemde, yardımlaşma ve dayanışmaya her zamankinden daha fazla muhtaçtır. İlâhî Kudret ve ilmin ateş
karıncalarına yaptırdığı davranışlar Kur’ân ahlâkının
kâinat kitabındaki yansımaları olarak dikkate alınmalıdır.
ikose@sizinti.com.tr
Kaynaklar
- Nathan J. Mlot, Craig A. Tovey, David L. Hu, Proceedings
of the National Academy of Sciences, 2011; doi:10.1073/
pnas.1016658108.
Teşekkürler
- Resim 1-2 ve 3, Nathan J. Mlot, Craig A. Tovey, and
David L. Hu çok yazarlı Fire ants self-assemble into
waterproof rafts to survive floods isimli makaleden
alınmıştır.
İnsanlık, gerçek medeniyeti Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)
sayesinde tanıdı ve benimsedi. O’ndan sonra bu istikamette gösterilen her
gayret, O’nun getirdiği esasları taklit ve ta’dilden öteye gitmemiştir. Bu
itibarla da, O’na, hakikî medeniyetin kurucusu demek daha uygun olacaktır.
***
Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibadet sayıp, çalışkanı
alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekün insanlığa
muvazene unsuru olma noktalarını gösteren, Hz. Muhammed’dir (sallallahu
aleyhi ve sellem).
***
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), küfrün, vahşetin aleyhine
bir celâdet ve belâgat kılıcı olarak ortaya çıkma, dört bir yanda avaz avaz
hakikati ilân etme ve insanlığa gerçek var oluş yollarını göstermede
eşi-menendi olmayan bir Zât’tır.
***
Din, namus, vatan ve milleti koruyup kollamayı, bu uğurda mücadelenin
bir cihad, cihadın da erişilmez bir kulluk vazifesi olduğunu fevkalâde bir
muvazene içinde insanlığa tebliğ eden, Hz. Muhammed’dir (sallallahu
aleyhi ve sellem).
***
Gerçek hürriyeti insanlığa ilk defa ilân eden, insanların hukuk ve adalette
birbirine müsâvi olduklarını vicdanlara duyuran, üstünlüğü ahlâk, fazilet ve
takvada arayan, zalime ve zalim düşünceye karşı hakikati haykırmayı ibadet
sayan, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olmuştur.
***
Fânilik ve ölümün yüzündeki perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin
bekleme salonu olarak gösteren, her yaş ve her başta mutluluk arayan
gönülleri Hızır çeşmesine ulaştırıp onlara ölümsüzlük iksiri içiren, Hz.
Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem).
***
Cihat Göktepe Arşivi, “Balkan Harbi” Yitik Hazine Yayınları, Mart 2013 baskısından.
Murat DUMAN
Hakkaniyet ve adaletin esas alınması, zor şartlar altında bile mazlumlara
sahip çıkılması, Osmanlı’nın başarısının sırlarındandır.
T
arihî süreçte devletler ve toplumlar
arasında yaşanan mücadelelerin bir
neticesi de “mülteciler meselesi”dir.
Savaşlar ve toplumları buhrana sürükleyen hâdiseler, bazı insanların mülteci durumuna düşmelerine ve vatanlarını terk etmelerine yol
açmıştır. Bu duruma düşen insanlar, çoğu defa
zor şartlar altında hayatlarını devam ettirmek zoNİSAN 2014
126 423
runda kalmış, kendilerine uzanacak bir el beklemiştir. Hâlihazırda dünyada devam eden savaş ve
çatışmalar, beraberinde insanî yardım bekleyen
ve can güvenliğinden endişe duyan nice mülteci
ve sığınmacı ortaya çıkarmıştır. Bugün Birleşmiş
Milletler’in bu problemin çözümünde ve savaş
mağduru insanların vatanlarına dönmelerinde
inisiyatif alamadığı da bir gerçektir. Peki Osmanlı,
mülteciler konusunda nasıl bir siyaset takip etmiştir.
Kuruluşundan itibaren sulh, sükûnet, adalet ve hakkaniyetin temsilcisi ve muhafızı olan
Osmanlı Devleti, mağdur ve mazlum milletlerin bir
sığınağı olmuştur.Milletimizin öteden beri kendisine sığınanlara merhametli ve insanî davrandığı
bir gerçektir. Bilhassa Osmanlı tarihinde bunun
birçok misâlini görmek mümkündür. Bu durum,
Osmanlı’nın güçlü olduğu zamanlarda da, zayıfladığı dönemlerde de değişmemiştir. Hattâ bu sığınmacılar, zaman zaman Osmanlı’nın savaşa girmesine ve diplomatik krizler yaşamasına yol açmış;
ama Devlet-i Âliye’nin mültecilere karşı tavrında,
bir değişme olmamıştır. Tarihimizde bu hususta üç
hâdise dikkat çekmektedir:
İsveç Kralı Demirbaş Şarl
Rusya, 18. asırda, Çar 1. Petro döneminden itibaren genişleme ve ilerleme politikasını benimsemişti. Bu maksatla Avrupa’da incelemelerde
bulunulmuş, reformlar gerçekleştirilmişti. Rus
çarı; Lehistan’a ve Baltık Denizi’ne hâkim olmayı,
Osmanlı’dan Kırım’ı alarak Karadeniz’e ulaşmayı,
daha sonra da Balkanları ve Boğazları ele geçirerek Ege ve Akdeniz’e inip dünyada söz sahibi olmayı hedefliyordu. Halkı Türk ve Müslüman olan
Kırım’ın ve stratejik öneme sahip Lehistan’ın güvenliği, Osmanlı Devleti’nin güvenliği demekti. Bu
yüzden Osmanlı bu iki bölge hususunda hassas
davranıyordu.
Öncelikle kuzeydeki Baltık Denizi üzerinden
sıcak denizlere çıkmayı hedefleyen Rusya, bunun
için İsveç’le mücadeleye girişti. Böylece Lehistan
yani bugünkü Polonya toprakları üzerinde İsveçRus rekabeti baş gösterdi. İsveç’in birlikte hareket
etme isteği, kendi iç işleri ile meşgul olan Osmanlı
devlet adamları tarafından ilk başta sıcak karşılanmadı. Bununla birlikte İsveç Kralı Demirbaş Şarl,
Ukrayna Kazakları ile anlaşıp Ruslara saldırdı; ancak Poltova Savaşı’nda Rus Çarı 1. Petro’ya yenilince, müttefiki Kazak hükümdarı ile Osmanlı topraklarına sığındı. Bu beklenmedik hâdise, Osmanlıları
yeni bir savaşın içine itmekte gecikmedi. Rusların,
sığınmacıların iadesi yönündeki teklifleri kabul
edilmedi. Bir müddet sonra, Rus kuvvetlerinin
İsveç kralını takip bahanesiyle Osmanlı toprağı Boğdan’a girip tahribat yapmaları üzerine, Osmanlı-Rus Savaşı başladı. 1711 yılında
gerçekleşen Prut Savaşı’nda Rusya yenildi.
Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa, Osmanlı ordusu
üstün durumda olmasına rağmen, makul gerekçelere dayanan bazı askerî mülâhazalarla Rus çarının barış teklifini kabul etti. Bu bir zafer olarak
görüldü. Ruslarla yapılan Prut Anlaşması’nın maddelerinden biri de, İsveç kralı ve diğer mültecilerin
ülkelerine serbestçe dönebilmesiydi.
Leh milliyetçileri
Rusya’nın genişleme ve sıcak denizlere inme siyaseti, hızından bir şey kaybetmiyordu. Bu idealine
ulaşmak için, Slav ve Ortodoksları birleştirme fikrini (Panslavizm) bir araç olarak kullanan Rusya,
Çariçe 2. Katerina döneminde, Lehistan’ın iç işlerine tekrar karışmaya başladı. Bu arada Rusya’nın
1763 yılında ölen Lehistan Kralı 3. August’un yerine, kendi adayını kral seçtirmesi ve Lehistan üzerindeki baskısını artırması üzerine, Leh milliyetçileri
ayaklandılar ve Osmanlıların himayesini istediler.
Rusya karşısında savaşta başarısız olan Leh milliyetçileri, Osmanlı topraklarına sığındılar. Bunları
takip eden Rus askerlerinin Osmanlı topraklarına
girip Lehlerle birlikte Türkleri öldürmeleri ve Balta
kasabasını yakmaları üzerine Rusya’ya savaş açıldı (1768). “Askerî yönden geçmişe göre geri kalan ve
yeterli hazırlığı bulunmayan Osmanlı, bu savaşta
Rusların ilerleyişine engel olamadı. Savaş, yeniden
fetih ve toparlanma hülyasına kapılan devlet adamları için tam bir felâkete dönüştü. Askerî ve idarî
zaaf, bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı.”1 İngiltere ve
Fransa’nın, Amerika’daki koloniler yüzünden karşı karşıya gelmesini fırsat bilen Rusya, Osmanlı’ya
karşı üstünlük sağladı. Neticede Osmanlı, çok ağır
şartları olan ve Kırım’ın Rusya’ya iltihak sürecini
başlatan Küçük Kaynarca Antlaşması’nı, kabul etmek zorunda kaldı (1774).
Tarihin şahitliğinde görüleceği üzere, Osmanlı’yı büyük devlet hâline getiren ve
idare ettiği o koca coğrafyada huzuru, barışı ve emniyeti temin etmesini sağlayan husus; hakka hürmet,
hukuka teslimiyet ve adalete saygıydı.
NİSAN 2014
423 127
Lajos Kossuth
Macar mültecileri
Fransız İhtilâli ve Sanayi İnkılâbı, Avrupa’nın
siyasî, sosyal ve iktisadî yapısında çok önemli
değişiklikleri de beraberinde getirmişti. Toprak
bütünlüğünü korumak için bu dönemde denge siyaseti takip eden Osmanlı Devleti, genel itibarıyla
bu gelişmelerden olumsuz yönde etkileniyordu.
Avrupa’da parçalanmış ve mahkûm edilmiş milletlerin çıkardığı ayaklanmalar, kanlı bir şekilde
bastırılıyordu. Leh ve Macar milliyetçilerinin direnişleri, Rusya ve Avusturya’yı ciddi olarak meşgul ediyordu. Bu durum, Osmanlı Devleti için de
önemli bir mesele hâline geldi. Rus kuvvetlerince
ezilen milliyetçilerin kurtuluşu, Osmanlı topraklarına sığınmakta bulmaları, 1848 yılında Osmanlı’yı
bir defa daha Avusturya-Rus ortak savaşının eşiğine getirdi. “Eflak ve Boğdan’da, Rusların nüfuz ve
kontrolü altındaki prenslik idaresine karşı direnişe
geçen Romenlerden de, Osmanlı’ya sığınanlar olmuştu. Rusya’nın bu mültecilerin iadelerini ve teslimini talep etmesi, siyasî münasebetlerin kesilmesi
Sığınmacılar, zaman zaman Osmanlı’nın
savaşa girmesine ve diplomatik krizler
yaşamasına yol açmış; ama Devlet-i
Âliye’nin mültecilere karşı tavrında, bir
değişme olmamıştır.
NİSAN 2014
128 423
ve savaş tehdidine rağmen, Bâbıâli tarafından reddedildi (17 Eylül 1849).”2
O dönemde Osmanlı’ya sığınan Macar hürriyet
savaşçılarından biri de, Lajos Kossuth idi. 15 Mart
1848’de hürriyet için ayaklanan Macarların başına
geçen Lajos, Rus çarının Avusturya ile ittifakı karşısında yalnız ve çaresiz kaldı. 17 Ağustos 1849’da
ülkesini terk eden Lajos, Şubat 1850’den Ağustos
1851’e kadar Kütahya’da oturdu. Lajos, Kütahya’da
kendisine tahsis edilen ve bugün mühim hatıraları saklayan müze-ev olarak kullanılan mekânda
kalırken, 10-12 saat çalışıyor, İstanbul’daki İngiliz
ve diğer büyükelçilere mektuplar gönderiyordu.
Macaristan’ın yeni anayasasını yazdığı bu evde,
bir yandan da Türkçe öğreniyordu. Hattâ sonraları bir de Türkçe dilbilgisi kitabı yazdı. Türkiye’ye
sığınan Lajos’u bütün baskılara rağmen Osmanlı,
o zor şartlarda geri teslim etmemek için direndi.
Sultan Abdülmecid, bütün tehdit ve baskılara
rağmen, Ruslara ve Avusturyalılara: “Bana sığınan
bir Macar için 50 bin Osmanlı askeri feda ederim,
yine iade etmem.” diyerek Macar hürriyetperveri
korumuştu.
Kendi içinde siyasî ve ekonomik birçok problemle boğuşmasına, hattâ milliyetçi ayaklanmalarla mücadele etmesine rağmen, Osmanlı’nın Macar
mültecileri Rusya’ya teslim etmemekteki kararlılığı, liberal Avrupa hükümetleri ve kamuoyu tarafından coşkulu bir şekilde desteklendi. Bu durum,
Rusya ile Osmanlı arasında 1853 yılında başlayan
ve tarihe “Kırım Harbi” olarak geçen büyük savaşta
İngiltere, Fransa ve İtalya birliğini kurmak isteyen
Piyomento’nun Osmanlı’nın yanında yer almalarına zemin hazırladı. Avrupa devletlerinin -her
ne kadar kendi çıkarlarını korumak için de olsaOsmanlı’nın yanında yer aldığını gören Rusya,
“Mülteciler Meselesi”nde geri adım atmak zorunda
kaldı. Osmanlı topraklarına yerleşmek isteyen mültecilere gerekli iznin verilmesi, devlet hizmetine girenlerin Müslümanlığa geçmeleri ve arzu edenlerin
istedikleri ülkeye göç etmeleri konularında uzlaşmaya varıldı.
Tarihin
şahitliğinde
görüleceği
üzere,
Osmanlı’yı büyük devlet hâline getiren ve idare
ettiği o koca coğrafyada huzuru, barışı ve emniyeti temin etmesini sağlayan husus; hakka hürmet,
hukuka teslimiyet ve adalete saygıydı. Zihinlere
kazınan, kalblere nakşedilen bu yüksek idrakin
yanında, insanların maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verilmeye çalışılmıştır. Fethullah
Gülen Hocaefendi, Devlet-i Âliye’nin bu idare
şeklini, İslâmiyet’in başlangıcındaki döneme benzetmekte ve dış dünyada zulme uğrayan insanların
gelip Osmanlı’nın sıyanetine,
şefkatine sığınmalarını ve
Osmanlı idaresi altında yaşayan reayadan (halktan) hiçbirinin de hâlinden şikâyet
etmemesini, bu durumun en
açık delili kabul etmektedir.
Osmanlı’nın
yükseliş
döneminde,
topraklarımız
20 milyon kilometrekareyi,
nüfusumuz da 30 milyonu
aşıyordu. Buna karşılık o
koca devletin sınırları içinde
yaşayan Türklerin nüfusu,
11 milyonu geçmemekteydi.
Osmanlı’nın, hem kendinden
sayıca çok daha fazla olan,
farklı din ve etnik gruplara
mensup milletleri huzur ve
barış içinde idare etmesi,
hem de dünya ile yaka paça
olması, üzerinde hâlâ düşünülen bir mevzudur. Vaktiyle
Osmanlı’nın bir eyaleti veya
bir vilâyeti konumunda olan
bazı ülkelerde, hâlihazırda
yaşanan istikrarsızlıklar, çatışmalar göz önüne alındığında, bunun önemi daha iyi anlaşılır. Öyle görülüyor ki, hakkaniyet ve adaletin esas alınması, zor şartlar altında bile
mazlumlara sahip çıkılması,
Osmanlı’nın başarısının sırlarındandır. Bugüne bakan
yönüyle, bu yaşananlar hem
ecdadımızla iftihar etmemize, hem de vaktiyle yardım
ve himaye ettiğimiz milletlerle sağlam münasebetler
kurmamıza vesile olmaktadır. Büyük bir devlet olma
yolunda ilerleyen ülkemiz,
aynı hislerle mağdur toplumlara yardım elini uzatmakta
ve ecdadımızdan miras kalan
mühim bir fonksiyonu yerine
getirmektedir.
mduman@sizinti.com.tr
Yeryüzünde
cehaletin, küfrün ve
vahşetin sevmediği
bir insan varsa, o da
Hz. Muhammed’dir
(sallallahu aleyhi ve sellem).
Ne olursa olsun,
hakikati arayan ve
irfana susamış bulunan
gönüller, er-geç O’nu arayıp
bulacak ve bir daha da O’nun
izinden ayrılmayacaklardır.
Dipnotlar
1. Osmanlı Devleti Tarihi, 1. Cilt,
Feza Gazetecilik, 1999, s: 63.
2. Age.,s: 96
NİSAN 2014
2014
NİSAN
423 129
Veli ve Evliyâullah
V
eli; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır
mânâ­larına gelip, hak dostu, hak
eri, dostluk hisleriyle Allah’a yö‑
nelen ve O’nun tarafından dostluk
muamelesi gören ermiş insan demektir. Böyle
bir mazhariyete ermişliğe de velilik anlamın‑
da “vilâyet” ve bu konudaki en üst pâyeye de
“kutbiyet” denir.
Kâmil mânâda vilâyet, kulun, nefis ve cis‑
maniyet itibarıyla fenâ bulması, mârifetullah,
muhabbetullah, Hak müşâhedesi ve esrar-ı
ulûhiyetin inkişafıyla “kurb” ufkuna ulaşıp yeni
bir vücud-u câvidânî kazanmasından ibaret‑
tir. Mağriplerin ayn-ı maşrık olduğu, hazanın
bahara dönüştüğü, fenânın beka hâline geldi‑
ği böyle bir zirveye ulaşmış hak eri nazarında
artık her şey O’nunla başlar, O’nunla biter;
O’nunla doğar, O’nunla batar ve O’nun ziya-i
vücuduyla varlığa erer. Böyle bir müşâhid, her
şeyi O’na bağlaması ölçüsünde bütün varlığı
daha bir farklı ve değişik duyar ve görüp hisset‑
tiği her nesnenin, gönlünde “kenzen” bilinen
Hakikatler Hakikati’ne bağlı cereyan ettiğini
daha bir engince müşâhede eder; eder ve do‑
ğup batan sabahların-akşamların çehresinde,
sürekli bize göz kırpıp duran pırıl pırıl göklerin
derinliklerinde, her zaman bir başka türlü tül‑
lenen mevsimlerin rengârenk güzelliklerinde,
engin denizlerin mehîb duruşlarında, ırmakla‑
rın derin bir vuslat iştiyakıyla deryalara doğru
çağıldayıp durmalarında, kuşların-kuşçukların
çığlıklarında, koyunların-kuzuların meleyiş‑
lerinde kemmiyet ve keyfiyet üstü bir sezi ile
NİSAN 2014
130 423
hep O’ndan gelen ışıklarla irkilir, O’ndan ge‑
lip gönlüne boşalan mânâlarla ürperir. Derken
müşâhede ufkunda bütün suretler ve şekiller si‑
linip gider de o, kendini, sadece O’nu görüyor,
O’nu duyuyor, O’nu hissediyor gibi bir tefek‑
kür ve zevk zemzemesi içinde bulur.
Böyle bir gönül erinde şevk, bütünüyle iş‑
tiyaka dönüşür; cezb, incizab hâlini alır; gaflet
her türüyle zeval bulur ve her yanda nur-u Hak
ayân olur. Akıl kalble el ele tutuşur ve varlık
baştan başa okunan bir kitap rengine bürünür.
İnsanı aldatan bütün yalancı mumlar bir bir sö‑
ner ve her yana âdeta semadan yıldızlar iner.
Dünyevîliğiyle dünya fenâ bulur ve ötelere
ait bir desenle yeniden kurulur. Zulmetler ard
arda yırtılır ve bu yırtıklardan etrafa ışıklar fışkı‑
rır. Her varlık hak erine can olur, yoldaş olur..
ve gönül tek bir noktada aradığını hemen her
şeyde bulur; bulur ve bütün vahşi yalnızlıklar‑
dan kurtulur. İşte böyle ruhanî bir miraçla “üns
billâh”a ermiş bir sâliki, Cenâb-ı Hak göz açıp
kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bı‑
rakmaz; bırakmaz ve o artık, bütün benliğiyle
“lillâh”, “livechillâh” ufkuna müteveccihtir,
Allah da sonsuz inayet ve riayetiyle onu koru‑
yup kollamaktadır. Ne keder ne tasa, her yanda
üfül üfül vefa, onun gönlünde de köpük köpük
uhrevî bir safa, her taraf bağ-ı Cennet, o da bir
ِ ّٰ ‫َأ َۤل ِإ َّن َأ ْولِي َۤ َاء‬
firdevslik olarak: ‫ف َعل َْي ِه ْم َو َل‬
ٌ ‫الل َل َخ ْو‬
‫ون‬
َ ‫“ ُه ْم َي ْح َز ُن‬İyi biliniz ki, evliyâullah için hiçbir
korku yoktur; onlar asla tasa da yaşamazlar.”1
hısn-ı hasîni içinde nefsanî karanlıklardan
uzak, rahmânî nurlarla kuşatılmış ve –Hakk’a
karşı mehâfet ve mehâbet hisleri mahfuz– sü‑
rekli öteden bişaret mesajları almakta ve bun‑
lara tayyibatla mukabelede bulunmaktadır.
hemen hepsi de bu esaslar çerçevesinde hare‑
ket etmektedirler.
“Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğin‑
de, bundan “a’dâullah”ın karşılığı kabul edi‑
len bütün mü’minler anlaşılsa da –ki aslında,
Kur’ân ve Sünnet’te evliyâullah sözcüğüyle an‑
latılan da budur– tasavvufta veli tabirine yük‑
lenen daha başka mânâlar da vardır. Sofîlere
göre veli, riyâzet veya daha değişik mücahede
yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve
ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak
yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ
bulup yeni bir mânâ ile bekaya eren, Allah’ın
hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar
hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye
ile, bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayış‑
lardan da kurtulmuş demektir ki artık o, fâni ve
zâil şeyleri kendi çerçeveleriyle hiç mi hiç dü‑
şünmez. “Mal-menal varsın başkalarının olsun,
bana Allah yeter.” der ve mâsivâya karşı “min
vechin” hep kapalı yaşar. Zannediyorum Nâbî
merhum da
Ebrâr:
Evliyâ mâle tenezzül mü eder?
Sıklet-i nâsa tahammül mü eder?
şeklindeki sözleriyle bu hususu hatırlatmak is‑
temişti. Zaten bir veli, Hakk’a tahsis-i nazarda
ısrarlı olması, Hakk’ın da sürekli ona ihsan ve
iltifatta bulunması itibarıyla, artık onun ağyâra
teveccühü asla söz konusu değildir.
Evliyâullah, hemen hepsi de birer kalb ve
ruh insanı olmalarına rağmen meşrepleri,
mezâkları, mizaçları, mazhariyetleri, vazife ve
misyonları itibarıyla ebrâr, mukarrabîn, ebdâl,
evtâd, nücebâ, nukabâ, imam, gavs ve kutup
gibi farklı ad ve unvanlarla yâd edilirler. Ne var
ki, nâm ve nişanları ne olursa olsun, istidatla‑
rıyla “mebsûten mütenasip” hemen hepsinin
müşterek vasıfları sıdk, emanet, ihlâs, takva,
vera’, zühd, rıza, muhabbet, hilm ü silm, te‑
vazu, mahviyet, tevbe, inâbe, evbe, haşyet,
mehâfet... gibi hususlardır. Ve bunlar, içlerin‑
deki bir kısım meczuplar istisna edilecek olursa,
Ebrâr; iyiler, hayra kilitlenmiş kimseler, riyâzet
ve ahlâkî istikametle Hakk’a ermeye çalışan
birr u takva erleri.. ve özleri-sözleri doğru, ha‑
yatlarını kılı kırk yararcasına yaşayan Hakk’ın
sadık kulları demektir.
Ebrârın bir kısmı Hakk’a bağlılık, vefa ve
O’nunla gönülden münasebet içinde bulunma‑
nın yanında, sadece kendileriyle meşguldürler;
her hamle ve hareketleri Allah rızası çizgisinde‑
dir ama, bu hamle ve hareketler şahsî kemalât
yörüngelidir. Bunlar, ağları gerilmiş hemen her
zaman, mânevî füyuzât avlama peşindedirler;
peşindedirler ve bazen kendilerinden de halk‑
tan da o kadar uzaklaşırlar ki, vahdet denizi‑
nin gaybî vâridât dalgaları arasında istiğraktan
dehşete, dehşetten hayrete sürekli gel-gitler ya‑
şarlar da, görenler onları meczup sanır ve ala‑
ya alır. Ne var ki, Hak’la münasebetlerinin de‑
rinliği ne olursa olsun, bu çizgideki ebrâr, zihin‑
lerde hâsıl ettikleri bulanıklıktan ötürü muktedâ
bih (uyulup örnek alınacak kimse) olamazlar.
Ebrârın diğer kesimi ise, her zaman mişkât-ı
nübüvvetin ziyası altında hareket ettiklerinden,
hep dengeli davranır, her hamle ve hareketle‑
rini vahy-i semavî, kalb ve aklın vesâyetinde
planlar ve seslendirirler. Şer’î meseleleri doğru
anlar ve iltibaslara meydan vermeyecek şekil‑
de yorumlarlar. Eşyanın perde önü ve perde
arkasıyla alâkalı mülâhazalarında hep muva‑
zeneyi korur, vecd ü istiğrak hâlleriyle alâkalı
zuhûrât ve ihsaslarını “usûlüddin” prensiple‑
riyle tashih eder ve istinbatlarını çevrelerine
öyle sunarlar. Her zaman dünyayı, enbiyânın
kriterleriyle değerlendirir, kalben ona karşı
tavırlarını belli etmenin yanında, Hak güzel‑
liklerinin meşheri, ilâhî isimlerin tecellîgâhı
ve ahiretin de tarlası olması itibarıyla da ona
gereken ihtimamı göstermede kusur etmez‑
ler. Bunu yaparken de, bütün gayretleriyle
NİSAN 2014
423 131
Hak hoşnutluğu ve ebedî saadet arkasında
dur-durak bilmeden sürekli koşarlar; koşar ve
ömürlerinin saat, dakika ve saniyelerini, yedi,
yetmiş, yedi yüz veren başaklara çevirerek hep
peygamberâne bir azim içinde bulunurlar. Her
zaman, gözlerini kendi üzerlerinde hissettikleri
kitlelere karşı birr u takva örnekleri sergilerler.
Her görüldükleri yerde birer işaretçi gibi O’nu
hatırlatır, herkesi O’na yönlendirir ve O’nu
gösterirler. Hâsılı bunlar;
İşleri birr u takva, düşleri birr u takva,
Her zaman Hakk’a uyar ve halkı gözetirler.
Mukarrabîn:
Mukarrabîn, Allah’a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü
kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âli unvan,
peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için
de söz konusudur. Hakk’a yakınlık hususiye‑
tiyle serfiraz bu tali’liler; Hak yolunun mahir
üstadları, hakikat meydanının “müşârun bi’lbenân” aslanları, yolculuklarını zirvelerde sür‑
düren üveyikler, seyr-i ruhanînin en önemli
faslını bitirerek ikamete azmetmiş müsafirler,
ulaştıkları ufkun vâridâtı adına görüp hisset‑
tikleri hakikatler sayesinde fâniyât u zâilâta
“min vechin” gözlerini kapamış haremgâh-ı
ilâhî mahremleri, hevâ ve heves çerilerini aşk
u iştiyak ordularıyla hezimete uğratmış gönül
süvarileri, beden ve cismaniyetlerini kalb ve
ruhlarının terkisine bağlamış mârifet erleri,
fenâ çöllerini aşıp beka billâh bahçelerine ulaş‑
mış huzur sultanları, Hakk’ı yine Hak’la görme
ufkuna ermiş müşâhede ve mükâşefe kahra‑
manları, Allah sevgisini tabiatlarının en belirgin
rengi hâline getirmiş âşıklar ve Allah tarafından
sevildiklerini hissetmenin zevkiyle mest ü mah‑
mur mâşuklar, ‫“ ُي ِح ُّب ُه ْم َو ُي ِح ُّبو َن ُه‬O onları sever,
onlar da O’nu severler.”2 iltifatının tam maz‑
harı öyle yiğitlerdir ki, biz hepimiz, mevcudatın
gerçek rengini onların irfan merceğiyle görür
ve duyarız; eşyanın melekût yönünü de yine
onların, varlığın çehresine saçtıkları nurlar ile
müşâhede ederiz.
NİSAN 2014
132 423
Mukarrabînin sayılarıyla alâkalı ehlullah
arasında bazı rivayetler var ise de, -ki bu ri‑
vayetlerden birinde bunlar kutubdan sonra üç
yüz “ahyâr”, kırk “ebdâl”, dört “evtâd” ve iki
“imam”dan.. diğer bir rivayette ise, kutubdan
sonra dört bin kişilik bir veliler ordusundan
ibaret gösterilmiştir- bu rakamların hiçbirinde
ittifak söz konusu değildir. Adetleri ne olursa
olsun, bu kurb kahramanlarının hemen hepsi
de Hakk’ın en mükerrem ibâdıdır ve meleklerle
aynı ledünnîlik ve aynı derinliği paylaşmakta‑
dırlar.
Bazı sofîlere göre, hemen her zaman var
oldukları kabul edilen (dört bin) hak eri ara‑
sında şöyle bir silsile-i meratip söz konusudur:
Bunlardan üç yüzü, hayra kilitlenmiş mânâsına
“ahyâr”; kırkı, mânevî hayatı idarede izzet ve
azametin perdedârı “ebdâl” veya “büdelâ”; ye‑
disi, salih amel ve ihlâsı tabiatlarının birer derin‑
liği hâline getirmeye muvaffak olmuş “ebrâr”..
farklı diğer bir tasnife göre ise: Bunlardan bir
kat daha Hakk’a yakın ve değişik ihsanlarla,
iltifatlarla serfiraz, ama sayıları belli olmayan
“mukarrabîn” ki, bazıları bu unvana bağlı ola‑
rak, demir direkler ve sütunlar mânâsına gelen
dört “evtâd”ı, Hak katının soyluları ve seçkinle‑
ri anlamında olan “nücebâ”yı, halkın umûrunu
görüp gözetenler diyebileceğimiz “nukabâ”yı
ve bütün bunların üstünde gavs ve kutbu zik‑
rederler. Bazıları bunların hepsine birden
“ricâlü’l-gayb” der çıkarlar işin içinden.
Ebdâl:
Ebdâl, “bedîl”in cem’i olup temiz, safderûn, der‑
viş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahtan,
halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî
icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında
kullanılan bir tabirdir. Osmanlılardan evvel bu
kelimeyi İranlılar, kalender, ışık insan, sofî ye‑
rinde kullanmışlardı. Sonra Babaîliğe bağlı bir
tarikatın adı oldu. Osmanlılar döneminde ise,
fütursuzlukları ve pervasızlıkları itibarıyla bir kı‑
sım fütüvvet erleri bu ad ve bu unvanla anıldı.
Tekye ve zaviyelerde ise ebdâl sözcüğü, hep
“ricâlullah”ın unvanı olarak yâd edilegeldi.
Ebdâli yedi kabul edenlerin bir diğer
mütalâaları da şöyledir:
Biz, dilimizde, ebdâlı “abdâl” şeklinde kul‑
landığımız gibi, bazen ahmak mânâsına “aptal”
dediğimiz de olur. Tıpkı büdelâya bön ve ebleh
mânâlarında “budala” dememiz gibi. Bazen de
abdal şeklinde yanlış telâffuz ettiğimiz bu ke‑
limenin sonuna bir “-lar” ilâvesiyle “abdallar”
deyiveririz.
Bu yedi zattan her biri, ayrı bir iklimde
ika­metle, oradaki ilâhî icraata nezaret eder;
faaliyet-i Sübhâniye’yi alkışlar ve şuursuz var‑
lıkların şuurdârâne hareket ve aktivitelerinin
şuurlu bir temsilcisi olarak Cenâb-ı Hakk’a
tayyibâtla mukabelede bulunurlar. Sofîlere
göre, bu yedi zatın aynı zamanda belli birer
makamı ve o makamlara göre de birer unvanı
vardır:
Sofiyeye göre ebdâl, vilâyet mertebesini ih‑
raz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden
hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve
bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmek‑
tedirler:
Birinci bedîl, Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın
kalbinin aksi ve izdüşümü mahiyetindedir; un‑
vanı da “Abdülhayy”dır.
Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü has‑
letlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i
ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı
duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak
erlerine;
İkincisi, Musa Aleyhisselâm’ın kalbî hususi‑
yetlerini hâizdir, namı da “Abdülalîm”dir.
İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırk‑
lar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir
misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir.
Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok
ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli
olan, onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri,
vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâlden biri ve‑
fat edince ondan boşalan yer, hemen alt taba‑
kadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi
biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrıl‑
mak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi
olduğu yerde kalır veya kendi gider, dublesini
bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, in‑
sanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer
şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var...
Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o
hususa temas etmeyeceğiz.
Dördüncüsü, İdris Aleyhisselâm’ın kalbî
özel­liğini aksettirir ve “Abdülkadir” namıyla
anılır.
Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlar‑
dan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul et‑
tiklerinden, ebdâle hâl ehli, ikincilere de ma‑
kam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar; birincileri
“seyr ilâllah” yolcuları olarak görmekte, ikinci‑
leri de “seyr fillâh”, “seyr anillâh” müntehîleri
farz etmektedirler.
Üçüncüsü, Harun Aleyhisselâm’ın kalbi­
ne ayna durumundadır, hususî ismi de “Ab­
dülmürîd”dir.
Beşincisi, Yusuf Aleyhisselâm’ın kalbiyle
murtabıttır ve “Abdülkahir” unvanıyla meşhur‑
dur.
Altıncısı, İsa Aleyhisselâm’ın kalbî muhte‑
vasına bağlıdır, o da bu mazhariyetiyle alâkalı
“Abdüssemî” unvanıyla yâd edilmektedir.
Yedincisi, Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üze‑
rinedir; “Abdülbasîr” namıyla bilinmektedir.
Bu tespitlerin hiçbiri, âyât-ı Kur’âniye ve­
ya Sünnet’le müeyyed olmayıp, ehl-i keşfin
müşâhedesiyle sabit ve yoruma açık husus‑
lardandır; bu itibarla da, herkesin kabul etme‑
si gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak,
vazife, konum, mazhariyet ve unvan ne olursa
olsun, ehlullah silsilesinde bulunanların hemen
hepsi “ârif-i billâh”, Hak tarafından müeyyed
ve musaffâ kalbleri, müzekkâ nefisleriyle de her
zaman ilâhî esrara açık kimselerdir.
Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve va‑
zifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:
NİSAN 2014
423133
Bunların üç yüzü, Âdem nebinin kalbi; kır‑
kı, Hz. Musa’nın kalbi; yedisi, Hz. İbrahim’in
kalbi; beşi, Cibril-i Emin’in sinesi; üçü, Mikâil
Aleyhisselâm’ın sinesi; biri, birincisi ve vilâyet-i
kübrâ temsilcisi olanı da, Hz. Ruh-u Seyyidi’lEnâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) kalbi üzerine‑
dir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncu‑
su vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan
biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla
meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut
adet yeniden tamamlanmış olur.
rerek reddetmişlerdir.4 İmam Süyûtî, konuyla
alâkalı rivayetler birbirini takviye ettiğinden, bu
hadislerin mânevî tevatür derecesine yüksele‑
bileceği mülâhazasıyla mevzua farklı bakmış‑
tır.5 Hafız Sehâvî ise, kendince orta bir yol ta‑
kip ederek, konuyla alâkalı rivayetlerin hemen
hepsinin zayıf olduğunu söylemiş ve mülâhaza
dairesini açık bırakmıştır.6 Konu bu kadar kar‑
maşıklaşınca, herhâlde bize de, “Her şeyin
doğrusunu Allah bilir.” deyip sükût etmek dü‑
şecektir...
Ebdâlin sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı
farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd
edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirin‑
den farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sı‑
nıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis
vardır3 ve özet olarak bu hadislerde, onların şu
mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmak‑
tadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı
Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı
mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belâları
def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir
cazibe merkezi gibidir; Allah, esbab-ı mâneviye
planında onlarla arzı yörüngesinde durdurur..
Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da
rızıklandırır.. ebdâl, kendilerine haksızlık ya‑
panları affeder, kötülük edenlere iyilikte bulu‑
nur.. sehâvet ve semâhatle hep Cennet yolun‑
da yürür. Kalb selâmeti onların baş şiarıdır ve
onlar her zaman Müslümanlara hayırhahlıkta
bulunurlar. Dünyaya karşı asla hırs göstermez‑
ler.. ve düşmanlarıyla bile nizâ ve cidale gir‑
mezler. Konuşurken, her zaman mübalâğadan
uzak durur ve itidali temsil ederler. Bid’atlardan
kaçınır, ibadetlerinde de ifrat ve tefrite düşmez‑
ler. Seviyeleri ne olursa olsun asla kendileri‑
ni beğenmezler. Kazaya rıza, haramlara karşı
tavizsiz davranma ve Cenâb-ı Hakk’a karşı
da fevkalâde bir gayret ve saygı içinde bulun‑
ma.. ve ne olursa olsun kimseyi lanetlememe,
ebdâlin en önemli hususiyetleri olarak zikredil‑
mektedir.
Ebdâl kelimesine yakın diğer bir tabir de
“büdelâ” sözcüğüdür. Türkçede galat olarak
“ebdâl”ı “aptal” şeklinde kullandığımız gibi
“büdelâ”yı da “budala” yaptığımıza daha önce
işaret etmiştik.
İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi hadisçiler,
ebdâlle alâkalı hadislerin bütününü mevzû gö‑
NİSAN 2014
134 423
Bedel’in çoğulu olan “büdelâ”, sofîler ara‑
sında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müş‑
terek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir.
Bunlar, yerinde tayy-i mekân eder ve yerinde
de nuraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde
bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar duble‑
lerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa bizzat
vücudun “tayy-i mekân” etmesi mi?. konu net
değildir. Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile
böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilir‑
ler. Fütuhât-ı Mekkiyye sahibi, büdelâyı yediler
diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada
bulunur: Büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb‑ı
Hakk’ın icraatının nezaretçileridirler. Bunlar,
Cenâb-ı Hakk’ın şuûnât-ı Sübhaniyesini te­
mâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o ic‑
raata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar.
Bunların hepsi üveysiyyü’l-meşrebdir; dolayı‑
sıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına gir‑
meleri söz konusu değildir.
1.
2.
3.
Dipnotlar
Yûnus sûresi, 1062/.
Mâide sûresi, 554/.
Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1322/5 ,112/;
Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ s.249.
4. Bkz.: İbn Teymiye, Mecmûu’l-fetâvâ 11434-433/.
5. Bkz.: es-Süyûtî, el-Leâliü’l-masnûa 2280/.
6. Bkz.: es-Sehâvî, el-Makasıdü’l-hasene s.4347-.
{
Teennî, temennînin en ideal yoludur.
}
Bilim ve Ahlâk Arasındaki İnce Çizgi:
Deney Hayvanları
Doç. Dr. Kadir CAN
B
ilim insanlarının cevap aradığı çeşitli sorular vardır. Bilhassa moleküler biyologlar ile
genetikçiler; “Genetik bilgi, hücrelerin normal çalışmasında nasıl rol alıyor? Genetik
bilgideki bozukluk, irsî hastalıklara nasıl sebep oluyor? Şu ân tedavisi olmayan genetik hastalıkları tedavi
etmek mümkün mü?” gibi sorulara cevap aramaktadırlar. Sağlık alanında merakla beklenen ise; hastalıkların mekanizmasının bir ân evvel ortaya konması ve
gerekli tedavi hizmetlerinin hastalara sunulmasıdır.
Şimdi kendinizi bir bilim insanı yerine koyunuz.
Vücudumuzdaki bir yaranın iyileşmesini, burada
meydana gelen moleküler mekanizmaları, gözün
yaratılmasını, anne karnında ilk 10 günde vücudumuzdaki eksen belirlenmesi veya yaşlanmanın mekanizması gibi hücre seviyesindeki yüzlerce hâdiseyi
çözmek için lâboratuvarda araştırmalar yapıyorsunuz.
Ancak, önünüzde büyük bir engel var. Tıptan biyoteknolojiye kadar birçok sahada araştırma deneylerini insan üzerinde yapmanız çok zor ve risklidir; aynı
zamanda ahlâkî de değildir. İnsanın sosyal, hukukî ve
dinî boyutları, kendisi üzerinde araştırmalar yapmaya ciddi kısıtlamalar getirmektedir. Zîrâ o, sıradan bir
varlık değildir. Bu sebeple, insanın biyolojik sistemini
anlamak ve esrarını çözmek için deneyleri, belli açılar-
dan kısmî benzerlikler gösteren bazı canlılar üzerinde
yapmanız gerekir. Bu canlılara “deney hayvanları” denir. Ziraat, sanayi ve tıp sahasında birçok hayvandan
istifade edilmektedir.
Kendileri küçük faydaları büyük
Son yüzyıla baktığımızda, genetikçilerin en çok kullandığı model organizmalar; zebra balığı (Danio rerio), solucan (Caenorhabditis elegans), meyve sineği
(Drosophila melanogaster), maya (Saccharomyces cerevisiae), Escheria coli bakterisi, fare (Mus musculus),
sıçan (Rattus norvegicus), denizkestanesi (Echinoidea
sp.), Afrika kurbağası (Xenopus laevis) ve çiçekli
bir bitki olan Arabidopsis thaliana’dır. 1983 yılında
Barbara McClintock’a Nobel Tıp Mükâfatı’nı kazandıran mısır, yine üzerinde çok çalışılan bir deney bitkisidir. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Civciv, sıçan ve
bakteriler kullanılan diğer model organizmalara örnek
olarak verilebilir. Bağırsaklarımızda yaşayan zararsız
E. coli bakterisi DNA teknolojisinde en sık kullanılan
modeldir. Aşılar ve antikorların ürettirildiği, genetik
çalışmalarda konak hücre olarak çok büyük bir üne
sahip olan küçücük E. coli birçok araştırmacıya Nobel
Mükâfatı kazandırmıştır. İnsan, burada, küçük deney
hayvanlarının faydalarını görünce, küçüklük kavramını yeniden düşünüyor.
NİSAN 2014
423 135
E. coli gibi küçük canlıların dünyasının büyüklüğünü ve ihtişamını idrâk için tıp fakültelerinin müfredatı incelenebilir. Parazitoloji, mikrobiyoloji, klinik
mikrobiyoloji, bakteriyoloji ve enfeksiyon hastalıkları
gibi bölümlerde, fakülte bittikten sonra ayrıca yıllarca ihtisas yapılır, doktora tezleri hazırlanır. Kilogramı
800 TL civarında olan ve 200 yıldır üzerinde araştırmalar yapılan denizkestanesi, sperm ve yumurta birleşmesinin ilk gösterildiği deney hayvanıdır. Kod ismi
C57BL/6 olan deney faresi, organ, sistem ve kanser
gibi hastalıkların araştırılmasında en sık kullanılan
deney hayvanıdır. 200 milyon dolarlık bütçesi ve 1300
çalışanı olan Jackson Lâboratuvarları gibi birçok ticarî
firma, deney hayvanlarını üretmekte ve pazarlamasını
yapmaktadır. Bazı genleri yok edilerek neticesinin ne
olduğunun gösterildiği bir (nakavt) farenin fiyatı, 30
bin ile 70 bin dolar arasındadır.
Zebra balığı
Dört-beş cm boyunda, iki-üç yıl ömrü olan zebra balığı, tropikal tatlı su balığıdır. Akvaryum balığı olarak
da kullanılan balığın enteresan özelliği, embriyosunun saydam ve şeffaf olmasıdır. Döllenmeden sonra
36 saat içinde, balığın ana organları görünür hâle gelir. Bu yüzden, zebra balığı, embriyolojik gelişmenin
basamaklarını incelemek için çok ideal bir canlıdır.
Anne karnındaki bir bebeği araştıramayız. Üzerinde
deneyler yapamayız. Diyelim ki araştırdık, bazı süreçleri görmek için en az 3-4 ay beklememiz gerekecektir.
Ama Allah, 36 saatte, gelişmedeki hâdiseleri araştırmamız için bu canlıyı yaratıp hizmetimize vermiştir.
Çünkü bu canlılardaki temel yapı ve mekanizmalar,
insanla benzerlik göstermektedir. İnsandaki mevcut
altyapı bu canlılara da yerleştirilmiştir. Böylelikle, bu
canlılarda deneyler yaparak dolaylı yoldan insandaki
mekanizmayı çözmeye, anlamaya çalışıyoruz. Zebra
balığına bahşedilen başka enteresan bir özellik ise,
deri ve kalb gibi organlarını tamir ederek yenileyebilmedir. 2011 yılında İngiltere Kalb Vakfı, bu özelliğin
araştırılması için 50 milyon dolarlık bir bütçe ayırarak
kalb dokusunun hasarı ve yenilenmesi çalışmalarına
dikkat çekmiştir.
Üç Nobelli 1 mm’lik solucan
C. elegans, 1 mm boyunda bir solucandır. 959 adet hücreden meydana gelir ki, insanda bu sayı trilyonlarcadır.
Solucan, iki gün içinde döllenmiş yumurtadan çıkar.
Embriyonik dönemi 16 saattir. Bu hızlı hayat devresi ve
gelişmesinin bütün safhalarının izlenebilmesi sebebi
ile C. elegans solucanı, organ oluşumu ve bu sıradaki
haberleşme sistemini anlamak için uygun canlılardan
biridir. İnsanda veya başka bir canlıda bunları yapmaya kalksak, aylarca zamana ihtiyacımız olurdu.
C. elegans, 2009 yılında mekik ile uzaya gönderilmiş, yerçekiminin olmadığı ortamda bu solucanın kas
gelişmesi ve fizyolojisi incelenmiştir. Bu çalışmalarla,
uzay yolculuğu yapacak insanların kas fizyolojisi araşNİSAN 2014
136 423
Bağırsaklarımızda yaşayan zararsız E.
coli bakterisi DNA teknolojisinde en sık
kullanılan modeldir. Aşılar ve antikorların
ürettirildiği, genetik çalışmalarda konak
hücre olarak çok büyük bir üne sahip
olan küçücük E. coli birçok araştırmacıya Nobel Mükâfatı kazandırmıştır.
tırılırken aynı zamanda yaşlılar, yatağa mahkûm hastalar ve diabetik kişilerin ilmî araştırmaları için umut
verici bilgiler elde edilebilecektir. 1970’li yıllarda S.
Brenner ile başlayan solucan çalışmaları, günümüze
kadar üç Nobel almıştır. 2002 yılında, Brenner organ
gelişmesi ve programlı hücre ölümü; 2006’da Mello,
RNA engellenmesi (RNAi) ve 2008’de Chalfie, yeşil ışık
veren protein çalışması ile Nobel Mükâfatı almışlardır.
C. elegans’ın ilginç özelliklerinden biri de, 1 mm
boyu olmasına rağmen, insandaki kadar gene sahip
olmasıdır. İnsanda 22 bin civarında gen olduğu tahmin ediliyor. C.elegans’ta bu sayı 20 bindir. Allah, insandaki 20 bin geni, bir mm’lik solucana yerleştirerek
kudretini bizlere göstermektedir. Evrim teorisyenleri
diyorlar ki, bakınız insanda da 20 bin, solucanda da 20
bin gen var. Bu neyi gösteriyor? Demek ki bir zamanlar
biz de solucandık. Niye? Çünkü genlerimiz aynı. Ama
gerçek hiç öyle değildir. 500 milyon yıllık atnalı yengeci fosilleri gibi fosiller bize şunu göstermiştir. Her canlı
şahsına özeldir. Milyonlarca yıl önce nasılsa, şimdi de
aynıdır. Peki neden 1 mm’lik solucanda insanla aynı
sayıda gen var? Öncelikle benzer genler var; ama genler sadece benzer, yapıtaşları aynı. İlim literatürü ile
söylersek homoloji gösteriyorlar. Mimar Sinan aynı
taş ve mermeri kullanarak, bazen Selimiye Camiî’ni
inşa etmiş, bazen bir köprü, bazen de bir kervansaray
yapmıştır. Yapı taşından kastımız karbon, hidrojen,
azot, oksijen, fosfor ve kükürt gibi atomlardır. Meselâ,
DNA yapısındaki deoksiriboz şekeri, 5 karbon, 10 hid-
görmek istemeyenler, kullanılan malzemeye bakıp,
bunlarda aynı malzemeler var, demek ki, bunlar legolar gibi birbirine dönüşmüş veya dönüşebilir, diyorlar.
Hâlbuki her canlıyı ele aldığımızda şunu görüyoruz.
Her canlı kendine has özellik ve donanımlar ile yaratılmıştır. Peki, canlılardaki benzerlik bizim işimize nasıl yarıyor? Deney hayvanlarını kullanarak, insandaki
mekanizma için ipuçları elde ediyoruz. Deney hayvanının genlerini araştırarak insanı anlamaya çalışıyoruz. Bugüne kadar bu sayede binlerce buluş ve teknik
gelişme sağlanmıştır. Meselâ, programlı hücre ölümü
ilk defa, C.elegans solucanında keşfedilmiştir.
Siyah karınlı meyve sineği
Dört-beş cm boyunda, iki-üç yıl ömrü
olan zebra balığı, tropikal tatlı su balığıdır. Akvaryum balığı olarak da kullanılan
balığın enteresan özelliği, embriyosunun saydam ve şeffaf olmasıdır.
rojen ve 4 oksijenden oluşur (C5H10O4). DNA’nın yapısında dört kimyevî baz vardır. Bunlardan biri olan
adenin bazının formülü, C5H5N5’tir. Diğer bir baz olan
timin, C5H6N2O2’dir. Yüce Yaratıcı, aynı yapıtaşlarını
kullanarak farklı farklı canlıları yaratmıştır. Yaratıcı’yı
Lâtince, ‘siyah karınlı meyve sineği’ mânâsına gelen D. melanogaster,
meyvelerin üzerinde uçuşan sinektir.
100 yıldır genetikçilerin vazgeçilmez
model canlısıdır.
Lâtince, ‘siyah karınlı meyve sineği’ mânâsına gelen
D. melanogaster, meyvelerin üzerinde uçuşan sinektir.
100 yıldır genetikçilerin vazgeçilmez model canlısıdır.
D. melanogaster, embriyonik gelişmesi sırasında meydana gelen vücut ekseninin belirlenmesi araştırmalarında sıkça kullanılmıştır. Ön arka, sağ sol, alt üst gibi
eksenlerin belirlenmesi hayatî öneme sahiptir. Eksen
oluşumundaki kusur, tek gözlülüğe ve organların farklı yerlerde yerleşmesine kadar farklı neticeler doğurabilir. D. Melanogaster’in ‘gözsüzlük’ adı verilen geni
ile yapılan çalışmalarda, göz, sineğin kafası yerine
bacağında oluşmuştur. Göz geni, şu ân bilindiği kadarı ile yedi genli kompleks bir ağın üyesidir. Bu genin,
760 birimden oluşan sinek göz oluşumunda önemli
rolü vardır. Yine, sinekteki çalışmalarla insandaki
fazla parmaklılık gibi el ve ayaklardaki anormalliklerin moleküler temeli aydınlatılabilmiştir. 1900 yılında
D. melanogaster ile çalışmalara başlayan T. Morgan,
1933 yılında Nobel’le mükâfatlandırılmıştır. 1995’te ise
üç bilim insanı siyah karınlı sineğin erken embriyonik gelişim basamaklarını aydınlattıkları için Nobel
Mükâfatı’nı paylaşmışlardır.
Nahl Sûresi 5. ve 66. âyetlerde mealen ‘Allah sizin
için hayvanları yarattı. Onlardan istifade edersiniz.
Hem onlarda bilmediğiniz daha nice menfaatler vardır’ ve ‘doğrusu hayvanlarda da size ibretler, deliller
vardır’ buyruluyor. Birçoğumuzun aklına bile getirmediği, hattâ ismini bile duymadığı bu canlılarda, bilmediğimiz daha nice sır keşfedilmeyi beklemektedir.
Bu deney hayvanlarıyla lâboratuvarlarda çalışırken bu canlıların da Allah’ın yarattığı birer sanat eseri
olduğunu asla unutmamalıyız. Onlara işkence derecesinde eziyet vermeden, israfa girmeden, mümkün olduğunca az sayıda deney hayvanıyla çalışmalıyız. Bir
ilim adamı olarak bunun İslâmî ve insanî bir mesuliyet
olduğunu bir ân bile unutmamalıyız.
kcan@sizinti.com.tr
Kaynaklar
- Human Molecular Genetics, 4. Baskı, 2011, Tom Stratch
- Concept of Genetics, 9. Baskı,2009, Klug Cummings
- Hacı LÜY, “Küçük Canlılar Niçin Yaratılmış Olabilir?”, Sızıntı,
Mayıs 2003.
NİSAN 2014
423 137
M. Sacit ARVASİ
A
merika’ya geleli neredeyse üç sene olacak.
Ama hâlâ limandaki bir gemide gibiyim. Karaya henüz ayak basmış sayılmam. Bu yüzden biraz şaşkın, az endişeli, daha çok da belirsizliğin bulut bulut çöktüğü bir iklimde yaşıyorum.
Lisan bilmemek ne zormuş! Kuvvet, bilgi, tecrübe,
cesaret; “lisan”sız ne kadar da az şey ifade ediyormuş.
Elbette işimizi görecek kadar üç-beş kelimemiz var.
Bir yere girip, “Şundan almak istiyordum.”, “Bundan
alabilir miyim?”, “Teşekkür ederim.”, “İyi akşamlar.”,
“Size de…” Ancak bir çocuk lügati, başka bir şey değil.
Dilini tam bilmediğim bu memlekette şimdi beş
yaşındaki bir çocuk gibiyim. Hâlbuki yaş, otuz beş...
Yolun neresi eder onu Allah bilir. Ama Yeni Dünya’da
yeni bir hayata adapte olmaya çalışırken, gündüzler
hemen geceye karışıyor. Geceler de mum gibi eriyip
şafaklarda kayboluyor. Saat bir yana, günün, hattâ
haftanın farkına varmak ne mümkün! Bütün bunlar
arasında sanat, edebiyat, şiir tâ gerilerde kalıyor. Bunlar çekildikçe hayattan, hayat da renksiz, hissiz, kupkuru bir çöle dönüyor.
Ama çok şükür nefes alacağımız bir ân geldi. Türkçe Olimpiyatları’nın ön elemeleri yapılacak. Şiir dalında bizi de jüriye seçmişler. O sabah erkenden çıkıp
Paterson’nın yolunu tuttum. Sanki kadîm dostlarla
NİSAN 2014
138 423
Ertesi gün, finallerin yapılacağı salondayız. Türkçe sevdalıları tıklım
tıklım doldurmuş her bir yanı. Rüya
gibi bir gün… Şiirlerle yelken açıyor,
türkülerle coşuyoruz.
Emir Sultan’da şafak buluşmalarından birisine gidiyorum. Garden State Parkway değil de Bursa’nın Çekirge Caddesi’nde süzülüyorum. Solumda Hacivat ile
Karagöz’ü geçiyorum, sağımda Çırağan’ı. Süleyman
Çelebi her zamanki muallâ mevkiinde, yine Mevlid-i
Şerîf’i fısıldıyor kulaklara sabah esintilerinin tatlı melodilerinde. Dışarıda hava serin fakat açıyorum camları…
Benimle beraber üç kişi daha var jüride. Ayşe Hanım ve Ural Bey’le tanışıyoruz. Kitapları da olan Ayşe
Hanım bir gazetede yazıyor. Ural Bey de gazeteciliğinin yanında bir firmada yöneticilik yapıyor. Yarışmanın başlamasına az bir zaman kala, eğitimden mesul
Dış İşleri görevlisi Gülzâde Hanım da geliyor. Nihayet yarışma başlıyor ve ilk yarışmacı anons ediliyor.
Adı: Matthew. Zarif bir selâmın ardından piyano ve
keman eşliğinde şiire başlıyor: “İstanbul’u dinliyorum
gözlerim kapalı…”
Telaffuz, vurgu, tonlama, ses-mânâ uyumu şiir
için önemli kriterler. Fakat “İstanbul” kalbimin bamteline dokunuyor: “Hazerfen” olup İstanbul’a uçmak
var... Marmara’nın dalgalarına binip bir Üsküdar’ın,
bir Beşiktaş’ın sahillerini teneffüs etmek var... Bir
Emirgan’ı, bir Eminönü’nü görmek var...
Matthew’den sonra Delisa geliyor. “Ne içindeyim
zamanın…” diyor, “Ne de büsbütün dışında.” Şimdi
A. Hamdi Tanpınar ile küçük bir câminin avlusuna girmek, Orhan zamanından kalma bir duvarın
önünde durmak var. Ve onunla yaşıt bir çınarın altına oturmak, şadırvandaki su sesine dalıp kendi
fânîliğimizde sonsuz için yaratılmış bir varlık olduğumuz hakikatini görmek...
Danilsa Lugo “Yaş otuz beş…” diyor Cahit
Sıtkı’dan. Ve “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...” Bahattin Karakoç “usta”dan:
“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Karşı dağlara kar yağmış, bozulmamış ütüsü”
Şarkın ağaçsız dağlarından kocaman bir tanesi
karla kaplı bembeyaz hâliyle nasıl yükseliyor insanın
önünde.
“Ay şafağa yakın, bir mum gibi erimeden” ifadesi
nasıl da resmediyor manzarayı insan hayalinde.
Sonra, “Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra”,
“Medine’nin Gülü”, “Gülnâre”...
Kim demiş ilkbahar-yaz, sonbahar-kış sadece dört
mevsim var diye?!.. Azıcık şiir muhibbi ol, sonra gel bizimle beraber Amerikalı çocukların dilinden bu canım
şiirleri dinle, az bir zaman içinde kaç iklim, kaç mevsim
var, sayabilirsen sen söyle. Üç seneden beri ilk defa karaya ayak bastığımı hissediyorum.
Ertesi gün, finallerin yapılacağı salondayız. Türkçe
sevdalıları tıklım tıklım doldurmuş her bir yanı. Rüya
gibi bir gün… Şiirlerle yelken açıyor, türkülerle coşuyoruz. Halk oyunlarıyla, halaylarla hayalen tâ Anadolu’ya
gidip geliyoruz. “Türkçem benim ses bayrağım” derken
şair, ne silinmez bir mısra bırakmış ardında. Ve o gün
ses bayrakları dalgalanıyor Felician College’de. Felician College dendiğinde artık aklıma yabancı bir memleketin beni ilgilendirmeyen taş bir binası değil, Türkçe
bayraklarının dalgalandığı yüksek bir mânâ burcu gelecek.
msarvasi@sizinti.com.tr
NİSAN 2014
423 139
E. Osman UYGUR
A
teşin önünde babasının yanında durdu.
Babası ateşe secde etti. Mabeh de babası gibi
eğilip kalktı. Bu her defasında böyle oluyordu. Ama ateş önünde eğilmek, Mabeh’in hoşuna gitmiyordu.
Babası köyün en zengini idi. Bağları bahçeleri çoktu ve ailenin tek varisi, Mabeh idi. Mabeh, aklı
başında bir delikanlı olunca, babası onu bağları bahçeleri tanıması için araziye gönderdi.
— Oğlum, bu bağlar, bahçeler benden sonra senin
olacak. Bu yüzden git, etrafı iyice bir gez. Her yeri tanımanı istiyorum.
Mabeh, ilk defa evden uzaklaşıyordu. O zamana
kadar babası onu hep gözünün önünde tutmuş, evden
uzağa gitmesine izin vermemişti. Zaten onun pek bağda bahçede gözü yoktu. İçindeki derin boşluğu dolduracak bir şeyler arıyordu. Bahçeleri dolaşırken bir
kiliseye rastladı. Kilisede ibadet zamanı idi. İçeri girdi.
Hristiyanların ibadetleri dikkatini çekmişti. Uzun süre
orada kaldı. İbadetten sonra rahiple konuştu.
— Siz burada ne yapıyorsunuz?
— Biz, bizi ve seni yaratan Allah’a ibadet ediyoruz.
— Biz evimizde yanan ateşe ibadet ederiz. Ancak
ben bunu hiç sevmem. Sizin ibadet şekliniz benim hoşuma gitti.
— Ateşe tapmak bize göre küfürdür.
— Bu dinin aslı nerededir?
— Bu dinin aslı Şam’dadır.
— Şam’a gitsem beni kabul ederler mi?
— Tabi kabul ederler.
— Peki Şam’a gidecek bir kervan bulabilir miyim?
— Evet, yakında Şam’a gidecek bir kervan var.
Onlarla gidebilirsin.
— Siz İsfahanlı mısınız?
— Hayır, biz Şam’dan geldik. Burada dinimizi temsil etmeye çalışıyoruz. İnsanları Allah’a imana davet
ediyoruz.
Vakit su gibi akmış, akşam olmuştu. Bu arada
Mabeh’in babası meraklanmış, adam gönderip oğlunu
aratmış; ancak bütün aramalara rağmen Mabeh bulu-
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) , çok uzaklardan gelerek hakikate uyanan Selman’ın, hayatını
köle olarak devam ettirmesine gönlü razı olmadı.
NİSAN 2014
140 423
namamıştı. Adamlar, eve elleri boş dönünce, Mabeh’in
babasının endişesi daha da artmıştı. Tam bu sırada
Mabeh geldi. Babası onu görünce hem sevindi hem de
biraz kızdı.
— Oğlum, bu saate kadar nerelerdeydin, aramadık
yer bırakmadık, meraktan çatlattın bizi.
Mabeh sakin bir şekilde: “Babacığım, ben bağları
bahçeleri dolaşmak için gidiyordum, karşıma bir kilise çıktı. Kiliseye girdim, baktım ki; görmedikleri ve her
şeye Hâkim ve Kâdir olan bir ‘Tanrı’ya iman ediyorlar.
Onların ibadetleri beni etkiledi. Akşama kadar onları
seyrettim. Anladım ki, onların dini daha doğrudur.”
deyince babası yumuşak bir üslûpla şunları söyledi:
— Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun; senin atalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma,
inanma.
Ancak Mabeh kararını vermişti:
— Hayır babacığım onların dini bizimkinden daha
hayırlıdır ve onların dini haktır. Bizimki ise bâtıldır.
Bu sözlere babası kızdı ve oğlunu, ellerini ayaklarını bağladıktan sonra bir odaya hapsetti.
Yolculuk başlıyor
Mabeh, evde kervanın gideceği günü beklemeye başladı. Bu arada kilisede öğrendiği bazı kelimeleri tekrarlıyor, gerçek Yaratıcı’yı anlamaya çalışıyordu. Kervan
günü gelince ellerindeki iplerden kurtuldu ve kaçıp
kervanı buldu. Uzun bir yolculuktan sonra Şam’a ulaştı. Şam’da Hristiyanlığın en büyük rahibini sordu. Ona
rahibin yerini gösterdiler.
Kapı açıktı. Yavaşça içeri girdi. Rahip bir köşede oturmuş, kitap okuyordu. Kapıdan giren genç
adamı görünce eliyle yaklaşmasını işaret etti. Mabeh
yaklaştı. Rahip:
— Buyur evlat, ne istiyorsun? diye sordu. Mabeh:
— Efendim, ben İsfahan’dan geliyorum. Oradaki
rahip bana sizi tavsiye etti. Burada kalıp hem dinimi
öğrenmek hem de size hizmet etmek istiyorum, dedi.
Rahip, onu hizmetine kabul etti. Mabeh kısa sürede Hristiyanlık hakkında epey bilgi sahibi olmuştu.
Rahip de bu genç adamın hizmetinden memnundu.
Ancak Mabeh, zamanla rahibin bir zaafını gördü.
Rahip, fakirler için getirilen altın ve gümüşleri dağıtmıyor, kilisenin mahzeninde biriktiriyordu. Aradan
çok geçmeden rahip öldü. Hristiyanlar rahibi defnetmek için geldiklerinde Mabeh:
— Bu adam iyi biri değildir, hürmete değmez, dedi.
Adamlar önce inanmadılar. Mabeh, onları rahibin fakirler için verilen altın ve gümüşleri biriktirdiği küplerin yanına götürdü. Adamlar işin aslını öğrenince rahibi tören yapmadan bir yere gömüp gittiler. Kiliseye
yeni bir rahip geldi. Mabeh, burada bir müddet daha
kaldıktan sonra, önce Musul’a sonra da Nusaybin’e
gitti.
Nusaybinli rahip ölmeden önce, bu akıllı talebe-
Bir gün “Selman Ensar mı Muhacir
mi?” tartışması yaşandı. Bunun
üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Selman bizdendir,
Ehl-i Beyt’tendir.” buyurdu.
sine Amuriye’ye (Şimdi Eskişehir’in ilçesi Sivrihisar)
gitmesini tavsiye etti. O da vakit kaybetmeden yola koyuldu. Günler sonra Amuriye’ye geldi. Olgun bir insan
olan Mabeh’in, hayatını inancı üzerine bina etmekten
başka gayesi yoktu. Aradan birkaç yıl geçti. Rahip
ölüm döşeğindeyken kader yolcusu, hocasına sordu:
— Efendim, elimden geldiği kadar sizin hizmetinizde bulundum. Sizden çok şey öğrendim, bana Allah’ı
tanıttınız. Ben bu yolda ilerlemek istiyorum. Siz ebedî
âleme gidince ben nereye gideyim, bana kimi tavsiye
edersiniz? Rahibin gözleri yaşardı, pencereden dışarı
baktı ve:
— Şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat
âhirzaman peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar
arasından çıkacak, vatanından hicret edip taşlık ve
hurması çok bir şehre yerleşecek. Alametleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki
omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, dedi.
Nur’a doğru
Artık Mabeh için yolun çoğu bitmişti. Bundan sonrası, aradığı nura kavuşma günleri idi. Mabette yalnız
kalmıştı. Birkaç öküz ve biraz da koyunu ile geçimini
temin ediyordu. Bu arada hocasının dedikleri aklından hiç çıkmıyor, Arap illerine gitmenin fırsatını kolluyordu. Bir gün Beni Kelb kabilesinden bir kervanın
Arabistan’a gitmek üzere olduğunu öğrenince hemen
koştu. Kervan reisine:
NİSAN 2014
423 141
— Birkaç öküzüm ve biraz da koyunum var. Onlar
sizin olsun, ben de sizinle Arabistan’a geleyim, dedi.
Adam, Mabeh’in teklifini kabul etti.
İç Anadolu’dan başlayan kervan yolculuğu
Vadiü’l-Kura denilen yere kadar gayet güzel gitti.
Ancak kervan reisi Mabeh’i orada bir Yahudi’ye köle
olarak sattı. Mabeh ilk başta buna üzüldü; ama sonra
“Vardır bir hayır.” diyerek kaderine razı oldu. Yahudi
onu hurma bahçesine götürdü. Burada hurma ağaçların bakımını yapacak, hurmaları toplayacaktı.
Bir gün sahibinin amcasının oğlu bahçeye geldi.
Adamın bahçede çalışacak bir köleye ihtiyacı vardı.
Mabeh’i gördü ve beğendi ve amcasının oğluna:
— Bu köleyi bana satsana, dedi.
Sahibi gülerek:
— Olur satayım, bizde her köle satılıktır, dedi ve
ekledi:
— Hadi Mabeh, yeni efendinle yola hazırlan.
Böylece Mabeh’e yeniden yol görünmüş oldu. Bir
gün süren yolculuktan sonra yine bir hurma bahçesine geldiler. Amuriyeli rahibin bahsettiği yere çok
benziyordu bu bahçeler. Âhirzaman Peygamberi’nin
varlığını hissetmeye başladı yüreğinde. Ona kavuşma uğruna, binlerce kilometre yol kat etmiş, bir
Yahudi’ye köle olarak satılmıştı. Her gün yeni bir
ümitle kalkıyor, hurma bahçesine gidiyordu. Bazen
bir hurma ağacının tepesinden aradığı nuru görme
ümidi ile şehre bakıyordu.
Bir gün ağacın başında hurma toplarken aşağıda
iki kişinin konuşmalarına şahit oldu. Onlardan biri
bağırarak:
— Evs ve Hazreç kabileleri helâk olsunlar.
Mekke’den birisi geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu durum hoşuma gitmedi, deyince Mabeh, kulaklarına inanamadı. Neredeyse heyecandan aşağı
düşecekti. Hemen ağaçtan indi ve sordu:
— O kişi için ne diyorsun, onun hakkında ne düşünüyorsun, dedi. Konuşan yeni sahibi idi. Kölesinin
bu sorusu hoşuna gitmedi ve bir tokat attı:
— Sen işine bak, bu iş seni ilgilendirmez, dedi.
Mabeh, artık yerinde duramazdı. Ertesi gün yanına aldığı bir avuç hurma ile şehre daldı. Çok heyecanlıydı. İlk karşılaştığı insana O’nu sordu. Adam,
üstü hurma dalları ile örtülü Mescid-i Nebevî’yi gösterdi. Mabeh, koşar adım gitti mescide. Simasından
tanıdı onu. Huzuruna gitti ve ellerindeki hurmaları
uzattı:
— Bu hurmaları sadaka olarak kabul ediniz, dedi.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hurmaları aldı ve arkadaşlarına vererek, hurmaları yemelerini söyledi. Mabeh, kendi kendine “İlk işaret tamam.” dedi. Kaybedecek zaman yoktu. Hemen bahçeye döndü. Bir avuç hurma daha alıp koştu Allah
Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna.
— Bu hurmaları hediye olarak veriyorum, buyurun, dedi.
NİSAN 2014
142 423
Bu sefer, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hem kendi yedi hem de arkadaşlarına ikram
etti. Mabeh dikkat etti; kendisi bir avuç hurma getirmesine rağmen, yüzlerce hurma çekirdeği birikmişti
yerde. Yirmi beş kadar hurmadan yüzlerce çekirdek
çıkması imkânsızdı. Mabeh’in içinde şüphe kalmamıştı. Bu, rahibin bahsettiği Âhirzaman Peygamberi
idi. “Şimdi oldu, ama bir de mühür görmem gerek.”
diye geçirdi içinden. Mabeh’in niyetini anlayan
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), sırtını biraz açarak onun mührü görmesini sağladı. Mabeh,
heyecanla mührü öptü ve yıllarca süren hasretin bitmesine gözyaşları döktü ve hiç vakit kaybetmeden
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğini tasdik etti.
Mabeh, başından geçenleri Yahudi bir tercüman
vasıtasıyla anlattı Allah Resulüne (sallallahu aleyhi
ve sellem). Mabeh, bir yandan başından geçenleri
anlatıyor, bir yandan da Allah Resulü’nü (sallallahu
aleyhi ve sellem) öven cümleler söylüyordu. Ancak
bu övgüleri Yahudi tercüman kasıtlı olarak yanlış
tercüme ediyordu. Bu arada Cebrail Aleyhisselâm
gelerek Yahudi’nin tercümesinin yanlış olduğunu
belirttikten sonra Mabeh’in sözlerini olduğu gibi
aktardı. Hâdiseyi öğrenen Yahudi tercüman da önce
yaptığından utandı, sonra da Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) iman etti.
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem),
ismini Selman olarak değiştirdiği Mabeh, yıllar süren hakikat yolculuğunu tamamlamış, aradığına vasıl olmuştu.
Kölelikten kurtuluş
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), çok uzaklardan gelerek hakikate uyanan Selman’ın, hayatını
köle olarak devam ettirmesine gönlü razı olmadı.
Harikalar asrında bir harika daha yaşanacaktı. Allah
Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona; “Kendini
kölelikten kurtar ya Selman.” dedi bir gün. Gözleri
parladı Selman’ın. Hemen sahibi olan Yahudi’ye
giderek, kendini azat etmesini istedi. Yahudi önce
buna yanaşmadı. Ancak Selman’ın ısrarı üzerine üç
yüz hurma ağacı dikip meyve verir hâlde kendisine
teslim etmesi ve biraz da altın karşılığında azat etmeyi kabul etti. Ancak bir hurma ağacının meyve
vermesi kırk yılı bulurdu ve istenilen altın cidden
çoktu. Selman-ı Farisi Hazretleri başından aşkın
bu müşkülü Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve
sellem) anlattı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kardeşinize yardım edin.” diyerek sahabeleri
yardıma çağırdı. Herkes bir oldu ve kısa zamanda
üç yüz hurma fidanı bulundu. Çukurlar kazıldıktan
sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi
ve her bir hurma fidanını eliyle dikti. Hz. Ömer’in
diktiği bir hurma hariç bütün hurmalar aynı yıl meyve vermeye başladı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) o hurmayı tekrar dikti ve o
da o yıl meyve verdi. Selman-ı Farisî
hem çok sevinmiş hem de hayretler
içinde kalmıştı. Hurma bahçesi tamamdı, sıra altını bulmaya gelmişti. Beklemekten başka yapacak bir
şeyi yoktu.
Bir gün adamın biri, Medine
sokaklarında “Belli bir altın karşılığında efendisi ile anlaşan köle
nerede?” diyerek Selman-ı Farisî
Hazretleri’ni arıyordu. Selman’ı tanıyanlar adamı hurma bahçesine
götürdüler. Adam elindeki altını
Selman’a uzattı. Selman-ı Farisî
Hazretleri yine hayretler içindeydi.
Altını alıp adama teşekkür ettikten
sonra Peygamberimiz’in (sallallahu
aleyhi ve sellem) yanına gitti ve:
— Ya Resullallah, adamın biri
bana bu altını verdi, ne yapayım,
diye sordu. Efendimiz:
— Götür efendine ver, dedi.
Selman-ı Farisî Hazretleri altını
Yahudi’ye verdi. Yahudi altını tarttı,
istediğinden biraz eksik çıkınca:
— Bu eksik tamamla da gel,
dedi.
Selman-ı Farisî Hazretleri tekrar Efendimiz’e (sallallahu aleyhi
ve sellem) geldi, durumu anlattı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) altını eline aldı, tükürüğünden
biraz sürdü ve “Al bunu götür, Allah
bununla senin borcunu eda eder.”
buyurdu.
Yahudi’nin diyecek bir şeyi kalmamıştı. Selman-ı Farisî Hazretleri
hür olarak döndü mescide. Ashab-ı
Suffa olarak kaldı mescide uzun bir
süre.
Bir gün “Selman Ensar mı
Muhacir mi?” tartışması yaşandı.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurdu.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem), yıllarca gurbetlik yaşayan, ailesini, yurdunu terk eden
Selman’ı kendi ailesine dâhil ediyor
ve bu garip insana garipliğini tamamen unutturuyordu.
eouygur@sizinti.com.tr
En cazip desenlerin gerçek ziyasi Sen’sin,
Bu hususta asla yok kevn ü mekânda dengin;
Sen’in gönlün meleklerinkinden daha engin,
Şu fakirler ülkesinde yolu gözlenensin...
NİSAN 2014
423 143
BİLİM “YARATILIŞ” DİYOR - 42
Moleküler Darwinizm
Açmazı
Prof. Dr. Arif SARSILMAZ
M
ateryalist ideolojiyi kendilerine şiar
edinmiş evrimciler, canlılığın sadece
maddî güçlerle nasıl ortaya çıktığını
açıklamak için “Moleküler Darvinizm”
olarak da adlandırabileceğimiz yeni bir strateji geliştirmeye çalışmaktadırlar. Buradaki temel düşünce de
Darwinizm’in tür seviyesindeki veya makro ölçekteki
değişmelerini izah için kullandıkları mekanizmaları
moleküler seviyede tatbik etmeye dayanmaktadır. Burada hedef, kendi kendini çoğaltan basit bir molekül
veya moleküllerden ibaret bir takım bulmaktır. Her
şeyden önce böyle çok basit bir moleküler sistemin,
kendi kendine organize olması beklenmekte, daha
sonra da tabiî seleksiyon ve adaptasyonla bunun daha
üst gelişmişlik gösteren bir moleküler sisteme evrimleşmesi beklenmektedir. Böyle bir beklenti içindeki
evrimcilerin önce hayatın nasıl ortaya çıktığını, sonra
da tabiî seleksiyonun nasıl bir faaliyetle bu molekülleri evrimleştireceğini izah etmeleri gerekir.
Evrimciler devamlı olarak, ilk canlı olarak sayılabilecek varlık için çıtanın seviyesini düşürmektedirler.
Fakat onlar çıtanın seviyesini düşürdükçe yeni problemler baş göstermektedir. Bir organizmanın çoğalması, evrim için başlı başına bir problem iken, ardından
bir hücrenin çoğalmasını izah etme problemi ile karşı
karşıya kaldılar. Şimdi ise gerçek hücrelerde bulunan
kendi kendini kopyalayan multimoleküler sistem çeşitlerinin açıklanması gerekmektedir. Fakat evrimciler
kendi kendine çoğalan basit bir moleküler terkibin
menşeini açıklamaya ihtiyaç duymamaktadırlar. BuNİSAN 2014
144 423
nun yerine, (madde taşınımı, metabolizma, enerji dönüşümü, sinyal iletimi, bilgi işletim, çevreden madde
alımı, salgı üretimi, protein sentezi v.s. gibi canlılığın
temel göstergelerini yerine getirebilecek) bölünerek
çoğalan bir hücrenin bu hâdise için yaptığı faaliyeti
açıklayarak, sanki moleküler seviyedekini izah etmiş
gibi davranmaktadırlar.
Bazı mineral tuzlarının kristalleri süper derecede
doyurulmuş bir solüsyonun içine yerleştirildiğinde bir
çekirdek gibi davranarak kristalin büyümesine sebep
olduğunu uzun zamandır bilmekteyiz. Bir mânâda
kristal tuz çekirdeği canlı olmadığı hâlde kendi kendini çoğaltmaktadır. Cansız kristallerin geometrik yapısı
ve elektrik yükleri sebebiyle belli bir yoğunluktan sonra birbirlerine eklenerek çoğalmalarında, herhangi bir
metabolik süreç işlememekte, sadece moleküller birbirine bağlanmakta, yeni bir terkip ortaya çıkmamaktadır. Buradaki kendi kendine çoğalma, hücre içinde
bulunan fonksiyonel açıdan bütünleşmiş büyük molekül sistemlerinin kendini çoğaltmasıyla bir benzerliği
yoktur. Moleküler Darwinizm’in açıklaması gereken,
bu tarz sistemlerdir. Moleküler seviyede iş gördüğü iddia edilen tabiî seleksiyonun ve tesadüfî varyasyonun
aşağıdaki moleküler biyolojik süreçleri açıklaması gerekmektedir:
— Bu moleküller kanalları ve kapıları olan, seçici geçirgenlik özelliğine sahip üç tabakalı bir zara nasıl sarılabildiler?
— Biyomakromoleküllerin durmadan artan çeşitliliği
nasıl ortaya çıkabildi?
— Bu biyomakromoleküller daha sonra, fonksiyonel
olarak bütünleşmiş sistemlerin hiyerarşisi içinde kendilerini nasıl düzenlediler?
— Bu moleküler komplekslik birbirine nasıl sarılarak
DNA’yı ve canlı hücrelerin özel fonksiyonlarını yerine
getirmek için gerekli olan RNA-Protein makinelerini
üretti?
Elbette, bir evrimci, tabiî seleksiyonun nesiller
boyunca çalışması ile basit bir moleküler terkibin kademeli olarak, bir hücrenin hayatı için gerekli bütün
fonksiyonlara sahip bir sistemi ürettiğini hayal edebilir. Ancak bu çok ucuz bir hayal olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü böyle bir hayalî senaryoyu destekleyen deliller yoktur. Gerçekçi hayat öncüsü şartlar altında biyolojik açıdan önemli olan yapıtaşlarının üretilmesine yönelik bütün deneylerde, istenen kimyevî
ürün ile, istenmeyen kimyevî yan ürünler arasında
çapraz reaksiyonlar meydana gelmiş ve biyolojik açıdan önemi olmayan, evrimleşemeyecek katranlar ve
melanoidler üretilmiştir.
Elbette, lâboratuvarda deneyler dikkatli bir şekilde hazırlanarak ve çıkan ürünler özel ekipman ve
donanımlarla aşırı derecede sınırlandırılarak veya
manipüle edilerek, çapraz reaksiyonların müdahalesi önlenebilir. İstenmeyen kimyevî reaksiyon ürünlerini uzaklaştırılabilir veya başlangıç maddesi olarak
saflaştırılmış maddeler kullanılabilir. Bu şekilde bir
problem önlenir; fakat bu durum yeni bir problem
demektir. Çünkü bu saydığımız lâboratuvar âletleri,
ekipler, lâborantlar, özel hazırlanmış maddeler, ilkel
dünyada olmadığından, önemli bir faktör olarak insanın bilgisi devreye girmiştir. Böyle bir bilgi girişini ise
hiçbir evrimci kabul etmez. Çünkü bilgi ve ilim varsa,
bu doğrudan bir ilim sahibini işaret eder ki, evrimciler bunu kabul edemezler.
Bu konuda Julius Rebek’in çalışması bazı
problemleri göstermesi bakımından önemlidir.
Rebek, pentafluorofenyl ester ve amino adenosin gibi iki bileşenden meydana gelen amino
adenosine triacid ester (AATE) sentezlemiştir.1
Ayrıca, bu molekülleri, parçalamaktan çok
koruyan bir organik çözelti içine yerleştirmiştir. Hem çözelti tercihi, hem de molekül tercihi, tabiî hiçbir eşi olmayan, çevre üzerindeki
sun’î bir sınırlandırmayı temsil etmektedir.
Rebek’in molekülleri kendi kopyalarını yapmaktadır ve bu yüzden çoğalmaktadır. Ancak,
Gerald Joyce’nin de belirttiği gibi, bu moleküler
gereğinden fazla doğru bir şekilde, yani mekanik
bir düzen içinde çoğalmaktadırlar.2 Yeterli miktarda
tesadüfî varyasyon olmazsa, Darwin mekanizmaların
seçeceği hiçbir şey olmaz. Tamamen kendisinin aynısını kopyalayarak artan maddeler gibi (aşırı uçtaki)
durumlarda hiçbir evrimin gerçekleşmesi mümkün
değildir. Rebek’in modeli için daha problemli olan şey
ise, bu moleküllerin sadece canlılık için gerekli olandan çok daha az bilgi taşımasıdır; bu model, aynı zamanda canlılık için gerekli olan bilgideki büyük artışa
sebep olacak muhtemel bir yol da önermemektedir.3
Leslie Orgel, Rebek’in canlılığın menşei hakkındaki
çalışmasının önemini şöyle özetlemektedir: “Rebek’in
yaptığı çok zekicedir; ancak ben bunun canlılığın orijini
ile olan alâkasını görmüyorum.”2
Moleküler Darwinizm’in, canlılığın orijinine dâir
bir açıklama yapmakta başarılı olması için, mutlaka,
evrimin niçin kompleksliği artıran doğrultuda ilerlediğini açıklaması gerekir. Basit bir molekülün çoğalmaya başlamasından sonra, durmadan artan komplekslik yönündeki evrime neyin gerekçe olduğunu, moleküler Darwinizm’in açıklaması gerekir. Ancak, ironiktir ki, moleküler Darwinizm’e göre evrim, kompleksliği
azaltıcı doğrultuda ilerlemesi gerekir. Bu hususta Sol
Spiegelman isimli araştırıcının, bir replikaz (enzim)
ortamında, polinükleotidlerin evrimi üzerindeki çalışması vardır.4 Bir virüsün genomundan sağladığı,
aktive olmuş mononükleotidlerin, polinükleotidlerin
sentezini beslemesi için gerekli olan replikaz proteinini incelerken deneyde önemli bir problem olarak “biyolojik bilginin” deney boyunca devamlı bir şekilde
azaldığı görülmüştür.
Bu çok çarpıcı husus hakkında Brain Goodwin
şöyle demektedir: “1967’de Spiegelman, bir test tüpünde, moleküler yapıda çoğalan bir sistem, etrafında hiçbir
canlı hücre yapısı olmadığında ne olacağını göstermiştir.
Çoğalan moleküller kendini kopyalama kabiliyetini kaybedinceye kadar kopyalandıkça kısalırlar, kısalmalar
arttıkça, kopyalama süreci daha hızlanır. Test tüpünde
Bir organizmanın çoğalması, evrim için
başlı başına bir problem iken, ardından bir
hücrenin çoğalmasını izah etme problemi ile karşı karşıya kaldılar. Şimdi ise gerçek hücrelerde bulunan kendi kendini
kopyalayan multimoleküler sistem çeşitlerinin açıklanması gerekmektedir.
NİSAN 2014
423 145
Bir evrimci, tabiî seleksiyonun nesiller boyunca çalışması ile basit bir moleküler terkibin
kademeli olarak, bir hücrenin hayatı için gerekli bütün fonksiyonlara sahip bir sistemi
ürettiğini hayal edebilir. Ancak bu çok ucuz bir hayal olmaktan öteye gidemeyecektir.
Çünkü böyle bir hayalî senaryoyu destekleyen deliller yoktur.
görülen tabiî seleksiyon neticesinde kendini daha hızlı
kopyalayan daha kısa şablonlar daha çok sayıda olur ve
uzun olan şablonlar zamanla elimine olur. Ancak enteresan olan sonuç, evrimin büyüyen bir basitlik yönünde
ilerlemesidir. Hâlbuki evrimcilerin iddiası evrimin, artan
komplekslik yönünde ilerlemesi gerektiğiydi Ancak, kendi başına bir DNA daha fazla basitlikten başka hiçbir
yöne ilerleyemez. Kompleksliğin artması için, DNA’nın
bir canlı hücre içinde olması gerekir.”5
Bir şeyin çoğalması için, bütün temel açılardan
o nesnenin kendini yeniden üretmesi gerekir. Nesne
büyüdükçe, yapması gereken şeyler ve çoğalmanın
yükümlülükleri de artar. Bu yüzden, basit moleküller, kompleks olanlara göre daha avantajlıdır; çünkü
çoğalma sırasında ellerinde tutmaları gereken şey
daha azdır. Dolayısıyla Darwinci mekanizma, basitliği
kompleksliğe tercih eder. Ayrıca Darwinci mekanizmanın, tekbir moleküle veya basit moleküler sistemlere
uygulandığında, kompleksliği artıran yönde ilerleyen
bir evrimi açıkladığına dâir hiçbir delil yoktur. Kısacası, moleküler Darwinizm canlılığın menşei problemini
çözmekte başarısızdır.
Neo-Darvinist sentezin, kilit bir mimarı olan Theodosius Dobzhansky, “hayat öncesi tabiî seleksiyonun” tabir olarak çelişkili olduğuna dikkat çekmiştir.6
Ayrıca, basit moleküler yapıların gerçek biyolojik organizmalardan çok geniş ölçüde basit oldukları ispatlanmıştır ve ne komplekslik ne de fonksiyonların çeşitliliği açısından, uzaktan yakından benzeyen herhangi
bir şeye evrimleştiklerine dâir hiçbir işaret yoktur.
Aslında, bahsedilen büyük problemler, canlılığın
materyalist bir dille izah edilemeyeceğini göstermektedir. Maddî süreçlerin cansız maddeyi canlandırarak
evrimleştirecek kabiliyette olduğuna dâir hiçbir delil
NİSAN 2014
146 423
yoktur. Ayrıca, “Bu fizik ve kimya kanunları bu kabiliyette olmak zorundadırlar.” demek soruyu cevaplamaktan kaçınmak ve iddiayı doğru farz etmek olacaktır. Bu düşünce tarzının hiçbir temeli yoktur ve sadece
doğruluğu kabul edilmiş bir inanç cümlesidir. Tipik
enteresan örnekler olarak iki evrimci araştırmacının
hem itiraf hem de saplantılarını ifade eden aşağıdaki
iktibaslar dikkat çekicidir:
Stuart Kauffman’a göre: “Dünya üzerinde hayatın
3.45 milyar yıl önce başladığını bildiğini size söyleyen
bir insan ya bir ahmaktır ya da bir dolandırıcı. Hiç kimse bunu bilemez. Aslında, belki de asla, üç milyar yıldan daha fazla bir süre önce, ilk kendi kendine çoğalan
moleküler sistemlerin yeşermesine sebep olan moleküler olayların gerçek tarihî sıralamasını elde edemeyiz.
Ancak, tarihî açıdan bu yol sonsuza kadar saklı kalsa
bile, biz yine de, canlılığın gerçekçi olarak nasıl kristalleştiğini, kökleştiğini ve daha sonra bütün dünyayı nasıl
sardığını göstermek için teoriler ve deneyler geliştirebiliriz. Fakat yine de, kimse bunu bilmez.”7
Leslie Orgel ise, önce bir itirafta bulunarak: “Bu
problemin çözümünü bildiğini söyleyen bir kimse aldatılmıştır.”8 dedikten sonra, saplantısını da şöyle ekler:
“Ancak, bunun çözümsüz bir problem olduğunu düşünen bir kişi de kandırılmıştır.” “Canlılığın menşeine ait
problem için tek mümkün yaklaşım, bu soruyu tarihî
açıdan sormaktan ziyade, bilimsel olarak sormaktır.
Hayat nasıl başladı yerine, hayat nasıl başlayabilir diye
sormak. Bunu açıklığa kavuşturmak için, bilim adamları, kimyevî açıdan deneylerle nelerin mümkün olduğunu
ve ilk yeryüzü şartlarında nelerin olmuş olabileceğini
belirlemeye çalışmaktadırlar.”8 Bu alıntılar, canlılığın
menşei problemini saf materyalist anlayışla çözme
adına nasıl bir bakış açısı olduğunu göstermektedir.
Hayat sadece kimya mı?
Hayatın tamamen kimyadan kaynaklandığını kabul
eden Harvard’da kimyacı George Whitesides bu konuya çok dikkat çekmiş ve 2007 yılında, Amerikan
Kimya Topluluğu tarafından verilen Priestley Madalya
Mükâfatı’nı alırken, canlılığın menşeini tartışmıştır:
“Bu problem (canlılığın menşei), bilimdeki büyük problemlerden biridir. Çoğu kimyacı gibi ben de hayatın, hayat öncesi dünyadaki molekül karışımlarından kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktayım. Peki nasıl? Hiçbir fikrim yok. Ben inanıyorum ki, hücrenin anlaşılması
eninde sonunda kimyanın bir sorusudur ve kimyacılar
prensip olarak bu soruyu çözmek için en iyi vasıflarla
donatılmışlardır. Hücre, daha küçük torbaları içinde barındıran ve kompleks hayatî reaksiyonları düzenlemeye
yarayan bir büyük torba gibi olup, reaksiyona giren
kimyevî maddelerden meydana gelmiş bir jel ile dolu ve
bir şekilde kendi kendine çoğalabilmektedir.”9 Bu şekilde, Whitesides canlılığın menşei sorusunu, bir kimya
problemine indirgemiştir.
Hâlbuki canlılık hakkında böyle bir indirgeme,
temel olarak yanlıştır. Kimya, canlılık için şart-ı âdi
olarak gerekli maddelerin ne olduğu konusunda bir
şeyler söyler; ancak hayat bu maddelerin ötesinde
bir ilim ve kudrete dayanmaktadır. Resim veya heykel gibi bir eser değerlendirilirken onun maddesine
fiyat verilmez; o eserin değeri, üzerinde taşıdığı bilgi,
emek, estetik, hassasiyet ve kısacası eser sahibinin
kabiliyeti ile ölçülür. Cansız kimyevî maddelerde eğer
hayat görünüyor ise, bu maddeye indirgenemeyecek
bir mesajdır. Meşhur fizikçi Paul Davies bu hususu
çok güzel vurgulamıştır: “Barizdir ki, canlılık kimyevî
bir fenomendir; ancak ondaki ayırt edici özellik kimyanın kendisinde değildir. Canlılığın sırrı, üzerindeki
ilmin özelliklerinden kaynaklanmaktadır; yaşayan bir
organizma bilgi işleten kompleks bir sistemdir.”10 Kimyadaki madde ve ortamlar, bu dünya için gereklidir;
ancak onların hayattar bir hüviyete bürünmesi, İlâhî
İlim ve Kudret’in tecellisiyle mümkündür. Diğer türlü
düşünmek, mürekkep ve kâğıdın, mânâlı bir yazının
bulunduğu bir sayfa olmak üzere kendilerini organize etme gücüne sahip olduklarını söylemek demektir.
Ama böyle bir güçleri yoktur.
Kâğıt üzerindeki bir yazı, mânâsını mürekkebin
kimyasına veya fiziğine borçlu değildir; onları bir bilgi, program ve sisteme göre kâğıda nakşedenin ilim ve
kudretine borçludur. Benzer şekilde, canlılık da başlangıcını canlılığın yapıtaşlarının kimyası veya fiziğine borçlu değil, biyolojik açıdan önemli olan fonksiyonel bilginin dâhil olmasına borçludur. Kimya bilginin
taşıyıcısı olabilir; ancak onun kaynağı olamaz.
Caltech başkanı ve Nobel Mükâfatı sahibi biyolog
David Baltimore, İnsan Genom Projesi’nin önemini
tarif derken şunu söylemiştir: “Modern biyoloji, bir
bilgi bilimidir.”11 Nobel Mükâfatı kazanmış bir öğretim üyesi olan Manfred Eigen, canlılığın menşeinde
“bilginin kaynağının” kavranamayışı ile ilgili problemi
tanımlamıştır.12 Biyolog John Maynard Smith ve Eörs
Szathmary açık bir şekilde bilgiyi, gelişim ve evrim biyolojisinin merkezine koymuştur: “Çağdaş biyolojide-
ki, ana fikir, bilgi fikridir. Gelişim biyolojisi, genomdaki
bilginin nasıl yetişkinlerdeki yapıya dönüştüğünün incelenmesine ait bir çalışma ve evrim biyolojisi de bilginin
ilk olarak ortaya nasıl çıktığını araştıran bir bilim dalı
olarak görülebilir”13
Bilginin, biyolojideki önemi göz önüne alındığında, bu biyolojik bilginin ortaya nasıl çıktığı sorusu hemen akla gelir. Bu bilginin kaynağı nedir? Whitesides
biyolojik bilginin nihai kaynağının kimyada yattığını
düşünmektedir. Nobel Mükâfatı sahibi Christian de
Duve bu noktayı daha da geliştirmiştir. Hayatın tarihçesini yedi dönem olarak incelemiştir. Bunların bizi ilgilendiren ilk dördü Kimya Çağı, Bilgi Çağı, Protohücre Çağı ve Tek Hücre Çağı’dır.14
Duve’ın, ilk çağ (Kimya çağı) olarak vasıflandırdığı
dönem, ilk nükleik asitlerin ortaya çıkışına kadar olan
zamana karşılık gelir. Bu dönem, çok sayıda büyük moleküllü bileşenlerin oluştuğu süreci kapsar, atomları ve
moleküleri düzenleyen evrensel prensiplerle yönetilir(!)
Bu evrensel prensiplerin atomlarda mı, atomaltında mı
olduğu belli değildir. Prensiplerin kendisi mi akıllıdır,
yoksa daha akıllı birisi mi bu prensipleri koymuştur, bu
belli değildir. Aynı evrimci düşünce kalıbını sürdüren
Duve’e göre, bundan sonra, Darwinci evrim ve tabiî seleksiyon süreçlerin özellikle canlılar dünyasına açılışını
yapan, bilgi taşıyan özel moleküllerin ortaya çıkmasıyla Bilgi Çağı ortaya çıkar.15 Duve burada, nükleotidlerin
sıralanmasının, Bilgi Çağı’nın ortaya çıkmasına işaret
ettiğini ve Kimya Çağı’ndaki her şeyi yöneten evrensel
kimyevî prensiplerin buna sebep olduğunu iddia etmektedir. Peki, bu kimyevî prensiplerin, biyolojik bilginin ortaya çıkmasına uygun ve yeterli bir ortam sunacağını nasıl bilmektedir? Kimyevî prensipler, hem parçacıklar arasındaki kanun benzeri etkileşimleri, hem
de parçacıkların hâlleri arasındaki kuantum mekanikî
geçişleri tanımlar. Ancak bu prensiplerle, nükleotid sıralanmasının veya herhangi başka bir bilgi taşıyan moleküllerin sentezleneceğini kim söylüyor?.
Bu konudaki deneylere ait deliller de Duve’nin
canlılığın menşei hakkındaki “önce kimya” görüşünü
desteklememektedir. Bunu göstermek için Duve’nin,
bu thioester dünyasından nükleotid dizileri dünyasına
giden mantıkî olarak mümkün, tamamen açıkça beyan
edilmiş kimyevî bir yol sunması gerekir. Ancak, Duve
bugüne kadar bu tarz bir şey yapamamıştır. Aslında, tarafsız bir gözle bakılırsa, canlılığın menşeini materyalistik süreçlerde arayanların araştırmaları ortada kalmak
üzeredir. Miller-Urey deneylerinin yarım yüzyıl önce
sebep olduğu heyecanı yeniden elde edememişlerdir.
Çünkü canlıların bazı maddî yapıtaşları lâboratuvarda
elde edilse bile, asla bunların kendiliğinden organize
olup, bilgi açısından zengin biyolojik yapılar şekline
girmesini sağlayamamışlardır. Kısacası, kimyevî maddelerin, hayatın mükemmel programını kendi kendilerine yazdığı mesajına dâir hiçbir delil yoktur.
asarsilmaz@sizinti.com.tr
Not: Yer darlığı sebebiyle yazının dipnotları maalesef burada verilememiştir. İnternet sayfamızda yayımlanan nüshada yazının ve dipnotların tamamını bulabilirsiniz.
NİSAN 2014
423 147
SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ
Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın
teknoloji@sizinti.com.tr
Pasif Sigara İçiciliği, Düşük Riski İle Bağlantılı
S
eksen binden fazla kadın üzerinde,
menopoz sonrası yapılan bir çalışmada, başkasının sigara dumanını
solumanın, ölü doğum ve düşük riskini
artırdığı gösterildi. Bu kadınların % 2,5’i
dış gebelik yaşamış, % 4,4’ü ölü doğum,
en az üçte biri de düşük yapmıştı. Sigara
içen kadınlarda düşük nispeti % 16, ölü
doğum nispeti % 44, dış gebelik oranı
da % 43 daha fazla idi. Uzun yıllar pasif sigara içicisi olanlarda ise, bu oranlar
pasif sigara içicisi olmayanlara göre, sırasıyla % 17, % 55 ve % 61 daha fazlaydı.
Pasif sigara içicisi olma süresi ne kadar
uzunsa, bu oranlar da o kadar yüksekti.
Çalışmanın neticeleri Tobacco Control
dergisinde yayımlandı. Görüldüğü gibi,
sigara içen sadece kendisine değil,
evlâdı da dâhil, yakınındakilere zarar
verebilmektedir. (WebMD News fromHealthDay 27.02.2014)
Ş
“Yağ Hormonu”, Kalın Bağırsak Kanseri Riskinin Yüksek Olmasıyla Bağlantılı
işmanlık, kolorektal polip denilen ve kansere dönüşebilen
bir patolojinin görülme riskini artırabilmektedir. Şişman erkeklerde, polip daha fazla görülür. Söz
konusu araştırma 48 ila 65 yaşları
arasındaki 126 sağlıklı gözüken erkek üzerinde yapıldı. Hepsine kolonoskopi yapıldı, vücut kitle indeksi,
bel çevresi ve leptin (yağ hormonu)
seviyeleri ölçüldü. Erkeklerin %
78’i şişman veya aşırı kiloluydu. Bu
grupta polip görülme ihtimali daha
düşük kilolu olanlara göre % 30
daha fazlaydı. Hele şişman olanların üç veya daha polipe sahip olma
ihtimali zayıf olanların 6,5 katı idi.
Leptin hormonu seviyesi ne kadar
fazlaysa, polip görülme riski de o
kadar fazlaydı. Bu poliplerin daha
sonra kansere dönüşme riskinin ol-
NİSAN 2014
44 423
148
duğu hatıra getirilince, şişmanlıkla kalın bağırsak kanseri arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Çalışmanın neticeleri PloSOne dergisinde yayımlandı. (WebMD News fromHealthDay 20.02.2014)
Y
akıt hücreleri (pilleri), 19. yüzyılın ortalarında
yeni bir fikir olarak ortaya çıkan kimyevî reaksiyondan, elektrik üretme şeklidir. Kuru veya
oto akümülatörü gibi sıvı pillerden farklı olarak, girdisi ve çıktısı olan açık sistem şeklinde çalışır. Yıllar
içinde yapılan çalışmalar, birçok farklı yakıt hücresi tipi geliştirilmesini netice vermiştir. Teknolojinin
gelişmesine paralel ortaya çıkan çevre problemlerine bir çözüm olarak, yakıt hücreleri, son yılların
en popüler araştırma konularındandır. Zîrâ çevre
kirlenmesine sebep olacak hiçbir unsur barındırmadıklarından, temiz (alternatif) enerji teknolojileri
sınıfında değerlendirilmektedirler. Bu bakımdan günümüzde beklentilerin yüksek olduğu bir araştırma
alanıdır. Yakıt pili sitemlerinde bugün ulaşılan verim
nispeti % 70 civarındadır.
Yakıt hücresinin çalışma prensibi, kimyevî reaksiyondan doğrudan elektrik akımı elde etmeye dayanır.
Yüz yıldan fazla bir zamandır yapılan araştırma ve çalışmalarda, yakıt hücresi olarak oldukça farklı sistemler geliştirilmiştir. Fosforik asit, formik asit, alkali, doğrudan biyohidrür, doğrudan metanol ve katı oksit yakıt
hücreleri bu sistemlerden bazılarıdır. Her yakıt hücresinde iki tip enerji açığa çıkar: ısı ve elektrik. Yakıt
hücresi ile alâkalı çalışmaların en mühim odak noktalarından birisi de, ısı enerjisinin azaltılarak elektrik
enerjisinin artırılmasıdır. Çünkü açığa çıkan ısı enerjisi
etkin olarak kullanılamamakta ve sistemi soğutmak
için ayrıca malzeme ve çözüm gerektirmektedir.
Yeni Nesil Yakıt Pillerine Doğru
Bugün ticarî olarak geliştirilen sistemlerde 100
MW gibi oldukça yüksek güçlere ulaşılmıştır. Bu tip
sistemlerde hidrojen, kolay elde edilmesi ve bol bulunmasından dolayı, kritik bir reaksiyon malzemesi
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak yakıt pillerinde
kullanılmak üzere depolanması, kullanımda pratik
bir metot değildir. Depolama yerine, hidrojenin bor
ile yaptığı bileşikler kaynak olarak kullanılmakta,
ancak bu da ileri teknoloji gerektirmektedir.
Uygulamalı mühendislik bilimlerinin hemen
hemen her alanında yer bulan nanoteknolojik
araştırmalar, yakıt hücresi ile alâkalı çalışmalarda da kendine yer bulmuştur. Berkeley California
Üniversitesi’nde bir araştırma grubu, platin/nikel
(metal çifti) nanokristalleri kullanarak yaptıkları
çalışmada elde ettikleri katalizör (kimyevi reaksiyon hızlandırıcı), maliyeti düşüren ve verimi artıran
neticeler verdi. “Science” dergisinde yayımlanan
makaleye göre, geliştirilen metot ile elde edilen
malzeme, platin kaplanmış üç boyutlu nanoçerçeve olarak ifade edilen bir molekül. Nanoçerçevenin
yüksek yüzey-hacim oranı, mevcut kullanımdaki
metal katalizörlerden en mühim farklılığı... Bu hususiyetiyle buluş; yakıt hücrelerinde en kritik süreç
olan hidrojenin etkin elde edilmesinde, yeni bir
dönem olarak değerlendirilmektedir. Bu ilmî çalışmanın ticarî bir değer kazanması durumunda, daha
ucuza mal edilmiş yakıt hücreleri uygulamalarda
daha yaygın bir şekilde yer bulacaktır.
Elektron Mikroskobu ile elde edilmiş görüntülerde platin kaplamalı (derili) platin/pikel metal çiftinin şekillenme adımları görülmektedir.
Elde edilen üç boyutlu molekül (nanoçerçeve), yakıt hücrelerinde hidrojen katalizörlüğünü yüksek oranda artırma hususiyetine sahiptir
ve halen kullanılan sistemlerdeki katalizör maliyetlerinde büyük indirimleri netice verecek
Kaynak:
http://newscenter.lbl.gov/news-releases/2014/02/27/next-generation-fuel-cells-and-electrolyzers-researchers-at-berkeley-andargonne-national-labs-develop-highly-promising-new-class-of-nanocatalyst/
NİSAN 2014
45
423 149
DAMLALAR
"Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerinin yayımlanmasını isteyen okurlarımız damlalar@sizinti.
com.tr adresinden veya dergimizin web sayfasından "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı
gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler.
Durdurma Allah’ım
Rüyalarımızı dolduran gülleri
Bir zulüm fırtınasına vurdurma Allah’ım!
Bir fil, hışımla girdi bahçemize,
Körpe filizleri kırdırma Allah’ım.
Her köşede baç alır haramiler,
Sinsi tuzaklara vardırma Allah’ım.
Ene zirveye çıkmış, vefasızlık dağında,
Gölgesine çadır kurdurma Allah’ım!
Hakikati göster, bakan körlere,
Nefis batağına girdirme Allah’ım!
Fitne tellâllarının elinde katmerli kara,
Masumların yüzüne sürdürme Allah’ım!
Yalanı, iftirayı sokaklar almaz,
Sapmışlara yol sordurma Allah’ım!
Hâlden anlamaz dertsizlere
Azmış yaralarımı sardırma Allah’ım!
Dalga dalga gelen belâ seline,
Tahammül settini yardırma Allah’ım!
Kış çetinse, çiçek yüklüdür bahar,
Borana, tayfuna boğdurma Allah’ım!
İçimizde ebedî saadet yangını,
Dağ taş yürüyelim; mola verdirme Allah’ım!
Kalb aydınlığımız parlar gözlerimizde,
Ufkumuza kin perdeleri gerdirme Allah’ım!
Çile, okuludur; kudsî yolun,
Sabrımıza ye’si kardırma Allah’ım!
Göz pırıltılarımızla doludur, dualarımız;
Müjde doldur mendile, boş dürdürme Allah’ım!
Güneş doğdu doğacak karanlıklara,
Boşanan ümit selini durdurma Allah’ım!
NİSAN 2014
150 423
İbrahim Özgüleç
Hazırlayan
A. Osman Dönmez
damlalar@sizinti.com.tr
Abdullah Rıdvan Can
Kavgalar sürgün edilir fikrinden,
Hiç bilmediğin hayaller tutuklanır gönlünde.
Avlularda beklersin geri dönmeleri,
Geri dönmeler çoktan kalmışken mahşere.
Pembe dudaklarında gençliğe inat,
Buruş buruş türküler söylenir o vakit.
Alnın bir kelebeğin ömrüdür ya belki sonu,
Gözlerin sırata denk bir geçit…
Salkım taneleri gibidir göz torbacıkların,
Ellerine kirli yarasalar yuva yapmıştır.
Bedenin zor bir denklem değil aslında,
Dizlerin ufacık bir ağrıda çözülür kalır.
Ercan Büyükşahin
BÖYLE ÖLÜNÜRMÜŞ
Kaybolursun susuşlar içinde, kaybolur zihnin.
Dökülen sözlerin yüzünden ilmek ilmek asılırsın.
Söyleyeceklerinin hevesi varken içinde,
Belki, çoktan unutulmuştur bile yasın.
Dert başta uçuşur bir karga sürüsü gibi,
Derman çölde bir avuç kumda saklıdır.
Düşme peşine bir damla seraptır göreceklerin,
Her Mecnun’um deyişine bir Leyla yasaklanır.
Yol acıtır canını, korkutur seni iklimler,
Bir mucizeye bile kalmamıştır artık geri dönüş.
Bir mayıs akşamı bedenine zemheri iner,
Dersin ki; demek böyle ölünürmüş…
MUHASEBE
Edeptir bir insanı insan yapan
İnançtır, şu yığını ayakta tutan
Yoksa İslâm’a hizmet, Allah’a iman
Eşref-i mahlûkat olmanın mânâsı ne?
Alnın yerde, sözün arşa gitmiyorsa
Tevekkülle, davan haşre kalmıyorsa
Akıl deryan, gönül nehrinle dolmuyorsa
Duygunun, mantığın mânâsı ne?
O kuyudan sevdanla çıkamıyorsan
Koskoca kâinatta onu bulamıyorsan
Zalime elif, Allah’a vâv olamıyorsan
Verilen iradenin, aklın mânâsı ne?
Duvara asamıyorsan sen nefsini
Zikirle harcamıyorsan nefesini
Kaldıramıyorsan mantık perdesini
Gözün, kalbin, dilin mânâsı ne?
Bu yolda tüketmiyorsan ömrünü
Dün ile eşit tutuyorsan bugünü
İsmail eyleyemiyorsan mülkünü
Bu müddetin, sınamanın mânâsı ne?
Ercan, icabet etmezsen beş vakte
Uymazsan Kâlû Belâ’daki akde
Tıkarsan kulağını seyyide, âbide
Bu yazgının, hayatın mânâsı ne?
Musa Yılmaz
KORKU
Tercümanım dilimdir gönlüme
Nihayetsiz kelimeler yazarım.
Söz geçiremeyip de nefsime,
Bin bir tövbeler bozarım…
Sabah olsun, bekle, sabah olsun.
Yatağa düşman, dönüp durursun.
Bugün var, belki, yarın yoksun.
Git, gel, düşüncelerden bîzârım.
Uğuldar beynimde simsiyah kuşlar,
Her çığlıkla önümde uzar yokuşlar.
Kelimeler: ayağıma takılan taşlar,
Korkum, bu taşlardandır mezarım
NİSAN 2014
423 151
Mürsel Demir
EMAN VER YÂ RAB!
İsyan ile sarhoşluğa büründüm,
Rahmetinle beni yıkat İlâhî!
Bu yokuşta yüz üstü çok süründüm,
Tut elimden beni kaldır İlâhî!
Benliğim mil çekti gören gözüme,
Bir yabancı oldum şimdi özüme,
Lisanım küllendi can kat sözüme,
Yaşayan ölüyüm dirilt İlâhî!
Hicrana gömüldüm nefessiz kaldım,
Düzlüğe çıkınca günaha daldım,
Gördüğüm her renge desene kandım,
Beni bu gafletten kurtar İlâhî!
Yıllarca aradım çırpınıp durdum,
Günahta yoruldum tövbede coştum,
Karşıma çıkandan hep Sen’i sordum,
Gedanı kapından kovma İlâhî!
Oktay Güneş
YAKARIŞ
Çiğdemi alev sardı, kırmızısı kor gelir,
Sevdayı hicran yaktı, acısı yaman gelir,
Yer ve gök ağlaşıyor nağmesi ağıt gelir,
Yıkıldı kutsal yapı, sineler kırık şimdi.
Muharremi tarihten bir acı sayfa düştü,
Çehreler çeşit çeşit, yüzlere riya düştü,
Örselendi imanlar dillere kezzap düştü,
Sükûtun çığlıkları ruhlara aman şimdi.
Vefasız otaklarda Hakk’a hadsizlik oldu,
Menfaat sahnesinde namuslar üryan oldu,
Helâlsiz dünyalıklar kursağa taam oldu,
Dualar kapanıyor gök kubbe harap şimdi.
Körpecik kanatlara hoyrat ayazlar değdi,
Uzatılan ellere zehirli kırbaç değdi,
Gönül saraylarına yıkıcı deprem değdi,
Enkazlar diyarında Gayretullah yâr şimdi.
Fatma Kutluhan
Geride bırakmak En Sevgili’yi
En sessiz ve en mânâlı selâmı vermek,
Paylaşırken belki de en son bakışları…
Ve koyulmak yola,
Kalbinde ardında bıraktıklarının buruk acısıyla,
Tekrar döneceğini bilmiyor olsan da;
Bir son daha yaşamak, yeni bir başlangıç adına.
NİSAN 2014
152 423
AYRILIK
Tarkan Berkant Altınkaya
Uçurumları vardır...
Sarp dağları...
Zindanlarında zincirleri vardır:
Kalın halkaları paslı
Kilitli yerleri ışıldayan
Çınlayan
Şangırdayan zincirler...
Avuçlarının içini yakan
Mum alevi nedir?
Yandıkça alevinden alev doğan
Cehennem ateşleri vardır
Karanlıklarında...
Göğün yedinci katından
Hızla büyük bir
Okyanusa dalmak vardır
Ki karaya sıçrayan
Bir balık gibi
Soluksuz kalmak vardır
Havasında her solukta...
Ney gibi yanmak
Kays gibi kalmak vardır
Çölünde...
Kızgın yağında kavrulurken
Zabit Karaköse
Dağlar korkulası bu gece
Yıldızlar bir bilmece
Yollar, pusulu ve sisli
Sesim geceden akisli
Cıvıltılar var bilirim yakın
Gelmese baykuşlar akın akın
Söylesene nerde yağmur
Ellerimiz de olacak mı çamur
Anne var karnında bebek
Beş aya yanımıza gelecek
Bilal Yavuz
DERVIŞ
Kimselere âhını duyuramadan
Kavrulurken
Gözünden süzülen
Bir damla yaş yağmurunda ıslanmak vardır
Düşer kendi avuçlarına...
Kışta yanmak,
Yazda donmak vardır...
Yüce dağların
Taşıyamadığı yükü
Taşımak vardır omuzlarında
Ayakların yara bere içindeyken hem de
Harap bir viranede
Ölmek vardır sonunda...
Nedir bu diye
Sorma çocuk
Bunun adı aşktır!
Bunun adı aşktır!
Nefesinle dirilt beni İsa,
Asan yüreğimdedir Musa,
Çölünü ver Mecnun,
Gürzünü ver Ferhat,
Feyzini ver Hallaç,
Aşkta yanmaya geldim!
ANNE VE BEBEK
Şimdiden hazır çorabı, odası
Gömlekleri var yeşilli yakası
Anne vardı dağlara gitti
Baykuşlar bir ah işitti
Anneyi vurdu dağın bilinmez cismi
Daha koymamıştı bebeye ismi
Beş ay geçmiş üzerinden olayın
Bugün ikisi son ayın
Doğum günü olacaktı ikisi bebeciğin
Ölmeseydi karnında anneciğin...
İKRA
İster kehkeşanı oku ister bendini
Varsın birbirinden başka olsun söz
Değil mi ki mânâ bir muhteva bir
Ne diye bu kavga bu hırs ne diye
Hakk’ın ipi inmedi mi çölün dilinde
İster sağdan başla ister soldan
İnsan okudukça yazar kendini
NİSAN 2014
423 153
NİSAN 2014 / 423. sayı
0 850 222 0 361
Bütün operatörler için dakikası 6 kuruştur.
106
110
112
116
119
122
126
130
122
Belki Bir Gün Biz De Dirileceğiz / Sızıntı
Kanser ve Çörekotu
Ömer Çağlar Latif
Bir Yanardağ Hikâyesi
Prof. Dr. Ömer Arifağaoğlu
Nasıl Bir Gelecek?
???
Dr. Kemal Serçe
106
Odaya Güneş Girdi
138
Ramazan Çakır
Ateş Karıncalarında Kolektif
Hareket / Dr. İhsan Köse
Osmanlı’nın Mültecilere Yaklaşımı / Murat Duman
Kalbin Zümrüt Tepelerinde
(Veli ve Evliyâullah)
135
138
140
Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr
IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş
Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu
Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal
Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı
İDARÎ MERKEZ
Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL
Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ
Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir
Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38
E-posta: sizinti@sizinti.com.tr
http://www.sizinti.com.tr
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ
Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı
Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için
aramanın dakikası 6 kuruştur.
Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk.
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78
Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30
€; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik
ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56
$’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık
Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki
hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak
94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $
olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042
Bilim ve Ahlâk Arasında, Deney Hayvanları / Doç. Dr. K. Can
“İstanbul’u Dinliyorum”
Matthew’den / M. Sacit Arvasi
Bir Hakikat Yolcusu: Selman-ı
Farisî / E. Osman Uygur
, twitter.com/Sizinticomtr
numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres
ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını
belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.
US Postal Service:
Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published
monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton
Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson,
NJ, and additional mailing offices.
POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618.
AVRUPA ABONE - DAĞITIM
World Media Group Ag -İsmail Kücük
Adres: Sprendlinger Landstr.107-109
D-63069 Offenbach am Main
Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105
Mail: dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de
Fontäne için : abo@fontaene.de
Avusturya Dağıtım
Sürat HandelsgesmbH
Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria
Tel.:01 / 958 00 21
YAYIN TÜRÜ
Yaygın Süreli
YAYINA HAZIRLIK
Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38
EDİTÖR
A. Osman Dönmez
Faruk Çetin
GÖRSEL YÖNETMEN
Engin Çiftçi
144
148
150
Bilim “Yaratılış” Diyor–42
Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
Sağlık, Bilim Teknoloji
Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın
Damlalar
A. Osman Dönmez
, youtube.com/sizinticomtr
GRAFİK-TASARIM
Kaynak Kültür Yayın Grubu
(0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78
BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş.
Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir
Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61
BASIM TARİHİ: 1 Nisan 2014
ISSN 1300-1566
BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş.
ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş.
FİYATI: ¨ 5.50
YAZI KURALLARI
* Yazılar e-posta ile (sizinti@sizinti.com.tr adresine) gönderilmelidir. * Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı
ile birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa,
yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar, daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı
yeni bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha
önce yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli,
yazı içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü
takdirde değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez.
* Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek
iktibas edilebilir.
4
1
âlim
kitap
Okul İnsan ve kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıma adına
ruh ve gönül dünyamızda farklı pencereler açacak dört eser…
• Fethullah Gülen ve Edebiyat
• Şiddetsiz Aksiyon
• Fethullah Gülen’in Fıkhını Anlamak
• Fethullah Gülen’in Sünnet Anlayışı
Kulaktan dolma ile kitaptan bilme arasındaki fark “hakikat”tir. Ülkemizin ve dünyanın
son yarım asrına ışıktan bir mühür vuran kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’ye
dair hakikatli değerlendirmeler içeren bu eserleri, mutlaka okuyunuz…
kitapkaynagi
www.kitapkaynagi.com
¨ 5.50
İnsan eliyle asla olmaz o renk ve desen,
Olanları bile tam taklit edemezsin sen;
Nimette mün’imi okumaktır senin hissen,
Keşke bu kadarını olsun becerebilsen..!
DPP No: 112491-2014/04