NİSAN 2014 YIL 36 SAYI 423 ISSN 1300 - 1566 Belki Bir Gün Biz De Dirileceğiz Kanser ve Çörekotu İstanbul’u Dinliyorum Matthew’den Ateş Karıncalarında Kolektif Hareket Osmanlı’nın Mültecilere Yaklaşımı Varlığı evvelden evvel, yok nihayet O’na, Biricik mercidir O, insan olan insana; Varlığına bütün eşya pırıl pırıl ayna.. Temiz ruhlar ihtiyaç duymaz başka bürhana. Y ıllar var ki bu mağmum coğrafyada hemen her zaman bir diriliş esintisi ve fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut donanı- NİSAN 2014 106 423 mımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki duruşumuz yeterli mi?! Değilse, böyle pasif bir duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde, eğer beklediğimiz “ba’sü ba’de’l-mevt” duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz olma şeklinde bir diriliş unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– beklentilerimizle beraber durumumuzu bir kere daha gözden geçirme- Şimdiye kadar hep öyle oldu, –Allah bilir– bundan sonra da yine öyle olacaktır; öyle olacaktır ve haricî-dahilî düşmanlar saldırılarına devam edecek, dostlar beklenen vefayı göstermeyecek, tahribatları tahribatlar takip edecek, ruh ve mânâ köklerimiz sürekli hırpalanacak, gönüller sevgiye hasret gidecek, her yanda ölüm iniltileri duyulacak.. ve tabiî bunca olumsuzlukların yanında her yana hayat üfleyen diriliş süvarileri de hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini Allah’a havale etmek düşer. Her diriliş eri bilmelidir ki, o, Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak da ona diriliş yollarını gösterecek ve onun dökülüp yollarda kalmasına asla meydan vermeyecektir. miz icap edecektir. Zîrâ, hâlihazırdaki tavır ve davranışlarımızla beklentilerimiz arasında illiyet kanununa göre bir tenasübün bulunması, olmazsa olmaz esaslardandır. Aslında bu büyük beklenti, cahillere, mefkûresizlere, dava düşüncesinden mahrum olanlara ve hikmet fakirlerine göre bir iş değildir; o, ilm ü irfan erbabına ve hakikate adanmış ruhlara göre bir gaye-i hayaldir.. eğer bir gün mâkus tâli’imiz değişecekse, şart-ı âdî plânında “Allah’ın izniyle” işte bu kahramanların eliyle değişecektir. Tarihin değişik dönemlerinde bizim coğrafyamızda çok farklı kırılmalar, dökülmeler yaşandı.. defaatle insanımıza zehir içirildi ve onun gözlerine kezzap döküldü.. millî ve dinî değerleri elinden alınarak ona gurbetlerin en acısı yaşatıldı.. güneşi çalındı, ayı söndürüldü ve iç içe küsûflara maruz bırakıldı.. onun, bir yandan düşman cefasıyla kıvranırken diğer yandan da dost vefasızlığıyla inlemesi hiç mi hiç eksik olmadı; yıkılıp giden şer gürûhunu arkadan yenileri takip etti ve her zaman gelenler gidenleri arattı. Öyle ki, ne müstebit tiranların baskıları sona erdi ne de din düşmanlarının kin ve nefreti; sona ermedi ve bu dünyayı onun hakkında Cehennem’e çevirdiler. Bugün de hiçbir şey değişmeden aynı tagallüpler, tahakkümler, tasallutlar devam etmekte; insanımızın ümit ışıkları söndürülmeye çalışılmakta, hak ve adalet çiğnenmektedir. Fert, devlet/devletler ve toplumlar olarak inandığını yaşamak isteyenlere fırsat verilmemekte; hattâ onlara engizisyon uygulanmaktadır. Tabiî bütün bunlara rağmen göz doldurucu bir keyfiyette olmasa da, gelecek adına vaad ettiği değişik buudlardaki ba’sü ba’de’l-mevtleri işaretleyen ümit meşaleleri de par par yanmakta ve her şeyi sevgiye ve saygıya göre yorumlayan günümüzün o aydınlık ruhları onca gayz, nefret ve tecavüzlere takılmadan ve hız kesmeden yüksek insanî değerlerimizi ihya istikametindeki yolculuklarını devam ettirmektedirler. Aslında, Allah hiçbir zaman, baskıcı zalim ve tiranlara karşı kapısının sadık kullarını –inayeNİSAN 2014 423 107 tini üzerlerinden eksik etmesin!– yalnız bırakmamıştır. Gerçi yer yer bâtıl düşünce çevreyi gürültüye boğmuş, sürekli esmiş savurmuş, etrafta panik hâsıl etmeye çalışmış, hakkın sesini-soluğunu kesmek için yapmadık şey bırakmamıştır ama toplumdaki sinmeler de hep gelip geçici olmuş ve arkasından hakikatin sesi daha bir tiz perdeden duyulmaya başlamıştır. Allah, bazı dönemlerde zalimlere mehil üstüne mehil verse de, çok defa “gayretullah”a dokunma durumlarında onları derdest edip cezalandırmış, mazlumları tutup kaldırmış ve onlara derlenip toparlanma yollarını göstererek böylelerini ilmî, içtimaî, aklî, kalbî ve ruhî diriliş yollarına uyarmıştır. İşte, Allah’ın tutup desteklediği/destekleyeceği bu kimseler, bugün olmasa da çok yakın bir gelecekte sevgiden ve merhametten oluşturdukları değişik enstrümanlarla ruhlarında sürekli köpürüp duran o derin şefkat hislerini mutlaka seslendirecek; bulundukları her yerde birer sıyanet meleği gibi, karşılaştıkları mazlumları, mağdurları kucaklayacak; bütün zalimlere, tiran bozması müstebitlere ve o acımasız gaddarlara “Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.”1 diyecek ve o zamana kadar hep kan düşünmüş, kan konuşmuş, kan dökmüş ve kan içmiş en kanlı delilere dahi sinelerini şefkatle açmadan geri kalmayacaklardır. Evet, bir gün mutlaka, böyle engin bir rah- met tecellîsini temsil edecek olan o mefkûre insanları, o iman ve aksiyon kahramanları ve o Allah’la münasebetlerinde temkin ve teyakkuz erleri, tecessüm etmiş birer inayet şeklinde dört bir yanda belirecek ve bize kâse kâse diriliş şerbetleri sunacaklardır. Şimdi, eğer Allah, böyle bir dirilişi bu tür seviye insanlarıyla gerçekleştirecekse, ilk defa sebepler plânında onları ba’s edecek, sonra da mukadder görünen o umumî ba’sü ba’de’lmevtle hepimizi ihya edecektir. Gayesiz ve hedefsiz mü’minlerin, his ve heyecan yorgunu kimselerin kendileri tam diri olmadıkları gibi, diriliş adına başkalarına bir şey ifade etmeleri de söz konusu değildir; bir kere Allah, Kendisine yürekten yönelen kimseleri ihya edeceği ve bu kimseleri başkalarının dirilişine vesile kılacağı vaadini onların peygamberâne azim ve kararlılığına bağlamıştır. Bunlar, sarsılmayacak bir imana sahip, durdukları yerde hep sağlam duran, sağdan soldan gelen tazyiklere asla aldırmayan, belâ ve musibetler karşısında hiçbir zaman sarsılmayan; aksine çevrelerindekilere karşı her zaman moral kaynağı olan, hizmet ve vazife anında ta ilerilerin ilerisinde bulunan, ücret ve mükâfat takdirlerinde ise gerilerin gerisine çekilerek sessizlik murâkabesine dalan öyle samimiyet âbideleridir ki, Allah özel bir teveccühte bulunacaksa işte bunlara bulunur ve birilerine hayat nefhedecekse onların soluklarıyla eder. Zaten, kendilerini insanlığın ihyasına adamış bu ba’sü ba’de’l-mevt kahramanları, Yıllar var ki bu mağmum coğrafyada hemen her zaman bir diriliş esintisi ve fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut donanımımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki duruşumuz yeterli mi?! Değilse, böyle pasif bir duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde, eğer beklediğimiz “ba’sü ba’de’l-mevt” duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz olma şeklinde bir diriliş unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– beklentilerimizle beraber durumumuzu bir kere daha gözden geçirmemiz icap edecektir. NİSAN 2014 108 423 Allah’ın onlara ihsan ettiği kabiliyet ve kapasitelerini, mefkûrelerini ikame etme istikametinde son santimine kadar kullanmada kararlı, hep en yüksek fedakârlık hisleriyle kanatlı, üzerlerine aldıkları emaneti görüp gözetmede olabildiğine emin, her zaman derin bir teslimiyet duygusuyla Hakk’ın takdir ve teveccühlerini aktif bir sabır içinde beklemektedirler ki, gerçekten Hakk’a adanmış bir ruhun yapması gerekli olan da işte bunlardır. Böyleleri, derlenip toparlanmak, doğrulup ayakları üzerinde durmak adına ifa etmeleri gereken her şeyi yapsalar da, sonucun bir “vakt-i merhûn”u olduğu realitesine binaen yıllar ve yıllar boyu beklemesini de bilir ve asla paniğe kapılmazlar. Evet, bazen bütün sorumluluklar yerine getirilmiş olmasına rağmen doğrulup kendini ifade etme ve bir diriliş eri olduğunu ortaya koyma hemen gerçekleşmeyebilir. Bu bazen, diriliş bekleyen kimsenin henüz tam kıvamına ulaşamayışından, ulaşıp bütün enerjisini kendi ruhunun âbidesini ikameye teksif edemeyişinden kaynaklanır; bazen de üzerine lâzım olmayan şeylerle meşgul olup dağınıklığa düştüğünden konunun vetireye farklı düşmesine sebebiyet vermiş olabilir. Aslında dirilip kendimiz olmamız bir ilâhî atiyye ise –ki öyledir- henüz o atiyyeyi taşıyacak güce ulaşamadan verildiği takdirde, kadri bilinemeyeceği için gelmesiyle gitmesi bir olacak ve telafisi çok daha güç yeni bir kısım mahrumiyetlerin yaşanmasına sebebiyet verecektir. Ayrıca, eğer Cenâb-ı Hak, maddî-mânevî lütuflarını, insanların iradelerinin hakkını vermelerine bağlamışsa –ki biz öyle olduğuna inanıyoruz- onlar imkânları dâhilinde olan her şeyi değerlendirecekleri âna kadar muhtemelen ilâhî teveccüh de gecikmiş olacaktır. Bu konuda diğer bazı hususlar da şunlardır: Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme durumunda bulunduklarından, Cenâb-ı Hak onları şirkten sıyanet etme adına her isteyip dilediklerini hemen vermez ve “cebrî lütfî” bir tevcihle onların yüzlerini tevhide çevirir. Bazen de, her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, ızdırar ruh hâletiyle Kendine yönelmeleri ve bir muztar içtenliğiyle O’na içlerini dökmeleri için belli bir süre onların diriliş gayretlerine aynıyla cevap vermez. Bazen de, bu diriliş erleri, şöyleböyle belli bir kısım dünyevî beklentiler içine girip gönüllerini makam, mansıp, pâye, ikbâl düşüncelerinden arındırıp tam bir hasbîlik ortaya koyamayabilirler; bu açıdan da böyleleri bütün bütün ağyâr mülâhazasından sıyrılıp hâlisâne bir teveccühle O’na yönelecekleri âna kadar diriliş nefhasını da elde edemeyebilirler. Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki hasların hamlardan ayrılması, zalim ve gaddarların da toplumun her kesimi tarafından bilinip tanınması çok önemlidir ve böyle bir ilâhî imhalle her zaman yanılabilen ve yanıltılabilen yığınların bazılarında ehl-i ilhada taraftarlık hissiyle –bu biraz da her şeyin ayân beyan ortaya çıkmamasından kaynaklanır– ba’sü ba’de’l-mevt kahramanlarına karşı tavır almalar olabilir; bu itibarla ak-kara birbirinden ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/ duracağı belli olacağı âna kadar herkese bir teemmül fırsatı verilir; dolayısıyla netice de biraz gecikmiş olur. Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini Allah’a havale etmek düşer. Her diriliş eri bilmelidir ki, o, Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak da ona diriliş yollarını gösterecek ve onun dökülüp yollarda kalmasına asla meydan vermeyecektir. Dipnot 1. Yûsuf sûresi, 12/92. NİSAN 2014 423 109 { Sabr u sebatla muvaffakiyet, farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler. } Kanser ve Çörekotu Ç örekotu (Nigella sativa), birçok ülkede ve Türkiye’nin hemen bütün bölgelerinde yetişen, yaklaşık 40 santimetre boyunda, ince yapraklı, otsu bir bitkidir. Tohumları şifa maksadıyla asırlardır kullanılır. Son yıllarda muhteviyatına ve şifa özelliğine dâir ilmî çalışmalar oldukça artmıştır. Çörekotunun yaklaşık % 20’si protein, % 40’ı karbonhidrat, % 35’i de nebatî yağlardır. Bu bitkinin hastalıklara deva olması, içindeki uçucu yağlar vesilesiyledir. Bunlardaki esas tesirli madde, timokinondur. Bu madde ilk olarak ElDakhakhani tarafından 1960’ta elde edilmiştir. İçinde, uçucu yağların % 30-40’ını oluşturan timokinona ek olarak, Thymol, p-Cymene, Thujol, ve o-Cymene başta olmak üzere, en az 15 farklı madde bulunmaktadır. Basit bir kimyevî yapıya sahip kılınan bu bileşik, çok farklı hastalıkların tedavisine vesile olmaktadır. Timokinon üzerine yapılan ilmî çalışmalarda, bu bileşiğin anti-oksidan, anti-enflamatuar ve anti-kanser hususiyetlerinin olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca bu bileşiğin şeker hastalığı, artrit (eklem iltihabı) ve astım gibi hastalıklarda semptomları iyileştirici özelliği görülmüştür. Lâboratuvar hayvanları üzerinde yapılan deneylerde timokinonun şeker hastalığında, kan glikoz seviyesinin düşürülmesine ve insülin miktarının artırılmasına; artritte, hastalığın şiddetinin ve iltihaplanmanın azaltılmasına; astımda ise yine bronşlarda iltihaplanmanın gerilemesine vesile olduğu belirlenmiştir. Bunlardan başka, timokinon, kalbe zarar veren kimyevî maddelerle beraber farelere verildiğinde, hayvanların kalbinde oluşan zararların hafiflediği müşahede edilmiştir. Böylesine şifa vesilesi olarak yaratılan timokinonun mühim hususiyetlerinden biri de anti-kanser tesiridir. Bilindiği üzere kanser, kalb-damar hastalıklarından NİSAN 2014 110 423 Ömer Çağlar LATİF sonra en yaygın ölüm sebebidir. Kanser, en basit anlatımıyla kontrolsüz hücre çoğalmasıyla ortaya çıkar. Kanserli hücre devamlı bölünür ve artık bölünmemesi gerektiğini söyleyen sinyallere karşı duyarsızlaşır. Bölünen kanser hücreleri sadece bulundukları yerde kalmaz, vücudun diğer organlarına yayılarak (metastaz) oralarda da kontrolsüz çoğalmaya devam eder. Timokinon, lâboratuvarda doğrudan kanser hücreleri üzerinde denenmiş; meme, akciğer, kalın bağırsak, pankreas ve prostat kanseri, beyin tümörü ve lösemide hücrelerin kontrolsüz çoğalmasını engellediği görülmüştür. Ayrıca timokinona bahşedilen kanseri hedef alma ve geriletme mekanizmaları da ayrıntılı olarak araştırılmaktadır. Timokinon, öncelikle hücre deveranında vazifelendirilen Cyclin D1 gibi sinyal moleküllerini hedef alarak, kontrolsüz hücre bölünmesini durdurmaktadır. Böylece kontrolsüz ve bir mânâda sınırsız bölünme özelliğine sahip olan kanser hücreleri fren yapmak zorunda kalmaktadır. Timokinonun müessir olduğu bir diğer mekanizma da, kanser hücrelerinin ölümünü tetiklemesidir. Bütün hücrelerde, hücrelerin uymak zorunda olduğu programlı hücre ölümü (apoptozis) sinyal mekanizması bulunmaktadır. Duruma göre programlı hücre ölümü mekanizması çalıştırılır. Bir virüsle enfekte olan bir hücrede vücudun sağlığını korumak ve virüsün yayılmasını engellemek adına programlı hücre ölümü mekanizması, bağışıklık sistemi hücreleri tarafından aktive edilir ve hücre kendini imha eder. Bu programlı hücre ölümü mekanizması kanser hücrelerinde çalışamaz hâle gelmektedir. Böylece kanser Timokinon Anti-enflamatuar tesir Programlı hücre ölümü Hücre döngüsünün kilitlenmesi Kanser Büyümesinin Engellenmesi hücresine iletilen, “Kendini imha et!” komutu yerine getirilememektedir. Timokinon, kanser hücrelerindeki bu durumu tersine çevirerek programlı hücre ölümüne direnmeye sebep olan BCL-2 ve Survivin gibi proteinleri pasifize eder veya üretimlerine mâni olur. Timokinonun, çok bilinen bir tümör baskılayıcı faktör olan P53’ü ve ona bağlı sinyal mekanizmasını aktive ettiği gösterilmiştir. Kanser hücrelerinin vücutta kullandığı bir diğer mekanizma ise, yara iyileşmesinde de kullanılan enflamatuar yani iltihaplanmayla ilgili moleküler mekanizmalardır. Bu mekanizmalar aktive olduğunda, hücre bölünmesini ve tamir sinyallerini harekete geçirir. Timokinonun bu enflamatuar moleküler mekanizmalara da mâni olduğu bilinmekte ve bu yönden de kanserin yayılmasını engelleyeceği düşünülmektedir (Şekil–1). Bir araştırmada serviks (rahim ağzı) kanseri oluşturulmuş farelerde, timokinonun şu an tedavide kullanılan kemoterapi ilâcı sisplatinden daha tesirli olduğu görülmüştür. Başka bir çalışmada ise, timokinon ve kemoterapi ilâçları beraber kullanıldığında pankreas kanserine karşı daha yüksek fayda elde edilmiştir. Bağ dokusu, kemik ve epitelyum dokuyu (Fibrosarkom, osteosarkom, skuamöz) tutan kanserler ile akciğer ve mide kanseri üzerinde yapılan çalışmalarda da timokinonun tedavi edici faydaları gösterilmiştir. Yapılan bu çalışmalardan birisi çabuk ilerleyen pankreas kanseri üzerinedir. Bu kanserde hastaların sadece % 4’ü kemoterapiye (ilâç tedavisi) istenen seviyede cevap vererek, beş senelik en üst periyodu atlatabilmektedir. Bu sebeple timokinonun pankreas kanserine tesiri dikkat çekicidir. Bu bileşiğin çok farklı kanser türlerine tesiri ve bu vazifeyi, farklı biyolojik mekanizmaları hedef alarak gerçekleştirmesi hayretengiz bir vakıadır. Timokinonun lâboratuvar çalışmalarında gösterilen bütün bu faydalarına rağmen, henüz ilâç olarak kullanılmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır. İlâç olarak kullanıma geçmesi ancak gerekli klinik çalışma ve testlerin Kemoterapinin etkinliğinin arttırılması Şekil–1: Timokinonun anti-kanser mekânizmaları yapılmasıyla olabilecektir. Dolayısıyla, bu maddenin ve onu içeren çörekotu ve yağının bugün için kanser tedavisinde preparat hâline getirilmiş ticarî bir ilâç şeklinde kullanılması söz konusu değildir. Belki, sağlıklı insanların diyetinde çörek otunun bulunması kanserden korunma adına tavsiye edilebilir. Bu maksatla, ezilmiş çörekotu tohumu veya sadece yağı nebatî tıp uzmanları tarafından tavsiye edilen dozlarda kullanılabilir. Günümüzde kanser kemoterapisi için kullanılan ilâçların yarıdan fazlasının tabiî maddelerden elde edildiği hesaba katıldığında, timokinon tabiî bir bileşik olarak kanser tedavisinde ümit vaat etmektedir. Ayrıca, kemoterapi ilâçlarının çok fazla olan yan tesirlerinin, timokinon gibi ek tedavilerle azaltılabileceği de hesaba katılmalıdır. “Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki, çörekotunda onun için bir deva bulunmasın.” beyanı ile Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onu insanlara asırlar öncesinden tavsiye etmektedir. oclatif@sizinti.com.tr Kaynaklar - Woo CC, Kumar AP, Sethi G, Tan KH. Thymoquinone: potential cure for inflammatory disorders and cancer. Biochem Pharmacol. 83(4), 443-51 (2012). - Mann J. Natural products in cancer chemotherapy: past, present and future. Nat Rev Cancer 2(2), 143-8 (2002). - El-Dakhakhany M. Studies on the chemical constitution of Egyptian N. sativa L. seeds. Planta Med 11, 465–70 (1963). - L.Filippo D’Antuono, Alessandro Moretti, Antonio F.S Lovato. Seed yield, yield components, oil content and essential oil content and composition of Nigella sativa L. and Nigella damascena L. Industrial Crops and Products 15(1), 59–69 (2002). - Howlader N, Noone AM, Krapcho M, Neyman N, Aminou R, Waldron W, Altekruse SF, Kosary CL, Ruhl J, Tatalovich Z, Cho H, Mariotto A, Eisner MP, Lewis DR, Chen HS, Feuer EJ, Cronin KA (eds). SEER Cancer Statistics Review, 19752009 (Vintage 2009 Populations), National Cancer Institute. Bethesda, MD - Buhari, Tıbb 7; Müslim Selam 89, (2215); Tirmizi Tıbb 5, (2042), 22, (2071) NİSAN 2014 423 111 Prof. Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU Yeşillikler arasında yanardağdan fırlayıp düşen siyah, kömüre benzeyen tipik lav kayacıklarıyla karşılaştık. Tam bu esnada, dışı sarı-kırmızı renklerle kaplı bir tükenmez kalemin yerde öylece durduğunu görüverdik. NİSAN 2014 112 423 B abamın işi sebebiyle yurtdışında bulunuyorduk. İkamet ettiğimiz köy, ara sıra faaliyete geçen bir yanardağın eteklerinde idi. Dağın tepe kısmında belli aralıklarla küçük volkan patlamaları olduğuna bütün köylüler şahit olmaktaydı. Geçen gece çok şiddetli bir patlama sesi duyuldu. Şiddetli bir yanardağ patlaması olmuştu. Lavların dağın zirvesinden akışı gece uzaktan görülebiliyordu. Çocukluğumdan beri çok sayıda yanardağ patlamasına ve lavların gökyüzüne fışkırmasına şahit olmuştum. Mahallemizde birlikte büyüdüğümüz ve okula gittiğimiz bir arkadaşım vardı. Dağın iyice soğuduğu bir bahar gününde onunla dağın eteklerine tırmanmaya, soğuyan lavlara bakmaya ve merakımızı gidermeye karar verdik. Epeyce tırmandıktan sonra, yeşillikler arasında yanardağdan fırlayıp düşen siyah, kömüre benzeyen tipik lav kayacıklarıyla karşılaştık. Tam bu esnada, dışı sarı-kırmızı renklerle kaplı bir tükenmez kalemin yerde öylece durduğunu görüverdik. Kalem yeşilliklerin arasında bulunuyordu. Ben hemen aklımdan geçeni söyleyiverdim: “Demek ki bizden önce bazı insanlar burayı ziyaret etmişler, kalem onlardan düşmüş.” Arkadaşım ise: “Hayır bu mümkün değil, bizden önce buraya hiç insan gelmedi. Bu kalem buradaki şartların bir araya gelmesiyle tabiatın bize bir hediyesi olarak meydana gelmiştir.” iddiasında bulundu. Arkadaşıma göre bu kalemin burada bulunmasının başka bir izahı olamazdı. Bana varsayımlarla dolu bir hikâye anlattı: “Bu tükenmez kalemi oluşturan madenler bu dağın içinde zaten taş, kaya veya magma olarak vardı. Önce kalemin içinde bulunan kırmızı mürekkep magmanın eritici sıcaklığı ile oradaki madenlerin erimesi neticesinde ortaya çıkmış olabilir. Mürekkep bir boşlukta toplanmıştır. Hatta imkân olsa mürekkeple dolu gölü de bulabiliriz.” Ben aklımdan saf kırmızı mürekkep nasıl oluşmuş, diğer renklerle nasıl karışmamış acaba diye geçirerek pek inandırıcı bulmadım. Arkadaşım anlatmaya devam etti: “Tamamen bu dağın içindeki şartlarla dışarıdan bir müdahale olmasına gerek kalmadan ince bir plâstik boru da oluşabilir. Dışı ve içi pürüzsüz olan bu mürekkep dolu borucuğun oluşması için gerekli bütün sebeplerin hepsi bu patlayan yanardağın içinde mevcuttur. Dağın içinde o borucuğu oluşturacak madenler, elementler zaten var. Önce sıcak lavların tesiriyle madenler erimiş ve yaklaşık leblebi büyüklüğünde bir sıvı plâstik damlası oluşmuştur. İnce bir rüzgâr sıvı plâstik damlasının ortasından bir cam ustasının nefesi gibi geçmiş ola- bilir. Olmaz diye bir şeyi kabul etmiyorum. Sonra da ortaya çıkan içi ve dışı pürüzsüz bu borucuk tam da tükenmez kalemin boyunda bir keskin kaya parçasının darbesiyle kesilmiş olabilir.” Buraya kadar plâstikten oluşan ince borucuk ve onun içine girecek mürekkep var. Ancak nasıl olacak da mürekkep borunun dışını kirletmeden içine girecek? Arkadaşım hezeyanlarını iyice artırmıştı: “Bunun için de ince bir rüzgâr esmiştir. Rüzgâr sıvı mürekkebi üfleyerek etrafı da kirletmeden borucuğun içine yerleştirmiş olabilir.” Beynim derin düşünceler arasında zonklamaya başladı. Arkadaşım hikâye anlatmaya devam ediyordu: “Bana göre tükenmez kalemin diğer parçaları da bu fırtınalar, rüzgârlar, sıcaklıklar, soğukluklar arasında üretilmiştir. Öncelikle içi mürekkeple dolu borucuğun ucuna boru ile aynı kalınlıkta veya borucuğun içine yerleşebilecek kalınlıkta ortası delik bir metal yerleştirilmesi, bunun için de önce dağdaki madenlerin eritilmesi gerekiyor. Eritmekte problem yok da nasıl şekil verilecek? Çünkü bu içinde minik kanal bulunan metalin bir şekli var. İşte burada kayaların arasında tesadüfen oluşmuş bir kalıp içine erimiş demir madenlerinin girmesi ve orada soğuması ile ortaya çıkmış olabilir. Kanalın oluşması için de ya rüzgâr daha soğumadan kalıp içindeki metalin içinden geçmiş veya bir ucu sivri kaya parçası rüzgârın döndürmesiyle küçük metalin içinden geçmiş ve minik kanal açılmış olabilir.” Arkadaşımdan şüphe etmeye başladım. “Peki” dedim, “Ya bu metalin ucunda bulunması gereken küçük bilyecik nasıl meydana gelecek?” Kendisi cevap vermeye başlamıştı zâten: “Bu minik bilyenin önce erime ve soğuma işlemleriyle üretilmesi gerekir. Ardından da içi kanallı metalin ucuna muhtemelen bir rüzgâr vasıtasıyla yerleştirilmesi gerekir. Bu da sanki olabilir gibi. Gerçi hep de sebep olarak rüzgârı kullandık ama neylersin ki başka da NİSAN 2014 423 113 Kimse, cansız tükenmez kalem veya bilgisayarın tesadüfen asla ve kat’a kendi kendine olamayacağına inanıyor da, bazıları nasıl canlıların kendi başlarına var olabileceğini kabul ediyor, bunu anlamak mümkün değil. sebebimiz yok gibi. Akıl başka yol bulamıyor.” Kendisine: “İyice daraldım. Yeter! Anlattıklarında zerre kadar mantık yok!” dedim. “Kalemin daha bir sürü parçası var. Bunların büyüklükleri, birbirlerine tutunma yerlerindeki yivleri hep uyumlu olması lazım. Bu mümkün değil. Hattâ sonsuz defa aynı hâdiseler vuku bulsa bu mümkün olamaz.” Arkadaşım, “Mantıksız gelse de, bunu kabul etmekten başka çare yok.” diye devam etti. “Tükenmez kalemin yayı da erimiş metallerin yer hareketleri esnasında sündürülmesi ve önce bir tel, sonrasında da düzenli olarak bu hareketler esnasında kendi etrafında döndürülmesiyle ortaya çıkmış olabilir.” Arkadaşım, aynı şekilde lavların içinde aşırı sıcaklıkla madenlerin erimesiyle, rüzgârın etkisiyle, kaya parçalarının hareketiyle tükenmez kalemin diğer aksamının oluşabileceğini anlatmaya devam etti. Nasıl olmuş da, düzenli bir kalıptan çıkmış olması gereken kalemin dış boruları ve yivleri tam da istenilen şekilde, birbiriyle uyumlu olarak kendi kendine ve tesadüflerin oyuncağı olan sebeplerin tesiriyle ortaya çıkmıştı. Ben hiç mantıklı bulmadım ve bu safsataya hiç inanmadım. NİSAN 2014 114 423 Arkadaşım da sıkılmaya başlamıştı. Özellikle parçaların birbirine büyüklük açısından uyumu nasıl tesadüfen olacaktı? Parçaların birbirine tutturulmasında gerekli erkek ve dişi yivlerin kendiliğinden uyumlu olması imkânsız idi. Artık tekliyordu. Nihayet “Bu fikrimden vazgeçtim.” dedi, ve derin bir “Ohhh!” çekti. Ben de kendisine, “Bu hikâyeyi kime anlatsan inanmaz.” dedim. “Tek tek minik parçaların oluşması zâten imkânsız. Hadi oluştu, birbirlerine nasıl uyumlu olacak? Hadi o da oldu, hepsi bir araya nasıl mükemmelen gelecek? Bir sebep onları birbirine nasıl monte edecek? Hiçbiri mümkün değil. Parçaların farklı zamanlarda ortaya çıktığını farz etsek bile, o zaman lavlara veya diğer tabiat şartlarına nasıl dayanıp da diğer parçaların oluşmasını bekledi? Bir de diğer tükenmez kalemleri düşünmemiz lazım. Hadi bir tanesi tesadüfen oldu, diğerleri ondan nasıl üretilecek? Tesadüfen oluşan ilk tükenmez kalemin içine bir mekanizma da tesadüfen yerleşmesi gerekir ki, bu imkânsız. Aynı şekilde, canlının temel taşı olan hücreyi ele alalım. Bir hücrenin sulu bir ortamda, meselâ bir denizde suların hareketleriyle, denizin dalgalarıyla ortaya çıkması mümkün olabilir mi? Hücrenin bir organeli olan endoplazmik retikulum tesadüfen oluştu diyelim, ki böyle bir varsayımı dillendirmek bile akıllı işi değil, diğer organellerin, meselâ çekirdek, çekirdek içindeki çekirdekçik, DNA ve diğer proteinler, hücrenin ve diğer organellerin dış zarları tesadüfen aynı anda nasıl oluşacak? Farklı zamanlarda farklı yerlerde oluşsalar fayda etmez. Sırf hücrenin dış zarını ele alsak, yine imkânsız. Zarla birlikte diğer organeller de aynı anda oluşup birbirlerinin içine girip paketlenecek. Bu mümkün değil! Hücre zarı çok çok hassastır, mikronlarla ifade edilecek derecede incedir ve kolay yırtılabilir. Tabiattaki kontrol dışı ve çoğu defa olumsuz ortam şartlarına nasıl dayanıklı olacaktır? Bunu akıl kabul etmez!” Köye döndüğümüzde, yanardağ hikâyesini kime anlattıysak kimse kabul etmedi. Bir Allah’ın kulu çıkıp da “Olabilir!” demedi. Çünkü bu hikâyenin gerçek olabilmesi için tabiattaki her bir nesne, sebep ve hâdisenin birer “tanrı” olması gerekiyor, ki bu mümkün değildi! Sebepler ve tabiat hâdiseleri akıllı şuurlu değiller ki! O zaman, tükenmez kalem tesadüfen değil, iyi bir mühendis, usta ve işçi grubu ile çok donanımlı bir fabrikada ancak üretilebilir, aynen öyle de bu canlılar da sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından ancak var edilebilir. Bir öğretmen arkadaşımın oğlu, hücre hakkında bilgi verirken; “Bir bilgisayar mı, yoksa hücre mi daha mükemmel yapılmıştır?” diye sordu. Hiç düşünmeye gerek yok ki, elbette hücre çok daha mükemmel… Onu bilgisayarla kıyas bile edemeyiz. Herkes, cansız tükenmez kalem veya bilgisayarın tesadüfen asla ve kat’a kendi kendine olamayacağına inanıyor da, bazıları nasıl canlıların kendi başlarına var olabileceğini kabul ediyor, bunu anlamak mümkün değil. oarifagaoglu@sizinti.com.tr Minareler kulluğumuzu söyleyen diller, O semavî seslerle huzur bulur gönüller Nebi kokusuyla esiverir esen yeller, Duyar onu güzele peyrev olan güzeller. NİSAN 2014 423 115 Dr. Kemal SERÇE Bilimdeki gelişmeler, son asırda büyük bir ivme kazanmış, eskiden bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz birçok şey, günümüzde sıradan şeyler hâline gelmiştir. NİSAN 2014 116 423 B ilimdeki gelişmeler, son asırda büyük bir ivme kazanmış, eskiden bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz birçok şey, günümüzde sıradan şeyler hâline gelmiştir. Süpersonik uçaklar, hızlı trenler, kıtalararası füzeler, cep telefonları, uydu haberleşme sistemleri, süper bilgisayarlar gibi yüksek teknoloji ürünleri artık hayatımızın bir parçasıdır. Yeni keşifler, bilimin gelişmesine ve yeni teknolojik ürünlerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. On bin kilometre uzaktaki bir hedefin füzeyle vurulduğu, 500 milyon kilometre uzaklıktaki uyduların idare edildiği ve olup bitenlerin takip edildiği, uzaklık, yakınlık, gizlilik gibi kavramların ehemmiyetinin kalmadığı bir devirde yaşıyoruz. Hangi gelişmeler öne çıkacak? Yüksek enerjiye, parçacık fiziğine ve atom altı partiküllerin keşfine yönelik araştırmalar; atomik ve moleküler seviyedeki yapıların özellik ve davranışlarının ortaya konulmasına yönelik incelemeler; nanoteknoloji, biyoteknoloji, sibernetik, biyonik ve robot teknolojileri, genetik ve tıp alanlarındaki çalışmalar günümüzde oldukça yoğunluk kazanmıştır. Bu sahalarda olabilecek muhtemel gelişmelere dâir bazı tahminlerde bulunabiliriz. Bilgi teknolojileri Bu sahadaki gelişmeler, diğer bilimlerdeki gelişmelere destek olduğu kadar, öncülük de etmektedir. Gelecekte, biyolojik ve organik işlemcilerin devreye girmesiyle bilgiyi işleme hızında ve tekrar kullanma kapasitesinde sıçramalar olacaktır. 20–25 yıl içerisinde süper hızlı kuantum bilgisayarların üretilebileceği tahmin edilmektedir. Yüksek veri transferi sağlayan gelişmiş ağlar, bilgi akışını hızlandıracaktır. Bilgiye erişim ve iletişim hızlanıp kolaylaşacağı için, bilgi teknolojileri hayatın her alanında tesirini hissettirecek, kablosuz iletişim yaygınlaşacaktır. Küçük bir cihazla her türlü bilgiye daha rahat ve hızlı ulaşılabilecektir. Holografik Tv, üç-dört boyutlu video görüntüleme sistemleri üretilecek; filmler, izleyiciye aynı mekânı paylaşıyormuş gibi gerçeklik hissi verecektir. Sesli komutla ve insan zihniyle çalışan elektronik cihazlar üretilecek, konuşmaları istenilen dile anında çevirebilen yazılımlar yaygınlaşacaktır. Nanoteknoloji Nanoteknoloji; metrenin milyarda biri ölçeğinde moleküler tasarımlarda bulunma ve fonksiyonel yapılar oluşturma bilimidir. Atomların ve moleküllerin manipüle edilmesi ile tabiatta bulunmayan nanotüpler, nanoelektronik devreler ve algılayıcılar, nanofiberlerin senteziyle çok maksatlı kullanımı olan yeni malzemelerin üretimi söz konusudur. Su tutmayan, kirlenmeyen, renk değiştirebilen boyalar, kumaşlar, elektronik devreler eklenerek termal, mekanik, akustik ve optoelektronik özelliklere sahip çok fonksiyonlu malzemelerden üretilen elbise ve ürünler hayatın her alanında kullanılacaktır. Çok fonksiyonlu detektörlerin ve güneş pillerinin fiber üzerinde üretilmesiyle güneş enerjisinden elektrik üreten, kendi ısısını ayarlayan ve insanların günlük enerji ihtiyacını karşılayan elbiseler üretilebilecektir. Opto-elektronik aygıtların geliştirilmesiyle enerjinin % 100’e yakınını ışığa dönüştüren yüksek verimli aydınlatma sistemleri ve ışık kaynakları geliştirilebilecektir. Taşıtlarda ve enerji gereken işlerde güneş enerjisi, nükleer enerji ve hidrojen yakıt hücresi gibi yeni teknolojilerin kullanımı yaygınlaşacaktır. Geri dönüşüm özelliğine sahip mühim hidrojen kaynağı ve tutucusu olan bor hidridler, bu hususiyetiyle çok hafif ve ucuz yakıt deposu olarak kullanılabilecektir. Sürtünmenin son derece azaltılması sayesinde çok yüksek verimlilikte motor ve makinelerin üretimi mümkün olacağı gibi, manyetik kuvvetle çalışan motorlar üretilerek, ciddi yakıt ve enerji tasarrufu sağlanacaktır. İnsanlarla iletişim kurabilen ve insan davranışlarını taklit eden gelişmiş akıllı robotlar, insanların günlük işlerinin çoğunu üzerine alacak, insan hayatı için riskli yerlerde vazife yapacaktır. Kur’ân’da Hz. Süleyman (aleyhisselam) kıssasında, ilim sahibi bir vezirin mealen “Siz gözünüzü açıp kapayıncaya kadar o tahtı sizin yanınızda hazır ederim.” demesiyle aynı ânda Yemen Melikesi Belkıs’ın tahtının uzak mesafelerden getirildiği ifade edilmektedir. Bu, ister ışınlama yöntemi, isterse boyutlar arası geçiş veya zaman kısalması şeklinde olsun, uzay-zamanın ve maddenin birtakım hususiyetlerinden istifade edilerek eşya naklinin gerçekleşebileceğine ve benzeri gelişmelere işaret olabilir. Canlıların genetik kodlarına müdahale edilerek yeni kombinasyonlar oluşturulabilir. Genlerle oynamak suretiyle yeni virüs ve bakterilerin oluşturulmasına sebep olunabileceği gibi, farklı genetik hususiyetlere sahip bitki ve hayvan türleri de ortaya çıkabilir. NİSAN 2014 423 117 Gelecekte mühim gelişmelerin beklendiği bir alan da tıptır. Genetikteki gelişmeler, bazı hastalıkların iyileştirilmesine vesile olabilecektir. Günümüzde klonlama (kopyalama) gerçekleştirilmiştir; ancak gelecekte canlılarda yeni genetik tasarımlarla alâkalı gelişmelerin olması beklenebilir. Genetik şifrenin fonksiyonları tam olarak aydınlatılabilirse, genlerin embriyo safhasından itibaren canlının gelişim süreçlerini nasıl etkilediği ortaya çıkacak, bu da canlının gelişimi esnasında gerektiğinde yönlendirici genetik müdahalelerde bulunma ve gen değişiklikleri yapma imkânı verecektir. Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler neticesinde tarımda verim artacaktır. Farklı iklim şartlarında yetişebilen dayanıklı bitkilerin geliştirilerek bir tanesi birkaç kişiyi doyuracak büyüklükte meyve ve sebzelerin üretimi mümkün olabilecektir. Âhirzamanda bereketin çok artacağı hususuyla alâkalı bazı hadîslerde “pek çok kişinin ancak yiyebileceği narların olacağı, bir nar kabuğunun altında bir insanın gölgelenebileceği, hattâ buğday tanelerinin çok iri olacağı” (Müslim, Fiten 110; Tirmizi, Fiten, 59) şeklinde ifade edilen hususlar, gelecekte bereket ve bolluğun artmasından kinaye olabileceği gibi, ileride genlere müdahale edilerek meyve ve bitkilerin çok büyütüleceğine işaret de olabilir. Canlıların genetik kodlarına müdahale edilerek yeni kombinasyonlar oluşturulabilir. Genlerle oynamak suretiyle yeni virüs ve bakterilerin oluşturulmasına sebep olunabileceği gibi, farklı genetik hususiyetlere sahip bitki ve hayvan türleri de ortaya çıkabilir. Yine, insan genlerine müdahale etmek suretiyle ona olağanüstü hususiyetler kazandırmak maksadıyla çalışılırken insan suretinde, fakat farklı hususiyetlere sahip ucube varlıkların ortaya çıkması da muhtemeldir. Kötü niyetli bazı kişi ve kuruluşlar menfaatleri uğrunda kullanmak maksadıyla bu tür varlıklar üretmek isteyebilir. İlmî çalışmalarda temel prensip; insanlığın faydası, canlıların ve türlerin aslî hüviyet ve fıtratlarının korunması, neslinin tükenme ve bozulmasına yol açılmaması olmalıdır. Hâlihazırda beyin dışındaki hayatî organların yerine sun’î organlar kullanılabilmektedir. Gen transferi ve kök hücre tedavisindeki gelişmelerle sun’î organ ve biyonik protezlerin geliştirilmesi ve üretimi mümkün olacak, böylece organ nakli için hastalar yıllarca beklemek zorunda kalmayacaktır. Sinir sistemi ve kalb gibi kendisini yenileyemeyen organların hasarında ve Nanoteknoloji ve biyoteknolojideki gelişmeler, bazı insanların kendisinde yaratıcı bir güç vehmetmesine sebep olabilir. Oysa insan hiçbir şeyi yoktan var edemeyeceği gibi, var olanı da yok edemez. NİSAN 2014 118 423 İnsanlarla iletişim kurabilen ve insan davranışlarını taklit eden gelişmiş akıllı robotlar, insanların günlük işlerinin çoğunu üzerine alacak, insan hayatı için riskli yerlerde vazife yapacaktır. bazı kanser türlerinde kök hücre tedavisinden büyük beklentiler vardır. Beynin fonksiyonel haritasının iyice açığa çıkarılmasıyla bazı temel beyin fonksiyonlarının cihazlarla yerine getirilmesi mümkün olabilir. İnsana bazı maddeler enjekte ederek onu yönlendirmenin yanında beynine mikroçipler yerleştirerek bazı bilgilerin transferini ihtimal dışı görmemek gerekir. İnsanın ruhî yönünü ihmal eden ve psikolojisini dikkate almayan, her şeyi maddî ölçülerle ele alan materyalist/pozitivist yaklaşımlarla insan üzerinde bir kısım deneylerin yapılması, günümüzde bazı fantastik film senaryolarına konu olduğu gibi, beklenmedik bazı gelişmelere ve kontrol edilemeyen felaketlere de yol açabilir. Bu gelişmeler bütün insanlığı ilgilendirdiği gibi, yeryüzünde insanlığın geleceğini de tehlikeye atabilir. Nanoteknoloji ve biyoteknolojideki gelişmeler, bazı insanların kendisinde yaratıcı bir güç vehmetmesine sebep olabilir. Oysa insan hiçbir şeyi yoktan var edemeyeceği gibi, var olanı da yok edemez. Aslında insanın yaptıkları, varlıktaki cârî kanun ve hikmetleri öğrenmek suretiyle Yüce Allah’ın (celle celâluhu) bahşettiği akılla, yine O’nun sanatını taklit edip teknolojiye tatbik etmekten ibarettir. Bilim adamlarının yüksek maliyetlerle kurulan dev lâboratuvarlarda keşfettiği bilgi ve geliştirdiği teknolojiler, aslında varlıkların yapısında milyonlarca yıldan beri sergilenmektedir. Bilim, marifete dönüşürse, insanı maddî refahın yanında, ebedî saadete götüren bir vesile olabilir. Aksi takdirde bilim, insanoğlunun ulaştığı teknoloji ve geliştirdiği silâhlarla kendi sonunu getirmesine de sebep olabilir. kserce@sizinti.com.tr Ramazan ÇAKIR T arih ve medeniyet kokan büyük şehre, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra ayak basmıştı. Elindeki kâğıtta yazılı adrese baktı. Her adım atışta heyecanı bir kat daha artıyordu. Otobüse bindi. Dalgındı. Gökyüzünü yırtarcasına uzanan mağrur binalara, martılara simit atan elleri mor, elbisesi mor çocuğa ve denize baktı. Yüzünü yeni doğan güneşe çevirdi. İlk defa geldiği bu büyük şehirde gün, kim bilir nelere gebeydi! NİSAN 2014 423 119 Otobüsten indi. Yürüdü. Sabah ayazında biraz üşümüştü. Ne de olsa sıcak bir memleketten gelmişti, İstanbul’a! Yaklaştı, yaklaştıkça kalb atışları hızlandı. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve kırk günlük bir seminere katılmıştı. Bugün… İşte bugün, belki de hayatında yeni bir sayfa açılacaktı. Nihayet, aradığı binanın karşısındaydı. Gönüllülerin kurduğu, güzel günlerin şâhidi ve aydınlık yarınların muştucusu olan beş katlı bina gülümsedi. Avluda gençler vardı; yüzü gülen, koşuşturan, şakalaşan, basket oynayan gençler. Başlarında ise, iyi giyimli, traşlı, ellerinde kitapları ve sıcak tebessümleriyle genç muallimler… Güvenlik görevlisine selâm verdi ve içeri adım attı. Beşinci kata çıktı. Dışarıya inat içerisi sıcacıktı. Geniş ve muntazam salona ilk girenlerden oldu. Duvarda bir dünya haritası vardı. Sade bir koltuk, küçük bir sehpa ve divanlar dikkatini çekti. Bir gün önce ayağını burktuğu için aksıyordu. Koltuğa uzak bir divana yaslandı. Bu arada tatlı bir koşuşturmaca başladı salonda: “Geliyor, geliyor.” Salona açılan küçük kapı aralandı ve bir ışık huzmesi doldu içeriye. Ay yüzlü, sade giyimli, duruşu asil, bakışı heybetli muhterem zât etrafı süzdükten sonra selâm verdi ve koltuğa oturdu. Bütün nazarlar ona çevrildi. Hamdele, salvele ve uzunca bir duadan sonra tanışma faslı başladı. Anadolu oradaydı. Anaların yürekleri de. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek adını anarken gözleri doluyordu. Sahabe-i Zişan Efendilerimiz’i zikrederken şahlanıyor ve nefsini yerden yere vuruyordu. Nefsini, benliğini sıfırlarken bile ‘0’daki boşluğu kabul etmiyor ve Arapçada nokta ‘.’ hâlindeki sıfırı kullanıyordu. “Ailenizden, vatanınızdan ayrılacağınız için sizleri üzgün bulacağımı düşündüm; ama yüzünüzde bir bayram sevinci var.” Dudaklarından damlayan şeker-şerbet sözler, genç gönüllerde mâkes bulmuştu. Gönül gözesinden akan pınarlar, gözyaşlarına karışmış; Asya’ya, Afrika’ya sevgi yağmurları olarak çoktan yağmaya başlamıştı. “Hayır” temennisiyle kuraları bir bir çekmeye başladı. İsmi okundu ve hemen ayağa kalktı. İsminin yazılı olduğu kâğıdın üzerinde Türkmenistan-Nebitdağ yazılıydı. Gönlü birden kuş gibi pır pır etmeye başladı. Bir ân önce uçmak, yükselmek ve o topraklara konmak isteği bütün benliğini sardı. Hayatının baharında, uzun bir yolculuğa çıkacaktı. Sevincini ailesiyle paylaşmak için telefona sarıldı. Annesini aramayı düşündü. Sonra vazgeçti. Nasıl söyleyecekti? Ne söyleyecekti? “Haydi, hayırlısı!” dedi ve çıktı yola. Yağmur çiselemeye başlamış, ayaz kırılmıştı. Yağmurun kokusunu yudum yudum çekti. Adımlarını damlalarla birlikte hızlandırdı. Esenler’den bindiği otobüsle Adana’ya geldi. Eve girer girmez annesine sarıldı. Merakla annesinin gözlerinin içine baktı ve dudaklarından dökülecek sözlere dikkat kesildi. - Oğlum, hayırdır aramadın. Söyle yoksa uzaklara mı çıktı? Olsun evlâdım, nere olsa bir otobüslük yer değil mi? Ben gelirim seninle. Uzun müddet direndi. Söyleyemedi. “Benim sevincim, annemin üzüntüsü olabilir.” diye düşündü. Kelimeler boğazına düğümlendi. Söylemek için bir hafta bekledi. Bir sabah kahvaltıda: - Çok uzaklarda anne, Atavatan Türkmenistan’da, İngilizce öğretmenine ihtiyaç varmış! Sekiz nüfuslu ev ilk defa bu kadar sessizliğe bürünmüştü. Ağızları bir müddet bıçak açmadı. Oysa ne çok hayalleri vardı, annesinin. Ahmet’ini evlendirecek, hayatının son demlerinde gelini ve oğluyla beraber yaşayacak, torunlarını kucağına alıp okşayacak, daha neler neler... Bir ânda bütün hayalleri yıkılmıştı. Elindeki bardağı düşürdü. Yutkundu ve eğdi başını. Gözleri nemlendi: - Sen bilirsin oğlum, demek oraların daha çok ihtiyacı var! - Ağlama anam, beni de ağlatacaksın! - Ana yüreği bu; hem ağlarım hem de uğurlarım. Allah yolunu ak etsin! Apar topar üç-beş dünyalığını topladı. Birkaç gün sonra kutlu yolculuk başlayacaktı. İstanbul’dan bindiği uçak, beş saat sonra Aşgabat’a indi. Orada, onu sıcak esen bir rüzgâr kucakladı. Terlemişti. Uzaklarda irili ufaklı, tek katlı evler ve kahverengiye çalan bir toprak örtünün yanında cılız bir yeşillik gördü. “Adana’dan pek farkı yok.” diye geçti içinden. Sıcak Sevincini ailesiyle paylaşmak için telefona sarıldı. Annesini aramayı düşündü. Sonra vazgeçti. Nasıl söyleyecekti? Ne söyleyecekti? “Haydi, hayırlısı!” dedi ve çıktı yola. NİSAN 2014 120 423 Hayatlarının baharında 20 gençle gelmişlerdi, sıcaklığın 50-55 dereceyi bulduğu çorak topraklara. Aralarında, Nebitdağ’a gidecek tek o vardı. toprağa ayak basmadan önce bütün kalbi duygularıyla bir besmele çekerek: “Allah’ım burası benim hicret beldem, ne olur beni ve bizim gibi düşünenleri mahcup etme! Hayırlı hizmetlere vesile kıl!” diyerek, ellerini yüzüne sürdü. Hayatlarının baharında 20 gençle gelmişlerdi, sıcaklığın 50-55 dereceyi bulduğu çorak topraklara. Aralarında, Nebitdağ’a gidecek tek o vardı. ‘Tren mi, otobüs mü?’ derken, uçakta karar kıldı. Birkaç saatlik uçuştan sonra çalışacağı şehre gelmişti. Yıllara meydan okuyan bir otobüse bindi elindeki adresle. Sıva ve boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış, miadını çoktan doldurmuş bir harabenin önünde indi. Okul değil virane bir yapı vardı karşısında. Sovyetler döneminde Rus okulu olarak faaliyet gösteren eski bir yapı. Bavulunu yere koydu, binayı tepeden tırnağa süzdü. O sırada üstü başı toz içinde kalmış, elinde tornavida olan biri yaklaştı. - Hoş geldiniz! Uzun zamandır sizi bekliyorduk. Kusura bakmayın tamirat devam ediyor, sizi karşılamaya gelemedik. Türkçenin sıcaklığını, bildiği dili konuşan birisiyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadı 3.000 km ötede. - Hocam, okul burası mı? - Merak etme! Allah’ın izniyle yakında tam okul binası kıvamına gelir. -… - Hocam isminizi bağışlar mısınız? - Ahmet. - Benim de Ahmet Fazıl. Okul müdürüyüm. Neyse, sen yoldan geldin. Açıkmışsındır. Haydi yukarıya çıkalım. Ekmek, kavun var. Tecen kavunu tatlı ve suludur. Akşam olmuş, hava çoktan kararmıştı. Biraz sonra, müdür beyin gösterdiği odaya çekildi. Yerde eski bir kilim, pencere kenarında vidaları küf tutmuş tahta bir ranza, tavuk tüyünden doldurulmuş kaba bir yastık ve ince bir çarşaf vardı. Köşede duran dolaba eşyalarının birazını yerleştirdi ve yatağa uzanıverdi. Kocaman odada tek başınaydı. Düşüncelere yelken açtı. Seminerde söylenen sözler meşgul etti bir süre zihnini. Seminerin son günlerinde, yanına yaklaşan orta yaşlı seminer sorumlusu: “Kardeşim Ahmet, nasip olur da o aziz diyarlara gidersen, Efendimiz Muhammed Mustafa’yı (sallallahu aleyhi ve sellem) görürsün inşallah. Oralar bereketli topraklar, evlenir çoluk çocuğa karışırsın. Allah’ın izniyle iki dünyanı da âbâd edersin.” demişti. Peşpeşe sıralanan bu mânidar cümleler, öylesine söylenmiş olamazdı. Mutlaka söylettirilmişti. Hem söyleyeni de çok iyi tanımıyordu. “Söyleyene değil, söyletene bak!” demez miydi, her seferinde annesi. Günlerce bu ve buna benzer düşünceler kafasını kurcaladı durdu. Her gece Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) görebilmek için sıraladı hisli dualarını. Tam iki hafta geçti. Bir pazartesi sabaha karşı odası aydınlandı. Anne sıcaklığıyla yüzünü okşayan şuleler, nazlana nazlana kalkmasına sebep oldu. Doğruldu, giyindi. Aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. İki haftada, dudakları çatlamış, kalem tutmaya alışkın ellerinde yarıklar oluşmuştu. Tamirat ve tadilatın ne bittiği ne de biteceği vardı. Sıcaklar, sivrisinekler, mânâsız düşünceler, uykusuz geçen geceler, tatsız-tuzsuz yemekler. “Neden geldim, ne işim var buralarda?” gibi sorular ve nefsinin mırıltıları artınca, annesini ve geride bıraktığı unutulmaz hatıraları düşündü. Annesi, aklından hiç çıkmayan yaşlı annesi geldi gözlerinin önüne. Fakat, bu harabeyi görünce annesini getirmediğine sevindi. “İnşallah bir gün annem de gelir.” derken, aklına seminer sorumlusunun sözleri takıldı. Karışık duygu ve düşüncelerle girdi, yemekhaneye. Kahvaltı sonrası, müdür beyin yanına çıktı. - Hocam, beş dakika görüşebilir miyiz? - Olur. - Hocam, Bursa’da seminerde, “Atavatana gider, orada sabırla durursanız Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) takdirine mazhar olursunuz.” dediler. Geleli iki hafta oldu. Her gece yalvarıyorum Rabb’ime, ama hâlâ Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) göremedim. - İnşallah görürsün. Belki vakt-i merhunu gelmemiştir. Rabb’im o söz veren büyüklerin hatırına inşallah Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) görmeyi nasip eder. Sen dualarına ve işlerine devam et. O günün gecesi, karanlık odanın perdesi birden aralandı. Rüyasında, ay yüzlü, ak takkeli, beyazlara bürünmüş zât 20 kadar gence ders verirken, odaya birden İnsanlık Âleminin Güneş’i girmiş ve içerisi nurla dolmuştu. O zât, iki âlem Sultanı’nı görünce edeple yerinden doğrulmuş, talebeleriyle birlikte tekmil vermişti. O ânda başını kaldırıp, Güneş’e doğru bakmış, ışık gözlerini kamaştırınca, derin bir mahcubiyet içerisinde başını öne eğmişti. Sabah olunca odası daha aydınlık, gönlü daha ferah, okulu daha güzeldi. Yapan O’ydu. Gönderen O’ydu. 16 yılını adadığı bu topraklarda evlenmiş, Rabb’i ona dört evlât ve dört odalı bir ev nasip etmişti. Hicretini teşvik eden annesini rahmetli olmadan bir yıl önce yanına getirmiş, Beytullah’a birlikte yüz sürmüş ve Mescid-i Nebevî’de İki Cihan Güneşi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) salâvatlar göndermişlerdi. rcakir@sizinti.com.tr NİSAN 2014 423 121 { } Sabr u sebatla muvaffakiyet, farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler. Dr. İhsan KÖSE Y uvaları su altında kalan ateş karıncalarının gösterdiği harikulâde davranışlar araştırmacıların dikkatini son zamanlarda daha fazla çekiyor. Çünkü biyomimetik ve biyomühendislik sahasındaki araştırmalar, mükemmel işler sergileyen karıncalardan birçok mühendislik probleminin çözümünde faydalanılabileceğini göstermiştir. Birçok karınca türü gibi ateş karıncaları da yuvalarını yer altına inşa eder. Bu yuvalar, koridor ve odalardan müteşekkil kompleks bir ağ oluşturur. Brezilya’daki yağmur ormanlarında, ateş karıncalarının, koloninin bekasını tehlikeye atacak bir hâdise meydana geldiğinde, mükemmel bir organizasyon göstererek hareket ettikleri ve su baskınlarına karşı harikulâde bir şekilde örgütlendikleri müşahede edilmiştir. Ateş karıncaları, sel baskınında yuvayı tek tek terk etmek yerine, ayak bileklerini birbirlerine uygun şekilde bağlayarak merdiven, zincir, duvar ve sal şeklinde yapılar oluştururlar (Resim-1). Bunlar arasında sal, en uzun süre dayanan yapıdır. Karıncalar yaşayabilecekleri NİSAN 2014 122 423 Resim–1 Ateş karıncaları, sel baskınında yuvayı tek tek terk etmek yerine, ayak bileklerini birbirlerine uygun şekilde bağlayarak merdiven, zincir, duvar ve sal şeklinde yapılar oluştururlar. yeni yerler keşfedinceye kadar bu sal yapısı sayesinde haftalarca, hatta aylarca su üstünde yüzebilir. Eğer su yüzey gerilimini azaltan bir madde ihtiva etmiyorsa, bir ateş karıncası burada yüzebilir. Karıncanın vücudu sudan daha yoğun olsa da, karınca, su üstünde yürüyebilen bazı böceklerin ve icat edilen bazı biyomimetik robotların yaptığı gibi, yüzey gerilim kuvvetinin yardımıyla yüzebilir. Ancak, yüzey gerilimi zayıf olduğunda, bunun üstesinden gelebilmek için, ateş karıncaları su üstünde yüzebilen bir sal inşa eder. Salın alt tabakasındaki karıncalar, koloninin geri kalan kısmının rahatça yürüyebileceği su geçirmeyen bir taban teşkil eder. Sıkıca ördükleri doku sayesinde, su salın üst kısmına çıkamaz ve taban üzerindeki karıncalar kuru kalır. Böylece sal yüzer. Karıncalar, sel suları çekilinceye veya üzerine çıkabilecekleri bir toprak parçası buluncaya kadar, haftalarca “sal pozisyonu”nu muhafaza edebilir. Ateş karıncalarının dış iskelet sistemi hidrofobik (suyu sevmeyen) hususiyette yaratılmıştır. Su molekülleri karıncanın vücuduna 90 dereceden biraz büyük bir açıyla temas eder. Dolayısıyla karıncalar bir araya gelerek sal Resim–2 şekli oluşturduklarında hidrofobik hususiyetleri daha da artar ve salın yüzmesi mümkün hâle gelir. Karıncaların su yüzeyinde kalabilmelerini sağlayan diğer bir husus, vücutlarının çeşitli kısımlarına yapışık şekilde meydana gelen hava kabarcıklarıdır (Resim-2). Öyle ki, eğer sal, üstünden bastırılarak suyun içine doğru itilse bile, bu hava kabarcıkları sayesinde suyu dışarıda tutarlar ve sal yüzmeye devam eder (Resim-3). Suyun altındaki bir karınca, vücuduna yapışık veya antenleri civarında biriken ince bir hava kabarcığı sayesinde su yüzeyine doğru yüzebilir. Karıncanın etrafında gözüken ışıltılı tabaka, hava/su ara yüzeyidir. Eğer bu ara yüzey bozulacak veya kırılacak olursa, yüzey gerilim kuvveti ortadan kalkar ve karıncanın hayatı tehlikeye girer. Diğer bir ilginç husus, karıncaların sal oluştururken gösterdikleri kenetlenme mekanizmasıdır. Sal oluşturan bir ateş karıncası kolonisinin sıvı azotla dondurulmasından sonra yapılan taramalı elektron mikroskobu analizinde, karıncaların ayaklarındaki pençeleri kullanarak ve dişleriyle diğer bir karıncanın ayağına sıkıca kenetlenebildiği görülmüştür. Resim-3 Karıncaların su yüzeyinde kalabilmelerini sağlayan diğer bir husus, vücutlarının çeşitli kısımlarına yapışık şekilde meydana gelen hava kabarcıklarıdır. Öyle ki, eğer sal, üstünden bastırılarak suyun içine doğru itilse bile, bu hava kabarcıkları sayesinde suyu dışarıda tutarlar ve sal yüzmeye devam eder. NİSAN 2014 423 123 Resim-4 Ateş karıncalarının diğer bir harikulâde davranış motifi, yüksek bir yerden inmeleri gerektiğinde ortaya çıkar. Bunu yaparken, iki karınca ayak uçlarından birbirlerine bağlanır. Ateş karıncalarının diğer bir harikulâde davranış motifi, yüksek bir yerden inmeleri gerektiğinde ortaya çıkar (Resim-4). Bunu yaparken, iki karınca ayak uçlarından birbirlerine bağlanır. Fakat daha da enteresanı, bir çaydanlığın içindeki ateş karıncaları fincana dökülürken, viskoz (ağdalı) bir sıvı davranışı gösterir. Ateş karıncaları, gerektiğinde katı hususiyeti gösteren bir madde (sal), gerektiğinde de akışkan özelliği gösteren bir madde (ağdalı bir sıvı) gibi davranarak, koloninin karşılaştığı âcil durumlarda problemin çözümü adına mükemmel bir kolektif davranış sergileyebilmektedir. Aslında günümüze bir izdüşüm yapılacak olursa, felaket asrında (âhirzaman) yaşayan bizlerin de, ateş karıncalarının, koloninin bekası adına gösterdikleri davranışlardan alacağımız dersler vardır. İnsanlar birbirleriyle uyumlu ve kolektif hareket ettiklerinde, çözülmesi zor problemleri daha kolay çözebilir ve gerçekleştirilmesi zor birçok işi daha kolay yapabilir. Cenabı Hak, Kelâm’ında mealen: “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalblerinizi NİSAN 2014 124 423 birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, tâ ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran, 103) buyurarak, birlikte hareketin hem dünya hem ahiret açısından ne kadar hayatî ve hassas olduğunu ihtar etmektedir. İnanan insanlar, imanı korumanın kor bir ateşi elde tutmak kadar zor olduğu bir dönemde, yardımlaşma ve dayanışmaya her zamankinden daha fazla muhtaçtır. İlâhî Kudret ve ilmin ateş karıncalarına yaptırdığı davranışlar Kur’ân ahlâkının kâinat kitabındaki yansımaları olarak dikkate alınmalıdır. ikose@sizinti.com.tr Kaynaklar - Nathan J. Mlot, Craig A. Tovey, David L. Hu, Proceedings of the National Academy of Sciences, 2011; doi:10.1073/ pnas.1016658108. Teşekkürler - Resim 1-2 ve 3, Nathan J. Mlot, Craig A. Tovey, and David L. Hu çok yazarlı Fire ants self-assemble into waterproof rafts to survive floods isimli makaleden alınmıştır. İnsanlık, gerçek medeniyeti Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde tanıdı ve benimsedi. O’ndan sonra bu istikamette gösterilen her gayret, O’nun getirdiği esasları taklit ve ta’dilden öteye gitmemiştir. Bu itibarla da, O’na, hakikî medeniyetin kurucusu demek daha uygun olacaktır. *** Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibadet sayıp, çalışkanı alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekün insanlığa muvazene unsuru olma noktalarını gösteren, Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). *** Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), küfrün, vahşetin aleyhine bir celâdet ve belâgat kılıcı olarak ortaya çıkma, dört bir yanda avaz avaz hakikati ilân etme ve insanlığa gerçek var oluş yollarını göstermede eşi-menendi olmayan bir Zât’tır. *** Din, namus, vatan ve milleti koruyup kollamayı, bu uğurda mücadelenin bir cihad, cihadın da erişilmez bir kulluk vazifesi olduğunu fevkalâde bir muvazene içinde insanlığa tebliğ eden, Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). *** Gerçek hürriyeti insanlığa ilk defa ilân eden, insanların hukuk ve adalette birbirine müsâvi olduklarını vicdanlara duyuran, üstünlüğü ahlâk, fazilet ve takvada arayan, zalime ve zalim düşünceye karşı hakikati haykırmayı ibadet sayan, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olmuştur. *** Fânilik ve ölümün yüzündeki perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin bekleme salonu olarak gösteren, her yaş ve her başta mutluluk arayan gönülleri Hızır çeşmesine ulaştırıp onlara ölümsüzlük iksiri içiren, Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). *** Cihat Göktepe Arşivi, “Balkan Harbi” Yitik Hazine Yayınları, Mart 2013 baskısından. Murat DUMAN Hakkaniyet ve adaletin esas alınması, zor şartlar altında bile mazlumlara sahip çıkılması, Osmanlı’nın başarısının sırlarındandır. T arihî süreçte devletler ve toplumlar arasında yaşanan mücadelelerin bir neticesi de “mülteciler meselesi”dir. Savaşlar ve toplumları buhrana sürükleyen hâdiseler, bazı insanların mülteci durumuna düşmelerine ve vatanlarını terk etmelerine yol açmıştır. Bu duruma düşen insanlar, çoğu defa zor şartlar altında hayatlarını devam ettirmek zoNİSAN 2014 126 423 runda kalmış, kendilerine uzanacak bir el beklemiştir. Hâlihazırda dünyada devam eden savaş ve çatışmalar, beraberinde insanî yardım bekleyen ve can güvenliğinden endişe duyan nice mülteci ve sığınmacı ortaya çıkarmıştır. Bugün Birleşmiş Milletler’in bu problemin çözümünde ve savaş mağduru insanların vatanlarına dönmelerinde inisiyatif alamadığı da bir gerçektir. Peki Osmanlı, mülteciler konusunda nasıl bir siyaset takip etmiştir. Kuruluşundan itibaren sulh, sükûnet, adalet ve hakkaniyetin temsilcisi ve muhafızı olan Osmanlı Devleti, mağdur ve mazlum milletlerin bir sığınağı olmuştur.Milletimizin öteden beri kendisine sığınanlara merhametli ve insanî davrandığı bir gerçektir. Bilhassa Osmanlı tarihinde bunun birçok misâlini görmek mümkündür. Bu durum, Osmanlı’nın güçlü olduğu zamanlarda da, zayıfladığı dönemlerde de değişmemiştir. Hattâ bu sığınmacılar, zaman zaman Osmanlı’nın savaşa girmesine ve diplomatik krizler yaşamasına yol açmış; ama Devlet-i Âliye’nin mültecilere karşı tavrında, bir değişme olmamıştır. Tarihimizde bu hususta üç hâdise dikkat çekmektedir: İsveç Kralı Demirbaş Şarl Rusya, 18. asırda, Çar 1. Petro döneminden itibaren genişleme ve ilerleme politikasını benimsemişti. Bu maksatla Avrupa’da incelemelerde bulunulmuş, reformlar gerçekleştirilmişti. Rus çarı; Lehistan’a ve Baltık Denizi’ne hâkim olmayı, Osmanlı’dan Kırım’ı alarak Karadeniz’e ulaşmayı, daha sonra da Balkanları ve Boğazları ele geçirerek Ege ve Akdeniz’e inip dünyada söz sahibi olmayı hedefliyordu. Halkı Türk ve Müslüman olan Kırım’ın ve stratejik öneme sahip Lehistan’ın güvenliği, Osmanlı Devleti’nin güvenliği demekti. Bu yüzden Osmanlı bu iki bölge hususunda hassas davranıyordu. Öncelikle kuzeydeki Baltık Denizi üzerinden sıcak denizlere çıkmayı hedefleyen Rusya, bunun için İsveç’le mücadeleye girişti. Böylece Lehistan yani bugünkü Polonya toprakları üzerinde İsveçRus rekabeti baş gösterdi. İsveç’in birlikte hareket etme isteği, kendi iç işleri ile meşgul olan Osmanlı devlet adamları tarafından ilk başta sıcak karşılanmadı. Bununla birlikte İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Ukrayna Kazakları ile anlaşıp Ruslara saldırdı; ancak Poltova Savaşı’nda Rus Çarı 1. Petro’ya yenilince, müttefiki Kazak hükümdarı ile Osmanlı topraklarına sığındı. Bu beklenmedik hâdise, Osmanlıları yeni bir savaşın içine itmekte gecikmedi. Rusların, sığınmacıların iadesi yönündeki teklifleri kabul edilmedi. Bir müddet sonra, Rus kuvvetlerinin İsveç kralını takip bahanesiyle Osmanlı toprağı Boğdan’a girip tahribat yapmaları üzerine, Osmanlı-Rus Savaşı başladı. 1711 yılında gerçekleşen Prut Savaşı’nda Rusya yenildi. Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa, Osmanlı ordusu üstün durumda olmasına rağmen, makul gerekçelere dayanan bazı askerî mülâhazalarla Rus çarının barış teklifini kabul etti. Bu bir zafer olarak görüldü. Ruslarla yapılan Prut Anlaşması’nın maddelerinden biri de, İsveç kralı ve diğer mültecilerin ülkelerine serbestçe dönebilmesiydi. Leh milliyetçileri Rusya’nın genişleme ve sıcak denizlere inme siyaseti, hızından bir şey kaybetmiyordu. Bu idealine ulaşmak için, Slav ve Ortodoksları birleştirme fikrini (Panslavizm) bir araç olarak kullanan Rusya, Çariçe 2. Katerina döneminde, Lehistan’ın iç işlerine tekrar karışmaya başladı. Bu arada Rusya’nın 1763 yılında ölen Lehistan Kralı 3. August’un yerine, kendi adayını kral seçtirmesi ve Lehistan üzerindeki baskısını artırması üzerine, Leh milliyetçileri ayaklandılar ve Osmanlıların himayesini istediler. Rusya karşısında savaşta başarısız olan Leh milliyetçileri, Osmanlı topraklarına sığındılar. Bunları takip eden Rus askerlerinin Osmanlı topraklarına girip Lehlerle birlikte Türkleri öldürmeleri ve Balta kasabasını yakmaları üzerine Rusya’ya savaş açıldı (1768). “Askerî yönden geçmişe göre geri kalan ve yeterli hazırlığı bulunmayan Osmanlı, bu savaşta Rusların ilerleyişine engel olamadı. Savaş, yeniden fetih ve toparlanma hülyasına kapılan devlet adamları için tam bir felâkete dönüştü. Askerî ve idarî zaaf, bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı.”1 İngiltere ve Fransa’nın, Amerika’daki koloniler yüzünden karşı karşıya gelmesini fırsat bilen Rusya, Osmanlı’ya karşı üstünlük sağladı. Neticede Osmanlı, çok ağır şartları olan ve Kırım’ın Rusya’ya iltihak sürecini başlatan Küçük Kaynarca Antlaşması’nı, kabul etmek zorunda kaldı (1774). Tarihin şahitliğinde görüleceği üzere, Osmanlı’yı büyük devlet hâline getiren ve idare ettiği o koca coğrafyada huzuru, barışı ve emniyeti temin etmesini sağlayan husus; hakka hürmet, hukuka teslimiyet ve adalete saygıydı. NİSAN 2014 423 127 Lajos Kossuth Macar mültecileri Fransız İhtilâli ve Sanayi İnkılâbı, Avrupa’nın siyasî, sosyal ve iktisadî yapısında çok önemli değişiklikleri de beraberinde getirmişti. Toprak bütünlüğünü korumak için bu dönemde denge siyaseti takip eden Osmanlı Devleti, genel itibarıyla bu gelişmelerden olumsuz yönde etkileniyordu. Avrupa’da parçalanmış ve mahkûm edilmiş milletlerin çıkardığı ayaklanmalar, kanlı bir şekilde bastırılıyordu. Leh ve Macar milliyetçilerinin direnişleri, Rusya ve Avusturya’yı ciddi olarak meşgul ediyordu. Bu durum, Osmanlı Devleti için de önemli bir mesele hâline geldi. Rus kuvvetlerince ezilen milliyetçilerin kurtuluşu, Osmanlı topraklarına sığınmakta bulmaları, 1848 yılında Osmanlı’yı bir defa daha Avusturya-Rus ortak savaşının eşiğine getirdi. “Eflak ve Boğdan’da, Rusların nüfuz ve kontrolü altındaki prenslik idaresine karşı direnişe geçen Romenlerden de, Osmanlı’ya sığınanlar olmuştu. Rusya’nın bu mültecilerin iadelerini ve teslimini talep etmesi, siyasî münasebetlerin kesilmesi Sığınmacılar, zaman zaman Osmanlı’nın savaşa girmesine ve diplomatik krizler yaşamasına yol açmış; ama Devlet-i Âliye’nin mültecilere karşı tavrında, bir değişme olmamıştır. NİSAN 2014 128 423 ve savaş tehdidine rağmen, Bâbıâli tarafından reddedildi (17 Eylül 1849).”2 O dönemde Osmanlı’ya sığınan Macar hürriyet savaşçılarından biri de, Lajos Kossuth idi. 15 Mart 1848’de hürriyet için ayaklanan Macarların başına geçen Lajos, Rus çarının Avusturya ile ittifakı karşısında yalnız ve çaresiz kaldı. 17 Ağustos 1849’da ülkesini terk eden Lajos, Şubat 1850’den Ağustos 1851’e kadar Kütahya’da oturdu. Lajos, Kütahya’da kendisine tahsis edilen ve bugün mühim hatıraları saklayan müze-ev olarak kullanılan mekânda kalırken, 10-12 saat çalışıyor, İstanbul’daki İngiliz ve diğer büyükelçilere mektuplar gönderiyordu. Macaristan’ın yeni anayasasını yazdığı bu evde, bir yandan da Türkçe öğreniyordu. Hattâ sonraları bir de Türkçe dilbilgisi kitabı yazdı. Türkiye’ye sığınan Lajos’u bütün baskılara rağmen Osmanlı, o zor şartlarda geri teslim etmemek için direndi. Sultan Abdülmecid, bütün tehdit ve baskılara rağmen, Ruslara ve Avusturyalılara: “Bana sığınan bir Macar için 50 bin Osmanlı askeri feda ederim, yine iade etmem.” diyerek Macar hürriyetperveri korumuştu. Kendi içinde siyasî ve ekonomik birçok problemle boğuşmasına, hattâ milliyetçi ayaklanmalarla mücadele etmesine rağmen, Osmanlı’nın Macar mültecileri Rusya’ya teslim etmemekteki kararlılığı, liberal Avrupa hükümetleri ve kamuoyu tarafından coşkulu bir şekilde desteklendi. Bu durum, Rusya ile Osmanlı arasında 1853 yılında başlayan ve tarihe “Kırım Harbi” olarak geçen büyük savaşta İngiltere, Fransa ve İtalya birliğini kurmak isteyen Piyomento’nun Osmanlı’nın yanında yer almalarına zemin hazırladı. Avrupa devletlerinin -her ne kadar kendi çıkarlarını korumak için de olsaOsmanlı’nın yanında yer aldığını gören Rusya, “Mülteciler Meselesi”nde geri adım atmak zorunda kaldı. Osmanlı topraklarına yerleşmek isteyen mültecilere gerekli iznin verilmesi, devlet hizmetine girenlerin Müslümanlığa geçmeleri ve arzu edenlerin istedikleri ülkeye göç etmeleri konularında uzlaşmaya varıldı. Tarihin şahitliğinde görüleceği üzere, Osmanlı’yı büyük devlet hâline getiren ve idare ettiği o koca coğrafyada huzuru, barışı ve emniyeti temin etmesini sağlayan husus; hakka hürmet, hukuka teslimiyet ve adalete saygıydı. Zihinlere kazınan, kalblere nakşedilen bu yüksek idrakin yanında, insanların maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verilmeye çalışılmıştır. Fethullah Gülen Hocaefendi, Devlet-i Âliye’nin bu idare şeklini, İslâmiyet’in başlangıcındaki döneme benzetmekte ve dış dünyada zulme uğrayan insanların gelip Osmanlı’nın sıyanetine, şefkatine sığınmalarını ve Osmanlı idaresi altında yaşayan reayadan (halktan) hiçbirinin de hâlinden şikâyet etmemesini, bu durumun en açık delili kabul etmektedir. Osmanlı’nın yükseliş döneminde, topraklarımız 20 milyon kilometrekareyi, nüfusumuz da 30 milyonu aşıyordu. Buna karşılık o koca devletin sınırları içinde yaşayan Türklerin nüfusu, 11 milyonu geçmemekteydi. Osmanlı’nın, hem kendinden sayıca çok daha fazla olan, farklı din ve etnik gruplara mensup milletleri huzur ve barış içinde idare etmesi, hem de dünya ile yaka paça olması, üzerinde hâlâ düşünülen bir mevzudur. Vaktiyle Osmanlı’nın bir eyaleti veya bir vilâyeti konumunda olan bazı ülkelerde, hâlihazırda yaşanan istikrarsızlıklar, çatışmalar göz önüne alındığında, bunun önemi daha iyi anlaşılır. Öyle görülüyor ki, hakkaniyet ve adaletin esas alınması, zor şartlar altında bile mazlumlara sahip çıkılması, Osmanlı’nın başarısının sırlarındandır. Bugüne bakan yönüyle, bu yaşananlar hem ecdadımızla iftihar etmemize, hem de vaktiyle yardım ve himaye ettiğimiz milletlerle sağlam münasebetler kurmamıza vesile olmaktadır. Büyük bir devlet olma yolunda ilerleyen ülkemiz, aynı hislerle mağdur toplumlara yardım elini uzatmakta ve ecdadımızdan miras kalan mühim bir fonksiyonu yerine getirmektedir. mduman@sizinti.com.tr Yeryüzünde cehaletin, küfrün ve vahşetin sevmediği bir insan varsa, o da Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Ne olursa olsun, hakikati arayan ve irfana susamış bulunan gönüller, er-geç O’nu arayıp bulacak ve bir daha da O’nun izinden ayrılmayacaklardır. Dipnotlar 1. Osmanlı Devleti Tarihi, 1. Cilt, Feza Gazetecilik, 1999, s: 63. 2. Age.,s: 96 NİSAN 2014 2014 NİSAN 423 129 Veli ve Evliyâullah V eli; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri, dostluk hisleriyle Allah’a yö‑ nelen ve O’nun tarafından dostluk muamelesi gören ermiş insan demektir. Böyle bir mazhariyete ermişliğe de velilik anlamın‑ da “vilâyet” ve bu konudaki en üst pâyeye de “kutbiyet” denir. Kâmil mânâda vilâyet, kulun, nefis ve cis‑ maniyet itibarıyla fenâ bulması, mârifetullah, muhabbetullah, Hak müşâhedesi ve esrar-ı ulûhiyetin inkişafıyla “kurb” ufkuna ulaşıp yeni bir vücud-u câvidânî kazanmasından ibaret‑ tir. Mağriplerin ayn-ı maşrık olduğu, hazanın bahara dönüştüğü, fenânın beka hâline geldi‑ ği böyle bir zirveye ulaşmış hak eri nazarında artık her şey O’nunla başlar, O’nunla biter; O’nunla doğar, O’nunla batar ve O’nun ziya-i vücuduyla varlığa erer. Böyle bir müşâhid, her şeyi O’na bağlaması ölçüsünde bütün varlığı daha bir farklı ve değişik duyar ve görüp hisset‑ tiği her nesnenin, gönlünde “kenzen” bilinen Hakikatler Hakikati’ne bağlı cereyan ettiğini daha bir engince müşâhede eder; eder ve do‑ ğup batan sabahların-akşamların çehresinde, sürekli bize göz kırpıp duran pırıl pırıl göklerin derinliklerinde, her zaman bir başka türlü tül‑ lenen mevsimlerin rengârenk güzelliklerinde, engin denizlerin mehîb duruşlarında, ırmakla‑ rın derin bir vuslat iştiyakıyla deryalara doğru çağıldayıp durmalarında, kuşların-kuşçukların çığlıklarında, koyunların-kuzuların meleyiş‑ lerinde kemmiyet ve keyfiyet üstü bir sezi ile NİSAN 2014 130 423 hep O’ndan gelen ışıklarla irkilir, O’ndan ge‑ lip gönlüne boşalan mânâlarla ürperir. Derken müşâhede ufkunda bütün suretler ve şekiller si‑ linip gider de o, kendini, sadece O’nu görüyor, O’nu duyuyor, O’nu hissediyor gibi bir tefek‑ kür ve zevk zemzemesi içinde bulur. Böyle bir gönül erinde şevk, bütünüyle iş‑ tiyaka dönüşür; cezb, incizab hâlini alır; gaflet her türüyle zeval bulur ve her yanda nur-u Hak ayân olur. Akıl kalble el ele tutuşur ve varlık baştan başa okunan bir kitap rengine bürünür. İnsanı aldatan bütün yalancı mumlar bir bir sö‑ ner ve her yana âdeta semadan yıldızlar iner. Dünyevîliğiyle dünya fenâ bulur ve ötelere ait bir desenle yeniden kurulur. Zulmetler ard arda yırtılır ve bu yırtıklardan etrafa ışıklar fışkı‑ rır. Her varlık hak erine can olur, yoldaş olur.. ve gönül tek bir noktada aradığını hemen her şeyde bulur; bulur ve bütün vahşi yalnızlıklar‑ dan kurtulur. İşte böyle ruhanî bir miraçla “üns billâh”a ermiş bir sâliki, Cenâb-ı Hak göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bı‑ rakmaz; bırakmaz ve o artık, bütün benliğiyle “lillâh”, “livechillâh” ufkuna müteveccihtir, Allah da sonsuz inayet ve riayetiyle onu koru‑ yup kollamaktadır. Ne keder ne tasa, her yanda üfül üfül vefa, onun gönlünde de köpük köpük uhrevî bir safa, her taraf bağ-ı Cennet, o da bir ِ ّٰ َأ َۤل ِإ َّن َأ ْولِي َۤ َاء firdevslik olarak: ف َعل َْي ِه ْم َو َل ٌ الل َل َخ ْو ون َ “ ُه ْم َي ْح َز ُنİyi biliniz ki, evliyâullah için hiçbir korku yoktur; onlar asla tasa da yaşamazlar.”1 hısn-ı hasîni içinde nefsanî karanlıklardan uzak, rahmânî nurlarla kuşatılmış ve –Hakk’a karşı mehâfet ve mehâbet hisleri mahfuz– sü‑ rekli öteden bişaret mesajları almakta ve bun‑ lara tayyibatla mukabelede bulunmaktadır. hemen hepsi de bu esaslar çerçevesinde hare‑ ket etmektedirler. “Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğin‑ de, bundan “a’dâullah”ın karşılığı kabul edi‑ len bütün mü’minler anlaşılsa da –ki aslında, Kur’ân ve Sünnet’te evliyâullah sözcüğüyle an‑ latılan da budur– tasavvufta veli tabirine yük‑ lenen daha başka mânâlar da vardır. Sofîlere göre veli, riyâzet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekaya eren, Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye ile, bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayış‑ lardan da kurtulmuş demektir ki artık o, fâni ve zâil şeyleri kendi çerçeveleriyle hiç mi hiç dü‑ şünmez. “Mal-menal varsın başkalarının olsun, bana Allah yeter.” der ve mâsivâya karşı “min vechin” hep kapalı yaşar. Zannediyorum Nâbî merhum da Ebrâr: Evliyâ mâle tenezzül mü eder? Sıklet-i nâsa tahammül mü eder? şeklindeki sözleriyle bu hususu hatırlatmak is‑ temişti. Zaten bir veli, Hakk’a tahsis-i nazarda ısrarlı olması, Hakk’ın da sürekli ona ihsan ve iltifatta bulunması itibarıyla, artık onun ağyâra teveccühü asla söz konusu değildir. Evliyâullah, hemen hepsi de birer kalb ve ruh insanı olmalarına rağmen meşrepleri, mezâkları, mizaçları, mazhariyetleri, vazife ve misyonları itibarıyla ebrâr, mukarrabîn, ebdâl, evtâd, nücebâ, nukabâ, imam, gavs ve kutup gibi farklı ad ve unvanlarla yâd edilirler. Ne var ki, nâm ve nişanları ne olursa olsun, istidatla‑ rıyla “mebsûten mütenasip” hemen hepsinin müşterek vasıfları sıdk, emanet, ihlâs, takva, vera’, zühd, rıza, muhabbet, hilm ü silm, te‑ vazu, mahviyet, tevbe, inâbe, evbe, haşyet, mehâfet... gibi hususlardır. Ve bunlar, içlerin‑ deki bir kısım meczuplar istisna edilecek olursa, Ebrâr; iyiler, hayra kilitlenmiş kimseler, riyâzet ve ahlâkî istikametle Hakk’a ermeye çalışan birr u takva erleri.. ve özleri-sözleri doğru, ha‑ yatlarını kılı kırk yararcasına yaşayan Hakk’ın sadık kulları demektir. Ebrârın bir kısmı Hakk’a bağlılık, vefa ve O’nunla gönülden münasebet içinde bulunma‑ nın yanında, sadece kendileriyle meşguldürler; her hamle ve hareketleri Allah rızası çizgisinde‑ dir ama, bu hamle ve hareketler şahsî kemalât yörüngelidir. Bunlar, ağları gerilmiş hemen her zaman, mânevî füyuzât avlama peşindedirler; peşindedirler ve bazen kendilerinden de halk‑ tan da o kadar uzaklaşırlar ki, vahdet denizi‑ nin gaybî vâridât dalgaları arasında istiğraktan dehşete, dehşetten hayrete sürekli gel-gitler ya‑ şarlar da, görenler onları meczup sanır ve ala‑ ya alır. Ne var ki, Hak’la münasebetlerinin de‑ rinliği ne olursa olsun, bu çizgideki ebrâr, zihin‑ lerde hâsıl ettikleri bulanıklıktan ötürü muktedâ bih (uyulup örnek alınacak kimse) olamazlar. Ebrârın diğer kesimi ise, her zaman mişkât-ı nübüvvetin ziyası altında hareket ettiklerinden, hep dengeli davranır, her hamle ve hareketle‑ rini vahy-i semavî, kalb ve aklın vesâyetinde planlar ve seslendirirler. Şer’î meseleleri doğru anlar ve iltibaslara meydan vermeyecek şekil‑ de yorumlarlar. Eşyanın perde önü ve perde arkasıyla alâkalı mülâhazalarında hep muva‑ zeneyi korur, vecd ü istiğrak hâlleriyle alâkalı zuhûrât ve ihsaslarını “usûlüddin” prensiple‑ riyle tashih eder ve istinbatlarını çevrelerine öyle sunarlar. Her zaman dünyayı, enbiyânın kriterleriyle değerlendirir, kalben ona karşı tavırlarını belli etmenin yanında, Hak güzel‑ liklerinin meşheri, ilâhî isimlerin tecellîgâhı ve ahiretin de tarlası olması itibarıyla da ona gereken ihtimamı göstermede kusur etmez‑ ler. Bunu yaparken de, bütün gayretleriyle NİSAN 2014 423 131 Hak hoşnutluğu ve ebedî saadet arkasında dur-durak bilmeden sürekli koşarlar; koşar ve ömürlerinin saat, dakika ve saniyelerini, yedi, yetmiş, yedi yüz veren başaklara çevirerek hep peygamberâne bir azim içinde bulunurlar. Her zaman, gözlerini kendi üzerlerinde hissettikleri kitlelere karşı birr u takva örnekleri sergilerler. Her görüldükleri yerde birer işaretçi gibi O’nu hatırlatır, herkesi O’na yönlendirir ve O’nu gösterirler. Hâsılı bunlar; İşleri birr u takva, düşleri birr u takva, Her zaman Hakk’a uyar ve halkı gözetirler. Mukarrabîn: Mukarrabîn, Allah’a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âli unvan, peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için de söz konusudur. Hakk’a yakınlık hususiye‑ tiyle serfiraz bu tali’liler; Hak yolunun mahir üstadları, hakikat meydanının “müşârun bi’lbenân” aslanları, yolculuklarını zirvelerde sür‑ düren üveyikler, seyr-i ruhanînin en önemli faslını bitirerek ikamete azmetmiş müsafirler, ulaştıkları ufkun vâridâtı adına görüp hisset‑ tikleri hakikatler sayesinde fâniyât u zâilâta “min vechin” gözlerini kapamış haremgâh-ı ilâhî mahremleri, hevâ ve heves çerilerini aşk u iştiyak ordularıyla hezimete uğratmış gönül süvarileri, beden ve cismaniyetlerini kalb ve ruhlarının terkisine bağlamış mârifet erleri, fenâ çöllerini aşıp beka billâh bahçelerine ulaş‑ mış huzur sultanları, Hakk’ı yine Hak’la görme ufkuna ermiş müşâhede ve mükâşefe kahra‑ manları, Allah sevgisini tabiatlarının en belirgin rengi hâline getirmiş âşıklar ve Allah tarafından sevildiklerini hissetmenin zevkiyle mest ü mah‑ mur mâşuklar, “ ُي ِح ُّب ُه ْم َو ُي ِح ُّبو َن ُهO onları sever, onlar da O’nu severler.”2 iltifatının tam maz‑ harı öyle yiğitlerdir ki, biz hepimiz, mevcudatın gerçek rengini onların irfan merceğiyle görür ve duyarız; eşyanın melekût yönünü de yine onların, varlığın çehresine saçtıkları nurlar ile müşâhede ederiz. NİSAN 2014 132 423 Mukarrabînin sayılarıyla alâkalı ehlullah arasında bazı rivayetler var ise de, -ki bu ri‑ vayetlerden birinde bunlar kutubdan sonra üç yüz “ahyâr”, kırk “ebdâl”, dört “evtâd” ve iki “imam”dan.. diğer bir rivayette ise, kutubdan sonra dört bin kişilik bir veliler ordusundan ibaret gösterilmiştir- bu rakamların hiçbirinde ittifak söz konusu değildir. Adetleri ne olursa olsun, bu kurb kahramanlarının hemen hepsi de Hakk’ın en mükerrem ibâdıdır ve meleklerle aynı ledünnîlik ve aynı derinliği paylaşmakta‑ dırlar. Bazı sofîlere göre, hemen her zaman var oldukları kabul edilen (dört bin) hak eri ara‑ sında şöyle bir silsile-i meratip söz konusudur: Bunlardan üç yüzü, hayra kilitlenmiş mânâsına “ahyâr”; kırkı, mânevî hayatı idarede izzet ve azametin perdedârı “ebdâl” veya “büdelâ”; ye‑ disi, salih amel ve ihlâsı tabiatlarının birer derin‑ liği hâline getirmeye muvaffak olmuş “ebrâr”.. farklı diğer bir tasnife göre ise: Bunlardan bir kat daha Hakk’a yakın ve değişik ihsanlarla, iltifatlarla serfiraz, ama sayıları belli olmayan “mukarrabîn” ki, bazıları bu unvana bağlı ola‑ rak, demir direkler ve sütunlar mânâsına gelen dört “evtâd”ı, Hak katının soyluları ve seçkinle‑ ri anlamında olan “nücebâ”yı, halkın umûrunu görüp gözetenler diyebileceğimiz “nukabâ”yı ve bütün bunların üstünde gavs ve kutbu zik‑ rederler. Bazıları bunların hepsine birden “ricâlü’l-gayb” der çıkarlar işin içinden. Ebdâl: Ebdâl, “bedîl”in cem’i olup temiz, safderûn, der‑ viş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahtan, halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. Osmanlılardan evvel bu kelimeyi İranlılar, kalender, ışık insan, sofî ye‑ rinde kullanmışlardı. Sonra Babaîliğe bağlı bir tarikatın adı oldu. Osmanlılar döneminde ise, fütursuzlukları ve pervasızlıkları itibarıyla bir kı‑ sım fütüvvet erleri bu ad ve bu unvanla anıldı. Tekye ve zaviyelerde ise ebdâl sözcüğü, hep “ricâlullah”ın unvanı olarak yâd edilegeldi. Ebdâli yedi kabul edenlerin bir diğer mütalâaları da şöyledir: Biz, dilimizde, ebdâlı “abdâl” şeklinde kul‑ landığımız gibi, bazen ahmak mânâsına “aptal” dediğimiz de olur. Tıpkı büdelâya bön ve ebleh mânâlarında “budala” dememiz gibi. Bazen de abdal şeklinde yanlış telâffuz ettiğimiz bu ke‑ limenin sonuna bir “-lar” ilâvesiyle “abdallar” deyiveririz. Bu yedi zattan her biri, ayrı bir iklimde ikametle, oradaki ilâhî icraata nezaret eder; faaliyet-i Sübhâniye’yi alkışlar ve şuursuz var‑ lıkların şuurdârâne hareket ve aktivitelerinin şuurlu bir temsilcisi olarak Cenâb-ı Hakk’a tayyibâtla mukabelede bulunurlar. Sofîlere göre, bu yedi zatın aynı zamanda belli birer makamı ve o makamlara göre de birer unvanı vardır: Sofiyeye göre ebdâl, vilâyet mertebesini ih‑ raz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmek‑ tedirler: Birinci bedîl, Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın kalbinin aksi ve izdüşümü mahiyetindedir; un‑ vanı da “Abdülhayy”dır. Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü has‑ letlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine; İkincisi, Musa Aleyhisselâm’ın kalbî hususi‑ yetlerini hâizdir, namı da “Abdülalîm”dir. İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırk‑ lar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan, onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâlden biri ve‑ fat edince ondan boşalan yer, hemen alt taba‑ kadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrıl‑ mak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider, dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, in‑ sanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var... Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz. Dördüncüsü, İdris Aleyhisselâm’ın kalbî özelliğini aksettirir ve “Abdülkadir” namıyla anılır. Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlar‑ dan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul et‑ tiklerinden, ebdâle hâl ehli, ikincilere de ma‑ kam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar; birincileri “seyr ilâllah” yolcuları olarak görmekte, ikinci‑ leri de “seyr fillâh”, “seyr anillâh” müntehîleri farz etmektedirler. Üçüncüsü, Harun Aleyhisselâm’ın kalbi ne ayna durumundadır, hususî ismi de “Ab dülmürîd”dir. Beşincisi, Yusuf Aleyhisselâm’ın kalbiyle murtabıttır ve “Abdülkahir” unvanıyla meşhur‑ dur. Altıncısı, İsa Aleyhisselâm’ın kalbî muhte‑ vasına bağlıdır, o da bu mazhariyetiyle alâkalı “Abdüssemî” unvanıyla yâd edilmektedir. Yedincisi, Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üze‑ rinedir; “Abdülbasîr” namıyla bilinmektedir. Bu tespitlerin hiçbiri, âyât-ı Kur’âniye ve ya Sünnet’le müeyyed olmayıp, ehl-i keşfin müşâhedesiyle sabit ve yoruma açık husus‑ lardandır; bu itibarla da, herkesin kabul etme‑ si gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak, vazife, konum, mazhariyet ve unvan ne olursa olsun, ehlullah silsilesinde bulunanların hemen hepsi “ârif-i billâh”, Hak tarafından müeyyed ve musaffâ kalbleri, müzekkâ nefisleriyle de her zaman ilâhî esrara açık kimselerdir. Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve va‑ zifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir: NİSAN 2014 423133 Bunların üç yüzü, Âdem nebinin kalbi; kır‑ kı, Hz. Musa’nın kalbi; yedisi, Hz. İbrahim’in kalbi; beşi, Cibril-i Emin’in sinesi; üçü, Mikâil Aleyhisselâm’ın sinesi; biri, birincisi ve vilâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da, Hz. Ruh-u Seyyidi’lEnâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) kalbi üzerine‑ dir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncu‑ su vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur. rerek reddetmişlerdir.4 İmam Süyûtî, konuyla alâkalı rivayetler birbirini takviye ettiğinden, bu hadislerin mânevî tevatür derecesine yüksele‑ bileceği mülâhazasıyla mevzua farklı bakmış‑ tır.5 Hafız Sehâvî ise, kendince orta bir yol ta‑ kip ederek, konuyla alâkalı rivayetlerin hemen hepsinin zayıf olduğunu söylemiş ve mülâhaza dairesini açık bırakmıştır.6 Konu bu kadar kar‑ maşıklaşınca, herhâlde bize de, “Her şeyin doğrusunu Allah bilir.” deyip sükût etmek dü‑ şecektir... Ebdâlin sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirin‑ den farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sı‑ nıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır3 ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmak‑ tadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belâları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir; Allah, esbab-ı mâneviye planında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır.. ebdâl, kendilerine haksızlık ya‑ panları affeder, kötülük edenlere iyilikte bulu‑ nur.. sehâvet ve semâhatle hep Cennet yolun‑ da yürür. Kalb selâmeti onların baş şiarıdır ve onlar her zaman Müslümanlara hayırhahlıkta bulunurlar. Dünyaya karşı asla hırs göstermez‑ ler.. ve düşmanlarıyla bile nizâ ve cidale gir‑ mezler. Konuşurken, her zaman mübalâğadan uzak durur ve itidali temsil ederler. Bid’atlardan kaçınır, ibadetlerinde de ifrat ve tefrite düşmez‑ ler. Seviyeleri ne olursa olsun asla kendileri‑ ni beğenmezler. Kazaya rıza, haramlara karşı tavizsiz davranma ve Cenâb-ı Hakk’a karşı da fevkalâde bir gayret ve saygı içinde bulun‑ ma.. ve ne olursa olsun kimseyi lanetlememe, ebdâlin en önemli hususiyetleri olarak zikredil‑ mektedir. Ebdâl kelimesine yakın diğer bir tabir de “büdelâ” sözcüğüdür. Türkçede galat olarak “ebdâl”ı “aptal” şeklinde kullandığımız gibi “büdelâ”yı da “budala” yaptığımıza daha önce işaret etmiştik. İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi hadisçiler, ebdâlle alâkalı hadislerin bütününü mevzû gö‑ NİSAN 2014 134 423 Bedel’in çoğulu olan “büdelâ”, sofîler ara‑ sında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müş‑ terek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-i mekân eder ve yerinde de nuraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar duble‑ lerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa bizzat vücudun “tayy-i mekân” etmesi mi?. konu net değildir. Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilir‑ ler. Fütuhât-ı Mekkiyye sahibi, büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: Büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb‑ı Hakk’ın icraatının nezaretçileridirler. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın şuûnât-ı Sübhaniyesini te mâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o ic‑ raata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü’l-meşrebdir; dolayı‑ sıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına gir‑ meleri söz konusu değildir. 1. 2. 3. Dipnotlar Yûnus sûresi, 1062/. Mâide sûresi, 554/. Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1322/5 ,112/; Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ s.249. 4. Bkz.: İbn Teymiye, Mecmûu’l-fetâvâ 11434-433/. 5. Bkz.: es-Süyûtî, el-Leâliü’l-masnûa 2280/. 6. Bkz.: es-Sehâvî, el-Makasıdü’l-hasene s.4347-. { Teennî, temennînin en ideal yoludur. } Bilim ve Ahlâk Arasındaki İnce Çizgi: Deney Hayvanları Doç. Dr. Kadir CAN B ilim insanlarının cevap aradığı çeşitli sorular vardır. Bilhassa moleküler biyologlar ile genetikçiler; “Genetik bilgi, hücrelerin normal çalışmasında nasıl rol alıyor? Genetik bilgideki bozukluk, irsî hastalıklara nasıl sebep oluyor? Şu ân tedavisi olmayan genetik hastalıkları tedavi etmek mümkün mü?” gibi sorulara cevap aramaktadırlar. Sağlık alanında merakla beklenen ise; hastalıkların mekanizmasının bir ân evvel ortaya konması ve gerekli tedavi hizmetlerinin hastalara sunulmasıdır. Şimdi kendinizi bir bilim insanı yerine koyunuz. Vücudumuzdaki bir yaranın iyileşmesini, burada meydana gelen moleküler mekanizmaları, gözün yaratılmasını, anne karnında ilk 10 günde vücudumuzdaki eksen belirlenmesi veya yaşlanmanın mekanizması gibi hücre seviyesindeki yüzlerce hâdiseyi çözmek için lâboratuvarda araştırmalar yapıyorsunuz. Ancak, önünüzde büyük bir engel var. Tıptan biyoteknolojiye kadar birçok sahada araştırma deneylerini insan üzerinde yapmanız çok zor ve risklidir; aynı zamanda ahlâkî de değildir. İnsanın sosyal, hukukî ve dinî boyutları, kendisi üzerinde araştırmalar yapmaya ciddi kısıtlamalar getirmektedir. Zîrâ o, sıradan bir varlık değildir. Bu sebeple, insanın biyolojik sistemini anlamak ve esrarını çözmek için deneyleri, belli açılar- dan kısmî benzerlikler gösteren bazı canlılar üzerinde yapmanız gerekir. Bu canlılara “deney hayvanları” denir. Ziraat, sanayi ve tıp sahasında birçok hayvandan istifade edilmektedir. Kendileri küçük faydaları büyük Son yüzyıla baktığımızda, genetikçilerin en çok kullandığı model organizmalar; zebra balığı (Danio rerio), solucan (Caenorhabditis elegans), meyve sineği (Drosophila melanogaster), maya (Saccharomyces cerevisiae), Escheria coli bakterisi, fare (Mus musculus), sıçan (Rattus norvegicus), denizkestanesi (Echinoidea sp.), Afrika kurbağası (Xenopus laevis) ve çiçekli bir bitki olan Arabidopsis thaliana’dır. 1983 yılında Barbara McClintock’a Nobel Tıp Mükâfatı’nı kazandıran mısır, yine üzerinde çok çalışılan bir deney bitkisidir. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Civciv, sıçan ve bakteriler kullanılan diğer model organizmalara örnek olarak verilebilir. Bağırsaklarımızda yaşayan zararsız E. coli bakterisi DNA teknolojisinde en sık kullanılan modeldir. Aşılar ve antikorların ürettirildiği, genetik çalışmalarda konak hücre olarak çok büyük bir üne sahip olan küçücük E. coli birçok araştırmacıya Nobel Mükâfatı kazandırmıştır. İnsan, burada, küçük deney hayvanlarının faydalarını görünce, küçüklük kavramını yeniden düşünüyor. NİSAN 2014 423 135 E. coli gibi küçük canlıların dünyasının büyüklüğünü ve ihtişamını idrâk için tıp fakültelerinin müfredatı incelenebilir. Parazitoloji, mikrobiyoloji, klinik mikrobiyoloji, bakteriyoloji ve enfeksiyon hastalıkları gibi bölümlerde, fakülte bittikten sonra ayrıca yıllarca ihtisas yapılır, doktora tezleri hazırlanır. Kilogramı 800 TL civarında olan ve 200 yıldır üzerinde araştırmalar yapılan denizkestanesi, sperm ve yumurta birleşmesinin ilk gösterildiği deney hayvanıdır. Kod ismi C57BL/6 olan deney faresi, organ, sistem ve kanser gibi hastalıkların araştırılmasında en sık kullanılan deney hayvanıdır. 200 milyon dolarlık bütçesi ve 1300 çalışanı olan Jackson Lâboratuvarları gibi birçok ticarî firma, deney hayvanlarını üretmekte ve pazarlamasını yapmaktadır. Bazı genleri yok edilerek neticesinin ne olduğunun gösterildiği bir (nakavt) farenin fiyatı, 30 bin ile 70 bin dolar arasındadır. Zebra balığı Dört-beş cm boyunda, iki-üç yıl ömrü olan zebra balığı, tropikal tatlı su balığıdır. Akvaryum balığı olarak da kullanılan balığın enteresan özelliği, embriyosunun saydam ve şeffaf olmasıdır. Döllenmeden sonra 36 saat içinde, balığın ana organları görünür hâle gelir. Bu yüzden, zebra balığı, embriyolojik gelişmenin basamaklarını incelemek için çok ideal bir canlıdır. Anne karnındaki bir bebeği araştıramayız. Üzerinde deneyler yapamayız. Diyelim ki araştırdık, bazı süreçleri görmek için en az 3-4 ay beklememiz gerekecektir. Ama Allah, 36 saatte, gelişmedeki hâdiseleri araştırmamız için bu canlıyı yaratıp hizmetimize vermiştir. Çünkü bu canlılardaki temel yapı ve mekanizmalar, insanla benzerlik göstermektedir. İnsandaki mevcut altyapı bu canlılara da yerleştirilmiştir. Böylelikle, bu canlılarda deneyler yaparak dolaylı yoldan insandaki mekanizmayı çözmeye, anlamaya çalışıyoruz. Zebra balığına bahşedilen başka enteresan bir özellik ise, deri ve kalb gibi organlarını tamir ederek yenileyebilmedir. 2011 yılında İngiltere Kalb Vakfı, bu özelliğin araştırılması için 50 milyon dolarlık bir bütçe ayırarak kalb dokusunun hasarı ve yenilenmesi çalışmalarına dikkat çekmiştir. Üç Nobelli 1 mm’lik solucan C. elegans, 1 mm boyunda bir solucandır. 959 adet hücreden meydana gelir ki, insanda bu sayı trilyonlarcadır. Solucan, iki gün içinde döllenmiş yumurtadan çıkar. Embriyonik dönemi 16 saattir. Bu hızlı hayat devresi ve gelişmesinin bütün safhalarının izlenebilmesi sebebi ile C. elegans solucanı, organ oluşumu ve bu sıradaki haberleşme sistemini anlamak için uygun canlılardan biridir. İnsanda veya başka bir canlıda bunları yapmaya kalksak, aylarca zamana ihtiyacımız olurdu. C. elegans, 2009 yılında mekik ile uzaya gönderilmiş, yerçekiminin olmadığı ortamda bu solucanın kas gelişmesi ve fizyolojisi incelenmiştir. Bu çalışmalarla, uzay yolculuğu yapacak insanların kas fizyolojisi araşNİSAN 2014 136 423 Bağırsaklarımızda yaşayan zararsız E. coli bakterisi DNA teknolojisinde en sık kullanılan modeldir. Aşılar ve antikorların ürettirildiği, genetik çalışmalarda konak hücre olarak çok büyük bir üne sahip olan küçücük E. coli birçok araştırmacıya Nobel Mükâfatı kazandırmıştır. tırılırken aynı zamanda yaşlılar, yatağa mahkûm hastalar ve diabetik kişilerin ilmî araştırmaları için umut verici bilgiler elde edilebilecektir. 1970’li yıllarda S. Brenner ile başlayan solucan çalışmaları, günümüze kadar üç Nobel almıştır. 2002 yılında, Brenner organ gelişmesi ve programlı hücre ölümü; 2006’da Mello, RNA engellenmesi (RNAi) ve 2008’de Chalfie, yeşil ışık veren protein çalışması ile Nobel Mükâfatı almışlardır. C. elegans’ın ilginç özelliklerinden biri de, 1 mm boyu olmasına rağmen, insandaki kadar gene sahip olmasıdır. İnsanda 22 bin civarında gen olduğu tahmin ediliyor. C.elegans’ta bu sayı 20 bindir. Allah, insandaki 20 bin geni, bir mm’lik solucana yerleştirerek kudretini bizlere göstermektedir. Evrim teorisyenleri diyorlar ki, bakınız insanda da 20 bin, solucanda da 20 bin gen var. Bu neyi gösteriyor? Demek ki bir zamanlar biz de solucandık. Niye? Çünkü genlerimiz aynı. Ama gerçek hiç öyle değildir. 500 milyon yıllık atnalı yengeci fosilleri gibi fosiller bize şunu göstermiştir. Her canlı şahsına özeldir. Milyonlarca yıl önce nasılsa, şimdi de aynıdır. Peki neden 1 mm’lik solucanda insanla aynı sayıda gen var? Öncelikle benzer genler var; ama genler sadece benzer, yapıtaşları aynı. İlim literatürü ile söylersek homoloji gösteriyorlar. Mimar Sinan aynı taş ve mermeri kullanarak, bazen Selimiye Camiî’ni inşa etmiş, bazen bir köprü, bazen de bir kervansaray yapmıştır. Yapı taşından kastımız karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve kükürt gibi atomlardır. Meselâ, DNA yapısındaki deoksiriboz şekeri, 5 karbon, 10 hid- görmek istemeyenler, kullanılan malzemeye bakıp, bunlarda aynı malzemeler var, demek ki, bunlar legolar gibi birbirine dönüşmüş veya dönüşebilir, diyorlar. Hâlbuki her canlıyı ele aldığımızda şunu görüyoruz. Her canlı kendine has özellik ve donanımlar ile yaratılmıştır. Peki, canlılardaki benzerlik bizim işimize nasıl yarıyor? Deney hayvanlarını kullanarak, insandaki mekanizma için ipuçları elde ediyoruz. Deney hayvanının genlerini araştırarak insanı anlamaya çalışıyoruz. Bugüne kadar bu sayede binlerce buluş ve teknik gelişme sağlanmıştır. Meselâ, programlı hücre ölümü ilk defa, C.elegans solucanında keşfedilmiştir. Siyah karınlı meyve sineği Dört-beş cm boyunda, iki-üç yıl ömrü olan zebra balığı, tropikal tatlı su balığıdır. Akvaryum balığı olarak da kullanılan balığın enteresan özelliği, embriyosunun saydam ve şeffaf olmasıdır. rojen ve 4 oksijenden oluşur (C5H10O4). DNA’nın yapısında dört kimyevî baz vardır. Bunlardan biri olan adenin bazının formülü, C5H5N5’tir. Diğer bir baz olan timin, C5H6N2O2’dir. Yüce Yaratıcı, aynı yapıtaşlarını kullanarak farklı farklı canlıları yaratmıştır. Yaratıcı’yı Lâtince, ‘siyah karınlı meyve sineği’ mânâsına gelen D. melanogaster, meyvelerin üzerinde uçuşan sinektir. 100 yıldır genetikçilerin vazgeçilmez model canlısıdır. Lâtince, ‘siyah karınlı meyve sineği’ mânâsına gelen D. melanogaster, meyvelerin üzerinde uçuşan sinektir. 100 yıldır genetikçilerin vazgeçilmez model canlısıdır. D. melanogaster, embriyonik gelişmesi sırasında meydana gelen vücut ekseninin belirlenmesi araştırmalarında sıkça kullanılmıştır. Ön arka, sağ sol, alt üst gibi eksenlerin belirlenmesi hayatî öneme sahiptir. Eksen oluşumundaki kusur, tek gözlülüğe ve organların farklı yerlerde yerleşmesine kadar farklı neticeler doğurabilir. D. Melanogaster’in ‘gözsüzlük’ adı verilen geni ile yapılan çalışmalarda, göz, sineğin kafası yerine bacağında oluşmuştur. Göz geni, şu ân bilindiği kadarı ile yedi genli kompleks bir ağın üyesidir. Bu genin, 760 birimden oluşan sinek göz oluşumunda önemli rolü vardır. Yine, sinekteki çalışmalarla insandaki fazla parmaklılık gibi el ve ayaklardaki anormalliklerin moleküler temeli aydınlatılabilmiştir. 1900 yılında D. melanogaster ile çalışmalara başlayan T. Morgan, 1933 yılında Nobel’le mükâfatlandırılmıştır. 1995’te ise üç bilim insanı siyah karınlı sineğin erken embriyonik gelişim basamaklarını aydınlattıkları için Nobel Mükâfatı’nı paylaşmışlardır. Nahl Sûresi 5. ve 66. âyetlerde mealen ‘Allah sizin için hayvanları yarattı. Onlardan istifade edersiniz. Hem onlarda bilmediğiniz daha nice menfaatler vardır’ ve ‘doğrusu hayvanlarda da size ibretler, deliller vardır’ buyruluyor. Birçoğumuzun aklına bile getirmediği, hattâ ismini bile duymadığı bu canlılarda, bilmediğimiz daha nice sır keşfedilmeyi beklemektedir. Bu deney hayvanlarıyla lâboratuvarlarda çalışırken bu canlıların da Allah’ın yarattığı birer sanat eseri olduğunu asla unutmamalıyız. Onlara işkence derecesinde eziyet vermeden, israfa girmeden, mümkün olduğunca az sayıda deney hayvanıyla çalışmalıyız. Bir ilim adamı olarak bunun İslâmî ve insanî bir mesuliyet olduğunu bir ân bile unutmamalıyız. kcan@sizinti.com.tr Kaynaklar - Human Molecular Genetics, 4. Baskı, 2011, Tom Stratch - Concept of Genetics, 9. Baskı,2009, Klug Cummings - Hacı LÜY, “Küçük Canlılar Niçin Yaratılmış Olabilir?”, Sızıntı, Mayıs 2003. NİSAN 2014 423 137 M. Sacit ARVASİ A merika’ya geleli neredeyse üç sene olacak. Ama hâlâ limandaki bir gemide gibiyim. Karaya henüz ayak basmış sayılmam. Bu yüzden biraz şaşkın, az endişeli, daha çok da belirsizliğin bulut bulut çöktüğü bir iklimde yaşıyorum. Lisan bilmemek ne zormuş! Kuvvet, bilgi, tecrübe, cesaret; “lisan”sız ne kadar da az şey ifade ediyormuş. Elbette işimizi görecek kadar üç-beş kelimemiz var. Bir yere girip, “Şundan almak istiyordum.”, “Bundan alabilir miyim?”, “Teşekkür ederim.”, “İyi akşamlar.”, “Size de…” Ancak bir çocuk lügati, başka bir şey değil. Dilini tam bilmediğim bu memlekette şimdi beş yaşındaki bir çocuk gibiyim. Hâlbuki yaş, otuz beş... Yolun neresi eder onu Allah bilir. Ama Yeni Dünya’da yeni bir hayata adapte olmaya çalışırken, gündüzler hemen geceye karışıyor. Geceler de mum gibi eriyip şafaklarda kayboluyor. Saat bir yana, günün, hattâ haftanın farkına varmak ne mümkün! Bütün bunlar arasında sanat, edebiyat, şiir tâ gerilerde kalıyor. Bunlar çekildikçe hayattan, hayat da renksiz, hissiz, kupkuru bir çöle dönüyor. Ama çok şükür nefes alacağımız bir ân geldi. Türkçe Olimpiyatları’nın ön elemeleri yapılacak. Şiir dalında bizi de jüriye seçmişler. O sabah erkenden çıkıp Paterson’nın yolunu tuttum. Sanki kadîm dostlarla NİSAN 2014 138 423 Ertesi gün, finallerin yapılacağı salondayız. Türkçe sevdalıları tıklım tıklım doldurmuş her bir yanı. Rüya gibi bir gün… Şiirlerle yelken açıyor, türkülerle coşuyoruz. Emir Sultan’da şafak buluşmalarından birisine gidiyorum. Garden State Parkway değil de Bursa’nın Çekirge Caddesi’nde süzülüyorum. Solumda Hacivat ile Karagöz’ü geçiyorum, sağımda Çırağan’ı. Süleyman Çelebi her zamanki muallâ mevkiinde, yine Mevlid-i Şerîf’i fısıldıyor kulaklara sabah esintilerinin tatlı melodilerinde. Dışarıda hava serin fakat açıyorum camları… Benimle beraber üç kişi daha var jüride. Ayşe Hanım ve Ural Bey’le tanışıyoruz. Kitapları da olan Ayşe Hanım bir gazetede yazıyor. Ural Bey de gazeteciliğinin yanında bir firmada yöneticilik yapıyor. Yarışmanın başlamasına az bir zaman kala, eğitimden mesul Dış İşleri görevlisi Gülzâde Hanım da geliyor. Nihayet yarışma başlıyor ve ilk yarışmacı anons ediliyor. Adı: Matthew. Zarif bir selâmın ardından piyano ve keman eşliğinde şiire başlıyor: “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…” Telaffuz, vurgu, tonlama, ses-mânâ uyumu şiir için önemli kriterler. Fakat “İstanbul” kalbimin bamteline dokunuyor: “Hazerfen” olup İstanbul’a uçmak var... Marmara’nın dalgalarına binip bir Üsküdar’ın, bir Beşiktaş’ın sahillerini teneffüs etmek var... Bir Emirgan’ı, bir Eminönü’nü görmek var... Matthew’den sonra Delisa geliyor. “Ne içindeyim zamanın…” diyor, “Ne de büsbütün dışında.” Şimdi A. Hamdi Tanpınar ile küçük bir câminin avlusuna girmek, Orhan zamanından kalma bir duvarın önünde durmak var. Ve onunla yaşıt bir çınarın altına oturmak, şadırvandaki su sesine dalıp kendi fânîliğimizde sonsuz için yaratılmış bir varlık olduğumuz hakikatini görmek... Danilsa Lugo “Yaş otuz beş…” diyor Cahit Sıtkı’dan. Ve “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...” Bahattin Karakoç “usta”dan: “Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü Karşı dağlara kar yağmış, bozulmamış ütüsü” Şarkın ağaçsız dağlarından kocaman bir tanesi karla kaplı bembeyaz hâliyle nasıl yükseliyor insanın önünde. “Ay şafağa yakın, bir mum gibi erimeden” ifadesi nasıl da resmediyor manzarayı insan hayalinde. Sonra, “Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra”, “Medine’nin Gülü”, “Gülnâre”... Kim demiş ilkbahar-yaz, sonbahar-kış sadece dört mevsim var diye?!.. Azıcık şiir muhibbi ol, sonra gel bizimle beraber Amerikalı çocukların dilinden bu canım şiirleri dinle, az bir zaman içinde kaç iklim, kaç mevsim var, sayabilirsen sen söyle. Üç seneden beri ilk defa karaya ayak bastığımı hissediyorum. Ertesi gün, finallerin yapılacağı salondayız. Türkçe sevdalıları tıklım tıklım doldurmuş her bir yanı. Rüya gibi bir gün… Şiirlerle yelken açıyor, türkülerle coşuyoruz. Halk oyunlarıyla, halaylarla hayalen tâ Anadolu’ya gidip geliyoruz. “Türkçem benim ses bayrağım” derken şair, ne silinmez bir mısra bırakmış ardında. Ve o gün ses bayrakları dalgalanıyor Felician College’de. Felician College dendiğinde artık aklıma yabancı bir memleketin beni ilgilendirmeyen taş bir binası değil, Türkçe bayraklarının dalgalandığı yüksek bir mânâ burcu gelecek. msarvasi@sizinti.com.tr NİSAN 2014 423 139 E. Osman UYGUR A teşin önünde babasının yanında durdu. Babası ateşe secde etti. Mabeh de babası gibi eğilip kalktı. Bu her defasında böyle oluyordu. Ama ateş önünde eğilmek, Mabeh’in hoşuna gitmiyordu. Babası köyün en zengini idi. Bağları bahçeleri çoktu ve ailenin tek varisi, Mabeh idi. Mabeh, aklı başında bir delikanlı olunca, babası onu bağları bahçeleri tanıması için araziye gönderdi. — Oğlum, bu bağlar, bahçeler benden sonra senin olacak. Bu yüzden git, etrafı iyice bir gez. Her yeri tanımanı istiyorum. Mabeh, ilk defa evden uzaklaşıyordu. O zamana kadar babası onu hep gözünün önünde tutmuş, evden uzağa gitmesine izin vermemişti. Zaten onun pek bağda bahçede gözü yoktu. İçindeki derin boşluğu dolduracak bir şeyler arıyordu. Bahçeleri dolaşırken bir kiliseye rastladı. Kilisede ibadet zamanı idi. İçeri girdi. Hristiyanların ibadetleri dikkatini çekmişti. Uzun süre orada kaldı. İbadetten sonra rahiple konuştu. — Siz burada ne yapıyorsunuz? — Biz, bizi ve seni yaratan Allah’a ibadet ediyoruz. — Biz evimizde yanan ateşe ibadet ederiz. Ancak ben bunu hiç sevmem. Sizin ibadet şekliniz benim hoşuma gitti. — Ateşe tapmak bize göre küfürdür. — Bu dinin aslı nerededir? — Bu dinin aslı Şam’dadır. — Şam’a gitsem beni kabul ederler mi? — Tabi kabul ederler. — Peki Şam’a gidecek bir kervan bulabilir miyim? — Evet, yakında Şam’a gidecek bir kervan var. Onlarla gidebilirsin. — Siz İsfahanlı mısınız? — Hayır, biz Şam’dan geldik. Burada dinimizi temsil etmeye çalışıyoruz. İnsanları Allah’a imana davet ediyoruz. Vakit su gibi akmış, akşam olmuştu. Bu arada Mabeh’in babası meraklanmış, adam gönderip oğlunu aratmış; ancak bütün aramalara rağmen Mabeh bulu- Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) , çok uzaklardan gelerek hakikate uyanan Selman’ın, hayatını köle olarak devam ettirmesine gönlü razı olmadı. NİSAN 2014 140 423 namamıştı. Adamlar, eve elleri boş dönünce, Mabeh’in babasının endişesi daha da artmıştı. Tam bu sırada Mabeh geldi. Babası onu görünce hem sevindi hem de biraz kızdı. — Oğlum, bu saate kadar nerelerdeydin, aramadık yer bırakmadık, meraktan çatlattın bizi. Mabeh sakin bir şekilde: “Babacığım, ben bağları bahçeleri dolaşmak için gidiyordum, karşıma bir kilise çıktı. Kiliseye girdim, baktım ki; görmedikleri ve her şeye Hâkim ve Kâdir olan bir ‘Tanrı’ya iman ediyorlar. Onların ibadetleri beni etkiledi. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların dini daha doğrudur.” deyince babası yumuşak bir üslûpla şunları söyledi: — Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun; senin atalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma. Ancak Mabeh kararını vermişti: — Hayır babacığım onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dini haktır. Bizimki ise bâtıldır. Bu sözlere babası kızdı ve oğlunu, ellerini ayaklarını bağladıktan sonra bir odaya hapsetti. Yolculuk başlıyor Mabeh, evde kervanın gideceği günü beklemeye başladı. Bu arada kilisede öğrendiği bazı kelimeleri tekrarlıyor, gerçek Yaratıcı’yı anlamaya çalışıyordu. Kervan günü gelince ellerindeki iplerden kurtuldu ve kaçıp kervanı buldu. Uzun bir yolculuktan sonra Şam’a ulaştı. Şam’da Hristiyanlığın en büyük rahibini sordu. Ona rahibin yerini gösterdiler. Kapı açıktı. Yavaşça içeri girdi. Rahip bir köşede oturmuş, kitap okuyordu. Kapıdan giren genç adamı görünce eliyle yaklaşmasını işaret etti. Mabeh yaklaştı. Rahip: — Buyur evlat, ne istiyorsun? diye sordu. Mabeh: — Efendim, ben İsfahan’dan geliyorum. Oradaki rahip bana sizi tavsiye etti. Burada kalıp hem dinimi öğrenmek hem de size hizmet etmek istiyorum, dedi. Rahip, onu hizmetine kabul etti. Mabeh kısa sürede Hristiyanlık hakkında epey bilgi sahibi olmuştu. Rahip de bu genç adamın hizmetinden memnundu. Ancak Mabeh, zamanla rahibin bir zaafını gördü. Rahip, fakirler için getirilen altın ve gümüşleri dağıtmıyor, kilisenin mahzeninde biriktiriyordu. Aradan çok geçmeden rahip öldü. Hristiyanlar rahibi defnetmek için geldiklerinde Mabeh: — Bu adam iyi biri değildir, hürmete değmez, dedi. Adamlar önce inanmadılar. Mabeh, onları rahibin fakirler için verilen altın ve gümüşleri biriktirdiği küplerin yanına götürdü. Adamlar işin aslını öğrenince rahibi tören yapmadan bir yere gömüp gittiler. Kiliseye yeni bir rahip geldi. Mabeh, burada bir müddet daha kaldıktan sonra, önce Musul’a sonra da Nusaybin’e gitti. Nusaybinli rahip ölmeden önce, bu akıllı talebe- Bir gün “Selman Ensar mı Muhacir mi?” tartışması yaşandı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurdu. sine Amuriye’ye (Şimdi Eskişehir’in ilçesi Sivrihisar) gitmesini tavsiye etti. O da vakit kaybetmeden yola koyuldu. Günler sonra Amuriye’ye geldi. Olgun bir insan olan Mabeh’in, hayatını inancı üzerine bina etmekten başka gayesi yoktu. Aradan birkaç yıl geçti. Rahip ölüm döşeğindeyken kader yolcusu, hocasına sordu: — Efendim, elimden geldiği kadar sizin hizmetinizde bulundum. Sizden çok şey öğrendim, bana Allah’ı tanıttınız. Ben bu yolda ilerlemek istiyorum. Siz ebedî âleme gidince ben nereye gideyim, bana kimi tavsiye edersiniz? Rahibin gözleri yaşardı, pencereden dışarı baktı ve: — Şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhirzaman peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip taşlık ve hurması çok bir şehre yerleşecek. Alametleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, dedi. Nur’a doğru Artık Mabeh için yolun çoğu bitmişti. Bundan sonrası, aradığı nura kavuşma günleri idi. Mabette yalnız kalmıştı. Birkaç öküz ve biraz da koyunu ile geçimini temin ediyordu. Bu arada hocasının dedikleri aklından hiç çıkmıyor, Arap illerine gitmenin fırsatını kolluyordu. Bir gün Beni Kelb kabilesinden bir kervanın Arabistan’a gitmek üzere olduğunu öğrenince hemen koştu. Kervan reisine: NİSAN 2014 423 141 — Birkaç öküzüm ve biraz da koyunum var. Onlar sizin olsun, ben de sizinle Arabistan’a geleyim, dedi. Adam, Mabeh’in teklifini kabul etti. İç Anadolu’dan başlayan kervan yolculuğu Vadiü’l-Kura denilen yere kadar gayet güzel gitti. Ancak kervan reisi Mabeh’i orada bir Yahudi’ye köle olarak sattı. Mabeh ilk başta buna üzüldü; ama sonra “Vardır bir hayır.” diyerek kaderine razı oldu. Yahudi onu hurma bahçesine götürdü. Burada hurma ağaçların bakımını yapacak, hurmaları toplayacaktı. Bir gün sahibinin amcasının oğlu bahçeye geldi. Adamın bahçede çalışacak bir köleye ihtiyacı vardı. Mabeh’i gördü ve beğendi ve amcasının oğluna: — Bu köleyi bana satsana, dedi. Sahibi gülerek: — Olur satayım, bizde her köle satılıktır, dedi ve ekledi: — Hadi Mabeh, yeni efendinle yola hazırlan. Böylece Mabeh’e yeniden yol görünmüş oldu. Bir gün süren yolculuktan sonra yine bir hurma bahçesine geldiler. Amuriyeli rahibin bahsettiği yere çok benziyordu bu bahçeler. Âhirzaman Peygamberi’nin varlığını hissetmeye başladı yüreğinde. Ona kavuşma uğruna, binlerce kilometre yol kat etmiş, bir Yahudi’ye köle olarak satılmıştı. Her gün yeni bir ümitle kalkıyor, hurma bahçesine gidiyordu. Bazen bir hurma ağacının tepesinden aradığı nuru görme ümidi ile şehre bakıyordu. Bir gün ağacın başında hurma toplarken aşağıda iki kişinin konuşmalarına şahit oldu. Onlardan biri bağırarak: — Evs ve Hazreç kabileleri helâk olsunlar. Mekke’den birisi geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu durum hoşuma gitmedi, deyince Mabeh, kulaklarına inanamadı. Neredeyse heyecandan aşağı düşecekti. Hemen ağaçtan indi ve sordu: — O kişi için ne diyorsun, onun hakkında ne düşünüyorsun, dedi. Konuşan yeni sahibi idi. Kölesinin bu sorusu hoşuna gitmedi ve bir tokat attı: — Sen işine bak, bu iş seni ilgilendirmez, dedi. Mabeh, artık yerinde duramazdı. Ertesi gün yanına aldığı bir avuç hurma ile şehre daldı. Çok heyecanlıydı. İlk karşılaştığı insana O’nu sordu. Adam, üstü hurma dalları ile örtülü Mescid-i Nebevî’yi gösterdi. Mabeh, koşar adım gitti mescide. Simasından tanıdı onu. Huzuruna gitti ve ellerindeki hurmaları uzattı: — Bu hurmaları sadaka olarak kabul ediniz, dedi. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hurmaları aldı ve arkadaşlarına vererek, hurmaları yemelerini söyledi. Mabeh, kendi kendine “İlk işaret tamam.” dedi. Kaybedecek zaman yoktu. Hemen bahçeye döndü. Bir avuç hurma daha alıp koştu Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna. — Bu hurmaları hediye olarak veriyorum, buyurun, dedi. NİSAN 2014 142 423 Bu sefer, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hem kendi yedi hem de arkadaşlarına ikram etti. Mabeh dikkat etti; kendisi bir avuç hurma getirmesine rağmen, yüzlerce hurma çekirdeği birikmişti yerde. Yirmi beş kadar hurmadan yüzlerce çekirdek çıkması imkânsızdı. Mabeh’in içinde şüphe kalmamıştı. Bu, rahibin bahsettiği Âhirzaman Peygamberi idi. “Şimdi oldu, ama bir de mühür görmem gerek.” diye geçirdi içinden. Mabeh’in niyetini anlayan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), sırtını biraz açarak onun mührü görmesini sağladı. Mabeh, heyecanla mührü öptü ve yıllarca süren hasretin bitmesine gözyaşları döktü ve hiç vakit kaybetmeden Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğini tasdik etti. Mabeh, başından geçenleri Yahudi bir tercüman vasıtasıyla anlattı Allah Resulüne (sallallahu aleyhi ve sellem). Mabeh, bir yandan başından geçenleri anlatıyor, bir yandan da Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) öven cümleler söylüyordu. Ancak bu övgüleri Yahudi tercüman kasıtlı olarak yanlış tercüme ediyordu. Bu arada Cebrail Aleyhisselâm gelerek Yahudi’nin tercümesinin yanlış olduğunu belirttikten sonra Mabeh’in sözlerini olduğu gibi aktardı. Hâdiseyi öğrenen Yahudi tercüman da önce yaptığından utandı, sonra da Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) iman etti. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), ismini Selman olarak değiştirdiği Mabeh, yıllar süren hakikat yolculuğunu tamamlamış, aradığına vasıl olmuştu. Kölelikten kurtuluş Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), çok uzaklardan gelerek hakikate uyanan Selman’ın, hayatını köle olarak devam ettirmesine gönlü razı olmadı. Harikalar asrında bir harika daha yaşanacaktı. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona; “Kendini kölelikten kurtar ya Selman.” dedi bir gün. Gözleri parladı Selman’ın. Hemen sahibi olan Yahudi’ye giderek, kendini azat etmesini istedi. Yahudi önce buna yanaşmadı. Ancak Selman’ın ısrarı üzerine üç yüz hurma ağacı dikip meyve verir hâlde kendisine teslim etmesi ve biraz da altın karşılığında azat etmeyi kabul etti. Ancak bir hurma ağacının meyve vermesi kırk yılı bulurdu ve istenilen altın cidden çoktu. Selman-ı Farisi Hazretleri başından aşkın bu müşkülü Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) anlattı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kardeşinize yardım edin.” diyerek sahabeleri yardıma çağırdı. Herkes bir oldu ve kısa zamanda üç yüz hurma fidanı bulundu. Çukurlar kazıldıktan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi ve her bir hurma fidanını eliyle dikti. Hz. Ömer’in diktiği bir hurma hariç bütün hurmalar aynı yıl meyve vermeye başladı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o hurmayı tekrar dikti ve o da o yıl meyve verdi. Selman-ı Farisî hem çok sevinmiş hem de hayretler içinde kalmıştı. Hurma bahçesi tamamdı, sıra altını bulmaya gelmişti. Beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Bir gün adamın biri, Medine sokaklarında “Belli bir altın karşılığında efendisi ile anlaşan köle nerede?” diyerek Selman-ı Farisî Hazretleri’ni arıyordu. Selman’ı tanıyanlar adamı hurma bahçesine götürdüler. Adam elindeki altını Selman’a uzattı. Selman-ı Farisî Hazretleri yine hayretler içindeydi. Altını alıp adama teşekkür ettikten sonra Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gitti ve: — Ya Resullallah, adamın biri bana bu altını verdi, ne yapayım, diye sordu. Efendimiz: — Götür efendine ver, dedi. Selman-ı Farisî Hazretleri altını Yahudi’ye verdi. Yahudi altını tarttı, istediğinden biraz eksik çıkınca: — Bu eksik tamamla da gel, dedi. Selman-ı Farisî Hazretleri tekrar Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi, durumu anlattı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) altını eline aldı, tükürüğünden biraz sürdü ve “Al bunu götür, Allah bununla senin borcunu eda eder.” buyurdu. Yahudi’nin diyecek bir şeyi kalmamıştı. Selman-ı Farisî Hazretleri hür olarak döndü mescide. Ashab-ı Suffa olarak kaldı mescide uzun bir süre. Bir gün “Selman Ensar mı Muhacir mi?” tartışması yaşandı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurdu. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), yıllarca gurbetlik yaşayan, ailesini, yurdunu terk eden Selman’ı kendi ailesine dâhil ediyor ve bu garip insana garipliğini tamamen unutturuyordu. eouygur@sizinti.com.tr En cazip desenlerin gerçek ziyasi Sen’sin, Bu hususta asla yok kevn ü mekânda dengin; Sen’in gönlün meleklerinkinden daha engin, Şu fakirler ülkesinde yolu gözlenensin... NİSAN 2014 423 143 BİLİM “YARATILIŞ” DİYOR - 42 Moleküler Darwinizm Açmazı Prof. Dr. Arif SARSILMAZ M ateryalist ideolojiyi kendilerine şiar edinmiş evrimciler, canlılığın sadece maddî güçlerle nasıl ortaya çıktığını açıklamak için “Moleküler Darvinizm” olarak da adlandırabileceğimiz yeni bir strateji geliştirmeye çalışmaktadırlar. Buradaki temel düşünce de Darwinizm’in tür seviyesindeki veya makro ölçekteki değişmelerini izah için kullandıkları mekanizmaları moleküler seviyede tatbik etmeye dayanmaktadır. Burada hedef, kendi kendini çoğaltan basit bir molekül veya moleküllerden ibaret bir takım bulmaktır. Her şeyden önce böyle çok basit bir moleküler sistemin, kendi kendine organize olması beklenmekte, daha sonra da tabiî seleksiyon ve adaptasyonla bunun daha üst gelişmişlik gösteren bir moleküler sisteme evrimleşmesi beklenmektedir. Böyle bir beklenti içindeki evrimcilerin önce hayatın nasıl ortaya çıktığını, sonra da tabiî seleksiyonun nasıl bir faaliyetle bu molekülleri evrimleştireceğini izah etmeleri gerekir. Evrimciler devamlı olarak, ilk canlı olarak sayılabilecek varlık için çıtanın seviyesini düşürmektedirler. Fakat onlar çıtanın seviyesini düşürdükçe yeni problemler baş göstermektedir. Bir organizmanın çoğalması, evrim için başlı başına bir problem iken, ardından bir hücrenin çoğalmasını izah etme problemi ile karşı karşıya kaldılar. Şimdi ise gerçek hücrelerde bulunan kendi kendini kopyalayan multimoleküler sistem çeşitlerinin açıklanması gerekmektedir. Fakat evrimciler kendi kendine çoğalan basit bir moleküler terkibin menşeini açıklamaya ihtiyaç duymamaktadırlar. BuNİSAN 2014 144 423 nun yerine, (madde taşınımı, metabolizma, enerji dönüşümü, sinyal iletimi, bilgi işletim, çevreden madde alımı, salgı üretimi, protein sentezi v.s. gibi canlılığın temel göstergelerini yerine getirebilecek) bölünerek çoğalan bir hücrenin bu hâdise için yaptığı faaliyeti açıklayarak, sanki moleküler seviyedekini izah etmiş gibi davranmaktadırlar. Bazı mineral tuzlarının kristalleri süper derecede doyurulmuş bir solüsyonun içine yerleştirildiğinde bir çekirdek gibi davranarak kristalin büyümesine sebep olduğunu uzun zamandır bilmekteyiz. Bir mânâda kristal tuz çekirdeği canlı olmadığı hâlde kendi kendini çoğaltmaktadır. Cansız kristallerin geometrik yapısı ve elektrik yükleri sebebiyle belli bir yoğunluktan sonra birbirlerine eklenerek çoğalmalarında, herhangi bir metabolik süreç işlememekte, sadece moleküller birbirine bağlanmakta, yeni bir terkip ortaya çıkmamaktadır. Buradaki kendi kendine çoğalma, hücre içinde bulunan fonksiyonel açıdan bütünleşmiş büyük molekül sistemlerinin kendini çoğaltmasıyla bir benzerliği yoktur. Moleküler Darwinizm’in açıklaması gereken, bu tarz sistemlerdir. Moleküler seviyede iş gördüğü iddia edilen tabiî seleksiyonun ve tesadüfî varyasyonun aşağıdaki moleküler biyolojik süreçleri açıklaması gerekmektedir: — Bu moleküller kanalları ve kapıları olan, seçici geçirgenlik özelliğine sahip üç tabakalı bir zara nasıl sarılabildiler? — Biyomakromoleküllerin durmadan artan çeşitliliği nasıl ortaya çıkabildi? — Bu biyomakromoleküller daha sonra, fonksiyonel olarak bütünleşmiş sistemlerin hiyerarşisi içinde kendilerini nasıl düzenlediler? — Bu moleküler komplekslik birbirine nasıl sarılarak DNA’yı ve canlı hücrelerin özel fonksiyonlarını yerine getirmek için gerekli olan RNA-Protein makinelerini üretti? Elbette, bir evrimci, tabiî seleksiyonun nesiller boyunca çalışması ile basit bir moleküler terkibin kademeli olarak, bir hücrenin hayatı için gerekli bütün fonksiyonlara sahip bir sistemi ürettiğini hayal edebilir. Ancak bu çok ucuz bir hayal olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü böyle bir hayalî senaryoyu destekleyen deliller yoktur. Gerçekçi hayat öncüsü şartlar altında biyolojik açıdan önemli olan yapıtaşlarının üretilmesine yönelik bütün deneylerde, istenen kimyevî ürün ile, istenmeyen kimyevî yan ürünler arasında çapraz reaksiyonlar meydana gelmiş ve biyolojik açıdan önemi olmayan, evrimleşemeyecek katranlar ve melanoidler üretilmiştir. Elbette, lâboratuvarda deneyler dikkatli bir şekilde hazırlanarak ve çıkan ürünler özel ekipman ve donanımlarla aşırı derecede sınırlandırılarak veya manipüle edilerek, çapraz reaksiyonların müdahalesi önlenebilir. İstenmeyen kimyevî reaksiyon ürünlerini uzaklaştırılabilir veya başlangıç maddesi olarak saflaştırılmış maddeler kullanılabilir. Bu şekilde bir problem önlenir; fakat bu durum yeni bir problem demektir. Çünkü bu saydığımız lâboratuvar âletleri, ekipler, lâborantlar, özel hazırlanmış maddeler, ilkel dünyada olmadığından, önemli bir faktör olarak insanın bilgisi devreye girmiştir. Böyle bir bilgi girişini ise hiçbir evrimci kabul etmez. Çünkü bilgi ve ilim varsa, bu doğrudan bir ilim sahibini işaret eder ki, evrimciler bunu kabul edemezler. Bu konuda Julius Rebek’in çalışması bazı problemleri göstermesi bakımından önemlidir. Rebek, pentafluorofenyl ester ve amino adenosin gibi iki bileşenden meydana gelen amino adenosine triacid ester (AATE) sentezlemiştir.1 Ayrıca, bu molekülleri, parçalamaktan çok koruyan bir organik çözelti içine yerleştirmiştir. Hem çözelti tercihi, hem de molekül tercihi, tabiî hiçbir eşi olmayan, çevre üzerindeki sun’î bir sınırlandırmayı temsil etmektedir. Rebek’in molekülleri kendi kopyalarını yapmaktadır ve bu yüzden çoğalmaktadır. Ancak, Gerald Joyce’nin de belirttiği gibi, bu moleküler gereğinden fazla doğru bir şekilde, yani mekanik bir düzen içinde çoğalmaktadırlar.2 Yeterli miktarda tesadüfî varyasyon olmazsa, Darwin mekanizmaların seçeceği hiçbir şey olmaz. Tamamen kendisinin aynısını kopyalayarak artan maddeler gibi (aşırı uçtaki) durumlarda hiçbir evrimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Rebek’in modeli için daha problemli olan şey ise, bu moleküllerin sadece canlılık için gerekli olandan çok daha az bilgi taşımasıdır; bu model, aynı zamanda canlılık için gerekli olan bilgideki büyük artışa sebep olacak muhtemel bir yol da önermemektedir.3 Leslie Orgel, Rebek’in canlılığın menşei hakkındaki çalışmasının önemini şöyle özetlemektedir: “Rebek’in yaptığı çok zekicedir; ancak ben bunun canlılığın orijini ile olan alâkasını görmüyorum.”2 Moleküler Darwinizm’in, canlılığın orijinine dâir bir açıklama yapmakta başarılı olması için, mutlaka, evrimin niçin kompleksliği artıran doğrultuda ilerlediğini açıklaması gerekir. Basit bir molekülün çoğalmaya başlamasından sonra, durmadan artan komplekslik yönündeki evrime neyin gerekçe olduğunu, moleküler Darwinizm’in açıklaması gerekir. Ancak, ironiktir ki, moleküler Darwinizm’e göre evrim, kompleksliği azaltıcı doğrultuda ilerlemesi gerekir. Bu hususta Sol Spiegelman isimli araştırıcının, bir replikaz (enzim) ortamında, polinükleotidlerin evrimi üzerindeki çalışması vardır.4 Bir virüsün genomundan sağladığı, aktive olmuş mononükleotidlerin, polinükleotidlerin sentezini beslemesi için gerekli olan replikaz proteinini incelerken deneyde önemli bir problem olarak “biyolojik bilginin” deney boyunca devamlı bir şekilde azaldığı görülmüştür. Bu çok çarpıcı husus hakkında Brain Goodwin şöyle demektedir: “1967’de Spiegelman, bir test tüpünde, moleküler yapıda çoğalan bir sistem, etrafında hiçbir canlı hücre yapısı olmadığında ne olacağını göstermiştir. Çoğalan moleküller kendini kopyalama kabiliyetini kaybedinceye kadar kopyalandıkça kısalırlar, kısalmalar arttıkça, kopyalama süreci daha hızlanır. Test tüpünde Bir organizmanın çoğalması, evrim için başlı başına bir problem iken, ardından bir hücrenin çoğalmasını izah etme problemi ile karşı karşıya kaldılar. Şimdi ise gerçek hücrelerde bulunan kendi kendini kopyalayan multimoleküler sistem çeşitlerinin açıklanması gerekmektedir. NİSAN 2014 423 145 Bir evrimci, tabiî seleksiyonun nesiller boyunca çalışması ile basit bir moleküler terkibin kademeli olarak, bir hücrenin hayatı için gerekli bütün fonksiyonlara sahip bir sistemi ürettiğini hayal edebilir. Ancak bu çok ucuz bir hayal olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü böyle bir hayalî senaryoyu destekleyen deliller yoktur. görülen tabiî seleksiyon neticesinde kendini daha hızlı kopyalayan daha kısa şablonlar daha çok sayıda olur ve uzun olan şablonlar zamanla elimine olur. Ancak enteresan olan sonuç, evrimin büyüyen bir basitlik yönünde ilerlemesidir. Hâlbuki evrimcilerin iddiası evrimin, artan komplekslik yönünde ilerlemesi gerektiğiydi Ancak, kendi başına bir DNA daha fazla basitlikten başka hiçbir yöne ilerleyemez. Kompleksliğin artması için, DNA’nın bir canlı hücre içinde olması gerekir.”5 Bir şeyin çoğalması için, bütün temel açılardan o nesnenin kendini yeniden üretmesi gerekir. Nesne büyüdükçe, yapması gereken şeyler ve çoğalmanın yükümlülükleri de artar. Bu yüzden, basit moleküller, kompleks olanlara göre daha avantajlıdır; çünkü çoğalma sırasında ellerinde tutmaları gereken şey daha azdır. Dolayısıyla Darwinci mekanizma, basitliği kompleksliğe tercih eder. Ayrıca Darwinci mekanizmanın, tekbir moleküle veya basit moleküler sistemlere uygulandığında, kompleksliği artıran yönde ilerleyen bir evrimi açıkladığına dâir hiçbir delil yoktur. Kısacası, moleküler Darwinizm canlılığın menşei problemini çözmekte başarısızdır. Neo-Darvinist sentezin, kilit bir mimarı olan Theodosius Dobzhansky, “hayat öncesi tabiî seleksiyonun” tabir olarak çelişkili olduğuna dikkat çekmiştir.6 Ayrıca, basit moleküler yapıların gerçek biyolojik organizmalardan çok geniş ölçüde basit oldukları ispatlanmıştır ve ne komplekslik ne de fonksiyonların çeşitliliği açısından, uzaktan yakından benzeyen herhangi bir şeye evrimleştiklerine dâir hiçbir işaret yoktur. Aslında, bahsedilen büyük problemler, canlılığın materyalist bir dille izah edilemeyeceğini göstermektedir. Maddî süreçlerin cansız maddeyi canlandırarak evrimleştirecek kabiliyette olduğuna dâir hiçbir delil NİSAN 2014 146 423 yoktur. Ayrıca, “Bu fizik ve kimya kanunları bu kabiliyette olmak zorundadırlar.” demek soruyu cevaplamaktan kaçınmak ve iddiayı doğru farz etmek olacaktır. Bu düşünce tarzının hiçbir temeli yoktur ve sadece doğruluğu kabul edilmiş bir inanç cümlesidir. Tipik enteresan örnekler olarak iki evrimci araştırmacının hem itiraf hem de saplantılarını ifade eden aşağıdaki iktibaslar dikkat çekicidir: Stuart Kauffman’a göre: “Dünya üzerinde hayatın 3.45 milyar yıl önce başladığını bildiğini size söyleyen bir insan ya bir ahmaktır ya da bir dolandırıcı. Hiç kimse bunu bilemez. Aslında, belki de asla, üç milyar yıldan daha fazla bir süre önce, ilk kendi kendine çoğalan moleküler sistemlerin yeşermesine sebep olan moleküler olayların gerçek tarihî sıralamasını elde edemeyiz. Ancak, tarihî açıdan bu yol sonsuza kadar saklı kalsa bile, biz yine de, canlılığın gerçekçi olarak nasıl kristalleştiğini, kökleştiğini ve daha sonra bütün dünyayı nasıl sardığını göstermek için teoriler ve deneyler geliştirebiliriz. Fakat yine de, kimse bunu bilmez.”7 Leslie Orgel ise, önce bir itirafta bulunarak: “Bu problemin çözümünü bildiğini söyleyen bir kimse aldatılmıştır.”8 dedikten sonra, saplantısını da şöyle ekler: “Ancak, bunun çözümsüz bir problem olduğunu düşünen bir kişi de kandırılmıştır.” “Canlılığın menşeine ait problem için tek mümkün yaklaşım, bu soruyu tarihî açıdan sormaktan ziyade, bilimsel olarak sormaktır. Hayat nasıl başladı yerine, hayat nasıl başlayabilir diye sormak. Bunu açıklığa kavuşturmak için, bilim adamları, kimyevî açıdan deneylerle nelerin mümkün olduğunu ve ilk yeryüzü şartlarında nelerin olmuş olabileceğini belirlemeye çalışmaktadırlar.”8 Bu alıntılar, canlılığın menşei problemini saf materyalist anlayışla çözme adına nasıl bir bakış açısı olduğunu göstermektedir. Hayat sadece kimya mı? Hayatın tamamen kimyadan kaynaklandığını kabul eden Harvard’da kimyacı George Whitesides bu konuya çok dikkat çekmiş ve 2007 yılında, Amerikan Kimya Topluluğu tarafından verilen Priestley Madalya Mükâfatı’nı alırken, canlılığın menşeini tartışmıştır: “Bu problem (canlılığın menşei), bilimdeki büyük problemlerden biridir. Çoğu kimyacı gibi ben de hayatın, hayat öncesi dünyadaki molekül karışımlarından kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktayım. Peki nasıl? Hiçbir fikrim yok. Ben inanıyorum ki, hücrenin anlaşılması eninde sonunda kimyanın bir sorusudur ve kimyacılar prensip olarak bu soruyu çözmek için en iyi vasıflarla donatılmışlardır. Hücre, daha küçük torbaları içinde barındıran ve kompleks hayatî reaksiyonları düzenlemeye yarayan bir büyük torba gibi olup, reaksiyona giren kimyevî maddelerden meydana gelmiş bir jel ile dolu ve bir şekilde kendi kendine çoğalabilmektedir.”9 Bu şekilde, Whitesides canlılığın menşei sorusunu, bir kimya problemine indirgemiştir. Hâlbuki canlılık hakkında böyle bir indirgeme, temel olarak yanlıştır. Kimya, canlılık için şart-ı âdi olarak gerekli maddelerin ne olduğu konusunda bir şeyler söyler; ancak hayat bu maddelerin ötesinde bir ilim ve kudrete dayanmaktadır. Resim veya heykel gibi bir eser değerlendirilirken onun maddesine fiyat verilmez; o eserin değeri, üzerinde taşıdığı bilgi, emek, estetik, hassasiyet ve kısacası eser sahibinin kabiliyeti ile ölçülür. Cansız kimyevî maddelerde eğer hayat görünüyor ise, bu maddeye indirgenemeyecek bir mesajdır. Meşhur fizikçi Paul Davies bu hususu çok güzel vurgulamıştır: “Barizdir ki, canlılık kimyevî bir fenomendir; ancak ondaki ayırt edici özellik kimyanın kendisinde değildir. Canlılığın sırrı, üzerindeki ilmin özelliklerinden kaynaklanmaktadır; yaşayan bir organizma bilgi işleten kompleks bir sistemdir.”10 Kimyadaki madde ve ortamlar, bu dünya için gereklidir; ancak onların hayattar bir hüviyete bürünmesi, İlâhî İlim ve Kudret’in tecellisiyle mümkündür. Diğer türlü düşünmek, mürekkep ve kâğıdın, mânâlı bir yazının bulunduğu bir sayfa olmak üzere kendilerini organize etme gücüne sahip olduklarını söylemek demektir. Ama böyle bir güçleri yoktur. Kâğıt üzerindeki bir yazı, mânâsını mürekkebin kimyasına veya fiziğine borçlu değildir; onları bir bilgi, program ve sisteme göre kâğıda nakşedenin ilim ve kudretine borçludur. Benzer şekilde, canlılık da başlangıcını canlılığın yapıtaşlarının kimyası veya fiziğine borçlu değil, biyolojik açıdan önemli olan fonksiyonel bilginin dâhil olmasına borçludur. Kimya bilginin taşıyıcısı olabilir; ancak onun kaynağı olamaz. Caltech başkanı ve Nobel Mükâfatı sahibi biyolog David Baltimore, İnsan Genom Projesi’nin önemini tarif derken şunu söylemiştir: “Modern biyoloji, bir bilgi bilimidir.”11 Nobel Mükâfatı kazanmış bir öğretim üyesi olan Manfred Eigen, canlılığın menşeinde “bilginin kaynağının” kavranamayışı ile ilgili problemi tanımlamıştır.12 Biyolog John Maynard Smith ve Eörs Szathmary açık bir şekilde bilgiyi, gelişim ve evrim biyolojisinin merkezine koymuştur: “Çağdaş biyolojide- ki, ana fikir, bilgi fikridir. Gelişim biyolojisi, genomdaki bilginin nasıl yetişkinlerdeki yapıya dönüştüğünün incelenmesine ait bir çalışma ve evrim biyolojisi de bilginin ilk olarak ortaya nasıl çıktığını araştıran bir bilim dalı olarak görülebilir”13 Bilginin, biyolojideki önemi göz önüne alındığında, bu biyolojik bilginin ortaya nasıl çıktığı sorusu hemen akla gelir. Bu bilginin kaynağı nedir? Whitesides biyolojik bilginin nihai kaynağının kimyada yattığını düşünmektedir. Nobel Mükâfatı sahibi Christian de Duve bu noktayı daha da geliştirmiştir. Hayatın tarihçesini yedi dönem olarak incelemiştir. Bunların bizi ilgilendiren ilk dördü Kimya Çağı, Bilgi Çağı, Protohücre Çağı ve Tek Hücre Çağı’dır.14 Duve’ın, ilk çağ (Kimya çağı) olarak vasıflandırdığı dönem, ilk nükleik asitlerin ortaya çıkışına kadar olan zamana karşılık gelir. Bu dönem, çok sayıda büyük moleküllü bileşenlerin oluştuğu süreci kapsar, atomları ve moleküleri düzenleyen evrensel prensiplerle yönetilir(!) Bu evrensel prensiplerin atomlarda mı, atomaltında mı olduğu belli değildir. Prensiplerin kendisi mi akıllıdır, yoksa daha akıllı birisi mi bu prensipleri koymuştur, bu belli değildir. Aynı evrimci düşünce kalıbını sürdüren Duve’e göre, bundan sonra, Darwinci evrim ve tabiî seleksiyon süreçlerin özellikle canlılar dünyasına açılışını yapan, bilgi taşıyan özel moleküllerin ortaya çıkmasıyla Bilgi Çağı ortaya çıkar.15 Duve burada, nükleotidlerin sıralanmasının, Bilgi Çağı’nın ortaya çıkmasına işaret ettiğini ve Kimya Çağı’ndaki her şeyi yöneten evrensel kimyevî prensiplerin buna sebep olduğunu iddia etmektedir. Peki, bu kimyevî prensiplerin, biyolojik bilginin ortaya çıkmasına uygun ve yeterli bir ortam sunacağını nasıl bilmektedir? Kimyevî prensipler, hem parçacıklar arasındaki kanun benzeri etkileşimleri, hem de parçacıkların hâlleri arasındaki kuantum mekanikî geçişleri tanımlar. Ancak bu prensiplerle, nükleotid sıralanmasının veya herhangi başka bir bilgi taşıyan moleküllerin sentezleneceğini kim söylüyor?. Bu konudaki deneylere ait deliller de Duve’nin canlılığın menşei hakkındaki “önce kimya” görüşünü desteklememektedir. Bunu göstermek için Duve’nin, bu thioester dünyasından nükleotid dizileri dünyasına giden mantıkî olarak mümkün, tamamen açıkça beyan edilmiş kimyevî bir yol sunması gerekir. Ancak, Duve bugüne kadar bu tarz bir şey yapamamıştır. Aslında, tarafsız bir gözle bakılırsa, canlılığın menşeini materyalistik süreçlerde arayanların araştırmaları ortada kalmak üzeredir. Miller-Urey deneylerinin yarım yüzyıl önce sebep olduğu heyecanı yeniden elde edememişlerdir. Çünkü canlıların bazı maddî yapıtaşları lâboratuvarda elde edilse bile, asla bunların kendiliğinden organize olup, bilgi açısından zengin biyolojik yapılar şekline girmesini sağlayamamışlardır. Kısacası, kimyevî maddelerin, hayatın mükemmel programını kendi kendilerine yazdığı mesajına dâir hiçbir delil yoktur. asarsilmaz@sizinti.com.tr Not: Yer darlığı sebebiyle yazının dipnotları maalesef burada verilememiştir. İnternet sayfamızda yayımlanan nüshada yazının ve dipnotların tamamını bulabilirsiniz. NİSAN 2014 423 147 SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın teknoloji@sizinti.com.tr Pasif Sigara İçiciliği, Düşük Riski İle Bağlantılı S eksen binden fazla kadın üzerinde, menopoz sonrası yapılan bir çalışmada, başkasının sigara dumanını solumanın, ölü doğum ve düşük riskini artırdığı gösterildi. Bu kadınların % 2,5’i dış gebelik yaşamış, % 4,4’ü ölü doğum, en az üçte biri de düşük yapmıştı. Sigara içen kadınlarda düşük nispeti % 16, ölü doğum nispeti % 44, dış gebelik oranı da % 43 daha fazla idi. Uzun yıllar pasif sigara içicisi olanlarda ise, bu oranlar pasif sigara içicisi olmayanlara göre, sırasıyla % 17, % 55 ve % 61 daha fazlaydı. Pasif sigara içicisi olma süresi ne kadar uzunsa, bu oranlar da o kadar yüksekti. Çalışmanın neticeleri Tobacco Control dergisinde yayımlandı. Görüldüğü gibi, sigara içen sadece kendisine değil, evlâdı da dâhil, yakınındakilere zarar verebilmektedir. (WebMD News fromHealthDay 27.02.2014) Ş “Yağ Hormonu”, Kalın Bağırsak Kanseri Riskinin Yüksek Olmasıyla Bağlantılı işmanlık, kolorektal polip denilen ve kansere dönüşebilen bir patolojinin görülme riskini artırabilmektedir. Şişman erkeklerde, polip daha fazla görülür. Söz konusu araştırma 48 ila 65 yaşları arasındaki 126 sağlıklı gözüken erkek üzerinde yapıldı. Hepsine kolonoskopi yapıldı, vücut kitle indeksi, bel çevresi ve leptin (yağ hormonu) seviyeleri ölçüldü. Erkeklerin % 78’i şişman veya aşırı kiloluydu. Bu grupta polip görülme ihtimali daha düşük kilolu olanlara göre % 30 daha fazlaydı. Hele şişman olanların üç veya daha polipe sahip olma ihtimali zayıf olanların 6,5 katı idi. Leptin hormonu seviyesi ne kadar fazlaysa, polip görülme riski de o kadar fazlaydı. Bu poliplerin daha sonra kansere dönüşme riskinin ol- NİSAN 2014 44 423 148 duğu hatıra getirilince, şişmanlıkla kalın bağırsak kanseri arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Çalışmanın neticeleri PloSOne dergisinde yayımlandı. (WebMD News fromHealthDay 20.02.2014) Y akıt hücreleri (pilleri), 19. yüzyılın ortalarında yeni bir fikir olarak ortaya çıkan kimyevî reaksiyondan, elektrik üretme şeklidir. Kuru veya oto akümülatörü gibi sıvı pillerden farklı olarak, girdisi ve çıktısı olan açık sistem şeklinde çalışır. Yıllar içinde yapılan çalışmalar, birçok farklı yakıt hücresi tipi geliştirilmesini netice vermiştir. Teknolojinin gelişmesine paralel ortaya çıkan çevre problemlerine bir çözüm olarak, yakıt hücreleri, son yılların en popüler araştırma konularındandır. Zîrâ çevre kirlenmesine sebep olacak hiçbir unsur barındırmadıklarından, temiz (alternatif) enerji teknolojileri sınıfında değerlendirilmektedirler. Bu bakımdan günümüzde beklentilerin yüksek olduğu bir araştırma alanıdır. Yakıt pili sitemlerinde bugün ulaşılan verim nispeti % 70 civarındadır. Yakıt hücresinin çalışma prensibi, kimyevî reaksiyondan doğrudan elektrik akımı elde etmeye dayanır. Yüz yıldan fazla bir zamandır yapılan araştırma ve çalışmalarda, yakıt hücresi olarak oldukça farklı sistemler geliştirilmiştir. Fosforik asit, formik asit, alkali, doğrudan biyohidrür, doğrudan metanol ve katı oksit yakıt hücreleri bu sistemlerden bazılarıdır. Her yakıt hücresinde iki tip enerji açığa çıkar: ısı ve elektrik. Yakıt hücresi ile alâkalı çalışmaların en mühim odak noktalarından birisi de, ısı enerjisinin azaltılarak elektrik enerjisinin artırılmasıdır. Çünkü açığa çıkan ısı enerjisi etkin olarak kullanılamamakta ve sistemi soğutmak için ayrıca malzeme ve çözüm gerektirmektedir. Yeni Nesil Yakıt Pillerine Doğru Bugün ticarî olarak geliştirilen sistemlerde 100 MW gibi oldukça yüksek güçlere ulaşılmıştır. Bu tip sistemlerde hidrojen, kolay elde edilmesi ve bol bulunmasından dolayı, kritik bir reaksiyon malzemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak yakıt pillerinde kullanılmak üzere depolanması, kullanımda pratik bir metot değildir. Depolama yerine, hidrojenin bor ile yaptığı bileşikler kaynak olarak kullanılmakta, ancak bu da ileri teknoloji gerektirmektedir. Uygulamalı mühendislik bilimlerinin hemen hemen her alanında yer bulan nanoteknolojik araştırmalar, yakıt hücresi ile alâkalı çalışmalarda da kendine yer bulmuştur. Berkeley California Üniversitesi’nde bir araştırma grubu, platin/nikel (metal çifti) nanokristalleri kullanarak yaptıkları çalışmada elde ettikleri katalizör (kimyevi reaksiyon hızlandırıcı), maliyeti düşüren ve verimi artıran neticeler verdi. “Science” dergisinde yayımlanan makaleye göre, geliştirilen metot ile elde edilen malzeme, platin kaplanmış üç boyutlu nanoçerçeve olarak ifade edilen bir molekül. Nanoçerçevenin yüksek yüzey-hacim oranı, mevcut kullanımdaki metal katalizörlerden en mühim farklılığı... Bu hususiyetiyle buluş; yakıt hücrelerinde en kritik süreç olan hidrojenin etkin elde edilmesinde, yeni bir dönem olarak değerlendirilmektedir. Bu ilmî çalışmanın ticarî bir değer kazanması durumunda, daha ucuza mal edilmiş yakıt hücreleri uygulamalarda daha yaygın bir şekilde yer bulacaktır. Elektron Mikroskobu ile elde edilmiş görüntülerde platin kaplamalı (derili) platin/pikel metal çiftinin şekillenme adımları görülmektedir. Elde edilen üç boyutlu molekül (nanoçerçeve), yakıt hücrelerinde hidrojen katalizörlüğünü yüksek oranda artırma hususiyetine sahiptir ve halen kullanılan sistemlerdeki katalizör maliyetlerinde büyük indirimleri netice verecek Kaynak: http://newscenter.lbl.gov/news-releases/2014/02/27/next-generation-fuel-cells-and-electrolyzers-researchers-at-berkeley-andargonne-national-labs-develop-highly-promising-new-class-of-nanocatalyst/ NİSAN 2014 45 423 149 DAMLALAR "Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerinin yayımlanmasını isteyen okurlarımız damlalar@sizinti. com.tr adresinden veya dergimizin web sayfasından "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler. Durdurma Allah’ım Rüyalarımızı dolduran gülleri Bir zulüm fırtınasına vurdurma Allah’ım! Bir fil, hışımla girdi bahçemize, Körpe filizleri kırdırma Allah’ım. Her köşede baç alır haramiler, Sinsi tuzaklara vardırma Allah’ım. Ene zirveye çıkmış, vefasızlık dağında, Gölgesine çadır kurdurma Allah’ım! Hakikati göster, bakan körlere, Nefis batağına girdirme Allah’ım! Fitne tellâllarının elinde katmerli kara, Masumların yüzüne sürdürme Allah’ım! Yalanı, iftirayı sokaklar almaz, Sapmışlara yol sordurma Allah’ım! Hâlden anlamaz dertsizlere Azmış yaralarımı sardırma Allah’ım! Dalga dalga gelen belâ seline, Tahammül settini yardırma Allah’ım! Kış çetinse, çiçek yüklüdür bahar, Borana, tayfuna boğdurma Allah’ım! İçimizde ebedî saadet yangını, Dağ taş yürüyelim; mola verdirme Allah’ım! Kalb aydınlığımız parlar gözlerimizde, Ufkumuza kin perdeleri gerdirme Allah’ım! Çile, okuludur; kudsî yolun, Sabrımıza ye’si kardırma Allah’ım! Göz pırıltılarımızla doludur, dualarımız; Müjde doldur mendile, boş dürdürme Allah’ım! Güneş doğdu doğacak karanlıklara, Boşanan ümit selini durdurma Allah’ım! NİSAN 2014 150 423 İbrahim Özgüleç Hazırlayan A. Osman Dönmez damlalar@sizinti.com.tr Abdullah Rıdvan Can Kavgalar sürgün edilir fikrinden, Hiç bilmediğin hayaller tutuklanır gönlünde. Avlularda beklersin geri dönmeleri, Geri dönmeler çoktan kalmışken mahşere. Pembe dudaklarında gençliğe inat, Buruş buruş türküler söylenir o vakit. Alnın bir kelebeğin ömrüdür ya belki sonu, Gözlerin sırata denk bir geçit… Salkım taneleri gibidir göz torbacıkların, Ellerine kirli yarasalar yuva yapmıştır. Bedenin zor bir denklem değil aslında, Dizlerin ufacık bir ağrıda çözülür kalır. Ercan Büyükşahin BÖYLE ÖLÜNÜRMÜŞ Kaybolursun susuşlar içinde, kaybolur zihnin. Dökülen sözlerin yüzünden ilmek ilmek asılırsın. Söyleyeceklerinin hevesi varken içinde, Belki, çoktan unutulmuştur bile yasın. Dert başta uçuşur bir karga sürüsü gibi, Derman çölde bir avuç kumda saklıdır. Düşme peşine bir damla seraptır göreceklerin, Her Mecnun’um deyişine bir Leyla yasaklanır. Yol acıtır canını, korkutur seni iklimler, Bir mucizeye bile kalmamıştır artık geri dönüş. Bir mayıs akşamı bedenine zemheri iner, Dersin ki; demek böyle ölünürmüş… MUHASEBE Edeptir bir insanı insan yapan İnançtır, şu yığını ayakta tutan Yoksa İslâm’a hizmet, Allah’a iman Eşref-i mahlûkat olmanın mânâsı ne? Alnın yerde, sözün arşa gitmiyorsa Tevekkülle, davan haşre kalmıyorsa Akıl deryan, gönül nehrinle dolmuyorsa Duygunun, mantığın mânâsı ne? O kuyudan sevdanla çıkamıyorsan Koskoca kâinatta onu bulamıyorsan Zalime elif, Allah’a vâv olamıyorsan Verilen iradenin, aklın mânâsı ne? Duvara asamıyorsan sen nefsini Zikirle harcamıyorsan nefesini Kaldıramıyorsan mantık perdesini Gözün, kalbin, dilin mânâsı ne? Bu yolda tüketmiyorsan ömrünü Dün ile eşit tutuyorsan bugünü İsmail eyleyemiyorsan mülkünü Bu müddetin, sınamanın mânâsı ne? Ercan, icabet etmezsen beş vakte Uymazsan Kâlû Belâ’daki akde Tıkarsan kulağını seyyide, âbide Bu yazgının, hayatın mânâsı ne? Musa Yılmaz KORKU Tercümanım dilimdir gönlüme Nihayetsiz kelimeler yazarım. Söz geçiremeyip de nefsime, Bin bir tövbeler bozarım… Sabah olsun, bekle, sabah olsun. Yatağa düşman, dönüp durursun. Bugün var, belki, yarın yoksun. Git, gel, düşüncelerden bîzârım. Uğuldar beynimde simsiyah kuşlar, Her çığlıkla önümde uzar yokuşlar. Kelimeler: ayağıma takılan taşlar, Korkum, bu taşlardandır mezarım NİSAN 2014 423 151 Mürsel Demir EMAN VER Y RAB! İsyan ile sarhoşluğa büründüm, Rahmetinle beni yıkat İlâhî! Bu yokuşta yüz üstü çok süründüm, Tut elimden beni kaldır İlâhî! Benliğim mil çekti gören gözüme, Bir yabancı oldum şimdi özüme, Lisanım küllendi can kat sözüme, Yaşayan ölüyüm dirilt İlâhî! Hicrana gömüldüm nefessiz kaldım, Düzlüğe çıkınca günaha daldım, Gördüğüm her renge desene kandım, Beni bu gafletten kurtar İlâhî! Yıllarca aradım çırpınıp durdum, Günahta yoruldum tövbede coştum, Karşıma çıkandan hep Sen’i sordum, Gedanı kapından kovma İlâhî! Oktay Güneş YAKARIŞ Çiğdemi alev sardı, kırmızısı kor gelir, Sevdayı hicran yaktı, acısı yaman gelir, Yer ve gök ağlaşıyor nağmesi ağıt gelir, Yıkıldı kutsal yapı, sineler kırık şimdi. Muharremi tarihten bir acı sayfa düştü, Çehreler çeşit çeşit, yüzlere riya düştü, Örselendi imanlar dillere kezzap düştü, Sükûtun çığlıkları ruhlara aman şimdi. Vefasız otaklarda Hakk’a hadsizlik oldu, Menfaat sahnesinde namuslar üryan oldu, Helâlsiz dünyalıklar kursağa taam oldu, Dualar kapanıyor gök kubbe harap şimdi. Körpecik kanatlara hoyrat ayazlar değdi, Uzatılan ellere zehirli kırbaç değdi, Gönül saraylarına yıkıcı deprem değdi, Enkazlar diyarında Gayretullah yâr şimdi. Fatma Kutluhan Geride bırakmak En Sevgili’yi En sessiz ve en mânâlı selâmı vermek, Paylaşırken belki de en son bakışları… Ve koyulmak yola, Kalbinde ardında bıraktıklarının buruk acısıyla, Tekrar döneceğini bilmiyor olsan da; Bir son daha yaşamak, yeni bir başlangıç adına. NİSAN 2014 152 423 AYRILIK Tarkan Berkant Altınkaya Uçurumları vardır... Sarp dağları... Zindanlarında zincirleri vardır: Kalın halkaları paslı Kilitli yerleri ışıldayan Çınlayan Şangırdayan zincirler... Avuçlarının içini yakan Mum alevi nedir? Yandıkça alevinden alev doğan Cehennem ateşleri vardır Karanlıklarında... Göğün yedinci katından Hızla büyük bir Okyanusa dalmak vardır Ki karaya sıçrayan Bir balık gibi Soluksuz kalmak vardır Havasında her solukta... Ney gibi yanmak Kays gibi kalmak vardır Çölünde... Kızgın yağında kavrulurken Zabit Karaköse Dağlar korkulası bu gece Yıldızlar bir bilmece Yollar, pusulu ve sisli Sesim geceden akisli Cıvıltılar var bilirim yakın Gelmese baykuşlar akın akın Söylesene nerde yağmur Ellerimiz de olacak mı çamur Anne var karnında bebek Beş aya yanımıza gelecek Bilal Yavuz DERVIŞ Kimselere âhını duyuramadan Kavrulurken Gözünden süzülen Bir damla yaş yağmurunda ıslanmak vardır Düşer kendi avuçlarına... Kışta yanmak, Yazda donmak vardır... Yüce dağların Taşıyamadığı yükü Taşımak vardır omuzlarında Ayakların yara bere içindeyken hem de Harap bir viranede Ölmek vardır sonunda... Nedir bu diye Sorma çocuk Bunun adı aşktır! Bunun adı aşktır! Nefesinle dirilt beni İsa, Asan yüreğimdedir Musa, Çölünü ver Mecnun, Gürzünü ver Ferhat, Feyzini ver Hallaç, Aşkta yanmaya geldim! ANNE VE BEBEK Şimdiden hazır çorabı, odası Gömlekleri var yeşilli yakası Anne vardı dağlara gitti Baykuşlar bir ah işitti Anneyi vurdu dağın bilinmez cismi Daha koymamıştı bebeye ismi Beş ay geçmiş üzerinden olayın Bugün ikisi son ayın Doğum günü olacaktı ikisi bebeciğin Ölmeseydi karnında anneciğin... İKRA İster kehkeşanı oku ister bendini Varsın birbirinden başka olsun söz Değil mi ki mânâ bir muhteva bir Ne diye bu kavga bu hırs ne diye Hakk’ın ipi inmedi mi çölün dilinde İster sağdan başla ister soldan İnsan okudukça yazar kendini NİSAN 2014 423 153 NİSAN 2014 / 423. sayı 0 850 222 0 361 Bütün operatörler için dakikası 6 kuruştur. 106 110 112 116 119 122 126 130 122 Belki Bir Gün Biz De Dirileceğiz / Sızıntı Kanser ve Çörekotu Ömer Çağlar Latif Bir Yanardağ Hikâyesi Prof. Dr. Ömer Arifağaoğlu Nasıl Bir Gelecek? ??? Dr. Kemal Serçe 106 Odaya Güneş Girdi 138 Ramazan Çakır Ateş Karıncalarında Kolektif Hareket / Dr. İhsan Köse Osmanlı’nın Mültecilere Yaklaşımı / Murat Duman Kalbin Zümrüt Tepelerinde (Veli ve Evliyâullah) 135 138 140 Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı İDARÎ MERKEZ Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78 YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38 E-posta: sizinti@sizinti.com.tr http://www.sizinti.com.tr ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için aramanın dakikası 6 kuruştur. Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk. P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78 Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30 €; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56 $’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak 94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $ olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042 Bilim ve Ahlâk Arasında, Deney Hayvanları / Doç. Dr. K. Can “İstanbul’u Dinliyorum” Matthew’den / M. Sacit Arvasi Bir Hakikat Yolcusu: Selman-ı Farisî / E. Osman Uygur , twitter.com/Sizinticomtr numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir. US Postal Service: Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson, NJ, and additional mailing offices. POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. AVRUPA ABONE - DAĞITIM World Media Group Ag -İsmail Kücük Adres: Sprendlinger Landstr.107-109 D-63069 Offenbach am Main Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105 Mail: dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de Fontäne için : abo@fontaene.de Avusturya Dağıtım Sürat HandelsgesmbH Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria Tel.:01 / 958 00 21 YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli YAYINA HAZIRLIK Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38 EDİTÖR A. Osman Dönmez Faruk Çetin GÖRSEL YÖNETMEN Engin Çiftçi 144 148 150 Bilim “Yaratılış” Diyor–42 Prof. Dr. Arif Sarsılmaz Sağlık, Bilim Teknoloji Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın Damlalar A. Osman Dönmez , youtube.com/sizinticomtr GRAFİK-TASARIM Kaynak Kültür Yayın Grubu (0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78 BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş. Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61 BASIM TARİHİ: 1 Nisan 2014 ISSN 1300-1566 BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş. ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş. FİYATI: ¨ 5.50 YAZI KURALLARI * Yazılar e-posta ile (sizinti@sizinti.com.tr adresine) gönderilmelidir. * Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar, daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü takdirde değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez. * Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. 4 1 âlim kitap Okul İnsan ve kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıma adına ruh ve gönül dünyamızda farklı pencereler açacak dört eser… • Fethullah Gülen ve Edebiyat • Şiddetsiz Aksiyon • Fethullah Gülen’in Fıkhını Anlamak • Fethullah Gülen’in Sünnet Anlayışı Kulaktan dolma ile kitaptan bilme arasındaki fark “hakikat”tir. Ülkemizin ve dünyanın son yarım asrına ışıktan bir mühür vuran kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’ye dair hakikatli değerlendirmeler içeren bu eserleri, mutlaka okuyunuz… kitapkaynagi www.kitapkaynagi.com ¨ 5.50 İnsan eliyle asla olmaz o renk ve desen, Olanları bile tam taklit edemezsin sen; Nimette mün’imi okumaktır senin hissen, Keşke bu kadarını olsun becerebilsen..! DPP No: 112491-2014/04
© Copyright 2024 Paperzz