ARALIK 2014 YIL 36 SAYI 431 ISSN 1300 - 1566 Hicret Kâinattaki En Az İş Prensibi Gönüllüler Hareketi Kanguru Annelik Kâinat ve İnsan Cephede nöbetin saati seneler ise, Ziyamızı korumada bilinmez miktarı; Böyle kutsal vazife nasip olmaz herkese, Yine de bu konuda Allah verir kararı! “Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa, onun mükâfatı Allah’a aittir.” diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. H icret; engin gayeli mukaddes bir göç.. inanç, duygu ve düşünce zenginliğiyle beslenerek gerçekleştirilen böyle hedefli bir göç, hulûsun derinliği ölçüsünde insanın semavî seyahatlerine denk sayılabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu seyahatin hem semavî olanıyla hem de arzda cereyan edeniyle şereflendirilmiştir. Bunlardan birincisi, has çerçevesiyle O’na mahsus ve başkasına müyesser değil; ikincisi ise, belli şartlar altında, kıyamete kadar herkese açık bir şehrahtır.. Peygamberlik semasının ayı-güneşi o büyük insana kadar, binler ve yüz binlerin yürüyüp gittiği feyiz ve bereketiyle pırıl pırıl bir şehrah. Hiç şüphesiz bu mukaddes göçün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını da, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin Medar-ı İftiharı gerçekleştirmişti.. O, ayağını sağlam basabilecek emin bir mekâna yerleşmek, vefalı dostlarına pürvefa yardımcılar bulmak, arzın göbeğinden göğsüne sıçrayarak orada sitesini kurmak ve yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler hazırlamak için, emri öteden, böyle bir göçe katlanmıştı. Plân ve proje geniş ve sema buudlu.. mebde’ ve netice arasındaki mesafeler insafsız.. bir baştan bir başa iblis ve gulyabaniler güzergâhı bu uzun yolda, her yanda kötülük duygu ve tutkusu, her dönemeçte bir yığın fitne ateşi.. evet, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, gönülleri ümit, itmi’nan ve inşirahla coşturmaya yetecek kuvvet kaynağı ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”1 dilinde ve gönlünde.. Allah’a dayanmış, tevfike râm olmuş ve bu uzun yola koyulmuştu.. koyulmuştu ve yürüyecekti arkasına bakmadan.. yürüyecekti arkasındakileri bırakmadan... O gün, Mekke’nin inkârcı ve dayatmacı zorbaları karşısında her yol deneniyor, her çareye başvuruluyordu; ama bu gaye ve vazife insanına göre, yapılanlarla olanlar arasında tenasübün bulunmadığı da bir gerçekti. İşte bu tenasüpsüzlük, zaten, vazife şuuru ve hizmet aşkına kilitli Hazreti Sahib-i Risaleti, Mekke’nin dışında yeni muhataplar aramaya sevk ediyordu. Tâif bu mülâhazanın ilk rüyası, peygamberlik davasının Mekke dışındaki ilk konağı ve bir sürü eza ve cefaya rağmen, tek bir mü’min tesellisiyle mağmum fakat ümitli geriye dönülen ilk hicret ülkesi olmuştu. Sonra Mina’nın sarp, ürperten fakat candan Akabelerinde taşradan gelenlerle “sırran tenevverat” kuşağında cereyan eden gizli görüşme ve âşina sineler arama. Aranan kimdi onu kestirmek çok zordu; ama bulunan Medine’nin altı tâli’lisi olmuştu. İlklerden bu altı bahtiyar, insanlığın mâkus kaderinin değiştirilmesinde, nübüvvet elinin kullandığı ilk manivela olacaktı. Beşerin ebedî halaskârı hakkında bütün bildikleri, sırf Siyon cakası bir kulak dolgunluğundan ibaret olan: “Allah son bir peygamber daha gönderecek ve İsrailoğulları O’nun bayrağı altında cihanla bir kere daha hesaplaşacaklar.” söylentisiydi. Gerçi bu ümniye onların işine fazla yaramamıştı; ama Medine yerlilerinin sinelerindeki hakikat tutkusunu yönlendirmeye ve ateşlemeye yetmişti. Bu basit malumat o zaman, bir büyük gerçeğin kuluçkası ve cevher madeni olmuş, mevsimi gelince de, ebedlere kadar “Ensar” nâm-ı celîliyle serfiraz olacak Medine halkının etekleri mücevherlerle dolmuştu. Bu ilk altı kutluyu, daha sonra, ayrı bir on bahtiyar takip etmiş, müteâkip sene de, içinde kadınların da bulunduğu yetmiş kişilik bir kudsîler topluluğu ikrarlarını ilân, teslimiyetlerini ifade ve Resûlullah’ın çağrısına “evet” demenin yanında, Efendimiz’i Medine’ye davet etmek üzere, yine bir kuytu yerde o Ebedî Halaskâr’la görüşmüş, biat etmiş ve O’na “Buyurun beldemize!” demişlerdi. Ciddiydiler; O’nun getirdiği her şeyi kabullenecek, O’na teslim olacak, nefislerini, kadınlarını, çocuklarını koruma mevzuunda gösterdikleri aynı hassasiyeti O’na karşı da gösterecek, O’nu bağırlarına basacak, koruyacak ve canlarından aziz tutacaklardı. Bunun karşılığında da Allah onlara Cennet vaadediyordu. Anlaşma tamam.. Resûlullah mütebessim.. ARALIK 2014 431 523 Ensar memnun.. ve Medine’nin kapıları da Muhacirlere ardına kadar açıktı. Üçer-beşer Mekke boşalıyor.. açık-kapalı herkes Medine’ye akıyor.. hicret edenlerin fedakârlığı, Ensar’ın îsâr ruhuyla bir başka televvüne ulaşıyor ve derken arz yolculuğu âdeta miraçlaşıyor, semavîleşiyor ve mekân üstü âlemlerde meleklerin seyahati çizgisini buluyordu. Tabiî, arzdaki bu semavî yolculuğun en son kafilesi de yine peygamberlik kafilesinin sonuncusuyla noktalanıyordu. Ama her mazhariyetin maruziyet çizgisinde cereyanı esprisiyle, O’nun hicreti de “Belanın en çetini hep peygamberlerin başına...”2 esasına göre gerçekleşiyor ve o korkunç ölüm vadileri teslimiyet ve tefviz kanatlarıyla aşıla aşıla münevver beldeye ulaşılıyordu.. hem öyle bir ulaşılıyordu ki, ne Sürâka’nın o günkü ruh haleti itibarıyla sirkatinden daha karanlık düşüncelerine, ne Sevr Mağarası’nın içinde ve dışındaki çıyanların ağına, ne de yoldaki haramilerin fiilî insafsızlığına maruz kalınıyordu. Sürâka sahabeliğe namzet bir dosta dönüşüyor.. Büreyde arkadaşlarıyla beraber İslâm’la tanışıyor.. ve derken o Gül İnsan, tipinin-boranın estiği yollarda, her yanı gül bahçesine çevire çevire köyüne yürüyordu... Duyguları kan, düşünceleri kan, gözleri kan bir sürü kanlı deli Mekke’de esire dursun; Allah Resûlü, Medine halkının “seniyye-i veda” türküleri arasında otağını, bugünkü yeşil kubbenin bulunduğu bir kutlu yere kuruyor ve mescitle iç içe mübarek hanesine yerleşiyordu.. yerleşiyor, sonra da İlâhî mesaj ve ruhunun ilhamlarıyla çevreye hayat üflemeye başlıyordu. –O hayatın kaynağına da, onu üfleyene de ruhlarımız feda olsun!– Hazreti Âdem, hicret mânâ ve ruhunun vaadettiği uhrevî enginliğe ulaşmak için, Cennet’ten dünyaya uzanan bir uzun sefere çıkmış.. Hazreti Nuh, karalardan sonra ARALIK 2014 524 431 denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış.. Hazreti İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan ili deyip durmadan dolaşmış.. Hazreti Musa, anne evinden Firavun sarayına, oradan da Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş durmuş.. Hazreti Mesih, eski peygamberlerin geçtiği bütün köprülerden geçmiş.. ve bu dönemin ilk kudsîleri de eski dünyanın hemen dört bir yanına irşad ekipleri tertip etmişlerdi. Çağın kudsîlerine gelince; onlar, “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa, onun mükâfatı Allah’a aittir.”3 diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu hicretleri sayesinde imana, Kur’ân’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyaloğu duyanlar da bulunacaktır. Evet onlar, Hira Dağı’ndan ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak.. ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek.. mantıkla İlâhî vâridâtı birden duyup, herkese duyuracak.. kalb ile Kur’ân arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç asırlık ayrılığı sona erdirip en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen iman, aşk ve heyecan yarışı olduğunu günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız çocuklarına öğreterek, onları fânî hayatın dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir kere daha onlara var ve hür olma yollarını, sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir. Dipnotlar 1. Âl-i İmran Sûresi, 3/173. 2. Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67. 3. Nisâ Sûresi, 4/100. { Bir millet fertleri arasında hile ve aldatmaca akıllılık sayılıyorsa, o millet, artık onulmaz bir derde müptelâ olmuş demektir. Böyle bir bünyede iyilik emaresi olarak görülen şeyler ise, veremli bedendeki şişkinlikleri semirip gelişme zannetme gibi bir aldanmışlıktır. } Kanguru Annelik Nuh Özdin G ecenin sessizliğini bölen bir telefon sesiyle uyanmış, kendime gelemeden telefonu açmıştım. Arayan, komşumuz Ahmet Bey’di. “Komşu haydi! Vakit geldi, çabuk ol!” diyordu. Çok şaşırmış ve ‘Neyin vakti geldi?’ diye birkaç saniye düşünmüştüm. Hemen aklıma, Ahmet Beylerin bebek beklediği geldi. Onlara, arabam olduğu için “Ne zaman gerekirse, ben ve arabam hazırız.” demiştim. Fakat eşim birkaç gün önce daha bir ay kadar vakit olduğunu söylemişti. Hemen toparlandım ve çabucak giyinip aşağıya indim. Onlar da inmişlerdi. Beş-on dakika sonra hastanedeydik. Eşi doğumhaneye götürülürken Ahmet Bey, hem heyecanlı hem de endişeliydi. Beraber bekledik dua ederek doğumhanenin kapısında. Bir müddet sonra doğumhaneden çıkan doktoru gördük ve hemen yanına gittik. Bizi odasına alan doktor, bebeğin prematüre olduğunu ve bir müddet müşahede altında kalacağını söyledi. Yüz ifadelerimizden prematüreyi hastalık olarak anladığımızı düşünen doktor: “O kadar korkulacak bir durum yok!” dedi ve devam etti: “36 haftadan önce doğan bebekleri tıp dilinde prematüre bebek olarak adlandırırız. Doğumların yaklaşık % 8’i erken doğum ile neticelenir. Bunun birçok sebebi vardır. Eşiniz sigara kullanıyor mu?” Ahmet Bey: “Hayır” diye cevap verdi. Doktor, konuşmasına devam etti: “Erken doğum daha çok sigara gibi zararlı madde kullanan, ağır işlerde çalışan ve iyi beslenemeyen annelerde gözükse de başka fizyolojik sebepleri de vardır. Erken doğumla dünyaya gelen ARALIK 2014 431 525 bebekler genellikle çok zayıf ve vücut ısıları dengesiz olduğundan koruyucu bir mekân olan kuvöze alınırlar. Kiloları ve vücut ısıları dengeye gelinceye kadar burada bakılırlar. Kuvözlerde bebeklerin ısı takibi çok önemlidir, vücut ısıları belli bir sıcaklığın altına düşerse, hayatî tehlike meydana gelebilir.” Ahmet Bey’in morali bozulmuş, kafası karışmış tı. Kuvözlerde; yalnız başına, anne şefkatinden mah rum ve âletlere bağlı bebekler aklına gelmiş olmalıydı. “Başka bir yol yok mu?” diyebildi. Doktor: “Aslında var.” diyerek konuşmasına devam etti: “Son zamanlarda kuvözlerin yerini tutacak daha tesirli bir metot bulundu. Bebeğin durumuna göre onu uygulayabiliriz.” Doktoru daha dikkatli dinlemeye başladık. “Kan guru Annelik (Kangaroo Mother Care) adı verilen bu metot şu şekilde işlemektedir: Erken doğan bebek, önce kısa bir süre kuvöze alınarak sağlık durumu gözden geçiriliyor. Daha sonra vücut ısılarının dengeye gelmesi için anneye veriliyor. Anne, bebeği, göğsü kendi göğsünün ortasına gelecek şekilde yatırıyor ve vücuduna sarıyor. Bu uygulamada anneyle bebeğin tenleri doğrudan temas hâlindedir. Böylece bebeklerin, kanguru kesesine benzeyen bu sıcak ortamda hem vücut ısıları dengede tutuluyor, hem de bebekler yegâne gıdaları olan anne sütüne istediklerinde ulaşabiliyor.” İlk defa duyduğum bu metodun kuvözden farkını, ne gibi avantajlarının olduğunu sordum. Doktor sorularıma şu cevabı verdi: “Araştırmalar, kanguru annelik metodunun kuvözden çok daha başarılı ve güvenli olduğunu göstermiştir. Bu metot, anne ile bebek arasındaki duygu bağını güçlendirdiği için bebeğin gelişmesine de müspet katkı sağlamaktadır. Kanguru anneliğinin başka faydalaARALIK 2014 526 431 rı da var; burada annenin sıcaklığıyla bebek rahatlamakta, kalb ve solunum ritmi dengelenmektedir. Böylece hastanelerdeki kuvöz ihtiyacı ve hastanede kalma süresi de azalmaktadır.” Daha sonra doktor bey, bizim eve gidebileceğimizi, bir müddet bebeği kontrol altında tutacaklarını ve bir-iki gün içinde bu metodu uygulayıp uygulamayacaklarına karar verebileceklerini söyledi. Eve döndükten sonra, kanguru annelik konusunu araştırdım. Okuduğum makalede, vücut ısısının düzenlenmesinde rol oynayan merkezden bahsediliyordu: “Ekvator’da yaşayan insanların da, kutuplardakilerin de vücut ısıları 36-37 0C arasında sabit tutulmaktadır. Beynimizde, hipotalamusta bulunan ısı ayarlama merkezine vücut ısımızı dengeleme görevi verilmiştir. Çok küçük bir yer tutan merkez, bir termostat gibi çalışır. Vücut ısımız arttığında düşürme, azaldığında artırma yönünde sistemi harekete geçirir. Hipotalamusun ön ve orta kısmında olmak üzere iki bölümden oluşan merkezden ön kısımdaki vücut ısımızı düşürücü, orta kısımdaki ise artırıcı mekanizmanın başlatılmasını kontrolle vazifelendirilmiştir. Merkezi harekete geçiren ise, derimizde bulunan ısı reseptörleridir. Soğuk (Krause cisimcikleri) ve sıcak (Ruffini cisimcikleri) olmak üzere iki farklı ısı reseptörü vardır. Ayak ucumuzdaki küçük bir ısı değişikliği bile ânında sinirler yoluyla merkeze iletilir ve sistem harekete geçirilir. Vücut ısısının düşürülmesi için terleme mekanizması işletilir. Bunun için ilk safhada vücut içindeki ısı deriye taşınır. Burada en önemli işlem, kan damarlarının genişlemesidir. Böylece deriye ısı iletimi artar. Vücut ısısının artırılması için ise damarların daralması ve titreme gibi hâdiseler başlatılır.” Vücudumuzdaki bütün sistemleri, kâinattaki bütün kanunları, Kayyûm olan Rabb’imiz (celle celâluhu) yaratmıştır. Müsebbibü’l-Esbab, yani sebepleri var eden, ancak O’dur (celle celâluhu). Tabiî ki kanunlar insanoğlu için konmuş ve geçerlidir. Rabb’imiz dilerse, Sünnetullah olarak adlandırdığımız, tabiatta câri kanunlara uymayan hâdiseler de yaratabilir: Somon balıklarının akıntının tersine, hattâ bazen küçük şelalelerden de geçerek göç etmeleri ve atomun çekirdeğindeki pozitif yüklü protonların bir arada durabilmesi gibi. Yanıcı bir madde olan hidrojenle yakıcı bir madde olan oksijenden söndürücü hususiyeti olan suyu yaratan da O’dur (celle celâluhu). Kanguru annelik de Rahîm olan Rabbimiz’in (celle celâluhu) merhametinin bir yansımasıdır. Bebeğin vücut ısısı, daha sıcak olan anneden dolayı artmakta fakat bu anneye zarar vermemektedir. Annenin vücut ısısı dengelenmeseydi, daima ısı kaybedecek ve ısı düzeni bozulacaktı. Bir defa daha anlıyoruz ki; Alîm ve Hakîm olan Rabb’imiz (celle celâluhu) tasavvurlarımızın ötesinde sonsuz ilim ve hikmet sahibidir. Bu arada, yolu gözlenen bebek hastanede bir-iki haftada toparlanmış ve eve getirilmişti. Ahmet Bey de bebeğine, fakirin adını koymuş. Dünyaya gelişinle ne çok şey öğrenmemize vesile oldun. Hoş geldin Numan bebek! n.ozdin@sizinti.com.tr - - - Gökte pervaz eden sistemlere denk, Hep bir semavîlik içinde âhenk; Kalbin güdümünde olunca bu hâl, Onlara eşlik eder gökte melek... Kaynaklar P. Kavitha, R. Aroun Prasath, P. Krishnaraj, “A Study To Assess The Knowledge On Kangaroo Mother Care Among Post Natal Mothers”, Journal of Science, Vol 2, Issue 1, 2012 http://www.jhsph.edu/research/centers-and-institutes/ international-center-for-maternaland-newbornhealth/stories/ http://www.kangaroomothercare.com ARALIK 2014 431 527 Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), esir ve rehinelere merhamet edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Esirlerle alâkalı hukukî mânâda ilk düzenlemeler, Bedir Savaşı sonrası yapılmıştır. Habip BALCI ARALIK 2014 528 431 İ nsanlık tarihinin her döneminde, devletlerarası meseleler öncelikle diplomatik yollarla aşılmaya çalışılmış, bu yolların tıkanmasıyla da savaşlar kaçınılmaz olmuştur. Ordularını en modern silâhlarla teçhiz edip savaş meydanlarında karşı karşıya gelmekten çekinmeyen toplumlar, zafer elde etmek için her türlü yolu mubah görse de, bazı davranışlara tahammül gösterememiş, savaşmaktan da vazgeçemeyince, karşılıklı olarak bazı insanî ve hukukî kurallar koymak zorunluluğu hissetmiştir. Günümüzde insanlık için daha korkunç bir hâl alan savaşların bugünkü hukukî kaidelerle, milletlerarası çeşitli kuruluşlarca önlenmek veya böyle bir görüntü verilmek istenmesine rağmen, dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak çatışmalar devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında İslâm hukuku hem savaşların önlenmesinde, hem de savaş esnasında uygulanacak kaidelerin belirlenmesinde hikmet dolu bir birikime sahiptir. İslâm’da asıl hedef barıştır İslâm hukukunun temel hedeflerinden biri de yeryüzünde barışı hâkim kılmaktır. İslâm hukuku, savaşın ferdî ve içtimaî hayat akışı içinde mecbur kalındığında başvurulacak bir yol olduğunu, ancak bunun belli esaslar dâhilinde yapılması gerektiğini kabul etmektedir. Savaş bir gâye değildir; sadece bir vasıta, ama mecburî durumlarda başvurulacak bir vasıtadır. Bu mânâda, İslâm savaş hukukunda savaşın müdafaa hususiyeti ağır basmaktadır. Buradaki müdafaa sadece varlığını koruma gâyesi taşımaktadır. Aşırı gidilmesi yasaklanmıştır. Allah (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de mealen şöyle buyurmaktadır: “Size karşı harp açanlara, siz de Allah yolunda harp açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırıları sevmez.” (Bakara–190) İslâm’da diplomatik yollar tükenmişse, savaş kaçınılmaz bir yoldur; fakat ulaşılmak istenen bir hedef değildir. Esas olan, Allah’ın (celle celâluhu) rızasıdır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), on senelik Medine döneminde yirmiden fazla savaşa katılmıştır. Senede ortalama iki defa harbe çıkmıştır. Vefatında ise Arap Yarımadası bütünüyle Müslüman olmuştu. Bu harplerde düşman tarafında ölenlerin sayısı yaklaşık 250, Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 150 civarındaydı. Bu O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), insanları imha için savaşmadığını göstermektedir. Güç kullanma yetkisi devlete aittir İslâm tarihindeki uygulamalara bakıldığında, savaş kararını ancak devlet alabilir. Her isteyen insan veya grubun devleti bir kenara iterek, hukukun dışında Emniyet, selâmet, huzur mânâlarını ihtiva eden İslâm, öncelikle sulhu savunmuş, savaş kaçınılmaz olduğunda ise, nasıl davranılacağını, nelerin yasak olduğunu detaylı bir şekilde düzenlemiştir. rastgele savaş ilân etmesi ve güç kullanması söz konusu olamaz. Ebû Yusuf, savaşı yapacak ordunun bile savaş kararı alamayacağını söyler. Bu görüş, Maverdî tarafından da teyid edilir; hattâ Serahsi’nin Şeybanî Şerhi’nde “bir İslâm ülkesine karşı hasmâne harekata geçen bir ülkeye karşı İslâm hükümetinden müsaade almadan, harp ilân edilemeyeceği” ifade edilir. Günümüzde İslâm’ı temsil ettiklerini iddia eden bazı kuruluşların kendi içlerindeki organizasyonlarla ülke içinde veya diğer ülkelere karşı başvurdukları şiddet veya gücün kabul edilemez bir husus olduğu açıktır. İslâm’da savaş hukuku kaideleri ve bunların uygulanışı Bir Müslüman savaşmak mecburiyetinde kaldığında, diğer insanların insanlık şeref ve haysiyetini rencide edemez. Çünkü savaş durumlarında bile, dinin çizdiği sınırların korunması gerektiği vurgulanmıştır. Modern dünyada meydana gelen savaşlarda büyük bir problem hâlini alan “sivillerin ve çevrenin korunması” hususu, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde en güzel şekilde tatbik edilmiştir. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) savaşlarında, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, kendini ibadet-i taata vermiş din adamları, işçi ve hizmetçiler savaşa iştirak etmedikleri müddetçe canları koruma altına alınmıştır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir askerî birliği veya orduyu sefere uğurlarken onlara “Allah’ın adı ile yola çıkın. Allah’ın dini için Allah adına savaşın. İhtiyarları öldürmeyin!” buyururlardı. Bununla birlikte Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sözünün devamında, “Manastır ehlini öldürmeyin.” buyurarak Müslümanlara karşı gelmedikleri müddetçe din adamlarının da öldürülmelerini yasaklamıştır. İşçi ve hizmetçilere gelince; onlar savaş niyetinde olmayan mustaz’af zümreler olarak tavsif edildiklerinden, düşmanla beraber olmaları onların öldürülmelerine sebep teşkil etmeyeceği yine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından dile getirilmiştir. ARALIK 2014 431 529 Savaşta sivil halkın öldürülmesini yasaklayan Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), öldürülen insanlara karşı cahiliye döneminden kalma “müsle yapma” âdetini de ortadan kaldırmıştır. Müşriklerin savaş esnasında intikam duygularıyla öldürdükleri kimselerin kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Uhud Savaşı’nda amcası Hz. Hamza’nın (ra) cesedini parçalanmış olarak gördüğünde derin bir üzüntü duymuş ve: “Eğer Allah bana zafer nasip ederse, Hamza’ya yapılanın karşılığında otuz müşrike aynı muameleyi yapacağım.” demişti. Bunun üzerine: “Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/12) mealindeki âyet nazil olunca, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) yemininden vazgeçti ve kefâret ödedi. Çevreye zarar vermeme Mâbetlere ilişmek, ağaçları yakmak, hayvanlara dokunmak, araziyi, mâmur yerleri, yeraltı ve yerüstü servetlerini heder etmek de harp yasaklarındandır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), vefatından kısa bir süre önce, ordu komutanı Usame b. Zeyd’e (ra) şu tavsiyelerde bulunmuştur: “İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin. Sürüleri tahrip etmeyin.” Bazı muhasaralar sırasında -Beni Nadr kabilesine yapılan askerî operasyon gibi- gerektiği kadar ağaç kesimi; “O kâfirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı kesmişseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız, bu, hep Allah’ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.” (Haşr Sûresi–5) mealindeki âyette ifade edildiği üzere istisnadır. İstisnaî durumlar hâricinde, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), ağaçların ve ürünlerin tahrip edilmesini kesinlikle yasaklamıştır. Esirlere muamele Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), esir ve rehinelere merhamet edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Esirlerle alâkalı hukukî mânâda ilk düzenlemeler, Bedir Savaşı sonrası yapılmıştır. Savaştan kısa bir zaman sonra nâzil olan “…. Nihayet onları iyice mağlup edince, bağı sıkı tutun, onları esir alın. Savaş bittiğinde ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakırsınız. Durum şu ki: Allah dileseydi, onlardan intikamlarınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor.” (Muhammed, 47/4) mealindeki âyet, bir savaş hukuku problemi kabul edilebilecek bu durumun çözümünü kolaylaştırmıştır. ARALIK 2014 530 431 İslâm hukuku, savaşın ferdî ve içtimaî hayat akışı içinde mecbur kalındığında başvurulacak bir yol olduğunu, ancak bunun belli esaslar dâhilinde yapılması gerektiğini kabul etmektedir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Bedir Savaşı esirlerine son derece merhametli davranmıştır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), esirler zincirli şekilde huzuruna getirildiğinde, “Bunları bağışlayalım.” diyerek engin şefkatiyle hepsini affetmiştir. Öldürülmelerini yasaklamış, daha iyi korunmaları için onları askerleri arasında taksim etmiş, onlara müşfik olunmasını istemiştir. Bu, emir telâkki edilmiş, Sahabe Efendilerimiz (ra); “Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah rızası için fakire, yetime ve esire ikram ederler.” (İnsan, 76/8) mealindeki âyeti referans alarak, ekmeklerini esirlere verip, kendileri hurmayla yetinmişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrıca bir cemile yaparak, fidye verip serbest kalabilecek durumdaki bu esirleri, on Medineliye okuma-yazma öğretme şartıyla serbest bırakmıştır. Sonraki dönemlerde esirler, toplama kamplarında değil, sosyal hayatın içinde, meselâ bir Müslüman’ın evinde karnı doyurularak, giyim ihtiyaçları karşılanarak ağırlanmış; hattâ vasiyetleri bile yerine getirilmiştir. Emniyet, selâmet, huzur mânâlarını ihtiva eden İslâm, öncelikle sulhu savunmuş, savaş kaçınılmaz olduğunda ise, nasıl davranılacağını, nelerin yasak olduğunu detaylı bir şekilde düzenlemiştir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamalarıyla şekillenen bu düzenlemeler, milletlerarası savaş büyük bir katkı sağlamıştır. h.balci@sizinti.com.tr Kaynaklar - İsmail Kıllıoğlu, “Savaş ve Hukuk”, İlim ve Sanat, TemmuzAğustos 1986, Sayı 8, cilt 2, s. 32. - Davut Aydüz, “İslâm’da Savaş Hukuku Prensipleri”, Yeni Ümit, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012. - M. Fethullah GÜLEN, Sonsuz Nur, İstanbul 1994. TARİHTE BU AY Hazırlayan: Dr. Mehmet Hâleoğlu V tarihtebuay@sizinti.com.tr Osmanlı-Venedik Anlaşması (14 Aralık 1502) enedik, Osmanlı’nın genişleme sahasında bulunan önemli devletlerden birisiydi. Fatih dönemine kadar inişli çıkışlı devam eden münasebetler, İstanbul’un fethiyle yeniden savaşa dönüşmüştür. Diğer Avrupa devletlerinin de müdâhil olduğu ve uzun zaman devam eden bu savaşta, Venedik barış istemek mecburiyetinde kalmıştır. Sultan 2. Bayezid tahta geçtikten sonra, bilhassa Cem Sultan’ın saltanat iddiası ve akabinde yaşanan hâdiseler, Osmanlı’nın Avrupa devletleriyle dostane münasebetler içerisinde bulunmasını zorunlu kılmaktaydı. Fatih’in son yıllarında Gedik Ahmed Paşa komutasında İtalya’ya çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri, daha sonra bulundukları mevzileri kaybetmişlerdi. Cem Sultan’ın Avrupa’daki macerasının 25 Şubat 1495 tarihinde ölümüyle sona ermesi üzerine Osmanlı, Avrupa siyasetini daha reel ve bağımsız şekilde yeniden ele aldı (Cem Sultan’ın Avrupa macerası tam 12 yıl 4 ay sürmüştü). Bu tarihten itibaren yaşananlar, 2. Bayezid’in ikici saltanat devresi olarak ele alınmaktadır. 1498 baharında, Lehistan’ın Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan Prensliği’ne saldırması üzerine, Osmanlı ile Lehistan arasında savaş çıktı. Türk akıncıları Lehistan kralının kuvvetlerini mağlup ederek Varşova’ya kadar bütün Lehistan coğrafyasını bir baştan diğer başa geçti. Lehistan’ın yardım talebi üzerine Macaristan’la birlikte Venedik de Osmanlı’ya karşı savaşa girdi. Bu üçlü ittifaka karşı başarı kazanabilmek için, ittifakın en güçlü devleti Venedik’in saf dışı edilmesi gerekiyordu. Bu sebeple padişahın dördüncü sefer-i hümâyûnu başladı. Bosna Sancakbeyi İskender Paşa, Hırvatistan ve Dalmaçya’ya girdi ve sonbaharda Venedik topraklarına vardı. Venedik şehrinin varoşlarına kadar ilerledi. Osmanlı ordusu tarihte ilk defa Brenta Irmağı’nı geçti. Osmanlı kuvvetleri, Venedik topraklarında Fatih devrindekinden daha fazla ilerledi. Bu sırada Venedik’in esas kuvvetleri, padişaha karşı Mora’da savaşmaktaydı. Osmanlı kumandanı İskender Paşa 20.000 kişilik kuvvetiyle İtalya içlerinde bulunan tam 130 şehir ve kasabayı ele geçirmişti. Diğer taraftan Karadağ’daki mahallî Sırp derebeyliğinin hâkimiyetine son verilip toprakları ilhak edildi. Türk donanması da Kemal ve Burak reislerin idaresinde altın çağlarından birisini yaşamaktaydı. Türklerin İtalya’yı her ân fethedebilecekleri korkusu diğer Avrupa devletlerini de ürkütmekteydi. Buna karşı askerî hazırlıkların yapılabilmesi için Avrupa’da vergi konulması bir alışkanlık hâline gelmişti. 2. Bayezid takip ettiği siyasetle diğer Avrupa devletlerinin ve İtalya’daki Floransa ve Milano gibi küçük devletlerin Venedik’i aktif olarak desteklemelerine mâni oldu. Donanmanın büyük kısmı Venedik’in elindeki Kıbrıs açıklarına gönderildi. Kıbrıs’ın tehdit altında olduğunu zanneden Venedik, kuvvetlerini dağıtarak yardıma gönderdiyse de Korfu valisi esir düştü ve idam edildi. Ordunun başında bizzat sefere çıkan 2. Bayezid, kuvvetlerin bir kısmını Korint Körfezi’ndeki en önemli Venedik üssü olan İnebahtı ve Mora’ya gönderdi. 200 parçalık Venedik donanması ile Sapienza adası açıklarında gerçekleşen savaşta Kemal Reis komutasındaki Osmanlı deniz kuvvetleri bu tarihe kadarki en büyük deniz muharebesini kazandı. Bu zaferin ardından İnebahtı Kalesi fethedildi. Venedikliler, Kefalonya adasını ele geçirerek Preveze’yi bastı. Neticede bizzat padişahın yönlendirdiği Osmanlı ordusu en güçlü Venedik kalelerinden birisi olan Modon’u fethetti. Bunu Koron ve Navarin kalelerinin fethi takip etti. Bu sşekilde Venedik’in Mora ve Yunanistan’la bütün münasebeti kesilmiş oldu. Ticarî münasebetleri, askerî gücü ve ekonomisi büyük darbe alan Venedik, barış müzakerelerine başladı. Elçi Andrea Gritti’nin gayretleri netice vermeyince daha geniş salahiyetlerle Zacharia Freschi elçi gönderildi. 31 maddeden meydana gelen bir sulh anlaşması gerçekleşti. Anlaşma ile Osmanlıların Modon, Koron, İnebahtı, Navarin, Draç gibi bütün yeni fetihleri kabul edildi. Sadece Kefalonya adası geri verildi. Venedik ile yapılan bu anlaşma hükümleri, Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz, Lehistan, Napoli ve Rodos ile de teati edilerek Avrupalı devletlerle uzun süre devam edecek olan bir sulhun temelleri atılmış oldu. m.haleoglu@sizinti.com.tr Aralıkta Yaşanan Bazı Hâdiseler 1 Aralık 1928 17 Aralık 1273 23 Aralık 1876 Lâtin Harflerinin Kabulü, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin Vefatı, 1. Meşrutiyet’in İlânı. ARALIK 2014 431 531 { Bir milletin bütün fertleri arasında ailevî bağ seviyesinde bir irtibat varsa, bu irtibat sayesinde talih, zirvelere doğru onun yoluna mutlaka su serpecektir. KÂINAT VE İNSAN Dr. Kemal SERÇE İ lim, âlemdeki düzenin mükemmelliğinden ortaya çıkar; ilim insanları buradan hareketle, bilinmeyen kanunların keşfini hedefler. Kâinatta her şey ilme dayandığından, kozmolojide de bir matematik vardır. Galileo, kanunlardaki bu determinizmi; “Matematik, Yaratıcı’nın kâinatı yazdığı dildir.” şeklinde ifade etmiştir. İnsanoğlu şu görünen âlemin nasıl meydana geldiğine ve neden var olduğuna binlerce yıldır cevap arıyor. Kâinatın mevcut hâli sebepler açısından âdeta sayısız parametrenin bir arada gerçekleşmesinin bir neticesi olarak görünüyor. Kâinatın yaratılma şekliyle ilgili en fazla kabul gören yaklaşım Büyük Patlama (Big Bang) Teorisi’dir. Büyük Patlama ve yaratılış Büyük Patlama Teorisi, kâinatın bir noktadan büyük bir patlama ile ortaya çıktığını ve âlemdeki her şeyin böylece var olduğunu söyler. Madde, uzay ve zaman, Büyük Patlama ile yaratılmaya başlanmış, ilk saliselerde trilyonlarca dereceyi bulan çok büyük enerji açığa çıkmış ve kâinat genişledikçe ısı yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. Bu müthiş enerjiden temel parçacıklar teşekkül ettirilmiş ve maddenin kaderinde rol verilen dört temel kuvvet açığa çıkarılmıştır. Bunlar, elektronları atom çekirdeğine bağlayan “elektroARALIK 2014 532 431 } manyetik kuvvet”, atom çekirdeğini bir arada tutan “güçlü çekirdek kuvveti”, radyoaktif parçalanmada rol oynayan “zayıf çekirdek kuvveti” ve galaksileri yıldızları bir arada tutan “kütle çekim kuvveti”dir. Kâinatın, Büyük Patlama ile bir noktadan başlayıp sürekli genişlediğini ispat eden birçok delil vardır. Termodinamiğin ikinci kanunu (entropi) da kâinatın bir başlangıcının olduğunu göstermektedir. Kapalı bir sistemde “entropi” (düzensizlik) gittikçe artarak belirli bir süre sonra maksimum değere ulaşır. Kâinat eğer sonsuzdan beri var olsaydı, yıldızların enerjisi çoktan biter, sistemdeki bütün cisimlerin sıcaklığı aynı değere erişirdi. Einstein’ın İzafiyet Teorisi, uzay, zaman ve hareketin birbirine bağlı olduğunu, hareketin olmadığı bir ortamda zamanın da olamayacağını ifade eder. Ünlü E=mc2 formülünden biliyoruz ki, her kütlenin bir enerji eşdeğeri vardır ve bu da güç (kuvvet, kudret) demektir. Oysa kuvvetin mutlaka bir kaynağı ve dayanağı olmalıdır. Bu durumda, varlık hususunda iki şeyden birisi söz konusudur: Ya madde ve enerjiden ibaret olan şu âlem ebedî olmalıdır veya bütün bunların kaynağı ve her şeyin kendisine dayandığı, varlığı kendisinden olan, ezelî ve ebedî, sınırsız irade, ilim ve yaratma kudretine malik bir Yaratıcı’nın varlığı kabul edilmelidir. Bu noktada insanlar iki gruba ayrılır. Birinci grup, akıl ve ilim vasıtasıyla bu soruya cevap arayanlardır. Bunların öncüleri felsefeciler ve bazı bilim insanlarıdır ki, kâinatın varlığını bir yaratıcıya dayandırmadan izah etmeye çalışırlar. Diğer grup ise, böyle müşkül bir sorunun akılla çözülemeyeceğinin, yani insanın acizliğinin farkına vararak bütün varlığı yüce bir Yaratıcı’nın var etmesine dayandırır ki, bu yaklaşımın kaynağı vahiydir. Buna göre, kâinatın yaratılmasında en mühim gaye, Yaratıcı’nın bilinmesi, bunun için de akıl ve irade sahibi bir varlığın, yani insanın yaratılmasıdır ki, Yaratıcı Kendisi’ni tanıtacak elçiler göndermek suretiyle insana var oluş gayesini bildirmiştir. Büyük Patlama’nın başlangıcına gidildiğinde, kâinat fiziken sonsuz yoğunlukta bir noktada kapanır. Herhangi bir cisim sonsuz yoğun olamayacağı için bütün sebeplerin ve fizik kanunlarının geçerliliğini yitirdiği bu noktada bir “tekillik” sözkonusudur ki, burada her şeyin kaynağı ve sebebi olan Yaratıcı hakikati ile karşılaşırız. Büyük Patlama’dan önce hiçbir şeyin olmadığını söylersek bu durumda ne mekân, ne boyut, ne de zamandan bahsedilebilir. Madde, uzay, hareket, enerji ve kuvvet bunların olmadığı bir durumdan varlık sahasına getirilmiş, yani yaratılmıştır. Beş duyu, şuur, akıl ve his bakımından sınırlı olan insanın yokluğu tarif edecek kelime ve sıfat bulması kolay değildir. Robert A. Neumann: “Kâinatın mevcudiyeti Yaratıcı’nın varlığına ulaşmayı zaruri kılmaktadır.” derken, fizikçi Max Planck: “Biri diğerini tamamladı- ğı için din ve bilim arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir.” der ve burada bir Yaratıcı’ya inanmanın zaruretine işaret eder. Kâinat neden var olmuştur ve neden şu ânda olduğu gibidir? Uzay (mekân), zaman, madde, enerji, hayat ve şuurun arkasındaki güç nedir? Hayat nasıl ortaya çıkmıştır? Kâinattaki dört temel kuvvet ve işleyen kanunlarla çok farklı görünümde milyonlarca canlı türün zuhuru nasıl mümkün olmuştur? Yaratılış ve varlık hakkında daha çok soru sormak mümkündür. İlim, kaostan bir düzenin ortaya çıkamayacağını, tesadüflerin de bir nizam meydana getiremeyeceğini söyler. Sonsuz ilim, kudret, irade ve hikmet sahibi olduğunu eseriyle gösteren Yaratıcı için kaos da sözkonusu olamaz. Einstein: “Evrende en anlaşılmaz şey, onun anlaşılır olmasıdır.” diyerek aslında kâinattaki mükemmel bir düzenin varlığına ve anlaşılabilir olmasına ‘hayret etmek’ gerektiğine dikkat çeker. Kâinatta gayeli hareket ve hayat Kâinatta niçin kaos değil de nizam hakimdir? Varlıkta her neye bakılsa, tesadüfe ve basitliğe müsaade etmeyen gayeli ve şuurlu davranış sergilendiği görülür. Bu durum çok kritik ayarlar gerektiren ve kesin hükümler taşıyan kanunlar vasıtasıyla yaratılır. Bu kanunlar neden vardır ve menşei nedir? Bunların, milyonlarca çeşit canlının meydana gelmesini mümkün kılacak çok kritik ve hassas değerler taşıması nasıl izah edilebilir? Atom parçacıkları, elementler ve moleküller gibi maddî unsurların fiziko-kimyevî vasıf ve nitelikleri kaynağını nereden alır? Bazı varlıklarda “hayat” nasıl ortaya çıkmaktadır? Madde, canlıların ve akıllı bir hayatın ortaya çıkması için bu hususiyetleri kendisi kazanabilir ve organize edebilir mi? Kâinatın mevcut durumu bize, bir yeryüzü ve insan var edilecek şekilde müteselsil yaratılışların olduğunu, bunun için de çok hassas kozmolojik ayarlar yapıldığını göstermektedir. Bu durum, sayısız denebilecek parametrenin birlikte var olmasıyla mümkün olabilir; hâlbuki hiçbir düzen ve gaye, tercihli seçim olmadan kendiliğinden gerçekleşemez. Başlangıçtan itibaren kâinatın kritik kütle miktarı, genişleme hızı, dört temel kuvvetin büyüklük ve tesir sahası çok hassas seçilmiştir. Hayatın varlığı için esbap açısından vazgeçilmez olan hidrojen, oksijen, karbon gibi elementlerin varlığı önemli parametrelerdendir. Yaratılıştaki bu kozmolojik verilerin hassasiyetine dikkat çeken Stephan Hawking: “Kâinatın başlangıcındaki genişleme hızı, genişlemenin sonsuza kadar olmaması için öyle hassas bir şekilde ayarlanmıştır ki, hâlâ aynı kritik hıza yakın bir şekilde genişlemeye devam etmektedir. Büyük Patlama’dan bir saniye sonra kâinatın genişleme hızı, yalnızca yüz trilyonda bir oranında bile az olsaydı kâinat bugünkü büyüklüğüne erişemeden çökmüş olurdu.” demektedir. ARALIK 2014 431 533 Yeryüzündeki karbon temelli hayatın var olması için karbon ve diğer elementler milyarlarca yıl öncesinde yıldızlarda çok yüksek basınç ve sıcaklıklarda üretilmiştir. Böyle bir kâinatın bunun için yaklaşık 14–15 milyar yıl yaşında olması gerekir. Kâinat daha yaşlı olsaydı, enerjisi biten bütün yıldızlar sönmüş, uzay yıldız atıklarıyla dolmuş, mevcut fizikî kanunlarla bu kâinatta hayat için sebepler ortadan kalkmış olurdu. Eğer, süre olduğundan daha kısa olsaydı, bu defa elementlerin oluşumu için yeterli süre olmazdı. Hesaplamalara göre kâinatın ve yeryüzündeki hayatın kendiliğinden oluşma ihtimali 1080’de bir gibi imkânsız denebilecek bir sayıya tekabül etmektedir. Ayrıca, kâinatta mevcut düzenin milyarlarca yıldan beri tesadüfen devamı mümkün değildir. İnsanlığın bugünkü bilgi birikimi molekülden hücre seviyesine ve kompleks çok hücreli organizmalara kadar düzenli işleyen mu’cizevî sistemlerin varlığını ortaya koymuştur. Detaylara inildikçe, hayatın devamlılığı için hücrelerde çok kompleks sistemlerin inşa edildiği, sayısız ihtimaller arasında çok hususi ve kritik ayarların tercih edildiği görülür. Her bir hücrede birer moleküler motor ve makine şeklinde çok sayıda organel ve binlerce çeşit bileşikten yaratılmış kompleks sistemler çalıştırılmaktadır ve bu minyatür parçaların her biri indirgenemez komplekslik hususiyetine sahiptir. Birçok etkileşimli parçadan oluşan, temel bir vazifeyi yerine getiren veya katkıda bulunan bir sistem tedricen küçük değişikliklerle üretilemez ve bu kompleks organellerin inşası tesadüflerle izah edilemez. Hücrenin çekirdeğindeki genetik şifre bütünüyle kompleks, hacimli ve detaylı bilgiye dayanan bir programdır. Yine hayat, termodinamik dengenin zıddına çok özel bir durum olup muhafazası her ân yeni yaratmalarla devam etmektedir, zîrâ termodinamik denge gerçekleşirse hayat sona erer. ARALIK 2014 534 431 Yeryüzünde, çok farklı hususiyet ve suretlerdeki milyonlarca çeşit canlının safha safha belli bir gaye ile yaratıldığı gözlenmektedir. Varlıkta iç içe geçmiş sistemlerden müteşekkil, birbiriyle bağlantılı organik bir bütünlük göze çarpmaktadır. Güneş ışığı ile canlıların gözleri, Güneş ile fotosentez yapan bitkilerin yaprakları arasında ayrılmaz bir münasebet vardır. Âlemdeki hayranlık uyandıran çeşitlilik, hayat için gerekli bütün şartların içtimaını, varlığın hepsine birden hükmü geçen ve tasarruf eden mutlak bir hâkimiyeti, üstün bir aklı (akl-ı küll), ilim, irade ve kudret sahibi bir Musavvir’i (şekil ve suret veren) gerektirir. Felsefeci Jeremy Rifkin: “Kendiliğinden rastgele dizilen tuğlalar hiçbir zaman bir şato veya bir Yunan tapınağı inşa edemez.” derken, fizikçi Paul Davies: “Modern bilim, insanların varlığını, kör fizikî güçlerin mahsulü olarak göstermesinin aksine, biz tabiatın derin kanunlarına mânâlı bir şekilde yazılmıştık! Kâinattaki varlığımız, Yaratıcı’nın plânının merkezinde yer almaktadır.” ifadesiyle yaratılıştaki gaye ve kaderi plâna işaret etmektedir. Her şey insana hizmet ediyor Akl-ı selîm sahibi ilim insanları, hem kâinatta hem de yeryüzünde hayatın gözükmesi için esbap açısından gerekli bütün kritik ve hassas ayarların iradî olarak tercih edilmesini “insancı ilke (anthropic principle)” olarak ifade etmektedir. Bu çok hassas ayarların rastgele ortaya çıkması imkânsızdır. Yaratılış ve sonrasındaki bütün süreçlerin insanın varlığını meyve verecek şekilde neticelenmesi, her şeyin her an insana uygun şekilde ayarlandığının en açık göstergesidir. İnsanın yeryüzündeki varlığı tesadüflerle açıklanamaz. İnsan; görme, işitme ve konuşmaya, çeşitli hislere, ruhî hallere sahip, daha da ötesi düşünen bir varlıktır ki, bu asla maddî unsurlarla izah edilebilecek bir keyfiyet değildir. O hâlde insan nedir ve nereden gelmiştir? Kendisi isteyerek mi var olmuştur, var oluşunda kendisinin bir tesiri var mıdır? Aklını, duyularını ve hislerini nereden almıştır ve bunları kendi mahiyetinde bir araya nasıl toplamıştır? Benlik (ego) denilen şey nedir ve şuur nasıl ortaya çıkmaktadır? Bilgisi ve şuuru olmayan maddelerin bir gayeye yönelik davranması, bilgi sahibi ve zeki bir varlığı meydana getirmesi mümkün müdür? İnsan denen bu akıllı ve şuurlu varlık kendi varlığını da sorgulamaktadır. Eğer insanda akıl olmasaydı bu sorgulama olmayacaktı! Akıl ve şuur, madde ötesi bir mânâdır ve maddeyi şekillendirmede rol oynar. İnsanın var oluşunun en mühim yönü, onun zihni bir hayatının da olmasıdır. İnsanın mânevî yönünü teşkil eden ve bekâya mazhar olan ruhu, ona ayrı bir hususiyet ve değer katmaktadır. İnsan, duygu, düşünce, gâye, arzu ve isteklerle dolu, yorumlayan, takdir edebilen ve inanan bir varlıktır. Kitâb-ı Mübin’de mealen; “Muhakkak ki, biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel mahiyette) yarattık!” (Tin Sûresi–5) buyrularak insanın yaratılışının hususi mahiyette olduğu anlatılır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ce sellem) bir beyânında; “Allah (celle celâluhu) ilk önce benim nurumu yarattı.”; başka bir ifadesinde “Allah’ın (celle celâluhu) ilk yarattığı akıldır.” buyurması, insanın sahip kılındığı akıl ve şuur sayesinde, yaratılmışlar arasında çok üstün bir mânâ ve değer taşıdığına işarettir. Öyleyse kâinatın yaratılışının neticesi ve meyvesi insandır, varlığı ve yaratılışı mu’cizevîdir. Allah (celle celâluhu) Yüce Beyân’da mealen “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur.” (Casiye Sûresi–13) buyurarak kâinatı insan için yarattığını belirtmektedir. Akıl sahibi bir insanın kendisini böyle yaşanabilir mükemmel bir âlemde bulmasına hayret etmesi gerekmez mi? Kâinat, ondaki muhteşem nizâmın zihnen, kalben, vicdanen ve teslimen idrak ve fark edilmesiyle mânâ kazanır. Yüce Yaratıcı (celle celâluhu), insanı kendisine muhatap almış, eserlerini takdir edecek bir varlık olarak seçmiştir. İnsan aklı, bütün var oluş mânâsının küllî bir tarzda organize olup yansıdığı bir ayna gibidir. İnsan, düşünme ve tefekkürü sayesinde yaratılışa şahit olmak, Allah’ın sıfatlarını taşıyarak O’na (celle celâluhu) tam bir ayine olmak için yaratılmıştır. Bu keyfiyetiyle insana, yeryüzünde Allah’ın halifesi unvanı verilmiştir. Yüce Beyân’ın ilk emrinin “Oku!” ile başlaması, daha sonra “Yaratan’ın ismi ile oku!” hitabıyla devam etmesi, bu okumanın Yaratıcı nâmına olması gerektiğini açıkça göstermektedir. İnsan, akıl sayesinde şu büyük kâinat kitabını yazanın kullandığı dilin anladığı tarzda olduğunu görmekte ve bu kitabın sahifelerinde yazılmış ince hikmetleri okuyabilmektedir. Böylece, yaratılışı ve kâinatın işleyişini öğrenerek ondaki sayısız hikmetleri keşfettikçe Rabb’ine karşı büyük bir hayranlık duymakta, bazen de hayrete düşmektedir. İnsan olmasaydı kâinat ne ifade ederdi? İnsan olmasaydı kâinat kitabının mânâsı okunamaz, san’at ile yaratılmış varlıklardaki güzellik ve hikmetler bilinmez ve takdir edilmez, neticede yaratılışın hakikatindeki hazine açığa çıkmaz ve mânâsı gizli kalırdı. k.serce@sizinti.com.tr Kaynaklar - İrfan Yılmaz - İ. Hakkı İhsanoğlu, İlim ve Din, Nil Yayınları, 1998. - Ömer Arifağaoğlu, Vücudumuzdaki Hassas Denge, Altın Burç Yayınları, 2007. - Emre Dorman, Modern Bilim: Tanrı Var, İstanbul Yayınevi, 2011. - Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2003. - http://www.bilimfelsefedin.org ARALIK 2014 431 535 Metin REİS İ nsanların ilk çağlardan günümüze en önemli ihtiyaçlarından biri de haberleşme olmuştur. İnsanlar bu ihtiyacın giderilmesinde, ateş, duman, davul, boru gibi çeşitli vasıtalardan faydalanmıştır. Dünya üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen hükümdarların yaptıkları işlerden biri de, merkez ile en uç noktalar arasında haberleşme yolları kurmak, bu yolları açık tutmak ve her türlü gelişmeden, değişimden haberdar olmaya çalışmak olmuştur. Bunu bilhassa Cengiz Han, Atilla, İskender, Fatih Sultan Mehmed, Kanunî Sultan Süleyman ve 19. yüzyıl sonlarında 2. Abdülhamid gibi liderlerde gözlemlemek mümkündür. Osmanlı Devleti’nde merkezle idarî birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenen yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezlerine menzil adı verilmiştir. ARALIK 2014 536 431 Osmanlı Devleti gibi üç kıtada hüküm süren, milyonlarca kilometre kare toprağa ve farklı etnik ve dinî unsurlara sahip bir devlet için haberleşme çok büyük önem arz etmekteydi. Özellikle de devletin güvenliğini ilgilendiren konuların merkeze ânında iletilmesi ve fetih ordusu kimliğine sahip ordunun sevkıyatı sırasında ihtiyaç duyulan lojistik desteğin sağlanması çok önemliydi. Bu maksatla ilk yıllardan itibaren mevcut yolların ve stratejik öneme sahip merkezlerin fethine öncelik verilmiştir. Habere olan ihtiyaç sadece merkezle eyaletler arasındaki irtibatı sağlamak için değildi. Bu, ayrıca ordunun sevk ve idaresi açısından da son derece önemliydi. Seferler sırasında sayısı 200 bine ulaşan Osmanlı ordusunun güvenli bir şekilde, ihtiyaçları giderilerek hedefe varması için mükemmel bir lojistik desteğe ihtiyaç bulunmaktaydı. Osmanlı ordusunun seferlerinin askerî boyutları, siyasî sebep ve neticeleri hakkında çok sayıda araştırma ve eser bulunmasına rağmen, bu seferlerin başarıyla tamamlanması için mükemmele yakın organize edilen lojistik desteğin plânlanması ve icrası yeteri kadar ele alınmamıştır. Son dönemde Avusturya ve İran’a karşı düzenlenen seferlerdeki lojistik üzerine yapılan birkaç doktora tezi bu sebeple önemlidir. Seferlerin başlangıç noktası ile varış noktası arasındaki iklim farkı, coğrafî zorluklar, aylarca süren bu seferlerde tedbirlerin en iyi şekilde alınmasını gerekli kılıyordu. O dönemde, malzeme ve insan nakli için hayvanlar kullanıldığı ve çoğu zaman mesafeler yaya kat edildiği düşünüldüğünde, bu işin ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır. Bu çerçevede Osmanlı’da haberleşmenin sağlanmasında ve ordunun lojistik ihtiyacının giderilmesinde büyük görevler üstlenen menzil teşkilâtını ana hatlarıyla ele almak faydalı olacaktır. Menzilhânelerin te’sîsi Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden Posta Nezâ reti’nin kurulmasına kadar (1840) geçen sürede, haberleşme iki ayrı usûlle gerçekleştirilmiştir. Bu usûllerden ilki, menzilhânelerin kuruluşuna kadar yürürlükte kalan ve ulak hükmü denen beratlar vâsıtasıyla gerçekleştirilen haberleşmedir. İkincisi ise Kanunî dönemi sadrazamlarından Lütfî Paşa’nın kurmuş olduğu menzilhâneler vasıtasıyla şekillenen ve sistemli bir hâle getirilen haberleşme usûlüdür. Kanunî Sultan Süleyman devrinde ulak sisteminin yetersiz kalması ve bazı mahsurlarının ortaya çıkması üzerine bu sisteme son verildi. Bunun yerine Sadrazam Lütfi Paşa tarafından menzilhâne sistemi kuruldu. Ana yollar üzerinde belirli mesafelerde menzilhâneler tesis edilerek, haberleşme işlerinin sistemli bir şekilde yürütülmesi sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nde merkezle idarî birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenen yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezlerine menzil adı verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Hümâyun’dan çıkan emirleri zamanında ilgililere yetiştirmek önemli bir işti. Hazine gelirlerinin büyük bir kısmını meydana getiren vergilerin vaktinde toplanması, asker sevki ve benzeri bütün işlerin halli, merkezden gönderilen emirlerle yaptırılmaktaydı. Bu emir ve fermanların istenen yere zamanında ulaştırılması için ana yolların geçtiği şehir ve kasabalarda uygun aralıklarla ‘menzil’ denilen durak evleri yapıldı. Böylece çok geniş bir alana yayılmış bulunan Osmanlı Devleti, haberleşmeyi menzil teşkilâtı ile sağladı. 16. yüzyıldan itibâren menziller ve bu teşkilâtın görevlileri, Defterdâr (maliye Bakanlığı) kapısının Mevkûfât Kalemine (Vergiler Dairesi) âit, Menzil Ha lîfeliği’ne bağlıydılar. Burada bulunan Menzil Halî fesi Kalemi, hayvanlarla yapılan posta ve menzil mu âmelâtına bakardı. Menzillerle alâkalı her türlü bilgi Hazine-i Âmire’de muhafaza edilen mevkufat defterlerine kaydedilirdi. Herhangi bir sıkıntı durumunda bunlara bakılarak karar verilirdi. Menzillerin birinci gayeleri devletin ihtiyaç duyduğu haberleşmeyi sağlamaktı. Ancak zamanla, herhangi bir göreve getirilen devlet adamlarını, yabancı devlet elçilerini ve eyaletlerden toplanan vergileri merkeze ulaştırma görevi de menzilhânelere verilmişti. Haberleşmenin süratle yapılabilmesi için oluşturulan menzillerde her ân hizmete hazır menzil atları bulundurulur, iki menzil arasını haberciler bu atlarla kat ederlerdi. Menziller yerin önemine ve coğrafî şartlarına göre yirmi otuz kilometre aralıkla kurulurdu. Menzilhânelerdeki görevliler Menzilde, menzil emini (menzilci), menzil kethüdası, ahur kethudası, seyis, odacı, sürücü, aşçı gibi hizmetlilerle menzilin yükünü çeken menzil çevresindeki köy ve kasaba halkından menzilkeş tayin edilen grup bulunuyordu. Menzil emini (menzilci): Menzilci, menzilhânele rin işleyişinden sorumluydu. Menzilcilerin tayini konusunda sancak idarecilerinin ve ileri gelenlerin rolü büyüktü. Kadı, müftü, âyân ve eşraftan kimselerin uygun gördüğü varlıklı biri, bir yıllığına peşin ücretle menzilci tayin ediliyordu. Menzilci seçiminde halkın görüşü de alınır ve menzilci tayin edilen kişinin ismi ve tayini başşehre bildirilirdi. Menzilci, menzilhânenin düzenli olarak hizmet vermesini sağlamak durumunda olduğundan, menzilci tayin edilecek kişinin ehil ve kabiliyetli olmasına dikkat edilirdi. Mevcudu iki yüz bine ulaşan Osmanlı ordularının kazandığı başarılarda, askerler ve silâhların yanında, sağlanan lojistiğin de payının ne kadar önemli olduğu Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi incelendiğinde daha iyi anlaşılır. ARALIK 2014 431 537 Menzilcinin görevi, seyahat eden ulaklara beygir sağlamak, menzil masraflarını karşılamak, menzilhâ nelerin iç düzenini sağlamak ve menzilhâneyi yönetmekti. Vazifesinde ihmali görülen menzil eminleri cezalandırılırdı. Ayrıca ulaklara meşakkat çektirir, menzili mamur hâlde tutmayıp menzilkeşlerin yerlerini terkine sebep olursa azledilirdi. Menzilhânelerde hizmet veren sürücüler, ulaklarla birlikte giderek hem ulaklara rehberlik ederler hem de diğer menzile ulaşan ulakların kullandığı kendi menziline ait beygirleri geri getirirlerdi. Menzilhâne bünyesinde hizmet veren kulaksızlar adlı grubun görevi ise, sürücülere yol göstermek ve onları korumaktı. Menzil hizmetlilerinden ahur kethudası, seyis, odacı ve aşçılar menzilin iç hizmetlilerindendi ve yaptıkları hizmete mukabil bir miktar ücret alırlardı. Menzilhânelerin gelirleri Menzillerin görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli para, o yerin veya yakın çevre ahalisinin önceden devletçe belirlenmiş bazı vergilerin buralara tahsisi ve ulakların kullandıkları beygirlere karşılık kendilerine önceden devletçe verilmiş beygir ücretinin menzilciye ödenmesiyle sağlanırdı. Bazen buna ek olarak devlete ait hazine mallarının gelirlerinin (mukataa) menzile bağlanmasından veya gümrük gelirlerinden de karşılanırdı. Olağanüstü durumlarda masrafların artması hâlinde menzillere ‘imdadiye’ adı verilen aynî veya nakdî ek kaynak da aktarılırdı. Menzilhânelerdeki harcamaların önemli bir bölümünü menzil beygirlerinin bakımı ve beslenmesi oluşturuyordu. Menzilhânelerde hizmet veren menzil beygirlerinin sayısı menzilhâneden menzilhâneye değişiyordu. Bunda menzilhânenin önemi, stratejik konumu, ulak trafiğinin yoğun olup olmaması göz önünde bulunduruluyordu. Ayrıca savaş sırasında menzil beygirlerinin sayısı artış gösterebiliyordu. Ulaklar Osmanlı Devleti’nde haberleşme ilk dönemden itibaren ulaklar aracılığıyla sağlanmıştır. Ulaklar önceleri Kırım Tatarları arasından seçilir ve atlı olarak hizmet verirlerdi. Kendilerine mahsus elbise ve kalpakları vardı. İstanbul’da 300 Tatar ve her valinin maiyetinde 50 vezir Tatar’ı bulunurdu. Tatarlar, Tatârân Ocağı adıyla teşkilâtlanmıştı. Aralarında çok sıkı bir disiplin vardı. Reislerine Baş Tatar veya Tatar Ağası denirdi. Posta Tatarları, devletin bir ucundan ötekine yılmadan haber ulaştırır, yol boyu menzillerde at değiştirerek süratle yollarına devam ederlerdi. Tatarlar at değiştirirken bile atlarından inmezlerdi. Gece gündüz at sürer; atın üzerinde yemek yerlerdi. Böylece devletin en uzak mesafelerine kısa bir müddet zarfında haber göndermek mümkün olurdu. Tatar ulaklar, İstanbul’dan Edirne’ye 2 günde, Şam’a 12 günde, 2.300 kilometre uzaklıktaki Bağdat’a ARALIK 2014 538 431 Osmanlı tarihi üzerine araştırma yapan birçok Avrupalı tarihçi, Osmanlı ordusunun uyguladığı savaş stratejilerinin yanında, ona sağlanan lojistik desteğe de hayran kalmıştır. 14 günde ulaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu üç kıtada altı asır yaşatan âmillerden birisi de, böyle süratli ve muntazam bir haberleşme sistemine sahip oluşudur. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, 1656 senesinde, Melek Ahmed Paşa’nın haber ve mektuplarının Van’dan İstanbul’a 13 günde ulaştığını anlatır. Ulaklara bir yerden bir yere gidişlerinde “ulak hükmü” adlı bir belge verilirdi. “Ulak hükmünde”, ulağın ismi veya bağlı bulunduğu daire, ne sebeple seyahat ettiği, kimin emri ile seyahat ettiği, gidiş–dönüş güzergâhı, ilk hareket ettiği menzil ile varılacak menzilin adı kayıtlı olurdu. Devletin bütün yazışma ve haberlerini merkez ile eyaletler arasında götürüp getiren ulakların güvenilir, iffet sahibi, namuslu, dürüst aynı zamanda ata binmede mahir ve yol şartlarına dayanıklı olmalarına özen gösterilirdi. Uzun müddet sadrazam veya diğer vezirlerin hizmetinde tecrübe edilmiş, terbiye görmüş kimselerin ulak olarak görevlendirilmeleri ulaklığa verilen önemi göstermektedir. Menzillerin askerî maksatla kullanılması Seferlerin başarısı sağlanan lojistikle doğru orantılıydı. Bu sebeple sefer kararından sonra dikkat edilen en önemli husus, erzâk ve yem teminiydi. Seferin yönüne göre orduların konaklayacağı menziller tespit edilmekte, bu doğrultuda illerdeki kadılara iaşe maddelerinin türleri, miktarları ve teslim etmeleri gereken menziller bildirilmekteydi. Emirler doğrultusunda gerekli erzak en kısa sürede ordunun güzergâhı üzerindeki menzillere depo edilerek ordunun gelmesi beklenirdi. Mevcudu iki yüz bine ulaşan Osmanlı ordularının kazandığı başarılarda, askerler ve silâhların yanında, sağlanan lojistiğin de payının ne kadar önemli olduğu Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi incelendiğinde daha iyi anlaşılır. Yavuz Sultan Selim, 1516’da İstanbul’dan ordusu ile sefere çıkmış ve 1518’de büyük zaferler kazanarak geri dönmüştür. Bu seferi diğer Osmanlı seferlerinden farklı kılan, önce İran üzerine yürünmesi, ardından İstanbul’a dönmeden Suriye ve Mısır’a gidilmesidir. 2 bin kilometrelik mesafenin yaya olarak aşılmasının ardından, Sina Çölü’nün günde ortalama 30 kilometrelik bir hızla yürünerek bir haftada geçilmesi tarihte eşine az rastlanır örneklerdendir. Sadece bu seferin incelenmesi durumunda Osmanlı Devleti’nin ne derece mükemmel bir lojistik alt yapıya sahip olduğu anlaşılır. Osmanlı tarihi üzerine araştırma yapan birçok Avrupalı tarihçi, Osmanlı ordusunun uyguladığı savaş stratejilerinin yanında, ona sağlanan lojistik desteğe de hayran kalmıştır. Menzil teşkilâtının kaldırılması Menzil teşkilâtı, Osmanlı Devleti’nin 550 yıllık döneminde gerek haberleşmede gerekse ordunun hareket ve iaşesinin sağlanmasında devrin en mükemmel işleyen kurumlarından biri olmuştu. Ancak, menzil teşkilâtı zamanla kuruluş ve işleyiş disiplinin dışına çıkarak görevini yapamaz hâle gelmiştir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren bu teşkilât maliyeye önemli bir yük getirmeye başlamıştı. 2. Mahmud devrinde devlet giderlerinin üçte birini menzil giderleri oluşturmuştu. Bütün bu olumsuzluklar üzerine Sultan Abdülmecid döneminde teşkilât kaldırılmış ve yerine 23 Ekim 1840 tarihinde Posta Teşkilâtı (Postahane-i Âmire) kurulmuştur. Bu tarihten itibaren menzilhâneler postaneye dönüştürülmüş, Tatar ağaları da postacı olarak görevlendirilmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyunca üç kıtaya hükmetmesini sağlayan önemli kurumlarından birisi daha tarihe karışmıştır. Süvari yetimi olduğun açık, Şimdi ben gibi ufkun az bulanık, Şâd u gam iç içe oldu her zaman, Sen de hele dişini sık azıcık.! m.reis@sizinti.com.tr Kaynaklar - Osman Tural, Geçmişten Günümüze Posta Teşkilâtı, PTT Yayınları, Ankara, 2007. - Rıza Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğu’n da Kollar, Ulak, İaşe Menzilleri, TDV İs lâm Ansiklopedisi Ankara, 1966. - İzzet Sak, “ XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Menziller Ve Fonksiyonları: Akşehir Menzilleri Örneği”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 16. sayı, 2004. - Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), PTT Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2002. - M. Fuad Köprülü, “Berid”, İA, II, 541-549 - Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak Ve İaşe Menzilleri, Ankara, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, 1966. - Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ yayınları, İstanbul, 1990. ARALIK 2014 431 539 { Fertleri birbirini sevmeyen ve biri diğerinin aleyhinde olan, birbirine karşı emniyet ve güven hissetmeyen milletler ise, hakikî mânâda millet olamadıkları gibi, istikbal vadetmeleri de söz konusu değildir. } KÂINATTAKI EN AZ İŞ PRENSIBI Prof. Dr. İhsan KÖSE E limizden bıraktığımız her cismin yere düşmesinin sebebi olarak yerçekimi kuvveti gösterilir. Fizikçiler ise bu düşmeyi, cismin en düşük potansiyel enerjili durumuna doğru gitme eğilimine bağlarlar. Evet, sebepler plânında yerçekimi kuvvetinin tesiriyle cisimlerin düştüğünü söylemek yanlış olmasa da eksiktir. Zîrâ her işini hikmetle yapan Cenâb-ı Hakk (celle celâlûhû), en az enerjili duruma yönlendirme fiilini icra ederken yerçekimi kuvvetini sebep olarak va’z etmiştir. Çünkü daha derinlerde işletilen prensip, en az iş (enerji) prensibidir (azamî iktisat prensibi de denebilir). Buna göre, kâinat kitabındaki her fiil, mevcut bağ şartları altında en az enerji harcanacak şekilde meydana getirilir. Burada bağ şartları ile, sistem üzerindeki harîcî mücbir (zorlayıcı) şartlar kastedilmektedir. Meselâ, dış âlemden mükemmel yalıtılmış bir kap içindeki gazın toplam enerjisi sabittir ve bu yüzden, bu gazı incelerken toplam enerjinin korunduğunu bir bağ şartı olarak aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Dolayısıyla bir ağaç yaprağının rüzgârla sallanmasından bir toz zerresinin havada uçmasına kadar en ince işlerde dahi, mevcut bağ şartları çerçevesinde en az enerji harcanması söz konusudur. Konuyu elektrik devrelerindeki kısa devre hâdisesiyle akla yaklaştırabiliriz. Kısa devrenin altında yatan sebep, elektrik yüklerinin en az enerji harcanan yol üzerinden akıtılmasıdır. Bir elektrik ARALIK 2014 540 431 devresinde, elektrik yüklerini şaşırtacak şekilde birden fazla kısa devre teşkil edecek yollar yapılsa bile, elektrik yükleri, en az enerjinin harcanacağı güzergâh üzerinden akıtılır. Peki, ama elektrik yükleri bu yolu nereden bilmektedir? Benzer soruyu, bir topu yatay doğrultuda ileriye doğru fırlattığımızda takip ettiği yörünge üzerinden sormak ta mümkündür. Çünkü fırlattığımız top, mevcut bağ şartlarına göre (meselâ rüzgârın yönü, şiddeti ve topun geometrisi gibi), en az enerjinin harcandığı yörünge üzerinde hareket ederek ilerler. Peki, top diğer yörüngelerden birisini takip ettiğinde daha fazla enerji harcayacağını nereden bilir ki, en az enerji harcanacak yörünge üzerinde hareket eder? Işık, ortam içinde en hızlı hareket edeceği yol üzerinden akar. Fizikte, “Fermat Prensibi”, ışığın, bir ortamdan başka bir ortama geçerken, yeni ortamda en kısa olan yol boyunca değil, en hızlı hareket edeceği doğrultu boyunca kırılmaya uğrayacağını söyler (Şekil–1). Dolayısıyla, Fermat Prensibi en az enerji prensibinin optikteki izdüşümüdür: Yani ışığın en hızlı akacağı yol boyunca hareket etmesiyle en az enerji Şekil - 1a Şekil - 1b Işığın kırılması Hava Su Şekil-1: Bir ışık demeti, hareketi sırasında ortam değiştirdiğinde kırılmaya maruz kalır (a). Kırılma açısı, ışık demetinin en hızlı hareket edebileceği yol boyunca meydana getirilir. Işığın iki farklı ortamı geçerken en hızlı hareket edeceği doğrultuda kırılmaya uğraması gibi, karıncalar da farklı ortamlar arası geçişlerinde en hızlı hareket edebilecekleri doğrultu boyunca hareket etmektedir (b). harcanır. Fakat ışık, en hızlı hareket edebileceği doğrultuyu bilebilmek için, önce bütün açılarda kırılma gösterip en hızlı hareket edeceği doğrultuyu belirlemesi gerekmez mi? Bu enteresan durumu, bilim tarihçisi James Gleick şu sözlerle ifade eder: “Bir fizikçinin, topa bir çeşit irade vermeden en az enerji prensibini tartışması imkânsızdır. Top adeta kendi yörüngesini seçiyor. Üstelik bütün ihtimalleri önceden biliyormuş gibi görünüyor.” Işığın, bütün ihtimalleri bilerek hareket etmesini Alîm ve Hakîm olan bir Zât-ı Zûlcelâl’e vermeden izâh etmek mümkün değildir. Canlılar âleminden en az iş prensibine güzel bir misâl, karınca davranışlarının, azamî iktisat prensibine uygun olmasıdır. Karınca kolonisinden bazı gruplar yiyecek aramaya çıktıklarında, birbirleriyle feromon hormonu vasıtasıyla haberleşir. Yiyecek bulan bir karınca, diğerlerine kılavuzluk yapmak üzere, zemin üzerinde ilerlerken bulduğu yiyeceğin miktarını ve kalitesini işaret edecek kadar feromon bırakır. Bu feromon izini takip eden bir karınca yiyeceğe ulaşır, miktarı ve kaliteyi değerlendirerek yuvaya dönüş yolu boyunca zemini feromon ile işaretler. Feromon buharlaşma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla belli bir zaman diliminde karıncalar tarafından tazelenmeyen noktalardaki feromonlar buharlaşır. Karıncaların izlediği yollar incelendiğinde, daima yiyecek ve yuva arasındaki en kısa yolu takip ettikleri ve feromon izlerini buna göre bıraktıkları anlaşılmıştır. Meselâ, karıncaların yolları üzerine asimetrik bir engel konulduğunda (Şekil–2), karıncalar belli bir zaman sonra en kısa olan güzergâhı yine bulabilmektedir. ARALIK 2014 431 541 Şekil - 2a Şekil - 2b Asimetrik Engel Şekil–2: (a) Engelin konulduğu ilk ânlardaki durum, (b) belli bir zaman sonraki durum. Fakat daha da enteresan olan husus, Wasmannia auropunctata adlı karınca türünün, belli bir ortamdan diğerine geçerken, optikteki Fermat Prensibi’ne uygun hareket etmesidir (Şekil–3). Sadece karıncalar değil, insanlar da Fermat Prensibi’ne göre hareket etme temayülü gösterirler. Meselâ denizde boğulma tehlikesi geçiren birini kurtarmak için bir cankurtaran, yüzücüye en kısa sürede ulaşabilmek için en uygun stratejiyi izler: kumsal ve deniz iki farklı ortam olarak kabul edildiğinde, önce kumsalda yüzücüye en kısa mesafedeki noktaya kadar koşar, sonra denize girerek yüzücüye ulaşır. Çünkü kumsaldaki ve denizdeki hareket hızları farklıdır. Doğrudan denize girerek yüzücüye ulaşmayı denerse, en kısa sürede ulaşması mümkün olmaz. Yukarıdaki prensipte görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk (celle celâlûhû) her şeyi bir hikmetle ve israfsız bir şekilde yaratmaktadır. Her hakikatin, her varlık ve hâdisede farklı izdüşümleri bulunur. Fakat bu hâdise veya varlıklar arasındaki mesafe bize o kadar uzak gelir ki, farklı izdüşümler arasındaki bu münasebeti fark edebilmek için biraz daha dikkatli bakmak gerekir. Şekil - 3: Wasmannia auropunctata Kâinat kitabında örneklerini gördüğümüz bu en az iş prensibinin, insanda da izdüşümleri bulunur. İnsanın Allah’a (celle celâlûhû) en yakın olduğu yer olan namazdaki secde hâlinde, bedenin en yüksek noktası olan baş ayaklarla aynı hizaya getirilerek, potansiyel olarak düşük enerjili bir durumda olunur. Bu, fizik bilimi açısından, iş yapma kabiliyetinin de en düşük, yani insanın acz ve fakr hâli içinde olduğunu ilân ettiği durumdur denebilir. En az iş prensibi, iman hizmetinde bulunan hakikat yolcularına da bazı şeyler fısıldamaktadır. İnsan vaktinin çocuğudur. Her vakit (çağ), farklı bir ortam olarak tasavvur edilebilir. Bu sebeple, insan, yaşadığı hâdiseleri yorumlarken, doğduğu sosyokültürel ortamı ve çağının özelliklerini dikkate alır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri’nin: “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risâle-i Nûr tarzındadır.” sözü bu hakikati hatırlatmaktadır. Dolayısıyla İslâm büyüklerinin sözlerini bu açıdan değerlendirmek, o çağın ruh ve diliyle insanlığa mesaj verdiklerini düşünmek yerinde olacaktır. Yine Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat’taki “Risâle-i Nur’un yolu, mesleği, bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahvâl-i rûhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur’ân’dır.” ifadesi de kâinat kitabındaki hakikatlerle uyumludur. i.kose@sizinti.com.tr Kaynaklar - James Gleick, Genius, Richard Feynman and Modern Physics, Abacus, London, 1993. - Jan Oettler, Volker S. Schmid, Niko Zankl, Olivier Rey, Andreas Dress, Jürgen Heinze, Fermat’s Principle of Least Time Predicts Refraction of Ant Trails at Substrate Borders, PLoS ONE 8(3): e59739. doi:10.1371/ journal.pone.0059739 ARALIK 2014 542 431 Doç. Dr. Abdullah DEMİR O smanlı padişahları içinde, askerî ve siyasî dâhiler, şairler, âlimler, sanatkârlar çoktur. Ancak adalet konusundaki hassasiyet, bütün Osmanlı padişahların ortak özelliğidir. Osmanlı söz konusu adalet hassasiyetini, daha önceki İslâm devletlerinden tevarüs etmiştir. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren idareleri altındaki insanların zulüm ve haksızlığa uğramaması devlet başkanlarının vazgeçilmezleri arasında olmuştur. İnsan hak ve hürriyetlerinin kazanılmasında Batılı ülkeler ile İslâm ülkeleri arasında belirgin bir fark vardır. Batılı devletlerin tarihlerinde insanların hak ve hürriyet talepleri göze çarparken, tarihimizde insanların adaletle alâkalı istekleri öne çıkmaktadır. Çünkü Batılı ülkelerde insan haklarının günümüzdeki mânâsıyla kabul edilmesi, son bir-iki asırda gerçekleşirken, İslâm dünyasında hak ve hürriyetler, daha Hz. Peygamber ARALIK 2014 (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde tespit edil431 543 Ülkeler ordularla fethedilse de, fetihlerin devamlılığı adaletli yönetimlerle sağlanır. Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşamasının sırlarından biri de, adaletli bir hukuk sisteminin ve adaletli yöneticilerin varlığıdır. ve mağduriyetlerini gidermesi gerektiğini söylemektedir. Padişah mümkünse her gün halkın meselelerini dinlemeli, mümkün değilse, haftada veya ayda bir gününü mutlaka bu işe ayırmalıdır. Osmanlı padişahları Divân-ı Mezalim geleneğini sürdürmüşler, halkın kendilerine ulaşabilmesi için uygun şartları hazırlamışlardı. Hasır yakma mişti. Bu sebeple diğer İslâm devletlerinde ve Osmanlı Devleti’nde hak ve hürriyet talepleri yerine adalet taleplerine rastlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde memurların yaptığı haksızlıklardan dolayı insanlar, mahkemelere müracaat etmekte veya doğrudan doğruya padişah divânı olan Divân-ı Hümâyun’a başvurmaktaydı. Divân-ı Hümâyun, önceki İslâm devletlerinde bulunan Mezalim Divânlarının Osmanlı Devleti’ndeki şeklidir. Divân-ı Mezalim İslâm devlet geleneğinde adalet, mülkün yani devletin temeli kabul edilmekte, devletin bekâsı doğrudan doğruya vatandaşın hoşnutluğuna bağlanmaktaydı. Halkın şikâyetlerini dinlemek ve adaleti yerine getirmek hükümdarın başta gelen görevlerinden sayılırdı. Bu sebeple İslâm devletlerinde hükümdarın bizzat başkanlık ettiği ve halkın şikâyetlerini dinleyip hüküm verdiği Dârü’l-Adl, Divân-ı Â’la veya Divân-ı Mezâlim denilen mahkemeler kurulmuştur. İlk Osmanlı hükümdarlarından Orhan ve 2. Murad, sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak halkın şikâyetlerini dinlerdi. Başlangıçta haftanın her günü yapılan bu uygulama, daha sonraları haftada en az iki-üç güne düşürülmüştür. Osmanlı hükümdarları, Divân-ı Hümâyun’da başkanlık vazifesinden çekildikten sonra da, Kasr-ı Adâlet veya Adâlet Köşkü denilen bir yerde, Divâna açılan pencere arkasından halkın şikâyetlerini dinlemeye devam etmişlerdi. Bir idarî yapıda adaletin varlığı, yöneticilerin halk ile aralarına engeller koymamaları ile anlaşılır. İhtiyaç sahipleri ve haksızlığa uğrayanlar, her zaman durumlarını arz edecek bir makam bulabilmelidir. Bu husus üzerinde duran devrin ünlü hukuk âlimi Kınalızade Ali Çelebi, ülkede adaletin sağlanabilmesi için padişahın meydanda olması, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılaması, haksızlığa uğrayanları koruyup kollaması ARALIK 2014 544 431 Halkın padişaha şikâyetlerini duyurabilme yollarından birisi, hasır yakma olarak adlandırılan bir uygulamaydı. İnsanlar mahkemelerden istedikleri adâletli kararı alamazlarsa, bizzat padişaha müracaat ederlerdi. Cuma selâmlığı sırasında, memurlardan ve mahkeme kararlarından şikâyeti olanlar, meydanda toplanır; padişah cuma namazını kılıp da dışarı çıktığında bunların ellerindeki dilekçeler, görevliler tarafından alınarak padişaha takdim edilirdi. Bazen bu kalabalığın arka saflarında bulunanlar, kendilerinin de şikâyeti olduğunu göstermek için yanmakta olan bir hasır parçasını veya içinde yanan bir paçavra bulunan tasları elleriyle yukarı kaldırırlar, böylece kendilerinin de unutulmaması gerektiğini görevliye hatırlatırlardı. Bunlar aynı zamanda şikâyetçinin ateş gibi yandığını sembolize ederdi. Zamanla şikâyetini bu şekilde padişaha arz etme usulüne ‘ateş istidası’ veya ‘başa hasır yakma’ denildi. Halk arasında devlet memurlarından gadre uğrayanlar ‘Veririm bir ateş istidası!’ veya ‘Hasır yakarım ha!’ ihtarında bulunurlardı. Fakirler Hakk Tealâ’nın sevgili kullarıdır Halkın ihtiyaçları ve sıkıntıları ile ilgilenmek, padişahların başlıca vazifeleri arasındadır. Bu yönüyle öne çıkan padişahlardan birisi olan Murad Hüdavendigâr, halkının durumu ile yakından alâkadar olur, sıkıntılarını giderirdi. O, komutanlarından Gazi Evrenos Bey’e gönderdiği fermanda mealen şöyle demektedir: “Bunu da bil ki, etraf vilâyetlerde koyduğun vekillerin iyü kimseler olurlar ise halkın dahi hâli iyi olur. (…) Eli altında olan Müslümanları kardeşin gibi bilip, diğer halklara yumuşak davransınlar. Zulüm ve haksızlık yapmasınlar. Yarın kıyamet gününde defter-i amelleri gökten kar gibi yağdığı günü ansınlar. Ve halkın fukarasını gözetsinler. Onlara kifayet miktarı zahirelerini versinler. Fukara, Hak Tealâ’nın sevgili kullarıdır. Fakirlik belasına sabr edip elinde dünyası çok olanların dünyasına nazar etmezler. Kendi hâllerinde şâkirlerdir.” Şahitliği geçersiz sayılan padişah Padişahların adaletli olmalarını sağlayan dinamiklerden birisi de onların şahsiyetleriydi. Çoğunlukla iyi eğitim almış olan padişahlar dindar, ahlâkî değerlere sahip dürüst kimselerdi. Dinî ve idarî konularda ken- dilerini ikaz eden din ve devlet adamları çevrelerinde bulunurdu. Padişahın kendisi de ihtiyaç duyduğunda, âlimlere danışır, onların görüşlerine değer verirdi. Yıldırım Bayezid’in şahitliğinin kabul edilmemesi hâdisesi, bunun örneklerinden biridir. Mahkemede şahitlik etmesi gereken Yıldırım Bayezid Han, kadı huzuruna geldiğinde Bursa Kadısı Molla Şemseddin Fenari kendisine; “Senin şahitliğin geçersizdir. Zîrâ sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemaatle kılmayan birisi yalancı şahitlik edebilir.” demiş ve şahitliğini kabul etmemişti. Bunun üzerine herkes padişahın hiddetleneceğini düşünürken, padişah verilen hükmü sükûnetle karşılamış, mahkemeyi terk etmiş ve bu hâdiseden sonra sarayının yanına bir cami yaptırarak namazlarını cemaatle kılmaya devam etmiştir. Kanunu isim olarak alan padişah Osmanlı Devleti’nin zirve dönemi olan 16. yüzyılda padişahlık yapan Sultan Süleyman kendisini “Kanunî” olarak adlandırmıştı. O, “büyük”, “muazzam”, “muhteşem” gibi unvanlar almak yerine hukuk ve adaletin sembolü olan Kanunî unvanını tercih etmişti. Değer yargıları kuvvete dayalı olan Batılılar ise ona “Muhteşem” unvanını vermişlerdi. Osmanlı Devleti’nde Kanunî zamanı hak ve adalet dönemi kabul edilir. Kanuni Sultan Süleyman, padişah olur olmaz şikâyetleri dinlemiş ve kim suçlu ise gerekli şekilde cezalandırılmasını sağlamıştı. Bunlardan birisi Kaptan-ı Derya Gelibolu Sancakbeyi Cafer Bey idi. Cafer Bey zulüm ve kan ile meşhur olduğu için Hûnî “Kanlı” lakabı ile anılırdı. Hakkında inceleme yapılmış ve insanları öldürerek mallarına el koyduğu anlaşıldığı için idam edilmişti. Yine bu sıralarda evleri basarak zorbalık yapan bazı silahtarlar şiddetle cezalandırılmıştır. Vergide adalet Kanunî’nin saltanatı boyunca sadece iki defa olağanüstü vergi alınmıştı. Olağanüstü vergilere avarız vergisi denir ve savaş harcamaları gibi devletin büyük masraf gerektiren hizmetlerini karşılamak için alınırdı. Kanunî dönemi 46 yıl sürmüş olmasına rağmen, devletin mâlî yapısı sağlam olduğu için olağanüstü vergiler alınmasına ihtiyaç duyulmamıştı. Onun döneminde bulundukları ülkelerde yöneticilerin zulümlerinden bunalan, haksız vergilerin altında ezilen gayrimüslimler, Osmanlı ülkesine gelip yerleşiyorlardı. Osmanlı Devleti’nin adaletli yönetimi, vergilerin sayı ve oran olarak az olması, gayrimüslimlerin Osmanlı topraklarına göç etmesine sebep oluyordu. Yabancı bir araştırmacı, bu gerçeği aşağıdaki cümleleriyle ifade etmektedir: Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Kanunî Sultan Süleyman’ın hâkimiyeti altında sızlanmadan, gürültüsüz yaşadı. Halkın, Müslüman olmayanlar dâhil arazi sahibi olmalarına izin verildi. Buna karşılık onlara, bazı sorumluluklar yüklendi. Birçok Hristiyan, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine yerleştiler. Özellikle Osmanlı vergi sisteminin, Avrupalı devletlerden daha adaletli olması, Rumeli’deki gayrimüs- limlerin kolayca Osmanlı hâkimiyetini tercih ve kabul etmelerini sağlamıştı. Vergi sisteminin yanında, dinî konularda tanınan geniş hürriyetler de, Osmanlı hâkimiyetine girmek için tercih sebebi olmuştu. Jozef Blaskovics’inin Slovakya’daki 143 yıllık Osmanlı hâkimiyeti ile ilgili makalesinde, Osmanlı egemenliğinde Slovak halkının daha az vergi ödediği, daha güvenli bir hayat sürdüğü anlatılmaktadır. “Padişah haksızdır!” Osmanlı Devleti’nde padişahların yargılandığı ve hattâ ceza aldığı davalar da olmuştu. Fatih Sultan Mehmed’in bir gayrimüslim mimarın elini kestirmesi sebebiyle cezaya çarptırıldığı dava meşhurdur. Bu davalardan birisi de, Sultan 4. Mehmed ile ilgiliydi. Bu dava, Sultan 4. Mehmed ile Üsküdarlı Mehmed Ağa arasında söz konusu olmuştu. Dava konusu Üsküdar Salacak’ta bulunan bir köşkün mülkiyetinin kimde olduğuydu. Yargılamayı Rumeli Kazaskeri Çatalcalı Ali Efendi kâdı sıfatıyla yapmış ve Üsküdarlı Mehmed Ağa’yı haklı, padişahı haksız bulmuştu. Yabancılara da adalet 1648 yılında yedi adet İngiliz ticaret kalyonu, Galata’da deniz ortasında beyaz bayrak çekmiş, mürettebat güverteye dizilmiş, her biri başına bir bakraç zift yakmış ve bağırmaya başlamıştı. Derhal saraydan adam gönderilip dertlerinin ne olduğu soruldu. Meğer getirdikleri maldan ticaret anlaşmasıyla belirlenen % 3 yerine yanlışlıkla % 6 gümrük vergisi alınmış, ayrıca mallarının bedeli olan 15.000 kuruş da henüz ödenmemişti. Bunun üzerine zamanın padişahı Sultan İbrahim, Çavuşbaşı İbrahim Ağa’yı Sadrazam Hezârpâre Ahmed Paşa’ya gönderip haksızlığı düzelttirmişti. Adalet âyetini gözünün önüne yazan padişah Osmanlı sultanlarının, adaleti hayatlarının en mühim düsturu hâline getirmelerinin bir misâli de, Bursa Ulu Cami’de görülmektedir. Ulu Cami’nin hünkâr mahfilinin bulunduğu köşenin hemen yanında, orada namaz kılan padişahların tam göz hizasına gelecek şekilde asılı duran emsalsiz bir hatla yazılmış olan âyet-i celile vardır. Hüsnühat ile yazılmış sanat değeri yüksek olan bu levhanın hattatı, Osmanlı Padişahı 2. Mahmud’dur. “Bir padişah hat ile neyi yazıp oraya asar?” sorusu bizi Osmanlı padişahlarının adalet konusundaki hassasiyetlerinin derecesini anlamaya götürecektir. 2. Mahmud’un güzel bir hatla yazdığı, Nisa Sûresi’nin 58. âyetidir: “Allah, insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder.” Netice olarak, ülkeler ordularla fethedilse de, fetihlerin devamlılığı adaletli yönetimlerle sağlanır. Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşamasının sırlarından biri de, adaletli bir hukuk sisteminin ve adaletli yöneticilerin varlığıdır. Bu adaletli yapının başında bulunan padişahlar ise, adaletin sembolleri olmuştur. Her padişah, aynı seviyede adaleti sağlayamasa da, hepsi adalet kaygısı ve hassasiyeti taşımıştır. a.demir@sizinti.com.tr ARALIK 2014 431 545 İ Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın lk, birinci ve kadim demek olan “Ev vel”, bidayeti olmayan, her şeyden akdem ve bütün varlığın mebdei ve mübdii; son, en son ve nihayeti bulunmayan anlamındaki “Âhir” ise, bütün eşyanın fenâ ve ٌ ُكلُّ َش ْي ٍء َهال zeval bulmasına karşılık, ِك ِإ َّل َو ْج َه ُه “O’nun Zât’ı müstesna her şey yok olacaktır.”1 ve إل ْك َر ِام ِ ُكلُّ َم ْن َعل َْي َها َفانٍ َو َي ْب َقى َو ْج ُه َر ِّب َك ذُو ال َْجالَلِ َوا “Arz üzerinde bulunan herkes fenâ bulacak; ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zât’ı bâki kalacaktır.”2 âyetlerinin ifadesi çerçevesinde her şeyin gidip kendisine dayandığı beka ve sermediyetin biricik Sultanı demektir. ez-Zâhiru’l-Bâtın; varlığı mahlukatın varlığından daha açık ve her nesne kendini, kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O’nu ruhlara ve gönüllere duyurması ölçüsünde bir Zâhir; izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemez ve “mâsivâ” ölçüsünde kavranamaz bir Bâtın’dır. Evvel-Âhir, Kur’ân’a göre, leyl-nehâr, CennetNâr, mü’minîn-küffâr... gibi mütekabil esmâ ve mesânîdendir. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazaya alınıp “Evvel” dediğimizde; her şeyden ve herkesten müstağni, sâbıkı bulunmayan, kıdem tahtının Sultanı ve varlığı kendinden “Vâcibu’l-Vücud” َ “ َكO evvellerkastedilir. الل َول َْم َيكُ ْن َش ْي ٌء َغ ْي ُر ُه ُ َّ ان den evvel vardı ve beraberinde de hiçbir şey mevcut değildi.”3 gerçeği, böyle bir evveliyet ve kıdemi ifade etmektedir. Bazıları bu hadîse ان َعل َْي ِه ٰ ْ “ َو ُه َوO şu anda da olduğu gibi َ ال َن َعلٰ ى َما َك bulunmaktadır.”4 ilâvesini yapmaktadırlar ki, eğer bu sözle, “O’nun varlığı kendinden ve vacip, eşyanın vücudu ise O’nunla kaim.” demek ARALIK 2014 546 431 istiyorlarsa bunda bir mahzur olmasa gerek; yok, var olanın sadece O, varlık ve hâdiselerin bütünüyle vehim ve hayalden ibaret olduğuَ ْ َح َقائ ُِقgerçeğine nu iddia ediyorlarsa, 5ال ْش َيا ِء َثا ِب َت ٌة zıt böyle bir çarpıklığı kabul etmemiz mümkün değildir. O, kendinden başka her şeyden (mâsivâ) mukaddem bir “Evvel”; her şeyin encam ve nihayetine hâkim, varı yok yoku da var eden bir “Âhir”; vücudu varlığın her satır, her kelimesinde netlerden daha net, apaçık okunan bir Zâhir; her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde kâinat ve hâdiselerin biricik mercii bir Bâtın; ama hem evveliyeti hem âhiriyeti, hem zâhiriyeti hem de bâtıniyeti birbirinden ayrı olmayan bir Evvel u Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır. O, evveliyetiyle ezeliyetin ve âhiriyetiyle lâyezâliyetin biricik sultanıdır. O’nun evveliyetindeki takdirleri, âhiriyette yine O’nun ilmî planlarına göre zuhur eder, derken her şey bir inkişaf sürecine girer. O, kadîm, ezelî bir Evvel; dâim ve sermedî bir Âhir’dir; hiçbir şey yokken O vardı; sürekli varlık-yokluk arası gel-gitler yaşayan bütün eşya, fenâ ve zevalle silinip gittikten sonra da O bâki kalacaktır. Her şey O’ndan gelmekte ve gidip yine O’na dayanmaktadır; O ise gelmekten-gitmekten münezzeh, herkesin ve her şeyin biricik penâhıdır. O’nun varlığı evvelden evvel, Bu mânânın adı nezdinde ezel. Yok nihayeti, olmaz O’na hitâm, Halkeden O’dur, O’nunladır devâm. Tekmil varlık nezdindeki bir nurdan, “Ol” dedi, oldu bir ışık billûrdan. O, ilk halk ve ibdâ ihsanlarıyla Evvel, kullarına merhamet, mağfiret ve hazırladığı ebedî saadet saraylarıyla da Âhir’dir. Hidayetiyle Evvel, bu ilk mevhibeye lütfedeceği keremleriyle de Âhir’dir. İbtidasız bir Kadîm u Evvel, intihasız bir Bâki u Âhir’dir. Kıdem ve ezeliyetiyle mebdei olmayan bir Evvel, ebediyet ve sermediyetiyle de sonu tasavvur edilmeyen bir Âhir’dir. Vâcibu’l-Vücud, Vâhid ü Ehad olmasıyla evvellerden Evvel, fenâ ve ademden münezzehiyetiyle de âhirlerden Âhir’dir. Böyle bir tespit ve kabulün sonucu olarak ism-i Evvel tecellîsine mazhar bir vicdan, geçmişin derinliklerine dalınca: “Acaba hakkımda kaderin hükmü ne merkezdedir?” diye düşünür ve endişeyle kıvranır; ism-i Zâhir mazhariyetini düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın iman, islâm ve ihsan gibi lütuflarını mülâhazaya alınca da, davranışlarının nimetlere şükürle mukabeleden ibaret olduğunu görür ve ümitle oturup kalkmaya başlar. Keza, ism-i Bâtın tecellîsi ile muhât bir gönül, kapalı ve müphem binlerce hâdise karşısında sürekli dehşet ve hayret yaşar; ism-i Âhir menfezlerinden ruhuna sızan rahmet esintileriyle de telâşlardan, endişelerden kurtulur ve kendini olabildiğine tatlı, sonsuza yönlendirici bir heybet ufkunda bulur. İsm-i Evvel itibarıyla, görülen-görülmeyen bütün âlemlerin bir evveli, ism-i Âhir itibarıyla da bir âhiri vardır. Biz evveliyeti düşününce hayretler yaşar, âhiriyeti mülâhazaya alınca da dehşetle ürpeririz. Bilfarz Muhbir‑i Sadık’ın eşrât-ı saat, kıyamet, Cennet, Cehennem... gibi âhiriyetle alâkalı beyanları olmasaydı, evveliyeti sessizlik murâkabesine bağladığımız/ bağlayacağımız gibi âhiriyet hakkında da hiçbir şey söyleyemeyecektik... O hem Evvel ve Bâtın hem Âhir ve Zâhir’dir. Ezelden ebede, ilim plânında, taayyün hususiyetinde, ruh seviyesinde ve cisim keyfiyetinde her şey O’na ait, O’na râci; halk, hudûs, imkân, emir, kudret ve tedbir açısından da O’nun tasarrufundadır. Evvel O’dur, evveliyeti de, hüviyet-i Hakk’a nâzırdır ve her şey tecellî itibarıyla O’ndandır. Bir nokta içre bunca şuûn Hudâ’dandır, Bir hardal içre bunca nücûm Hudâ’dandır. Hakikî vücud zâhir u bâtın Hak’tandır, Hiç kimse bilemez hem ibtidâ nedir... (İsmail Hakkı) Âhir O’dur; seyr u sülûk-i ruhanîde ve urûc-i umumîde her şey O’na dönmekte ve O’na dayanmaktadır. Zâhir O’dur; varlık kitabı, eşya meşheri, kâinat sarayı bütün işaret, alâmet, âyet ve şahitleriyle O’nu haykırmaktadır. Bâtın O’dur; melekûtî bütün mertebelerin müntehâsı O’na bakmaktadır. O’nun ötesi yoktur; bu konuda “öte” diye bir şey de yoktur ve işte bu nokta öteden beri 6اب َق ْو َس ْي ِن َأ ْو َأ ْد ٰنى َ َقhakikatiyle işaretlenegelmiştir. Ne var ki O, görüp bildiğimiz hüviyette bir Zâhir olmadığı gibi bir Bâtın-ı Sırf da değildir. Aksine O, his, müşâhede, tasavvur ve tahayyül edilemez, münezzeh bir Zâhir olmanın yanında müteâl bir Bâtın’dır. O’na “Zâhir” dediğimiz aynı anda “Bâtın” da demezsek, zât, sıfât ve esmâsına ait bütün hususiyetleri eşya ve hâdiselere vermek zorunda kalırız. Aksine, “Bâtın” derken de, varlığının delâil ve şevâhidini görmezlikten gelirsek, dolayısıyla ruh-u küllî mülâhazasına sapmış oluruz. O hem eşya ve onunla istidlâl açısından hem de isimlerinin, sıfatlarının tezahür alanı zaviyesinden kâinat kitabının çehresinde okunan bir Zâhir ve zâhirî duyularla ihsas ve imtisası kabil olmayan münezzeh ve müteâl bir Bâtın’dır. Âsârında parıldayıp duran izzet ve azametin göz kamaştıran ihtişamıyla bir Zâhir, nâkâbil-i idrak hakikat ve hüviyetiyle bâtınlar ötesi bir Bâtın’dır. Varlığın bağrında görüp müşâhede ettiğimiz ibdâ, inşâ ve ihsanıyla bir Zâhir, ifnâ ve imâtesiyle de bir Bâtın’dır. Lütf u ihsanlarının her taraftaki sağanaklarıyla bir Zâhir, perdesiz, hicapsız ulaşılmazlığı ve görüşülmezliğiyle de bir Bâtın’dır. Hâsılı, O hem Evvel hem Âhir, hem Zâhir hem de Bâtın’dır. Bazen bu isimler, tecellî alanları itibarıyla, birleşik noktaları bulununcaya kadar farklılık arz edebilirler. Hz. Musa ve Hızır vak’ası buna ARALIK 2014 431 547 iyi bir örnek sayılabilir. Bu iki zâttan biri, vazife ve misyonu icabı birkaç kadem diğerinin önünde, diğeri de temsil ettiği hizmet açısından birkaç arşın berikinin ilerisindedir. Bu iki ufuk insanın muvakkat arkadaşlıkları sayesinde, esrarlı İlâhî icraatın perde arkası müphemiyetleri giderilince medâr-ı nizâ konuların hemen bütününde mutabakat sağlanmış; yolculuk devam etmese de zâhir ve bâtının mutlak mânâda birbirine zıt olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: İsm-i Zâhir ufkunda, her iş ve her faaliyet bir plan çerçevesinde halktan Hakk’a doğru cereyan etmektedir. Böyle bir alanın rehberi için yapılması gerekli olan şey, insanları, insanî melekelerini inkişaf ettirerek alıp Hakk’a götürmektir. İsm-i Bâtın itibarıyla ise, Cenâb-ı Hakk’ın öldürme, helâk etme icraatında olduğu gibi, esbâb ve istihkaktan kat-ı nazar, mukarrer ve mukadder olan şeylerin icra edilmesi söz konusudur. Bu zaviyeden, Hz. Musa, zâhirî yörüngesi ve bâtınî ufkuyla insanları ukbâ ve rıza-i İlâhîye hazırlamaya memur bir büyük; Hızır ise, tekvînî ve teşriî emirler karşısındaki durumu itibarıyla, fakat o emirleri söz konusu etmeden tıpkı “melekü’l-mevt” gibi farklı bir buudda her şeyi icraya memur bâtın eksenli ayrı bir büyüktür. Bunlardan biri, tebliğ ve temsil rehberi, diğeri de olup bitenlerin takipçisi gibidir ve kat’iyen birbirlerine zıt değil, mütemmimdirler. Zâhir u Bâtın birdir bil ey kardeş; Evvel-Âhir dahi birbirine eş. İsm-i Zâhir’in de, ism-i Bâtın’ın da birinci derecede inkişaf alanları Kitap ve Sünnet; mahall-i tezahürleri ve tatbik sahaları ise bütün derinlikleriyle din ve diyanettir. Tekvînî emirler açısından bir baştan bir başa bütün kâinatlar ism-i Zâhir’in dili, tercümanı, ziyası ve mahall-i in’ikâsı; ism-i Bâtın’ın da resm-i nuranîsi, ruhu ve mânâsıdır. Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat, Hangi harfi yoklasan, mânâsı hep Allah çıkar. (R. M. Ekrem) ARALIK 2014 548 431 Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir’in kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın’ın kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir. Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir’in, sultan-ı bâtın da ism-i Bâtın’ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir tezahürü, bâtın da zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan “Kenz-i Mahfî” tecellî yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaştırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki mânâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf َ ال ْمكَ انِ َأ ْب َد ُع م َِّما َك hâline geldi; 7ان ِ ْ س فِي َ ل َْيmazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı bir zarf. Her şey bu kadar net ve bu kadar vâzıh olduğu hâlde; öteden beri en mâkul ve başka türlü tevillere de kapalı olan meseleleri dahi çarpıtmaya çalışan sapık ideolojiler, zâhiri bâtından ayırarak ve bâtına da garip mânâlar yükleyerek şer’-i şerifle telifi imkânsız, diyanetin ruhuna muhalif ve akl-ı selime de ters pek çok yanlış yorumlar ortaya atmış ve İslâm düşüncesini bulandırmaya çalışmışlardır. Kaynak itibarıyla bu sapık düşünce ve çarpık yorumlar, büyük ölçüde Yunan felsefesi, Hint düşüncesi, Hermetizm inancı, Sâbiîn akidesi... gibi eski mirasın güçlü cereyanlarından kaynaklanmıştı. Bilerek veya bilmeyerek pek çoğumuz itibarıyla biz Müslümanlar, hem kalbî hem de ruhî hayatımız itibarıyla bu çarpık ve dahîl düşüncelerin tesirinde kalarak itikadımız açısından bugüne kadar bir hayli inhiraf yaşadık... (Devam edecek.) Dipnotlar 1. Kasas sûresi, 28/88. 2. Rahman sûresi, 55/26-27. 3. Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22. 4. Bkz.: ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 18/474, 19/344. 5. “Kâinatın varlığı kesindir.” (Ömer en-Nesefî, el-Akâid s.1) 6. “İki yay aralığı kadar ya da daha yakın.” (Necm sûresi, 53/9) 7. “Mevcut hilkatten daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyau ulûmi’d-dîn 4/258) { Kanunlar, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli; onların tatbikçileri de hem cesur, hem de âdil olmalıdırlar ki, kitleler, bir yandan onlar karşısında korku duyarken, diğer yandan da, bütün bütün güven ve emniyetlerini yitirmesinler. HÜCREDEKİ ÇELİK KONSTRÜKSİYON } Prof. Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU B edenin fonksiyonel en küçük yapıtaşı olan hücre, devlet gibi mükemmel işleyen bir organizasyondur. Hücrenin yapısı genelde kırılgan ve dağılmaya eğilimli malzemelerden oluşur. Meselâ hücre zarının kalınlığı 7–8 mikrondur. Buna rağmen hücreler nasıl oluyor da uzun süre -hattâ bazıları ömür boyu- kırılmadan, yarılmadan, patlamadan, dağılmadan yaşayabiliyor? Hücreler, dayanıklı binaların inşasında olduğu gibi çelik konstrüksiyondan mı yapılıyor? Veya vücudun şeklini koruyan, ayakta durmasına ve yürümesine hizmet eden iskelet sistemi gibi hücrenin de kemiklerden oluşan bir iskelet sistemi mi var? Evet, hücrenin de bir iskelet sistemi var. Hücreye şekil veren, onu fizikî tesirlerden korumada görev yapan, hücre iskeletidir (sitoskleton). Fakat burada kullanılan malzeme ne çelik ne de kemiktir; aminoasitlerden oluşan proteinlerdir. Hücrede zarlı yapılar Sabun köpüğü ile gösteri yapanlar, çok çeşitli ve etkileyici köpükler üretirler. Bu kişiler, köpükleri birbirleriyle temas ettirip ikisini üçünü birleştirip tek köpük hâline getirebilirler; bir köpüğü ikiye-üçe bölebilirler veya bir insanı köpüğün içine sokabilirler. Sabun köpüğünden çok daha ince yapıdaki hücre zarlarında ân ve ân yaratılan moleküler seviyedeki mu’cizevî hâdiselerin bir kısmına göz atalım: Hücre ARALIK 2014 431 549 iskeleti, hücre zarıyla bir bütün oluşturacak şekilde yaratılmıştır. Hücre organellerinin (odacıkların) çoğu zarlardan oluşur veya etrafı zarlarla çevrilidir. Zarlar; suyun ve suda eriyen maddelerin bir odacıktan diğerine kontrollü geçişinin düzenlenmesinde görevlidir. Zar proteinlerinin bazıları, suda eriyen maddelerin geçebilmesi için kanal oluşturulmasında kullanılır; bazıları da enzim fonksiyonu görür. Hücredeki organellerin zarları, küçük kimyevî farklılıklar dışında birbirinin aynısıdır. Bundan dolayı, zarlar birbirleriyle temas ettiğinde, sabun köpükleri gibi, mu’cizevî bir şekilde birleşir ve tek zar hâline gelebilir. Fakat organellerin muhteviyatı ve vazifeleri farklı farklı olduğundan, birleşmemeleri gerekir. Aynı malzemeden yapılan çuvallar birbirine dokununca birleşseydi, içine farklı sebzemeyve koyduğumuz çuvallar kamyona yüklendiğinde veya depoda istiflendiğinde birleşir, içindekiler de birbirine karışırdı. Bunu önlemek için onların birbirine temas etmeden istiflenmesi ve taşınması gerekirdi. Böyle bir şey ne kadar zor olurdu değil mi? Hücreye şekil veren, onu fizikî tesirlerden korumada görev yapan, hücre iskeletidir (sitoskleton). Fakat burada kullanılan malzeme ne çelik ne de kemiktir; aminoasitlerden oluşan proteinlerdir. ARALIK 2014 550 431 Hücredeki organel zarları birbirine temas ettiğinde birleşmelerine rağmen, nasıl oluyor da o küçücük yerde birbirlerine dokunmuyor ve parçalanmıyorlar? Meselâ, hücre içindeki golgi organeli, birbirine yakın minik keselerden ibaret zarlı bir yapıdır. Lizozom da yuvarlak minik zarlı bir keseden ibarettir. Golgi ile lizozom kesecikleri birbirleriyle temas ederlerse, lizozom içindeki parçalayıcı enzimler, golgi organeline boşalır ve onu parçalar. İlâhî Kudret’in her ân tecellisiyle hücre içinde organeller birbirlerine dokunmaz. İşte hücrenin çelik konstrüksiyonu görevini yapan mikrotübüller (tüpçük şeklinde iskelet proteinleri), hücre içine dağıtılmış organellerin sabit konumda tutulmasında ve birbirlerine temas etmemesinde rol oynar. Ektoplâzma-endoplâzma Hücrenin dış zarı çok ince ve akışkan mahiyette yaratılmıştır. Bu yüzden ilk bakışta kolayca yırtılması beklenir. Böyle bir durum hücrenin ölümüne yol açar. Peki, bebeğin doğumundan ölümüne kadar yaşayabilen sinir ve kas hücrelerinin zarları nasıl bu kadar uzun süre hayatlarını devam ettirebilmektedir? Zar katı kristal bir yapıda olsaydı, hücre hemen kırılıp ölecekti. Akışkan olması ve fizikî stres şartlarına dayanıklı olması açık bir yaratılış mu’cizesidir. Hücrenin akışkan özellikteki zarı çok sağlam yaratıldığından ömür boyu yırtılmadan kalabilmektedir. Hücre-içi iskelet proteinleri hem hücre zarının iç bölgesindeki sıvı kısımda (sitoplazma) hem de zar kısmında bulunur. Bu şekilde, birbirleriyle çelik konstrüksiyon gibi bağlantılı bir örgü motifi oluşturulur. Hücre zarının içe bakan tarafına çoğunlukla aktinden oluşan ipliksi proteinler (mikroflamentler) yerleştirilmiştir. Bunlar çok ince, hassas ve kolayca yırtılabilir akışkan mahiyette yaratılmış hücre zarına yarı katı bir destek sağlar. Bu tabakaya hücre kabuğu (korteks) veya dış sitoplazma (ektoplâzma) denir. Kabuk ile hücre çekirdeği (nükleus) arasındaki daha akışkan kısım ise iç sitoplâzmadır (endoplâzma). Hücre zarının katı kristal değil, akışkan olması, ona müthiş bir esneklik ve sağlamlık sağlar. Hayalen bir hücreyi iki parmağımızın arasına alalım ve sıkıştıralım. Hücreye bir şey olmaz. Bırakıldığında normal hâlini alır. Çünkü zara bitişik kabuk kısmındaki iç iskeleti oluşturan çelik konstrüksiyon proteinleri esneyebilmekte; ama asla kırılmamaktadır. Uzama veya kısalmalara esneklikleriyle cevap vererek yırtılmadan eski şekillerini alabilmektedir. Hücrede trafik Kesecik (vezikül) ve borucuklardan (tübül) yaratılmış organeller hücre içi iskelet proteinlerinin ağ yapısı üzerinde konumlandırılmıştır. Böylece birbirlerine dokunmaları engellenir. Hücre içinde madde nakli, keseciklerle yapıldığından inanılmaz yoğunlukta bir Mikrotübül Hücrenin çelik konstrüksiyonu görevini yapan mikrotübüller (tüpçük şeklinde iskelet proteinleri), hücre içine dağıtılmış organellerin sabit konumda tutulmasında ve birbirlerine temas etmemesinde rol oynar. kargo hareketi vardır. Meselâ, endoplâzmik retikulumda üretilen protein, yağ ve şeker maddeleri kesecikler içinde önce golgiye taşınır ve burada işlemden geçirilir. Nihai ürünler kesecikler hâlinde tekrar sitoplâzmaya verilir. Bu kesecikler hücrenin dış zarına doğru yürütülerek salgı maddesi şeklinde hücre dışına çıkarılır. Proteinler, bakteriler ve ölü hücreler keselenerek pinositoz veya fagositoz denen hâdiseyle hücrenin içine alınır. Bu keseler de yürütülerek lizozomlar ile temas ettirilir. Lizozomların içindeki enzimler, bu yürütülen keselerin içine boşaltılır. Enzimler proteinleri parçalar, bakterileri parçalayarak öldürür, ölü hücre artıklarını da parçalayarak temizler. Keseciklerin yürütülmesi esnasında başka keseciklerle hücre-içi trafik kazaları olur mu? Eğer kesecikler birbirlerine dokunurlarsa zarları birleşerek iki kesecik tek kesecik hâline gelir ki, bu, hücrenin hayatiyeti için ciddi tehdittir ve ölümle neticelenir. Kesecikler yürütülürken kullandıkları güzergâh bellidir. Asla çarpışma olmaz. Adeta hücre-içi iskelet proteinlerinden inşa edilen raylı sistem kullanılır. Kesecikler çelik konstrüksiyonu oluşturan mikroborular üzerinden hareket ettirilir. Bu durumda hücrenin üç boyutlu uzayında keseciklerin teleferik sistemindeki gibi rayların üzerinde her tarafa gelip gittikleri ama asla trafik kazalarına sebebiyet vermedikleri söylenebilir. Hücre içinde yollar sabit değildir. İhtiyaç olunca keseciklerin hareketine uygun hemen yeni raylar (mikrotübüller) oluşturulur ve görev tamamlandıktan sonra ânında parçalanarak ortadan kaldırılır. Netice olarak; nano ölçekte en mükemmel hâdi seler, insanı aciz bırakan mu’cizeler, en küçük canlı birimi olan hücrelerde gerçekleştirilir. İdeolojik evrim inancı önce hücrenin kendi kendine, tesadüflerle veya sebeplerle ortaya çıktığını, daha sonra da o ilk hücreden bitkilerin, hayvanların ve insanın teşekkül ettiğini kabul eder. Peki, trafik kazasının olmadığı hücre devletinde borucuklardan ve iplikçiklerden oluşan bu çok mükemmel ve sağlam iskeletin oluşumunu tesadüflere havale etmek ne kadar aklî, ilmî ve vicdanîdir? o.arifagaoglu@sizinti.com.tr ARALIK 2014 431 551 Gönüllüler Hareketi Mehmet Ali ŞENGÜL G ünümüz dünyasında ortalığı karıştırmak, yangın çıkarmak, fesat yuvaları oluşturmak, devletleri, milletleri birbirine düşürmek, ortalığı kana bulamak isteyen zihniyetler var. Bunlar şu âyetlere keşke bir kulak verebilseler, kimliklerini öğrenip kavrayabilseler: “Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok kadınlar ve erkekler türeten Rabb’inize karşı gelmekten sakının.” (Nisa Sûresi–1) “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkekle kadından yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat–13) Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu) bu âyetlerde, bütün insanların tek anne-babadan türediğini buyurmaktadır. Bu açıdan, insana Allah’ın (celle celâluhu) muhteşem bir sanatı, varlıkların en mükemmeli ve mahlûkatın en eşreflisi nazarıyla bakılmalıdır. Bunun içindir ki, insanlar, kardeşçe yaşama ortamı hazırlamalı, aile ve toplumun huzur, güven ve emniyetinin teminatçısı olmalıdır. ARALIK 2014 552 431 Bunun gerçekleşmesi, evvelâ gönüllerde bu ruhun oluşmasıyla başlar. Çekirdeğin meyveye dönüşürken geçirdiği safhalar gibi, insanın da, insan-ı kâmil mertebesine ulaşması, dünyaya neden geldiğinin farkında olmasıyla, aslî vazifelerinin ne olduğunun şuuruna ermesiyle ve kendisi için talep ettiği şeyleri başkaları adına da istemesiyle mümkün olacaktır. Hasbî ruhların ve gönüllüler hareketinin oluşturduğu eğitim yuvaları, sevgi okulları işte bu niyet ve gayretle çalışmaktadır. Sevgi kahramanları, muhabbet fedâileri ve ışık süvarileri, bugün dünyanın en çok muhtaç olduğu huzur, güven ve emniyetin umumî olarak tesisi için hiçbir karşılık beklemeden çaba sarf etmektedir. Eğitim ve hayır işlerini maddî-mânevî omuzlayan her kesimden insan, bu şerefli vazifeyi büyük bir fedakârlıkla, ibadet neşvesi içinde gerçekleştirmektedir. Onlar, salgın hastalıkların, iç savaşların, terörist faaliyetlerin, fakirlik ve yoksulluğun ortalığı kasıp kavurduğu hiç tanımadıkları ülkelere anne-babalarını, güzel ülkelerini, rahat ve huzurlarını terk ederek hizmet için gitmekte; bu zahmetlere Allah’ın rızası, insanlığın dünya ve Âhiret mutluluğu için katlanmaktadır. Bu hizmet, ülkemizi diğer devletlere tanıtma adına da çok ciddi vazifeler yapmaktadır. Ülkemiz ve insanımız aleyhinde karalama kampanyası yapanlar karşısında, asıl hüviyetimizi tanıtmakta, ülkemiz için de gönüllü elçilik rolü yaparak, hizmet sunmaktadır. Dünyanın değişik yerlerinde, rengi, dili, dini, kültürü, gelenek ve görenekleri farklı ülkelerde faaliyet gösteren okullarda, bugüne kadar yüz kızartıcı bir suç görülmemiştir. Aksine, adanmış ruhlar güzel tavır ve ahlâklarıyla kabul görmüşlerdir. Bundandır ki, aileler, ciğerpare yavrularını bu okullara verme yarışına girmişlerdir. Bugün dünyanın İslâmiyet’e, İslâm’ın da model insana, tavır ve davranışlarıyla güven, emniyet telkin eden insana ihtiyacı var. Dünyada külfetsiz nimet yok, böyle bir nesil gökten zembille inmedi. Bin bir zorluk ve sıkıntılarla yetişti ve yetişmektedir. Bu fedakâr ve hasbî nesil, zaman zaman haksız yere zan altında tutulsa da, güçlerini ve vakarlı duruşlarını ‘güzel ahlâkları’ndan alarak vazifelerine devam etmektedir. Gün gelecek ‘Türkçe’ dünya dili olacak. İnsanlar bizim şiirlerimizi, hikâyelerimizi, romanlarımızı, hattâ tefsirlerimizi Türkçe okuyacaklar inşallah. Bu ne güzel bir netice, ne büyük bir lütuftur. Dünyaya yayılan, gittikleri yerlerde okullar açan bu fedakâr ve kahraman nesiller, oralara menfaat, makam mevki için gitmediler; yeryüzünde insanca yaşama, Allah’ın (celle celâluhu) nimetlerini kardeşçe paylaşma, insanları sevgiyle bağırlarına basma niyetiyle gittiler. Her türlü sıkıntıya bunun için katlandılar ve katlanmaktadırlar. Bu insanlara kimi inanır, saygı duyar; kimi onları sempatiyle karşılar, kimi de ‘Onların kimseye zararı yok, aksine onlar çok faydalı işler yapıyorlar, ilişmeyin.’ der. Böylece hizmetler karşısında iradelerini ortaya koyarlar. Biz, bize düşeni yapalım, vesileleri, vasıtaları ve güzel neticeleri yaratacak olan Rabb’imizdir (celle celâluhu). Her şeye hükmedecek olan O’dur (celle celâluhu). O (celle celâluhu), murad buyurursa bütün kalblere hükmeder. Yeter ki bizler huzur, güven ve emniyeti temsil etmek suretiyle dünyada umumî barışı temin etmeye var gücümüzle gayret gösterelim. m.sengul@sizinti.com.tr İnsanımıza hizmeti hedef almadan yaşanan bir hayatın, içinde bin bir ihtirasın kol gezdiği vahşilerin hayatından farkı ne? *** Doğruluk ve hak istikametindeki her hareketi alkışlamak, hakka karşı saygılı olmanın ifadesidir. Hakkı sadece kendi meslek ve meşreplerine münhasır görenler, inanın, çok geçmeden kendi kendileriyle yapayalnız kalacakları gibi, hak telâkkisinde de hep değişip duracak ve kat’iyen istikrara ulaşamayacaklardır. *** Hizmet insanı, gönül verdiği dâvâ uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb’in iradesine inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes’ûl ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı.. müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî olmalıdır. *** ARALIK 2014 431 553 Prof. Dr. Salim AYDÜZ 554 431 İ slâm tarihinin ilk iki asrında, Müslüman Arapların hiç şüphesiz kendilerine has savaş kültürleri ve bu mevzuda belli seviyeye ulaşmış tarihî birikimleri bulunmaktaydı. İslâm medeniyetinde yaşamış olan savaş sanatı ustaları ve askerî uzmanlar, kendilerinden önceki medeniyetlerin birikimlerinden de istifade ederek bu konularda yeni yaklaşımlar sergilemiş ve orijinal eserler ortaya koymuşlardır. Bilhassa daha ilk asırlardan itibaren savaş sanatı, fürûsiye (at yetiştirme ve binicilik) vb. konularda orijinal eserler kaleme alınmıştır. Hususiyle Memlûkler devri, bu konuda dikkat çekicidir.1 Bunda, Türklerin Orta Asya’dan taşıdıkları savaş tecrübeleri ve bilgileriyle Haçlı Seferleri neticesi ortaya konan bazı tekniklerin yanısıra ateşli silâhların gelişmeye başlaması da tesirli olmuştur.2 Savaş sanatı literatürü olarak Memlûkler döneminde yaşamış Hasan er-Remmâh (öl. 1295), Murzâ et-Tarsûsî (öl. 1193), İbnü’l-Baytar (1197–1248), Tayboğa (1394–5), Utarid b. Muhammed el-Hasîb (öl. 821), Abdurrahman b. Ahmed et-Taberî (10. asır), İbn Erenboğa Zerdkâş (öl. 1373’ten sonra) gibi müelliflerin eserleri son derece mühimdir. Memlûk döne- mi savaş sanatı uzmanlarından olan, yazdığı eserlere göre avcılığı, savaş sanatını ve silâhları çok iyi bildiği anlaşılan ve bu alanlarda mühim eserler kaleme almış Muhammed b. Mahmûd b. Menglî de hayatı ve eserleri incelenmeye değer bir isimdir. İbn Menglî’nin hayatı 1300–1306 arasında doğduğu tahmin edilen İbn Menglî çok iyi bir dinî ve askerî eğitim almış, bilhassa Kur’ân, hadîs, İslâm tarihi, şiir, edebiyat ve dil konularında iyi yetişmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçenin yanı sıra Yunanca da bilir. Ailesi aslen Türkistan’dan Mısır’a gelmiştir. Kıpçak olma ihtimali yüksek olmakla birlikte Tatar veya Kırgız olma ihtimali de bulunmaktadır.3 Memlûklerin Bahrî Hanedanı4 devrinde (1250-1381) yaşamış, el-Melikü’n-Nâsır Muhammed’in üçüncü saltanatı döneminde (1309– 1341) henüz küçük yaştayken, emirlerin çocuklarından oluşan ve evlâdü’n-nâs adı verilen askerî sınıfa girmeyi başarmıştır. Daha sonra Sultan Melikü’lEşref’in (1362–77) özel muhafız kuvvetleri arasında yer almış ve nakîbü’l-ceyş olarak tayin edilmiştir. Seksen yaşlarında iken vefat etmiştir (1382 civarı). İslâm medeniyetinde yaşamış olan savaş sanatı ustaları ve askerî uzmanlar, kendilerinden önceki medeniyetlerin birikimlerinden de istifade ederek bu konularda yeni yaklaşımlar sergilemiş ve orijinal eserler ortaya koymuşlardır. ARALIK 2014 431 555 İbn Menglî’nin el-Ahkāmü’l-mülûkiyye fī fenni’l-kitâl fi’l-bahr ve’d-davâbiti’nnâmûsiyye adlı eseri 1376’da yazılmış olup denizlerdeki savaş usûllerinden ve bu savaşlarda kullanılan silâhlardan, savaş esnasında yaralanan askerlerin tedavilerinden vs. bahseder. Babası tarafından çok genç yaşta Memlûk askerî eğitimi için Kahire’ye getirilen İbn Menglî, burada Bahriye birliklerinde, Sultan Kalavun zamanında eğitim almıştır. Askerlik sanatı ile kara ve deniz savaşları konularında çok geniş bilgi sahibidir. Eserlerinde ve şahsında, savaş sanatını âdâb ve ahlâk ile çok iyi meczetmiştir. Melikü’l-Eşref Şaban zamanında ecnâdu’l-halaka denilen sultanı ve ailesini korumakla görevli kırk kişiden oluşan seçkin askerî topluluğun başına gelerek mukaddem tabir edilen yüksek bir rütbeyi elde etmiştir. Çok yakın dostu olan Selahaddin Halil b. Arrâm’ın 1371’de görevinden uzaklaştırılıp sürgüne yollanmasından ve daha sonra Sultan Eşref Şaban’ın 1377’de öldürülmesinin akabinde uzlete çekilmiş ve ölümüne kadar sakin bir hayat yaşayarak hiçbir şeye müdâhil olmamıştır. Eserleri İbn Menglî eserlerinde sık sık âyet ve hadîs-i şerîflere atıflarda bulunur. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) savaşlarını konu alan ve megâzî adı verilen anekdotlara da yer vererek bunları kendi çağındaki savaş taktikleri ve gelenekleriyle karşılaştırır. Döneminin kayda değer siyasî ve askerî hâdiseleriyle ilgili çok önemli bilgiler veren İbn Menglî, kendi fikirlerini ifade etmenin yanı sıra daha önceki müelliflerin yazdıklarına da yer verir ve bunları kendine mâl etmekten özenle kaçınır. İbn Menglî’nin 1364–1378 arasında telif ettiği toplam on dört eseri tespit edilmiştir: Bunların başında gelen Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’ssın’ati’l-harbiyye, savaş sanatı konusunda muhtasar olarak hazırlanmış bir eserdir. Farklı durumlarda uygulanabilecek savaş taktikleri, savaşa hazırlık konuları, kale ve tabya yapımları, çeşitli silâhlar ve kullanımları gibi konulardan bahseder. Pençgân isimli bir kerede beş ok birden atabilen ilginç bir yay ile savaşlarda kullanılacak atlar için hazırlanmış özel zırlar (tecfâf) da eserde konu edilir. İbn Menglî, zafer kazanmak ve muvaffak olabilmek için Allah’a (celle celâluhu) muhakkak itimat etmek ve dayanmak lazım geldiğini belirtir. Bundan dolayı miğferler, silâhlar, kaleler, hattâ yumurtaların bile üzerine yazılacak âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri, Allah’ın okunacak isimlerini, duaları ve âyetleri burada ele alır. İbn Menglî ayrıca, içine neft diye bahsettiği petARALIK 2014 556 431 rol konulan yanar okların nasıl yapılacağını anlatır. Buna göre, yangın çıkarmak için kullanılacak olan okların yapımında kibrit, neft, pamuk, saman, kepek vs. muhtelif maddeler kullanılmalıdır. Dikkatlice karıştırılan mevzubahis maddeler, toz hâline getirilip okun ucuna sarıldıktan sonra etrafına bir bez sıkı bir şekilde dolanır. Ok, ucu yakıldıktan sonra hedefe doğru fırlatılır. Ucu yakılmış olan okun alevi, rüzgârın da tesiriyle giderek büyür ve vardığı yerde ciddi tahribata yol açar. Müellif eserinde “yakıcı aynalar”dan da (“elmerâî’l-muhrika”) bahseder. Savaşlarda çok verimli şekilde kullanılabilecek olan bu aynalar, çok tehlikeli oldukları için “esrâri’l-mülûk”tur, yani sırları sadece sultanlar tarafından bilinmelidir. Askerî sırların korunması açısından halkın bunları bilmemesi gerekir. Çünkü, sadece bir kişi bile hayli uzak mesafeden bu çukur aynalar vasıtasıyla bir şehri yakabilir. Savaş taktikleriyle ilgili zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm’den ilham alan müellif, savaşta hücum önceliği ile alâkalı olarak Hz. Musa’nın (as) sihirbazlarla yapmış olduğu karşılaşmayı anlatan âyetleri misâl verir. İbn Menglî, A’raf Sûresi’nde (115-6) bulunan “(Sihirbazlar), “…Ey Mûsâ!” Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalım” dediler. (Mûsâ), “Siz atın” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar…” mealindeki âyetlerden ilham alarak, savaş esnasında düşmana hemen saldırmayıp ilk olarak düşmanın kendilerine saldırmasının beklenmesi lazım geldiğini belirtir. İbn Menglî, yine savaşta hücum zamanı ile ilgili taktiklerden bahsederken Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerden istifade eder. A’raf Sûresi’ndeki (97-98) “…Memleketlerin halkları geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular? Ya da o memleketlerin halkları kuşluk vakti gülüp oynarken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular?” mealindeki âyetleri zikrederek düşmana gece uyurlarken veya kuşluk vakti saldırılmasının en münasip zaman olduğunu ifade eder. İbn Menglî’nin 1362–1370 yıllarında telif ettiği el-Edilletü’r-resmiyye fi’t-tecâbi’l-harbiyye adlı eseri ise, bir askerî el kitabı olup Avrupalıların, Yunanlıların, Türklerin ve Arapların askerî sistemleri, kale ve istihkâm yapımlarını incelemektedir. Eserde ayrıca bazı savaş taktikleri ile ilgili anlatım ve çizimler de Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin kapak sayfası. Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin başlangıç sayfası. Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin ferağ kaydı sayfası. bulunur. İbn Menglî, bu eserinde de yangın çıkartan oklardan ve toplardan da bahseder. Eserde âyet ve hadîslerin yanısıra, ilmî ve ahlâkî sözler de yer almaktadır. İbn Menglî’nin diğer meşhur eseri olan Ünsü’lmelâ bi-vahşi’l-felâ avcılık ve vahşi hayvanlar hakkında olup, yetmiş yaşlarında olduğunu ifade ettiği 1371–72 yılında tamamlamıştır. Eser, gerek Batı’da gerekse İslâm dünyasında çok ilgi çekmiş olup ikisi Fransızca çeviri, diğeri Arapça edisyon-kritik olmak üzere üç defa neşredilmiştir. İbn Menglî’nin el-Ahkâmü’l-mülûkiyye fî fenni’lkitâl fi’l-bahr ve’d-davâbiti’n-nâmûsiyye adlı eseri 1376’da yazılmış olup denizlerdeki savaş usûllerinden ve bu savaşlarda kullanılan silâhlardan, savaş esnasında yaralanan askerlerin tedavilerinden vs. bahseder. Eserde bilhassa Yunan/Rum Ateşi/Grejuva olarak bilinen petrol silâhından da bahseder ve neft olarak isimlendirir. Eserde büyük manevra kabiliyetine sahip, ateşli oklar atabilen ve büyük gemileri bile batırabilen küçük gemilerden de bahsedilir. Netice olarak, İslâm medeniyetinde savaş sanatı ve askerî teknoloji konularında Hicrî 2. (Miladî 8.) asırdan itibaren hatırı sayılır bir literatür ortaya konmuştur. Bunlardan anlaşılmaktadır ki, İslâm dünyasında askerî teknoloji, bilhassa 12–13. asırlarda, Haçlılara ve Moğollara karşı yapılan savunmalara bağlı olarak hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Bu durum, ağır ok ve cisimleri çok uzağa atabilen büyük mancınık ve arbaletler gibi silâhlarla ateşli silâhların icat edilmesinden de anlaşılır. Bu yeni silâhlar, daha sonra Avrupa’da ve Çin’de kullanılmaya başlanmıştır.5 s.ayduz@sizinti.com.tr Dipnotlar 1. Abdurrahman Zaki, el-Ceyş el-Misrî, fi el-‘Asr el-İslâmî, Kahire 1970; Hassanein Rabie, “The Training of the Mamlûk Fâris”, War, Technology and Society in the. Middle East, ed. V. J. Parry, London: Oxford University Press, 1975, s. 153-162. 2. Salim Aydüz, “Ateşli Silâhlarla İlgili Türkçe Matbu Eserler Bibliyografya Denemesi (1727-1928), Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, 5 (Mart 2004), 259-309. 3. Gerhard Zoppoth, “Muhammad ibn Mängli, Ein ägyptischer Offizier und Schriftsteller des 14. Jh.s”, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, 53. band, (Viyana, 1957), s. 288-299; Asri Çubukçu, “İbn Menglî”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1999, XX, 182-3. Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin ilm-i cifrden bahseden sayfaları. 4. İsmail Yiğit, “Memlûkler”, DİA, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2004, XXIX, 90-97. 5. S. Aydüz, Osmanlı Devleti’nde Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2006; Osmanlı silahlarının Çin’de yayılması ile ilgili olarak bkz. Giray Fidan, Kanuni devrinde Çin’de Osmanlı tüfeği ve Osmanlılar, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2011. 431 557 Matematik ve Geometri–8 Tabiat, Madde ve Uzay’daki Matematik H Prof. Dr. Arif SARSILMAZ er biri ayrı bir sanat harikası olan yeryüzündeki varlıkların ortaklaşa teşkil ettikleri tabloya “tabiat” diyoruz. Tabiatın mükemmelliğinin göstergelerinden birisi şudur: Tabiatta hiçbir şey asla boşa harcanmamakta, israf edilmemekte; herhangi bir varlık değişiklik geçirse ve başka bir forma inkılâp etse bile kıyamete kadar varlığını devam ettirmektedir. Canlı cansız, gözle görülüp, elle tutulan her şey, madde olarak bilinen aslî ve temel unsurlardan yapılmıştır. Maddenin arkasında, onun var olmasına izin veren Allah’ın sonsuz ilmi ve iradesi mevcuttur. Maddenin yapısını teşkil eden atomların mahiyetindeki enerji de, varlıklarda ortaya çıkan her türlü faaliyetin temel kaynağı olarak atomların yapısına derç edilmiştir. Kimyevî elementler Modern kimya (kimyevî elementler, kimyevî terkipler ve karışımlar); klâsik dört unsurun (toprak, hava, su, ateş) Ortaçağ’a ait İslâmî ve Yunanî modellerinden geliştirilmiştir. Modern zamanın fizikî madde düşüncesi, suyun içerisinden elektrik akımı geçirilmesiyle, hidrojen ve oksijen moleküllerine ayrışması ile değişmiştir. Bundan sonra, maddenin mümkün olan en küçük birimini bulmak, bilim adamları için bir takıntı hâline gelmiştir. Moleküllerin atomlardan meydana geldiğinin keşfinden sonra, bu atomlar, “kimyevî elementler” olarak adlandırıldı. Daha sonra, atomların da proton, nötron, elektron, nötrino ve muonlar olarak isimlendirilen “element parçacıklarının” toplamından meydana geldiği bulundu. Bu küçük parçacıkları bir arada tutan atom altı kuvveti kırmak için gereken enerji miktarı olağanüstü çoktur. Atomun yapısı ve modeli hakkında en iddialı görüşleri ileri süren Danimarkalı fizikçi Niels Bohr’un: “Gerçek diye adlandırdığımız her şey, gerçek olduğunu düşünemeyeceğimiz şeylerden meydana gelmiştir.” şeklindeki ifadesi, maddenin mahiyeti ve maddenin ötesi hakkında daha sonra yapılacak keşifler için de geçerli olacak önemli bir hususu özetlemektedir. ARALIK 2014 558 431 Elementler dünyasında matematiğin mükemmelliğini önce 9 rakamının enteresanlığında müşahede edebiliriz: Kararlı kimyevî elementlerin sayısı 9 x 9 = 81 Sun’î olarak sentezlenebilen kimyevî elementleri hâriç tutarsak 81 adet kararlı element vardır. 81 = 3 x 3 x 3 x 3 = 3’ün 4. kuvveti = 9 x 9 Ayrıca, 1/81= 0.0012345679012345679012345679… şeklinde 8 rakamını dışarıda bırakarak yukarı doğru devam eden bir kesirdir. Alman bilim adamı Peter Plichta, Cosmik Cross adlı eserinde, 81 elementin ve onların atom numaralarının karşılıklı olarak birbiri ile bağlantılı olduğu ve tabiatın onluk sistemlere göre organize edildiği (on parmağımızın olması gibi) neticesine varmıştır. Ay ve Dünya’yı dual gezegenler olarak düşünen Plichta, suyun hareketlerinin Ay’ın tesirinde olduğunu belirtmiş, Dünya ve Ay’ın kütlesi arasındaki oranın da 1:81 olduğunu söylemiştir. Yengeç nebulası NASA’nın Hubble Uzay Teleskopu tarafından çekilen en büyük mozaik görüntülerden birisi, bir yıldızın 1054 tarihli süpernovasının genişleyen (altı ışık yılı) Şekil-1: Yengeç Nebulası Şekil-2: Beş farklı elementin atom yapısı Hidrojen Helyum Karbon kalıntılarına aittir. Görüntüdeki renkler, patlama sırasında etrafa saçılan farklı elementlere aittir. Nebulanın dış kısmındaki mavi çizgiler nötr oksijeni; yeşil, tek başına iyonize olmuş kükürdü; turuncu, ana element olarak hidrojeni (yıldızın kalıntıları); kırmızı ise, iyonize olmuş +2 değerlikli oksijeni göstermektedir. Şekil-1’e dikkatli bakıldığında elektron izlerinin fraktal yapısı görülmektedir. İçteki mavi ışık, merkezi etrafında kıvrılarak dönen nötron yıldızın manyetik alanı etrafında neredeyse ışık hızında dönen elektronlardan meydana gelmektedir. Daha çok bir ışık evinde dönen ışık demetine benzeyen yıldız, bir saniyede 30 kez atım yapar gibi görünen ikiz radyasyon demeti yaymaktadır. Atom seviyesinde maddenin fıtratındaki nizâm ve âhenk Kalsiyum Moliboden irade olmadığına göre, onları belli kanunlara göre yöneten, sonsuz ilim ve irade sahibi Allah’tan (celle celâluhu) başka kim olabilir? Atomların hareketlerine dâir kanunlarda da bir matematik ve geometri vardır. Meselâ basit çizimler olarak örneklerini verdiğimiz hidrojen, helyum, karbon, kalsiyum ve molibden atomlarına bakalım ve bunlardaki geometriyi tefekkür edelim. (Şekil-2) Bu beş farklı atomdaki elektron yörüngelerinin tesadüfî ve gelişigüzel olduğunu kim iddia edebilir? Bir merkezin etrafında elektron yörünge dairelerinin her birindeki mesafelerin ayarlanması için gerekli itme ve çekme kanunları ile parçacıkların hızları kendi kendine ayarlanabilir mi? En basit atom olan hidrojen, bir çekirdek etrafında dönen tek bir elektron ile ilk yaratılan ve en yaygın elementtir. Diğer elementlerin hidrojenden itibaren giderek ağırlaşarak ve yörünge sayıları artırılarak yaratılmış oldukları düşünülmektedir. Atom dendiğinde, şuursuz, başıboş dönen parçacıklar topluluğu akla gelir. Atomların bakır, demir, oksijen, karbon veya kurşun olacağına kim, nasıl karar veriyor? Proton, nötron ve elektron sayılarının artmaKimyevî elementlerin yaratılış plânındaki nizâm sıyla veya eksilmesiyle farklı atomların yaratılması, Elementlerin en çok bilinen organizasyon şekli olan atomun içindeki çekim güçlerinin ayarlanması nasıl periyodik cetvel, ders kitaplarımızda veya sınıflarıoluyor? Farklı atomlar bir araya gelerek yeni terkipmızın duvarlarında sergilenmektedir. Elementlerin lere hangi yollarla vesile atom yapılarındaki düzea. oluyor? Bu terkipler şeker, ni daha fazla nazara veEn çok kullanılan şekliyle periyodik protein, yağ ve vitamin ren ve atomlar arasındaki tablo. olarak bedenimizin gerekli münasebetleri daha açık olan yerlerine nasıl göndeortaya koyan spiral veya riliyor? Bütün bu soruların dairevî şekillerde hazırcevabını, atomda olduğulanmış gruplanmalar, tanu vehmettiğimiz gizli bir biatın nasıl bir matemaakla ve şuura verebilir mitik sergilediğini gösteren yiz? Atomlarda böyle bir açık resimlerdir. (Şekil-3) b. Spiral şekilli periyodik tablo (Çizim: Jan Scholten). c. Dairevî şekilli periyodik tablo. ARALIK 2014 Şekil-3. Periyodik cetvelin farklı şekillerde gösterimi. 431 559 Şekil-4 Şekil-6: Venüs’ün aynı pozisyona geri dönmesinin yaklaşık geçiş zamanı içerisinde, Merkür’ün yörüngesinin 7 yıllık, Venüs’ün yörüngesinin 8 yıllık yollarını gösteren şekle bakarsak, bunun küllî bir ilim Sahibi'nin eseri olduğu anlaşılır. Güneş Ay Dünya Tycho Brahe’nin yer merkezli sisteminin temelleri Tycho Brahe (16. yüzyılın sonları), Kopernik Sistemi’nin matematiği ile Batlamyos’a ait felsefî sistemi birleştirmiştir. Onun sisteminde, gezegenlerin hareketleri, Dünya merkezli sistem içindeki mekanik bir saatin çarklarının işleyişine benzemektedir. Ay, Güneş ve sabit yıldızlar, mavi yörünge ile gösterildiği gibi merkeze yerleştirilmiş Dünya’nın etrafında dönerler. Turuncu yörüngenin üzerindeki objeler, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’dür ve bunlar da Güneş’in etrafında dönerler. Yıldızların teşkil ettiği gökküresi ile çevrelenmiş bütün gezegenler, gökküresi Dünya’nın etrafında döndüğü için, sadece birbirlerine göre sabitlenmişlerdir. (Şekil-4) Gök cisimlerinin yerleştirilmesinden ve hassas yörüngelerde dolaştırılmasından çıkarılacak birçok tefekkür tablosu vardır. Güneş Sistemi içerisindeki gezegenlerin ve asteroidlerin ölçeklendirilmemiş şemasına baktığımızda bu düzeni görürüz. (Şekil-5) Yine bir çekirdek etrafındaki elektronlar tarafından yapılan tipik yörünge desenlerine ait çizimler de atomlardaki matematik düzene örnektir. (Şekil-6) Hayata vesile kılınan Karbon elementindeki geometrik dizayn Varlıkların yaratılması açısından, atom numarası altı olan karbon elementine verilen rol büyüktür. Karbon, bilinen bütün organik hayat formlarının içinde vardır. Bugünkü tespit ve bilgilerimize göre, karbon olmasaydı, sebepler açısından fizikî organik hayat da olmazdı. Karbona çoklu bağlar ve zincirler kurma açısından, bir kabiliyet verilmiştir. Her karbon atomu, fıtratı gereği diğer dört atomla (karbon, hidrojen, azot, kükürt veya oksijen gibi atomlarla) bağlanmak ister. Bu özellik, karbon atomunun, diğer elementlerin atomları ile bir araya gelmesine, uzun zincir veya halkalar şeklinde yeni bileşiklerin yaratılmasına imkân sağlar. Zincirler ve halkalar şeklindeki, karbon temelli bileşikler yeni hayat formlarının inşa edilmeleri açısından esastır. Karbonun üç boyutlu moleküler şekli Şekil-5 ARALIK 2014 560 431 Saf karbonun alabileceği, sekiz farklı -moleküler üç boyutlu- biçim vardır: 1- Elmas, 2- Grafit, 3- Lonsdaleite, 4- C60 Fulleren molekülü, 5- C540 Fulleren molekülü, 6- C70 Fulleren molekülü, 7- Biçimsiz karbon, 8- Tek duvarlı karbon nanotübü. (Şekil-7) Bir uçta, karbon atomları, en sert madde olan elması yapmak üzere özel bir konfigürasyonda birbirine bağlanırken, öte tarafta, yumuşak grafiti yapmak üzere bağlanırlar. Bilinen bileşiklerin çoğu, karbon bileşikleri olup, büyük çoğunlukla da organik bileşikler olarak adlandırılır. Karbonun metallerle yapmış olduğu bileşikler ise, genellikle inorganik olarak düşünülmektedir. Çok biçimlilik (Polimorfizm): Katı maddenin bir- Şekil-7 C60 Fulleren Elmas Grafit Lonsdaleite C540 Fulleren Biçimsiz (amorf) karbon C70 Fulleren Tek duvarlı karbon nanotübü den fazla kristal biçiminde bulunabilme kabiliyetiKatıların temelinde yatan düzen dir. Saf kimyevî elementler için, çok biçimlilik duruTuz, elmas ve kuartz gibi kristalize katılar, özel bir mu, “allotropi” olarak bilinir. Meselâ elmas, grafit ve geometrik şekle sahip moleküler yapıdadırlar. Befulleren moleküller karbonun farklı allotroplarıdır. lirli bir erime noktasında, bütün moleküllerin içeriKarbon atomunun çok enteresan bir özelliği de sindeki bağlar kırılmaya başlar. Bu kristal yapıdaki “dörtyüzlüler” (tetrahedron) olarak isimlendirilen ve katıların bağları, tipik olarak bir sıvının yavaşça soköşeleri birbirinden eşit uzaklıkta olan tek üç boyutlu ğuması ile oluşur. Fakat atomlarının bir geometrik şekle sahip olmasıdır. Küreyi hâriç tutacak olursak, dikristal şeklinde düzenlenmesine yetecek sürenin tanınması gerekir. Bunun için, atomlara “birim hücğer hiçbir katı cismin, dörtten daha az kenar ve köşesi resi” adı verilen ve aynı biçimin en yoğun şekilde yoktur. Kürenin, bütün katı cisimlerin kaplayabileceği tekrarlanmasıyla ortaya çıkan yapılar hâlini alma en çok hacmi kaplayabilme kapasitesinde olmasına karşılık, dörtyüzlünün içerisindeki ‘uzay’ın oranı en H özelliği verilmiştir. Bu durumda, genellikle altıgenimsi (dolayısıyla üçgenimsi) ve yüzey-merkezli küçüktür. Ana yapısı üçgenlere dayanan dörtyüzlükübik (kare temelli) olmak üzeri iki farklı biçim nün sahip olduğu iç uzayın en küçük oluşu, onu en meydana çıkar. güçlü ve en kararlı katı yapar.. Kömür ve cam gibi biçimsiz katı maddeler, Dörtyüzlüler, organik ve inorganik kimyaözel bir geometrik şekli olmayan moleküler da yaygındır. Birçok element molekülü onu, C yapılardır. Bunlardaki bağları kırmak için bir çerçeve olarak kullanır. Meselâ CH4 gerekli olan enerji, molekülden mo(metan) ve NH4 (amonyak) molekülH H leküle değiştiği için, bu katıların erilerinde, bir karbon veya azot atomu Şekil-8 me noktası da değişiklik gösterir. Bu dörtyüzlünün merkezine yerleştirilbiçimsiz katılar, sıvılar hızlı bir şekilde miştir ve köşelerinde de daha küçük olan dört soğutulduğunda, moleküllerin kendilerini bir hidrojen atomu vardır. Elmas en sert tabiî maddedir kristal şeklinde düzenlemelerine yetecek vakitleri ve en iyi ısı iletkenidir. Elmas atomları karbon atomolmadığında meydana gelir. larından meydana gelen bir dörtyüzlü yapısındadır; Kristalize katılar, temellerinde yatan geometrik enerji bağları kısa ve sağlamdır. şekillerden dolayı, biçimsiz katılardan daha sert ve sağlamdır. Kömür ve elmas, karbon elementlerinden meydana geldiği hâlde, kömür biçimsiz, elmas ise kristalizedir. Kristal yapısından dolayı elmas çok serttir; kömür ise, kolaylıkla çizilebilir özelliktedir. Elmasın ışıltılı saydamlığı, kristalize yapısındandır. (Şekil-9) Kömür ise, siyah ve sönüktür; çünkü kömürün atomlarının düzensizliği ışığın içinden geçmesine izin vermez. Elmas gibi kristal yapılardaki düzgün geometrik şekillerle ortaya konan moleküler mimarî, cansız atomların bir akla, şuura ve ilme sahip olmadıklarını, onların sonsuz bir ilim sahibi tarafından yaratıldıklarını gösterir. Şekil-9 a.sarsilmaz@sizinti.com.tr ARALIK 2014 431 561 Ali YAYLADAĞ B ir semt pazarı… Küçük çocuklar, pazar poşeti satıyor. Ayaklarında lâstik ayakkabı… Saçları dağınık ama temiz. Hâllerinde tatlı bir utangaçlık… Yüzlerinde tebessüm, duygularında samimiyet. Aslında alınan poşet değil, tebessüm... Nasim, onlardan biri… İki yılı aşkın bir zamandır onu tanıyorum. Saçları rüzgârda dağılıp gider; onları taramak veya düzeltmek gibi bir endişesi hiç olmaz. Mektebe yakın bir yerde oturuyorlar. Babasını hiç tanımadım, o da hiç tanımamış. 1996 yılında Regar taraflarına gittiğini anlatmış annesi. O yıl pek çok baba hiç dönmemek üzere çıkmış evlerinden. Çocuk yüreklerine hüzün çökmüş, feryatlar göğe yükselmiş. Ne vakit babadan bahsedilse, Nasim, yüzünü başka bir yöne döner... Bakışları sanki ufuk çizgisinde takılı kalır. Mektepten çıkar çıkmaz Nasim ve kardeşleri Cemşit ile Muhiddin evin bir odasında yığılı duran poşetlerden birer tomar alırlar, pazar girişine giderler. Yaz veya kış fark etmez. Orada pazar için gelen insanlara poşet satarlar. Bu şehrin kışları oldukça sert geçer. Sabahları kaşlar buz tutar, yanakları rüzgâr keser. Bu yetmezmiş gibi doğalgaz ve elektrik kesintisi günlerce sürer. ARALIK 2014 562 431 Bir cumartesiydi. İki oda evimizin yakacağını tedarik için odun pazarına gitme vaktiydi. Sıra bendeydi. Pazara, şehri ikiye ayıran Sahavat Çayı köprüsünden sağa kıvrılan patikadan gidilirdi. Kışın kış olduğu zamanlardı: Yerde diz boyu kar, binalarda sarkıtlar… Çeşmeleri buz tutmuş... Başıma kalpağımı geçirdim, dışarı çıktım. Ayaklarımın altında, ezilen buz ve karlar… Kulaklarımda kavaklar arasından esen rüzgârın uğultusu. Köprüye yaklaşmıştım. Cılız bir öksürük sesi geldi kulağıma. Sonra daha da kuvvetlice. Küçük bir çocuk muydu? Aşağıda, köprünün altında olmalıydı. Meraklandım, indim dikkatli adımlarla. Çay coşkun akıyordu. Öksürük sesine başka sesler de katıldı sonra… Üç çocuktan biri Nasim’di. Tenekede yanan ateşle ısınmaya çalışıyorlardı. Bakışlarını kaçırdılar benden. İçim acıdı, ama bu kendimde kalmalıydı. Her şeye rağmen onlara gülümseyen bir yüzle bakmalıydım. Selâm verdim. Tebessümüm, minik yüreklerde mâkes buldu, simalarına tazelik ve sıcaklık yayıldı. Odun almaya birlikte gittik. Epey odun aldım. Bir kısmını bizim eve, geri kalanlarını da Nasimlere taşıdık. Nasimlerin evi, mektebin arkasındaki patikanın sonundaydı. Cılız dut ağaçlarının altında büyük bir demir kapı… Gıcırdayarak açılıyor, sanki ev ahalisine haber veri- yor. Genişçe bir avlu… Kapının sesini duyar duymaz elindeki çalı süpürgeyi bırakıp bizi karşılamaya koştu bir kadın. Nasim’in annesi… Şaşkın, mahcup, tedirgin; ama güler yüzlü. Buyur etti içeri. Hemen o yoklukta bir sofra donattı. Hiç sormadı ne iş yaptığımı, neden buralara geldiğimi. Belli ki gönül kapılarını açmıştı tebessümümüz. Huzurumuz ondandı. Sözler kifâyetsiz olsa da, tebessüm her şeyi anlatıveriyordu. Yüreğini, sevgini demetleyip karşıdakinin yüreğine sunabilmekti tebessüm. O, kaybedeni olmayan bir ticarettir; mevki-makam, servet, malmülk, milliyet farkı yoktur, herkes eşittir tebessüm kitabında. Yürekte açan çiçeklerin çehreye renk, gözlere fer vermesi. Perşembe akşamı, her hafta olduğu gibi, Mir Said Ali Hamadani’nin aramgâhında buluştuk, birlikte dua etmek için. Dua, gönül konuşmasıdır derler; gönlün şiir olup akmasıdır. Nasim’i izliyorum fark ettirmeden, her zamanki gibi gözleri gülüyor. “Üstad.” dedi. “Seneye inşallah Gimnaziya (Rusya’da bir okul türü)… Buranın en iyisi o. Sonra da nasip olursa, Danişgah-i Millî… Hukuk tahsili yapmak istiyorum. Dere kenarında yüzünüzden yüreğimize akan tebessüm, bir ümit kapısı araladı. Sizin gibi olmayı istedim o ân…” Ertesi cumartesi, pazara gittim. Kulağımın dibinde bir ses: “Alayım, üstadım.” Sesin sahibi Nasim’di. Kendisine teşekkür ettim. Zahmet etmemesini, eve taksiyle döneceğimi söyledim. Ama o alışveriş tamamlayıncaya kadar yanımdan ayrılmadı. Yüzünde gülümseyiş, bakışlarında mutluluk. Simsiyah gözlerinde karanlığı aydınlatacak ışık. Taksiye doğru yürüdük. Elimizdekileri bagaja bıraktıktan sonra kendisine teşekkür ettim. O ise, pazar girişindeki yerine doğru yürüdü. Her nesne, her obje hep O’nu söyler, Varlık teker teker bütün heyetiyle “Hû” der; Gözünü ve kulağını açabilirsen eğer, Dökülür dudaktan: “Her şey, O’ndan imiş meğer!” a.yayladag@sizinti.com.tr ARALIK 2014 431 563 SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın A teknoloji@sizinti.com.tr Batı Tarzı Diyet, Çok Fazla Yağ İhtiva Ediyor merikalılar, son otuz yıl boyunca damarları tıkayan doymuş ve trans yağların alımını azalttılar; ancak yeni bir araştırmanın ortaya koyduğuna göre, bu azalma kâfi değil. Çalışmada ayrıca, yağlı balıklarda bol bulunan sağlıklı omega–3 yağ asitlerinin tüketiminin de çok düşük seviyelerde kaldığı gösterildi. Araştırmada 1.2000’den fazla kişi yaklaşık otuz yıl süreyle takip edildi. Doymuş yağlar; etlerde, tam yağlı süt ürünlerinde, Hindistan cevizinde ve palm yağında; trans yağlar ise pizza, kurabiye, turta gibi fırınlanmış yiyeceklerde bulunur. Yiyecek üreticileri geçtiğimiz yıllarda trans yağları azaltmak veya tamamen kaldırmak için ürünlerinde değişiklik yaptılar; ama bunun kâfi olmadığı görülüyor. Amerikan Kalb Cemiyeti günlük enerjinin en fazla % 5-6’sının doymuş yağlardan alınmasını tavsiye etmektedir. Buna rağmen Amerikalılar için bu nispet yaklaşık % 11’dir. Araştırmanın neticeleri Journal of the American Heart Association’da yayımlandı. (News from HealthDay 22.10.2014) D Vitamini Desteği, Egzamalı Çocuklara Yardımcı Olabilir M üzmin bir iltihabî deri hastalığı olan egzama, kışın alevlendiği takdirde kışla alâkalı atopik dermatit olarak bilinir. Araştırmacılar, D vitamini desteklerinin bu hastalıkla beraber olan rahatsız edici belirtileri önemli ölçüde azalttığını buldu. Neticeleri Journal of Allergy and Clinical Immunology’de yayımlanan çalışma, 2–17 yaşları arasındaki egzamalı 107 Moğol çocuk üzerinde yapıldı. Araştırmaya katılan çocukların bir kısmına günlük 1.000 ünite D vitamini verilirken, diğer kısmına plasebo (boş ilâç) verildi. D vitamini verilmesi tamamlandıktan bir ay sonra belirtiler değerlendirildi. D vitamini alan çocukların belirtilerinde ortalama % 29 azalma oldu. Doğru olan, elbette kışın da yeterli miktarda güneş ışığını alarak D vitamini desteğine ihtiyaç duymamaktır. (News from HealthDay 17.10.2014) ARALIK 2014 564 431 Robot Elde Dokunma Hissi P armalarımızın ucunda aslında Resim-1 koca bir dünya var. Parmaklarımız bu dünyaya dokunarak bizlere hayatî bilgiler taşıyor. Biz de bu bilgileri değerlendirerek nasıl hareket edeceğimize karar veriyoruz. Dokunma; görme ve işitme kadar mühimdir insankalb için. Buvehissin eküksek tansiyon; krizi inmenin sikliğini, elini, parmaklarını kaybeönlenebilir ve tedavi edilebilir bir risk denler dahaKalb, iyi bilir. Prof. Dr. Millî Arif faktörüdür. Akciğer ve Kan Sarsılmaz’ın dergimizin Nisan 2009 Enstitüsü’ne göre ABD’de yaşayan sayısındaki yazısı konuya dâir ufuk her üç yetişkinden birinin tansiyonu açıcı bilgiler veriyor. yüksektir. 69 binden fazla kadın ve erİmplantta ve robotlar için gelişkekte yapılan ve neticeleri Circulation tirilen sun’î dokunma hissine sahip dergisinde yayımlanan 30 yıldan fazel ve parmak çalışmalarında son zala süreli bir çalışma, bu yetişkinlerin manlarda mühim gelişmeler kaydedildi. Bir implant yaklaşık dörtte birinin hipertansiyonu olduğunu biliçin ilk bilinmesi gereken, el veya parmak uçlarına mediğini göstermiştir. gelen sinirlerin nerede olduğudur. Dirsekteki sinirnormal basıncı 120’ye 80 mmHg ler,Yetişkinlerde küçük parmaklar vekan yüzük parmaklarıyla; orta olarak edilmektedir. Yakınirtibatlıdır. zamana kadar kişisinirlerkabul ise diğer üç parmakla Diğer his nin yaşı kaç olursa olsun, tansiyonun ancak 140’a iletimleri, orta sinirler üzerinden yapılmaktadır. 90’dan yüksek olması durumunda hipertansiyon İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’ndeki birteşçahisinin konulabileceği kabul ediliyordu. Neticeleri lışmada, kolunu dirsekten kaybetmiş bir hastaya, Journal American Medical Association’un Aralık parmak ofuçlarındaki sensörlerden gelen ve sinirleri 2013 sayısında yayımlanan bir çalışmada, yaşı 60’ın uyaran elektrik sinyalleri, dokunulan cisim hakkın1, 2140 ile 150 üzerinde olanlar için büyük tansiyonun (Resim–1). da bilgi verecek şekilde kalibre edildi. mmHg arasındahastadan, olması hâlinde birönüne risk bulunmaGözü kapatılan robotek elin konan cidığı tespit edildi.istendi. Bu yüzden 60 yaşın üstündekilerde simleri tutması Kalibrasyonda, en yumuşak nesneden ağrı verecek dereceye kadar bütün dokunma duyuları gözönüne alındı. Hastanın denemeler sonrasında söyledikleri, çalışmanın başarısı hakkında fikir verecek şekildeydi: “Tabiî duygulara yakın hissederek tuttum; sanki kendi elimmiş gibi hissettim; pamuk, plâstik bardak ve ahşap cisimleri dokunarak ayırt edebildim.” tedaviye başlama sınırının artık 150 mmHg çıkarılCase Western Reserve Üniversitesi’nde yapılan ması söz konusu. Bu, hipertansiyon ilâçlarının yan benzeri bir çalışmada, elini kaybetmiş bir hastaya tesirlerinin bulunduğu ve maliyeti dikkate alındığıntakılan protez el, kişiye büyük kolaylık sağladı. İsviçda müspet bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. re’deki çalışmaya benzer neticeler elde edildi. Protez (WebMD News from HealthDay 18 ve 23 Aralık 2013) el ile hasta, diş macununu fırçaya tam istediği kadar sıkabildi, bir domatesi ezmeden tutabildi.3 Tıp, bilgisayar yazılım, elektronik ve malzeme mühendisliği gibi farklı sahalarda çalışanların işbirliğiyle ortaya çıkan bu tür çalışmalar, prototip olarak kaydediliyor. Çalışmalarda istenen başarılar henüz elde edilemedi. Meselâ Resim-1’deki robot el her ne kadar güzel neticeler verdiyse de, kişinin günlük hayatına adapte edilebilmesi için daha detaylı çalışmalara ihtiyaç olduğunu gösteriyor. İnsan vücuduyla robotik implantlar arasındaki haberleşmeyi sağlaması için vücuda takılan ve sinir hücreleriyle bağlantı sağlayan malzemelerin kullanım süreleri aşılamayan bir problem… Bunlara sık sık müdahale gerekiyor. Denemelerden sonra hastaların kayıp uzuv varmış gibi hayalî uzuv ağrıları hissetmeleri de, üzerinde çalışılması gereken diğer bir problem… Aşılması gereken problemlere rağmen, ortaya çıkan başarılar da ümit verici… Gerek dergimizin Ağustos 2014 sayısında anlatılan Hektor adlı robot kol,4 gerekse burada temas ettiğimiz robotik dokunma konusundaki ilerlemeler, vücut noksanlığına maruz insanlara ümit vaat ederken, sağlıklı insanlara kendisine bahşedilen nimetlerin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Dipnotlar 1. http://www.newscientist.com/article/dn25008-natural-senseof-touch-restored-with-bionic-hand.html#.VE6ml1w3lrY 2. http://stm.sciencemag.org/content/6/222/222ra19 3. http://www.gizmag.com/prosthetic-hand-texturesensations/34203/ 4. http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/saglikagustos-2014.html ARALIK 2014 431 565 DAMLALAR "Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerinin yayımlanmasını isteyen okurlarımız damlalar@sizinti.com.tr adresinden veya dergimizin web sayfasında bulunan "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler. Hazırlayan A. Osman Dönmez damlalar@sizinti.com.tr Anlayamadık Ahmet Salih Sarıkaya Hafiflet yükünü dedin Hep Everest’i gösterdin Biz küçük tepede kaldık Gördüğümüze yanıldık Biz seni anlayamadık! Lü’lü, inci, mercan dedin Uç deryaları gösterdin Bizse derelerde kaldık Çakıl taşına aldandık Biz seni dinleyemedik! Azığını çok al dedin Hep o Sırat’ı gösterdin Üç zahireyle yetindik Bir boğazı aşamadık Biz seni duyamadık! Bakın, bahar yakın dedin Çok emareler gösterdin Zerre tereddüt etmedik Biz sana hep inandık... Ama seni anlayamadık! Tortular var üstümüzde Çok uzak geçmişten gelen Her taraf karıncalanmış Gördüğünü göremedik Sen affet bizi! ARALIK 2014 566 431 Ayşe Darıcı P eygamber müjdesine mazhar kutlu şehir İstanbul, birçok kimse gibi onun da hayallerini süslemişti yıllarca. Bu sevda, yüreğinde çocukluk Ramazanlarından kalmaydı… Küçükken Ramazan’da iftar ve sahur programlarını izlemeyi çok severdi. Tatlı bir seremoni gibiydi sanki. Çocuk kalbi konuşulan o büyük sözlerden çoğunu belki anlamıyordu; ama yine de onun için iftarda içilen su kadar keyifliydi. Bu programlar her ne hikmetse hep İstanbul’da yapılırdı. Ezanlara İstanbul camilerinin görüntüleri eşlik ederdi. Üniversiteyi orada okumayı çok istedi; ama kader defterine yazılmamıştı. Başka bir şehirde yaptı yüksek tahsilini. Gönlündeki özlem, dua yerine geçmiş olacak ki bir gün “Gel!” emri işitildi. İstanbul’da bir okulda öğretmenlik yapacaktı. Bu muştu, kalbine ilâç gibi gelmişti. Heyecandan kıpır kıpırdı yüreği. Okulu, talebeleri, öğretmenliği çok sevmişti. Çocukların meraklı bakışları, soruları, sımsıcak gülümseyişleri ona iyi geliyordu. Çocuk gözleri sanki sayfa sayfa şiirdi! Kiminde hüzün, kiminde mutluluk, kiminde korku yazılıydı. Okuyabilsek onları, bütün şiir kitaplarını usulca bırakırdık bir kenara. Onların sözlerindeki o tatlı besteyi duyabilseydi kulaklarımız, bütün enstrümanları kırardık belki de. Çocuk ve şiir! Nasıl da benziyor birbirine… Ezelden iki arkadaş sanki. Belki bu yüzden çocukların şiiri sevmeleri, şiir okumak için can atmaları. Onda kendilerinden bir şey buluyorlar belli ki. Yetişkinlerin dünyasında belki pek bir mânâsı olmayan küçük bir tebessüm, tatlı bir çift kelâm, çocuk gönüllerinde ne müthiş mânâlar kazanıyordu. Neden böylesine aç bırakıyorduk onları, bu hissizlik niçin? Sorular dönüp duruyordu kafasında. Şiir çocuklardan biri! Adı: S… Kapkara gözlerinde apak bir dünya, bakışlarında bin bir mânâ. Ah çocuk! Neden yaptın bunu bana, yüreğime kastın nedendir? Senenin sonuna gelmişlerdi artık. Son imtihanlar yapılıyordu. Kâğıtları dağıttı, gerekli uyarıları yaptı. Masasına geçip kitabını açtı. Arada talebeleri gözetliyor, sonra kitabını okumaya devam ediyordu. Kitaba öylesine dalmıştı ki, onun ne zaman yanına geldiğini fark edemedi. İmtihanın sonuna doğru incecik bir ses işitti: — Öğretmenim! Kafasını kaldırdı: “S”. Kara gözlü şiiri sınıfın. Kesik kesik konuşuyordu: — Öğretmenim… ben… şekerim… Öyle ânlar vardır ki, içinde bir ömürlük mânâ saklar. İşte onlardan birini yaşıyordu. Bütün dilbilgisi kuralları, yazım yanlışları, anlatım bozuklukları değersizleşti gözünde. Şimdiye kadar öğrendiği ve öğrettiği onca kural… Şu üç kelimeyi açıklamak için ne kadar yetersiz ve hattâ ne kadar boştu. ŞIIR ÇOCUKLAR — Öğretmenim… ben… şekerim… Alnında boncuk boncuk ter birikmiş, bakışlarına masumiyet örülmüş nakış nakış. Gözleri yerde, elleri titrek, sesi telâşlı lakin kısık. Üç kelime sadece günahsız ağzından dökülen: — Öğretmenim… ben… şekerim… Sınıftakiler merakla bakıyor öğretmene ve yanında bayılmak üzere olan arkadaşlarına. Ne yapacağını bilemedi. Hâlbuki annesiyle babası da şeker hastasıydı. Ama bu hastalığı böyle küçük bir bedende hiç tahayyül etmemişti. Ah çocuk! Sen toz kanatlı kelebek misin?! Minicik gövdene mi yüklendi Kafdağı?! Ne kadar da acizdi. Bir soru sorsaydın ya çocuk! “Öğretmenim buraya nokta mı konur?” diyebilirdin meselâ. Veya ikinci paragrafa nerden itibaren geçeceğini sorabilirdin pekâlâ. Ben de anlatırdım sana. Derdinin bir devası yok ki bende çocuk! Sonra sınıftan bir diğeri tuz ekti yarasına: — Öğretmenim, arkadaşımızın şekeri düştü herhalde. Bende meyve suyu var. Bunu içerse iyi gelir. Kim öğretmendi bu sınıfta? Roller birbirine karışmıştı. Tükendi kelimeler, sustu kitaplar. İşte çocuklar kitap olmuş konuşuyor, hoca olmuş öğretiyor. Bu ders kimin, bu imtihan kime çocuklar? Söyleyin bana, sizi böyle şiir eyleyen kim Allah aşkına!? Üzüldüğü onca şeyi düşündü bütün gün. Daha geçenlerde günlüğüne bakmıştı da yine acımıştı kendine. Hep acı hep serzeniş vardı sayfalarda. Hiç mi mutlu zamanları olmamıştı? Sanki çöl ortasında yapayalnız bir bedevi de ne eşyası var ne bineği, ne içecek suyu kalmış ne yiyecek ekmeği! Ah nankör kalbim, ah vefasız gönlüm, ah şükürsüz dilim! Yine acıdı kendine. Kendine acıdığı hâllerine acıdı. Şikâyet eden kaleminden şikâyeti vardı. Şimdi ne yapsa, nereye gitse? Nasıl affettirecek kendini, nasıl kurtulacak bu hengâmeden? Şu isyan kuyularından kim çekip alacak dağlanan sinesini? Haydi çocuklar, sizinle saklambaç oynayalım. Ne dersiniz! Siz çok seversiniz bu oyunu. Ama bir şartım var. Ben saklanayım; fakat siz beni bulmayın daha… Ben kaybolayım, olur mu çocuklar?! Olur mu şiir çocuklar?! Dolaştı durdu İstanbul sokaklarında, mağazalara girip çıktı neye baktığını bilmeden. Ağlayamıyordu da… Kulağında yankılanan üç kesik kelime: — Öğretmenim… ben… şekerim… Nihayet eve geldi. Sorularına cevap bulamadan, kendinden ve beyninde yankılanan kelimelerden kurtulamadan. Hiç kimseyle konuşmadı, hızla odasına yürüdü ve kapıyı açtı. Sabah giderken ucunu kıvırdığı seccadesiyle göz göze geldi. Muammayı çözer gibi oldu: Evet, hayat da, nimetler de, dertler de, hastalıklar da aslında bir imtihandı! İmtihan içinde imtihandaydık… ARALIK 2014 431 567 Ziyapaşa Akyürek SOLAN GÜLE BAHAR TÜRKÜSÜ Okyanusa talipken demir attın sahile Vefasızlık mı desem o Sultan’a o Gül’e Yücelere namzetken takılıp kalmak niye Dağlar düz olurdu adım atsan şimdiye Endişen mi var taşıdığın değerlerden O değerlerle kalkmışken süründüğün yerlerden Vermezsin kendini tam tekmil nedendir? Hoyrat bir çağrı ki seni senden edendir… Aldırış etmeseydin bir yalancı şafağa Hiç soğuk değer miydi iman denen başağa.. Sana denen her şeyden söyle şüphen mi vardır? Ufkun mu bu kadardır yoksa gönlün mü dardır Yollarda sürüm sürüm kıvranıp duran deli İtersin inat ile sana uzanan eli… Vefasıza dünyada rahat yoktur anlarsın Bir bilsen ne olacak tâ bugünden ağlarsın… Bu hayata aldanan söyle hangi fasıldır? Öyle bir çelişki ki anlamadım nasıldır? “Kardeşim” hitabına mahzar olsan diyordum Desene düşleri yine hep yanlış yordum… Var git oğul sancağa elbet omuz bulunur Öyle bir nöbet ki gariplerce tutulur Gariplere selâm var yüzyıllar öncesinden Güneşimiz doğacak garipler gecesinden Gözlerime sürmedir yollarında intizar Gelmen sonsuz mutluluk gelmemen sana ar Canan Ülgen Bir yangın var bugün; bir de tulumba Koşulmaz mı yangına itfaiyeci olunca Yeterli olmasa da sırtındaki tulumba Yusuf’um durur mu hiç yananları duyunca Dünyadaki yangını söndürebilmek ufukta Gayretler bunun için; dillerdeki dua da “Kimse yok mu?” diye her yardıma çağırana Koşar hemen Yusuf’um imkânını bulunca... Naile Nedret Bu gazel yangını geçti geçecek Canım tenden göçtü göçecek Varıp bir de hesap verecek Defterimde ne yaralar birikmiş Kuru heves daldan düştü düşecek Sonbahar yazgısını dürdü dürecek Ömrü olan ne hazanlar görecek Bu acıyı kapıma hangi rüzgâr süpürmüş. Naile bu sırrı çözdü çözecek Çözüp âh iline veda edecek Şiire gazele hasret gidecek Hep bildiklerim yalanmış, düşmüş. ARALIK 2014 568 431 YUSUFLARA Mola bilmez Yusuf’um durulmayan yolda Gündüz gibi gece de Allah için çalışmakta Mükâfat istemez onca yaptıklarına Kâfidir ona bir kat çamaşır bir kuru lokma Hemen gider, bulur kim nerede darda Ancak böyle kıymetlenir ömründe her dakika Gocunmayı bilmez ki o takdiri duymayınca Rıza yeter Yusuf’uma bilin iki cihanda GAZEL Hüseyin Kolukırık Barış Yüce BAĞRIMDA ŞÜPHE HANÇER Dalından kopunca gül Vurdular yerden yere Nâçar düşünce bülbül Sordular derde çare Gel gelelim bu rüzgâr Esti savurdu seçti Elverdi diyar diyâr Esti kavurdu geçti Bağrımda şüphe hançer Kırgın akan sular mı? Güne bakan çiçekler Sür/gün gelir solar mı? Ne günlere kaldık ne Sevgi nefret karıştı Ne sırlara daldık ne Dost düşmanla barıştı Bıçak sırtı satırlar Yürekler dilim dilim Çalakalem hatırlar Tarumar oldu ilim Gel gelelim bu yağmur Neyin habercisi sor Acıyla pişen çamur Bahardır desen de zor BIR AĞAÇ BELLEDIM Bir ağaç belledim Hayatı dimdik tutan Kökleri ile sapasağlam Meyveleri ile buram buram Bir ağaç belledim İnsanlığı taşıyan Derinlerden beslenen Heybeti ile ayakta duran Bir ağaç belledim Zamana savaş açan Ölümü hatırlatan Kabukları ile sert bir kalkan Bir ağaç belledim Yapraklarında bir sanat Ressamından bir hakikat Şekliyle güzeli hatırlatan Bir ağaç belledim Sevdalıları kucaklayan Yalnızlara sarılan Sevgisi ile şiir yazan Bir ağaç belledim Acıları paylaşan Gözyaşıyla ağlatan Gölgesi ile koruyan Bir ağaç belledim Yolları gösteren Yolculara bir rehber Dalları ile ışık tutan Bir ağaç belledim Toprağına âşık Dostuna can yoldaşı Ruhu ile hayata sarılan Bir ağaç belledim Özlemle aradığım Gönülden örnek aldığım Gövdesine adımı yazdığım Kalbi ile bana bağlanan? Soner Efe YAĞMUR VE HASRET Yağmur hep mi hasret getirir? Yoksa içimizdeki hasret mi hep pusuda? Yağmur mu yüreğimi kevgire çevirir? Yoksa yaralı yüreğimin yansıması mı suda? Hasret aslında hep vardır Yağmurdur onu gün yüzüne çıkaran Hatıralar koşuşturur ânsızın beyinde Yağmurdur aslında ruhumuzu saran Yağmur yağınca neden toprak kokmaz? Günah dolu sinelerde duyulmaz vicdanın sesi Gaflet betonu sarmış vücudu, kırılmaz Nedamettir asla rücunun ilk çaresi ARALIK 2014 431 569 522 522Hicret 525Kanguru Annelik 528İslâm’da Savaş Hukuku 531Tarihte Bu Ay 532Kâinat ve İnsan Lojistik Gücü 536Osmanlı’nın Menzil Teşkilâtı / 540Kâinattaki En Az İş Prensibi Sultanlarının Ada543Osmanlı let Anlayışı / ARALIK 2014 / 431. sayı 525 Sızıntı 549 Nuh Özdin Habip Balcı Dr. Mehmet Hâleoğlu Dr. Kemal Serçe Metin Reis Prof. Dr. İhsan Köse Doç. Dr. A. Demir 546Kalbin Zümrüt Tepelerinde Çelik Konstrüksi549Hücredeki yon / Prof. Dr. Ö. Arifağaoğlu 552Gönüllüler Hareketi Savaş Sanatı ve İbn 554Memlûk Menglî / -Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın- Mehmet Ali Şengül Prof. Dr. Salim Aydüz Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı İDARÎ MERKEZ Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78 YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38 E-posta: sizinti@sizinti.com.tr http://www.sizinti.com.tr ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için aramanın dakikası 6 kuruştur. Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk. P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78 Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30 €; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56 $’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak 94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $ olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042 numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir. US Postal Service: Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson, NJ, and additional mailing offices. POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. AVRUPA ABONE - DAĞITIM World Media Group Ag -İsmail Kücük Adres: Sprendlinger Landstr.107-109 D-63069 Offenbach am Main , twitter.com/Sizinticomtr Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105 Mail: dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de Fontäne için : abo@fontaene.de Avusturya Dağıtım Sürat HandelsgesmbH Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria Tel.:01 / 958 00 21 YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli YAYINA HAZIRLIK Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38 EDİTÖR A. Osman Dönmez Faruk Çetin GÖRSEL YÖNETMEN Engin Çiftçi GRAFİK-TASARIM Kaynak Kültür Yayın Grubu (0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78 BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş. Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61 BASIM TARİHİ: 1 Aralık 2014 ISSN 1300-1566 BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş. ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş. FİYATI: ¨ 5.50 YAZI KURALLARI * Yazılar e-posta ile (sizinti@sizinti.com.tr adresine) gönderilmelidir. * Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar, daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü takdirde değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez. * Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Matematik ve Geo558Yaratılışta metri–8 / 562Çocuk Yüreği 564Sağlık, Bilim Teknoloji 566Damlalar Prof. Dr. Arif Sarsılmaz Ali Yayladağ Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın A. Osman Dönmez , youtube.com/sizinticomtr Ekim ayı “Dergim Yarışması”nda, dereceye giren okurlarımız ve hediyeleri: Hülya Sert / Denizli Umre Fatih Duman / Aksaray Dizüstü Bilgisayar Büşra Doğan / Bayrampaşa-İstanbul İpad Mini 16 Gb. Nermin Atar / Elazığ İpad Mini 16 Gb. Ahmet Sevindik / Uşak İpad Mini 16 Gb. Melike Onar / Ümraniye - İstanbul İpad Mini 16 Gb. Asiye Can / Kumluca - Antalya Samsung S3 Mini Mahbup Ercan / Yakutiye - Erzurum Samsung S3 Mini Gülnar Babayeva / Tuzla - İstanbul Samsung S3 Mini Abdullah Tereci / Talas - Kayseri Samsung S3 Mini Ayrıntılı bilgi için: http://www.sizinti.com.tr http://www.dergimyarismasi.com Kur’ân’ın Zirvesi * Bakara Sûresi Kur’ân’ın belagat ve i’cazının muhteşemliği... Mü’min, kâfir ve münafıkların karakteristik özellikleri... Ayetlerde seçilen kelimelerin dil incelikleri, müfredat manaları, harflerin işaret ettiği açık ve kapalı anlamlar, ayetlerin birbirleriyle olan münasebeti ve uyumuna Bakara Sûresi’nin ilk 25 ayetinin tefsiriyle ilmî bir bakış. Kitap alana e-kitap hediye Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 70’li yıllarda bir grup ilahiyat talebesine verdiği derslerin kitaplaşmış hali. *“Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’ân’ın zirvesi ise Bakara Sûresi’dir.” Hadis-i Şerif (Tirmizî) kitapkaynagi www.nil.com.tr ¨ 5.50 Bu yangını vefa ve gözyaşları söndürür, Bunu da görürse vefa insanları görür, Bağırıp çağırmakla söndürülmez alevler, Böyleleri tütün yakar ve duman üfürür! DPP No: 112491-2014/12
© Copyright 2024 Paperzz