TOŞAYAD TokatŞairlerveYazarlarDerneği Eğitim, Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi Ocak - Şubat - Mart 2015, Yıl:9, Sayı:35 ISSN:1307-3966 T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI DERGİMİZİN ABONESİDİR. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Adına Sahibi: Remzi ZENGİN Genel Yayın Yönetmeni : Hasan AKAR Yazı İşleri Müdürü : Mahmut HASGÜL YAYIN KURULU Mahir ADIBEŞ Leyla ARSAL Nihat AYMAK Ali BAL Ahmet DİVRİKLİOĞLU A. Turan ERDOĞAN Metin FALAY YAYIN DANIŞMANLARI M.Necati GÜNEŞ Semra MERAL Müjdat ÖZBAY Ebubekir TAHİROĞLU Mehmet Nuri YARDIM Remzi ZENGİN TEMSİLCİLİKLER Almanya : Hasan AKARSLAN Azerbaycan : Prof. Dr. Elçin İSKENDERZADE Bulgaristan : Naim BAKOĞLU Gagavuzya : Todur ZANET İran : Ali Rıza HİYABANİ Kazakistan : Prof. Dr. Şakir İBRAYEV Kerkük : Cevdet KADIOĞLU Kırgızistan : Prof. Dr.Abdıldacan AKMATALİYEV Kırım : Dr. İsmet AZATOV K.K.T.C. : Harid FEDAİ Makedonya : Fahri ALİ Nahçıvan : Prof. Dr. Ebulfez AMANOĞLU Romanya : Prof. Mustafa Ali MEHMET Türkmenistan : Prof. Dr. Gurbandurdu GELDİYEV Sanat Danışmanları Mimar Rıza TUNAY Sevan ÇAMLICA Tasarım Abdullah YILMAZ Kapak Sevan ÇAMLICA Baskı Tarihi: 2015 Baskı EsForm Ofset / 0346 226 42 92 Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU Prof. Dr. Mehdi ERGÜZEL Prof. Dr. Hüseyin KOÇ Prof. Dr. Kazım YETİŞ Prof. Dr. Ali AKAR Prof. Dr. Tamilla ABBASHANLI Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN Yahya AKENGİN Yavuz Bülent BAKİLER Ayhan NASUHBEYOĞLU HAKEM HEYETİ Prof. Dr. Nurullah ÇETİN / Ankara Ünv. Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN / Yıldırım Beyazıt Ünv. Prof. Dr. Ali AKAR / Muğla Sıtkı Koçman Ünv. Doç. Dr. Alpaslan DEMİR / Gaziosmanpaşa Ünv. Doç. Dr. İsrafil BABACAN / Yıldırım Beyazıt Ünv. YÖNETİM YERİ Ali Paşa Mh. GOP Bulvarı Bulvar İşhanı No.198 Kat: 2 TOKAT Yazışma Adresi: PK:6 TOKAT web : www.tosayad.org www.facebook.com/Tosayad.kumbetdergisi tosayad.wordpress.com e-posta: tosayad@hotmail.com Remzi ZENGİN: 0505 253 93 93 Hasan AKAR: 0533 557 16 54 Mahmut HASGÜL: 0530 425 33 29 POSTA ÇEKİ NO:113 174 29 İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN KÖROĞLU DÖRTDİVAN TÜRKMENLERİNİN KÖROĞLU DESTANI ARİF NİHAT ASYA VE BAYRAK AĞAM SÜLEYMAN PAŞAM SÜLEYMAN ÖLÜM SEVİNMESİN ERMENİ SORUNU - 1 KANAYAN SANDIK NİKSARLI ZANAATKAR BİR AİLE TÜZEMENLER HAMİ İKİZ VE TÜTMEYEN BACA KUL HİMMET VE TOKAT’TA AŞIK KOLLARI HASRETTEN VUSLATA YOLCULUK O BENİM GAZİ DEDEM NASIL BİR ÖĞRETMEN? SORU EKLERİ VE BAĞLAÇLAR VAHAP AKBAŞ’IN ARDINDAN İLKLERİN ADAMI: LOKANTACI OSMAN GÜR ATATÜRK’Ü GÖREN GÖZLER MUDANYA MÜTAREKESİ AYŞE ŞASA SAĞIR VE BEN SAMSUN KARDEŞ ŞİİRLER GECESİ SİMURG ATEŞİ KAYSERİ’DE YANDI AÇLIK PİŞMANIZ ÇOCUKLAR BİZE GELEN KİTAPLAR ETKİNLİKLER : Remzi ZENGİN : Dr. Doğan KAYA : Yrd. Doç. Dr. İsmail Hakkı AKYOLOĞLU : Prof.Dr. Saadettin YILDIZ : Hasan AKAR : Prof. Dr. Tamilla ABBASHANLI : Mustafa ERKAL : Ülkü TAŞLIOVA : M. Necati GÜNEŞ : Remzi ZENGİN : Necdet KURT : Bekir YEĞNİDEMİR : Şerare KIVRAK : Mustafa COŞKUN : Yavuz Bülent BÂKİLER : Mahir ADIBEŞ : Kemal Atan GÜR : Harika UFUK : Gülsüm IŞILDAR : Hanife DÖNER : Zürbiye İVDİK : Mahmut HASGÜL : Ahmet SARGIN : İlhan ÖNAL : Ergün VEREN :3 :4 : 13 : 15 : 25 : 30 : 35 : 42 : 46 : 60 : 66 : 72 : 74 : 81 : 83 : 86 : 88 : 94 : 96 : 101 : 105 : 110 : 112 : 114 : 119 : 123 : 125 : Köroğlu : Necip Fazıl KISAKÜREK : Ahmet DİVRİKLİOĞLU : Behçet Kemal ÇAĞLAR : Ekrem ÇAKIRGÜLMEZ : İbrahim ŞAŞMA : Seyit KILIÇ : İsmihan KARACA : Züleyha ÖZBAY BİLGİÇ : Hamdi ERTÜRK : Sündüs ARSLAN AKÇA : Nihat AYMAK : Ali ÖZKANLI : Şükrü ÇAKIR : Yunus YILMAZ . Yıldız TOKSÖZ : Saffet ÇAKAR : Bedrettin KELEŞTİMUR : Burhan KURDDAN : Celaleddin ÇINAR : Metin FALAY : Öz Ali YILMAZ : Mahmut HASGÜL : Hasan Fahri TAN : Ebubekir TAHİROĞLU . İlhan KURT : Rasim YILMAZ : İhsan NAZİK : M. Nihat MALKOÇ : Meddahi : Abdullah Emre ÖZBODUÇ : Şafaknur YALÇIN : Fidan ABBASOVA : 11 : 11 : 12 : 24 : 24 : 34 : 45 : 58 : 64 : 65 : 71 : 73 : 79 : 80 : 84 : 85 : 93 : 100 : 100 : 100 : 100 : 108 : 109 : 109 : 109 : 111 : 113 : 113 : 118 : 121 : 122 : 122 : 122 ŞİİRLER TOKAT KERVANINDAN ALDIM BAKIRI KÖROĞLU KÖROĞLUYUM BEN HEY TUNA, TUNA YIKIK YAŞANTI SİTEMKÂR BEYİTLER İSTANBUL SERGÜZEŞTİ EY GÜZEL MEMLEKETİM SERAPTA BİR DAMLA BİR GÜL GİBİSİN BEKLEYİŞ DÜŞ DE GÖR BİRLİK TADIN DAMAĞIMDA KALDI BİR YUSUFÇUK KUŞUNA ÖMÜR TÖRPÜSÜ MELÂYE GİBİ... BUZ ÜSTÜNDE NE DÜŞ KALIR NE DE İZ ARZU YÜRÜ KÜHEYLAN DENİZ MAVİSİ DÜŞLERİM VARDI HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM TOKAT’A DAİR VAY BE BANA SOR YA MUHAMMED (s.a.v.) GÜL GÜZELİ ANNELER MELEKTİR YUNUS’UN GÜLLERİ BUYURMAZ MISIN? ŞİİR TEYZEM KÜLE DÖNDÜM BEN AMMA YANILMIŞAM SEVİREM SENİ EDİTÖRDEN Remzi Zengin Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı 2015 yılının ilk sayısında Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ve kültür ve sanata gönül veren sizlerin desteğiyle yine beraberiz. Yeni yılın bütün insanlığa, ülkemize hayırlara vesile olmasını diliyoruz. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği olarak 35. sayımızda akademik, kültür sanat ağırlıklı yazıların yanında özellikle röportaj ağırlıklı yazılara yer verdik. Geçen sayımızda duyurusunu yaptığımız Tokat 1. Uluslararası Köroğlu Halk Âşıkları Şöleni'ne katılacağını ilan ettiğimiz Şeref Taşlıova'nın zamansız kaybı belki de bizleri biraz daha bu konulara yöneltti. “Tokat kervanından aldım bakırı İncitmeyin fukarayı, fakiri” diyen Köroğlu'yu andık. 14 Kasım 2014 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı, Tokat Valiliği, Tokat Belediyesi ve Kent Konseyinin destekleriyle gerçekleştirilen uluslararası seviyedeki program kültür ve sanat çevrelerinde Köroğlu'nun Tokat'a da taşınmasından dolayı dikkat çekti. Bizlere bu konuda gerekli katkıda bulunan kurum ve kuruluşlara teşekkürü bir borç biliriz. İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif ERSOY, aramızdan ayrılışının 78. yılında dernek üyelerimizin Tokat Kamu Çalışanları Vakfı Tokat Şubesinde, AKİF'in torunu Selma Argon Hanım'la gerçekleştirilen canlı yayın bağlantısı sağlanarak (TÜRDAV) da yapılan bir etkinlikle anıldı. Bu etkinliği Ocak 2015 ayı içerisinde doğumunun 111. yılında Bayrak Şairi Arif Nihat ASYA ve doğumunun 110. yılında Kültür Sanat Adamı Hüseyin Nihal ATSIZ'la ilgili programlar takip edecek. Şairler ve Yazarlar Derneği üyelerimizden Mahmut Hasgül Samsun'da Atakum Belediyesi'nce 6 Aralık 2014 tarihinde düzenlenen “Kardeş Şehirler ve Şiirler” programında yer alırken, Hasan Akar da 12-14 Aralık 2014 tarihleri arasında Kayseri'deki “Simurg Ateşi ve Kültür Sanat Etkinlikleri” ne katıldılar. Derneğimiz üyesi Tokat Mahperi Hatun Mesleki ve Teknik Lisesi Edebiyat Öğretmeni Saffet Çakar Milli Eğitim Bakanlığı'nca Tokat'tan yılın öğretmeni seçilerek Ankara'ya davet edilip 24 Kasım 2014 Öğretmenler Gününde Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız tarafından ödüllendirildi. 90.000 şehit verdiğimiz Sarıkamış Harekâtının 100. Yılı münasebetiyle 3-4 Ocak 2015 tarihleri arasında Kars Valiliği'nce tertip edilen “Sarıkamış Yürüyüşü” ne Tokat Belediyesinin katılımında derneğimizi Ahmet Turan Erdoğan ve Metin Falay temsil ettiler. Geleneksel her ay yapılan TOŞAYAD Kahvaltılarının Aralık ayı onur konuğu şiir ve yorumlarıyla Halk Bilimi Araştırmacısı Hayrettin Koyuncu oldu. Bu sayımızdaki yazı ve röportajlar arasında kapak konusuna binaen Yard. Doç. Dr. Doğan Kaya ve Yard. Doç. Dr. İsmail Hakkı Akyoloğlu'nun Köroğlu ile ilgili iki makalesi yer alırken Yavuz Bülent Bakiler, Prof. Dr. Mustafa Erkal, Prof. Dr. Tamilla Abbashanlı, Prof. Dr. Saadettin Yıldız, Dr. Necdet Kurt, Mahir Adıbeş, Ergün Veren, Ahmet Sargın, Harika Ufuk, Remzi Zengin, M. Necati Güneş, Hasan Akar, Bekir Yeğnidemir, Şerare Kıvrak, Mahmut Hasgül, Mustafa Coşkun, Gülsüm Işıldar, Ülkü Taşlıova, Ahmet Sargın, Zürbiye İvdik, Kemal Atangür, İlhan Önal, Hanife Döner, İlhan Aybek değerli çalışmalarını KÜMBET aracılığıyla sizlere kadar taşıdılar. Bu değerli yazıları gönül bahçelerinden birer demet gülle süsleyen şairlerimiz; Bedrettin Keleştimur, Fidan Abbasova, Ali Özkanlı, Şükrü Çakır, İbrahim Şaşma, İsmihan Karaca, Öz Ali Yılmaz, Ekrem Çakırgülmez, Saffet Çakar, Sündüs Akça, Şafak Nur Yalçın, Ebubekir Tahiroğlu, Burhan Kurddan, Nihat Aymak, İhsan Nazik, Metin Falay,Yıldız Toksöz, Rasim Yılmaz,Yunus Yılmaz, Celalettin Çınar, Ahmet Divriklioğlu, İlhan Kurt, Hasan Fahri Tan, Züleyha Özbay Bilgiç sizlerin duygularına hitap etmeye gayret ettiler. 36. sayımızda buluşmak dileğiyle… 3 : Türklerin kahramanlık destanlarındandır. Edebiyatımızda Kitab-ı Dede Korkut, Alpamış, Tahir ile Zühre, Âşık Garip, Arzu Kamber gibi kendisine geniş bir coğrafyada yaşama imkânı bulmuş eserlerimizden birisidir. Bu eserler asırlar boyunca halkımızı bir yandan eğlendirmiş ve bir yandan da içinde taşıdığı kültür öğeleriyle eğitmiştir. Günümüz Türklük coğrafyası içerisinde, Köroğlu'nun Türkiye'de yaygınlığı azımsanmayacak ölçüdedir. Bilhassa son otuz yılda yurdun her bir tarafından derlenen muhtelif Köroğlu kolları ve varyantları da bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. Öyle ki tespit edilen varyantlar, yüzün üzerinde bir sayıya ulaşmıştır. Destanın teşekkülü ile ilgili olarak Habib İdrisi “Çoktur Köroğlu'nun Yaşı” adlı eserinde destanın teşekkülü ve yayılması ile ilgili olarak önemli tespitlerde bulunarak şunları ifade emektedir: “Bu destan XVI. Yüzyıldan önce teşekkül etmiş ve Türkmenlerin Batı Asya'ya yayılmasından önce ve İslâmiyet'ten önceki devirlere kadar Hazar Denizi ötesi çöllerinde ve Harezm-Esterabat arasında bir menkıbe esasen, Türk-İran mücadeleleri neticesinde meydana gelmiştir. Köroğlu destanı, Türklerin İslâmiyet'e girmesinden evvel Hazar Denizinin ötesi Oğuzları arasında Oğuz-İran mücadelesi sonucunda doğmuş ve daha sonra İslâmiyet'i müteakip Oğuzların Horasan'dan İran, Azerbaycan ve Anadolu'ya geldikleri sırada, bu sahralarda nakil olunmuştur. Nihayet Özbeklerle, Türkmenlerin sıkı münasebette bulunduğu zamanlarda Özbeklere ve onlardan da Kazaklara geçmiştir. Diğer taraftan da Azerbaycan ve Anadolu'ya yayılmış, şeklini değiştirmiş yeni bir destan mahiyetini almıştır.” Köroğlu'nun hangi yüzyılda ve nerede yaşadığı konusu açıklığa kavuşmuş değildir. Köroğlu kollarına bakıldığında onun Azerbaycan, - * KOROGLU * 14 Kasım 2014 günü Tokat'ta yapılan I. Uluslararası Tokat Köroğlu Halk Âşıkları Şöleninde sunulmuştur. Dr. Doğan KAYA tamamı gerçek Köroğlu'na ait değildir. Farkı zamanlarda, farklı coğrafyalarda farklı âşıklar tarafından Köroğlu tapşırmalı şiirler ortaya konulmuştur. Sözgelişi 1585'te Tebriz'de Özdemiroğlu Osman Paşa'ya ağıt söyleyen Köroğlu mahlaslı bir âşık bilinmektedir. Evliya Çelebi de Seyahatnamesinde Uşşakî adlı bir saz şairinden söz ederken onu çağdaşı olan Köroğlu adlı bir âşıkla karşılaştırmıştır. Köroğlu ile ilgili ilk derleme ve çalışmalar XIX. yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır. 1830 yılında Tiflis'te yayımlanan “Tiflisski Vedomosi” gazetesinin 68. sayısında yayımlanan makale bu alanda ortaya konulmuş ilk makaledir. Bu çalışmayı Rusya Misyonerler Cemiyeti tarafından İran'a gönderilen Aleksandır Hodzko'nun derlemesi izler. Türkiye'de 1829 yılında yazılmış bir cönkün içinde de Köroğlu metnine (94a-110a) yer verilmiştir. Cönk, Sabri Koz'un özel arşivindedir. Ülkemizde Köroğlu'nun taşbaskı kitap olarak basılmış en eski baskısı 1885 tarihini aşır. Türkiye'de Köroğlu konusunda yapılmış ilk ilmî çalışma Pertev Naili Boratav'a aittir. Boratav “Köroğlu Destanı” bu çalışmasını mezuniyet tezi olarak hazırlamış, 1931'de yayımlamıştır. Köroğlu'nun asıl ismi Ruşen Ali'dir, ancak Köroğlu lakabı isminin önüne geçerek ona ad olmuştur. Köroğlu denilmesi, bazı sebeplere bağlanmaktadır. Bunların başında babasının gözüne mil çektirildiği için bu ad ile anılmıştır. İkincisi ise çok farkı bir anlatımla ilişkilendirilir. Köroğlu'nun Türkmen, Kazak, Uygur ve Özbek eşmetinlerinde kadın hamile iken vefat eder ve karnındaki çocukla birlikte defnedilir. Bir süre sonra mezardan çocuk sesi gelir. Çocuğa mezarda doğduğu için Goroğlu denilir. “Gor” Farsça “mezar” demektir. Köroğlu destanında önemli bir faktör de Çamlıbel (Çembil, Çambil, Jembil, Çandıbel, Çenlibel)'dir. Çamlıbel Köroğlu ve keleşlerinin mekân ve olayların başlangıç yeridir. Kazanılan zafer sonrası buraya dönülür. Kimi zaman düşmanlar buraya saldırsa da genellikle saldıranlar başarıya ulaşamaz. Başkurdistan, Karakalpakistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tataristan, Türkmenistan, İran, Mısır, Kafkasya (Dağıstan, Gürcistan, Ermenistan, Kumuk), Anadolu (Antep, Maraş, Erzurum, Bolu, Erzincan, Kars, Tokat, İstanbul), Siliste, Bağdat ve Halep'te yaşadığı görülür. Köroğlu hakkında pek çok çalışma yapılmış olmasına rağmen kimliği meselesi hâlâ halledilmiş değildir. Bir destan kahramanı mıdır, gerçekten yaşamış mıdır, bir celalî midir, tarihî şahsiyet midir, âşık mıdır konuları halledilmesi gereken problem olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut kollardaki zaman ve anlatım farklılığı, şiirlerin çeşitliliği onun muhayyel bir kişi olduğu sonucuna götürmektedir. Meselenin karmaşık hale gelmesinin sebebi; tespit edilemeyen bir coğrafyada ve tespit edilemeyen bir tarihte yaşamış yiğit / mert / kahraman Köroğlu'nun bütün Türk milleti tarafından sahiplenmesi neticesi eşmetinler vücuda getirilmesi ve muhtelif zamanlarda yaşamış Köroğlu lakaplı kişilerin varlığıdır. Hülasa Köroğlu Türk muhayyilesinin ortaya koyduğu bir halk kahramanıdır. Köroğlu, Anadolu halkının da gönlünde yer etmiş; Türk insanının hayalini süsleyen, kahramanlık ruhunu aksettiren mert kişidir. Aslında, Köroğlu kolları dikkatle incelendiğinde müstakil olarak alp tipini de veli tipini de temsil etmediği görülür. Köroğlu her iki tipi de birleştiren alperen olarak kendisini gösterir. Bir bakıma Köroğlu eski ile yeni bileştiren geçiş dönemi kahramanıdır. Anadolu insanı, okuduğu veya dinlediği Köroğlu destanında kendisini bulmuş, içini ferahlatmıştır. Köroğlu, zenginlere ve zalimlere karşı acımasızdır. Fakirin, zavallının daima yanındadır. Halk Köroğlu'nu o kadar benimsemiştir ki saz meclislerinde mutlaka ona yer vermiştir. Hatta âşıkların saz fasıllarını onun türküsü ve ezgisi ile bitirmeleri gelenek haline gelmiştir. Bunun yanında Köroğlu, Karagöz oyununda, Ortaoyununda, Türk Halk oyunlarında da kendisine yer bulabilmiştir. Elimizdeki Köroğlu şiirlerinin 5 özelliklerini bünyesinde bulundurur. Bütün bunların yanında, saftır. Düşmanlarının kendisine kötülük, namertlik edeceğini aklına getirmez. Öyle ki, düşman kalesinin yanında uyur. Oldukça heybetlidir. Görenlerin korkudan dokuz yerden dudağı çatlar. Gözleri, ağzı, burnu, kulakları, dişleri son derece iridir. Bütün vücudu kıllıdır. Doyma nedir bilmez. Bıyıkları, olağanüstü derecede uzun ve gürdür. "Köroğlu'nun bıyıkları üç kez kulaklarına dolanır, uçları da camız boynuzu gibi dimdik dururdu. Sinirlendiği zaman bıyığının birini alır, çatır çatır yemeğe başlardı" Köroğlu destanı, yüce fikirleri yeni nesillere kazandırması bakımından haklı olarak anıt eser olma hakkını elde etmiştir. Yüzyıllardır Türk milletinin beyninde varlığını sürdürmüş olan bu ve buna benzer eserlerin mevcudiyeti, bizlerin geleceğe daha güvenle bakmasını sağlamaktadır. Köroğlu kollarında kahramanlar, diğer destanlarda olduğu gibi fiziki ve ruhi bakımdan idealize edilmiş özellikleriyle dikkat çekicidir. Köroğlu vefakâr, sadık, gözüpek, yiğit, samimi keleşleri sayesinde zorlukların üstesinden gelir. Müşkül anlarında, birbirlerine ölme pahasına, yardım ederler ve yardımları karşılıksızdır. Görkemli yapıları ve hünerli davranışlarıyla, bir bakıma içinde bulundukları zümrenin temsilcisi durumundadırlar. Hassas ve sanatkâr ruhludurlar. Yeri geldiğinde duygularını şiirle ifade ederler. Saflıkları yüzünden ölümle burun buruna gelirler, fakat mağlup olmak, kabul edemedikleri yegâne husustur. Emre itaat ederler ve ahde vefaya sadıktırlar. Keleşleri arasında Celalî Bey, Bıyıklı Yusuf, Boynusamıyasığmaz, Bursalı Topal Dursun, Dağıstanlı Hasan, Değirmen Avurt, Deli Ahmet, Deli Abbas, Deli Hasan, Deli Hoylu, Deli Mehtar, Dağıstanlı Hasan, Fırfirik Burun, Güdümen, İstanbullu Hüseyin, Kabire Sığmaz, Kayserili Abulobut, Kiziroğlu Mustafa Bey, Koca Arap, Kocabay, Koçak Demircioğlu (İsabalı / Esebalı), Köse Kenan (Reyhan Arap), Niğdeli Geyik Ahmet, Postalıbüyük, Tepedelen, Toz Kopartan gibi isimler ilk akla gelenlerdir. Bunların çoğu irticalen şiir de söyleyebilmektedirler. Köroğlu olsun, adamları (keleşleri / delileri) olsun hepsi de destan kahramanlığı özelliğindedir. Yiğitlikte, kendilerinden üstünü yoktur. Sözgelişi bir ok attıklarında şiş kebap gibi on kişiyi sıraya dizebilirler (Dağıstanlı Hasan). Gürz kullandıklarında düşman askerini atıyla beraber yere gömerler (İstanbullu Hüseyin). Attıkları naralarla pek çok düşman askerinin ödünü patlatır, bir harekette 100 düşman askerini bertaraf edebilirler (Hoylu). 60 batman (480 kg.) olan gürzle etrafı, deprem olmuş gibi sarsabilmektedirler (Köse Kenan). Doymak nedir bilmezler (Köroğlu, Demircioğlu). Fiziki yapı itibariyle de normal insanlardan kat kat fazla iriliğe sahiptirler. Hüner ve erdem sahibidirler ve bazı güçlükleri zekâları sayesinde hallederler. Köroğlu; heybeti, oburluğu, kuvveti, güçlü narası, iri cüssesi ve babacan tavrı ile bir destani kahramanın bütün KÖROĞLU DESTANI: Türk kahramanlık destanıdır. Edebiyatımızda Kitab-ı Dede Korkut, Alpamış, Tahir ile Zühre, Âşık Garip, Arzu Kamber gibi kendisine geniş bir coğrafyada yaşama imkânı bulmuş eserlerimizden birisidir. Bu eserler asırlar boyunca halkımızı bir yandan eğlendirmiş ve bir yandan da içinde taşıdığı kültür öğeleriyle eğitmiştir. Günümüz Türklük coğrafyası içerisinde, Köroğlu'nun Türkiye'de yaygınlığı azımsanmayacak ölçüdedir. Bilhassa son otuz yılda yurdun her bir tarafından derlenen muhtelif Köroğlu kolları ve varyantları da bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. Öyle ki tespit edilen varyantlar, yüzün üzerinde bir sayıya ulaşmıştır. Destanın teşekkül ile ilgili olarak Habib İdrisi “Çoktur Köroğlu'nun Yaşı” adlı eserinde destanın teşekkülü ve yayılması ile ilgili olarak önemli tespitlerde bulunarak şunları ifade emektedir: “Bu destan XVI. Yüzyıldan önce teşekkül etmiş ve Türkmenlerin Batı Asya'ya yayılmasından önce ve İslâmiyet'ten önceki devirlere kadar Hazar Denizi ötesi çöllerinde ve HarezmEsterabat arasında bir menkıbe esasen, 6 gönlünde yer etmiş; Türk insanının hayalini süsleyen, kahramanlık ruhunu aksettiren mert kişidir. Aslında, Köroğlu kolları dikkatle incelendiğinde müstakil olarak alp tipini de veli tipini de temsil etmediği görülür. Köroğlu her iki tipi de birleştiren alperen olarak kendisini gösterir. Bir bakıma Köroğlu eski ile yeni bileştiren geçiş dönemi kahramanıdır. Anadolu insanı, okuduğu veya dinlediği Köroğlu destanında kendisini bulmuş, içini ferahlatmıştır. Köroğlu, zenginlere ve zalimlere karşı acımasızdır. Fakirin, zavallının daima yanındadır. Halk Köroğlu'nu o kadar benimsemiştir ki saz meclislerinde mutlaka ona yer vermiştir. Hatta âşıkların saz fasıllarını onun türküsü ve ezgisi ile bitirmeleri gelenek haline gelmiştir. Bunun yanında Köroğlu, Karagöz oyununda, Ortaoyununda, Türk Halk oyunlarında da kendisine yer bulabilmiştir. Elimizdeki Köroğlu şiirlerinin tamamı gerçek Köroğlu'na ait değildir. Farkı zamanlarda, farklı coğrafyalarda farklı âşıklar tarafından Köroğlu tapşırmalı şiirler ortaya konulmuştur. Sözgelişi 1585'te Tebriz'de Özdemiroğlu Osman Paşa'ya ağıt söyleyen Köroğlu mahlaslı bir âşık bilinmektedir. Evliya Çelebi de Seyahatnamesinde Uşşakî adlı bir saz şairinden söz ederken onu çağdaşı olan Köroğlu adlı bir âşıkla karşılaştırmıştır. Köroğlu ile ilgili ilk derleme ve çalışmalar XIX. yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır. 1830 yılında Tiflis'te yayımlanan “Tiflisski Vedomosi” gezetesinin 68. sayısında yayımlanan makale bu alanda ortaya konulmuş ilk makaledir. Bu çalışmayı Rusya Misyonerler Cemiyeti tarafından İran'a gönderilen Aleksandır Hodzko'nun derlemesi izler. Aleksandır Hodzko, Reşt ve Gilan konsolosluk yaparken Âşık Sadık'tan derlediği Köroğlu Destanını Londra'da İngilizce olarak 1842'de yayımlamıştır. Daha sonra Fransızca, Almanca ve Rusça'ya da çevrilen bu çalışma, 13 koldan ibarettir. Metnin orijinali Paris'tedir. Destanın Tiflis, Bakü ve Tebriz'teki yazma nüshaları da yine XIX. yüzyılda istinsah edilmiştir. Türkiye'de 1829 yılında yazılmış bir cönkün içinde de Köroğlu metnine (94a110a) yer verilmiştir. Cönk, Sabri Koz'un özel arşivindedir. Ülkemizde Köroğlu'nun Türk-İran mücadeleleri neticesinde meydana gelmiştir. Bu destan, Göktürklerin HarezmEsterabad hududunda muhafızlık yapan Oğuzların ve Gürcistan Türkmenlerinin büyük Göktürk destanıdır. Köroğlu destanı, Türklerin İslâmiyet'e girmesinden evvel Hazar Denizinin ötesi Oğuzları arasında Oğuzİran mücadelesi sonucunda doğmuş ve daha sonra İslâmiyet'i müteakip Oğuzların Horasan'dan İran, Azerbaycan ve Anadolu'ya geldikleri sırada, bu sahralarda nakil olunmuştur. Nihayet Özbeklerle, Türkmenlerin sıkı münasebete bulunduğu zamanlarda Özbeklere ve onlardan da Kazaklara geçmiştir. Diğer taraftan da Azerbaycan ve Anadolu'ya yayılmış, şeklini değiştirmiş yeni bir destan mahiyetini almıştır.” Köroğlu'nun hangi yüzyılda ve nerede yaşadığı konusu açıklığa kavuşmuş değildir. Köroğlu kollarına bakıldığında onun Azerbaycan, Başkurdistan, Karakalpakistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tataristan, Türkmenistan, İran, Mısır, Kafkasya (Dağıstan, Gürcistan, Ermenistan, Kumuk), Anadolu (Antep, Maraş, Bolu, Kars, Erzurum, Erzincan, Kars, Tokat, İstanbul), Siliste, Bağdat ve Halep'te yaşadığı görülür. Türkçenin pek çok şivesinde anlatıldığı gibi muhtelif dillerde de anlatılmıştır ve anlatılmaktadır. Köroğlu hakkında pek çok çalışma yapılmış olmasına rağmen kimliği meselesi hâlâ halledilmiş değildir. Bir destan kahramanı mıdır, gerçekten yaşamış mıdır, bir celalî midir, tarihî şahsiyet midir, âşık mıdır konusu halledilmesi gereken problem olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut kollardaki zaman ve anlatım farklılığı, şiirlerin çeşitliliği onun muhayyel bir kişi olduğu sonucuna götürmektedir. Meselenin karmaşık hale gelmesinin sebebi; tespit edilemeyen bir coğrafyada ve tespit edilemeyen bir tarihte yaşamış yiğit / mert / kahraman Köroğlu'nun bütün Türk milleti tarafından sahiplenmesi neticesi eşmetinler vücuda getirilmesi ve muhtelif zamanlarda yaşamış Köroğlu lakaplı kişilerin varlığıdır. Hülasa Köroğlu Türk muhayyilesinin ortaya koyduğu bir halk kahramanıdır. Köroğlu, Anadolu halkının da 7 Abulobut, Kiziroğlu Mustafa Bey, Koca Arap, Kocabay, Koçak Demircioğlu (İsabalı / Esebalı), Köse Kenan (Reyhan Arap), Niğdeli Geyik Ahmet, Postalıbüyük, Tepedelen, Toz Kopartan gibi isimler ilk akla gelenlerdir. Bunların çoğu irticalen şiir de söyleyebilmektedirler. SONUÇ Köroğlu kollarında kahramanlar, diğer destanlarda olduğu gibi fiziki ve ruhi bakımdan idealize edilmiş özellikleriyle dikkat çekicidir. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Köroğlu Destanında karşımıza çıkan kahramanlar, müşkül anlarında ölme pahasına, birbirlerine yardım ederler ve yardımları karşılıksızdır. 2. Görkemli yapıları ve hünerli davranışlarıyla, bir bakıma içinde bulundukları zümrenin temsilcisi durumundadırlar. 3. Hassas ve sanatkâr ruhludurlar. KUŞDEMİR* Yeri geldiğinde Ayşegül duygularını şiirle ifade ederler. 4. Saflıkları yüzünden ölümle burun buruna gelirler, fakat mağlup olmak, kabul edemedikleri yegâne husustur. 5. Emre itaat ederler ve ahde vefaya sadıktırlar. Köroğlu destanı, bu kadar yüce fikirleri yeni nesillere kazandırması bakımından haklı olarak anıt eser olma hakkını elde etmiştir. Yüzyıllardır Türk milletinin beyninde varlığını sürdürmüş olan bu ve buna benzer eserlerin mevcudiyeti, bizlerin geleceğe daha güvenle bakmasını sağlamaktadır. taşbaskı kitap olarak basılmış en eski baskısı 1885 tarihini taşır. Türkiye'de Köroğlu konusunda yapılmış ilk ilmî çalışma Pertev Naili Boratav'a aittir. Boratav “Köroğlu Destanı” bu çalışmasını mezuniyet tezi olarak hazırlamış, 1931'de yayımlamıştır. Köroğlu'nun asıl ismi Ruşen Ali'dir, ancak Köroğlu lakabı isminin önüne geçerek ona ad olmuştur. Köroğlu denilmesi, bazı sebeplere bağlanmaktadır. Bunların başında babasının gözüne mil çektirildiği için bu ad ile anılmıştır. İkincisi ise çok farkı bir anlatımla ilişkilendirilir. Köroğlu'nun Türkmen, Kazak, Uygur ve Özbek eşmetinlerinde kadın hamile iken vefat eder ve karnındaki çocukla birlikte defnedilir. Bir süre sonra mezardan çocuk sesi gelir. Çocuğa mezarda doğduğu için Goroğlu denilir. “Gor” Farsça “mezar” demektir. Köroğlu destanında önemli bir faktör de Çamlıbel (Çembil, Çambil, Jembil, Çandıbel, Çenlibel)'dir. Çamlıbel Köroğlu ve keleşlerinin mekân ve olayların başlangıç yeridir. Kazanılan zafer sonrası buraya dönülür. Kimi zaman düşmanlar buraya saldırsa da genellikle saldıranlar başarıya ulaşamaz. Köroğlu kollarında kahramanlar, diğer destanlarda olduğu gibi fiziki ve ruhi bakımdan idealize edilmiş özellikleriyle dikkat çekicidir. Köroğlu'nun vefakâr, sadık, gözüpek, yiğit, samimi keleşleri sayesinde zorlukların üstesinden gelir. Müşkül anlarında, birbirlerine ölme pahasına, yardım ederler ve yardımları karşılıksızdır. Görkemli yapıları ve hünerli davranışlarıyla, bir bakıma içinde bulundukları zümrenin temsilcisi durumundadırlar. Hassas ve sanatkâr ruhludurlar. Yeri geldiğinde duygularını şiirle ifade ederler. Saflıkları yüzünden ölümle burun buruna gelirler, fakat mağlup olmak, kabul edemedikleri yegâne husustur. Emre itaat ederler ve ahde vefaya sadıktırlar. Keleşleri arasında Celalî Bey, Bıyıklı Yusuf, Boynusamıyasığmaz, Bursalı Topal Dursun, Dağıstanlı Hasan, Değirmen Avurt, Deli Ahmet, Deli Abbas, Deli Hasan, Deli Hoylu, Deli Mehtar, Dağıstanlı Hasan, Fırfirik Burun, Güdümen, İstanbullu Hüseyin, Kabire Sığmaz, Kayserili TASVİRLER Köroğlu kollarında gördüğümüz kahramanlar, diğer destan kahramanlarıyla benzerlik gösterir. Destan kahramanlarının kendilerine has nitelikleri olup çok kere destanlara ismini verecek kadar önemlidir. Fizik olarak heybetli cüsseleriyle diğer insanlardan farklı yapıdadırlar. Bileği bükülmez, mağlup edilemez yiğitler olmakla beraber ölümlüdürler. Köroğlu olsun adamları (keleşleri / delileri) olsun hepsi de destan kahramanlığı özelliğindedir. Yiğitlikte, 8 kıllardan." "Vardı, şu hammış, bu göyümüş, şu yetikmiş deyip de bir sefer "Hooop" dediği zaman (karpuzu) çekirdeğiyle, kabuğuyla yutuyor. Tarlanın üç te birini yuttu... Aldığını atıyor koynuna hemen hemen bir tarafı bir kamyon karpuz aldı." Köroğlu'nun kuvveti ve mücadelesi Köroğlu, bir nalı parmağı ile bükecek kuvvetlidir. Sarayın üst katlarına çıkarken basamağa her bastığında binayı titretir. Ölmüş bir devenin bacağı ile kırk kişiyi rahatlıkla öldürebilmektedir. "Köroğlu, nalı aldı eline, parmağıyla büküverdi, attı." "... öyle bir nara attı amma oralar sap gibi sallandı." Köroğlu'nun yaşantısı Köroğlu, herhangi bir mücadele içinde olmadığı zaman keyfine düşkündür. Zevk ve safada iken kendini kaybedecek derecede eğlenir. Ayvaz'ın özellikleri Bütün kollarda olduğu gibi, incelediğimiz altı kolda da Ayvaz güzelliği, yiğitliği ve hüneri ile ele alınmıştır. "Kırat'a biniyor Ayvaz, Çamlıbel'in ovasına iniyor, bir cirit oynuyor ki; o, at en hızıyla giderken hem iniyor, hem biniyor. Altından giriyor, öbür tarafından çıkıyor." "Sabah güneş doğuyor. Şöyle bir baktı ki Ayvaz, sarayın salonuna çıkmış, güneşle Ayvaz'ın güzelliği birbirini okşuyor." Kırat'ın özellikleri Türk destanlarında at ön planda yer alır. Kültürümüzde atlar renklerine önem kazanır. İncelediğimiz kollardan "Köroğlu'nun Zuhuru Kolu"nda Bolu Beyi'nin dört atı vardır. Yağız at yokuşa kır at rampaya gidemez, doru at çalıdan dikenden, kula at da taştan gidemez. Köroğlu'nun Kırat'ı olağanüstülüklere sahiptir. Ab-ı hayattan içtiği için ölümsüzdür. Ardından gelen atların hiç biri ona yetişemez. Ön ayakları bir çınarın tepesine ulaşacak derecede büyüktür. En yüksek surları rahatlıkla aşar. Hatta bu arada suru tahrip dahi eder. Yayıldığı yerdeki otları koparınca kalan yer ekime hazır bahçe gibi olur. Ayağını vurduğu yerde, bir külek buğday alacak kadar çukur açar. Kaynakça: kendilerinden üstünü yoktur. Sözgelişi bir ok attıklarında şiş kebap gibi on kişiyi sıraya dizebilirler (Dağıstanlı Hasan). Gürz kullandıklarında düşman askerini atıyla beraber yere gömerler (İstanbullu Hüseyin). Attıkları naralarla pek çok düşman askerinin ödünü patlatır, bir harekette 100 düşman askerini bertaraf edebilirler (Hoylu). 60 batman (480 kg.) olan gürzle etrafı, deprem olmuş gibi sarsabilmektedirler (Köse Kenan). Doymak nedir bilmezler (Köroğlu, Demircioğlu). Fiziki yapı itibariyle de normal insanlardan kat kat fazla iriliğe sahiptirler. Hüner ve erdem sahibidirler ve bazı güçlükleri zekâları sayesinde hallederler. Onların bir başka özellikleri de vardır ki, o da sanatçı kişiliğe sahip olmalarıdır. Başta Köroğlu olmak üzere, Köse Kenan, Demircioğlu, Ayvaz, Şirin Döne, Deli Hoylu ve Güdümen gibi önde gelen kahramanlar saz çalıp irticalen şiir söyleyebilme yeteneğine sahip olan kişilerdir. Köroğlu'nun özellikleri: Köroğlu; heybeti, oburluğu, kuvveti, güçlü narası, iri cüssesi ve babacan tavrı ile bir destani kahramanın bütün özelliklerini bünyesinde bulundurur. Bütün bunların yanında, saftır. Düşmanlarının kendisine kötülük, namertlik edeceğini aklına getirmez. Öyle ki, düşman kalesinin yanında uyur. Köroğlu'nun bıyığı Köroğlu'nun bıyıkları olağanüstü derecede uzun ve gürdür. "Köroğlu'nun bıyıkları üç kez kulaklarına dolanır, uçları da camız boynuzu gibi dimdik dururdu. Sinirlendiği zaman bıyığının birini alır, çatır çatır yemeğe başlardı" Köroğlu'nun genel yapısı Köroğlu oldukça heybetlidir. Görenlerin korkudan dokuz yerden dudağı çatlar. Gözleri, ağzı, burnu, kulakları, dişleri son derece iridir. Bütün vücudu kıllıdır. Doyma nedir bilmez. "Adam (Köroğlu), bıyığını kıvırmış, kulağına dolamış, uçları da camuz boynuzu gibi dikeliyor. Gözleri halbur gibi, ağzı arı damı gibi, dişleri kahni gibi, boynu samıya sığmaz." "(Köroğlu'nun) her tarafını kıl bürümüş... Bir kilim dokunur, dökülen 9 Semineri Bildirileri, Ankara, s. 107. [Makal], Tahir Kutsi, Köroğlu, Toker Yayınları, İstanbul, 1975. Abbasov, Elçin, Koroğlu: Poetik Sistemi ve Strukturu, Bakı, 2008. Bayat, Fuzui, Köroğlu Şamandan ÂşıkaAlptan Erene, AKÇAĞ Yayınları, Ankara, 2003. Bayat, Fuzuli, Türk Destancılık Tarihi Bağlamında Köroğlu Destanı-Türk Dünyasının Köroğlu Fenomenolojisi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009. Birdoğan Nejat, Köroğlu-Bir Toplumsal Direnişin Destanı, İstanbul, 1996. Boratav, Pertev Naili, Köroğlu Destanı, Adam Yayıncılık, İstanbul,1984. Ekici, Metin, Türk Dünyasında Köroğlu, AKÇAĞ Yayınları, Ankara, 2004. ELİZADE, H[ümbet], (1941), Köroğlu, Bakı, (2 Kol). Elizade, H[Ümbet], (1941), Köroğlu, Bakı, (2 Kol). FERHADOV, Ferhad Gulamoğlu (1975), Koroğlu Dastanı, Bakı, (17 kol), Ferhadov, Ferhad Gulamoğlu, Koroğlu Dastanı, Bakı, 1975. Garriyev, B. A., Türk Dünyasında Köroğlu Anlatmaları, (Çev. Fikret TürkmenMuvaffak Duranlı-Feyzullah Rahmankul), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2007. Halk Kültürü ve Köroğlu Bilgi Şöleni Bildirileri, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Yayınları, Bolu, 2008. HEKİMOĞLU, Güzide (1996), Kadirli'den Derlenmiş Halk Hikâyeleri, Sivas, (Basılmamış Lisans Tezi). İçel, Hatice, Köroğlu'nun Bolu Beyi Kolu Üzerine Bir İnceleme, Kömen Yayınları, Konya, 2010. İdrisi, Habib, Çoktur Köroğlu'nun Yaşı, 1994, Erzurum, s. I-II. İsmayılova, Yegane, Köroğlu, Bakı, 1999 Kaftancıoğlu, Ümit, Köroğlu Kolları, Büyük Yayın Dağıtım, İstanbul, 1974. Karadavut, Zekeriya, Köroğlu'nun Ortaya Çıkışı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Yayını, Bişkek, 2002. Koz, M. Sabri, Köroğlu Kitabı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2014. Özturan, Hacı Ali, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Kitaplığı, Kahramanmaraş, 2009. Tofikkızı, Elnare, Koroğlu, Bakı, 2005. Uzun, Enver, Köroğlu, Trabzon, 1997. YILDIRIM, Dursun, (1983), “Köroğlu Destanı'nın Ortaasya Rivayetleri”, Köroğlu KÖROĞLU KOLLARI: Köroğlu destanı dairesi içinde anlatılan ve her biri müstakil anlatım özelliğindeki hikâyenin adı. Türk halk hikâyeleri içinde mütalaa edilen Köroğlu hikâyelerinin 100'den fazla (bir rivayete göre 777) kolu vardır. Köroğlu'nun Türkiye'de 30'dan fazla kolu bilinmektedir. Türklük âleminde yaşatılan bu hikâyenin boylar arasında anlatılan kol sayısı da azımsanmayacak ölçüdedir. Dursun Yıldırım 1983 yılındaki “Köroğlu Destanı'nın Ortaasya Rivayetleri” adlı çalışmasında, Köroğlu'nun Türkmen ve Karakalpaklar arasında 41, Özbekler arasında 14-16, Ortaasya'da 43, Kazaklar arasında 62, Tacikler arasında 52 versiyonunun olduğuna işaret etmiştir. Azerbaycan, Anadolu ve Türkmenistan Köroğlu'nun en fazla anlatıldığı coğrafyalardır. Bu bölgelerde anlatılan metinlerin büyük çoğunluğu derlenmiş; makale ve kitap şeklinde yayımlanmıştır. Köroğlu'nun Türkiye'de 30'dan fazla kolu bilinmektedir. Elbette ki bu sayı nihai bir sayı değildir. Daha tespit edilmemiş bazı kolların var olduğu da ihtimal dâhilindedir. Elimizde metni ulunan Köroğlu kollarının başlıcası şunlardır: Alı Kişi, Ayvaz'ın Çamlıbel Getirilmesi, Celali ve Mehmet Bey, Demircioğlu - Reyhan Arap, Demircioğlu'nun Çamlıbel'e Gelmesi, Hamza'nın Kırat'ı Kaçırması, Hasan Paşa'nın Çamlıbel'e Gelmesi, Kamber Kolu, Keloğlan'ın Köroğlu'nun Atını Kaçırması, Kenan Kolu, Kırat'ın Kaybolması, Kıratın ve Köroğlu'nun Dünyadan Çekilmesi, Kiziroğlu Mustafa Bey -AfganistanGürcistan, Kocabey Kolu, Koç Köroğlu ve Bolu Bey, Köroğlu ile Bolu Beyi, Köroğlu ile Cünun, Köroğlu ile Deli Hasan, Köroğlu ile Kocabey, Köroğlu ile Köse, Köroğlu Niğdeli Geyik Ahmet, 10 Köroğlu'nun Ayvaz'ı Kaçırması, Köroğlu'nun Bağdat Seferi ve Turna Teli, Köroğlu'nun Ballıca Seferi, Köroğlu'nun Bayezid Seferi, Köroğlu'nun Çin-Maçin Seferi, Köroğlu'nun Derbend Seferi, Köroğlu'nun Ermenistan Seferi, Köroğlu'nun Erzincan Seferi, Köroğlu'nun Erzurum Seferi, Köroğlu'nun Esir Olması, Köroğlu'nun Gürcistan Seferi, Köroğlu'nun İstanbul Seferi, Köroğlu'nun Kara Han'la Karşılaşması, Köroğlu'nun Kars Seferi, Köroğlu'nun Kaybolması, Köroğlu'nun Kocalığı, Köroğlu'nun Nallıhan Seferi, Köroğlu'nun Oğlu Haydar Bey, Köroğlu'nun Peri Kızı ile Evlenmesi, Köroğlu'nun Rum Seferi, Köroğlu'nun Şam Seferi, Köroğlu'nun Tokat Seferi, Köroğlu'nun Türkmen Seferi, Köroğlu'nun Zernişan Hanımın Çenlibel'e Getirilmesi, Köroğlu'nun Zuhuru, Köroğlu-Han Nigâr, Köroğlu-Han Nigâr-Hasan Bey-Telli Nigâr, Köse Kenan-Dana Hanım, Köse Sefer, Mahbub Hanım'ın Çamlıbel'e Gelmesi, Mehdi Paşa'nın Kızı ile Köroğlu, Telli Hanım'ın Çenlibel'e Getirilmesi, Zernişan Hanım'ın Çenlibel'e Getirilmesi (Bkz. İLGİLİ KOLLAR) TOKAT KERVANINDAN ALDIM BAKIRI Tokat kervanından aldım bakırı İncitmeyin fukarayı fakırı Söz dinle Bezirgân gitme aykırı Bugün yeminliyim döğüş olmasın Bin dahi göndersen ata nal olmaz Bin dahi göndersen sırma çul olmaz Bin dahi göndersen yadigâr olmaz Bugün yeminliyim döğüş olmasın Kişi halin bilse olur mu naçar Tilkinin gönlünden şahinler geçer Uyuz it kavgayı görünce kaçar İsterim ki bugün döğüş olmasın Hey bezirgân başı dinle sözümü Bilmiş ol ki ben alırım bac'ımı Köroğlu'nun sen görmedin gücünü Bugün yeminliyim döğüş olmasın KÖROĞLU KÖROĞLU Sırmalı cepkeni attı koluna, Tek elle dizgini gerdi Köroğlu. Tozlarla atılıp dağın yoluna, Yeşil muradına erdi Köroğlu. Dağlar, omuz omza yaslanan dağlar, Sular kararınca paslanan dağlar, Azatlık ufkunda rastlanan dağlar; Bu dağlara gönül verdi Köroğlu. Dağların ardında kalınca çile, Köroğlu yeniden gelmişti dile; Ak saçlı anadan geçilse bile, Dağlardan geçilmez derdi Köroğlu... Necip Fazıl KISAKÜREK 11 Nahçıvan Köroğlu Heykeli Fotoğraf: Remzi ZENGİN KÖROĞLUYUM BEN Yusuf'un oğlu Ruşen'im Haksızlığa koydum serim Tanı beni Bolu beyim Köroğluyum ben Köroğlu Dar ettim Bolu'yu beye Yaktım sarayın kaç kere Bende güç var onda hile Köroğluyum ben Köroğlu Bingöl dağlarından köpük İçtimde geldi yiğitlik İstemem paşalık beylik Köroğluyum ben Köroğlu Tuzak kurdu defalarca Yattım kaç kez zindanlarda Kurtuldum zorca olsa da Köroğluyum ben Köroğlu Atımın aslı Fırat'tan Böyle tay olur kısraktan Bey ne anlar böyle attan Köroğluyum ben Köroğlu Aldım babamın öcünü El oba duydu gücümü Olmadım haksızın yemi Köroğluyum ben Köroğlu Rüzgârlardan kanadı var Nallarından şimşek çakar Kamçı vurmam atım uçar Köroğluyum ben Köroğlu Atım sürdüm ta Maçin'e Çamlıbel'den Çin Seddi'ne Yıldırmadı zahmet çile Köroğluyum ben Köroğlu Ayvaz benim arkadaşım Sır tutan benim sırdaşım Dara düşmez bundan başım Köroğluyum ben Köroğlu Zalimlere korku saldım Güçsüzün yanında oldum Kılıç vurdum gürz salladım Köroğluyum ben Köroğlu Çamlıbel'e otağ kurdum Kervan kırdım ordu bozdum Yiğitlik destanı yazdım Köroğluyum ben Köroğlu Mertlik bitti tüfek çıktı Ünüm kırklara karıştı Hikâyem ülkeler aştı Köroğluyum ben Köroğlu Eşim Döne Bey bacısı Bey ya, beğenmedi bizi Kaçırdım ben de bu kızı Köroğluyum ben Köroğlu Gönüllerde yaşarım ben Şanım yüce yiğitlikten Dillerden düşmez hikâyem Köroğluyum ben Köroğlu Ahmet DİVRİKLİOĞLU (Tufan) 12 DÖRTDİVAN TÜRKMENLERİNİN KÖROĞLU DESTANI VE MÜZİĞİ Yrd. Doç. Dr. İsmail Hakkı AKYOLOĞLU KÖROĞLU, TOKAT’TA YAŞADI... Bolu ili Gerede ilçesine bağlı bir nahiye iken, bu gün yeni ilçelerimiz içinde yerini alan Dörtdivan ve çevresi, Türk tarihi, Türk kültürü ve Türkçenin en özlü şiirleri ve anlatımlarıyla araştırılmaya değer bir Oğuz ilçesi özelliğini taşımaktadır. Bu bölgeye yerleşen Oğuz boyları, gelenekleri, töreleri ve destanlarıyla Türklüğün geleceğine de ışık tutmaktadırlar. Elimizdeki en eski kayıtlara göre buradaki Oğuz boylarının adları ve vergi nüfusları 16. Yüzyıldan beri günümüze kadar gelmiştir. “Malazgirt savaşını takip eden on yıl içinde Türkler Adalar Denizi ve Marmara'ya kadar olan yerleri fethettiler. Fakat asrın sonlarında başlayan Haçlı seferleri sebebiyle başta Batı Anadolu ve Marmara olmak üzere fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını kaybedip Orta Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldılar. Haçlı seferleri dolayısıyla kuvvetlenen Bizans, Türkleri Orta Anadolu'dan atmak ümidine kapılmıştı. Ancak II. KILIÇARSLAN (1155–1192) 1176 DA Bizanslıları ağır bir bozguna uğratarak bu ümidi suya düşürdü. Türkler bu zaferden sonra yavaş yavaş Bizans aleyhine topraklarını genişletmeye başladılar.(1) Bununla beraber Türkiye Selçuklularında yine devletin asıl dayandığı kuvvet hanedanın kendi kavmi, yani Türkmenler idi. Türkmenler bu ülkede göçebeliği bırakarak oturak yaşayışa geçmeye başladılar. Bunlar daha ziyade köyler kurarak veya çoğu metruk (terk edilmiş) köylerde sakin olmak suretiyle yerleşiyorlardı. Selçuklu ordusuna dirlikli sipahi askerlerini verenler de bu yerleşenlerdir. Yerleşik hayata geçen Türkmenlere bir müddet sonra artık Türkmen denilmeyerek Türk adı veriliyordu. Türk göçebe unsuru, yani Türkmenler bilhassa uçlarda bulunuyorlardı; oralarda akıncı ve muhafız kuvveti olarak vazife gördükleri gibi düşman topraklarında yurt tutmak suretiyle fetihleri kolaylaştırıyorlar ve bazen de kendileri fetihlerde bulunuyorlardı. Bizans ucunda yaşayan uç Türkmenlerinin ünü Horasan'a kadar yayılmış ve onlar Rumlara karşı yaptıkları başarılı savaşlar ile Müslim ve gayri Müslim bütün eserlerde yankılar yapmışlardır.(2) Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Gerede ve Dörtdivan çevresinde yaşayan Oğuz boylarının dilleri, gelenekleri hakkında bilgi verirken Gerede kasabasına bağlı nahiyelerden şöyle bahsetmektedir: “Kılıçözü, Alacaözü, Aladivan, Birdivan, Üçdivan… velhasıl Yedidivan'a varıncaya kadar nahiyeleri vardır. Hepsi dağlarda otururlar. Bu Türklerin (Divan) dedikleri de, Selçuklulardan Sultan Alaattin zamanında Bolu Beyi iken dağları fethettikçe gönü almak için divan edip kös çaldırdığı yerlerdir ki, halen Divan adı ile anılır yedi adet nahiyedir. Halkı asi ve bâği kimselerdir. (3) Büyük meclis anlamına gelen Divan'ın Türk musiki tarihinde özel bir anlam ve yeri vardır. Osmanlı padişahı Osman Bey'e Selçuklu hükümdarı tarafından beylik nişanesi olarak Tablu Alem (kös, davul, zurna, çalpare, nakkare ve tuğlardan oluşan müzik takımı) yani mızıka takımı ile sancak gönderilmiş, sancakla musiki takımının aynı ayarda tutulduğu gösterilmiştir. Bugünkü Dörtdivan isminin taşıdığı bu kültür bu gelenekten başka bir şey değildir. Dört adet divanın varlığı burada Oğuz Türklerinin yönetim anlayışı ve düzenlerinin mükemmelliğini ortaya koymaktadır. “Oğuz-nameler XIV-XVII yüzyıllar arasında Harizm'den Rumeli'ye kadar bütün Oğuz Türklüğünün yaşadığı yerlerde söyleniyor ve okunuyordu. Bu, bütün batı Türklüğünde müşterek bir gelenekti. XVII. yüzyıldan itibaren bu Oğuz-name'lerin yerini KÖROĞLU DESTANI aldı. Köroğlu XVI. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Bolu sancağının Gerede kazasında buyruğunda bulunan birkaç yüz adamla haydutluk yapmaya başlamış bir yiğit idi; anlaşıldığına göre müteakiben bu işi TokatSivas arasındaki Çamlıbel'de devam ettirmiş ve ihtimal sonra büyük Celali hareketlerine katılmıştır. Âşıklar daha XVII. yüzyılın başlarında onun yiğitliklerinden bahseden destanlar okumaya başlamışlardı. Bu destan Türkiye'den İran'a gitmiş ve oradaki Türklerin de en çok sevdikleri destan (1)OĞUZLAR (TÜRKMENLER), Prof Dr. Faruk Sümer, Ana Yayınları, Eylül 1980, İstanbul (2)OĞUZLAR (TÜRKMENLER), s. 134–135 (3)EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ, Mehmet Zıllioğlu, Cilt:1-2 Üçdal Neşriyat, İstanbul. bulduğumuz bu kahramanın hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgi ve belgeleri gün ışığına çıkaran merhum Prof. Dr. Faruk Sümer'dir. Kendisiyle birlikte birçok araştırmalarımız sırasında bitmek tükenmek bilmeyen bir Türkmen araştırmacısının olayların geçtiği coğrafyayı mutlaka görmesi gerektiğini bizlere öğretmiştir. 5-7 Haziran 1982'de Bolu ve Dörtdivan'da Köroğlu'na yakışır bir KÖROĞLU SEMİNERİ ve kutlamaları yapılmıştır. KÖROĞLU-Ali Ruşen, Dörtdivan'ın Yukarı SAYIK köyündendir. Özellikle nüfus artışı sebebiyle geçim sıkıntısı çeken Anadolu Türk köylüsüne mensup gençlerin birçokları medreseye giderken bir kısmı da toprağını bırakıp bulundukları yerlerden ayrılıyorlardı. ÇİFTBOZAN denilen bu gençlerin birçokları bir iş tutmak için şehirlere gittikleri gibi, birçokları da Sancak Beyi ve Beylerbeyilerin hizmetine giriyorlar ve onların kapı halkını oluşturuyorlardı. Bunların bir kısmı, iş bulamadıklarından çeteler oluşturup soygunculuk yapmaktaydılar. Bunlara Levend (Levandat) adı veriliyordu. İşte meşhur Köroğlu Ruşen bu çetelerin birinin başında olup 1581 tarihinde Gerede ile Bolu arasında haydutluk yaptığı görülüyor. Bu tarihte Celali olarak vasıflanan Köroğlu'nun 1584 tarihinde de faaliyetini sürdürdüğü, askeri memur (Umera) ve kadıların korkularından onun yaptıklarını gizledikleri bildiriliyor. 9 Haziran 1581 tarihli Anadolu beylerbeyine yazılan bir diğer hükm-i şerifte ise, Köroğlu'nun Kıbrus (Kıbrısçık) k a z a s ı n d a n Ç A K A L O Ğ L U KARAMUSTAFA ile birleşip Celali oldukları ve yörede yağma ve tahripte bulundukları anlatıldığı gibi, aynı yıla ait diğer bir vesikada adının Ruşen olduğu bildiriliyor. Böylece, vesikalarda kastedilen KÖROĞLU RUŞEN'in destan kahramanımızdan başkası olmayacağı tam bir kesinlik kazanıyor. Fakat, KÖROĞLU ve arkadaşı KARA MUSTAFA'nın birlikte başlarına topladıkları 20-25 kişiyle kuzeyde Amasra, güneyde Beypazarı, doğuda Ayaş olmak üzere faaliyet safhalarını genişlettikleri anlaşılıyor. Fakat KÖROĞLU bu faaliyetini daha fazla olmuştur. Sonra Köroğlu destanı Hazar ötesi Türkmenlerine ulaşmış ve onlar da bunu milli destan olarak benimsemişleridir. XVI. yüzyıl kayıtlarına göre Bolu sancağına bağlı Onikidivan kazasında kayı boyu (üç ayrı yerleşim yeri ve vergi nüfusları 34,12,3), Kınık (3 vergi nüfusu), Karaevli (dört yerleşim yeri ve vergi nüfusları 49,28,6,3), Salur (vergi nüfusu 7) resmi kayıtlarda geçmektedir. Bugün, bunlardan başka Döğer, Kargı, (Karkın?), Sayık, Sorkun gibi Oğuz boyları kendi adlarını taşıyan köylerinde yerleşmişlerdir. Dörtdivan'daki köylerin eskiden beri gelenekleri olan yaylaya çıkmaları ve kışın da kışlak olarak köylerde oturmaları sürdürülmektedir. 1980 yılından beri bu yörede yaptığımız alan araştırmalarında, en çok gözlediğimiz özelliklerden birisi de genç kız ve gelinlerin bile şiir defterine (CÖNK) sahip oluşları ve bunlara pek değer vermeleri olmuştur. Türk kadınının okuma ve kültürüne gösterdiği ilgi bakımından bu davranışlar çok anlamlıdır. Bu yöreden yetişmiş birçok edebi şahsiyetlerden araştırmalarımızda yaptığımız kayıtlar vardır. Merhum Mevlüt Ayer, Eyüp Şahin gibi şiir ve musiki kültürü olan kişilerin olabileceği göz ardı edilmemelidir. Osmanlı devletinin Osmanlı eğeri adıyla bilinen ve kafatasında vücudumuzun orkestra şefi olarak nitelendirilen bir kemik, dünya tıp literatürüne CELLA TURCİCA (Türk eğeri) diye geçmiştir. İşte bu eğerleri yapan müstesna sanatkârlar da bu çevrenin kültürünün yetiştirdikleri kişilerdir. Osmanlı'nın eğer ihtiyacını karşılayan birkaç kaza ve sancaktan bugün yalnız isimler kalmıştır. Hatta, ismi eskiden beri KALTAKÇI olarak bilinen bir çevre köyün ismi hiç düşünülmeden eski kültür ve anlamından koparılarak GÖLBAŞI olmuştur. Dörtdivan Türkleri, şiir, edebiyat, tarih alanlarında büyük bir birikime sahiptirler. Özellikle, hafızları, ilahi söyleyen halk sanatkârları seslerinin temiz ve güzel oluşlarıyla haklı bir üne sahiptirler. Dörtdivan ile özdeşleşmiş bir halk kahramanı olan Köroğlu tüm dünya Türklüğünün ortak bir dili olmuştur. Koçaklamasında ana dilimiz Türkçenin en akıcı, en içten ve en yalın anlatımını 15 üzere kahramanımız Tokat dağlarında hayata veda etti demektir. Eğer böyle ise cesedi Osmanlının eline geçmemesi için gizli bir yere gömülebilir. Köroğlu, Türk âleminde bilhassa batı Türkleri arasında tapılırcasına sevilen bir kahramandır. Türk köylüsüne mensup gençlerin devletin üst düzeydeki idari mevkilerine getirilmeyip, bu mevkilere de devşirmelerin getirilmesi, Köroğlu'nun esas mücadelesinin temelini oluşturmaktadır. “Artık her çeşit devşirmeler, sığıntılar, dönmeler, saray kadınları, cinciler, üfürükçüler, şeyhler, dervişler devlet işlerine burunlarını sokuyorlar, sadrazamları, valileri, işlerine gelemeyen bütün makam sahiplerini keyiflerine göre azil ve tayin ettiriyorlar, memuriyetleri para ile satıyorlardı. Bu yüzden de Anadolu'da isyanların ardı arkası kesilmiyordu.” Köroğlu'nun türküsü ve oyunu günümüzde de herkes tarafından bilinmekte ve söylenmektedir. sürdürmeyerek 1585 yılında Ankara'ya bağlı Haymana'dan kaçıp mütegallibeden (zorba takımı, derebeyi olan) Mahmut'a sığınmıştır. Bu tarihten sonra Köroğlu hakkında da şimdilik bir arşiv vesikasına sahip değiliz. Köroğlu'nun Haymana'da doğrudan doğruya veya başka yörelere uğradıktan sonra Sivas-Tokat arasındaki Çamlıbel'e geldiği anlaşılıyor. Köroğlu'nun destanlarındaki Çamlıbel'i bu Çamlıbel'den başkası olamaz. Zira burası gerçekten beklenebilecek bir yerdi. Çünkü oradan sık sık ticaret kervanları geçiyor; Köroğlu da bu kervanlardan “Yol Baçı” alarak geçiniyordu. Bu kervanlar Çamlıbel'den geçip Tokat'a birçok ticaret malı getiriyorlar ve oradan bilhassa işlenmiş bakır alıyorlardı. Destanın İstanbul'daki rivayetinde: Tokat kervanından aldım bakırı, İncitmezün fukarayı fakırı beyti de Köroğlu'nun Sivas-Tokat arasındaki Çamlıbel'de yaşadığını doğrulayan pek mühim bir delildir. Köroğlu, kuvvetli bir ihtimale göre Çamlıbel'de tutunamadı. Oradan İran'a gidip Şah Abbas'ın hizmetine girdi. Bu devirde kaleme alınmış tarihi Farsça bir kaynak da tarafımızdan bulunan bir haberde aynen şöyle deniliyor: “Şah Abbas 1603 yılında Nahcıvan'da bulunuyorken Köroğlu Osmanlı hizmetine girmiş olan ve Pasin'de oturan Sa'dlu oymağının reisi Ali Kulı Bey'i, oğlunu ve anasını yakalayıp Ulu Şahın huzuruna getirdi.” Bu Köroğlu'nun destan kahramanımız olan Köroğlu olmaması için hiçbir sebep yoktur. Köroğlu'nun başarısı da onun mesleğine uygun bir iştir. Kaynakta onun kimliğinde ve memuriyetinden söz edilmemesinin onun herkesçe bilinen bir kimse olmasıyla ilgili bulunması pek muhtemeldir. Çünkü o tanınmamış bir kimse olsaydı, pek kuvvetli ihtimal ile kim olduğu belirtilirdi. Eski müellifler de bu böyle idi. Azeri rivayetlerinde Köroğlu'nun Şah Abbas tarafında öldürtüldüğünün yazılmasına pek tabii bu haberi doğrulayan bir delil nazarı ile bakılabilir. Köroğlu'nun Tokat dağlarında kaçak olarak yaşadığını bildiren bir Anadolu rivayeti de vardır. Bu, anlaşılacağı Benden selam olsun Bolu Beyi' ne Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır. Ok gıcırtısından kargı sesinden Dağlar seda verip seslenmelidir. Düşman geldi tabur tabur dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı. Tüfek icat oldu mertlik bozuldu Eğri kılıç kında paslanmalıdır. Köroğlu düşer mi yine şanından, Ayırır çoğunu er meydanından, Kır at köpüğünden, düşman kanından Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır. Köroğlu'nun destanlarındaki gibi saz şairi olması uzak bir ihtimal olarak görülmemelidir. Vesikalarda ne denilirse denilsin onun yoksulları incitmediği şüphesizdir. Köroğlu'dan ünü çok daha fazla olan birçok Celali'den hiç biri destan kahramanı olamamıştır. Özet olarak Köroğlu1580-1585 yılları arasında mücadelesini sürdürmüş, destan Ceyhun ırmağını da geçerek Özbekler arasında da dağılmıştır. Üsküp'ten Semerkand'a kadar geniş bir Türk âleminin ortak bir kültür ürünü olmuştur. 16 1.Arif Nihat Asya 1.1.Hayatı, Şahsiyeti, Sanatı ve Eserleri Arif Nihat (Mehmet Arif), 7 Şubat 1904 (1321) tarihinde Çatalca'ya bağlı İnceğiz köyünde doğdu. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnovalı Fatma Hanımdır. Henüz yedi günlükken babasını kaybetti. İkinci evliliğini yapan ve Osmanlı ordusunda subay olan kocasının memleketi Filistin'e giden annesinden de üç yaşındayken ayrıldı. Annesinin onu da yanında götürme isteği dedesi tarafından kabul edilmemişti. Trablus, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarının eşiğinde geçen ilk çocukluk yılları, yetimlik-öksüzlük, yoksulluk, işgal endişesi, göç huzursuzluğu gibi olağanüstü şartlar yüzünden hep sıkıntılı oldu: “Vaktiyle benim, adını pek az kimsenin bildiği bir köyüm ve adlarını şimdi unuttuğum oyun arkadaşlarım vardı. Çoğumuz yalnayaktık... (...) Ben o köyde tozun, çamurun, görgüsüzlüğün, bilgisizliğin, bugüne çıkmasına müsaade ettiği sayılı çocuklardan biriyim ve mukadderatın iltimasından, arkadaşlarımın ruhlarına karşı mahcubum.” (“Karaisalı'nın Çocukları”, Aramak ve Söyleyememek, Nesirler:2, s.272) sözleri, çocukluğunda çektiklerinin özeti gibidir. İlkokuldan başlayıp üniversiteyi bitirinceye kadar yatılı okudu. İstanbul'da, Bolu'da ve Kastamonu'da geçen bu yatılılık hayatını kendisi –babadan dedeye, dededen halaya, haladan yatılı okula çıkan bu yolculuk sebebiyle- “millete kalmak” olarak değerlendirmektedir. Dedesinin, ninesinin ve halasının şefkati sayesinde çok büyük yıkımlar yaşamadıysa da yetim ve öksüz kalmış olmanın burukluğu ömrü boyunca sürmüş ve bu burukluk, eserlerinin derinliklerine yerleşmiştir. İlkokulu İstanbul'da Gülşen-i Maarif'te, ortaokulu (sultaninin birinci devresini) Bolu'da, Liseyi (ikinci devreyi) Kastamonu'da bitirdi. Yatılı okudu. Hemen bütün öğrenim hayatı savaş yıllarına denk geldi. Savaş yıllarının çocukluğunu çaldığı sanatçılarımızdan biridir Arif Nihat: “Hepimiz memlekette mühim şeyler olduğunu 'muharebe' lâfından, ekmek kıtlığından, 'rap rap' (1)Prof. Dr., Lefke Avrupa Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi ARİF NİHAT ASYA VE BAYRAK Prof. Dr. Saadettin YILDIZ 1 Mutasavvıftı; hüznü tanımayan insandan mutasavvıf olmaz. Onun ıztırâbı hayatının, kaderinin ve karakterinin tabii sonucuydu. 1928'de başlayan öğretmenlik hayatının ilk yıllarında da - daha öğrenciyken evlendiği Hatice Semiha Hanım'la aralarında uyumsuzluklar baş gösterdiği için- rahat edememişti; boşandı. 1941'de, Adana'da birlikte öğretmenlik yaptığı Kimya öğretmeni Servet (Akdoğan) Hanım'la evlendi. Bu evliliğin kendisini mutlu kıldığını “Ne şiirden ne de şöhrettendir / Mutluluk Arif'e Servet'tendir” mısralarıyla anlattı. Ne var ki, temele işleyen acılar, sıkıntılar tam olarak yok olmuyor. Gittikçe çok rahatlamasına rağmen, Arif Nihat'ın şiirinde bir hüznün var olduğu görülür. Çok sayıda nükteli şiir söylemiş, zaman zaman hedonizme varan zevk şiirleri yazmış olsa da, bu hüzün ince ince sezilir. Denilebilir ki, Arif Nihat hüzünle nükteyi barıştıran bir sanatçıdır. Nüktede zekâ sivrilir, hüzünde yürek burkulur. “Çığ” şiirinde ikisi iç içe girmiş durumdadır: ÇIĞ Çarpar, devirir çığ gibi... nerden gelir o? Bilmez dur, otur... koskoca ev, sanki, bir o! Lâkin ne olur, görmeyelim durduğunu; Zîrâ bu asırlık yuvanın kalbidir o! seslerinden, açılan ve harıl harıl işleyen imaretlerden; babaların, ağabeylerin eksilmelerinden; annelerin, ablaların, halaların, dedelerin, ninelerin eski sevinçlerini kaybetmesinden anlıyor; fakat her devrin çocukları gibi, evde, sokakta, mektepte, sınıfta çocukluğumuzu –yaşayabildiğimiz kadar- yaşıyorduk. (...) Hocalarımız içinde ak saçlı, ak sakallı, ak sarıklı, nur yüzlü bir hoca vardı... (...) Mübarek ihtiyarın bir gün sınıfa çok düşünceli girdiğini hatırlarım... yüzünde her zamanki tebessümü, boşuna aramıştık. (...) Evlatlarım, dedi. Gâvur, Çanakkale Boğazı'nı zorlıyağımış... Boğazı geçip İstanbul'a gireceğimiş... ne yapsak da engel olsak? Gelin, bu ders bunu konuşalım! Ders boyunca, Boğaz'ı tıkamak, düşmanı durdurmak için taş mı yağdırmadık, vaktiyle Haliç'e gerilmiş olana benzer zincirler mi germedik; iki kıyıya muazzam mıknatıslar mı yerleştirmedik! (...) Evet... tarihler ve tarihçiler bilmez ki yazsın... onu biz biliriz.” (“Harb Meclisi”, Aramak ve Söyleyememek, Nesirler:2, s.10-11) sözlerinden de anlaşıldığı gibi, daha ilkokuldayken, ülke meseleleriyle karşı karşıya kaldı. Özellikle Millî Mücadele yılları onu çok etkilemiştir. Daha on yedi yaşındayken yazdığı ve Osman Gazi'yi konuşturduğu “Osman Gazi'nin Feryâdı I” adlı şiirinden aldığımız şu dörtlük, genç şairin olup bitenlerden nasıl etkilendiğini göstermeye yeter: Nihayet işittim dilber İzmir'in Yabancı ellerde inlediğini; Bu korkunç, uğursuz, kara haberin Acısı bürüdü bir anda beni. (Açıksöz Gazetesi, 20 Temmuz 1337/1921, Nu:238) 1933 yılında tanıştığı tasavvuf, Arif Nihat'ı gittikçe rahatlatmış, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1941'de gerçekleşen ikinci evliliği de aile içi huzurun tesisini kolaylaştırmıştır. Tasavvuf, bir yandan onun iç dünyasını düzene koyarken, bir yandan da eserlerinin dokusunu sağlamlaştırmış, zenginleştirmiştir. 1956'da yayımladığı Kubbe-i Hadrâ, onun sanatında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. 1930'larda Ahmed Remzi Akyürek'in açtığı yoldan Mevlevîliğe intisab eden şair, -ailesinden gelen "ahî kültürü"nün de etkisiyle- zaman içinde bu yolda ilerlemiş ve tasavvufî duyuşun ruhunda uyandırdığı yeni heyecanlar, şiirinin uslûbuna ve muhtevasına renk katmıştır. Şairin sanat çizgisinde tasavvufî duyuş ve düşünüş tarzı, kısmen geleneğe dönüş, vezin ve kafiyede hususî kullanımlar yoluyla gerçekleştirilen yeni ses organizasyonu vb. Arif Nihat, -baştan beri- ıztırabı olan bir adamdı. Hayata geldiği günden ölümüne kadar akan tarihimiz kaç savaş, kaç deprem, kaç ihtilal gördü; aile hayatı daha yedi günlükken alt üst oldu. Sanatkârdı; sanatkâr ıztırapsız kalmaz. 18 özellikleriyle çok önemli bir yeri bulunan bu eser yeteri kadar tanınmamış; belki de, nüktelerinin ve destanî şiirlerinin yarattığı büyük şöhret, bu eserin bilinip tanınma şansını azaltmıştır. Tasavvuf ile Türkçü-Turancı duyuş tarzını onun kadar kaynaştırmış olan başka sanatçımız yoktur, dense yeridir. Onun hayal dünyası, Kür Şad'dan Ulubatlı Hasan'a, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali'den Mevlânâ'ya, Yûnus'a, Dede Korkut'tan Köroğlu'na uzanır; Tanrıdağlarından Abva'ya, Uhud'dan Hazar'a, Kerkük'ten Mekke'ye kadar genişler. Yani, İslâm coğrafyası ile geniş Türk kültür coğrafyası birbirine eklemlenmiş durumdadır. 1928'den 1950'ye kadar edebiyat öğretmenliği yapan Arif Nihat, 1950 seçimlerinde DP listesinden Seyhan (Adana) milletvekili seçildi. Adana'daki dost çevresinin ısrarları sonucu girdiği aktif siyasetten hiç hoşlanmadı ve bir daha aday olmadı; öğretmenliğe döndü. Sırasıyla Adana, Malatya, Adana (tekrar), Edirne, Eskişehir, Ankara, Kıbrıs ve Ankara'da (tekrar) çalıştı. Bir yandan Anadolu'yu tanıdı, bir yandan Kıbrıs'ı… Üç yüzden fazla şiirinde ve azımsanmayacak sayıdaki nesir yazısında, Kıbrıs'ı her yönüyle anlattı: Tabiat güzellikleri, insanları, yerleşim yerleri ile; acıları, direnişi, mücadelesi ile… Kıbrıs'ta iki yıla yakın çalışan Arif Nihat, 1961'de Ankara Gazi Lisesindeki öğretmenliğine döndü. 1962 Şubat ayında emekliliğini isteyerek kendini tümüyle sanatına ve gazeteciliğe verdi. 1964-1971 arasında çok sayıda eser yayımladı. 1970'lerin başından itibaren sağlığı iyiden iyiye bozulmaya başladı. Büyük bir sevgiyle bağlandığı Adana'nın kurtuluşunun yıl dönümünde, 5 Ocak 1975'te göçtü. Ankara'da Yenimahalle Karşıyaka Mezarlığında gömülüdür. “Bayrak şairi”nin ilk mezarında bayrak yoktu; çocukları Fırat ve Murat Asya'nın gayretleriyle yenilenen kabrinin başında –artık- ayyıldızlı bayrağımız dalgalanmaktadır. *** Arif Nihat, İstanbul doğumlu olmasına rağmen “taşralı”dır. Sanatının ana dokusunun Kastamonu ve Adana'da örüldüğünü söylemek yanlış olmaz. O, Tiyanşan'a kadar uzanan geniş hayal coğrafyasına, Kastamonu'da başlayan(2) küçük hamlelerden sonra, sanat ve edebiyat yönünden hayli hareketli bir Anadolu şehri olan Adana'dan uzanmıştır. Adana, Arif Nihat'ın öğretmen olarak bulunduğu yıllarda çok önemli dergi ve gazetelerin yayımlandığı bir kültür merkezidir. Başta Görüşler dergisi ile Türk Sözü gazetesi olmak üzere değişik yayın organlarında yazı yayımlayan ve Adana'daki kültür çevreleriyle yakın ilişkiler kuran şair, bu suretle, meselelere “Anadolu'dan bakma” şansını da arttırmıştır. Anadolu'dan bakış, onun şiirine bir yandan gerçek tabiat sahnelerini kazandırırken bir yandan da on a b i r “k ü l t ü r c oğr a f y a s ı ” i l e t a m kaynaşma şansını hazırlamıştır. “Bursa” şiirinden aldığımız aşağıdaki mısralar, bu kaynaşmanın tipik bir örneğidir: Artık susalım.. yolcunun, Burda kalsın duyguları… Yeşil'den bir çağıran var Batıları, doğuları… Nerdeyse başlıyor Tekbîr Ve Tehlîl uğultuları… Şadırvanda beni bekler Târihimin uluları. (Köprü) Bu şiirde olduğu gibi, Konya için, Adana, Edirne, Kars, Malatya gibi şehirler için yazdıklarında da aynı “yerinden bakış” hâkimdir ve bu yerinden bakışın temelinde "Senin tatlıdır her şeyin / Katık istemez ekmeğin" mısralarıyla özetlediği samimi vatan sevgisi ile görev yaptığı her yeri ve çevresini –neredeyse- adım adım dolaşarak yaptığı gözlemler yatar. “Afyon Kalesi” şiiri, bu gözlem gücünü açıkça göstermektedir: Düzlükte, gelip geçse de yol, Afyon'dan, Ey yolcu, görünmez Afyon, istasyondan… Şâyet vaktin olursa, tırman Kale'ye; Bak Afyon'a gökyüzünde bir balkondan. (Kova Burcu) Arif Nihat'ın sanatının en belirgin özelliklerinden biri “çeşitlilik”tir. Şekil yönünden olsun, muhteva yönünden olsun tek bir kalıba girmek istemeyen şair, kaliteyi (2)Kastamonu'da öğrenci iken, hafta sonlarında Ilgaz dağlarında uzun gezilere çıktığı arkadaşı Orhan Şaik Gökyay'la yol boyunca –ki bunlar, gün doğumundan batımına kadar süren yaya yolculuklardır- şiir üzerine yaptıkları sohbetler, büyük ihtimalle, Açıksöz idarehanesindeki toplantılarda ve okulda yapılan müsamerelerdeki şiir ve edebiyat programlarının bir değerlendirmesi mahiyetindedir. (1971), 18. Şiirler (Haz. Ahmet Kabaklı; şiirlerinden seçmeler-1971), 19. Büyüyün Kızlar Büyüyün (1976), 20. Fâtihler Ölmez (1976), 21. Rubâiyyât-ı Ârif-VI (Yerden Gökten-1976), 22. Ses ve Toprak (1976), 23. Takvimler (1976), düşürmemek kaydıyla, sürekli bir arayış içinde olmayı tercih etmiştir. Gelenektekiyle tıpa tıp aynı yapıda rübailer de yazdı; sadece iki mısralık rübaiyi de denedi. Aruz veznini de Hece veznini de başarıyla kullandı; fakat serbest şiirin de çok başarılı örneklerini verdi. En önemli millî konuları ve derin dinîtasavvufî konuları işledi. Günlük hayatı bütün ayrıntılarıyla görüp oradan şiir çıkarmayı da bildi. Edirne'den Kars'a bütün vatan, onun “gönül coğrafyası” oldu. ... Ne şiir söyledimse hepsi onun; Eserim vâridât-ı Mevlânâ Ve hayâtım hayât-ı Mevlâna. (FXXVII, Kubbe-i Hadrâ) B-Nesir Kitapları:1.Yastığımın Ruyası (1930), 2. Âyetler (1936), 3. Kanatlar ve Gagalar (1945)4. Enikli Kapı/Top Sesleri (Çekirdek:I -1964), 5. Terazi Kendini Tartamaz (Çekirdek:II-1967), 6. Tehdit Mektupları (1967), 7. Onlar Bu Dilden Anlar (Çekirdek:III-1970), 8. Aramak ve Söyleyememek (1976), 9. Ayın Aynasında (1976), 10. Kubbeler (1976), 11. Sevgi Mektupları (Haz. Y.B.Bakiler;2001) diyerek, şiirinin / sanatının en önemli dayanaklarından birini ortaya koyan şair, ... Kurtar beni Ellerden! Yerin dudaklardır, Payın var dillerden. 2.Arif nihat Asya ve Bayrak Türklerde "bayrak kavramı", tarih boyunca benimsediği dinî inanışlardan ve ana nitelikleri sabit kalmak suretiylezamanın icaplarına göre hep yeniden şekillenen devlet anlayışından beslenmiştir. Bayrak, bir çeşit hâkimiyet ilanıdır. Var olmanın göstergesidir. Destanda "Takı taluy takı muran / Kün tuğ bolgıl kök kurıkan" deniliyor. Güneşi tuğ (bayrak), sonsuz gökkubbeyi de otağ yapmak isteyen bir bakış... Bayrağın da, otağın da en büyüğüne sahip olma hedefi, tartışılmaz bir hâkimiyete sahip olma arzu ve iradesinin de doğrudan ifadesi... Halk, bayrağı bir yandan devletin sembolü olarak alkışlarken bir yandan da kendi günlük hayatının tabîî bir unsuru hâline getirmiştir. Bayramlarda evinin penceresine / balkonuna astığı bayrak, düğünlerin de ana figürlerinden biridir. Anadolu'da, evin damına asılan bayrak, yeni yapılan bir evin tamamlanışının müjdecisi olabileceği gibi, bir düğünün, bir şehadetin veya o evden birinin hacdan döndüğünün habercisidir. Şehidinin tabutunu bayrağa saran baba, yürek yangınını biraz olsun hafifletmiş olur. Kızını bayraklı-Kur'anlı gelin eden anne-babanın gururuna sınır yoktur. Kimin haddine seni hor görmek! Ki seninle ben istesek Yakabilirdik bu şehri; Akardı bir alev nehri Yollardan. (Sigara, Kökler ve Dallar) mısralarında ise, sanatta irtifaın en önemsiz görünen konulardan da geçerek sağlanabileceğini gösterdi. *** Ârif Nihat Asya'nın 34 adet kitabı basılmıştır. Bunların 23 adedi şiir, 11 adedi de nesir ve mensur şiir kitabıdır. Şiir kitaplarından beşi, nesir kitaplarından dördü ölümünden sonra basılmıştır. A-Şiir Kitapları: 1.Heykeltıraş (1340/1924), 2. Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (1946; iç kapakta 1945), 3. Kubbe-i Hadrâ (1956), 4. Rubâiyyât-ı Ârif-I (1956), 5. Rubâiyyât-ı Ârif-II (Kıbrıs Rubâîleri-1964), 6. Rubâiyyât-ı Ârif-III (Nisan-1964), 7. Kökler ve Dallar, 1964, 8.Emzikler (1964), 9. Rubâiyyât-ı Ârif-IV (Kova Burcu-1967), 10.Duâlar ve Âminler (1967), 11. Yürek (1968), 12. Köprü (1969), 13. Kundaklar (1969), 14. Rubâiyyât-ı Ârif-V (Avrupa'dan Rubâîler-1969), 15. Aynalarda Kalan (1969), 16. Divançe-i Ârif (1971), 17. Basamaklar 20 Mithat Cemal, bayrak sahibi olmanın ölmeyi de gerektirebileceğini; dokumasının cinsi ne olursa olsun, bayrağın asıl renginin ve değerinin uğruna kan dökülmesiyle tayin edildiğini çok güzel ifade etmiştir: Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır. Güzel bir tesadüf sonucu kuvvetli bir kafiye de teşkil eden bayrak ve toprak, asıl anlamına kavuşmak bakımından da kardeştir. Yerine göre herhangi bir giysi yapımında da kullanılan kumaş, uğrunda ölenlerin buhurdan gibi tüten ruhları sayesinde bayraklaşıyor; Harput'un kuş uçmaz kervan geçmez bir tepesi, yine aynı şekilde vatanlaşıyor. Bugün bayrağa bakışımız, bütün bir mazinin muhassalası gibidir. Bunun en kestirme delili cumhurbaşkanlığı forsumuzdur: 16 büyük Türk imparatorluğunun bayraklarını temsil etmek üzere 16 adet yıldız ve ortadaki güneşin 16 adet çıkıntısı... Semboller –son zamanlarda, forstaki yıldızların sadece süs olduğunu söyleyenlerin sayısı artmış da olsa- tesadüfün değil, bir zihniyetin, bir kabulün, bir şuurun eseridir. *** Ârif Nihat, "Bayrak şairi" olarak şöhret yapmıştır. Cumhuriyet dönemi şiirleri arasında en çok okunanların başında gelen "Bayrak" şiiri -şüphesiz- bu şöhretin ana kaynağıdır. Yazıldığı günden bu yana, millî bayramlarda, çeşitli kutlama veya anma programlarında çok okunan bu şiir, geniş kitleler tarafından bilindiği ve kolaylıkla benimsenmiş olduğu için, şairi de o pencereden bakılarak değerlendirilmiştir. Arif Nihat'ın doğrudan bayrak tema'sını işlediği şiirleri 12 adettir.(3) Ancak, birçok şiirinde de bayraktan bahis vardır. Dolayısıyla, onun bayrağa düşkünlüğü, doğrudan bayrak temini işlediği şiirlerle sınırlı değildir. Çok sayıdaki şiirinde bayrak "motif" olarak kullanılmış; "bayrak-istiklâl", "bayrakvatan", "bayrak-mâzî", "bayrak-yiğitlik", "bayrak-huzur".. bağlantıları kurularak, bir "merkez değer" yaratılmıştır. Bayrak etrafında geliştirilen bol ve ilgi çekici hayaller de bu "merkezleştirme"nin eseridir. Bu merkezleştirme, aynı zamanda, "somutlaştırma"yı da beraberinde getirmiştir. Somutlaştırma ile daha çok, bayrağın günlük hayatın tabîî bir parçası hâline gelişini kastediyoruz. Ölürsem taşım, yazım Kaygı olmasın yakınlarıma. Bir şey istemem, Yeter ki ay doğsun mezarıma! Taşsız olabilirim, Yazısız kalabilirim; Bayraksız olamam, Bayraksız olamam!(4) mısraları, bu somutlaştırmanın en güzel örneğidir. Hz.Muhammed için yazılan -ve bayrakla ilgi kurulması pek de beklenmeyen- "Naat" şiirindeki şu mısraları da, bir vesile bularak sözü bayrağa / sancağa getirmesi bakımından, bu çerçevede değerlendirebiliriz: Çöl gecelerinden, yanık Türküler yapan kızlar Sancağını saçlarıyla dokusun; Bilâl-i Habeşî sustuysa Ezanlarını Dâvûd okusun! *** Şüphesiz, Arif Nihat'ın bayrakla ilgili duygu ve düşünceleri “Bayrak” şiirinde temerküz etmiştir. Adana'nın kurtuluş yıldönümünde, büyük bir törenin heyecanıyla yazılan bu şiir, daha önce yazılmış bayrak şiirlerinin anlattıklarından fazlasını anlatmak üzere kaleme alınmış, özel bir şiirdir. Adana'nın kurtuluşu ile ilgili resmî bir törende okunmak üzere bayrakla ilgili şiir bulmaları için görevlendirdiği öğrencilerinin getirdiği şiirleri beğenmediğinden bir gece sabaha kadar çalışarak yazdığı bu şiir büyük bir boşluğu doldurmuştur. (3)Ay-Yıldız (Yerden Gökten, Ş.7, s.210), Bayrak (Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ş.1, s.22), Bayrak (Fâtihler Ölmez, Ş.5, s.26), Bayrak (Takvimler, Ş.5, s.176), Bayrak (Avrupa'dan Rubâîler, Ş.7, s.178), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ş.1, s.17), Çiçek (Kıbrıs Rubâîleri, Ş.6, s.144), Fâtih'in Bayrağı (Basamaklar, Ş.2, s.230), Kartal (Fâtihler Ölmez, Ş. 5, s.52), Olamam (Kökler ve Dallar, Ş.3, s.53), Yoldan Geçen Bayrak (Avrupa'dan Rubâîler, Ş.7, s.181), Yürek (Kıbrıs Rubâîleri, Ş.6, s.137) (4) Olamam, Kökler ve Dallar, Ş.3, s.53 (5) Naat, Duâlar ve Âminler, Ş.2, s.62 BAYRAK Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü! Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü! Işık ışık, dalga dalga bayrağım! Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım! Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım! Seni selâmlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım! Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder... Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın, ne çıkar? Yurda ayyıldızının ışığı yeter! Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık. Dağlardan çöllere düşürdüğü gün Gölgene sığındık. Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı... Yüksek yerlerde açan çiçeğim! Senin altında doğdum, Senin dibinde öleceğim. Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim! Yeryüzünde yer beğen! Nereye dikilmek istersen Söyle, seni oraya dikeyim. Bir erkek için kız kardeş, iffetin somutlaşmış hâlidir; şehit, mukaddes değerler uğrunda hayatını vermiş, fakat diri sayılan bir kahramandır. Bayrak, hem bu iffeti, hem de bu mukaddes kahramanlığı sembolize eder. Vatan semalarını süsleyen en güzel varlıktır o: Beyazı (ay ve yıldızı ile) gökkubbeyi, kızılı (kırmızı geniş zemini ile) vatanı temsil eder. Şair, bu değerlendirmeleri yaparak bayrağın milletimiz için ne anlama geldiğini ortaya koymuştur. Bir mecaz, bazan, sayfalarca yazıyla anlatamadığınız duygularınızı, düşüncelerinizi, kabul ve redlerinizi ifade eder. Beyazın da kızılın da en anlamlı görüntüsü, o iffetli kıza gelinlik ve şehide tabut örtüsü olduğu zamanki görüntüdür. Her ikisi de ışık ışıktır, dalga dalgadır. Bu şiir, “bayrağın destanı”dır. Bayrağın destanını okumuş bir şairin destanı… Bayrağa kem gözle bakanlar olabilir; kuşlardan ona selam vermeden uçan olabilir. Kem gözle bakanın mezarı kazılmalı; selamlamadan uçan kuşun yuvası bozulmalıdır. En anlamlı kıskançlıktır bu.(6) Kuşlar onu selamlamadan uçmamalı; insanlar ona başka gözle bakmamalı! Bayrağın dalgalandığı yerde ne korku olur, ne keder; yeter ki gölgesinde bize de yer versin! Sabah olmasa, güneş doğmasa ne olur! Bayrağın ay yıldızından şavkıyan ışık bütün yurda yeter. Asıl tehlike, sabahın olmaması veya güneşin doğmaması değil, bayrağın dalgalanmamasıdır. Bayrak dalgalanmaya devam etmezse ufuklar kararır. Bizim bayrağımız, bir “çile coğrafyası”nın bayrağıdır. Asırlar boyunca hareket hâlinde olan bir milletin her gittiği yerde vuruşmak zorunda kalması, vuruşa vuruşa yerleşmesi, yerleştiği yeri vatanlaştırması kolay değildir. Türk tarihi, bu sürecin çetin şartlarından doğan destanlarla (ve tabîî trajedilerle) doludur: Savaş bizi kimi zaman karlı dağlara götürdü, kimi zaman dağlardan çöllere düşürdü. Karlı dağlarda kızıllığıyla ısındık; kızgın çöllerde gölgesine sığınıp serinledik. (6)Fakat bu mısralardan hareketle, şairin faşizan duygular içinde olduğunu, hayvan haklarına aykırı davrandığını söyleyenler oldu. Onu kuş düşmanı ilan ettiler. Oysa Mevlevî Arif Nihat, giysilerinden bile helallik dileyecek kadar hassas bir insandı. Onun kuş düşmanlığı yaptığını düşünmek yerine, bayrağı herkesten ve her şeyden kıskandığını düşünmek daha doğru olurdu. “Bayrak”la “rüzgâr”ı çoğu zaman birlikte anan ve onları neredeyse birbirinin vazgeçilmezi gibi gören ve bunu, ustalık döneminin ilk şiir kitabına Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor adını vererek gösteren Arif Nihat, rüzgârı burada savaşı, mücadeleyi ve benzeri olumsuz şartları ifade eden bir unsur olarak kullanıyor. “Süzülmek” ile “güvercin”, “dalgalanmak” ile “kartal” eşleştiriliyor. İstiklâl Marşı'nda bayrak çehresini çatıyordu. Burada da bazan güvercin dinginliğinde, bazan kartallar gibi sarp... Bayrak, emrine daima hazır olduğumuz gözdemizdir, baş tacımızdır: Tarihimizi o özetler, şerefimizi o temsil eder; şiirimiz / destanımızdır, bütün bir millî varlığımızın özüdür. Onu yükseklerde tutmak namus borcumuzdur. Onu istediği yere dikmek ana ülkümüzdür. Arif Nihat'ın bayrak konusundaki duygu ve düşüncelerini lirik bir söyleyişle ortaya koyan “Bayrak” şiiri, “Olamam” şiiriyle birlikte okunduğu zaman, bu duygu ve düşüncelerin hayatla olan bağlantısının ne kadar sağlam olduğu görülecektir. Bir yanda aşkın duyguları ifade eden romantizm, bir yanda hayatın içinde şekillenmiş düşünce... Arif Nihat bu şiirde özetle şunları söylüyor: Bir çocuk, kucaksız da olur, oyuncaksız da; fakat bayraksız olamaz. Bir delikanlı atsız da, pusatsız da olur; ufuk ufuk süzülen bir gemi rüzgârsız olur, yelkensiz olur; gelinlik genç kız telsizduvaksız olur; vatanın her evlâdı uykusuz da olur, susuz da; mezarında ölü, taşsız, kitabesiz de olabilir; millet konaksız, saraysız, evsiz, yuvasız, köysüz, dostsuz olur; her biri bir Ulubatlı Hasan olan Türk gençleri, tıpkı Ulubatlı Hasan gibi, elsizayaksız, kolsuz-kanatsız kalabilir; fakat hiçbiri, hiçbiri bayraksız olamaz... Bütün bunlar, şairdeki bayrak sevgisinin, şahsî duygu çerçevesini aştığını ve Türk'ün temel karakterine, Türk tarihinin derinliklerine uzandığını ifade ediyor. Bu durum, 16-17 yaşlarındayken Kastamonu'da yazdığı ve bayrakla vatanmillet- bağımsızlık bağlantılarını daha çocuk yaştayken kurabildiğini gösteren şiirleri de dâhil, bütün şiirleri için geçerlidir. Tarih boyunca her attığımız adımda bayrak var: Kafkaslarda, Soğanlı dağlarında ve benzeri yalçın yerlerde donarken de, Sînâ'da kavrulurken de... Mehmet Akif, “Âsım” kitabında, Çanakkale Şehitleri için olan kısmın hemen öncesinde diyordu ki: “-Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak, Cepheden cepheye arslanlar gibi hiç durmayarak. Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile; Yüz göz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle! Cephenin her biri bir kıt'ada, etrâfı deniz; Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz. Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı, Yalnayak Kafkas'ı tutmak, baş açık Sînâ'yı! Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun.. Kıt'a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.(7) Arif Nihat, Kastamonu'da lise öğrencisiyken sık sık dinleme fırsatı bulduğu Mehmet Akif'in “Yalnayak Kafkas'ı tutmak, baş açık Sînâ'yı!” mısraında dile getirdiği durumu, -Allahüekber dağlarındaki fecaati de üstüne ekleyerekhatırlamış olmalıdır. Bayrak, nezaketi de haşmeti de ifade eder: Barış zamanlarında bir güvercin yumuşaklığında süzülür, savaş zamanlarında kartallaşır. Yüksek yerlerde açan, yani hiç ayak altına düşmeyecek olan bir çiçektir bayrak. Onun altında doğmuş olmanın zevkiyle yaşamak ve onun dibinde ölmek, özgürlüğün özetidir. Bayrak, atalarımızın bize bıraktığı kutsal mirastır. Şair, bu mirasın bize intikalini çok sade fakat çok da etkili bir söyleyişle şöyle özetliyor: Kopardılar ayı gökten, Bir ipek dala astılar... Yurt dediler, gölgesine Ayaklarını bastılar. (Onlar, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor) (7)“Âsım”, Safahât, (Eski yazı - Tıpkıbasım: Haz. M. Ertuğrul Düzdağ),Çağrı Yayınları, İstanbul, 2000, s.578 / 23 HEY TUNA, TUNA Kaybolmuş kardeşlerim ve sen işte yan yana... Gönül yangınlarını her su söndürmez, Tuna, Derdim ne, sevincim ne, sen en iyi bilensin; Tuna! İç ateşime serpilecek su sensin! Sana hiç yakışmıyor durgunluk böyle, Tuna, Somurtma, açıl artık: Ben geldim söyle Tuna! Beni tanır kıyında her yer, her sur, her kovuk, Yok başımda suyuna gölgesi vuran kavuk! Kafamda bilgi ama ruhumda hep o erlik, Gönlüm eder her sene sularında askerlik! Nasıl kan ağlamıyor, dile gelmiyor neden, Suyun neden taşmıyor geçerken Plevne'den? Nasıl sessiz durursun görür de Türk'ü Tuna? Tuna! Her çağıltısı Mohaca türkü Tuna!.. Hâlâ var güllerinde, şafağında al kanım, Suyunda batan güneş, suya düşerken kalkanım, Kıyında her fırtına bir eski akın sesi!.. Suya atılacağım kesilse çarkın sesi! Hançerim dişlerimde, başım açık - yalın ayak, Süleyman Çelebi'nin salındayım sanarak! Batan günün sudaki yangını, kızıl-ipek, Yeni düşmüş bir sancak, sudan çıkarmak gerek! Son ışıklar çiziyor suda nurdan bir Sırat... Kıyıdan bize doğru koşuyor bir sürü at; Ne fayda! İstediğim gibi şair değilim, Tutmalı mıydı şimdi sadece kalem elim? Bir elimde kamçılık bir yeşil söğüt dalı, Bu atlardan birinin sırtına atlamalı, Bir elim yelesinde sürmeliyim Peşte'ye, "Yol verin: Yeniçeri torunu yolda!" diye!.. Ayağının dibinde aktıkların sağ, Tuna, Derdine yan, buhar ol, gel bozkıra yağ, Tuna! Bulut ol göğümüzün üstünde ağla bu yaz, Türk'ten ayrı düşenler ne yapsa avunamaz! Bize hasret çektikçe geldikçe dara Tuna; Döküldüğün denizde git onu ara, Tuna! Orda seni anlıyan, arıyan Sakarya var... Siz Türk'sünüz dünyanın sonu gelene kadar! Hasretsin, yatağında dön, çarpın, dövün Tuna! Türk'ü gördükçe seslen, Türklük'le övün Tuna! YIKIK YAŞANTI Köşe başlarında bir deli poyraz eser, Tane tane ak-pak anılar dökülür avuçlarıma Sonra dostlarım gelir aklıma Her şeyi iyi, her şeyi güzel gören; Bu köşe başlarının yalnızlığını, Bu benim yıkık yaşantımı anlatmayan dostlarım Kahrolurum eririm kar tanelerince. Köşe başlarında bir deli poyraz eser, Bir deli poyraz alır götürür umutlarımı. Bir mavi duman olur savrulmak isterim Yıldızlar bir bir uzaklaşırlar. Sokak taşları yapışır ayaklarıma; Çaresizliğimle baş başa kalırım. Bu köşe başlarında bir deli poyraz eser. Pencerelerden şuh kahkahalar; Mutluluk dolu şarkılar dökülür caddelere Ve kahredici bir tebessüm dudaklarımda Önce sen; Sonra sensizliğim gelir aklıma Ağlarım… Bu kentlerde bir deli poyraz eser, Dudaklarımda tebessüm, gözlerimde yaş Donar, kırılır. Bir insan selidir, akar gider dört bir yanımdan Dostlarıma anlatamam derdimi. Köşe başlarında bir deli poyraz bir ben kalırım Ve bir de buz tutmuş avuçlarımda Kırık -dökük hatıralarım… Behçet Kemal ÇAĞLAR Ekrem ÇAKIRGÜLMEZ (Çağdaş Türk Şiirinden Seçmeler 1966) 24 “ “ Boyu boylardan küle ömrüm Süleyman Benzirsen konca güle boyuva (boyuna) hayran Yıkıpsan babam evi ömrüm Süleyman Yüzüme güle güle boyuva hayran Ağam Süleyman Paşam Süleyman Evleri köprübaşında men sana kurban AĞAM PAŞAM SÜLEYMAN Hasan AKAR Belediye Başkanı Ahmet YENİHAN'ın daveti üzerine Erbaa'ya giderek Karakaya Kasabasındaki Hürmüzlü Mahallesini ziyaret edip Kerkük'le ilgili bağlarını araştırdık. Sadun KÖPRÜLÜ ile münasebetlerimiz dernek olarak 2007 Nisan'ındaki Kerkük Mitingi'ne Ali Bal ve Yusuf Uçar'la katılışımız ve şahsımın iki kez Ankara'daki Türkmeneli Televizyonunu ziyaretimle kuvvetlendi. O yaz Ankara'ya gidişimde de “Kerkük Gönlümde Aşk Yüreğimde Sızıdır” adıyla değerli dost Osman OKTAY'ın kendi hayatını anlatan bir romanı imzaladı. 28 Mayıs 2010'da Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ile Tokat Kent Konseyi'nce İşeri Petrol Tesislerinde düzenlenen “Kültür Sanat Etkinlikleri”ne Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi Kerkük'ün yiğit evladı Sadun KÖPRÜLÜ'yü ilk kez Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ile Tokat Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birlik Başkanlığı'nca 9 Mart 2007 tarihinde Tokat'ta 16 Haziran Atatürk Kültür Sarayı'nda düzenlenen “Irak'ın Geleceği ve Türkmenler” konulu panelde tanıdım. Dış Türklerden Sorumlu Devlet Eski bakanı Dr. Reşat DOĞRU, Tokat Milletvekili Orhan Ziya DİREN, Emekli Tümgeneral Abdullah KILIÇARSLAN, Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Temsilcisi Sabri KERKÜKLÜ ve Global Strateji Dergisi Başyazarı Habib HÜRMÜZLÜ ve kendisinin de katıldığı panel oldukça verimli, ses getiren programlardan olmuştur. Ertesi gün de Erbaa'nın başarılı 25 olarak davet ettik. Heyetine Kerküklü sanatçıları da dahil etmişti. Konuşmaların, şiirlerin yanı sıra özenle seçilmiş Kerkük türküleri ile bütün katılımcılar mest olmuştu. Dört yıl sonra yine Ankara'da 5 Temmuz 2014 tarihinde Ankara Tokatlılar Federasyonu'nun tertip ettiği iftar yemeğinde onur konuğu oldu. (Yemek öncesi Batıkent'teki evinde buluşup aynı mevkide bulunan Bekir Yeğnidemir Ağabeyi evinde ziyaret ettik) Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği'nden Mahmut Hasgül, M. Necati Güneş'le birlikte aynı masada oturup ara sıra diğer ziyaretçileri de yanımıza alarak saatlerce sohbet ettik. Özel yaptığımız bu sohbetlerin bir kısmını İnşallah ilerde yayınlayacağımı ümit ediyorum. O günlerde Ankara Kerkük'te cereyan eden olaylardan rahatsızdı ama katliamlar karşısında sanki sessiz kalıyordu. Sadun Köprülü ile uzun uzadıya bu sessiz kalışı konuştuk. Oldukça üzgün ve yorgundu. Televizyon kanalları Ankara ile ters düşmemek için onun konuşmalarına sınır getirmek istiyordu. Hiç boş durmuyor bir avuç Türkmen yiğitle Ankara'da mitingden mitinge koşuyor, Türkmen davasına sahip çıkıyordu. Yeni kurulan Türkmen Şanı Bağımsız Medya Ve Araştırma Merkezi Türkiye Temsilciliği görevini üstlenmişti. Çileli bir hayatın içinden geçmiş bir insanın Kerkük'ün dramı karşısında mücadele etmemesi mümkün değildi. Ankara'da iken kalem sahibi bazı Kerküklü aydınları arayarak bizlerle irtibatını sağladı. Biz de Kümbet Dergisi'nde Kerkük Dosyasını ele alacaktık ancak ömrü vefa etmedi. 21 Temmuz 2014'te kaybettik. Cenazesinde Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğini üyemiz Bekir Yeğnidemir temsil etti. *** Yukarıdaki türkünün bir başka içten söylendiği gün vardı Kerkük'te. Dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL 22 Ekim 1967 günü Irak'ın en büyük Türkmen şehri Kerkük'ü ziyaret edecekti. Bütün Kerkük halkı büyük ümit bağladıkları Türkiye Cumhuriyeti'nin bir büyüğünü görebilmenin heyecanı içinde sabırsızlanıyorlardı. Gece şehirde karşılama için büyük bir hazırlık yapılmıştı. Ertesi gün çoğu on yaşlarında bir grup çocuk Türkmen kıyafeti giymişler bu türküyü gelen heyetin önünde söylüyorlardı. Türkünün aralarında ustalıklarla güzel mesajlarda yerleştirilmişti. “Ahşam arada kaldı/Ağam Süleyman/Hançer yarada kaldı/boyuva hayran menim vefalı yarim (Türkiye)/ Ağam Süleyman/ Bilmem harada kaldı/Men sana kurban” Ve devam ediyorlardı. Kerkük'ün bu sarayı / Ağam Süleyman/ Acep noksandı neyi/Gözüm Süleyman Asılmıştı bayrağı / Ömrüm Süleyman / Hani be yıldızı, ayı/ Paşam Süleyman. Bu hasretin vuslata dönüştüğü anda tüm protokol gözyaşlarına boğulmuş Türk heyeti ile birlikte Kerkük, Süleymaniye, Musul, Erbil, Altunköprü ağlıyordu. İşte o an, DEMİREL teşekkür edip ayrılacaktı ki bu atmosferi bozan ilginç bir olay yaşandı. Koroda bulunan on yaşındaki Sadun'un annesi Şeker Hanım kendisini tutamayıp 26 kucağındaki iki yaşındaki çocuğuyla kalabalık arasından sıyrılarak DEMİREL'e seslendi: Hoş geldin Ağam! Türk Milleti Varolsun, sağ olsun. Bugün bizim bayramımız. Bu zavallı, kimsesiz insanlar senin milletin. Bu insanların umudu Türk Milletindedir. Sonra minik yavrusunu, Sadun'un küçük kardeşini (Ziyad) Türkeş'i uzatarak, Al dedi, Al bu yavrum sana Türk Milletine kurban olsun! DEMİREL, bu Kerküklü hanımın yavrusunu millete kurban etmesine şaşırdı, duygulandı. Henüz kurumamış gözlerinden yeniden yaşlar boşaldı. Cesur yüreği Türklük sevgisiyle dolu kadına: -Adını söyler misin bana? -Şeker, Şeker KÖPRÜLÜ -Olmaz öyle şey Şeker Hanım. Sen bu yavrunu nasıl kurban edersin? Türk Milleti büyük bir millettir. Biz sizleri çok seviyoruz, sabırlı olun hele. Hadi Alasmarladık! Ama DEMİREL bu milli coşkuyla fırtınaya dönmüş kalabalığın arasından kolay kolay ayrılamadı. Yaşasın Türkiye! Ağam Süleyman bozkurt ATATÜRK! Haykırışları arasında güç bela alanı terk edebildi. İşte olanda bu güzel tablonun arkasından geldi. Türk Heyetinin önünde Kerkük Türklerini söyleyen Sadun'la birlikte dokuz arkadaşı derhal tutuklandı. Daha on yaşında iken İnsan Hakları, Çocuk Hakları diye dünyayı avutan sözde medeni ülkelerin kayıtsızlığı içinde işkencenin ne demek olduğunu öğrendi. Artık KÖPRÜLÜ Ailesinin üzerine kara bulutlar çökmüştü. Kerkük'ten iş gereği Bağdat'a göç etti. Türk Büyükelçiliği ve Türk Kültür Merkez'inde Türkiye'den gelen büyükleriyle tanıştı. Bağdat'ta huzur bulamayan aile tekrar 1972 yılında Kerkük'e döndü. Kendisini Edebiyat ve tarih alanında yetiştiren Sadun'un ilkyazı ve şiirleri Bağdat'ta çıkan kardeşlik Dergisi ve Yurt Gazetesi'nde yayınlandı. 1973 yılı ise onun için ayrı bir dönüm noktası oldu. İlk şiir kitabi ALTINKÖPRÜ'yü çıkardı. Lise öğrenimi için Erbil'deki Öğretmen okuluna gitmeye çalıştı ama muvaffak olamadı. Zihninde hep Türkiye vardı. Büyük hasret duyduğu Türkiye'ye kaçak yollardan arkadaşı Fatih'le birlikte 1972'de girdi. Zaho'ya geldiklerinde Türk olduklarına kanaat getirdikleri bir ihtiyara sordular: -Amca Türkiye ne tarafta? Yaşlı adam gözleri buğulandı. Kuzeyde görünen dağları göstererek, ağlamaklı bir sesle, -Aha, dedi. Aha şu dağların arkası Türkiye. O orada kaldı, biz burada. Dağlar girdi araya, tuz basmayın yaraya! Türkiye'de arkadaşlarıyla birlikte el üstünde tutuldular bazı devlet büyükleriyle görüştüler. Irak'tan getirdikleri özel mektupları ilgili siyasi liderlerle ve üniversite hocalarına teslim ettiler. Büyük umut bağladıkları Türkiye'de kurtarılmış bölgeleri, aynı merkezden yönlendirerek insanların sağcı-solcu diye ikiye ayırdıklarını hunharca katledişlerini üzülerek gördüler. Yarı sevinç yarı buruk şekilde dönüş Suriye üzerinden Bağdat ve 27 işkencelerden geçti. 25 Şubat 1980'de her şeyi anlatan bir mektup yaz seni salıverelim dediler. Oda Anasına mektup yazdı. “Sadun'um geldi diye sevinme Anne/Sadun'un da yok senin ah, Ümid'in de/Bir onulmaz derttir bu; çare bulunmaz/ çaresizliğe alış, dert etme anne.” Aradan yıllar geçti. 1 Ocak 1990 da Musul'a nakledildiler. Bu arada fırsatını bulup eline geçirdiği kalemle başta Süleyman DEMİREL ( Bu mektupta Sadun KÖPRÜLÜ 1967 yılındaki annesi Şeker Hanımın kardeşini ona kurban etmek isteyişini ve kendisinin tutuklanmasını da hatırlamıştır. Buna bağlı olarak diğer bir bilgide 2004 yılında DEMİREL'den randevu alarak ancak dört dakika görüşen Sadun KÖPRÜLÜ, kendisine bir çay bile ikram edilmeyişini unutmamıştır.) olmak üzere Cenevre İnsan Hakları, Birleşmiş Milletler, Uluslar Arası Lahey Adalet Divanı, Irak Ana Muhalefet Partileri, Kızılay, Kızılhaç, Türkiye'deki büyük gazetelere iletilmek üzere Musul Baduş Hapishanesi'nden durumunu anlatan bir mektup yazdı. Şeker Hanım tarafından sınır kapısında babayiğit Bir Türk askerine verilen bu mektup tüm ilgili yerlere ulaştırıldı. Ne yazık ki çoğu yerden ses seda çıkmadı sadece Alparslan TÜRKEŞ, Türkiye'nin Irak Büyük elçisi Rafi el-Nasırı ile görüşülerek Türkmen mahkumların aileleriyle irtibat kurdu. Birleşmiş Milletler nezdinde de gerekli girişimlerde bulundu. 17 yıl süren zindan hayatı Birleşmiş Kerkük'e oldu. Süleyman DEMİREL'in Irak'a gelişinden 6 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK Kerkük'e geldi. Kerküklüler 27 Nisan 1973'te başlarından geçen o kadar işkence ve tutuklanmalarına rağmen yollara dökülmede tereddüt etmediler.” Yaşasın TÜRKİYE! Yaşasın Mustafa Kemal Paşa! Cumhurbaşkanımız Hoş geldiniz! Kerkük Türk'tür Türk kalacaktır. Yetiş ey Anavatan!” nidalarıyla karşılandılar. Yine tutuklamalar, işkenceler. Sadun KÖPRÜLÜ bu kez altı ay hapishane hayatı ile ucuz kurtuldu. Üniversite için onun arzusu Türkiye idi ama yurt dışı yasaklandığı için Bağdat üniversitesinde Kanun Şeriat Fakültesi'nde öğrenimine başladı. Dört yıl başarılı bir eğitimden bütün baskılara rağmen Baas Partisi'ne üye olmaktan sonra genç bir avukat olarak mezun oldu. Mazlumların hakkını savunacaktı. Ama hevesi kursağında kaldı zira henüz 16 yaşındaki Petrol Enstitüsü öğrencisi Ümit tutuklanmıştı. Anası Sadun'a sarılıp yas tuttu. “Sadun'um geldi ya hani Ümid'im?/Ümitsiz dünyayı ben neler edim?/Türk olmak suç mu ki ey güzel Allah/Ömrümü tükettim yoktur Ümidim!” Bu acı yas böyle kalmadı akabinde Sadun'u da bir kez daha tutukladılar. Bağdat Emniyet Müdürlüğü'nde ağır 28 Milletler nezdinde yapılan girişim ve mücadeleler sonunda Şubat 1996 da sona erdi. Herkes mahallede onu bekliyordu. Işıklar yakılmış, Her yer süslenmişti. Bir bayram havası içinde bütün evlerden türküler, Şarkılar hoyratlar yükseliyordu. Hapishaneden çıkarken bir emniyet yetkilisi onu uyarmıştı. Seni çıksan da rahat bırakmazlar, fazla oyalanma ülkeyi terk et demişti. Nitekim öyle oldu. Birkaç gün sonra evine gönderilen yazıda “üniversiteyi bitirmen dolayısıyla tayinin yapılacağından 48 saat içinde Bağdat Emniyet Müdürlüğüne başvurman gerekli” deniliyordu. Anlaşılan bu tür bahane ile yeniden göz altına alınacaktı. Anladı ki Sadun KÖPRÜLÜ bu topraklarda kalıp rahat yüzü görmek haram. O halde çok kısa sürede vatanını çok acı da olsa terk etmeli idi Süratle plan yapıldı Erbil yoluyla Kuzey Irak'ta görev yapan özel timlerin yardımı ile Türkiye' ye geçti. Kendisine bir müddet sonra Saddam'ın kontrolünde olmayan Erbil Şehrinde Irak Türkmen Cephesi paralelinde yayın yapan Türkmenli Radyo ve Televizyonunda program yapma ve Türkmenli Gazetesi'nde çalışma görevi verildi. Burada bu kez de PKK militanları peşini bırakmadılar. Bir Kaç kez ölümden döndü. Tüm bu sıkıntılı günler arasında 28Mart 1996 tarihinde Ayşan Hanım'la evlendi. Tehdit ve saldırıların sürmesi üzerine Zaho üzerinden Habur yoluyla tekrar Türkiye'ye döndü. Devlet yetkililerin devreye girmesi ile Birleşmiş Milletler aracılığıyla Kendisine maaş bağlandı. Lakin Irak gizli servisi burada da Sadun KÖPRÜLÜ'yü rahat bırakmadı. Oturma vizesi bir müddet uzatıldı. Nihayetinde 21 Ekim 1997 günü ona ve ailesine mecburi Amerika yolu göründü. Birleşmiş Milletlerin belirlediği okullarda İngilizce eğitimi aldı. Bu arada Amerika'nın pek çok şehrini gezip inceleme imkanı buldu. Vatanına hasret yedi yıldan sonra 22 Ekim 2003'te iki kişi gittikleri Amerika'dan Gülesen, Aşan ve Sevinen adını verdikleri kızlarıyla birlikte beş kişi döndüler. Bu çilekeş, Türklük Sevdalısı, vatan aşığı insan 21 Temmuz 2014 tarihinde aramızdan ayrıldı. Cenaze töreninde Tokat Şairler Ve Yazarlar Derneğini üyemiz Bekir Yeğnidemir temsil etti. Yazımızı Türk MİLLETİNE güzel bir mesaj veren hoyratla bitirelim. O yan kara Bu yan ak o yan kara Kerkük'e yan bakanın Mezarın oy Ankara Değerli Hocam, büyük üstat ozan Şeref Taşlıova. Sana mektup yazıyorum, hiç zaman almayacağın, okumayacağın bir mektup. Unvanı ebediyettir o mektubun. Senin kutsal ruhun haber tutacak mektuptan, mutlaka sevinecektir. Çünkü senin hakkında şair ne güzel demiş: Ölüm sevinmesin koy, Ömrünü vermiyor bada, Vatan için yaşayıp, Vatan için ölenler… Evet, vatan için yaşadın, vatan için öldün. Aslında ölmedin, insanların kalbine göçtün, şiir, sanat sevenlerin kalbinde ebedi mesken kurdun. Türk halkı yaşadıkça sen de yaşayacaksan. Sen ölmezliğe yüceldin. Daima yaşayacaksın. Acı haber tez duyuldu, Azerbaycan'dan yeni gelmiştim, sana gönderilen ve editörü olduğun kitapları, hakkında yazılan makaleleri, şiirleri sana iletmeğe imkân bulmamıştım. Bir son bahar günü birden acı haber yıldırım gibi çaktı başımın üstünde. Şiir, ozan sanatımızın ufuklarını kara bulutlar kapladı, yer-gök sana gözyaşı döktü. Dillerde sadece bu soru dolandı:-Neden böyle acele gittin, şair? Çok sevdiğin hem yerlin Samet Vurgun gibi sende mi böyle söyledin: Bir konağım bu dünyada, Bir gün ömrüm gider bada. ÖLÜM O gün, o haber beklenilmeden geldi, acı haber dövdü kapımızı. Neden Türk Dünyasını, şiir, sanat sevenleri, ozan sanatının vurgunlarını böyle gözyaşına boğdun? Neden? Azerbaycan'da senin sanatının hayranları çoktur, biliyorsun. Gözyaşları sel oldu onların. Zelimhan Yagup, Âşık Ulduz Sönmez, Feride Leman, Salatın Ahmetli. Onlar seni Azerbaycan'a davet etmiştiler, hep geleceğim diyordun. Hala gözleri yollarda, şimdi ise yollarda kalan o gözlerden acı yaşları süzülmektedir. Hala senin ebediyete yolculuğuna inanmıyorlar. Çok sevdiğin Ozan Mikayıl Azaflı'nın, Hüseyin Arif'in, Murat Çobanoğlu'nun kemikleri sızladı. Dedelerinin geldiği vatan Borçalı, Gazah, Karabağ dilinden düşmüyordu. En büyük arzun Borçalı, Kepenekçi, Gazaha gedmek idi. Orada yaylaya çıkmak, buz pınarlardan içmek, vatan toprağının nimetlerinden yemek, sonra ise seni hasretle görmek isteyenler için saz SEVİNMESİN Prof. Dr. Tamilla Abbashanlı Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Öğretim Üyesi 30 Bir Bahar Akşamı Hatırla Beni kitabıdır. Âşık Şeref Taşlıova'ya hakkında yazılan bu kitapta bu cümleler beni göklere kaldırdı, onurdan, gururdan kalbim göğsüme sığmadı: Âşık Şeref Taşlıova UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi Onursal Bilim Doktoru unvanına layık görülmüştür. Dünyada az az sanatçıların ala bileceği bir ödüldür bu. Onu da sen almışsın ve bu ise Türk Milletinin büyük uğurudur. Bu kitap için oğlunuz Sayın Doç. Dr. Mete Taşlıova'ya çok çok teşekkür ederim. Ellerine sağlık. Asıl evlat böyle olur, atalarımız ne güzel demiş:-Ot kökü üstte bitermiş. Kendine layık bir evlat sahibisin, üstat. Gözün arkada kalmasın. Mete Beyle beraber bütün evlatların senin sanat ocağını sönmeğe koymayacak, aslında bu ocağı daha gür yakacaklar, senin kalan ömrün onların ömrüne calanacak, çiçek açmayan arzuların onlarda çiçek açacak. Azerbaycan'dan Âşık Yıldız Sönmez seninle olan atışmasını (Azerbaycan Türkçesinde buna Değişme derler) kitabına koymuş, bir de bütün atışmalardan önce senin atışmandır. Seni ne çok seviyorlar Azerbaycan'da. Atışmada hep Azerbaycan, Borçalı hasretini dile getirmişsin. Yüreğimin başı yandı üstat. Sen dedelerinin geldiği toprakları ne yaman özlemiştin: Garibi ozan ağlar, Talihin yazan ağlar. Yakasız gömlek dikip, Mezarın kazan ağlar. çalıp, şiir demek istiyordun. Gazah'ta Kür nehrinin kenarında, Vagıf'in, Vidadi'nin, Samet Vurgun'un gezdiği topraklarda gezmek, sazı göğsüne sıkıp koşmalar okumak istiyordun. Neden sözüne emel etmedin? Orda seni sabırsızlıkla bekliyordular. Bu gün Azerbaycan'da seni bekleyenlerin dilinden senin için ağıtlar, gözlerinden acı yaşlar dökülmektedir. Bu gün onlar mescitlerde senin ruhun için dualar okunur, hatıranı yâd ediyorlar. Ayağın yalın idi, Dikenin kalın idi, Hiç ölmek istemiyordun, ay üstat, Celladın zalim idi. Araz Kürden yan gider, Açma yaram, kan gider. Yüz bin tabip gelse de, Ecel gelip can gider. Bu kala bir kaladır, Dört bir yanı taladır. Bir ölüm, bir ayrılık, Her ikisi beladır. Meşeler al meşeler, Boynu hal hal meşeler. Şerefi neylediniz, Dili yok, lal meşeler? Her sene Tarsus'a Karacaoğlan Şiir Şölenine geliyordun. Anadolu'da Ozan Sanatını dünyaya tanıtan, bütün âşıklara kol-kanat geren büyük üstadımız Feyzi Halıcı da orada olurdu. Sen Âşık Murat Çobanoğlu ile sahneye çıkanda yer gök lerzeye geliyordu. Size nazar dokundu, üstadım. Önce Murat Çobanoğlu ebedi dünyasına çekildi, ardınca sen. Tarsus'ta yanında Murat Çobanoğlu'nu görmeyince bu maniyi söyledim, gözlerinden yaş süzüldü, çok duygulandın: Karadır kaşın ördek, Yeşildir başın ördek. Göllere tek konmuşsun, Nerde yoldaşın ördek? Garip gözü vatanda, Gelip yoldan ötende. Garibe eser eyler, Baş yastığa yetende. Âşık Ulduz Sönmez, Şeref Beyi Ulduz Âşıklar Birliğine Fahri Üye kabul etmişti, değerli üstadımız buna çok sevinmiş, 2010 yılı 14 Ocakta Yıldız Hanıma teşekkür mektubu göndermiş, o da Y. Sönmez mektubu kitabına koymuştur. Ne gizledim sizden, bu atışmada Şeref Taşlıova'nın Ata diyarına – Ateş Yurdu güzel Azerbaycan'a olan sevgisi, bu sevgi karışık hasreti beni gözyaşlarına boğdu. Atışmada hep böyle der: Hasretliktir benim içimde size: Karşımda iki kitap var: biri dünyalar kadar sevdiğin ve onur duyduğun evladın Doç. Dr. M. Mete Taşlıova'nın hazırladığı bin sayfalık Âşık Şeref Taşlıova (Hayatı ve Şiirleri) kitabı, biri ise editörü olduğun Azerbaycanlı şair Âşık Ulduz Sönmez'in 31 ayında kar kıyamette Almanya'nın bir başından o biri başına giderek Şeref Taşlıova'nın konserinde iştirak etti, o günden bu güne CD'den onun sesini dinlemektedir. İran'da seferde olurken bu acı haberi duyan Regina Höfer beni aradı, başsağlığı diledi ve ailesine de başsağlığı vermeği benden rica etti. Evet, dünya Şeref Taşlıova için gözyaşı döküyor, o büyük başarısı ile insanların kalbine yol açtı ve dünya durdukça o insanların kalbinde ebedi yaşayacaktır. Zaman beni bu yere konak gönderdi, Gidiyorum yamandır ayrılık derdi. Deme, Samet Vurgun geldi giderdi, Unutmaz bu oba, bu mahal beni! Ben de diyorum: Deme Şeref Taşlıova geldi, giderdi, Unutmaz bu oba, bu mahal onu! Ata diyarımdan aralı benim, İçimde hasretlik sıralı benim. Aslım, neslim, ceddim oralı benim, Arzuhâlim bir kâğıda yaz gönder. Şeref Bey Bakı, Gence, Şirvan, Şeki'yi özlemiş, der ki, oraya gidenlerin yarası iyileşirmiş. Babasının Karabağ'da gezdiğini, dilinden Şikeste süzüldüğünü diyor, bir Deli Dağ'dan çiçek istiyor. Üstadımız Gazah elini daha çok seviyor, çünkü Gazah Borçalı'ya yakındır: Salahlı kentinden Gazah elinden, Samet Vurgun emim, onun dilinden, Borçalı'dan âşıkların telkinden, İnci gibi ipek tele diz gönder. Büyük ozanımız Şeref Bey Âşık Adalet'i, onun çaldığı “Yanık Kerem'i çok severmiş, der ki, Yanık kerem yaramı göz göz eder. Bu günlerde dünyanın dört tarafında Âşık Şeref Taşlıova hayranları gözyaşı döküyorlar, diyorlar dünya büyük bir ozanı kayıp etti. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya, Moğolistan, Orta Asya, Azerbaycan, Gürcistan ve daha ne kadar ülke… Almanya'dan Türkolog Regine Höfer Ocak Türkiye'nin Devlet Sanatçısı Şeref Taşlıova ile Azerbaycanlı ozan Yıldız Sönmez'in Atışması Âşık Şeref Taşlıova Azerbaycan ülkesinin yıldızı, Sizin elden bizim ele söz gönder. Hasretliktir benim içimde size, Dilden konuş, yüreğinden süz gönder. 40 Dünyaya car olsun (*) ozan dilinde, Yurdum dönsün gülizare gönderim. Âşık Şeref Taşlıova Âşık Adalet'in “Yanık Kerem”i (*), Dinledikçe göz göz eder yaramı. “Karacı” (*) sağaltır derdi, veremi, Üstatlardan balabanlı saz gönder. Âşık Ulduz Karabağ'ım, kara elbisem soyunsun, Ellerimiz al şafağa bürünsün. Kız gelinler al kırmızı giyinsin, Düşman olsun parça parça gönderim. Âşık Şeref Taşlıova Şeref Taşlıova Azerbaycan'a, Türkiye'den selam olsun her cana. Hanendeler (*) meşk eylesin yan yana, Odlar Diyarından ateş, köz gönder. Âşık Ulduz Meclisime ozanları sesleyim, Sizle görüşmeğe çok hevesliyim. Ben Âşık Ulduz'um, od nefesliyim, Hazan ötsün, Nevbahar'a (*) gönderim. Âşık Ulduz Ozan sanatının hanı, sultanı, Name yazım, düz ılgara, gönderim. Dertten şele (*) vurup çok yorulmuşum, Çekilmez derdimi nereye gönderim? Âşık Şeref Taşlıova Ata diyarımdan aralı benim, İçimde hasretlik sıralı benim. Aslım, neslim, ceddim oralı benim, Arzu halim bir kâğıda yaz gönder. Âşık Ulduz Karabağ sağalmaz (*) dertti sinemde (*), “Harı Bülbül” (*) yalnız kalıp çimende. Talih yüz gönderip terse dönende, Eğer bulsam, derde çare gönderim. Âşık Şeref Taşlıova Âşıklar meclisi toplanan zaman, Saz döşüne türkü sağılan zaman. Rüzgâr esip bulut dağılan zaman, Telli turna gibi hoş avaz gönder. Âşık Ulduz Derdime çare bul, derdimi dinle, Dertlere ortağım, ben de seninle. Demem kam çekip benim tek inle, Bir yer söyle, derdim ora gönderim. Âşık Şeref Taşlıova Bakü'den, Gence'den, Şirvan, Şeki'den (*), Yarası sağalır oraya giden. Bana sorsalar ki, bu derdin neden? İsteğim var, dileğimi tez gönder. Âşık Ulduz Şeref kardeş, deyim sana derdimi, Göreydim kül olup yana, derdimi. Gönderim ben, hangi yana derdimi? Deyin, hangi sitemkâra gönderim? Âşık Şeref Taşlıova Karabağ'da babam gezdiği yerden, Dilinden Şikeste (*) süzdüğü yerden. Gök Göl'de (*) sunalar yüzdüğü yerden, Deli Dağ'dan çiçek, çimen, naz gönder. Âşık Ulduz Bizim bu diyarın bahar, yazından, Garip turnaların hoş avazından. Âşık Adalet'in (*) telli sazından, Bu diyardan, o diyara gönderim. Âşık Şeref Taşlıova Salahlı kentinden (*), Gazah (*) elinden, Samet Vurgun (*) emim, onun dilinden, Borçalı'dan âşıkların telinden, İnci gibi ipek tele diz gönder. Âşık Ulduz Odlar yurdu (*) Azerbaycan elinde, Biz kalmışız kâfir fitne-filinde. Sözlük: Şele – her hangi bir yükü sırtta sırtta taşımak Sağalmaz – iyileşmez Sine – göğüs “Harı Bülbül” – Karabağ'ın ünlü Cıdır Ovasında biten nadir çiçek türü Bakü, Gence, Şirvan, Şeki- Azerbaycan'da şehir ve bölge isimleri Şikeste –çok eski musiki türü Gök Göl – Gence kentinde - Kepez Dağı'nın eteğinde bir gölün ismi Deli Dağ – Azerbaycan'da bir dağın ismi Âşık Adalet - Azerbaycan'ın dünyaca ünlü saz sanatçısı Salahlı – Gazah kentinde köy ismi Gazah –Azerbaycan'ın Gürcistan ve Ermenistan'la sınırında yerleşen bir şehir Samet Vurgun – Gazah kentinde doğan dünyaca ünlü şairin ismi Odlar Yurdu - Azerbaycan'da toprağın altından hep ateş çıktığı için buraya Odlar Yurdu –Ateş Yurdu derler. Car Olsun –her kes haberdar olsun “Yanık Kerem” – Ozanlar tarafından ifa edilen en güzel musiki türü (Aslı ve Kerem destanından) Karacı – Ozanlar tarafından ifa edilen en güzel musiki türü Hanendeler – türkü, şarkı okuyanlara böyle denilir. 33 SİTEMKÂR BEYİTLER Vefa asalet mührü, ak yüzüdür âdemin. Sevdanın nazarında, edilmiş o son yemin. Vefa kıraç toprağa elifçe bir dokunuş. Bir mektup ve bir selam, bin keredir okunuş. Sevaplar öksüz şimdi, yerde gökte günah var. Çalınmayan kapının dudağında bin ah var. Ne çabuk unuttun sen, içtiğin o andını? Ey âdem silkin artık, şöyle bir tart kendini. Vefa edep pınarı, coşkun akan ırmaktır. Her katrenin hedefi menziline varmaktır. Sadakatin miracı, duyguların sultanı; Düşürürsen elinden incitirsin atanı. Arifeden bir çift göz, pencereden bakınır. Dertli dizden değil de, unutandan yakınır. Gelenden korkulmuyor, korkumuz gelmeyenden. Ok çıkmış artık yaydan, vefayı bilmeyenden. Vefa köhne kapıya, tokmağın vurmasıdır. Dudağın diz çökmesi, el etek durmasıdır. O istesin zamanı dur deyince durdurur. Azgın sular üstüne köprüleri kurdurur. Hicrani yaraların merhemi dermanıdır. Mevlana'dan bir buyruk, Yunus'un fermanıdır. Su bile katresiyle, menziline akışır Sorulmayan hatırlar umut ile bakışır. Hicran ne büyük yıkım, bitimsiz bir yanıştır. Vefa vuslat koynunda, hayata uyanıştır. Mezar bile bekliyor Fatiha'ya geleni. Onun ayak sesleri unutturur çileni. Yokluğu gam kasavet, canı nasıl çürütür. Bir selam ki hastayı sekeratta yürütür. Vefa ile açılır, kapıların kilidi. Mevlana dergâhında, tek çağrısı gel idi. Toprak onu istiyor, toprakta yatan bile Vefa ile devleşir, al bayrak vatan bile Sevdanın diyetidir, o bir boyun borcudur. Muhabbet kalesinin sarsılmayan burcudur. Her kim ki sevdiğinin kulağını çınlatır. Melekler birbirine varıp onu anlatır. Gönül okşanmak ister, bir mektup yaz bir satır Hatır sorulmak isterse, önce sormalı hatır İbrahim ŞAŞMA 36 37 39 40 41 KANAYAN SANDIK Ülkü TAŞLIOVA acep, bu urus nökerleri boşuna gelmezler. diye içinden geçirdi. -Ana kim bunlar ne istiyorlar bizden. -Kim olacak balam can, Urusun şer nökeri Ermeni oğlu Ermeniler. Gelişleri iyiye işaret değil. Allah sonumuzu hayreylesin. Ayran aşı ve bulgur pilavından oluşan sofralarında Şöyket Ana ve kızı Cahide hiç konuşmadan yemeklerini yediler. Sekinin kapıya taraf olan ucunda yükten indirip, açtığı yün yatakta, Cahide uykuya daldı. Kızının saçlarını okşadıktan sonra, direkte asılı duran bezir yağı lambasını söndürdü. Küçük pencerenin önüne oturarak, aklından geçen bin bir düşünceyle ay ışığı altında yere düşen kar tanelerini seyre daldı. Yine böyle bir kış gecesinde yola çıkmışlardı. Çocuktu o zamanlar, hayal meyal hatırlıyordu. Yükledikleri birkaç parça eşya ve yanlarına yiyeceklerini alıp, yorganlara sarılarak binmişlerdi kızaklara. Rusların kurşuna dizdiği babasından geriye gencecik anası ve kendisi kalmıştı. Kalabalık olan sülaleleri yardımlaşarak günlerce yol gelmişlerdi. Uzun yolculuklarında başlarına çok şey gelmişti. Çocuklardan donarak ölenler olmuştu. Karlar arasında mezar kazacak toprağı bulmak için saatlerce uğraştıklarını hatırlıyordu. Bibisinin donan bacaklarını karla ovalayarak iyileştirmeye çalıştıklarını, sonrada ninesinin ağıtlarını duymuştu gecenin ortasın da. Borçalı'dan Kar yağışı altında iki çift atın çektiği mavi kızak, akşama doğru bacası tüten evin önüne yanaştı. Topuklarına kadar uzanan yakası kürklü paltoları, uzun körüklü çizmeleri, deri siyah eldivenleri ve olduklarından daha heybetli gösteren başlıklarıyla biri diğerinin aynısıydı sanki. Önlerinde yürüyen neçennikle beraber dört kişi ağır ve vakur adımlarla kızaktan indiler. Yarıya kadar kara gömülü toprak evin işlemeli büyük tahta kapısını, ellerindeki at kamçısının sapıyla çaldı. Dikkatli bakışlarla etrafı kolaçan ederken; “Gelen giden olmamış, hiç ayak izi yok.” dedi arkada duran. Yavaşça açılan demir zırzanın sesini duyunca birkaç adım geri çekildiler. Yaşmağını ağzına çekerek, kapı aralığından kim olduklarına baktı. Korkulu gözlerle; -Ne istiyorsunuz? diye hiddetle seslendi Şöyket Ana. - Hasan nerede? - Sen kimsin? Hasan yok evde. Kapıyı sertçe kapamak istedi. Uzun boylu olan eliyle kapıyı tutarak - Diğerleri de mi yok? - Kimse yok. Ne istiyorsunuz bizden, reddolun gidin kapımın önünden. -Hasan gelince bizim askeri kaymakamlığa mutlak uğrasın çok önemli. Şöyket Ana, kapıyı kapatıp zırzaladı. Sobası yanan büyük odaya geçip sekiye oturduğunda içine bir ateş düştü. Başındaki siyah başörtünün uçlarıyla akan gözyaşlarını sildi. Bir şey mi öğrendiler 42 yörede herkes tanır, sever, sayarlardı. Üç kardeş el ele verip geçimlerini celep olarak sağlarlardı. Rusya'ya da bazen canlı hayvan satarlardı. Arkadaşlarıyla yola çıktıklarında, Hasan atın sırtında önde hem iz yapıyor, hem yol gösteriyordu. Buz tutmuş gölün üstünde; “Ehli İslam olan işitsin bilsin/Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana.” Türküsünü hep beraber söyleyerek uzun zamanda aldıkları mesafede durmadan yürüdüler yürüdüler. Paşa, Yaveri ve komutanlar Hasan ile arkadaşlarını karargâhın kapısında karşıladığında sabah ezanı vaktiydi. *** Dönüşlerinde neçennik ve adamları pusu kurmuşlardı. Kalabalık olan Ermeni çetesi aralıksız ateş ediyordu. Bir tarafı dere olan Sivritepe'nin, siper edilecek birkaç küçük kayadan başka yeri yoktu. Hasan ve adamları ansızın yakalandıkları çatışmada, ölen atların bedenlerini siper ederek bir taraftan pusudan kurtulmaya çalışırken, bir taraftan da Ermeni çetesine zayiat verdiriyorlardı. Cenk meydanında Hasan, kardeşleri ve otuz arkadaşı canlarını ortaya koymuş savaşıyordu. Bindikleri atlardan sağ kalanlar çatışmadan ürkerek kaçmıştı. Karargâhta boşaltılan kızaklar ise tepenin eteğine devrilmişti “Allah” diye seslenen arkadaşına dönüp baktı. Sol göğsünden sızan kan beyazı kızıla boyuyordu. Birkaç adım ileride de arkadaşlarından ikisinin daha cansız bedenleri karda yatıyordu. Beline ve göğsüne çift kat çapraz taktığı fişekliğe göz attı. Cephanesinin azaldığını gördü. Elleri soğuktan hareket etmeye zorlansa da tükenmek üzere olan mermilerini idareli kullanıyordu. Hazırlıklı gelen Ermeniler ise yağmur gibi mermi yağdırıyordu. Silah seslerini duyan civar köylüler yardıma geldiklerinde, tepede parlayan güneş öğle vaktini gösteriyordu. Ermeni çetesi, koşarak gelen silahlı kalabalığı görünce yaralılarını sürükleyerek at ve kızaklara bindirip kaçtılar. Desteğe gelenlerin yardımıyla toparlanıp Arpaçay'a geldiklerinde üç şehit birkaç da yaralı vardı. Ortalık sakinleşince kardeşi Ağadede telaşla etrafına bakınarak; yola çıkıp Çıldır'a geldiklerinde zemheri çıkmış gücük ayına girmişlerdi. İrkilerek çekildi pencerenin önünden. Yatağına yattığında, sabah ezanını okuyan Eyüp Dayı'nın huzur veren sedasını duydu. Tipinin ve köpeklerin havlama sesi bazen ezan sesini bastırsa da içine bir ferahlık çöktü. Tekrar yerinden kalktı. Lambayı yaktı. Sobanın üstündeki kazandan güğüme ılık su doldurdu. Avludaki kütüğün üstüne oturup abdestini alırken oğullarını düşündü. Hayır duaları etti onlar için. *** Aynı gece Hasan arkadaşlarına seslendi; - Atların beline hurçlar ve keçe çullar bağlandı mı? - Büyük çuvalları da kızaklara yükledik, her şey hazır Bey Ağam. Yola çıkmak için sizi beklemekteyiz. Vatan derdi, toprak derdi Hasan'ın içinde onulmaz yaraydı. Ne tipinin nefes kesen esintisi, ne de solukların bile donduğu o zor günler, vatan aşkına engel olamıyordu. Karakışın kılıçtan keskin soğuğunda yürekleri yanıyordu. Yurdunda düşmanın ayak izlerini içine sindiremeyen Hasan, devletinin yanında ölümüne mücadele ediyordu. Yaşadığı yöreyi korumak için oluşturduğu milis kuvvetin başındaydı. Ermeni çetelerinin günlerce süren baskınları, talanları, zulümleri bezdirmişti halkı, verdikleri gözdağları da cabasıydı. Öz yurtlarında yâd olmuşlardı. Boyunduruk altında yaşamayı beceremeyen bu millet, Kafkaslar'dan yola çıkıp gelmişti. Türk yurduna, Anadolu'ya bir olmaya. Susmayı bilememişlerdi hiçbir zaman, buna da sessiz kalamadılar. İçlerine sindiremediler yapılanları. Kışın başında sınıra yakın köyde erkekleri ahıra doldurup, sonra da hayvanların üzerine benzin dökerek, canlı canlı ateşe verdiklerini öğrendiğinde çılgına döndü. Yapılan katliamları unutmadı Hasan. Üç erkek, bir kız olan kardeşlerin ortancasıydı. Babasını erken yaşlarda kaybetmişti. Uzun boylu, buğday tenli, otuz yaşında, ağırbaşlı, güzel bir delikanlıydı, 43 gözükmüyordu. Kar yağışının kapattığı alçak bahçe çeperine doğru ilerledi. Anası ve kardeşleri de arkasından yürüdü. Giriş kapısının önünde büyük bir sandık duruyordu. Bir sandığa baktı bir yola, sadece atların ayak izleri ve hızla uzaklaşan karartılar vardı. Tahtadan rastgele yapılmış boyasız sandığa yaklaştığında, kenarından sızıp kara karışan kanı gördü. Ağadede başını geri çevirip; -Ana, Cahide, siz eve girin. dediyse de yüreği yanan anasına sözünü dinletemedi. İple bağlı sandığı açtıkları anda aldıkları nefesleri boğazlarında düğümlenip, dehşete düştüler. Buz gibi olan bedenleri ve benlikleri onları hareketsiz kılmış, gözleri sandığın içinde hapsolmuştu. Kar üstüne yansıyan ay ışığında iki kardeş mermer heykel gibi kalakaldılar. Alnından vurulan Hasan'ın beli ikiye kırılmış, elleri ise çıplak bedeninde açılan cep şeklindeki kesiklere sokulmuştu. Hasan'ın başını ayaklarına bağlamış, sonrada üryan edip sandığa koymuşlardı. Gecenin bağrını parçalayan feryatları duyan herkes Hasan'ın evine koşmuştu. Şuurunu kaybeden Şöyket ananın figanından yer gök inlerken, dağlarda yankılanan ses semayı yırtıp, gökteki ayı ağlatıyordu. Ananın, bacının saçları karlar üstüne yayılmış, tırnaklarının yırttığı yüzlerinden akan kanlar göğüslerine inmişti. *** O zaman on yaşında olan Cahide, seksen yaşında vefat edene kadar koynunda yatırdığı torunlarına, gözleri yaşlarla dolarak hep bu ağıtı ninni diye söyledi; “Hasan nerede?” diye sordu. *** Köyün ortasındaki mezarlıkta yan yana açılan üç mezar, namazın arkasından şehitleriyle kavuşmayı beklerken, yaralı yüreklerin ağıtları gökte uçan kuşları da ağlatıyordu. *** Kar, tipi demeden günlerce süren aramalara rağmen, sivri tepede Hasan'ın sadece kara kalpağını buldular. Bir ateş düştü anasının, bacısının, kardaşlarının yüreğine. Gözlerini yollara dikmiş karlar arasındaki her karaltıya, Hasan olsun diye dua ettiler. Gitmedikleri köy, aramadıkları dere tepe kalmadı. Ümitlerin yitirilmediği, korkuların yüreklere gömüldüğü ve dillerin kötülük söyleyemediği on gün geçmiş olmasına rağmen bir iz bulunamadı Hasan'dan. Anası “Oğul, oğul can oğul/Yüreğimde hicran oğul/Al başımdan karayı/Gözüm yolda koyma oğul.” yakarışlarıyla geceyi gündüz, gündüzü gece etti. Yüreği yanan ananın gözünün yaşı yüzünde iz etse de çare bulamıyordu. Sabaha kadar, bezir yağı lambasının kokusu, sönmüş tezek sobasının soğuk yüzü, tipinin uğultusu, köpeklerin uluma sesleri dinmek bilmedi. Pencerenin soğuk camına alnını yaslayıp, gecenin suskunluğunda oğlunun ayak seslerini bekledi. Ay ışığındaki bir gölge, bir karaltı hissedince kalbi göğsünden taşacak gibi oldu. Sekide oturduğu yerde bir an içi geçti, uyukladı Atların homurtu ve kişneme sesiyle kendine geldiğinde heyecanlandı. Başına kalağasını örttü, sekiden inip ayağına kara lastiklerini geçirdi. Eline direkte asılı olan bezir lambasını alarak hızlı adımlarla avluyu geçip, küçük odada yatan oğullarının yanına koştu. -Hele kalkın bir ses duydum ay balam. Ağadede, sırtına acele kara çuhasını giyindi. Yastığının altından silahını aldı. Şafağa yakın bu saatte Hasan gelmiş olabilir, diye içinden geçirdi. Karanlık olan avluyu hızlı geçip dış kapının zırzasını açtı. Pırıl pırıldı her yer. Ay ışığının şavkı kar üstünde mücevher gibi parlıyordu. Telaşlı gözlerle etrafı kolaçan etti. Kimse Karakışın karadan karaydı günü Karlardan dam olmuş evinin önü Kardaşımın ikiye kırıldı beli Bir sandık getirdiler atın üstünde Yiğit Hasan'ımın al kanı üstünde. Bu olayı 1974 yılında kaybettiğim rahmetli babaannem anlattı. Yaşanmış olup, köyümüzdeki mezarlıkta üç şehidin kabri hala mevcuttur. (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2013) 44 İstanbul Sergüzeşti “Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır” (Nedim) Bahar yine gelecek güller açacak bu yaz Kırmızı gül, ak güller İstanbul, gülden beyaz Sen kadim burçlarınla Ulubatlı Hasan'sın Ruhuma bürün beni gören İstanbul sansın! Sultan Ahmet Camii şavkında düşer suya Sedefkâr Mehmet Ağa gölgesinde serinler Yüreğimi gezdirsin yanaklarında kupa Birinden Asya öpsün, diğerinden Avrupa Her sokağın altında tarih yatar pusuya Attığım her adımda mâzînin ruhu inler İstanbul, yedi tepe; yedi renge boyanır Her tepenin altından bir İstanbul uyanır Hayret ile temaşa eder seni dururum Sirkeci'de hüzünlü bir türkü tuttururum Her taşın bir mücevher, her taşın ayrı emek Sende visâle erer ağlarken gülümsemek Peygamberin müjdesi hakanların rüyâsı Seni görmeyenlerin gönlünde büyür yası Altı asır uzaktan görsem seni tanırım Yüzüne gölge düşse gölgemden utanırım Orta çağın boynuna yeni bir çağ takarsın Galata kulesinden endamına bakarsın İstanbul Marmara'nın akan canlı nehridir İstanbul kâinatın en muhteşem şehridir Bir fanusun içinde Avrasya'da safirsin Sekiz asır beklenen o kutlu misafirsin İstanbul allı pullu gelin gibi süslüdür Levhası hatt-ı celi mushafı sülüslüdür Topkapı Sarayı'nda canlanır tarih birden Şanlı Fatih'in ruhu kalkar gelir kabirden Göklerine dokunur uzatsam ellerimi Boğazda Kızkulesi süsler hayâllerimi Nedim'in kaleminde şiirsin desen desen Ne şair sana doyar, ne de şiirlere sen Nur-i Osmaniye'de diller susar lâl olur Beyazıt meydanında her gün ihtilâl olur Semâlarda akseder dervişlerin hu sesi Martılarla öpüşür imbatların busesi Sergüzeştine benim hayâllerimi de yaz Türkçesi amber kokan İstanbul sütten beyaz Kalyonlar heyecandan zincirini kıracak Leventlerin Haliç'ten sızacak akan demi Sıksam taşı-toprağı bin tarih fışkıracak Her adımda İstanbul diriltecek âdemi Ne hayâller saklıdır Haydarpaşa garında Emirgan'ı koklarım bir meltem rüzgârında Sensiz tarihler eksik, sensiz kâinat yarım Seni görmeyen gözü âmâ olmuş sayarım İstanbul buram buram erguvandır, gül kokar Sana kabrinden meftun binlerce sultan bakar Bahar olsun, kış olsun; ne soğuktur, ne ayaz Karlar altında bile İstanbul kardan beyaz Boğazlara kan sızar surlar yaralı candır Sende can vermek bile ayrı bir heyecandır Sensin Türk tarihinin alnındaki bahtı yâr Haset ile bakanın yüreği sende üşür Bir an dur ve Itrî'den “Cuma Salatı” dinle Küçük Ayasofya'da yüzleş kendi kendinle Fatih kaşını eğse, Nakkaş Sinan üzülür Bulutlar hüzünlense gözlerimden süzülür Kırmızı edâ ile boy verir sende lâle Sarı bir tebessümle ket vurulur melâle Seni düşünde gören bile olur bahtiyar Gönlü gülistan gözü, İstanbul'a dönüşür Görmese de gözlerim İstanbul'u taşırdı Rûhum yelkovan gibi göğsünde dolaşırdı Biliyorum, omzuna çöken manevî yüktür Devlerin kendi gibi yükleri de büyüktür Mehtabın gölgesine o vakur yüzünü ser Ayasofya hüzünlü gözleriyle gülümser New York'u, Chicago'yu sana kurban edeler Mezarında şâd olsun diye tüm şehzâdeler Üsküdar'ın koynunda yeşil Çamlıca'yı bul… Masmavi gözlerinle melül bakma İstanbul! Ebedî şaha kalkan fetih ruhlu kır atsın Hangi muharrir nasıl tasvir edip anlatsın? … “İstanbul'un evsafını mümkün mi beyân hiç Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır.” (Nedim) Seyit KILIÇ 45 ANKARA'DA MEMLEKET SEVDALISI NİKSARLI ZANAATKÂR BİR AİLE TÜZEMENLER M. Necati GÜNEŞ Tarih 13 Haziran 1980.12 Eylül'e üç ay var.Bir gün öncesinden üç mahalle arkadaşıyla, rahmetli Aydın (Tüzemen) ve İlhan (Tüzemen) üniversite sınavına girmek üzere Ankara'ya gittik... Aydın'ın amcası Mustafa Tüzemen amcalarda kalacaktık. Onlar her yaz arabaları ile ailece Niksar'a gelirlerdi. Yaşça yakın oldukları için Salih ve Said'le Ulucan İlkokulu'nun bahçesinde futbol, çelik çomak, sinenbit(saklambaç) ve diğer oyunları oynardık, bazen de bağ ve bahçelerin kaynaştığı Karşıbağ'a ve Ayvaz'a gider, kaleye çıkardık. Sınavdan bir gün önce sabah Ankara'ya iner inmez Aydın'ın rehberliğinde Abidinpaşa Tuzluçayır otobüsüne binip evlerine vardığımızda kahvaltı sofrasını hazır bulmuştuk. Saliç Yenge tüm maharetlerini göstermişti. Biraz dinlendikten sonra Mustafa Amca, Salih'i bizim yanımıza vermiş: “Gidin, sınav yerleri görün öğrenin, yarın sıkıntı çekmeyin'' demişti. Aydın'la ben Ankara Hukukta, İlhan da Beytepe'de sınava girecektik. O gün sınav yerlerini gördükten sonra Gençlik Parkı'na gitmiş Ulus, Kızılay gezmiştik. Hatta Salih bu işten çok memnun kalmış, sayenizde bugün izin yaptım demişti. Ben o yıl Konya Selçuk Üniversitesi, Eğitim Tarih bölümünü kazandım. Konya'da okuduğum o dört yıl boyunca okula giderken Mustafa amcalara uğruyordum. O günü özellikle atölyede geçiriyor ve akşam Konya'ya geçiyordum.Atölyede Salihlerle bir şeyler üretmek çok hoşuma gidiyordu. Mustafa amca, otoriter bir kişilikti ve sürekli emirler yağdırıyordu ama bunu yaparken çok ince espriler yapıyordu. Bana Niksar'ı anlattırıyor ve mahalle büyüklerimizi soruyordu. Aradan yıllar geçti, bir gün Hasan (Akar) Bey'le konuşurken konu açılmış, Mustafa amca'dan, onun kişiliğinden, ustalığından bahsetmiştim. O'nu yazmak istiyordum. O da, "Salih Bey ve kardeşleriyle görüşelim, onların başarısının sırrı babalarında gizli, bunu ortaya çıkaralım" dedi. Salih Bey'le görüştük ve 6 Temmuz 2014 Pazar günü Ankara'da iftar yemeğinde buluşmak üzere randevulaştık. Hasan Akar ve Mahmut Hasgül ile beraber Kümbet ekibi olarak daha başka görüşmeler için de randevulaşmıştık. Seyit Tüzemen:Beş taksim dört. 1972, Ankara doğumluyum. Tuzluçayır ilkokulunu ve Cebeci Ortaokulu'nu bitirdim. Daha sonra Ankara Anadolu Lisesi'nden mezun oldum.2 yıllık açık öğretimi bitirdim ama üniversite hayalimi gerçekleştiremedim. İlkokuldan itibaren sürekli babamızın marangozhanesinde çalıştık. Belli bir yaşa geldikten sonra ağabeyimin yanında işe başladım, yaklaşık 20-25 yıl oldu. Evliyim, oğlum Yiğitcan 19, kızım Nehir ise 6 yaşında. Oğlum Yiğitcan üniversiteye gidiyor, kızım ise yeni ilkokula başlayacak. Sami Tüzemen:Beş taksim beşim. Ankara, 1973 doğumluyum. İlkokulu ve ortaokulu Tuzluçayır'da okudum. Evliyim, Gizem ve Gökçe isimli iki kızım var. MASKE FABRİKASINDA ÇALIŞMAYA BAŞLIYOR Evet, şimdi Mustafa amcanın Ankara'ya gelişinden başlayalım. Mustafa amca neden Niksar'ı terk etmiş, Ankara'ya gelmiş? Bu soruya Salih Bey cevap veriyor: Babam 1926 Niksar doğumlu. Dedemizi hatırlamıyoruz. Tenekeci Kambur Salih Usta. Babam bana dedemin ismini koymuş. Babamlar üç kardeştiler, Mehmet, Mustafa ve Ahmet kardeşler. Çocukluğu Ulucan (Camii Kebir) Mahallesinde geçiyor. Ulucan İlkokulu'nda okuyor. Tabii Niksar'da iş imkânları kısıtlı olduğundan gençliğinde Kırıkkale'deki silah fabrikasında çalışmak için geliyor. Hayır, hayır diyor Said Bey; Babam 2. zelzeleden sonra 1943-1944 yıllarında Mamak'ta, şimdi Muhabere Okulunun karşısında maske fabrikası var, oraya çalışmaya geliyor. Askerliğe kadar orada çalışıyor, askerliğini de orada yapıyor. Daha sonra Niksar'da görüştüğümüz Güngör Tüzemen ağabey bu konuda bizlere şunları aktardı: Mustafa ve Hacı Ahmet amcam Niksar'da marangozluğa başladılar.1942 depreminden sonra üst katı yıkılmak istenen Niksar Hükümet Konağı'nın çatısının yapımında Nihat ustalarla birlikte çalışmışlar,daha sonra Ankara'ya gittiklerini, bir müddet sonra anneleri Emine Hanım'ı da yanlarına almışlar. Hacı Ahmet amcam iki arkadaşıyla 1959'da kendi imkânlarıyla Almanya'ya gitmişler. Mustafa amcam ise Ulucanlardaki atölyede çalışmaya devam etmiştir. Salih Bey, benim bildiğim kadarıyla Cumartesi günü önce Kerkük Türkmenlerinin sesi olan rahmetli Sadun Köprülü ile buluştuk Hasan Bey onunla Mahmut Bey de Serpil İİSPANOĞLU ile bir söyleşi yaptı. Cumartesi akşamı Ankara Tokatlılar Platformu'nun iftar yemeğine katıldık. Sevgili Cavit Özlü'nün de katılmasıyla son söyleşi için iftar öncesi Salih Bey ve kardeşleriyle Yenimahalle Ostim'deki Lale Restoranda buluştuk. TÜZEMEN KARDEŞLER Tüzemen kardeşleri bir arada bulunca kendilerini tanıtmalarını istedik ve ilk sözü en büyük kardeş Salih Bey'e verdik: Babamın beşinci, ikinci hanımından ise birinci oğluyum. Babam rahmetlik bizi başkasına tanıtırken işte bu beş taksim bir diye tanıtırdı. Ankara, 1964 doğumluyum. Sekiz kardeşiz. Baba bir anne ayrı olanlar Ahmet, Münevver ve Yücel, bizler de Salih, Sait, Emir, Seyit ve Sami. Bu beşkardeş beraber sıcak bir ortamda büyüdük. 3 odalı bir evimiz vardı ve bir odada beşkardeş beraber yatıyorduk. Ankara Tuzluçayır semtinde oturduk. İlkokulu Tuzluçayır İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi Kurtuluş Lisesi'nde okudum. Hacettepe Üniversitesi, fizik bölümünü bitirdim sonra iş hayatına atıldım. Şu anda Medikal firması sahibiyim. Plastik cerrahi ürünleri satıyorum. Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de ve Adana'da Elektron Medikal'e ait şubelerimiz var. Toplam 95 personelimiz var. Eşim Gülay Hanımla üniversitede tanıştık. Çağatay ve Kaan isimli iki oğlum var ve benimle çalışıyorlar. Çağatay Mekatronik, Kaan Biyoloji okudu. Said Tüzemen:Beş taksim iki. 1965, Ankara doğumluyum. İlkokulu ve ortaokulu Tuzluçayır'da okudum. Nakliyeciyim, çok uzun yıllar babamın yanında çalıştım. Babam vefat ettikten sonra kendi işimizde ayaklarımızın üstünde durmaya çalışıyoruz. Üç çocuğum var. Oğlum Ferhat evli. Büyük kızım Seray üniversitede, maliye okuyor. Serap ise ilkokula gidiyor. Çalışıyoruz, ağabeyimle, kardeşlerimle hayatımıza devam ediyoruz. Allah işimize zeval vermesin. Babamız sayesinde bir yere geldik. Emir Tüzemen: Beş taksim üçüm. 1969 doğumluyum. İlkokulu Ankara'da okudum, ağabeyimin sayesinde ilkokulu bitirdikten sonra elektronik mesleğine başladım.Uzun yıllar o şekilde devam etti. Daha sonra dışarıdan ortaokul hayatım oldu. Askerliğim dolayısıyla İzmir'e yerleşip eşimle tanıştım, evlendik. Nurhayat, Berkay ve Efe adlı üç çocuğum var. Salih Ağabeyimin çağırmasıyla, Elektron Medikal'e devam ediyoruz. 47 mobilyalarını, kitaplığımı, dosya dolabımı ve çalışma masamı Mustafa Usta yapmıştı. Mobilyaların malzemelerini Marangozlar Sitesinde dükkânları olan Esat ve Hüseyin Aral kardeşlerden almıştık. Esat Bey önceden Orman İşletmesinde çalışmış, Hüseyin Bey ise Niksar İdman Yurdu'nun meşhur futbolcularından idi. Mustafa Usta'nın dükkânı Saman Pazarı'nda, evi de yanlış hatırlamıyorsam Seyranbağları'nda idi. Daha sonradan Tuzluçayır'da alt katı atölye, üst katı ev olan kendi yerini yapmış ve oraya taşınmıştı. Bizleri davet ederdi, eşimle beraber giderdik. Kebap ocağı vardı, Tokat kebabı yapardı. Ben yemek yapmasını bilmem ama iyi anlarım. Ustalığına diyecek yoktu. Ankara'nın en iyi ustalarından, hatta diyebilirim ki belki de en iyisiydi. Birçok tanınmış simanın mobilyasını yapmıştı. TUZLUÇAYIR'A YERLEŞME Said Tüzemen:Tuzluçayır'daki arsayı 1956'da almış babam, tapu 1956 tarihli idi. Salih Tüzemen: Babam Tuzluçayır'daki arsayı satın aldıktan sonra oraya yavaş yavaş bir ev inşa hazırlıklarına başlıyor. O zamanlar annemle evleniyor, sonra evi yapacakları yerde gece gündüz temel kazıyorlar. Annem, Münevver ablam, Ahmet Ağabeyim ve babam beraber bayağı bir uğraşmışlar ev yapmak için. Tabii o zamanlar yokluk zamanları. Kazancı da evin ihtiyaçları ve yeni yapmakta oldukları evin masraflarına ancak yetiyor. Bu yeni yapılan ev bitince Tuzluçayır'a, bizim de doğup büyüdüğümüz yere taşınıyor. Alt katı marangozhane, üst katı da ev yapıyor. Bu yeni eve geçme işi 1960'ların başlarında gerçekleşiyor. Ben 1964 doğumluyum ve o evde doğmuşum. Bu arada babam mobilya işini bırakıyor. Evin olduğu yerler bağlık geniş alanlar. İşte semte adını veren Abidinpaşa'nın bir köşkü var, ondan sonra Tuzluçayır var, oralarbomboş yerler. Buradaodun satmaya, elbise askılıkları, simitçi sehpası, tablası, fırınlar için ekmek kasaları yapıp satmaya başlıyor. Gelen keresteleri elden geçiriyor, bu işlerde kullanılabilecek olanları bir tarafa ayırıyor, işe yaramayacakları da odun olarak satmak için sobalık şekilde parçaladıktan sonra diğer tarafa ayırıyor. Tabii bu ara ailecek atölyeye iniyor, annem elbise askılıklarını boyuyor, bizde tabii küçük olanlar dışında biraz büyüyenler marangozhanede babamın verdiği işleri yapıyoruz. Böylece babamla çalışma babam Ankara'ya ilk gelişinde tabii Niksar'da iş imkânları kısıtlı olduğu için, bu Kırıkkale'deki silah fabrikasında çalışmaya başlıyor diyor. BU AY SİPARİŞ ALINMAZ Evet, askerliğini de çalıştığı fabrikada yapmış diyor Salih Bey. Babam marangozluk yapmak için Ulucanlarda mobilyacılığa başlıyor. Mobilyacılıkta da eski salon radyoları, pikaplar var. Onlara mobilya yapardı, kapaklı müzik büfeleri. Büfenin kapağını açarsın pikap çıkar, iki tane de hoparlörü olur. Eski radyolar, büfeler bunları yapıyor. İsmet İnönü'nün damadı. Metin Toker'de babama o mobilyalardan yaptırmış. Babam sanatkâr, çok titiz bir insan. Böyle işine çok titiz, beğenmediği bir işi en sonunda parçalayıp satmayacak, vermeyecek kadar titiz. O zamanlar babam işini siparişle alır ve siparişler dolduğunda dükkâna şunu yazarmış; "Bu ay sipariş alınmaz." Seyit Bey, babam iyi bir zanaatkârdı, her şeyden anlıyordu. Mobilyacılık ve marangozluk haricinde de yetenekliydi. Duvar örüyordu, sıva yapıyordu, hayat şartları her şeyi öğretmiş yani bunu gördük. Arkadaşları babama; Mustafa, sen ölünce ellerin mezarının dışında kalsın. Derlerdi. Emir Tüzemen:Babamın yaptığı müzik büfeleri şimdi antika oldu.Mesela benim bildiğim Seyfi Amca'ya yaptığı 30 yıl kullanılan bir kasap tezgâhı vardı. Sami Tüzemen:Babamızla hep aramızda saygıdan ötürü mesafe olurdu.Bizleri sever ama belli etmezdi, otoriter davranırdı, mesleki hayatında yaptığı ve yapacağı işleri hep ve özenle yapar, aldığı ücretin hakkını veren mahallemizde saygı duyulan ve parmakla gösterilen bir esnaftı. Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Mustafa Tüzemen'i anlatıyor: Mustafa Usta'yı 1950'lı yıllarda Ankara'ya geldiğimde tanıdım. Çalışkan, dürüst, tokgözlü, doğru sözlü, dost canlı, bildiğine direnen doğal bir esnaftı. Dr. Necati Yeşilova'nın bacanağı olurdu. Benden bir kaç yaş büyüktü. Kardeşi Hacı Ahmet benim yaşıtımdı. Daha önceden dört evlilik yapan, Mustafa Usta, en son Nurhayat(Salice) Hanımla evlenmişti. Babası Salih amca kamburdu. Tenekeci Salih Efendi derlerdi. Kendisini tanırdım. Dükkânı orta çarşıda, Fotoğrafçı Abdurrahman Turaçlı'nın dükkânının iki dükkân ilerisinde idi. Benim avukat olarak yazıhanemin 48 üç kuruş pahalı verirdi ama herkes güvenirdi. Sıraya girerlerdi babam odun satarken. Gelip ben odun istiyorum, 1 ton odun ver demezlerdi. Babamın bir sıra defteri vardı. Gelirlerdi 1,2,3,4 parasını verirler babam da onları sıraya yazardı. Mustafa usta sen parasını al, bize odun hazırlanınca söylersin derlerdi. Odun satan çok, bir sürü ardiye var, odununu alıp gelirsin ama gelip babama sıraya girerlerdi, çünkü ona güveniyorlardı. Öne geçmeyi isteyen olursa veya kaynak yapan olursa parasını geri verirdi diyor Emir Bey, başka yerden al derdi. Mesela bir müşteri; Ya Mustafa amca odun doğru mudur? Hani şaka olsun mahiyetinde derdi ama o şakayı kaldırmazdı. Çünkü babam dürüstlüğüne veya doğruluğuna asla ve asla dil uzattırmazdı. Bir gün, baba bak dedim, şuradaki adam sana hırsız diyor, yalan söylüyor diyor dedim. Babam, kim soruyor? İfadesi kullanmadı, bana kimse öyle bir şey diyemez oğlum dedi. Babamızdan aldığımız en büyük değer doğruluk, dürüstlük, çalışkanlıktı. Çok zabıta kovmuştur babam, çünkü babama eğri gelmeyeceksin geldin mi mutlaka sana cevabını verir. Çocukken biz babamızı çok fazla tanımazdık, şöyle ki babamız çok ata birisiydi, otoriter idi. Mesela çok şakacıdır ama bize karşı değil de çocuklarına karşı değil de dışarıya karşı çok şakacı, çok sempatik birisiydi. Ama biz babamızı, babamın hayatımız başlıyor. Babamın yanında işçi de yok, tek başına çalışan bir insan. BABAM ÇOK PRENSİPLİYDİ Babam çok çalışkan bir insandı, bizi de çalışkan yetiştirdi. Özellikle Said kardeşim, o daha çok çalıştı. Yani bizim en çalışkanımız Said'dir. Ben tabi Said'in sayesinde okula gidebildim, okuyabildim. Çünkü Said bizim yükümüzün çoğunu almış oldu. Bizim oyun oynama şansımız yoktu. Futbol oynamak istiyorduk ama futbol oynamaya zamanımız yoktu. Böyle kaçamak yapıyorduk, babam fark ettiğinde bizi sahada buluyordu. Bizi sopayla kovalıyor, bizde tekrar eve gelip atölyede iş başı yapıyorduk. Babam çok açık bir insandı. Konu komşu takım isteyince, takımı verirken derdi ki aldığın gibi geri getir, bir de ne zaman getireceksin diye sorardı. Eğer o komşu keser aldığını varsayalım, keserin ucunu bir taşa, bir çiviye vurup eğdiyse bir daha ona takım vermezdi ya da dediği zamanda getirmiyorsa bir daha o kişiye takım vermezdi. Böyle çok prensipliydi. Doğruydu, kimseyle yalanı ,dolanı yoktu. Kendisiyle barışık bir insandı. Özündeki sözündeki her şey birdi. Bizim kapımıza ne borç , ne alacak için gelen oldu. Ne bir kanuni iş, ne bir mahkemelik işi oldu. Babam çevresindeki insanlar tarafından sevilirdi. Çünkü dürüst bir insandı. Mesela odun satardık. Odunu herkes çalarken o,düzgün bir şekilde verirdi. Fiyatını 49 banyo suyunu ısıtan su kazanı olurdu. İşte o banyo sobasında babamın köftesi ve eti de yapılırdı. Babam böylece kahvaltısını yapar, dükkâna inerdi. Biraz çalıştıktan sonra yukarıya süpürge sapıyla vurur. O, az şekerli kahve yap anlamına gelir. Annem hemen az şekerli kahvesini yapar, götürürdü. Babam sabah 5.30-6'dan akşam 7-8'e kadar çalışırdı. Babam akşam eve geldiğinde onun bir koltuğu vardır, koltuğuna oturur. Akşamleyin yemeğini yer. Annem yemekten bir saat sonra meyveyi getirirdi. Hani şimdi beslenme uzmanları meyveyi yemekten bir saat sonra filan yiyin diyorlar ya, babamda öyle yapardı. Şimdi düşünüyorum da demek ki yaptığı bazı şeylerde hep bilinçli hareket ediyormuş. Annem elmayı, mandalinayı hazırlar, babamın olmasa olmazı eğer sofrada bir kadeh rakı almamışsa, o zaman meşhur olan birTekel birası alırdı. Çok sigara içen birisi idi. O zamanlar Bahar, Harmancık, Gelincik sigaraları vardı. Dükkânda bir raf vardı 30-40 tane sigara alırdık. Ben babama sigara almaya gittiğimde bakkal sorardı, bir şey mi oldu, zam mı gelecek, kıtlık mı gelecek oğlum, baban ne yapıyor bu kadar sigarayı derdi. Babam hakikatten günde 2-3 paket içerdi. Ta ki göğüs hastalıklarında yattığında orda bıraktı sigarayı. Koltukta uyuklar,annemin uyarısıyla yatardı Sabah kalkardı yine aynı günlük çalışma temposu. Onun dünyası işi ve eviydi. Şöyle bir özelliği daha vardı, bu özelliği de hepimizde var o. Evine taşıyan bir erkekti. Her şeyini evinde yerdi, içerdi. Kendisinin ayrı bir hayatı olmamıştır. Ne varsa ne almışsa evine getirir, bizle beraber yerdi. Yani yeme anlamında içme anlamında şekerimiz çuvallarla alınırdı. Pirincimiz çuvallarla alınırdı. Bize hiçbir zaman yokluk göstermedi. Kendi yağımızda kavruluyorduk. PAZAR PİKNİĞİ Pazar günleri babamın olmazsa olmazı pikniği vardı. Evimize o zaman, bir kamyonet almıştık. Sabahın 5'inde bizi kaldırır pikniğe gidiyoruz derdi. Niye erken gidiyoruz? Yer kapmak, en güzel yere konmak için. Değişik yerlere giderdik. Bir gün derdi İncek tarafına gidiyoruz, diğer hafta bir başka yere giderdik. Kebap ocağımızı,annem bir gün önceden hazırlardı. Kasabımız Niksarlı SeyfettinKılıç Amca vardı. Babam telefon eder, en uygun eti, verirdi. Annem bir gün önceden onları da hazırlardı. Sabah erkenden annemiz uyandırırdı bizi. Hepimiz sabah uykusundan kalkmışız işte, rahatsızlığı ve annemin vefatı sonrası tanımaya başladık ve arkadaş gibi olduk ve ondan sonra da babamın yokluğu bize inanılmaz bir şekilde acı verdi. Özellikle paylaşımlarının çok daha fazla olmasından dolayı Sait ağabeyimi sonra hepimizi etkiledi. Sami Tüzemen:Babam çok çalışkan, dürüst, yalansız, paraya mala mülke önem vermeyen, dostluğu seven, kazandığının en iyisini ailesine ve çocuklarına yediren bir çınardı. Seyit Tüzemen:Çok namuslu bir insandı yani aşırı da namuslu bir adamdı.Hiç kimsenin ne karısına ne kızına kesinlikle yani hayatımda bu kadar namuslu birisini görmedim. KUZUNUN SAĞ YARISINI ALIRDI Emir Bey babasıyla ilgili anılar anlatıyor. Babam giderdi kuzunun yarısını alırdı. Ankara'nın Kazan ilçesi vardır, oraya götürürdü bizi.Kuzunun hep sağ tarafını alır, solunu almazdı. Biz daha sonradan öğrendik bunu meğer hayvan hep sağına yattığı için sağı yumuşak olurmuş. Babamın sabah kahvaltıları inanılmazdır, öğlen yemekleri ise daha fakirdir. Ama sabah kahvaltısı ve akşam yemeği süperdir, yani etsiz hayatta olmazdı. Sabah kahvaltısı da dâhildi buna, köftesi olur, balı ve tereyağını da çok severdi. Biz arada ekmeğe sana yağ sürerek yerdik, bize ben ot çocuğu değilim derdi, sana yağ ottan yapıldığı için. O tereyağı yerdi. Bir gün bizim köyden sevdiği birinden şekersiz bal istiyor. Babamın böyle bir kalemi vardı kopya kalemi. Avucuna balı koyar, şöyle bir karıştırır, eğer boyarsa o bal şekerlidir. Tabii bal geldi, şekerlenmiş. Babam kontrolünü yaptı, bal renklendi. Babam o balın yanına bir pakette çay aldı, paketleyip geri gönderdi. Balı gönderen kişi bir süre sonra diyor ki; balı anladım şekerlenmiş, yanındaki o çayı niye gönderdin. Babam da diyor ki; çayı demlersin şeker niyetine de balı kullanırsın. Öyle de esprili bir adamdı, bir şey yapıyorsa mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. İleriyi görerek söylerdi veya yaptırırdı, bize mutlaka yaptırırdı. AZ ŞEKERLİ KAHVE YAP Babamın günlük hayatından bahsedeyim biraz diyor Salih Bey. Babam boğazına düşkün olan bir insandı. Kuzunun yarısı alınırdı. Babamın kasabı ayrıdır. Annem bir kasap gibi onu ayırırdı. İşte, annem sabah saat 5'te kalkar, kışsa soba yakar, babamın çayını demlerdi. Eskiden banyo sobaları vardı. Altı soba, üstünde de 50 kendimizde kalmış oluyordu. Said Tüzemen:Çocukken Hamamönü'nde çalıştık. Çocukluğumuz babamızın yanında biraz sopa ile biraz işte çalışmayla geçti gitti. ÇALIŞ ÇALIŞ ÇALIŞ Emir Tüzemen: Babam çok başka bir insandı, gerçekten bambaşkaydı. Şahsım adına söylüyorum, babamın yaptıklarının 10'da 2'sini zor yapıyorumdur. Çünkü inanılmaz biriydi, çok doğruydu, çok dürüsttü. Bir evlat için çok önemlidir bunlar, evlâtlarımıza da bunu vermeye çalışıyoruz. Ben babamı yalan söylerken, birisini kandırırken hiç görmedim, eğri sözünü görmedim veya hani derler ya dışarıda gözü var mıydı babamı öyle de görmedim. Ha babam derdi ki çalış çalış çalış, başka hiçbir şey demezdi, çalış çalış, çalış. Yani elimiz boş geziyorsak hemen eline al süpürgeyi şurayı temizle derdi. Boş durmamızı hiçbir zaman istemezdi. Biz bu çalışma şevkini babamızdan aldık. Çalışmaya başlama yaşına baktığımızda çok erken başlamışızdır. Mesela Sami beş yaşında atölyededir. Mutlaka atölyeye gideriz ya talaş taşırız, ya odun taşırırız. Mesela yarım tonluk odun kasası vardı. Biz doldururduk, bizzat kendisi gelip kontrol ederdi, doğrumu değil mi diye. Eğer yanlışsa kazara, yani hani çocuğuz ya, çabuk dolduralım devirelim işimiz bitsin diye onu yaptığın an zaten bittin. Kapıma kimseyi getirmeyin, kimse şikâyetçi olarak kapıma gelmesin derdi. Kazara biz çocukluktan, çocuksun kavga ediyorsun, biz en basit misket oynarız işte çocuğu üteriz, vay babana gideceğim söyleyeceğim dediğinde biz hemen, al al misketlerini al, babama gitme aman ne olur derdik. Çünkü babama gittiği zaman onun mutlaka dönüşü kötü olurdu. Babam bize para kazanmanın yollarını çok iyi öğrettirdi. Mesela biz çocuktuk o zamanlar, gazozu bilmiyorduk. Odun toparladığımızda, istiflediğimizde, yüklediğimizde ödül olarak oralet verirdi.Ama ağabeyimin de anlattığı gibi yemek konusunda hiç sıkıntımız yoktu. Benim bir ilkokul arkadaşım geldi bir gün, işte okul arkadaşları filan toplandık yıllar sonra. O arkadaşımın zihninde kalmış. Ya Emir, sana bir şey soracağım dedi. Nedir dedim, sen o tarihlerde 75-76'larda yani salamı nerden buluyordun diye sordu. Yani babam çok sinirliydi, çok kuralcıydı ama yediğimiz kızarak yahu erkenden pikniğe mi gelinir diyerek kalkardık. Kamyonetin önüne babam, biz arkaya da binerdik. Konu komşuyu çağırırdı, paylaşmayı sohbeti çok severdi. Hatta bizim Albay Şükrü Kızılarslan Amca vardı. Şimdi ben düşünüyorum da, gülüyorum. Babam onu resmi kıyafetiyle çağırırdı. Pazar günü düşünün bir albay resmi kıyafet ile pikniğe gidiyor. Demek ki o zaman babam onun forsunu kullanıyordu. Çünkü onunla birlikte gittiğimiz zaman çevremizde alaka olurdu, ne bileyim gittiğimiz yerde bir problem varsa bunu çözmesi açısından ya da iyi yer bulma açısından kolaylık olurdu. Şükrü amcanın hanımı Sevim Teyzede gelirdi. Böyle güle oynaya giderdik. YAMALI PANTOLON Tabii o yıllar yokluk yılları, bugünkü gibi değil. Yamalı pantolon ve çoraplarımız vardı. Yamalar hasarlandığında tekrar dikilirdi. Babamın da kazancı ancak yetiyordu. Ancak deminde söylediğim gibi yiyeceğimiz, içeceğimiz her şeyimiz boldu. Biz Et Balık Kurumunda sıraya giriyorduk, sucuk almak için sıraya giriyorduk. Yani severdi böyle pastırmaydı, sucuktu, salamdı, etti. Hatta şöyle bir anımız var onunla ilgili. Babamın bir asker arkadaşı gelmişti bize. Gelirken de demek ki canı pastırmalı yumurta çekmiş, kendine yetecek kadar almış gelmiş. Anneme de demiş ki; "Ya yenge demiş, sen şunu akşam yemekte yap ta, ben de bir yiyeyim." Akşam biz, annemin yaptığı yemeği yiyoruz. Bir baktık ki onun önüne ayrıdan bir tavada pastırmalı yumurta geldi. Babam o gün o arkadaşını kovdu evden, niye böyle bir şey yaptın diye; "İnsan sadece kendine mi alır, fazla alsaydın da hep beraber yeseydik" diye. BİZE ÇALIŞMAYI ÖĞRETTİ Babamız bize iyi bir aile ortamı yaratmıştı. Biz evimizde beşkardeş birlikte büyüdük. Bugün beraber olmamızın nedenlerin bir tanesi o sıcacık aile ortamında yetişmemizdi, her şeyi paylaşıyorduk. Acımızı, yiyeceğimizi, sevincimizi. Üç odalı bir evimiz vardı, bir salon iki oda. Tek odada 5 kardeş beraber yatıyorduk, diğer odada annemler yatıyordu, bir de mutfağımız vardı. İşte evimiz ahşaptı. Bize çalışmayı öğretti. Biz 10-13 yaşlarında iken kamyonun üzerine çıkıp odun yıkmaya başladık. Çünkü bizim de babamıza destek olmamız gerekiyordu. Çünkü başka eleman getiriyor, o elemanlara para veriyordu, biz çalıştığımızda ise o para 51 başlar Niksar'a kadar asker arkadaşı olsun, tanıdık olsun ziyaret ederdi. Biz onun yanında akraba ziyaretlerinin önemini anlardık. Bize hayatta her şeyi yaşayarak öğretti. Yalan yok bazı şeylere o zamanlar kızardık. O ise bize gelmeden geleceği söylerdi. Şimdi anlıyoruz doğru olduğunu. Kısacası Mustafa Tüzemen anlatılmaz, yaşanacak adamdı. DİBİNE KADAR NİKSARLIYDI Yani inanılmaz diyor Emir Bey, babam gerçekten bir Niksarlı olarak hani derler ya dibine kadar Niksarlıydı. Biz her sene hepimiz ailecek mutlaka Niksar'a gider, mutlaka bütün akrabalarımızı dolaşırdık. Babam bir de arkadaş canlısı, dost canlısı bir insan idi. Hani bireysel değil de birlikte yaşamayı severdi. Dolayısıyla biz babamın eski asker arkadaşlarını bile bulduğunu biliriz. Çok vefalı biriydi, inanılmaz vefalıydı. Biz Tokat'a gidiyorsak Niksar'a gidiyorsak orda hasta olan, ziyaret edilmesi gereken asker arkadaşlarını kim varsa onları görmeden asla ve asla Ankara'ya dönmezdi. Mutlaka ziyaretlerine giderdik. Bunlar babamı anlatmaya belki yetmeyecektir. ARKADAŞLARI SAYILIDIR Sait Bey babasının arkadaşlarını anlatıyor. Konuştuğu arkadaşları da sayılıdır. Sayılı kişilerle muhatap olur, muhabbet ederdi. Onların hepsi de üst düzey insanlardı. Anayasa Mahkemesi Eski başkanı Y. Güngör Özden, Tuğgeneral Yaşar Selamoğlu, Albay Şükrü Kızılarslan, Dr. Sami Bağlum, Avukat Tevfik Kavuncu, Prof. Dr. Erol Turaçlı ilk aklıma gelenler. Şimdi düşünüyorum da adam bir marangoz ama sonuçta dünya görüşü ile felsefesi ile kafaları uyuşuyordu, zeki bir adamdı. Biz zaten babamın aslında hayat hikâyesini bire bir kendi ağzından dinlemedik, arkadaşlarına anlatırken dinliyorduk. İşte aile hayatını, boşanmalarını geçiş dönemlerini yani hep oradan dinliyorduk bire bir bize anlatmıyordu. Yaşar Selamoğlu ile top oynuyorlarmış, çaput top oynuyorlarmış çocukken. Onun bile yanlışı olduğu zaman yüzüne söylerdi. Hiç lafını çekmezdi. Babam şakayı sevdiği için arkadaşlarıyla çok şakalaşırdı. Yekta Bey babamın avukatı idi. Babası Halis Bey babamın öğretmeni imiş. Babam çocukken çok yaramazmış, Keçeci Mehmet amca anlatırdı. Çocukluk arkadaşı imişler. Aynı kafadaydılar, kafaları çok uyuşuyordu. Keçeci Mehmet amca tam Niksar ağzıyla, Lan Mustafa der başlardı konuşmaya. O tekerlemeyi çok söylerdi: Niksar'a yağmur yağar, Keltepe'ye kar, Ayı önümüzde, yemediğimiz de arkamızdaydı. Seyit Bey sözü alıyor. Babam çok asabi ve sinirli bir adamdı, ben çocukluğumda sevmezdim babamı. Çünkü hep böyle sinirli asabi yasadığı olaylardan dolayı. Biz çocukken anlamıyorduk, niye bize baba sevgisi aşılamıyordu. Alıp sevmezdi yani çok katı bir insandı ama bu katılığı bize çok şey öğretti. Şöyle öğretti, babamın gözüne girmek için çalışmak gerekti. Sabah erkenden kalkıyor, o gelmeden önce seveceği işleri yapıyorduk, odun taşıyorduk, dükkânı temizliyorduk. O zaman babam bize istediğimizi, arzuladığımızı veriyordu. Çizgi film izleyemiyorduk. İzlerken de hadi odun doldurmaya, boşaltmaya böyle giderdik, ya bir pazar günümüzde olmayacak mı derdik. O da hep derdi zaten evlenince olur pazarınız derdi. Şimdiki anne babalara baktığımızda çocuğuna her şeyi veren bir ebeveyn topluluğuyla karşı karşıyayız. Gel oğlum, git yavrum, güzelim, aslanım babam böyle şeyler söylemezdi. Mesafeli bir adamdı. O yönü bize bayağı şeyler öğretti, birçok şeyler yapmamızı sağladı. Ancak bize nasihatlerde bulunur, eski atasözlerini devamlı söylerdi. “Ne ekersen onu biçersin”, “Ne oldum demeyeceksin, ne olacağım diyeceksin.” Bunları hep ağzımıza kazımıştır. Bu tür sözler müthiş, inanılmaz doğru şeyler. Memur çocukları cumartesi pazar evlerinde otururlar, biz sürekli çalışırdık ve onları kıskanırdık. Babaları da kendileri tatilde, bizim ise oyun oynayacak zamanımız yoktu. Dinlenme zamanımız sadece hasta olduğumuz zamanlardı. Hasta olduğumuzda ateşimize bakılır, tamam bu hasta, yatabilir denirdi. BİZ ATATÜRKÇÜYÜZ 12 Eylül öncesi ve sonrasını biz sıkıntılı bir bölge olan Tuzluçayır'da yaşadık. O dönemde babamızın bize söylediği tek bir şey vardır. Sağdan veya soldan sizi çevirir ve sağcı mısınız solcu musunuz diye sorarlarsa, Atatürkçü olduğunuzu söyleyin, başka bir şey demeyin. Bu hafızamızda kalmıştır. Bizi böyle koruyordu. Otoriter yapısından dolayı her zaman akşamları hava kararmadan eve geliyorduk. Ailece hep beraber yemek yemeyi babamla gördük yani hep beraber yemek yiyorduk. Kesinlikle prensipleri vardı ve asla vazgeçmiyordu. Çok inatçıydı, biz etkileyemiyorduk sadece annem etkileyebiliyordu onu. Sami Bey, babasının akraba ziyaretlerini hiç aksatmadığını söylüyor. Ne zaman Niksar'a gidecek olsak, Ankara'dan 52 ararsan Cer'de var. Cer'de bulamazsan Eskidir'de mutlaka var derdi. Sonra da lan oğlum Niksar'da ayı ne gezer, Niksar'da yok hep Tokat'ta var der, bu sefer de annemi kızdırırdı. Annem Tokat'ın Emirseyit köyündendi. ANNEMİZ BİZİ BİRBİRİMİZE BAĞLAYAN HARÇ İDİ Salih Bey: Biz şimdi birbirimize kenetlenmiş bir aile gibiydik. Bizim birlikte olmamızın en büyük sebebiannemdir. O,bizi birbirimize bağlayan bir bağdı, bir harç idi. Annemizi 1992'de kaybettik. Emir Bey ilave ediyor, ama şunu özellikle söylemek istiyorum, diğer eşleriyle ilgili de hiç bir olumsuz lafını duymadık babamızın. Hepsinden iyi söz etmiştir, hepsinden, kesinlikle. Mesela ben Ahmet ağabeyimin, ablamın veya Yücel ağabeyimin ayrı annelerden olduğunu çok daha sonradan öğrendim. Öyle bir şey de hiç hissetmedik çünkü böyle bir ayrıcalık hiç olmadı. ANNEMİZE GİZLİ SAKLI TURSİL ALIYORDUK Seyit Bey, biz küçükken annem çalışıyordu babamın yanında. Bu çok önemli bir şey yani. Biz annemizi çalışırken görürdük. Annem hem yemek yapar, hem çamaşır yıkar, hem temizlik yapar, hem de atölye de çalışırdı. Çamaşırı kül suyuyla yıkardı. Biz babamdan gizli annemin ufak tefek biriktirdiği paralarla Tursil alıyorduk. Kül suyu da her zaman orada dururdu. Babam deterjana karşıydı. Karşılığı da şundan, sağlıklı olmadığını söylerdi hep. Babam ta o zaman deterjanların sağlıksız olduğunu söylüyordu. Annemi babamızın yanında çalışırken görüyorduk, bütün ev işlerine de bakıyordu, çok eziyet çekiyordu. Belki de biz bu çalışma azmini ondan almışızdır. Salih Bey: Annem merhametli bir insandı. AhmetAğabeyim bizim en büyümüz. Annem, ondan bahsederken; AhmetAğabeyin çok çekti, emeği var bu evde derdi. Evin temelini beraber kazmışlar, ablam da çocuklara bakmış. Ablam bizleri kucağına alır, bir kolunda ben, bir kolunda Said. Annem babam ve ağabeyimle inşaatta çalışırken, ablam bize bakmış. Ben İstanbul'a ofis açmak için gittiğimde Ahmet Ağabeyimi de görmek istedim, çok zor durumda buldum. O soğukta bir deponun altında bodrum katında ud yapmaya çalışıyor. Burası soğuk, sen bu yerde nasıl ud yapıyorsun dedim. Ne yapayım işte üşümüyorum dedi. Nasıl üşümüyorsun dedim. Peki, burada nasıl geçiniyorsun dedim. Udu yapıyorum, yarısını yer sahibine veriyorum, gerisini de kendim alıyorum dedi. Sigorta da yok, gel benle beraber çalışalım dedim. Bunu söyleme nedenim annemdir. Onun bize, ağabeyinizin, ablanızın sizin üzerinizde çok emekleri var demesidir. Ablamın da çok emeği vardır. Ben ortaokula giderken ablamlarda kaldım. Sabah okula giderken elimi cebime attığımda bakardım kicebime harçlık koymuş. Şimdi ablamın her zaman, hep yanındayım. Şimdi eşinden ayrı, durumu iyiydi o zamanlar. BIÇAK BİLEYLERİM Salih Bey, evin yıkılışını ve atölyenin kapanışının babası üzerindeki etkilerini anlatıyor. Bizim oralarda kentleşme başlayınca imar geçti, apartmanlaşma başladı. Belediye atölyeleri yavaş yavaş kapattırmaya başladı. Babam o zamanlar ne yapacağım ne edeceğim diye düşünüyordu. Sonra müteahhitle anlaştık.Bizim ev yıkıldı ve apartman yapılmaya başlandı. Bu arada babam dedi ki, ben küçük bir dükkânda bıçakbileyleme yaparım. Ne bileyim sağdan soldan bir şeyler yaparız diye kendine ufak bir dükkân açtı ama bu babam için yıkım oldu. Bir insanın yıllarca çalıştığı, kazandığı, mutlu olduğu, huzur duyduğu, her gün sabahleyin erkenden gittiği, akşamleyin de büyük işler yapmanın, günü güzel doldurmanın sevinci ile evine giden bir insanın bunlardan mahrum kalması çok ağır geldi. Bunu ben hissettim ama yapacak bir şey yoktu. Babamın da yanında çalışan insan olmadığından dolayı, yalnız çalıştığı için başkalarına siz de gelin bir yerde yeni bir iş yeri açalım, beraber çalışın deme imkânı da olmadı. Şimdi annemle babamın arasında yirmi yaş fark vardı. Biz de hep bir endişe vardı, babamız ölürse biz annemize nasıl bakacağız, nasıl kendimizi geçindireceğiz. Yani biz gelecek endişesi yaşıyorduk. Evet, babam marangoz, belli bir düzen var ama sonuçta ne yapacağız biz. Yatırımımız yok, başka bir şeyimiz yok ki. Olan gözümüzün önünde dükkân, bir evimiz, bir de arabamız var, başka da bir şeyimiz yok. Babamın cebindeki para belli, kısacası gelecek endişesi yaşıyorduk. Allah'ıma çok şükür, bir şekilde benim önümü açtı. Sonra kardeşlerimi, çevremizi topladık. Yani benim elimde olan bir şey değil, kendiliğinden oluştu bunlar, bir sürü şey kendiliğinden oluştu. Hasan Bey; "Salih Bey, Cenab-ı Allah, sizlerin dürüstlüğünüzü, namusluluğunuzu, çalışkanlığınızı bu şekilde ödüllendirdi" diyor. Salih Bey devam ediyor; Evet evet, buna ben de inanıyorum. Bir yerde topladı yani, benim hiç aklımda olmayan işlere girmek zorunda kaldık, değişik işler yapmaya başladık. Önüm böyle açılıyordu yani. Açıldıkça açılıyordu, çoğu şey kendiliğinden oluyordu. SAİD'İN HANIMI, BABAMIN HEM KIZI HEM DE GELİNİ OLDU Annem vefat edince babam yalnız kaldı. Said sağ olsun, özellikle Said'in hanımını söylemeden geçemem. Babama bizzat hem gelinlik yaptı hem de kızı gibiydi. Babamın her şeyi ile ilgilendi. Çünkü bizler hepimiz koşturuyorduk, işlerimiz çoktu. Aynı babam gibi, deli gibi iş peşinde koşturuyorduk. Sanki babam bizi de klonlamış gibi ben de hayata öyle başladım. Öyle oldu yani koşturuyorum, çalışıyorum, böyle durmuyorum. ANNEMİN ÖLÜMÜNDEN SONRA ÇÖKTÜ BABAM Seyit Bey, annemin ölümü onu çok etkilemişti diyor, bunu bire bir yaşadık. Annemle arası çok iyiydi, annemi çok seviyordu. Yani en son hanımıydı ama bayağı seviyordu, bunu ben hissediyordum. Annemin ölümü zaten babamı çok üzdü ve asıl ondan sonra yıkıldı, çöktü babam. Salih Bey babasının o günlerini anlatmaya devam ediyor. Babamın bundan sonraki hayatı hep durgun geçmeye başladı. Babamın sosyal bir yönü olmamıştı. Çok çalışan bir insanın bir anda boşa düşmesi acayip yıkım oldu. Mesela baba gel bizim ofise otur, çayını kahveni versinler, rahatına bak. Oturdu, ama hiç mutlu olamadı. Arkadaşlarını görmeye gidiyordu. Belli bir süre sonra babam düştü. Dedik ki ne yapacağız biz şimdi, hepimiz erkek çocuğuyuz. Kızı olanlara ben hep şanslı diyorum çünkü bir insanın kız çocuğu olması o kadar önemli ki. SAMİ, SEN BABAMLA ARKADAŞ OL Bizde ne yaptık, küçük birader Sami'ye dedik ki, kardeş bizimle çalışıyorsun ama sen artık bırak işi gücü, babamla arkadaş ol. En son günlerini o biliyor. Babamı al gezdir, dolaştır, yedir, içir, sen onla yaşa. İşe gelme. Sağ olsun o da babamla zaman geçirdi, onunla gezdi dolaştı. Son zamanlarında bizden birisi, bir evladı onunla ilgilendi, ortada kalmadı. Şimdi insanoğlu hatalar yapıyor bazen. Hata değil de aslında daha iyi bakılsın diye biz bundan önce şöyle düşünmüştük. Bizde babamıza daha iyi bakılsın diye dedik ki babamızı huzurevine versek, devletin değil de özel huzurevleri var biliyorsunuz. Babam arkadaş canlısıydı, gelsinler, sohbet etsinler, yesinler, içsiler. Bunun için buradaki tek düşündüğümüz şey, arkadaşları olsun, çevresi olsun, beraber gezsinler, bakımı iyi yapılsın dedik. İstediğimiz zaman alırız, evimize götürürüz, gezeriz. Sadece buydu düşüncemiz. Vallahi götürdük ama bırakamadık, gönlümüz razı olmadı. İşte o zaman Sami'ye görev verdik. Sami'nin dinlenmesi için aksamları sırayla gidip kalıyorduk. Babam konuşmaya başladı. Artık bizimle o son dönemlerinde arkadaş olduk, bazı şeyleri paylaşmaya başladık. Sami Bey babasıyla geçirdiği o günleri şöyle anlatıyor; Babamla benim en çok haşır haşır neşir olduğum günler hastalık zamanlarıydı. Babam annemi kaybettikten sonra çok üzüldü. Belli bir yaşa geldiği için yalnızlığı fazla kaldıramadı. Kentleşmeden 54 dolayı çalıştığı marangozhane yıkılınca ve uğraşacak bir iş bulamayınca bir süre sonra alzheimer hastalığına yakalandı. Değişik tedaviler gördü. Bu süre zarfında yanında biri olması gerekiyordu, o da ben oldum. Babam geçmişi iyi hatırlıyordu ama yeni günü fazla hatırlamıyordu. Bazen ona baktığımda odunlarla güreşen, gece yarılarına kadar çalışan Mustafa Tüzemen'i hayat ne hale getiriyor diyor, üzülüyordum. Allah kimseye aile yokluğu göstermesin, yaşlılık zor, babam için daha zordu. O üzerine konduramıyordu. Velhasıl gezmeyi çok severdi. İmkânlarımız olduğu için Allah'a şükür ilgileniyorduk, kardeşlerimden Allah razı olsun. Biz Mustafa Tüzemen'i garip bırakmadık. Çünkü o bize helal lokma ile büyüttü, Allah herkese öyle baba nasip etsin. O bize elimizdekilerle mutlu olmayı, her şeyin kolay kazanılmadığını öğretti, adam gibi adamdı. Son günlerinde onu Niksar'a götürdüm, Mehmet abisinin mezarını ziyaret etti. Çok duygulandı, yüzünden belli oluyordu. Yeğenlerini ziyaret ettik. Niksar'dan ayrılırken Dönekse'de durduk, Niksar'a son bir kere baktı ve içini çekti. O anı unutamıyorum. Ankara'ya döndük, bir ay geçti geçmedi rahatsızlandı. Fazla yatmadı zaten Hakkın rahmetine kavuştu. Kasım 2005'te, 80 yaşında rahmetli oldu. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Mustafa Tüzemen çok badireler atlatmış, çok sıkıntılar çekmiş, hayat onu yıldıramamış. Güçlü adammış, beş erkek evlâdına sahip çıkmış, onları tertemiz yetiştirmiş, ne diyelim her babayiğidin harcı değil. Onun bir sözü vardı, hiç unutmam; "Ben soyadımın adamıyım" derdi. TÜZEMEN DEMİR DOĞRAMA ATÖLYESİ Salih Bey'e Elektron Medikal'in kuruluş hikâyesini soruyor ve anlatmasını istiyoruz. Kardeşlerin en büyükleriyim, çalışıyoruz koşturuyoruz. Ben şimdi dedim ki babamla annem arasında yirmi yaş fark var, ortaokulu bırakayım gideyim sanayide bir demircinin yanında çalışayım, sonra da Tüzemen Demir Doğrama Atölyesi adıyla bir iş yeri açar aileme öyle bakarım diye düşünüyorum. İçimde öyle bir şey, Allahın verdiği sahiplenme duygusu oluştu. Sonra sanayide çalışmaya başlayınca baktım ki işler zor, kolay değil. Sonra tekrar okumaya karar verdim. Baba dedim, ben okuyacağım. Liseye devam ettim ve bitirdim. Harp okulunu kazandım ancak babamın, ayrıldığı eşine olan nafaka borcundan dolayı mahkûmiyeti çıktı ve ben Harp okuluna giremedim. Lise yıllarında üniversite sınavlarına hazırlanırken babam derdi ki; para konusunda çalışın kazanın, ne istiyorsanız onu yapın. Ben size hazır para vermeyeyim de siz çalışın, paranızı kazanın derdi. Tornacılık öğrenmeye başladım. Tornada keser sapları, kuru yemiş tabakları yine ekmek tahtaları yapmaya ve bunları satmaya başladım. Kardeşlerim değil ama ben faal çalışıyorum, piyasa adamı olmaya başladım. Piyasa beni çağırıyor, içine çekiyor ve artık para kazanıyorum. Gidiyor, bir motor karpuz alıyor, satıyorum, kavun alıyorum Tuzluçayır'da satıyorum. Babam kızıyor bana, ne yapacaksın bu kadar kavunu, elinde kalacak diyor. Ama ben alıp satıyorum, arabanın arkasına doldurup geziyorum. Hani filmde bağırıyor ya; domatis, domatis diye. Ben de karpuz, kavun diye bağırıyorum. ZULA KANTİN Üniversiteyi, fizik bölümünü kazandıktan sonra Beytepe'de başladım ama alışmışım ya duramıyorum. Okulun kitap 55 kömürü koyarak başladık mısırları közlemeye. Sonra terminalde otobüslerde beş tarak yüz liraya satmaya başladım. "Beş tarak yüz liraya; şu annen için, şu baban, şu deden, şu nenen için, şu da beşikteki yavrun için beş tarak yüz liraya." Bizim hikâye çok uzun ya, neler yapmadım ki neler. Ondan sonra ; "Et kes, ekmek kes, pırasa kes, lahana kes, kes Allah'ım kes, ne kesersen kes, masa üstünü kesme abla" diyerek işte pazarlarda bıçak satıyorum. Babam Niksar'dan, süpürgeci İbrahim abiden süpürge getiriyor, ben süpürge satıyorum. E L E K T R O N M E D İ K A L KURULUYOR Üniversiteyi bitirirken eşim Gülay'la tanıştım orada. Eşim dedi ki Ya Salih bu işportacılıkla bir yere gidemezsin, aklı başında bir işe gir dedi. Ben de Fizik mühendisliğini dokuz senede bitirdim. Niye, çünkü dışarıda geziyorum. Hocalarla aramız iyi, öğlende alış verişimiz var, benden simit alıyorlar. Onlar beni dersler konusunda sıkıştırdıkça diyordum ki; Hocam, askerliği kısa dönem yapmak için üniversite okuyorum, ben zaten fizik okumak istemiyorum sakın ha yanlış anlamayın, fizikle ilgili soru sorarlarsa yüzünüzü kara çıkartmayacağım. Ben şurayı bitireyim diyordum. 1987'de medikal işine bulaştım, medikal tamirine girdim part time olarak. Otomatik röntgen banyo cihazlarının tamirine başladım. Burada biraz çalıştıktan sonra işleri öğrendim; ihaleyi, ürün satmayı öğrendim. Ve bir gün dedim ki kendi başıma medikal açacağım. E L E K T R O N M E D İ K A L TARAFINDAN ARABANIZ YIKANMIŞTIR Sene 1990, NumuneHastanesinin karşısında bir telefon, bir masa, 750 lira sermaye ile ben medikal dükkânımı açtım. O zaman ki para 1000 marktı, bugün 1000 dolar diyelim. Yani yaklaşık 2200 lira. Her gece gittim doktor arabalarını yıkadım. Akşamleyin park etmiş olan arabaları yıkıyor, kartımı koyuyorum. Kimseyi tanımıyorum, Elektron Medikal tarafından arabanız yıkanmıştır diye. Belki bir hasta yakınının arabasını, belki bir nöbetçi doktorun arabasını. On beş yirmi gün sonra elimde çanta ile kliniklere girdim. Ben Elektron Medikal'den geliyorum deyince, dur bir dakika geçen akşam benim araba yıkanmış dedi. Evet hocam ben yıkadım dedim. Niye yıkadın dedi. Hocam dedim, benim kalem yok, defter yok, promosyon bir şey yok. Bizim promosyonumuz araba yıkamak. Ben işleri, fotokopi işleri benden soruluyor. Üniversiteye girince insan kendini farklı hissediyor. 2.sınıfta kendi kendime dedim ki ya senin baban marangoz, sen beş kardeş bir evde oturan insansın. Sen dedim kendi paranı kendin kazan, ne yap et paranı kazan. Baktım okulda bizim bölümümüz merkez binaya uzak. 100 simit 100 tane ayran götürdüm her sabah. Köşeye, koridorun köşesine koydum şöyle ve isim yazdım: "Zula Kantin". Ben derse giriyorum, arkadaşlar yiyor içiyor parayı kutuya atıyor. Dersten sonra bakıyordum kaç simit kaç ayran satılmış, o simit ve ayranla ben tekrar para kazanmaya yani okulda da para kazanmaya başladım. BEŞ TARAK YÜZ LİRAYA Okuldan çıkınca Kumrular caddesinde saat altıdan sekize kadar park yeri gösteriyordum. Sağ yap, sol yap, dur hop. Park mafyası bana vermişti orayı, onlara belli bir para veriyordum. Ondan sonra Güven parkında mısır satıyordum, közleme mısır. Mısırı alan ısırıyor, çiğniyor ama olmamış, pişmemiş diyorlar. Benim teneke pişirmiyor. Hemen koştum İzmir caddesinde mısırcılara sordum. Mısırların dışı pişiyor, içi çiğ kalıyor, siz mangalı nasıl yapıyorsunuz? Dediler ki sen mangalda kömürün altına kum koydun mu? Kum olmazsa ısıyı aşağıya kum olursa ısıyı yukarıya verir. Tabii hemen mangalın altını önce kumla kapladıktan sonra üzerine 56 Babamın ve böyle müşterilerin sayesinde, bizde doğru bir esnaf olduk.Nasıl esnaf olduk, benim param pulum yoktu. Kişisel ilişkilerle, dürüstlükle, arkadaş canlılığıyla ben esnaflardan mal almaya başladım. Modern Çarşı vardı yandı ya, oradan. İnsanlara diyordum ki; ağabey ben satıyım, parasını getirim size diyordum. Tamam diyorlar, sana güvendik diyorlar ve veriyorlardı beş tane ürünü. Ben gidip satıyordum, üç tanesini sattım iki tanesi kaldı. Geri götürüyordum adamın dükkânına. İki tanesi kaldı üç tanesi sattım, al parasını ikisi de dursun yarın alırım bunu diyordum. Niye getirdin oğlum diyordu. Ha parasını getirmişim ha malını getirmişim diyordum. Ertesi gün diyordu ki oğlum al bu on taneyi, parayı hemen getirme hepsini satıp öyle getir. Benim böyle böyle kredim arttı. KARDEŞLERİME LOKOMOTİF OLDUM Artık kardeşlerimi de yanıma almaya başladım. Said zaten kendi işini yapıyordu. Emir İzmir'deydi, Seyit liseyi bitirmişti. Hepsini yavaş yavaş yanıma aldım, ondan sonra beraber başladık, kardeş kardeşe sırt sırta verdik, onlara örnek olmaya çalıştım. Onların önüne bir lokomotif oldum, hâlâ da oluyorum. Hayat standardımın onlardan farklı olmaması için uğraşıyorum. Yani ne demek o, kıskanmasınlar. Paylaşımcı olmaya çalışıyorum. İşin büyümesi için elimden geleni her şeyi yaptım. İstanbul'a yer açtım, koşturdum, oraları topladım, tabi bunlar hem annemin hem babamın bize verdiği o güzel şeylerle yani yaşadığımız şeyler sayesinde oldu. BABAM BİZİ MEMLEKET AŞIĞI YAPTI Firmamızda otuz kırk Niksarlı çalışıyor. Onun dışında on on beş kişi Tokat'tan çalışıyor, ihtiyaç olduğunda Hacettepe fizik bölümünü bitirdim, iş bulamadım, bu işe başladım, yardım rica ediyorum dedim. Dediler ne demek ya, sana yardımcı oluruz. Hani böyle bir ilişkiyle, diyalogla bana yardım etmeye başladı doktorlar. Salih şu var mı sende, bu var mı? Salih şunu getir, bunu getir diyerek ben Numune'nin karşısında 18 saat çalışarak 4 saat uyuyarak başladım çalışmaya. Sonra baktım o zaman işi yavaş yavaş büyütüyorum. Ama nasıl çalışıyorum. İşte o zaman babamı düşünüyorum, iyi ki çalıştırmış bizi öyle, çalışmaktan yılmıyorum. Babamın bize kazandırdığı o çalışkanlık, çalışma şevki, dürüstlük ve doğruluğun mahsulünü toplamaya başladım. SALİH BEY, BİR HASTA DAHA GETİRDİM Gece hasta geliyordu bana saat ikide üçte. Bir ürün istiyordu. Normal fiyatı beş lira ama ben onu gece o saatte on liraya satabilirim ama aynı fiyata beş liraya satıyordum. Aynı ürünü ertesi gün sabah gidiyor başka medikalcılara soruyordu, bu ürün kaç lira diye, bakıyordu normal fiyat beş lira. İşte o zaman akşam diyor bu adam bizi kazıklamamış. Ertesi gün adam yukarı çıkıyor yanıma geliyordu. Diyordu ki; ya Salih bey, bir hasta daha getirdim yanımda yatıyor da. Niye biz diye sorduğumda sen bizi kazıklamamışsın, geçen gece üçte malzeme aldık, hastamız kötü durumdaydı, sen bize verdin onu. Hem de gecenin o saatinde normal fiyattan verdin, Allah razı olsun, sen bizi kazıklamadın diyordu. Ağabey niye kazıklayım, benim anama avradıma efendim aileme, çoluğuma çocuğuma küfür ettirmem ki, etse ne diyeceksin adama. Dese ki; lan şerefsiz, dün gece geldik senin dükkânına beni kazıklamışsın, bize 30 liraya satmışsın hâlbuki bu 5 liraymış dese ben burada yerin dibine girerim. 111 malımı göndermedi, benim malımı değiştirmedi diyemez. Benim dükkânımda şu kural vardır, çocuklara şunu demişimdir; Bir müşteri geldi malı aldı. Beğenmedi ya da kullanmadı, hastası vefat etti, bir şekilde elinde kaldı. Müşteri o ürünü getirdiği zaman hemen çayını kahvesini söyleyin, parasını geri verin ve malzemeyi alın. Kimse benim dükkânımdan “Allah kahretsin sizi”, “Allah belanızı versin, bir daha gelir miyim buraya” diyerek çıkmayacak. Diyecek ki, “Ya siz ne kadar iyi insanlarsınız, elimizde kullanılmayan malzeme vardı, yanlış almıştık onu geri aldınız, ücretimi iade ettiniz.” MÜTEVAZI YAŞIYORUZ Benim insanlarla sorunum olmadı, benim düşmanım yoktur. Mütevazı yaşıyoruz, günlük harcamam on beş, yirmi liradır. Öyle havada cıvada, bilmem şurada burada gözümüz yok. Normal bir insan gibi yaşarız, hepimiz babam gibiyiz. Her şeyi evimizde yeriz, içeriz. Çolumuz çocuğumuzla gezeriz, yeriz. Emir Bey, çoğu firma da ağabeyimi örnek almışlardır diyor. Örnek alan o kadar firma vardır. Salih Bey, sıfırdan gelen bir firma olduklarını söylüyor. Biz dişimizle, tırnağımızla kazıyarak geldik, bizimde namusumuz, şerefimiz her şeyden önemli bizim için. Biz kimsenin işinde gücünde olmadık, büyüdük, geliştik. Bugün Niksar'da tanınıyorsak, babamızın bize gösterdiği, sevdirdiği o kaynaktan beslenerek böyle yavaş yavaş bu yere çıktık. Dolayısıyla bugün Elektron Medikal'in sahibi babamdır yani Mustafa Tüzemen'dir ve Salih Tüzemen'dir, burayı hazırlayanlar onlardır. Söyleşinin sonunda bizler Kümbet ekibi olarak Hasan Akar, Mahmut Hasgül, M. Necati Güneş ve sevgili Cavit Özlü, günlerini bizlere ayırarak ailelerini yalnız bırakan Salih, Said, Emir, Seyit ve Sami Tüzemen kardeşlere çok teşekkür ettiğimizde; "Biz babamızı anlatmaktan hiçbir zaman sıkılmıyoruz, çünkü babamız her yerde devam ediyor" diyor ve eş ve çocuklarının da böyle bir çalışmaya çok sevindiklerini söylüyor ve selamlarını iletiyorlar. mümkün olduğu kadar Niksar'dan Tokat'tan insan alıyorum. Bu ne demek, bu şu demek, babamın Niksarlı olması memleket aşığı olması bizi de böyle memleket aşığı yaptı. Biz de Numunenin karşısında çalıştığımız dönemlerde insanlar geldiğinde bizden borç alıyordu, hastası oluyordu bunların, bir iletişim merkezi gibiydik biz. O zamanlar tabii her yerde hastane çok değildi, herkes Ankara'ya ya da İstanbul'a geliyordu. Şimdi çok şükür diyorum ya babamızın annemizin çok emeği var. ÇAMAŞIR MAKİNESİ Biz annemizi refah içinde yaşatmak istiyorduk, o her şeyin en iyisine layıktı. O zamanlar biz para kazanmaya çalışıyorduk. Bir çamaşır makinesi nedir ya, biz ona çamaşır makinesinin en kralını alırdık, onları yaşatmak istiyorduk yani ama kadıncağız, annemiz erken ayrıldı aramızdan. Şimdi annemizin babamızın kıymetini çocuk sahibi olunca daha iyi anlıyoruz. Düşünüyorum beş tane çocuğun çamaşırı, bizde 2 çocuk var, çamaşıra bakıyorum dünyanın çamaşırı, beş tane çocuk ve elde yıkıyorsun, külde yıkıyorsun. Kül suyu kullanıyormuş annem, kül suyunu da sonradan internetten öğrendim, çamaşırı en iyi beyazlatan ve yumuşatan şey de kül suyuymuş. Yani annenin kıymetini de, babanın kıymetini de insanlar daha sonradan anlıyor. İşin özü şu, insan ailesinden ne alırsa ne görürse onu yansıtıyor ilerde. Şu anda bizim esnaf olarak kimseye borcumuz yok, kredimiz yüksek, esnaf olarak güveniliriz, müşterilerimiz arasında sevilip sayılıyoruz. 21 sene biz aynı medikal sektöründe insanlarla çalışıyoruz, hiç birisi bizi kıskanmaz, hiç birisi ile kötü değiliz, kardeşlerimde aynı şekilde, hepimiz aynı zihniyetteyiz. Müşterilerimizi, işimizi çok seviyoruz. İnsanları çok seviyoruz, vicdanlı insanlarız. Nerden geldiğimizi çok iyi biliyoruz ve bu her zaman gözümüzün önünde, havalanmıyoruz. PLASTİK CERRAHİ ALANINDA TÜRKİYE'NİN BİR NUMARALI DEVİYİZ Salih: Bugünkü durumuza baktığımızda şu anda plastik cerrahi alanında, Türkiye'nin bir numaralı deviyiz. Türkiye'nin neresine giderseniz gidin her hangi bir plastik cerraha Elektron Medikal dediğiniz zaman tanımayan kişi çıkmaz. Eğer siz bu sektördeki birine, bu Elektron Medikal firması nasıl derseniz, size söyleyecekleri tek şey dürüst, güvenilir insanlar, çalışkan insanlar derler. Bize, paramızı aldı, benim 59 EY GÜZEL MEMLEKETİM Varlığına hürmetim, ey güzel memleketim! Bırakma kollarından, olmasın esaretim. Gurur duy ey memleket, şereftir sende doğmak, Rüzgârınla savrulup yağmurlarınla yağmak. Senden ayrı düşersem kapanır mı gözlerim? Seni tasvir etmeye kifayetsiz sözlerim. Bırakma kollarından, olmasın esaretim. Varlığına hürmetim, ey güzel memleketim! Gün ışığı demetim, ey güzel memleketim! Hem yaşama sevincim, hem bitmeyen hasretim. Üç deniz arasında saklanan inci sensin, Kıstasın mı bulunur her dem birinci sensin. Bir günde yaşatansın dört mevsim bir arada, Bir eşsiz güzelliksin gördüğüm manzarada. Hem yaşama sevincim, hem bitmeyen hasretim. Gün ışığı demetim, ey güzel memleketim! Gönülde metanetim, ey güzel memleketim! Ufkun şah damarında, var olan asaletim. Özlemsin yüreğimde sayıklarım adını, Bulamam hiçbir yerde memleketim tadını. Büyüleyen iklimde çiçeklenmiş düş sensin, Yeni doğmuş bebeğin yüzünde gülüş sensin. Ufkun şah damarında, var olan asaletim. Gönülde metanetim, ey güzel memleketim! Huzurum sükûnetim, ey güzel memleketim! Sen mukaddes varlığım, ölürsem şahadetim. Her gün doğan güneşi seninle bölüşürüm, Doğmuşum toprağında ayrı kalsam üşürüm. Sen, nice Sultanların, Yavuzların ocağı, Tarihte çağ açtıran Fatihlerin bucağı. Sen mukaddes varlığım, ölürsem şahadetim. Huzurum sükûnetim, ey güzel memleketim! Ekmeğimde lezzetim, ey güzel memleketim! Umut rengi filizim, soframda bereketim. Ben sevdana düşenim sevdan kalbe ar olmaz, Kirpiğine gam değse gönül bahtiyar olmaz. Destanlara sığmazsın yazılsan yaprak yaprak, Ecdadımdan yadigâr kalansın nazlı toprak. Umut rengi filizim, soframda bereketim. Ekmeğimde lezzetim, ey güzel memleketim! İsmihan KARACA (2014 Yılında Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve Niksar Belediyesince düzenlenen “5. Cahit Külebi-Memleketimize Bakış Yarışmasında ikinci olan şiir.) Halide HALİD HAMİ İKİZ VE TÜTMEYEN BACA Remzi ZENGİN Hami İkiz 1936 Tokat doğumlu. Hayatı daha küçükken başlayan dramlarla dolu bir Tokatlı. Anı Yayınları arasında çıkan hatıralarını anlattığı eserle ilgili olarak randevulaştığımız 10 Eylül 2014 tarihinde Tokat Sanayi Sitesi'ndeki işyerine gittiğimde onu bürosunda kitap okurken buldum. İki saate yakın orada özel demlenen çayın muhabbetiyle saygıda kusur etmemeye çalışarak konuştuk. Baba dostu olduğu için içini bir bir döktü boşalttı.1936 yılında Tokat Beybağı Mahallesinde başlayan acılarla dolu hayatından bazı kesitler aktardı. Bazılarına şahit olduğumuz bu olaylardan ne kadar sıyrılmaya çalışsak da belli ki Hami İkiz Ağabey dünden kolay kolay kopamıyordu. Tokat esnafları içinde çalışkanlığı ve dürüstlüğü, ortaya koyduğu ilkleriyle bilinen bu değer, başından geçen olumsuz hadiseler rağmen hayatın devam ettiğinin de bilinci içinde idi. Yaşı kırkın üzerinde olanlar 1960lı yılların Tokat'ında ticaret hayatının, Sulusokak'ta, Behzat Çarşısında ve Meydanda döndüğünü çok iyi bilirler. Benim çocukluk ve gençlik yıllarımın bir kısmı da babamın dükkânının bulunduğu Meydan'da, Remzi Topçam Caddesinde geçmiştir. O yıllarda Tokat'ın ilçelerine ve komşu vilayetlere olan ulaşımı bu çarşılarda yer alan otobüs garajlarından sağlanırdı. Sivas garajı, Artova garajı, Esen garajı ve Erbaa garajı bunların en önemlileriydi. Erbaa garajı, henüz daha küçük sanayi sitesi ortada olmadığından aynı zamanda sanki bir küçük sanayi merkezi halindeydi. Tokat çiftçisinin ihtiyacı olan at arabaları, traktör vagonları, ardından patozlar oradaki atölyelerde 60 karşı yanlış iş yapmadın, ibadetine düşkün dürüst bir insansın” dedim. Dikkatlice dinledikten sonra “O vakit yine de gönlüm arzu ediyor” dedi. Sarıldık, helalleştik. “Asıl sen helal et Hami Kardeşim, sen benim örneğimsin” dedi. Yazımızın bu bölümünde: “Tokat'ta hep ilklere imza attım. Bu kitapta her şey var.” diyen Hami İKİZ'i ve o dönemin Tokat Sanayisini “TÜTMEYEN BACA”sından tanıyalım. *** Tokat eşrafından ziraatla uğraşan Hilmi Efendi'nin ve Fatma Münciye Hanım'ın bir erkek, bir kızdan sonra hayata merhaba diyen üçüncü evlatlarıydı. Herkesin bir kaderi vardır ya Hami'nin kaderi de daha altı yaşında iken kendisine küsmüştü. Bağrının sıcaklığıyla, dizlerine yapıştığı anasını amansız bir hastalıkla kaybetmişti. Bir kere soğuk esmeye başlamıştı felaket rüzgârı. Henüz anasının kırkı çıkmadan bu kez halasının evinde hasta yatan babasını sormaya gittiğinde orada bulunanların suratlarından onun da annesinin yanına gittiğini anlamakta gecikmemişti. Ortada beş, on ve on iki yaşında anasız, babasız üç çocuk kalmıştı. Ne ederlerdi, nereye giderlerdi? Önce anne yarısı diye bilinen dayılarına sığındılar. Çok geçmeden sıkıntılar başladı. Bir gün kız kardeşlerini orada bırakıp iki kardeş ayaklarında takunya, sırtlarında entari Mart ayının ayazlı soğuk bir gününde kapı önüne konuldular. Kapıyı bir kez daha çaldılar, bize acırlar da içeri alınırız ümidiyle ama kapı tokmakları boşuna zamanı dövdüğünün farkında olamadılar, açanı olmadı. Soğukpınar Mahallesinde oturan halaları sahip çıktı gariplere. Yıl 1945. Artık okula gitme zamanı gelmişti. Halası da küçük Hami'nin ellerinden tutup Gazipaşa İlkokulu'na yazdırdı. İkinci Dünya Savaşının bütün dünya ile birlikte Türkiye'yi de kasıp kavurduğu yıllardı. Savaşa girmemiştik ama ekonomik yönden mağdur olmuş, ekmek dâhil pek çok yiyeceği temin edebilmek için kuyruklarla birlikte karne dönemi başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta iken bir bayram öncesi arife günü halası, dedelerinin, baba ve annelerinin mezarını yapılırdı. Garajda kaynakçılar, tornacılar ve bir kısım esnaf dedemin dükkânlarında kirada dururlardı. Bunlardan birisi de en teferruatlı torna makinesini dükkânında bulunduran Hami İkiz'di. Zaman zaman ben de çocukluğumun verdiği merakla tornanın başına geçer sağını solunu kurcalardım. O yıllarda bırakın bir kişinin cebinde iki cep telefonu olmasını her işyerinde veya evde bile telefon zor bulunurdu. Nitekim benim 1976 yılında yazıldığım telefon alma sıram ancak 1984 yılında gelebilmişti. İşte o telefonlardan birisi de Hami Usta'nın 313 numaralı telefonu idi. Garajdaki esnaf gibi babam da bu telefonu ticarî bağlantıları kurduğu diğer esnafla irtibatında kullanırdı. İşte şimdi, çarşının ve sonra Tokat'ın en güzide esnaflarında biri olan Hami İkiz'in Tütmeyen Baca isimli hatıratını okurken hayalen o yıllara gittim. Elime aldığım akşamdan gecenin 04'üne kadar okuduğum kitabın etkisinde kalarak kendisi ile bu röportajı yapmaya karar verdim: “Baban en yakın dostlarımdan biriydi. Demir almak için Karabük'e giderken dükkânın anahtarlarını bana teslim ederdi. Ona “adı zengin, kendi fukara arkadaş” derdim. “Dikkat et bu devirde doğrular zengin olmaz” diye takılırdım. Doğruluk, malum bir bedel ister. Baban çok erdemli bir adamdı. 1986 yılıydı, Hac'ca gideceği zaman iş yerime gelerek, “Seninle helâlleşmeye geldim “dedi. Önce takıldım “Senin oraya gitmene gerek yok,” deyince tuhaf tuhaf yüzüme baktı. “Ben biliyorum sen Allah'a 61 ziyaret ederek dua etmeleri için iki kardeşi Beybağı'ndaki Alpgazi Mezarlığı'na gönderdi. Elele tutuşup gittiler, dua ettiler, yalnızlıklarına ağladılar ve dönüşte bir kayanın başına gelip oturdular. Bütün şehrin evlerindeki bacalardan dumanlar yükseliyor, gökyüzüne doğru değişik desenler çiziyorlardı. Sonra gözleri yakınlarındaki kendi evlerinin bacasına takıldı. Hami, ağabeyine seslendi. “Ağabey neden bizim evin bacası tütmüyor?” Ne diyebilirdi ağabey, başını öne eğdi, sonra ıslak gözlerini Hami'den ayırıp yavaş yavaş gökyüzüne bakarak: “Kardeşim içinde insan olmayan evin hiç bacası tüter mi?” Süratle çocukluğuna koştu Hami, Cıvıl cıvıl bir ev ve bahçe, babasının ellerinden tutuşu, annesinin göğsüne yaslanması. Ağaçlardan meyve koparmak için boyunun yetmeyişi, alt kattaki ahıra annesiyle beraber gidiş. Ya şimdi ıssız, kendileri gibi yetim kalmış bir ev. Çocuk kalplerinin tüm masumluğuyla ellerini açıp dua ettiler Allah'a “Bir gün bu bacaları tüttürmeyi nasip eyle” diye. Ve ağlayarak yine halalarına döndüler. İlkokul bitinceye kadar tatillerde hiç boş kalmadı Hami. O dönemler zaten çocukların ya iş yerlerine çırak olarak girmeleri ya da bağ bahçe işlerinde çalışıp boş kalmamaları adettendi. Ona da o zaman şehrin en güzel bahçelerinin bulunduğu Beybağı'nda çobanlık işi düştü. Okuldaki öğretmeninin de tavsiyesine uyarak çoban çantasını azığının yanına sıkıştırdığı kitaplarla boş bırakmadı. Konu komşudan emanet aldığı kitapların bazılarına da daha sonra sahip oldu. Hatta “Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya” kitabını daha o çocukluk döneminde okumayı başardı. İlkokul dördüncü sınıfı bitirince bu kez ona çobanlığı bıraktırıp terfi edercesine artık büyüdüğü biraz da sanat öğrensin gerekçesiyle Halaoğlu Hadi Bey'in dabakhanesine çırak olarak gönderdiler. *** İlkokulu bitirince artık şartlar belli olmuştur. Ortaokul hayali yerini çıraklığa bırakmıştır. Sanayinin tanınmış esnaflarından Nuri Ayyıldız'ın metal, soba, kaynak, silah tamirciliğiyle bilinen işyerine çırak olarak işe başlar. Zeki oluşu ustanın dikkatini çekince çeşitli işler Hami'ye havale edilir. Bu sayede kısa sürede kendisini yetiştirir. Bu işte kendisinin piştiğine inanarak ustasından izin alıp ayrılır ve çevresinde titizliği ile bilinen Tornacı Ali Usta'nın yanında çalışmaya başlar. Yıllar yılları kovalar, askerlik gelip çatar.1957 yılında Tokat'tan ayrılırken onu yolcu edecek kimsesi yoktur. Bu sahipsizlik onu derinden yaralar. Öyle ki asker ocağında herkesin mektubu okunurken o bir köşeye çekilip kimsesizliğine içerler. Sırasıyla İzmir, İstanbul, Tekirdağ onun vatanî vazifesine kucak açan illerdir. Mesleğindeki başarısının sırrını Hami asker ocağında da gösterir. Bağlı bulunduğu birliklerin işini yürüten müteahhidin dikkatini çekince iş teklifi alır ama onda memleket duygusu ağır basınca tabur komutanı dâhil bütün ısrarlara rağmen, ben çalışmam diye direterek kabul etmez. Komutanın müteahhitte o an söylediği söz manidardır. -Oğlum sen buna İstanbul'u versen durduramazsın. Bu para adamı değil. 27 Eylül 1959'da tütmeyen bacaları tüttürebilmenin hayaliyle hasretini çektiği Tokat'a döner. Kolunda sanat gibi her zaman değerli bir altın bileziği vardır. Komşularının yardımıyla sermayesiz bir sobacı dükkânı açarak yeniden işe koyulur ve kısa zamanda sanayinin sevilen esnaflarından biri olur. Askerliğini yapmış, işini kurmuştur. Artık sıra evliliğe gelmiştir.1961 Ekim ayında mutlu bir yuva kurmuştur.1963 yılı ona Handan adını verdikleri bir kızı evladı sunar. Bu arada sanayide çalışırken ustalarının sohbetlerinden etkilenişinin neticesi siyasete ilgi duymaya başlar, 27 Mayıs İhtilalinden sonra yapılan yeni Anayasa ile tanınan haklar neticesinde kurulan partilerden biri olan Adalet Partisine üye DUA 62 olur. Bu üyelik daha sonraki dönemlerde onu Belediye Encümen üyeliğine taşıyacaktır. Sanayideki işlerini büyütmeye karar verince bir torna tezgâhı almak ihtiyacı doğar. İlk kez zamanına göre yüklü bir miktarda kredi kullanarak Tokat için de önemli olan bu makineleri dış ülkelerden temin eder. Bu başarılı iş yoğunluğu içinde1966 yılında da Abdüsselam adını verdikleri bir oğulları yuvalarını mutlandırır. Tokat merkezde bulunan işyerlerinin büyük şehirlerde olduğu gibi artık şehrin dışında modern bir şekilde site halinde yer alması gereğine inanılır. O da 1963 yılında kurulan Tokat Küçük Sanayi Sitesi Yapı Kooperatifine kaydolarak iki iş yerine yazılır.1970 yılında bu kooperatifin 2.Başkanlığına getirilir.1978 yılında inşaatı sona eren siteye törenle taşınılır. Hami İkiz de 1980'de kooperatifin başkanlığa getirilir. İşleri oldukça iyidir. Tokat dışına oldukça kaliteli banyo kazanları yapmaya başlar. Su gibi akan zaman kızı Hande'nin 1984 yılındaki evliliğiyle devam eder. Ondan bir yıl sonra Begüm adını verdikleri torunu olur ama bu tatlı yuva damadı Kudret'in Taşova'da 1986 yılında geçirdiği bir trafik kazası neticesi ölümüyle sarsılır. Ama hayat devam etmektedir, kızını yanına alır. 1987 yılında 232 dairelik Esnaf Kefalet Kooperatifini kurar. 1989 yılında askerlik görevini tamamlayan oğul da babayla birlikte çalışmaya başlar. İşleri büyütmek amacıyla Ankara OSTİM'de işyeri açılır ama ekonomik krizler onların durumlarını olumsuz yönde etkiler. Büyük heveslerle kurdukları işyerinde işler iyi gitmez, mal verdikleri bazı yerlerin çekleri karşılıksız çıkınca dolandırıldıklarını anlarlar. Zararın neresinden dönersen kârdır düşüncesiyle Tokat'a dönülür. Ancak sıkıntılar peşlerini bırakmaz hacizler gelmeye başlar. Ellerindeki malların çoğunu çıkarmak zorunda kalırlar. Bu sıkıntılı dönemde iş takibi için yola çıkan oğlu, Ankara yolunda geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybedince baba Hami İkiz'in ikinci kez yuvası yıkılır. *** O,bütün bu acılara rağmen yılmadı. Bugün Tokat Sanayi Sitesindeki işyerinde hem işiyle uğraşıyor hem de eşi, dostuyla hâlâ “Tokat için ne yapılabilirizin” sohbetlerini yaparak hayat mücadelesine devam ediyor. Tabii: “O zamanki Tokat Sanayisi ile bugünkü arasında ne gibi farklar var?” sorumuza da şu cevabı veriyor: “Bazıları üzülebilir ama ben gerçeğini söyleyeyim. O vakitler sanayi şehirli çocukların elinde idi. Estetikleri vardı. Köylerde her şey kaba saba. Sanayi, kültürden mahrum bu çocukların elinde kaldı. Estetikten uzaklaştı. Elbette yaratılanı Yaradan'dan ötürü seviyorum, herkesi seviyorum ama durum bu. Şimdi her şeye para gözüyle bakıyorlar. Memleketin değerini bilen insanlar lazım bize. Mesleğine, eşine, işine, ailesine saygı ve sevgiyle bakacak insanlar gerek. Oysa bugün bu aradıklarımız azaldı. Bugünkü tek güç para oldu.” Yazımızın son bölümünde, “Tütmeyen Baca'nın, Son Sözlerim” deki mısralarına kulak verelim: “Bu hatıramı, yaşadıklarımı kolay yazamadım. İnanın ki; o günküler kadar acılara, hüzünlere kapıldım. Zaman zaman bırakmayı denedim ama olmadı, bırakamadım. Bir kere başladığım işi kolayca bırakacak adam değilim. Zor da ola, acı da olsa azimle yazmağa uğraştım. Ben yazı yazma, imla ustası değilim; ben bir metal ustasıyım. Aslında yazma işi bir edebiyatçı işi, edebiyatçı da değilim. Bu yazdıklarımda hatalarım vardır ama okuyanlar beni bağışlasın, ancak u kadar becerebildim. İyidir, kötüdür, onu bilemem, işte ben buyum. Bu yazılarda asla yalan ve abartı yok. Sadece kendim varım ve de yaşadıklarım var.” Evet, Hami İKİZ Ağabey bu sözlerle ne kadar mütevazı davransa da hayatındaki güzelliklerle birlikte yaşadığı dramı yalın bir dille ortay koyarken belgesellik açısından bir dönemin Tokat Sanayisini de bizlere aktarıyor. Şehirlerin kentleşmesinde zeki ve başarılı yöneticilerin, iş adamlarının büyük yeri vardır. Hami İKİZ de bu açıdan Tokat'ta hep ilklerin içinde değerli bir şahsiyet olmuştur. Bugün Tokat'ta sanayi alanında kime sorsanız, size bu ismin kim olduğunu rahatlıkla bilecek yerini de gösterecektir. Biz yazımızın sonunda, bu şehre sanayi, kültür ve siyasi manada engin katkıları olan Hami İKİZ Ağabeyimize sıhhat ve mutluluklar diliyor, saygılarımızı sunuyoruz. SERAPTA BİR DAMLA Kuraklaşan bir sevdanın ıssız çölündeyim Serapta bir damla misali Nehirlerin diliyle sevmişim seni Damladaki serabı gördüm göreli Ruhundaki özünde bulmuşum seni Kavururken sahramın yürek sancısı Kumlara boyanmış duygularımla Susayan bir çiçeğin özlemi gibi Hasretinle damla damla sevmişim seni Yalnız bir kuytuda gözyaşlarım üşüyor Her zerre titrerken başka bir hüzünle Kirpiklerimden hazan olmuş sevdan düşüyor Gönlüm ücra köşelerde sessiz ve garip Mevsimlerin ardından seni bekliyor Hicranı yüreğinde dost edinip Kanatları yaralı bir kuştu hicran Merhemi umuttu dileği vuslat Buruktu tebessüme muhtaç yüreği Sadaka içindi yüzündeki gül rengi Seni anımsardım hicran çökünce geceye Gönül tohumlarımı ekerdim bir bir Çöldeki kum tanelerine Sonra birden güneş doğardı Yakardı tüm haşmetiyle Kalırdım yalnızlığın çölünde Her damla serap olurdu Buğulu gözlerimde Hicranı yaşarken ıssız bir matemle Hasretlikler içinde Yüreğimin yangın yerinde Mecnun bir bedevi gibi Damladaki serabım şimdi Serapta bir damla misali… Züleyha Özbay Bilgiç /Kütahya 64 BİR GÜL GİBİSİN Tanrım güzel yazmış benim bahtıma, Kader torbasından çıktın şansıma, Seni nasip etti gönül tahtıma, Alnıma yazılan ferman gibisin. Bütün güzellikler toplanmış sende, Ender yetenekler yeşermiş sende, En güzel duygular gelişmiş sende, Sen bahtıma doğan güneş gibisin. Ben senden çok önce mutsuz bir kuldum, Doyumsuz sevgiyi ben sende buldum. Tarifi imkânsız bir âşık oldum, Benim vaz geçilmez sevdam gibisin. Yeşile bürünmüş dağlar misali, Baharda açılmış dallar misali, Petekten süzülmüş ballar misali, Katkısız, tertemiz kaynak gibisin. Bahçemi süsleyen yediveren gül, Mutlu yuvamızda sen daima gül, Yüzümü okşayan incecik bir tül, Kor bağrıma esen meltem gibisin. Duyduğum şarkılar seni söylüyor, Gözlerim yollarda seni bekliyor, Şu divane gönlüm seni özlüyor, Bana şiirlerimde ilham gibisin. İçimde dinmeyen deniz gibisin, Gönlümde çağlayan pınar gibisin, Yüreğimi saran alev misali, Ocağımda yanan ateş gibisin. Fırtınalı gönlüm dinmek bilmiyor, Açgözlü yüreğim doymak bilmiyor, Sana olan tutkum durmak bilmiyor, Kalbimde ölümsüz bir aşk gibisin. Bana yıllar boyu mutluluk verdin, Bir ömür boyunca seninim derdin, En güzel günleri ufkuma serdin, Gecemi süsleyen mehtap gibisin. Ömür boyu mutlu olman dileğim, Misler gibi kokan güzel çiçeğim, Sensin benim koruyucu meleğim, Türlü dertlerime derman gibisin . Nadide bir çiçek kadar güzelsin, Cazibenle sen bir ömre bedelsin, Sevgi yumağından aşkı örersin, Bahçemde açılan bir gül gibisin. Ekim 2014/Hamdi ERTÜRK 65 KUL HİMMET VE TOKAT'TA ÂŞIK KOLLARI Necdet KURT Yeminî ve Kul Himmet ortaya koymuşlardır. Bu bakımdan bu şairler, yedi büyük Alevi-Bektâşî şairi olarak nitelendirilmiştir. Bu şairlere yedi ulu ozan adı da verilir. Alevi-Bektaşi edebiyatının önemli bir özelliği hoşgörüyü ön planda tutuşudur. Hoşgörü bu edebiyatın bel kemiğidir. Hoşgörünün bulunduğu her şiirde gönül rahatlığı vardır. Türk edebiyatının en zengin damarlarından birisi tekke edebiyatı olarak da bilinen tasavvuf edebiyatıdır. Bu edebiyat içinde Alevi-Bektâşî inancıyla ortaya konulmuş binlerce şiir vardır. Söz konusu şiirlerde Ehl-i Beyt sevgisi, On iki İmam, Kerbelâ olayı, Bektâşîlikle ilgili inançlar, erkân ve âdetler konu edilmiştir. Bu alanda en çarpıcı şiirleri Nesimî, Fuzulî, Hatayî, Pir Sultan, Viranî 66 15. yüzyılın ilk yarısından sonra Hurufilik Bektaşi tekkelerine ve oradan Yeniçeri Ocağına girince, Yeniçeri âşıkları görünüşte tasavvufla birlikte daha özgür konuları işlemeye başlamışlardır. Kul Himmet'in adında kul bulunması, tasavvufi edebiyatın geleneklerinden biri olmasındandır. Kul, bâtıni anlamda mürşidine pîrine bağlılık demektir. Buradaki kul vurgusu, mürşide duyulan sevginin ve saygının belirtisini yansıtan bir söylemdir. Bazı âşıklar da mahlaslarının sonuna “sultan”, “baba”, ”dede” vb. adlar eklemişlerdir. Tokat'lı en eski halk şairinin Kul Himmet olduğu konusunda önemli bir görüş birliği vardır. Asıl adı Hüseyin olan ve 16. asırda yaşayan Kul Himmet için, Tokat ve Sivas kaynaklı cönklerde, çeşitli yollarla elimize ulaşan şiirlerde geçen tarihler ve işaret edilen olaylar, yaşadığı dönemi açıkça göstermektedir. Önemli bir eğitim görmüş, Pir Sultan Abdal'ın dervişlerinden biridir Kul Himmet'in yaşamı ile ilgili son yıllarda yapılan çalışmalardan öte önemli bir bilgi yoktur. Kul Himmet üzerin İbrahim Aslanoğlu(1), Metin Turan(2)ve İrfan Çoban'a(3) ait üç kitap bulunmaktadır. Üçü de Kul Himmet'in tüm şiirlerini içermemektedir. Üstelik Kul Himmet üzerine biri İbrahim Aslanoğlu'na(4) diğeri de Hasan Yalıncaklı'ya(5) ait iki kitap yayımlandığı halde halâ şiirleri kimi yazarlarca kendisinden çok sonra yaşayan Kul Himmet Üstadım'ın şiirleriyle karıştırılmaktadır.(6) İrfan Çoban'ın, 1997'de yayımlanan kitabında bilinmeyen birçok şiirinin su yüzüne çıkmasının ötesinde, Kul Himmet'in: Otuz dokuzda buldum kararım Bir dert ehli hoş yar ararım Sinop'ta yatan Hazreti Bilal'in Hürmeti hakkı için ya Ali medet biçiminde düşürdüğü tarih önemlidir. Çünkü Hicri 939, Miladi 1534 yılına tekabül eder. Kul Himmet'in duvaz biçiminde yazdığı Gül-Bülbül manzumesinin bir dörtlüğünde düşürdüğü tarih de hicri 73, miladi 1564'e denk gelmektedir. Demek ki Kul Himmet, 1534-1564 yılları arasında sanatının en olgun dönemini yaşamıştır. Turgut Koca'nın, Kul Himmet'in yaşamı üzerine "16. yüzyılda yaşamış bir şairdir. Yeniçeri Ocağından emekli olunca, bütün Osmanlı topraklarını köy köy dolaşmıştır. Şiirlerini bu gezginciliği sırasında yazmıştır. Bir ara Hacı Bektaş Dergâhında dervişlik etmiş, mücerret azizlerdendir."(7) ifadesi bizce yanlış ve manidardır. Çünkü Kul Himmet mücerret (hiç evlenmemiş) değildir. İrfan Çoban'ın, Kul Himmet'in torunlarından derlediği aile şeceresini sergileyen ve bugüne kadar bilinmeyen bir şiirinde: Aslımı neslimi diyeyim size Neslimiz Ahmed-i Muhtar'dan gelir Rum diyarına destimi attım Ali sırrı benim kalbimden gelir Evladımın adını koymuşum Şahin Hakka doğru yollar bunlardan gelir Adımı anam, Hüseyin koydu Babam Muhyeddin, İran'dan gelir Ondan sonra adım oldu Kul Himmet Evliya yolu Kırklar'dan gelir biçiminde soy şeceresi kendi ağzından verilmiştir. Tanrı-insan anlayışına şiirlerinde geniş bir biçimde yer veren, şiirlerini yalnız tasavvuf üzerine oturtmayıp farklı konularda da ürünler vererek, sosyal yaşamı da dile getiren Kul Himmet, Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağlıdır. Kul Himmet, asker ocaklı âşık olmadığı gibi Yeniçerililerle ilişkisi yoktur. Anadolu köylüsü olup Görümlü köyünde Kulhimmetliler lâkabı ile soyu sürmektedir. Zorluklar içinde yaşadığı hayatının bir döneminde kaçak olduğu söylenen âşık köyünde vefat etmiştir. Yanık kitap olayı olarak günümüze ulaşan, Kul Himmet'in köyü Varzıl'ın basılıp (1)İbrahim Aslanoğlu, Kul Himmet, Ekin Yay., İst. 1997 - (2) Metin Turan, Kul Himmet, Günorta Yay., Ank. 1994 - (3) İrfan Çoban, Kul Himmet, Gürümlü Kul Himmet Sevgi ve Dostluk Derneği yay. Tokat,1997 - (4) İbrahim Aslanoğlu, XIX. Yüzyıl Alevi-Bektâşi Şairi Kul Himmet Üstadım, Can Yay. 3. bas. İst. 1995 - (5) Hasan Yalıncaklı, Kul Himmet Üstadım Hayatı Şiirleri ve Menkıbeleri, Ank. 1995 - (6) Mehmet Yardımcı, Kul Himmet Üstadım'ın Kul Himmet'le Karıştırılan ve Bilinmeyen Şiirleri, I. Emlek Yöresi Halk Ozanları Sempozyumu, Ank. l6-17 Mayıs l998 (7)Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri, İst. 1990, s.163 zenginliği, öğretici ve düşündürücü yanı edebi yönünün ne denli güçlü oluşunun kanıtıdır. Kul Himmet'im deste gülü elinde Daima zikr eder Hakk'ı dilinde deyişiyle Allah sevgisini, Pirlik âleminde bir güzel gördüm Muhabbette Muhammed'in ismi var deyişiyle Hz. Muhammed sevgisini, Tanrı'nın aslanı sırr-ı velisin Ya Ali mürvettir, mürvet ya Ali deyişiyle Hz. Ali sevgisini, Günahlarım çoktur ümidim sensin Allah medet yâ Muhammed yâ Ali deyişiyle Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali sevgisini dile getirmiş; On'ki imamlardan adap öğrendim deyişiyle de On iki imamın rehberliğinden bahsetmiştir. Kul Himmet'im der ki bu sır Ali'nin Pîrim Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin dizeleriyle de, Bektâşîlik tarikatı açısından Hacı Bektâş Veli'nin önemini işaret etmiştir. Kul Himmet, birçok şiirinde dünyanın güvenilir bir yer olmadığı üzerine toplumsal eleştiride bulunmuştur. Eleştirisinin dozunu arttırdığı da olmuştur. Kul Himmet'im okuryazar Şu cihanı eler gezer dizelerine bakıp, verdiğimiz tüm örnekler göz önünde bulundurulduğunda Kul Himmet'in iyi bir eğitim aldığı ve almış olduğu eğitim sonucunda edindiği engin dünya görüşü ve sevgisini paylaştığı görülmektedir. Bir sözüm vardır tutana Er odur Hakk'tan utana dizelerinde kişiliğinin ve sanatının temel ilkelerini oluşturan ifadeler yer almaktadır. Âşıkların dilinde en çok kullanılan dört kapı kavramına Kul Himmet de şiirlerinde yer vermiştir:(9) Tarikat iman gerek Bir tasdik iman gerek Talip bu dört kapının Varından tamam gerek ailesinin öldürülmesi ve köyün dağıtılmasının tarihini belirleyen belgeler bulunmaktadır. Bunlardan biri: III. Mahmut'un 1576 yılında ihbar edilen Varzıl köyündeki 34 kitaba el konulması, köye getiren ve okuyanların tutuklanması ile ilgili fermandır. Varzıl köyü basılmış ve Kul Himmet'in ailesinin evi aranmış, ancak baskın haberi önceden öğrenildiği için kitaplar toprağa gömülüp üzerine büyük bir ateş yakılmış, bu şekilde hem Kul Himmet'in defterleri, hem de kitaplar kurtarılmıştır. Bu olayı İrfan Çoban şöyle anlatmaktadır: "Osmanlı hükümeti tarafından Kul Himmet'in ve yaşadığı köyün ortadan kaldırılıp dağıtılması emri verilmiştir. Bu buyruk üzerine Sivas'ın Tozanlı sancağından Osmanlı askerleri gelip köyü basmış, Kul himmet ailesini kesmişler. Yalnız çok küçük olan bir torununu alıp götürmüşler ve Tokat'a yakın Zodu (Korucak) köyüne yerleştirmişler. Beşinci torunu Yakub'u ise köyden kadının biri fırsatını bulup kaçırarak Ekseri (Eğridere) köyünde saklayıp büyütmüştür. Bu baskın sırasında Kul Himmet'in çocukları babalarına ait kitapları gizlice toprağa gömüp üzerine ateş yakarak kurtarmışlardır. Kitaplardan birisi 'Yanık Kitap' adıyla anılan 'Faziletname'dir."(8) Âşıklar arasında "Makamı sır olan koca Kul Himmet" diye tanınır. Oysa ömrünün son dönemini bugün mezarının bulunduğu Tokat'ın Almus ilçesine bağlı Varzıl (Görümlü) köyünde geçirmiştir. Kul Himmet, henüz hayatta iken büyük üne kavuşan, halkın beğenisi yüzyıllar boyunca artarak devam eden nadir şairlerden biridir. Kul Himmet'in şiirleri incelendiğinde Anadolu'nun ve Türk ulusunun binlerce yıllık birikiminin, inancının, kültürünün, güzelliklerinin, sevgisinin ve yaşam tarzının yoğun bir şekilde göze çarptığı görülür. Şiirlerindeki duygu, anlam (8)İrfan Çoban, Kul Himmet, Tokat, 1997, s. 28-30 (9)Mehmet Yardımcı. Geleneksel Kültürümüzde ve Âşıkların Dilinde Sayılar, Edebiyat Tarihi Çerçevesinde Âşık Edebiyatı Araştırmaları. Ürün Yayınları, Ankara: 2008. s.217 68 Himmet'in dili ise oldukça sade ve halkın konuştuğu öz Türkçedir. Kul Himmet'in bir süre Arapça öğrenim gördüğü, iyi bir tekke kültürüne sahip olduğu, tasavvuf ve tarikata yönelik şiirlerinde sergilenmektedir. Arap hocasına vardım okudum Hatibine dahi küstüm kakıdım deyişi bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Kul Himmet, dilde Yunus'un açtığı yoldan ilerlemiş, halkın dilini en iyi biçimde kullanıp halkın hayatından kesitleri şiirlerinde ustaca yansıtmıştır. Dönemin şartları içinde dili, edebiyat anlayışı, yaşamı, iktisadi ve sosyal hayat bakımından ikinci plana atılan Türkçeyi, Halk Şiirini ve Türk toplumunu şiirlerinde binlerce yılın birikimini kendi zihninde harmanlamış ve halkın sesi olmayı başarmıştır. Kul Himmet şiirlerinde hem tarikat inançlarına hem de aşk, doğa vb. din dışı konulara yoğunlaşmıştır. Şiirlerinde genel olarak tasavvufi konular görülen Kul Himmet beşeri aşkı da şiirlerine konu edinmiştir. Şiirlerinde Anadolu âşıklarının sesini bulmak mümkündür. Çünkü aynı kaynaklardan beslenmişlerdir. Yakuttur yanağın, hilaldir kaşın Şekerdir dudağın, incidir dişin Gezdim şu cihanı yok imiş eşin Bulamadım hüsnüne bahane dilber diyerek sevgilinin güzelliğinden açık bir şekilde bahseder. Felek soldurunca açılan gülüm Ötmez oldu aşk bağında bülbülüm Eğer dostlar sorarlarsa ahvalim Yâr elinde yarası var gönlümün diyerek de çektiği aşk acısını dile getirir. Âşıklar, yüzyıllar boyunca çeşitli nedenlerle yaratılan gerilim sonucu dirlik ve düzen kavgası verip, direnen halkın dili olmuşlardır. Kimileri: Şalvarı şaltak Osmanlı Eğeri kaltak Osmanlı Kul Himmet dört kapının yanı sıra dört kitap ve dört mezhebi de işaret etmiştir: Dinleyip öğüdün almayan kişi Dinin tarikatın bilmeyen kişi Dört mezhep nedendir görmeyen kişi Harap olur nice kuldur efendim Edebiyatımızda On iki imamın adının geçtiği şiirlere “Düvazdeh imam” ya da “Düvaz” denilmektedir. “On iki” sayısı âşıkların dilinde ve telinde en çok dile getirilen sayıdır. Kul Himmet de şiirlerinde “On iki” sayısına yer vermiştir: (10) Gelin vaz geçelim biz bu gümandan Sakın çıkarmasın dinden imandan Şefaat umarız On iki İmam'dan Onların atası Ali değil mi Kul Himmet'in tarikat ışığında beliren insan sevgisini Hacı Bektaş Veli üzerinde yoğunlaştırarak nesnel duruma getirişini, tanrı kavramını bir varlık olan insanla özdeşleştirişini düşünürsek, tüm verilen örnekler ışığında, Kul Himmet'in yedi büyük Alevi-Bektâşî şairlerinden biri olmasının, sanatı sonucunda olduğunu belirtmek doğru bir tespit olacaktır. Kul Himmet'in kimi şiirlerinin dili süslü ve sanatlıdır. Ancak unutulmaması gereken en önemli nokta her şairin dilinin ana kaynağı halkın konuştuğu canlı dildir. Kul Himmet, aldığı eğitim, yetiştiği ortam ve sanat gücünün sentezinde kendine özgü bir dil yaratmıştır. Bu dil 16. yüzyıl Anadolu Türkçesine yaslanan bir dildir. Bir dörtlüğündeki: "Deryanın yüzünde döner üç gemi Yiyelim, içelim sürelim demi Deryanın bekçisi ol Hızır Nebi Ayrılık derdinin dermanı nedir dizelerinde Hızır Nebi, denizlerin bekçisi olarak hayal edilerek farklı bir imge meydana getirilmiştir." (11) Osmanlının zirvesini yaşadığı 16 ve 17. yüzyıllar, hiç şüphe yoktur ki, Osmanlı Türkçesi'nin de en ağır ve ağdalı olduğu zamandır. Bu dönemlerde yaşayan Kul (10)Mehmet Yardımcı. a.g.e. s. 224 (11) Selay Özcan, Kul Himmet'in Şiir Dünyası, Şiirlerinde Gelenek, Etkileşim ve Eğitim, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2011, s. 55 69 Ekende yok, biçende yok Yiyende ortak Osmanlı biçiminde ağır eleştiriler yapmıştır. Kul Himmet de şiirlerinde insanı, toplumu, toplumun aksayan yönlerini ele almıştır. Yürü bre yalan dünya Hiç murat almadım senden Kâh al giydin kâh kırmızı Yönünü dönderdin benden diyerek dünyanın güvenilir bir yer olmadığına dair toplumsal bir eleştiri geliştirmiştir. Kahpe felek bana n'ettin n'eyledin Attın gurbet ele parelerimi Âhirinde beni sıladan ettin Bulunmaz derdimin çarelerini diyerek dünya ve kadere şikâyette bulunmuştur. Talibi Kolu ve Kemterî Kolu Hepimizin bildiği üzere; Âşıklık kollarından, Emrah kolunun kurucusu olan Erzurumlu Emrah Niksar'da yatmaktadır. Yine Edebiyat dünyamızın önemli âşıklık kollarından olan Talibi kolu(12) ve Kemteri kolu da Zile'den yani bu topraklardan doğmuştur. Sefil Kemter deyince aklımıza gelen diğer bir isimde torunu Sadık Doğanay'dır Kemteri kolunun oluşumunda önemli yeri olan ve hepimizin bildiği deyişleri ile gönlümüze taht kurmuş bir aşığımızdır. Evliya Çelebi Tokat'ı “Âlimler ve Şairler” diyarı olarak ifade etmiştir. Âşık Püryani, Âşık Kul Sema-i Baba, Âşık Selmani, Âşık İmamoğlu önemli şairlerimizden birkaçıdır. Yine Talib'in çıraklarından Fedai, İstanbul'da âşıklar kıraathanesinden biri olan Kumkapı Sazlık kahveye uğradığında âşıklardan biri, ünlü Zileli Talibi'yi sorması üzerine; Dediler mevlidin olur nereden Dedim ki aslımız olur Zile'den Dediler Talibi n'oldu oradan Dedim bir Fatiha Aziz İstanbul şeklindeki deyişi Tokat ve çevresinden ne kadar güçlü halk şairlerinin yetiştiğinin önemli bir işaretidir. Tokat'ın edebiyat tarihinde en çok bilinen 1820-1883 yılları arasında yaşamış olan halk şairlerinden Âşık Nuri, Emrah'ın çırağı olduğunu hiç unutmamış ve ustasına saygısını şu dizelerle dile getirmiştir. Enel hak sırrını diyecek kimdir Kanaat lokması yiyecek kimdir Erenler hırkasını giyecek kimdir Nuri vardır Emrah çıraklarından Kul Himmet'ten günümüze kadar Tokat'ta yetişen halk şairleri arasında: Talibi (1745-1813) Fedai, Arifi, Ceyhuni, Iskini, Mevci, Remzani, Raşit, Zefil Necmi, Âşık Sıtkı, Zileli Fikri, (1854-1914), Dabak Hürrem(1850-1915), Âşık Sadık, Fevzi, Sofoğlu, Âşık İsmail, Kul Yusuf, Gulam Haydar. Kâtibi, Nurettin Seyfi, Âşık, Kâmili, Zikriye, Kemferi, Büryan Ana, Tokatlı Nuri (1826-1885), Niksarlı Bedri (1845-1897), Tokatlı Gedai Ali(19. yy), Kemteri, Sefil Edna, Zileli Sadık Doğanay, Semai, Eşrefoğlu, Erzurumlu Emrah (Erzurum'da doğmuş, ömrünün büyük bir kısmını Niksar'da geçirmiş ve Niksar'da vefat etmiştir). Tokatta yetişen Âşıkların ustalarına vefaları ön plandadır Kurusekü'lü Âşık Selmani 1934 yılında Almus ilçesine bağlı Kurusekü köyünde doğmuş, halk edebiyatımızda cinas, taşlama, dudakdeğmez, koşma, vb. türleri çok iyi uygulayan sekizli ve on birli hece veznini fazla kullanan Türk-İslam Büyüklerini öven ve halk kültürünü çok iyi kavramış bir ozanımızdır. Ayrıca, halen genç nesil âşıklar arasında, Ozan Bindebir, Hakiroğlu, İkrari âşık Sancar gibi birçok aşığı saymak mümkündür. (12) Âşıklık geleneğinde KEMTER kolu, “KEMTER'in çırağı Sefil Edna, Sefil Edna'nın çırağı, Sadık Doğanay ve Remzani, dir. Onların çırakları olan Bahri Doğanay, Hakiroğlu, İkrarî gibi âşıklar la varlığını güçlü bir şekilde devam ettirmektedir BEKLEYİŞ Bin şükre kederimi zincirledim bu gece Gönlümde sükûn bulur dilimdeki her hece Seninle düşer benim deli yüreğim zar'a Sonra da mahkûm eder hayali intizara Seninle güz gülleri zaman gelip açacak Seninle doğan güneş ziyasını saçacak Bu bekleyiş belki de vurgun gibi vuracak Belki de gönlümüze prangalar duracak Bu bekleyiş aklıma her an seni düşürür Bu bekleyiş, kalbimi ham potada pişirir. Cemalini görmeye yüzüm olur mu bir gün Matem tutan yüreğe belki olacak düğün Anlatamam halimi sözlerim kısır döngü Sol yanımı eritir içten içe bu yangı Bu bekleyiş mahşeri yaşatıyor her daim Bu bekleyiş bizimle yaşadıkça müdavim Bu bekleyiş üşütür bu bedeni yazında Bu bekleyiş bırakır gönlümü ayazında Seninle gülümserim dağların baharına Seninle gelincikler baş kaldırır yarına Kırılgan sözlerime seni ekledim bir bir Yürekten gelen söze, efkârım oldu kabir Ne bu dil sensiz döner, ne bu yürek sensizdir Toprağa dökülen sır, her biri kefensizdir... Bu bekleyiş vuslata gözlerini yummaktır Bu bekleyiş seninle mutluluğu ummaktır Bu bekleyiş zehrinin damarıma zerkidir Bu bekleyiş gecenin gündüzümü terkidir Seninle ab-ı hayat bulacak gönül evim Seninle cüce kalan bu gönlümde bir devim Seninle güneş doğar seninle yeşeririm Bir seninle sevgili muradıma ererim Hangi yana yüzümü dönsem karşımda durur Kuruyan gözlerimden testisini doldurur. Aşkın melal bakışı sürmesini sürünmüş Tan yeri ağardıkça yalnızlığa bürünmüş Bu bekleyiş bahtıma düşen zorlu yokuştur Bu bekleyiş, umuda pervaz eden bir kuştur Bu bekleyiş sanma ki yüreği kabre sokar Bu bekleyiş mahşerde yine karşına çıkar. Sündüs ARSLAN AKÇA 71 HASRETTEN VUSLATA YOLCULUK Bekir YEĞNİDEMİR karşısındaki hedef büyük bir vuslatsa. Hasret? Daha kime hasret? Hasreti yüreğinde, gönlünde büyütemezsen cüce kalır. Sadece dünya ve dünyalık hasret, kavuştuğunda mutlu, hatta çok mutlu olabilirsin. Ben arzularıma eriştim, buraya kadar, hasretim bitti diyebilirsin de. O zaman da kendini çürümeye terk etmiş olursun. Ancak sen sadece etten kemikten ibaret değilsin. Varlığını, yaratılış amacını düşün. Sen büyük bir varlıksın. Dünya ve ahret arasında köprüsün. Bir ayağın dünyada, bir ayağın gerçek âlemde, farkında mısın bilmem ama sen, büyük ve ulu bir yolun yolcususun unutma. Sen İNSANSIN İNSAN! Ancak, dünyada arzularıma kavuştum der ve yoluna nokta koyarsan kendine yazık edersin. Muhacirîn zümresine dâhil olamazsın. Kalbindeki, gönlündeki asıl hasret sönebilir. Dikkat etmelisin ve onu sürekli üfleyip körüklemeli ve ateşi kor haline, nar hatta akkor haline getirmelisin. Her yanı yangın yerine çevirmelisin ki vuslatın ihtişamına kavuşmalısın. Vuslatın ihtişamı hasretin Hasret ve vuslatı anlamaya çalışırken, vuslatı arzulanan şey nedir? Hasretine katlandığımız şey nedir? Çektiğimiz hasretin karşılığında elde edeceğimiz nedir ki bu hasrete tahammül ediyoruz? Hasret; Ana - babaya hasret Eşe hasret Evlada hasret Vatana hasret Sılaya hasret Hasret, hasret, hasret… Karşılığındaki vuslat ise elbetteki sevindiricidir. Derecelendirmek ise kişinin gönlüdeki terazidir. Terazinin kapasitesi nedir? Otuz tonluk bir tır'ı yirmi tonluk kantarda tartamayız. Ziya Paşa'nın dediği gibi; “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Demek ki akıl terazimizin, gönül terazimizin kapasitesini artırmalıyız. Eğer bir hedefimiz varsa ve bu hedefin 72 büyüklüğü ile doğru orantılıdır. “Bana seni gerek seni” Yunus'ça hasret. Ne güzel… Candan, canandan tereddütsüzce geçiş… Ölümün, dünyadan geçişin sonunda Hakk'a kavuşmak varsa, ölümden korku da yoktur. O kişiye bayram gibi gelir. Hz. Mevlâna gibi… Ölüm gecesine “Şeb-i Arus” denilmiştir. Öyle ki ölüm günü onun için düğün günüdür, vuslat günüdür. Çünkü o ölmüyor Hakk'a koşuyor. Ölümü, dünyadan ve sevdiklerinden geçişi, ölümün zorluğunu gözü görecek değildir. Gerçek sevgiye, gerçek sevgiliye kucak açmış koşuyordur. Ayaklar yerden kesilmiştir. Bulutlar üzerinde pür neşe koşmaktadır. Ve işin sonunda Cemalullah'ı görmek varsa işte asıl vuslat odur. Ve de vuslatın en ihtişamlı anıdır. Hasret öylesine büyüktür ki vuslatın şahikalarına ulaştırır. Hani Cennette görmeyi arzuladığımız Rabbimizi görme saadeti. Cennete girmenin de ötesinde Cennette de vuslat özlemiyle tutuşma var. Tüm insanlığın yaratılış nüvesinde gizli olan sır, DNA'sında var olan sır. Görecek miyiz, Allah bilir… Ancak, bize bir Hadis-i Şerif müjdelemektedir. İnşallah cümle Ümmet-i Muhammed ile birlikte göreceğiz. “İnneküm seteravne Rabbüküm, kemâ teravnel kamere leyletel bedri, kemâ teravnehâ.” “Ayın on dördüncü gecesi kameri (ayı) nasıl görürseniz, Rabbinizi de öyle aşikâr göreceksiniz!” Cennet ehli, cennete dâhil olduğunda Hak Subhanehu ve Teâlâ Cemâl ile Kemâlinden Kibriya perdesini kaldırıp; “Ene Rabbükümül âlâ: İşte görmeyi arzuladığınız Rabbiniz benim.” diyecektir. İşte bu yüzden rabbimize ne kadar şükretmeliyiz, sevgili Habîbullah'a ne kadar ne kadar salât-ü selâm okumalıyız değil mi? Sevgili canlar yüreğimizi kalbimizi hasrete, büyük hasrete alıştırmalıyız. Geç değil, hemen başlamalıyız. O, büyük vuslatın şahikalarına ulaşmak için hasreti büyütmeliyiz gönlümüzde. Gerçek vuslata, büyük vuslata erebilmenin yolu ise Kur'an-ı Kerim, sevgili Peygamberimizin sünneti ve gerçek İslâm'da gizlidir. Gerçek İslâm'ı yaşarsak ki inşallah o büyük vuslata ereriz. Ne duruyoruz? Hemen yola koyulmalı değil miyiz? Allah yar ve yardımcımız olsun… 73 DÜŞ TE GÖR Hele bir ayağın kaymayıversin, Seni kaldıracak kol bulamazsın. Bir zamanlar kenetlenen parmaklar Çözülürde, avucunda el bulamazsın. Diken olur büyüttüğün goncalar, Koklamaya bile gül bulamazsın. Senin için yaş akıtan gözlerden, Muhabbetle bakan iz bulamazsın. Bir yudum sevgine muhtaç olandan, Aylar geçer, bir selam alamazsın. Bir vakitler kucaklarda yatarken, Başını koyacak diz bulamazsın. Kiminin vefası üç beş gün sürer, Altı ay olmadan yalnız kalırsın. Sen ölme yâr ben öleyim diyeni, Aylar sonra yanında bulamazsın. Düşte gör var mıymış dostun yârenin, Çoktan vazgeç, o gün az bulamazsın. Sarılıp boynuna ağlayan güzel, Acep öldü mü ki, söz duyamazsın. Efkârlanır yazar söylersin amma, Eşlik edecek bir saz bulamazsın. Yollar bayır olur, kıvrım hem de sarp, Hep yokuş çıkarsın, düz bulamazsın. Hayatın çevrilir sonbahar kışa Çok arar, ilkbahar yaz bulamazsın. Görünüşte sende yaşarsın ancak, Hayatta kalmaktan haz alamazsın. Bir kuru nesneymiş dostluklar meğer Kabuğu yırtsan da öz bulamazsın. Nihat AYMAK O BENiM GAZi DEDEM… Şerare KIVRAK 1896'lı yıllarda başlayan hayatına, altı devri sığdıran yüce yürek: MEHMET KEMAL ÖZDİLEK 74 yılmadan, azimle on-on iki yaşlarında KOYU HAFIZ olarak başarılı bir sonuca ulaşır. Bu dönemlerini kendi ağzından bire bir dinlediğim şekliyle aynen geçiriyorum. “... Bağlarda yol yok, araba yok. At, eşek bulabilirsen şehre inersin yoksa tabana kuvvet. Babam bana bir eşek aldı. Bir iki sene onunla gittim geldim. Bir gün bağların yanından geçen dereye öyle bir sel geldi ki beni yolda yakaladı. Söğütlere tutunarak kurtuldum ama eşek sele gitti. Kaldık yayan. Ağladım, üzüldüm. Soğuklar başlayınca camide yatıp kalkıyorduk artık. Bir gün sabah erkenden bağdan çıktım camiye ulaştığımda daha açılmamıştı. Kapının iç tarafına oturdum müezzini bekliyordum. Uyku bastırmıştı iyiden iyiye. Caminin karşısındaki türbeden kırmızı giymiş birisi bana doğru geldi, yanağımı okşayarak, “Uyuma, kalk oku.” dedi. Silkinerek uyandım. Her yanım buz kesilmişti. Çevrede kimse yoktu. Kulübe kapısının örtülüp, zerzesinin sallandığını gördüm. Oysa pek girilmeyen bir yerdi. Az daha uyusam donacakmışım. Müezzine anlattığımda gülümsedi ve bana O, Osmanlının son padişahını, Meşrutiyeti, işgal günlerini, Atatürk'le Çanakkale zaferini, Kurtuluş savaşını ve Cumhuriyeti yaşamış bir gazi, bir öğretmen, bir baba, bir dedeydi… O, “Önce Vatan” diyen cesur yüreklerdendi! Mehmet Kemal ÖZDİLEK. Canım annemin babası. Ona Muallim Efendi veya Koyu Hafız Mehmet Efendi de derlerdi. Namık, Nadir, Nafiz ve Atıf dört oğlan ile Sebahat Bilgiç bir kız evlat babasıydı. Tokat KAT KÖYÜ kökenli olmasına rağmen orada hiç kalmamış. Katlı Ahmet Efendinin oğlu olarak bilinir. Büyük Dede Ahmet Efendi köyde kalmayı istemediği için şehre yerleşme arzusundadır. Bu yüzden sevdiği kadınla evlendikten sonra şehre götürmek için zaman bekler. Büyüklerden izin çıkmayınca bir gece eşiyle birlikte şehre kaçmaya karar verir. Eşeğe yükledikleri üç beş parça eşya ile ay ışığında Tokat'ın yolunu tutarlar. Evin önündeki arktan atlayarak ses yapmasın diye iri yarı Ahmet Efendi, eşeği kucakladığı gibi arkın ötesine geçirir. Tutarlar Tokat'ın yolunu… Örtmeliönü Mahallesi girişindeki çıkmaz sokakta bir ahşap eve yerleşirler. Köyden gelen yiyeceklerle geçinirler. Yıl 1896… Mehmet Kemal adını verdikleri oğulları dünyaya gelir… Dedemi dinleyelim… “…. Aklım erdiğinde bu evdeydik. İki katlıydı. Araları açık tahta merdivenleri vardı. Bir gün annem aşağı taşlıkta salça pişiriyordu. Merdivenden aşağı yuvarlandım. Salça leğeninin içine düştüm. Henüz kaynamamıştı ama yine de oram buram dağlanmıştı. Tepemden aşağı soğuk suyu aktardılar beni suya bastılar…” Bir yıl sonra ölen annesi dedeme çok sorumluluklar yüklemiş, Baba Ahmet Efendi ikinci evliliğini yapmış, Ahmet ve Osman adında iki tane çocuk olmuştur. Bunun üzerine Ahmet Efendi Kaşıkçı bağlarından bir bağ tutup oraya taşınırlar. Okuma özlemiyle yanan dedem her zaman kendini yetiştirmenin şartlarını zorlar. Altı, yedi yaşlarındadır. Ali Paşa Camisinde hafızlık derslerine başlar. Yazın sıcakta, kışın soğukta gidip gelmek oldukça zor bir durum yaratmaktadır. Lakin o 75 “Hafız Kemal kimseye anlatma bunu emi.” dedi. Yıllar sonra bu ilahi olayı dedem bizlerle paylaştığında maneviyat güzelliğini de yaşıyorduk onunla… Kimdi diye sormadıkta zaten. Yorumu bizlere bırakmıştı… Her geçen yıl dedemi olgunlaştırırken okuma özlemi de kamçılanmıştır. Onun amacı Sivas'ta Eğitim Yurdu adındaki okula giderek öğretmen olmaktı. Ülke meşrutiyet dönemini yaşıyordu. Belki zor günlerdi. Baba o okulların gâvur okulu olduğuna inanmış 'asla' diyordu. Ne var ki üvey anne babasının gönlünü yapmış izin çıkmıştı. Sivas'a. Bire bir dedemin anlatımıyla: “… Babamın gönlünün olduğunu duyunca Sivas'a gittim. Üstümde sekiz mecidiyem vardı. Biriktirdiğim paralarımdı bunlar. Okulu bulup kayıt oldum. Hemen de başlattılar. Tokat'a çok sık gelemiyordum. Her gelişimde saat kulesinin biraz yükselmiş olduğunu görüyordum. “Padişah Efendimiz adına yapılıyormuş” diyorlardı. On altı, on yedi yaşlarındaydım. Derslerim çok iyiydi. Bir gün okula gelen bir haberle hayatımız değişti. Askere alınacağımızı öğrendik. Hurra… Kendimizi askerliğin içinde bulduk…” Dedem bunları anlatırken, aile ferleri bunları can kulağı ile dinler, misafirlere ikramlar geçilirdi. Duygulanır, sesi titrer ve derin derin iç çekerdi. Sorular gelirdi ara ara. -Nereye götürdüler sizi muallim emmi? (Akrabaları ona hep “muallim emmi” derlerdi. Sevgili eşi, anneannem ise hep “muallim Efendi” diye çağırırdı.) O, sesi yükselterek tekrar anlatmaya başladı… “Daha on sekiz yaşındaydık. Nereye olacak; Çanakkale'ye… Kâh yayan, kâh trene binerek zorlu yolculuklar yaptık. Herkes on beş, yirmi yaş arası tığ gibi gençti. Büyük muharebelerin olduğu belliydi. Her yer toz duman, kan revan içindeydi…” Anlatırken gözleri kısılır, sesi tekler derinden bir “ah” çekerdi hep. “… Conkbayırı'nda harp ediliyordu. Sekizinci tümen, 24. Alaydaydık. Tepe yamaçlara gâvur çakıl taşı dökmüştü. Asker tüm çabasıyla yamaca tırmanıyor ama bir türlü tepeye ulaşamıyorlardı. Gerisi, geri aşağı kayıyordu. Etrafımızda kollar, bacaklar savruluyordu…” Ağlamaklıydı… Ellerini duaya açarak derinden iç çekerek başını iki tarafa sallarken “Allah o günleri bir daha yaşatmasın…” der, biz de bir ağızdan “Âmin” diye bağırırdık. “… Kıyamet kopuyordu. Elimize verilen tek kırma tüfekler yetmiyordu. Artık süngümüzü kullanıyorduk. Hücum halindeydik ki bir şarapnel parçası sol böbreğimin üzerinde patladı. Acı hissetmedim ama kanıyordu. Belimdeki palaskayı çıkarıp yaramın üstüne sıkıca bağladım…” -Dede yarana bakalım! diye üzerine düştüğümüzde belini açarak ve bozuk düzen bir görüntüdeki tenini okşardık hepimiz. 76 Milli Kütüphane Tahran “Dur! Henüz değil. Bekleyin sırası gelecek. Mustafa Kemal Paşa öyle her zaman zırt pırt karşına çıkmaz. Komutanlarıyla görüşür, komutanlar da bize iletir. Çünkü düşmanı çok. Kâfirler onu öldürmeye bile çalıştılar…” Bu anlatımlardan birçoğuna misafirlerde tanık olurken odanın içinde duygu seli yaşandı. İşte bire bir özel olarak kendinden dinlediğim hatıralarından birisi…(1966) “… Batı cephesinde çok kanlı savaşların olduğunu duyuyorduk. Çokta sağlıklı haberler alamıyorduk ama İsmet Paşa'nın zaferlerini işitiyorduk. Bir sabah bizi yine trene bindirdiler, ver elini Ankara… Gazi Paşa Millet Meclisini açmış artık savaşı o yönetecekmiş. Padişahın, Sadrazamın emirlerine de uyulmayacakmış…” 23 Nisan 1920'nin güzelliklerini yaşıyordu Gazi Dedem… “… İsmet Paşanın komutasındaki Batı Cephesinde muhabereler çok kanlı geçiyormuş. Ankara'ya geldiğimde top seslerini duyuyorduk. Ordumuz zafer kazanıyordu ama askerin yorgun ve bitkin olduğu haberi de geliyordu. İşte bizi orduya destek için getirdiler. Ankara'dan, Afyon'a kadar bir hat oluşturduk. Yayan, aç, susuz, uykusuz yürüdük o hatta…” Dedem yine duygulanmış, iç çekiyordu. “… Ahh! Çocuklar ah! O SAKARYA IRMAĞININ kıpkırmızı aktığı şu gözlerimle gördüm. Ne kötü günlerdi o günler. Memleketin kıymetini bilin. Onu kem gözlerden koruyun…” der gözlerinden yaşlar aktığını görürdük. -Dede neden, ağlıyorsun? dediğimizde - Ağlamıyorum, gözüme çöp kaçtı da ondan… der herkesi güldürürdü. 26 Ekim 1966 Cumhuriyet Bayramı arifesindeydik. Afyon savunması ödevimdir. Dedem en güzel canlı kaynaktı benim için anlatıyordu. “… Düşmanın ilerlemesini durdurmak lazımdı. Biz tahsilli olduğumuz için subay görevindeydik. Birliklerimizle Afyon'un güneyine sarkmamız istendi. Dört yüz kilometre yol aldık. Yayan olarak. Ayaklarımızın altı patlamış. Yaralarımıza tütün basıyorduk. Birlik Afyon yakınlarına Dedemin her anlatımı tarih, her kelimesi savaş günleriyle doluydu. Gerçekle yüz yüzeydik belli ki… “… Daha sonra bizi KAĞIZMAN'A gönderdiler. Oradaki çetelerle baş etmek için. Cihan Harbi çıkmış herkes canı başı derdindeydi. Moskof'a karşı ERZURUM, ŞARK'I koruyacaktık. Almanların yanında savaşıyorduk ama kimse bu durumdan memnun değildi. Bir sürü cepheler açılmıştı. Biz doğu cephesinde KAZIM KARABEKİR'İN tümenindeydik… O vakitler Osmanlının ekmeğini yiyen birçoklarının kıçı kalkmış, isyanlar, ayaklanmalar ard arda geliyordu. Almanlar bir zaman sonra yenilmişti. Onlarla birlik olduğumuz için bizde yenik sayıldık.( bu anlatımları, bire bir dinlediğim gibi naklediyorum) Sabahın bir vaktinde Kağızman'daki birliklerin Erzurum'a kaydırılacağı haberi geldi. Silahımızı, tüm askerleri malzemelerimizi kışlada bıraktık. -Padişah emri böyle dediler. Erzurum'a geldik. Karabekir Paşa çok üzgün ve sıkıntılıydı. Ne babayiğitti be! Bize bir konuşma yaptı. Osmanlının durumunun çok kötü olduğunu, bir mütareke yapıldığını ve kendinin bir mütarekeye riayet etmeyeceğini söyledi. Şimdilik herkesin memleketine gidip kendinden haber beklemelerini tembihledi. Bizler de memleketimize geldik...” Dedemin bu anlattıkları zaman içerisinde tarih kitabı oldu bana. O, Mondros Ateşkes antlaşmasının ağır şartlarını yaşıyordu belli ki! “…Epey sonra Kazım Karabekir paşanın emri ile bizi tekrar askere çağırdılar. 15. Kolordu Komutanlığına gidecektik. Sivas'a, oradan Erzurum'a geçtik. -Mustafa kemal geliyor! dediler. Amma lakin büyük bir gizlilik, telaş ve heyecan mevcuttu ortalıkta. İzmir, İstanbul işgal edilmiş, Paşa toplantılar yapıyor, komutanlar da bize iletiyorlardı. Paşa askerin güçlenmesini, halkın birleşmesini istiyordu…” Dedemin etrafında, ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle izliyor, ara ara sorularda yöneltiyordum. -Atatürk'ü görebildin mi dede? dediğimde elini kaldırarak. 77 gelmişti. Asker susamış, dudakları çatlamıştı sıcaktan. Gazi Paşa da AKŞEHİR'e gelmişti. Bir şeyler olacaktı olmaya… Orduya gizli emirlerle gelen haberde hazır olunması isteniyordu. Emirler çok gizli olarak birliklere ulaştırılıyordu. “tTarruza hazır ol ve bekle” deniliyordu. Bir gün sonraydı ki sabah erkenden Taarruza başlayacaktı. Ve bu bir emirdi. 26 Ağustos sabahı top sesleriyle birlikte hücuma geçtik. Düşman neye uğradığını anlayamamıştı. Şaşkın halde her şeyi ni bı rakı p ka çmaya başl a mı ştı . Beklenmedikleri anda avlanmışlardı. (Dedemin tabiri ile) tasını, tarabasını bırakmış Uşak yönüne kaçıyorlardı…” Herkes bir şeyler soruyordu dedeme. Lakin o öyle havaya girmişti ki o günleri aynen yaşıyor ve anlatıyordu. “… Asker susuz ve açtı. Kesin emir vardı. Hiçbir yiyeceğe ve içeceğe dokunulmayacaktı. Zira düşman kaçarken her şeye zehir katmıştı. Yunan'ın müstahkem mevkileri (dedemin tabiri ile) tek tek ele geçiriliyordu. Asker mısır tarlalarına dalıp mısırları koçanlarıyla yiyerek susuzluk ihtiyaçlarını az da olsa gideriyorlardı. Tınaztepe'ye kadar geldik. Burada düşman son çırpınışlarıyla tekrar saldırıya geçti. Tepemizde yağmur gibi kurşun akıp gidiyordu. Başımızı siperden dışarı çıkaramıyorduk. Ön siperde bir askere elimi kaldırdım “yere yat” diyecektim ki, bileğimden kahpe kurşunu yedim. Vurulmuştum.” Sol eliyle sağ bileğini asıp bu izleri gösterdiğinde o bilekleri sarılarak öpmeye başlardık. “Çanakkale'de kıçımı öpen düşman kurşunu, Afyonlarda bileğimi boş geçmedi ama bu bileği bükemedi…” der gülümsetirdi bizi. “.. Düşman kuvvetleri yardım almadan bir şeyler yapmalıydık. Çünkü her an düşman yardım alabilirdi. 30 Ağustos sabahı iyice çığırından çıktı savaş. Göğüs göğse savaşıyorduk artık. Ama bu yetmiyordu. Bunlara daha ağır bir sille anlatmalıydık ki unutmasınlar hiç. Tam bu sırada geldi o tarihi emir… -ORDULAR! İLK HEDEFİMİZ AKDENİZDİR İLERİ! Ey gidi Fahrettin Paşa eyy! Süvarileri ile düştü gâvurun ardından…” Dedem bunları anlatırken ayağa kalkıp sanki emri kendi vermişçesine heyecanlanarak, ağlamaklı sesiyle bağırırdı. Biz dinleyenler alkışlar, sevinçle coşardık. O, devam ederdi. “… Gazi Paşa ÇAL köyü yakınlarına karargâhını kurmuştu. Yaralı subayları Çaldırana getirmişti, ben de gittim. Karargâhta doğu cephesine tanıdığım Kazım Karabekir, İsmet Paşa, Nurettin Paşa vardı. Bizi ayakta karşılayan Gazi Paşa cesur, kararlı ve ümit dolu bakışlarıyla, -Geçmiş olsun Mehmetler! Nasılsınız? dedi. Yaralarımızın önemsiz olduğunu, sıhhiyelerin tedavi ettiğini, ağır yaralıların daha gerilerdeki bakım çadırlarına taşındığını söyledik…” O ne? Dedem yine ağlıyordu! “Ne büyük bir komutandı o çocuklar. Bakışlarını üzerime çevirdi. Bana doğru yöneldi. Sarılarak alnımızdan öptü ve sırtımızı şefkatle sıvazladı. -İzmir'e kadar dayanın. Yüce Allah sizin yardımcınız olacaktır…” dedi Derinden bir iç geçirdi ve gözleri adeta duvardaki resim'e kilitlendi. “ Ah çocuklar ahh! Onun gibisi daha imidünyaya gelmemiştir. (imidünya kelimesi dedeme aittir ve tüm dünya anlamındadır.) “…Uşak'a girdiğimizde Uşak yanıyordu. Düşman kaçarken yakmış zulmetmişti. Karnındaki bebeği süngü ile çıkarılmış analar, ağaçlara asılmış, dedeler, kurşunlanmış genç kızlar gördükte. İzmir'e yaklaşıyorduk ki Yunanlı Komutan TRİKOPİS'in esir alındığını öğrendik. Asker daha çok galeyana geldi. İzmir'e bağlayan devlet, onu gazilik madalyası ile de onurlandırmıştı. Ne yazık ki bu madalyayı kaybetme şansızlığını da yaşadık. Dedem aramızdan ayrıldığında öğretmen okulu son sınıftaydım. Ne yazık ki öğretmen olduğumu göremedi. Yukarıdaki anılar zaman zaman kendinden bire bir dinlediğim, not tuttuğum, uzun kış gecelerinde, tel helva eğlencelerinde akraba ve dostlarına anlattığı, bayram günleri coşan duygularının anlatımıdır. Tereddüt ettiğim olay akışına bazen anneme ve küçük dayım Atıf ÖZDİLEK'E başvurduğumda anıları yerli yerine koyma şansını yakaladım. Onun aile efradını “BÖLÜK KALK” diye uyandırdığı günleri hasretle arıyorum. Çünkü bu çağın onun ruhunda iz bırakan dönemleri yaşaması, yaşarken de bizlere mesaj vermesi bakımından çok önemliydi. Çünkü O, Gazi Paşasının, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün öğretmeni Cumhuriyetin aziz neferiydi. Ruhun şad olsun GAZİ DEDEM! Seninle onurlu ve gururluyuz! girdiğimizde İzmir de yanıyordu Konağa çekilen Türk Bayrağı coşkumuzu daha da artırdı. Aç kaldık, ağaç yapraklarını, otları hatta tarlalardaki nebatları, kaplumbağaların yarı pişmiş etlerini, hatta ölen süvari atlarının etlerini paylaşıp yediğimiz günler artık geride kalmıştı. İki yıla yakın ailemden uzaktaydım. İzmir'e girdiğimizde denizin yüzü gâvur dölleriyle doluydu. Bağırıyorlar, yardım istiyorlardı. Deniz mahşer yeriydi sanki. Kocaman bir gemi gelmiş toplayabildiklerini, toplamaya çalışıyordu. İzmir kurtulmuştu!” İşte benim GAZİ DEDEM On yedi yaşında başlayan askerlik hayatı yirmi sekiz yaşında sonlanmıştı. On bir yıl savaş meydanlarında geçen bir ömür. On yedisinde Çanakkale savaşları ile tanışmış, devamı olan İstiklal Harbini bire bir yaşatmıştır. Savaş sonrası memleketine dönmüş 1923'ün 29 Ekiminde Cumhuriyetle kucaklaşmış onu yudum yudum eşi ve evlatlarına yaşamış yaşatmıştır. Cumhuriyet'in getirdiği güzelliklerin baş savunucusu olurken. Gazi Paşanın emriyle yarım kalan öğretmenlik hakları verilmiş 1934-35'li yıllarda Tokat GÜLÜT köyüne tayin olmuş. Başarılı olunca da SİNOP, BOYABAT'A görevlendirilmiş. Ailesiyle Sinop'a giden dedem bir müddet sonra Gazi Paşanın ölüm haberini almış yıkılmıştı. -Paşamın ölümü yüreğimizi yaktı. En büyük Türk'ü kaybettik! der hüzünlenirdi. 1939 depremiyle yıkıntılar altından çıkan dedem ve ailesi Tokat'a dönerler. Muhat, bugün ki adıyla Çevreli köyüne atanır. Birkaç yıl da burada öğretmenlik yapar. Daha sonra öğretmenliği bırakarak hafızlığa başlar. Bir müddet sonra da köşesine çekilerek çok güzel hat sanatıyla uğraşır. Çıradan, kamıştan yaptığı kalemleriyle en güzel yazılar elinde şekillenirdi. O, hep Mustafa Kemal'in, yeniliklerini anlatırken, evinin duvarında asılı iki resimle her şeyi anlatırdı. Biri Gazi Paşası, diğeri İsmet Paşasıydı. Biz torunlar o resimlerin altında büyüdük hep. 73 yıla sığdırılan bir ömür. Öğretmenlik maaşı BİRLİK Mazluma mağdura ırkı sorulmaz; Kerkük de bizimdir, Gazze de bizim. Birlik olmayınca ortam durulmaz Türkistan da bizim, Bosna da bizim. Zalimin zulmüyle kor ateş düşer; Zindana düşenler acıyla yaşar. Bu millet şahlanıp dağları aşar Karabağ da bizim, Musul da bizim. Birlik vakti şimdi, kardeş olalım; Kenetlenip artık dirlik bulalım; Nefreti terk edip aşkla dolalım; Kafkasya da bizim, Bağdad da bizim. Zalimlerle olma sonsuz yanarsın; İnanan insansın billur pınarsın; Cennet'te Kevser'le doyar kanarsın; Medine de bizim, Mekke de bizim. Alİ ÖZKANLI 79 TADIN DAMAĞIMDA KALDI Ak, ırmak, ak! Bereketli, Yeşilırmak! Bereketini, Kazova'ya, Amasya'ya, Suluovaya Kalbime, mürenbağıma dök. Ak, ırmak, ak! Bereketli, Yeşilırmak... Tekeli Yaylası'ndan beri, Hubyar Dede'den beri, Güzel Almus medeniyet cevheri, Sula yangın toprağı, Elma, erik türlü meyveleri... Kuşburnu, iğde ve söğütleri... Sevgiye, sevdaya hasret yürekleri... Ak, ırmak, ak! Sağını solunu selamlayarak. Bereketli Yeşilırmak, Üstüne mavi çarşaf sermişsin. Danişment'li, Polat Gazi'li Niksar'ın Canlar alan deli Kelkit'in; Kıyısında Reşadiye kaplıcaların, Vadini şaşırma sakın, Senin endamında, Koyu gölgeli, Gümenek parkın, Sultan fermanlı Hıdırlık köprün, “Hey on beşli...” yanık türkün; Söylenir, dillerde, tellerde... Durmayın, yaman periler, durmayın! Beni renkli rüyalarımda; Yeşilırmak boylarına götürün. Üvez dallarında sallayıp, Boynuma sarı kırmızı çördük gerdanlıkları örün. Ahu gözlü kızlardan buseler topladım... Unutuyor, unutamaz! Damağım, dudağım... Hangi domatesi, patlıcanı isterse kebabın, Ben de isterim, tükense de tâkatım. Ak, Yeşilırmak, ak! Gecende, gündüzünde ak! Billur damlalı Yeşilırmak... İsterim; suyunu avuçlarımla içerek kanmak. Ayrı düşse de mekânım, tükense de takadım, Tadın! Damağımda dudağımda kaldı. Sırrım, gizlim; bilinse de Tokat'ım. Seni unutmayacağım, unutamam! Tokat'ım, Tokat'lım, dostum, ahbabım. Şükrü ÇAKIR 80 Mustafa COŞKUN NASIL BİR ÖĞRETMEN? eğitecek, kim öğretecek? Bu soruya tam bir tanım veremem. Ancak bazı genel özelliklerini verebilirsem her bakan farklı şeyler görebilirse de çerçeveye soyut bir resim yerleştirmiş olabilirim diye düşünüyorum. AKADEMİK YETERLİLİK Öğretmen olarak yetiştirilecek aday insan, temel eğitimden hemen sonra öğretmen yetiştiren okullara alınmalı ve istisnalar hariç yine öğretmen yetiştiren 6 yıllık akademilerden mezun edilmelidir. Son 2-3 yıl danışman-rehber öğretmenler nezaretinde farklı özelliklerde ve bölgelerde uygulamalı eğitimden geçirilmelidir. Böylece öğretmen adayının mesleğini içselleştirmesi sağlanacaktır. 6 yıllık bu eğitimden sonra geniş katılımlı bir komisyon adayın öğretmenlik yapabilmesine onay vermelidir. Tecrübe kazanmak başka şeydir, acemiliğini atmak başkadır. Akademik eğitimin programında alan bilgisi, mevzuat bilgisi, pedagojik bilgi, Türk devlet geleneği, Türk medeniyeti, Türk ve dünya eğitim tarihi, Çağdaş Eğitim anlayışı, proje hazırlama gibi konular mutlaka verilmelidir. İnsanlık, tarihi gelişimin doğal sonucu olarak teknolojinin, bilimin, bilginin doruk noktasını yaşadığı bu günlerde belki de her zamankinden daha çok eğitime –öğretime değer vermek durumundadır. İnsanın bulunduğu yerde en önemli varlık yine insandır. Bu bilgi çeşitliliği içerisinde bilgiye ulaşmak, bilgiyi kullanmak ve bilgiyi yorumlamak daha anlamlı bir hali ifade etmektedir. Mesela klasik anlamda doktor denildiğinde her hastalığın tedavisiyle ilgilenen meslek anlaşılırken sadece göz hastalıkları için şimdilik 12 ayrı uzmanlık alanından bahsediliyorsa gelecek çağlarda kim bilir daha hangi bilgilerden bahsedeceğiz. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin nihai noktada bir insan dokunuşuna, sözüne, bakışına mutlaka ihtiyaç duyulacaktır. İşte tam bu noktada nasıl bir insan ve bu insanı yetiştirecek “Nasıl Bir Öğretmen ?” sorusu cevaplanması gereken en hassas sorudur. Uç örnek olarak bütün kâinatın mahvına yol açacak bir “Bomba!”nın pimini çekip çekmeme iradesini gösterecek insanı kim 81 sokakta velhasıl her ortamda demokratik bir iklim oluşturabilmelidir. Hakkını arayan, yazılı sonucuna itiraz eden öğrenciyi öğle veya böyle cezalandıran bir öğretmen yetiştirdiği öğrencinin sosyal hayata tutunacak elini kırıyor demektir. ÖLÇME DEĞERLENDİRME YETERLİLİĞİ Eğitim hangi amaçla yapılırsa yapılsın başlangıç ile bitiş arasındaki fark ölçülebiliyor olmalıdır. Bu ölçmeyi ilk elden yapacak öğretmen ölçme değerlendirmeyi son bilimsel verilere göre yapabilmelidir. Hala ortaöğretimde öğretmen, öğrencinin ne kadar doğru yaptığına değil neyi yapamadığına not veriyor. Not öcü unsuru olmaya devam ediyor. GÜNCELLENME / İNOVASYON Yenilikçi olmalıdır bir öğretmen. Hiçbir bilgi durağan değildir. Bilgiye hizmet veren asla durağan olamaz. Yeni ve yaratıcı düşüncelere, yaklaşımlara açık olmalıdır. Öğretmen kendini güncellemeli, kendisi bunu yapmıyorsa yapılmalıdır. BİLİMSEL YETERLİLİK Öğretmen bilimsel bir anlayışa, yaklaşıma sahip olmalıdır. “Bizim zamanımızda”, “biz lisedeyken”, “ ben ilkokuldayken “ anlayışları geleneksel anlayışın yansımasıdır. Genelde eskimiş ve köhnemiş bir zihniyettir. Eğitimde gelenekçilik vardır ama tali konumda olmalıdır. Öğretmen bilim insanı değildir ama bilimsel verilerle hareket etmelidir. GÖNÜL VERME YETERLİLİĞİ Diğer bütün ara başlıkları da içine alabilecek yeterliliktir. İnsan birinci unsur olduğu için gönül verilmeden bu işin başarılması mümkün değildir. Devlet memuru mantığıyla asla çalışılamaz. Mesaiyi, dinlenmeyi, benim işim mi'yi vb. düşünen öğretmen olamaz. Olmamalıdır. Özetle İnsanın ruhunu, aklını, gönlünü şekillendirmenin gayreti içerisindeyiz. Aslında insanda var olan bir özelliği ya törpülüyoruz ya da cilalıyoruz çoğu zaman. Öğretmenlik meslektir ama meslekten ötelerdedir. Öğretmen yetiştirecek eğitim kurumlarındaki görevlilerin yetiştirilmesinden başlayarak eğitim mantalitesi sil baştan yenilenmelidir. BEŞERİ (SOSYAL ) YETERLİLİK Adab-ı muaşeret (görgü) kurallarını bilmeyen ve uygulamayan biri öğretmen olmamalıdır. Ütülü bir elbisenin, boyalı bir ayakkabının, çatal bıçak tutmanın anlamını kavramış bir kişilik olmalıdır. Her kesimle, içi sevgiyle dolu bir halde sosyal ilişki kurabilmeli. Her karakterde öğrenci veya diğer ilgililer olacaktır. Öğretmen onları sevgiyle kucaklayabilmelidir. İMAN VE İNANÇ YETERLİLİĞİ Allah korkusu olmayanın hiçbir şeyden korkusu olmaz gerçeğinden hareketle dindar ve temelini dinden alan ahlaki anlayış ve etik değerlere haiz olmalıdır. Millî, manevî ve insanî değerler şahsiliğin önünde olmalıdır. Etik değerler odunu, ağaç yapan değerlerdir. Herhangi bir şey kanunî veya hukukî olsa da etik olmayabilir. SOSYAL STATÜ YETERLİLİĞİ Kişinin değerini yine kendi kişiliği belirler. Sırdaş olması, çevreye saygısı, empatikliği, sempatikliği gibi. Ancak destek unsuru olarak özlük ve sosyal haklar kişinin sosyal statü kazanmasında önemli etkendir. Öğretmen 24 saat, 365 gün, bir ömür öğretmendir. Mesleğini severek yapması bu sürece ivme kazandırır. “Dünyanın bütün çiçeklerini getirin” diyen kaç meslektaşımız var. Bu gün mevcut öğretmenlerimizin tamamına yakını gönülden isteklerine bağlı tercihleri olarak bu mesleği yapmıyorlar. Öğretmen olmaya mecburlar. Böyle bir mecburiyet, mesleğini zoraki yapmak itibarın yitirilmesinin öncelikli sebebidir. Öğretmenlik en itibarlı meslek hiç olmadı belki. Ama sonlarda da yer almamıştı. ADALET VE EŞİTLİK ANLAYIŞI YETERLİLİĞİ Örneklerine sıkça rastlamışızdır. Öğrencinin daha adını bile sormadan velisinin kim olduğu ve neyle uğraştığıyla ilgilenmek bundan sonraki dönemlerde öğrenciye nasıl yaklaşılacağının işaretidir. Not konusunda olduğu gibi öğrenciye sergilenecek tavır ve davranışlar da velinin konumuna göre belirlenmemelidir. Kişiselliğe görelik olmalıdır. DEMOKRATİK YETERLİLİK Öğretmen sınıfta, okulda, evde, 82 SORU EKLERİ VE BAĞLAÇLAR Yavuz Bülent BÂKİLER bağlaçları da ayrı yazılır. Meselâ, “radyolar da söyledi, gazeteler de yazdı” derken buradaki “de” ve “da” ekleri “dahi” anlamındadır ve ayrı yazılır. Yani, “radyolar dahi söyledi, gazeteler dahi yazdı” derken Türkçe ifade bakımından bir yanlışlık yoktur. Bir de bulunma hâli eki olan “deda”, “te-ta” eki vardır ki bunlar “de-da” bağlaçlarından çok farklıdırlar. Mutlaka bitişik yazılmaları icap eder. Meselâ “Limonda C vitamini vardır” veya “Dilde var elde yok” derken burada “de-da” ekleri bulunma hâli ekleri olduğu için veya “dahi” anlamına gelmediği için bitişik yazılırlar. Şimdi burada “de-da” yerine “dahi” kelimesi koyarsak ifade bakımından bozukluk olur. Çünkü Türkçede “Limon dahi C vitamini vardır” denilmez. “Dilde var elde yok” derken, “Dil dahi var el dahi yok” demek istemiyoruz. Buradaki “de-da” bulunma hâli ekidir ve bitişik yazılması gerekir. “Dilde, fikirde, işte birlik” örneklerinde olduğu gibi, “de-te” ekleri bitişik yazılır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir kaide var. Ayrı yazılması icap eden “de-da” bağlaçları hiçbir zaman “te-ta” şeklinde yazılamaz. Meselâ, “Düğüne Ahmet te geldi” diye yazmak yanlıştır. Aynı şekilde “Oğlum Şafak ta oradaydı” cümlesi yanlış söylenmiş ve yazılmıştır. Doğrusu şöyle Burada bana gönderilen birkaç mektup üzerinde durmak istiyorum. İzmit'ten, Teknik Üniversite mezunu, Sayın Fahrettin Gürler, gazetelerde ve televizyonlarda rastladığı “de” ve “da” eklerinin yanlış yazılmasına dikkat çekiyor. İstanbul'dan lise son sınıf öğrencisi Sayın Oğuz Yüce de soru ekleri üzerinde duruyor. Kelimelerden mutlaka ayrı yazılması gereken eklerin bitişik veya bitişik olması icap eden eklerin ayrı yazılması, ya büyük bir dikkatsizliğin veya büyük bir bilgisizliğin ifadesi. Önce hemen belirtelim ki ve bilelim ki bütün soru ekleri, kelimelerden mutlaka ayrı yazılmalıdır. Meselâ: “mı, mi, mu, mü” gibi soru eklerinin şöyle yazılmaları yanlıştır: “Aldımı- Geldimi- OldumuGüldümü” Burada soru ekleri behemehâl ayrı yazılmalı, kelime sonuna da soru işareti konulmalıdır: “Aldı mı? Geldi mi? Oldu mu? Güldü mü?” gibi. Soru eklerine birtakım ekler getirildiği takdirde, onlar da soru ekleriyle bitiştirilerek ayrı yazılmalı ve sonlarına soru işareti konulmalıdır. “Alacak mısınız? Gelecek misiniz? Bulur muyum? Güldürür müsün?” örneklerinde olduğu gibi. “Dahi” manasına gelen “de-da” 83 da” başlıklı yazısında diyor ki: “Ya da” kelimesi 'veya, yahut' yerine kullanılamaz. Yanlıştır. Ancak cümlede, kendinde önce bir 'ya' geçtiğinde 'ya da' kullanılır. 'Erol ya da Mehmet bu kitabı sana verecek' demek yanlış olduğu halde, 'Ya Erol ya da Mehmet bu kitabı sana verecek' cümlesi doğrudur. Çünkü 'ya da'dan önce 'ya' geçmiştir. Bir bağlama edatı olan 'ya da'yı kullanırken çok dikkat etmek gerekir.” yazılacak ve söylenecektir: ”Oğlum Şafak da oradaydı”. “de-da” bağlacından başka “M” bağlacı da ayrı yazılır. Hangi “ki” nin ayrı yazılacağını iyice öğrenebilmek için şöyle bir vurgulama yapılmalıdır: “Ki” bağlacından sonra içimizden bu bağlaca “ni” hecesini ilâve etmeliyiz. Böyle bir ilâve Türkçe bakımından doğru ise “ki” mutlaka bitişik yazılmalıdır. “Ni” ilavesi anlamsızlık, yanlışlık meydana getirirse “ki” bağlacı ayrı yazılmalıdır. Meselâ: “Benimki daha güzel” cümlesinde “ki” ayrı mı yazılmalı bitişik mi? İçimizden “ki”nin sonuna “ni” hecesini eklersek Türkçe ifade bakımından yanlışlık olmaz. Türkçede “benimkini” denilebilir. Burada “ki” bitişik yazılır. “Annem diyor ki: -Çok okumalısın” cümlesinde bulunan “ki” ayrı mı yazılacak bitişik mi? Bu cümledeki “ki”ye içimizden “ni” hecesini eklersek “Annem diyorkini” diye ortaya yanlış bir ifade çıkar. Türkçede “diyorkini” denilmez. Bu bakımdan bu cümledeki “ki” mutlaka ayrı yazılacaktır. Ayrıca her cümlede virgül “ve” yerine geçer. Vürgülden sonra “ve” yazılmaz. “Ve” yazılmışsa virgül konmaz. Bir cümleye “ne” kelimesiyle başlayınca o cümleyi olumsuz bir şekilde bitiremeyiz. Meselâ, “Ne annem ne babam gelmedi” denilmez, yanlış olur. “Ne annem, ne babam geldi” denilir ve yazılır. “Ne annem gelmedi, ne babam gelmedi” diyemez. Ancak cümle başındaki “ne” kelimesini kaldırdığımız takdirde “Annem babam gelmedi” diyebiliriz. Ama cümle başına “ne” kelimesi gelince o cümleyi olumsuz bir kelimeyle bitiremeyiz. “Ne İtalya, ne Almanya, ne Fransa dostumuz değildir” cümlesi yanlıştır. “Ne İtalya, ne Almanya, ne Fransa dostumuzdur” demek lâzımdır. Bir de yanlış olarak kullanılan “ya da” edatı var. Veya-yahud-veyahud edatlarını Arapça-Farsça oldukları için kullanmayanlar “ya da” edatına sarılıyorlar. “Ya da” edatında ise “ya” Farsça, “da” eki Türkçedir. Demek ki “ya da” edatı (bağlacı) karma bir kelime. Türk Dili ve Edebiyatı profesörlerinden Faruk Kadri Timurtaş “ya BİR YUSUFÇUK KUŞUNA Sen ki hüzünler ardı, doğan gönül çiçeğim, Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. Baharları süsleyen, taptaze kır çiçeğim! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. Sonsuzluğa nakşettim, gözlerinin rengini, Aradım bulamadım, emsalini dengini. Bir rastlantı sonunda, gönlüm içerken seni! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. İnci tanesi dişler, resmeder gülüşünü, Ah bir daha görseydim, sana dair düşümü. Ağır ağır izlerken, bu tenin ölüşünü! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. Gölgemden daha yakın, adım adım peşimde, Hülyasına daldığım, o en güzel düşümde, Afak sonsuzluğunda, seni her görüşümde! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. Bilmem layık mıyım ki, şir misali sevdana, Nazlı bir ziya gibi, girsem senin dünyana. Mil çekilmiş gözüme, bura yabancı bana! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. Sen tarifi imkânsız, sen sonsuz gibi bir şey, Dahası, heves değil, sana duyduğum bu şey. Sen yazgımda kaybolmuş, andım kaderim her şey! Bir yusufçuk kuşuna, fısıldadım ismini. . . Yunus YILMAZ 84 ÖMÜR TÖRPÜSÜ Zannetme sözde kalır bu gönlümün firakı, Gönlüm izin verince dilim sustalı çakı. Kim demişse doğruymuş ''sabrın sonu selamet'', Ufkumda güneş doğdu görünüyor alamet. Madem yetmedi sevgim madem sen oldun kıyan, Hani ömür törpüsü hani ömüre ziyan, İnsanlarla karşılaş haklı olsan da ezil. Ahvali senden başka gören herkese ayan, Kişilerle düşüp kalk bütün çevrene rezil, Olarak utancınla yalnızlığa talim et. Dert çekme kurasına bir değil bin kez yazıl. Sırtında kambur olsun ağır gelsin kul hakkı, Zalimin zulmü varsa garibi korur Hak'kı. Yaz günü kar mı yağar, dilerim ki farazi, Buz tutsun biçilirken ektiğin her arazi. Düşmanların saf tutsun güvendiğin cenaha, Katmer katmer pişman ol aldığın cümle aha. Kırdığın kalpler kadar hatta daha çok üzül, Gırtlağına kadar bat af olmayan günaha. Hak katında utançtan eğip başını büzül, Günahın ağır gelsin tartamasın terazi. Cehenneme odunluk ayrılanlarla dizil. Ayırmasın gözlerin ne karayı ne akı, Yaşarken duman sarsın dört yanında afakı. Yıldız TOKSÖZ 85 Mahir ADIBEŞ DAĞLARI ÖZLEYEN ADAM: VAHAP AKBAŞ'IN ARDINDAN karanlıkta zor fark ediliyordu. “Çorlu'da küçük bir bahçem var,” demişti, “Boş kaldıkça orayla uğraşıyorum.” Otobüsümüz Siirt'e doğru hızlandı. Şairi, gecenin karanlığı, Batman yol ayrımında saklamıştı… Elimde benim için imzaladığı “İnşirah” adlı şiir kitabı, bir o yana çeviriyorum bir bu yana. İçimde bir sıkıntı var… Bugün haber geldi (15 Kasım 2014) Vahap Akbaş öldü!.. Merhuma Cenab-ı Allah'tan rahmet ve mağfiret, ailesine, yakınlarına ve bütün sevenlerine sabır ve başsağlığı dileriz. Mekânı cennet olsun. Şair öldü, şiirleri öksüz kaldı… Yorgundun şair, o gece fark ettim… Bahar mevsimi, saatler gece yarısını gösterirken otobüsümüz Batman yol ayrımında durdu. Vahap Akbaş, “Anamı gelmişken göreyim. İki gün sonra Diyarbakır'da size katılırım,” dedi. Anam dediğinde gözleri buğulanmıştı. O sırada yan yana oturuyorduk. Anasının sağ olduğunu o zaman öğrendim. Bizden bir şey saklıyordu, ısrar ettim söylemedi. “Yorgunum,” dedi, başka söz ağzından çıkmadı. Dışarıda ince bir yağmur yağıyor ama Vahap Ağabey aldırmadı. Otobüsten inerken bize doğru bir tebessüm yolladı. Bahar yağmuru onu usul usul ıslattı, dönüp bakmadı. Yürüdü yol ayrımına doğru, 86 Artık o küçük bahçeyle birazda başkaları oyalansın… Dağı Özleyen Adamın Şiiri açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ sakın sorma bana neden sevdiğimi gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın pelit ağacını yağmuru karı gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini ve fırtınayı bile yalnızlığı ve korkuyu bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ Şiir, hikâye, roman, deneme ve biyografi dallarında birçok eser veren Vahap Akbaş, Çorlu'daki evinde hayatını kaybetti. Akbaş'ın cenazesi öğle vakti Çorlu Garaj Camisi'nde kılınan namazın ardından memleketi Batman'a götürülüp toprağa verildi. Vahap Akbaş, 1954'te Batman'da doğdu. Batman Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun olan Akbaş, Çorlu'da 1977-1985 yılları arasında öğretmen, 1985-1993 yılları arasında da Milli Eğitim şube müdürü olarak görev yaptı. Akbaş, Çorlu Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi'nde öğretmenlik yaparken isteğiyle 2001'de emekli oldu. İlk yazısı 1978'de Hisar dergisinde yayımlanan Akbaş'ın şiir ve yazıları, Türk Edebiyatı, Mavera, İslami Edebiyat, Kandil Çocuk, Gül Çocuk, Selam, Düş Çınarı, Yağmur, Umran, Külliye, Berceste, Gonca, Yeni Devir, Türkiye gibi dergi ve gazetelerde çıktı. Akbaş, 1993 ve 1994'te 15 sayı yayımlanan Nisan Bulutu dergisinin genel yayın müdürlüğünü yürüttü. Akbaş, 1982'de “Efgan” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği'nce “yılın şairi” seçildi. 1984'te “Alevler ve Güller” ile Sedat Yenigün Roman Yarışması'nda ikincilik, 1987'de “Kuş Olsun Yüreğim” ile Türkiye Milli Kültür Vakfı-Gökyüzü Yayınları Çocuk Şiirleri Yarışması'nda üçüncülük ödülü aldı. annem dağ gibi bir köylü kadını sessiz mahzun ama başı dik kararlı yüreğinde kırların bütün çiçekleri ve bütün kuşları gökyüzünün bir yanı çalı çırpı bir yanı süt bakracı başında ak tülbendi ve dağların dumanı ardında bir ben bir kardeşim kuzu ve çocuk kalbimde yüzünden derlediğim deste deste gülüş annem dağ gibi bir köylü kadını babam geride kalmış çok az güllerden fakir ve o kadar âşık fakir ve o kadar mağrur ve o kadar mümin babam da bir dağ / başı yüksek başı karlı dumanlı tipili boranlı sallar geçirmiş deli sulardan büyük yangınlar söndürmüş eşkıya atlatmış hayatın deli akışında yaralar almış umur görmüş ağlamış bozgun görmüş ağlamış Allah demiş ağlamış Muhammed demiş ağlamış babam geride kalmış çok az güllerden açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ keklik ötüşlerinde ve kekik kokularında yuğmuşum kalbimi aklımı sahici ceylanlar dahi okşamışım bakışlarımla onlara eş kızların uykularına mihman olmuşum sakın sorma bana neden sevdiğimi kaya diplerindeki yaşlı badem ağaçlarını ince uzun yoksul keçi yollarını karanlığı geceyi çarşaf gibi sallayan kurt ulumalarını ve dikenleri bile çıyan ve akrepleri bile korkuyu ve yalnızlığı bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ 87 İLKLERİN ADAMI: LOKANTACI OSMAN GÜR 88 Kemal Atan GÜR 1932 Yılında Reşadiye'nin Cimitekke köyünde doğar. Küçük yaşta babası Mehmet vefat eder; annesi Munise Hanım genç yaşta dul kalınca başka bir köye, dul bir adama varır. Giderken en küçük çocuğu, iki yaşındaki Arslan'ı yanında götürür. Babam yedi yaşındadır tüm bunları yaşarken ve ağabeysi Salih 10 yaşındadır. Anasızlık babasızlık zor. Zaman, dünya için Türkiye için zor zamandır. İkinci Dünya savaşı patlak vermiş, kıtlık ve yokluk her yeri kurutmuş. Açlık, bakımsızlık, kimsesizlik. Babam bu şekilde 2 yıl geçirmiş köyünde; aç, sefil ve bakımsız. Her ne kadar akrabalar olsa da, herkesin açlığı kendine yetiyor. Babamın okumaya, okula gitmeye çok hevesi var. Ama okul yok. O zaman belli yerlere okul verilmiş. Cimitekke bu şansını aklı evvel bir muhtar sayesinde yitirmiş. Tarla işlerine bakamaz, hayvan güdemez diye Cimitekke'ye verilen okulu muhtar, başka bir köye itelemiş. Bunu da köye gelip müjde diye bildirmiş; köylüler müjde! Öyle bir iyilik ettim ki size, dua edeceksiniz bana! Cimitekke'ye okul veriyorlardı, çocuklarımızı avara edecek diye istemedim. Attım başınızdan püsküllü belayı! Aynı zamanlarda okul alan köylerden biri olan Kızılcaören'de ahali çocuğunu okutmuş, birçok bürokrat, öğretmen, devlet adamı yetişmiştir buradan. Cimitekke Köyü ise bu süreçten sonra uzun yıllar okulsuz kalmış, kaderine terk edilmiş… Babam, içinde okuma hevesi dokuzuncu yaşını sürerken, köye bir vergi tahsildarı geliyor. Devir 'Milli Şef' devri. Bütün hayvanlardan vergi alınıyor. Köyden birileri, belki babamın akrabaları, diyorlar ki vergi tahsildarına: -Aman Efendi bu çocuk, adı Osman; ana yok baba yok, bir abisi var o da çocuk! Okumak istiyor bu Osman. Hevesi var, kafası çalışıyor. Sen devletin adamısın, bunu götür, okut! Hem sen sevap işlersin, hem o senin işlerinde sana yardımcı olur, sana yaren olur. İkna oluyor vergi tahsildarı. Babamı bindiriyor atın terkisine, getiriyor Tokat'a. Gelene kadar alınan yol o çocuğun, garip Osman'ın gözünde bir roman, devler ülkesine yapılan seyahatin masalı, bir film. İleriki yıllarda bölük pörçük de olsa o yolculuğun kısa hikâyesini çok dinledim. Yazsan bir Yaşar Kemal romanı olur hakikaten. Tahsildar babamı Tokat'a getiriyor ya, ha bugün ha yarın bir türlü okula kaydettirmiyor. Atına çoban ediyor, hayvanını otlattırıyor, evine eksik gördürüyor. Yani azap gibi kullanıyor. Tâki iki sene geçiyor böyle. Ve ölüm kapısını çalıyor tahsildarın, emr-i Hak vaki oluyor. Babam kalıyor ortada. De ki ikinci bir yetimlik!.. Zor da olsa, kötü de olsa kurulmuş olan bir düzen tekrar bozuluyor. kavramı söz konusu değildir. Herkesin üzüm yetiştirdiği bağı ve şaraphanesi var imiş. Ve yanında yetiştiği Ziya Hoca'da kendi yaptığı şarapları satarmış lokantasında. Babam en kritik yaşlarını yalnız geçirmiş, sıcak bir aile yuvasından mahrum kalmış olarak sürdürdüğü meşakkatli hayat yolculuğunda, her hal ve durum aleyhinde olduğu halde, nefsine yenilip bir yudum şarap içmemiştir. Kaldı ki içinde bulunduğu yalnızlığı bahane etse dahi, nefsi, bu boşluğu güle oynaya karşılayacaktır. Meyhaneci Ziya Gök ile olan bu ortaklığı askerliğe gidene kadar sürer. Bu arada köftecilik devam ederken Ağabey dediği ve evinde yıllarca kaldığı Ziya Hoca önayak olur babamı bir Selanik muhaciri olan Raif Demirer'in kızı Muazzez Hanım ile nişanlar. Nişanlı iken babam askere gider. Vatan vazifesinin acemi birliğini Manisa Kırkağaç'ta, usta birliğini de İstanbul'da 1955 yılında aşçılık yaparak tamamlar. Asker dönüşü Ziya Gök'ün ısrar etmesine rağmen ortaklığa devam etmez. Kendi tek başına bugün Aşıkbaba Sucukçusunun olduğu yerde Emniyet Lokantasını açar. Bu lokanta ortasında havuzu da bulunan küçük bir esnaf lokantasıdır ve içkilidir. Dükkânı sağlama aldıktan sonra 1956 yılında Muazzez Hanımla evlenir. Lokantanın tam karşısında bahçeli bir ev alır, tamir ettirir. Evin arka balkonu Ali Sabri Sinemasının yazlığına bakar. Bedava sinema da cabası yani. Mesut mutlu bir yaşamdır onlarınki. İnsan fani dünyada daha ne ister ki; bolluk, bereket, huzur, ağız tadı, hepsi yerinde. Namazlarına dikkat eden bir kişidir, ahret inancı kavi, manevi huzuru da yerindedir. İlklerin Adamı dedim babam için, mesleğinde gerçekleştirdiği bir ilki paylaşayım: Emniyet lokantasını çalıştırırken cesaret gösterip lokantadan içki servisini kaldırmıştır. Yukarıda bahsettiğim üzere o yıllarda içkisiz lokantanın olabileceği bile düşünülmüyorken yapmıştır bunu. Kolay alınmamıştır bu karar. Tereddütlerle alınmıştır; içkiyi kaldırsak işler düşer mi endişesi hâkimdir. Ancak korktuğu olmamış, tam tersine işlerinde büyük atak yapma fırsatları doğmuştur. İçkinin Bu tahsildarın bir yeğeni var: Şefik. Şefik bir lokantada çalışıyor. Çalıştığı lokantanın sahibi Selanik muhaciri Yusuf Ziya Öztunç. Hoca derler namına, babası Behzat Camii İmamı. Hocalığı babasından yani. Bir diğer namı, sağır Ziya, bir kulağı ağır. Şefik, patronuna bir teklifte bulunur: Hocam, dayım iki sene önce Reşadiye'nin Cimitekke köyünden bir yetim getirdi, dayım da ölünce çocuk ortada kaldı, sen bunu yanına al; bağın bahçen var, yerin düzenin geniş, buna kalacak yer göster, hem lokanta işinde çalıştırırsın, hem bahçede çalıştırırsın, işin ucundan tutsa sana kâr, der. Ziya Hoca'nın aklına yatar bu teklif, olur der. Ve böylece babamın hayatında yeni bir sayfa açılır. Yazları Güneşli Mahallesindeki bağda, kışları Behzat Camii karşısında bulunan evde. Yani kâh lokanta işinde, kâh bağ-bahçe işinde çalışır, didinir. Sözün doğrusu azaplık eder Ziya Hoca'ya. Kendisini küçük yaşta yakalamış olan hayat meşakkati sürerken babam okula gitme istek ve inancını hiç kaybetmemiştir. Kendi kendine okuma yazmayı sökmüş fakat ille de okula gitme isteği daima diri kalmıştır. Hatta bu yüzden trajikomik bir küçük serüven de yaşamıştır: Vali'ye durumu anlatıp okula gitme hususunda yardım istemeyi düşünür. Ancak o büyük gösterişli otomobili sürenin mi, yoksa ön koltukta oturanın mı, ya da arka koltuğa binenin mi vali olduğunu çocuk aklı ile kestiremediği için cesareti kırılmış ve boynunu tekrar büküp kaderine razı olmuştur. Zamanın Tokat Valisi zannediyorum Cavit Kınay'dır. Yıllar geçer artık genç bir adam olur. Lokantacı Ziya Hoca'nın evinin bir oğlu sayılır nerdeyse. Evet, hane halkından biridir, Hoca'nın lokantasında çalışmıştır onlarla birlikte ama bireysel hareket etmeyi de gözüne kestirmiştir. Bu defa hayatına başka bir Ziya girer; meyhaneci Ziya Gök. Bir iki teşebbüsten sonra meyhaneci Ziya ile ortak olmayı başarır, askere gitmemiş henüz. Anlaşma şu şekildedir: Osman Gür köfte yapacak, köftesini satacak, parasını bilecek. Ziya Gök meze yapacak, şarabını satacak, parasını bilecek. O vakitler Tokat'ta mevsimlik çalışan Tokat Kebapçılarının dışında içkisiz lokanta 90 yalnız bırakmamışlardır. Varlıklı, ahlaklı bir esnaf, çocuksuz dul bir adam. Niye bekâr olarak devam etsin ki yoluna; m u t l a k a evl eni p ha y a t ı na öy l e y ön vermelidir. Kader karşısına yine bir Selanik'li çıkarır. Hapan esnaflarından zahireci Nazım Kepçe'nin kızı Huriye Hanım. Evlenirler. Yıl 1966. Tekrar aile düzeni kurulur, acısını unutmaya çalışır babam. Fakat kaderin alttan alta ördüğü bir ağ vardır. İlk hanımı Muazzez Hanım'ın vefatından sonra yanlarında yetiştiği Ziya Hoca ve ailesi bu acısına mukabele ederek onu hiç yalnız bırakmamışlar. İşte bu süreçte Ziya Hoca'nın kızı Ayten Hanım ile babam arasında duygusal bir ilişki kurulmuş, ancak aynı evin adamı olma ruh halinden, bu durumun evlilikle neticelenmesinin uygunsuz görüleceği korkusu ile bu aşk rabıtası bastırılmaya çalışılmıştır her ikisi tarafından da… Babamın Huriye Hanım'la evliliğinden sonra da bu hissi muhabbet sürmüş, artık mızrak çuvala sığmayınca babam Ayten Hanım'ı, yani annemi nikâhına almıştır. Babamın Selanik ile bir kader bağı olsa gerek; annemde Selanikli'dir çünkü. Babam annemi nikâhına aldıktan sonra, yani Ayten Hanım'ı Huriye Hanım'ın üstüne kuma getirdikten sonra yer yerinden oynamış, Tokat'ta küçük çaplı bir deprem olmuştur. Yıl 1967, Aralık ayı; ağabeyim henüz 6 aylık. Tokat kırk bin nüfuslu küçük bir taşra şehri! Sakin, sessiz geçerken günler, bir adam; güven veren, ahlaklı, dindar kişiliği ile öne çıkan bir adam, henüz yeni bir çocuğu dünya ya gelmişken, karısının üstüne kuma getiriyor. Gül üstüne gül kokluyor. O sessiz şehirde bir fırtına, bir kasırga! Doğrusu babamın yerinde olmak istemezdim. Eski bir Fransız şarkısı vardır, orada derki: 'Aşkın zevki bir an sürer, cefası ve mihneti ise bütün bir ömre yayılır' Huriye Hanım ve ailesi doğal olarak büyük tepki verirler; henüz dumanı üstünde bir evlilik, kundak da bir bebek, üste gelen bir kuma. Bir evlilik, işin hemen başında çökmek üzeredir. Öte yandan aynı tepki Ayten Hanım'ın ailesince de verilir; kızları, kendi evlerinde azap konumunda yetişen, çocuklu evli bir adama kaçmış, kuma gitmiştir. Nerden tutsan değnek pis! kalkması hususunda diğer esnafa da olumlu örnek olmuştur. Çoğu esnafın bu yönde cesareti artmıştır. Bu ilki anlattıktan sonra tekrar ailesine dönüyorum. Her şeyi, hali vakti yerindedir Osman Gür'ün. Dert üstü, murat üstü. Karısı Muazzez Hanım'ı deli gibi sever, tutkuyla bağlıdır. Lakin çocukları olmaz. Muazzez Hanım çocuk hasretiyle yanar. Bir haber gelir Ankara'dan; Ziya Durmuş Bey diye Ankara Doğumevinde görevli bir kadın doğum uzmanı. Mesleğinde çok yetkindir ve birçok çocuğu olmayan hastaya sebep olmuş, bu özlemlerini Allah'ın izni ile dindirmiştir. Bu ümit dolu haber alınınca ilk muayene için Ankara'ya gidilir. Babamın kayınbiraderi Ankara'da Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu Muammer Demirer. Karşılama, misafirlik ve ilk muayene. Ümit Dolu sözler ve inşallah kendilerine Yüce Allah'ın bahşedeceği bir evladın hayali. Doktor Ziya Bey ameliyat gerekli der, lakin riskli, düşünün taşının ve karar verin. Babamın yüreğine ateş düşmüştür, istemez ameliyatı. Ama Muazzez Hanım ille de bir evlat ister. Israrcıdır bu konuda. Sonunda kararlarını verirler, ameliyat olacaktır. Tokat'a gidiş gelişler vs. kararlaştırılan günde ameliyata alınır. Ameliyat çıkışı doktor babama kara haberi verir. Maalesef Muazzez Hanım ameliyattan kalkamaz. Yıl 1965 dir. Babam 34 yaşında bir daha kimsesiz kalmıştır. Acısı çok büyüktür. Bir ocak sönmüş, mesut günler bitmiştir. Muazzez Hanımla 10 yıl evli kalmış, bu süre zarfında daima mesut günler geçirmiştir. Bu acı olaydan kısa bir zaman sonra çevresindekiler babamı evlendirmek için seferber olmuşlardır. Özellikle ailesi saydığı lokantacı Ziya Hoca'nın hem kendisi hem aile efradı, bu konuda babamı 91 evlidir) ve Orhan Bilal Gür (1974) olmak üzere dört evlat veriyor.1985 yılında yorgunluğundan ötürü, biraz da biz evlatlarının ısrarı ile 40. yılında mesleğini sonlandırıyor. Vefatına kadar ki süreçte toprak ile hemhal oluyor, bağ bahçe ile ilgileniyor. 1 Haziran 1998 pazartesi günü Tokat Devlet Hastanesinde kimseye yük olmadan, of dedirtmeden gerçek dünyaya göçüyor. Allah taksiratını affetsin, rahmeti ile muamele etsin. Geride bıraktığı iki hayat arkadaşından sonraki evlendiği Ayten Hanım, yani annem de yalan dünyadakinin tersine 23 Mart 2013 günü kumasından önce Erenler mezarlığında Osman Gür'ün yanına uzanıp gerçek dünyadaki yerini alıyor. Allah ona da rahmet etsin, taksiratını affetsin. Diğer karısı, abimizin annesi Huriye Hanım hâlen sağdır. Hali vakti yerindedir Elhamdülillah. Allah ona da selametlik versin, güzel ömür versin. Cimitekke'den başlayıp, Selanik ile sık sık kesişen; dürüstlük, mesleki sevgi, dindarlık ve özveri ile pekişmiş bu hayat Tokat'ta böylece sonlanıyor. Babamın mesleğini devam ettirmek hiç aklımda yok iken birden kendimi işin içinde buluverdim. Yıllarca tiyatro ile yatıp kalktım, nasibimde varmış ki sonunda lokantacılığı da hayatıma soktum. Mayamda var demek ki. Oysa kardeşler içinde lokantacılığa en az meyli olan bendim. Kendi mesleğim olan tiyatro ve kuklacılık ile baba mesleğini cem ettim. Adına 'Ekmek Arası Tiyatro' dedim. Dükkânımın alt katına bir oda tiyatrosu kurdum. Yolunuz düşerse beklerim; hem gönlünüz hem mideniz doysun. Şunu da söylemek isterim: ailedeki lokantacılık geleneği öyle görünüyor ki benim sulbümden devam edecek. Oğlum Osman Rutkay Mengen Aşçılık Lisesini bitirdikten sonra, İstanbul'da Beykent Üniversitesinde gastronomi ve mutfak sanatları tahsil ediyor, aynı zamanda bir restoranın mutfağında tecrübesini artırıyor. Dedem Yusuf Ziya Öztunç, babam Osman Gür, ben Kemal Atan Gür ve oğlum Osman Rutkay Gür… Dördüncü kuşak lokantacılığımız ile gurur duyuyorum. Babam bu süreçte hapis yatmak da dâhil büyük sıkıntılar çekmiştir. Ancak bütün bunlarla beraber hayatında ekonomik olarak atılımlar başlamıştır. Lokantasını Gaziosmanpaşa Bulvarına, şu an Burçak Pastanesinin olduğu yere taşımıştır. Ahşap bir bina, hemen yanında köşede Kazova Eczanesi. O zaman ki adres, Atlamataş Caddesi no:69 idi. Uğrak Lokantası. Asma kat yapmıştı oraya aile yeri olarak babam. Hey gidi. Önceden lokantaların camında yazardı: 'Aile yerimiz vardır' ibaresi. Zamanının en modern lokantası idi. Yeri gelmişken tekrar ilklere dönelim; mesela ilk döneri, Tokat'a babam getirmiştir. İlk piliç çevirme makinesini, ilk vitrinli buzdolabını o getirmiştir Tokat'a… Ben çok iyi hatırlıyorum, piliç çevirme makinesini televizyon seyreder gibi seyrediyordu insanlar. İlk olarak yapmanın avantajlarını da ekonomik fayda olarak görüyordu elbet. İşindeki prensipli duruşu daima tercih edilme sebebi olmuştur. Otoriter bir adamdı. Lokantacılık yapmak şimdi çok kolay. Bunu biliyorum, çünkü bende lokantacıyım. Her şey elinin altında. Yok yok! Babamın döneminde lokantacılık yapmak gerçekten zordu. Yağ yok, yağ kuyruğuna sokmak için adam çalıştırırsın, tüp yok, tüp kuyruğu için adam çalıştırırsın. Piliç çevirmek için köylerden tavuk toplanır. Sırf bu tavuk işiyle iki personel ilgilenirdi. Tavuğun kesimi ve temizlenmesi, müşterinin önüne gelinceye kadarki süreç apayrı bir serüvendir. Şimdi her şey çok kolay; biraz da o yüzden ilgili ilgisiz herkes lokantacı oluyor. Tavuk temizlenmiş olarak geliyor, doğalgaz her daim emrinde, personel yetiştiren turizm okulları var. Önceden personel dediğin piyadeden ladeden. Koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi. Hâsılı, babam Osman Gür hakikaten esnaf ahlakına riayet eden, yenilikçi ve çalışkan bir adamdı. Zaman bütün acıların ilacıdır. Yıllar geçiyor, babamın iki evli oluşu rutine düşüyor, unutulup gidiyor. Allah, biri Huriye Hanım'dan ağabeyimiz Mehmet Okan Gür (1967) ve diğer üçü Ayten Hanım'dan Kemal Atan Gür (1968), Şule Sema Alkoç (1971-Bankacı Soner Alkoç ile 92 MELÂYE GİBİ… Âlem-i ervahla başlar bir macerâdır aşk, Lâ henüz yokken o dem, büsbütün belâdır aşk. Aşk hüsünle birdi ezelde; yek-vücut mumdu, Ayrı düşeli burda, hüsne mübtelâdır aşk. Şu mavi gök, şu çerh eden felekler; Arş ve Kürsi, Yazılmamışken, bize yazılmış sayhâdır aşk. Yüz bin zikretsen de, döner döner durursun, Seni Arş'a ağdırır Zümrüt-i Anka'dır aşk. Kızı da üzüm de halk olmadan sarhoştuk biz, Bizi sahra-yı cünûna salmış Leylâdır aşk... Kuru hurmalar yeşerir, kütükler inler, Neyden dökülen sır, alev ve hevadır aşk. Deniz birdir; dalgaları, buzu, buharı su... Her renk ve ışık güneşten; öz ve manadır aşk. Aşk gelince akıl göçüp gitmeli yurdundan, Edep! Sultandır o,sakın deme 'gedâdır aşk.' Alevleri gül gülistan eyleyen odur, Odur Hacer ve su; gör Merve safadır aşk. “Seni şehit edeceğim!” demişti sevgili, Vur şerif kılıcını ki râh-ı bekâdır aşk. Aşk o görünmez kervan; gelir, alır götürür, Kalp Tur'una inen nur, yed-i beyzâdır aşk. Şu su, hava, ateş ve toprak bedenin çöküp Talan olacakken tutan harç ve mayadır aşk. Doğudaki o temiz bakireye inen, Rab'inden bir kelime, Ruh'tan nefhadır aşk. Masivâyı odur çeviren bağ-ı ireme, Hırs, gölgeler arasında yüce davâdır aşk. Aşk marazdır ki tâ ezelden ayrılmış kısmet, Sihir ve tılsım boş... Yine kendi devâdır aşk. Sus! Aşığa aşktan bahsetme alev, ateş bir, Birer avuç toprağız sonsuz fezâdır aşk. Hayır! Aşk bir iksir ki diriltir ölüleri, Toprağı altına çevirir o kimyâdır aşk. Habibin nuruyla mayalanmıştı kâinat, Cibril akıldır! Muhammed Mustafa'dır aşk. Aşk Dicle gibi derin, Fırat gibi coşkundur, Sonsuz bir derya; ufuk, hem maverâdır aşk. Saffet ÇAKAR ATATÜRK'Ü GÖREN GÖZLER TOKAT'TA ATATÜRK EVİNDE ATATÜRK'Ü GÖREN BEYEFENDİ OSMAN DEDEOĞLU Harika UFUK özel arabasıyla bizi gezdirdi. Zaman zaman eşi Emine Akar Hanım da bizlere eşlik etti. Tokat'ı gezerken özellikle Atatürk evini görmek istediğimi söyledim. Sağ olsun Hasan Akar Kardeşim beni kırmadı, Atatürk'ün Tokat'a geldiğinde kaldığı eve götürmeyi seve seve kabul etti. Kızım Sena da çok mutlu oldu. Mehmet Metin Baş Kardeşim de… Atatürk'ün Tokat'a altı defa geldiğini, ilk gelişinin 26 Haziran 1919 tarihi olduğunu biliyordum. 28 Ekim 1919 tarihinde ikinci gelişinde Mustafa Kemal Paşa sabahleyin ihtiyat Zabitleri Teavün Yedinci Yeşilırmak Şiir Şöleni için davet edildiğim bu güzel ilimiz Tokat'a ilk gelişimdi. İlk gün şöleni düzenleyen arkadaşlar grup halinde bu şirin ilimizdeki önemli pek çok yeri gezdirdiler. İkinci gün herkes yavaş yavaş dönmeye başladı. Bizim otobüsümüz akşam saatlerinde olduğu için Tokatlı şair, yazar, Kümbet Dergisinin Genel Yayın Yönetmeni, değerli meslektaşım Hasan Akar bizlere ev sahipliği yaptı. Soma'dan şair arkadaşımız Mehmet Metin Baş'ın da otobüsü bizimkinden önce hareket ediyordu ama akşama kadar vaktimiz vardı. Hasan Bey, 94 Kendi aramızda konuşmaya başladık. Yapacağımız bir şey yoktu. Geri dönecektik. İşte tam o sırada adeta sihirli bir gelişme oldu. Elindeki bastona dayanarak ağır ağır yürüyen kasketli, yaşlı bir amca tam karşımızda durdu. Konuşmalarımıza tanık olmuştu. “Ben Atatürk'ü gördüm.” deyince çok heyecanlandım. Atatürk'ün dokunduğu eşyalardan daha önemliydi onu gören kişinin sözleri… O günleri yaşayan canlı bir tanık bulduğum için çok mutlu oldum. “Acaba kendinizi tanıtır mısınız? Atatürk'ü nasıl gördüğünüzü, onunla ilgili anılarınızı anlatır mısınız?” dedim. Anlatmaya başladı: “Adım Osman Dedeoğlu… Seksen sekiz yaşındayım. Atatürk'ü gördüğümde sanıyorum ki beş- altı yaşlarındaydım. Burası Mustafa Vasfi Süsoy'un eviydi. Atatürk, Tokat'a geldiğinde hep bu evde kalırmış. Onu ilk gördüğümde bu evin kapısında sandalyede oturuyordu ve yanındakilerle sohbet ediyordu. Son gördüğümde de eşi Latife Hanım ile beraberdi. Bu evdetartışmaları oldu. Çok üzüldük. Tartışmalarının sebebini merak ettik ama öğrenemedik. Duyduğumuza göre bu tartışmadan sonra boşanmaya karar vermişler. Latife hanım Atatürk'ten pasaport istemiş. Ayrılacakları için Atatürk'e bir suikast düzenlenirse kendini suçlayacaklarını düşünüyormuş. Nitekim Latife Hanım, Atatürk öldükten sonra yurda dönmüş. Biz buralarda büyüdük. Buraları iyi bilirim çocukluğumdan beri… Benim babamın evi o zamanlar Kışla Mahallesi'ndeydi. Annemin evi de Devegörmez'deydi. Aşağıda o zamanlar yol yokmuş. Aşağıya yol açılınca bu yola 'Devegörmez' demişler. Ben burada yıllar önce sekiz yıl bakkallık yaptım. “ dedi. Atatürk'ün evini gezememiştik ama beş altı yaşlarında bir çocukken Atatürk'ü gören bir amcayla tanışmıştık. Çok mutlu olduk. Osman Dedeoğlu ile bol bol fotoğraf çektirdik. Telefon numaralarımızı verdik. Osman Amca ev telefonunun numarasını verdi. Cep telefonu kullanmıyormuş. Camiye namaza yetişeceği için sohbeti uzatmadık. Osman Amca'nın hayır dualarını alarak oradan ayrıldık. Dilerim Tokat'a tekrar gelirim ve Atatürk'ün evini gezebilirim. Bakarsınız Osman Amca ile tekrar karşılaşırım, kim bilir? Cemiyeti'ne uğrayıp görüşmelerde bulunduktan sonra Sivas'a hareket etmiş. Üçüncüsünde 20 Kasım 1919'da Ahmet Fevzi Paşa başkanlığındaki bir heyet ile Tokat'a gelmiş. Tokat'a dördüncü gelmesinde ise 11 Mart 1920 - 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngiliz'ler tarafından işgali ve yapılanları protesto için Tokat' ta büyük gösterilerle mitingler yapılmış. Beşinci gelişi 18 Mart 1920'de olmuş. Gazi Mustafa Kemal Paşa İstanbul'un işgali üzerine Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toparlanması gerektiğini bildirmiş ve Tokat'tan meclise seçilenler belli olmuş. Atatürk'ümüzün ilk beş ziyareti cumhuriyetin ilanından öncesine; Kurtuluş Savaşımızı başlaması, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kurulması dönemine rastlıyor. Son gelişi ise 21 Kasım 1931'de Cumhurbaşkanı olarak saat 14.00'te Sivas'tan Tokat' a gelerek Belediye'yi ziyaret etmiş. Atatürk sevdalısı biri olarak bu evde Atatürk'ün bir zamanlar nefes aldığı, oturup kalktığı yerleri göreceğim için sevincimden içim içime sığmıyordu. Dar bir sokağa girdik. Buranın adı Devegörmez imiş. Bu isim bende merak uyandırmıştı ama sokağın darlığını görünce bu ismi koyanlara hak verdim. On metre kadar ilerledikten sonra Hasan Akar Bey, arabayı sağa park etti.İki arabanın yan yana zor geçebileceği kadar dar bir sokaktı. Kahverengi boyalı büyük tahta bir kapı tam karşımdaydı. Pirinç tabelada ise Atatürk'ün Tokat'a geldiğinde kaldığı ev olduğu yazıyordu. Eyvah, o da ne? Tadilat varmış. İşçiler bizim içeri girmemize izin vermediler. O kadar üzüldüm ki anlatamam. İşçileri ikna etmeye çalıştıysam da gezmemizin mümkün olmayacağı şeklinde kati cevap aldım. 95 BİR DİRENİŞ EFSANESİ MUDANYA MÜTAREKESİ 3-11 Ekim 1922 Gülsüm IŞILDAR alanda da taçlandıran İsmet paşanın, yaptığı işlerin farkında değilmiş gibi sakince bakan gözlerini anımsar ve binlerce teşekkür yollarım. Değerli yazarımız Şevket Süreyya'nın dediği gibi: “İsmet İnönü, Mudanya mütarekesi ile yepyeni bir kimlik kazanmıştır” Mudanya'nın tarihi MÖ 7. yüzyıla kadar dayanır. İlk adının MYRLEA olduğu bilinen şehir, on iki İyon devletinin kurucusu olan KOLOFONLULAR tarafından kurulmuş, pek çok kez işgale uğrayıp yıkılarak yeniden kurulmuştur. Son adı MONTANİA olan şehrin adı da Ünlü yazar Ernest Hemingway, mütareke görüşmelerini izlemek için 1922 yılında geldiği Mudanya'yı: batılıların barış dilenmeye geldikleri kıyı kasabası olarak tanımlamıştı. Evimin tam karşısında bulunan mütareke binasının beyaz ahşap çatısını duvak zarafetiyle süsleyen alınlıklı savaklara her bakışımda, bu mütevazı yapının içinde tam dokuz gün işgal kuvvetleriyle yaptığı, ödünsüz ve sert tartışmaların sonucunda, itilaf devletlerine şartlarımızı barış yoluyla kabul ettirerek, askeri alanda gösterdiği başarıları, siyasi 96 buradan gelmektedir. Bursa'yı en yakın denizle, dolayısıyla İstanbul'la buluşturan bu sevimli ilçe, 1321 yılında Orhan bey tarafından zapt edilmiştir. Bu tarihten sonra Mudanya'nın kaderini mütarekeler belirlemiştir… Mondros mütarekesinden sonra ilçeye giren İngilizlere, tek kişilik direniş gücü olan jandarma onbaşısı ŞÜKRÜ ÇAVUŞ tarafından öyle bir karşılama töreni hazırlanmış ki, İngilizler neye uğradıklarını şaşırarak, bir binbaşıyı ve piyade erini arkalarında bırakarak kaçmak zorunda kalmışlar. Ardından iki yıl süren Yunan işgali ve kurtuluş savaşını sona erdirerek ilçeye özgün bir kimlik kazandıran Mudanya mütarekesi. 26 ağustosta başlayan büyük taarruz, zaferle sonuçlanmış, Mustafa (Feudalism Kemal'in askerleri 9 Eylülde İzmir'e yani Akdeniz'e ulaşmıştır. İzmir, Eskişehir, Bursa, Manisa, Aydın kısa sürede alınınca, İtilaf devletlerinin etekleri tutuşmaya başladı. Çatışmalar devam ederken İngiliz amiral Brock, Nurettin Paşaya bir telgraf göndererek, kendileriyle savaş halinde olup olmadıklarına açıklık kazandırılmasını istedi. Bunun üzerine Nurettin paşa : “Siz, TBMM hükümetini dost mu, yoksa düşman mı, olarak kabul ediyorsunuz? dedi. Amiral Brock : “ Biz Osmanlıyla savaşıyorduk, yeni hükümetle savaşmıyorduk onun için sizi düşman saymıyoruz” yanıtını verdi. Fakat İngiliz konsolosu bir türlü yenilgiyi kabul etmiyor, Mustafa Kemal ile görüşerek bir takım güvenceler istiyordu. Mustafa Kemal tarafından çok sert bir biçimde reddedilince, daha da ileri giderek, 'Siz bize savaş mı ilan ediyorsunuz?' şeklinde, küstahça konuşmaya başlayınca, gereken dersi alıyor ve Amiral Brock'a Türklerin İngilizlere savaş ilan ettiğini söyleyerek onu kışkırtıyor. Amiralin, Mustafa Kemal'e bir mektup yazarak gerçek düşüncesini sorması üzerine Gazinin cevabı netti: “Aramızda siyasi münasebet yoktur, başlaması arzu edilir.” İngiltere Başbakanı Loyd George, her zamanki sertlik yanlısı tutumunu sürdürerek sarsılan durumunu kurtarmak istiyordu. Sömürgelerden sorumlu bakan Churchill'e bir bildiri yayınlatarak, Boğazların gerçek özgürlüğünün (kime göre özgürlük) can alıcı bir ihtiyaç olduğunu belirtti. Bununla da yetinmeyerek Dominyonlardan asker yardımı istedi. Ancak İngiltere'nin içişleri oldukça karışıktı, Türklerin kazandığı kurtuluş savaşı bütün sömürgelerde bayram sevinci yaratmış, Hintli Müslümanlar Pencap'ta ayaklanmış, Gandi direnişe başlamış, IRA yeniden toparlanarak İngilizlere karşı harekete geçmiş, Tunus'ta bağımsızlık kıvılcımları çakıyordu. Tarihi yanılgı içindeki Yeni Zelanda dışında bu yardım isteğini kabul eden olmadı… Fransa Ages) ve İtalya sadece diplomatik the Middle görüşmelere katılacaklarını bildirerek İngiltere'yi yalnız bıraktılar. BununŞAHİN üzerine Dr. Mustafa müttefik devletler yüksek komiseri bir nota vererek Boğazların tarafsızlığının korunmasını istedi. Türk ordusu bu tarafsızlığı bozmamak için tarafsız bölgelere silahların namlularını aşağı indirerek girmişti ama ortalık çok gergindi, her an İngilizlerle Türk birlikleri arasında çatışma yaşanabiliyordu… General Harrington, 26 Eylülde Mustafa Kemal'e bir telgraf çekerek, savaşın yeniden başlaması olasılığı karşısında kaygılarını dile getirdi. Mustafa Kemal de, yanıt olarak İstanbul'dan çıkarılan Yunan donanmasının dönüşüne izin verilmemesini, oradaki halka baskı uygulanmamasını, Çanakkale ve İstanbul'da Türklere ait silahların imha edilmemesi gerektiğini, Türk birliklerine bir olaya sebebiyet verilmemesi için talimat verildiğini bildirdi. Sonuçta itilaf devletleri ateşkes çağrısında bulundular. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Anadolu'nun zaten kurtarıldığını, bir anlaşma olacaksa bunun sadece Trakya için söz konusu olabileceğini bildirdi. Görüşmeler 3 Ekim 1922 günü saat 15.15 te Mudanya da başladı. İngiltere'yi General Harrington, Fransa'yı General Charph, İtalya'yı General Monbelli, Yunanistan'ı General Mazarakis ve Sariyanis temsil ediyordu. Mustafa Kemalin şahsî dostu olan Franklin Bouillon ORTA ÇAĞ'DA AVRUPA'DA FEODALİTE II in 97 kalmıştı, sakin ve çok dikkatlice yürüttüğü görüşmeler tıkanmıştı, çok büyük kayıplarla kazandıkları savaş kapıda bekliyordu… İşte o anda, askeri dehasını, siyasi alana da taşıyabileceğini gösteren müthiş bir diploması örneği ile kararlılığını ortaya koydu: “Beyler, şu anda Türk ordusu İstanbul yakınlarında benim bir tek emrimi bekliyor, istersem açıkta bekleyen gemilerinizi bu sularda balık gibi yüzdürürüm” diyerek, masaya yumruğunu indirdi. O anın kararlılığını, hâlâ mütareke evinde bulunan ve bu yumrukla ikiye ayrılan mermer masadan daha iyi kim anlatabilir ki? Bu çıkışın ardından 7 Ekimde kesilen görüşmeler, 9 Ekimde İngiliz ve Fransız generallerin Mudanya'ya gelerek görüşmek istemesiyle yeniden başladı. Müttefiklerin hazırladığı projeyi dikkatlice okuyan İsmet paşa kabul ediyorum, bunu hükümetime ileteceğim diyerek bir gün süre istedi. Ancak Yunan delegesiyle yapılan görüşmeler uzayınca, sözleşme 11 Ekimde imzalansa da 14-15 Ekimden itibaren yürürlüğe girmesi kabul edildi. gözlemci olarak yerini almıştı. İsmet Paşa ev sahibi olarak hepsini nezaketle karşıladı, sadece Yunanistan delegeleri Mudanya açıklarında bir İngiliz gemisinde olduklarından kıyıdaki iskeleye sandalla gelerek karşılanmalarını beklediler, kimse gelmeyince, geldikleri sandalla gemiye döndüler. Ertesi gün yine aynı eski tahta iskelede mütareke evini bilmediklerini söyleyerek beklemeye başladılar. İsmet paşa bir yüzbaşı yollayarak onlara refakat etmesini istedi, fakat paşayı beklediklerini bildirince, paşanın cevabı sert oldu: -“Yanılıyorsunuz beyler, bizler bu masada mağlup değil, galip bir devlet olarak oturuyoruz” Bunun üzerine kayıklarına binerek tekrar gemiye dönen Yunan delegeleri görüşmeleri gemiden izlemek zorunda kaldılar… Toplantı boyunca Fevzi ve Refet Paşalar da Mudanya'da hazır bulundular. İlk konuşmayı İsmet Paşa yaparak, bu görüşmelerin ev sahibi ve yöneticisi olduğunu vurgulamış oldu. İlk üç gün Trakya meselesi konuşuluyor ama bir türlü sonuç alınmıyordu. Görüşmeler çok tartışmalı geçiyordu, savaşın yeniden başlaması an meselesiydi. 5 Ekimde Fransızlar Trakya'nın Türklere teslimini kabul ettiler. İngilizlerle İtalyanlar yetkilerinin olmadığını söyleyerek, işi savsaklıyor hükümetlerinden yönerge almak istiyorlardı. Askeri harekât durmuştu ama uzun sürerse, İngilizler dağılan Yunan kuvvetlerini Trakya'da yeniden örgütleyebilirdi. İsmet paşa onların zaman kazanmasını değil, bir an evvel memleketin tahliyesini istiyor ama galip olarak çıktıkları savaşın üstünlüğünü masa başında kaybetmek istemediği için bütün önerileri dikkatle inceliyor, adeta kılı kırk yarıyordu. Diğer ülkelerin temsilcileri, bu ufak tefek, az konuşan, hiç gülmeyen, sakin ama çok inatçı adamı yumuşatabilmek için toplantıya katılmadılar. Görüşmeler çıkmaza girince Mustafa Kemal, İsmet Paşaya bir telgraf çekerek, Trakya'yı TBMM hükümetine terk etmedikleri takdirde 6-7 Ekimde İstanbul'a hareket emrini verdi. İsmet İnönü savaşla barış arasında SONUÇLARI İTİBARIYLA: Askeri olduğu kadar önemli siyasi sonuçlar doğuran Mudanya mütarekesi, kesin bir ateşkes olmakla birlikte, sonradan imzalanacak olan Lozan ve Montrö barış antlaşmalarının siyasi olarak elini kuvvetlendirdiğini ve temellerini oluşturduğunu kabul etmek gerekir. Bu mütarekeye göre: Hemen ateş kes başlıyor, barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türklerin Trakya'ya geçmesi engelleniyor. Meriç'in sağ sahili ile Karaağaç'ın itilaf devletlerinin işgali altında kalması ve Türk kuvvetlerinin Çanakkale Boğazı ve İzmit te, belirlenen çizgiyi geçmesi sınırlandırılıyordu. Barış antlaşmasının bir an önce imzalanması için, Mudanya mütarekesi devam ederken, TBMM hükümeti itilaf devletlerine bir nota vererek, barış konferansının 20 Ekim 1922 de İzmir'de toplanmasını istemiştir. İtilaf devletleri bu çağrıya olumsuz yanıt vererek, kendi 98 yapar, fazlasını da adım başı rastlayacağınız yerlerde satarlar. Bu satıcıların bazıları size zeytin diye çiçek yağını da kakalayabilir, o yüzden Marmara Birlik dışındakilere pek güvenmeyin ama hakiki sızma bulursanız, kahvaltıda kekik, pul biber, tuz ve bir iki damla limonla tatlandırdıktan sonra, taze ekmeği, bana bana yemenin keyfini yaşamadan Mudanya'dan ayrılmayın derim. Mudanya'nın her köşesinde köklü bir Rum kültürünün izlerine rastlamak mümkün. En özgün olanları Aydınpınar Kilisesi, Dereköy Kilisesi, Kumyaka Kilisesi diyebilirim. Hasan Paşa Hamamı ile yakında restore edilecek Tirilye Hamamı'nı da unutmamalı, Büyükşehir Belediyesi ikisini de kültür merkezi yapmak için kolları sıvadı. Bu arada Tirilye'nin adını, ilk kez oraya yerleşen üç papazdan aldığını öğrendim, şimdi adı Zeytinbağı oldu. Ancak bir yerin adını değiştirmek oraya değer katmıyor, tam tersine, içeriğini boşaltmak ve insanların anılarını çalmak gibi geliyor bana, bazı kelimelerin insana çok şey çağrıştırdığına inananlardanım… Mudanya'da asıl hayranlık duyduğum şey, Rumlardan kalan ahşap konaklardır ki, bir kısmı aslına sadık kalınarak restore edildi. O konakları mutlaka görmelisiniz, ne zarafet, ne asalet! Öyle bir evde yaşamak hayal değil, artık pek çoğu tarihin tozlarını üzerinden silkeliyor. Konakların en ünlüleri günümüzde müze olarak düzenlenen, Tahir Paşa Konağı, Yahşi Bey Konağı, Şükrü Bey Konağı. Bu Şükrü Bey, hani o İngilizleri geldiklerine pişman eden çavuş mu? Bilmiyorum ama en kısa zamanda öğreneceğim… aralarında konferansın 13 Kasımda Lozan'da toplanmasını istediklerini bir nota ile hem TBMM hükümetine hem de İstanbul hükümetine bildirdiler. Ancak düşünüldüğünün aksine, Lozan'da da Türk heyetini çok gergin günler, hatta aylar bekliyordu. 14 maddelik barış antlaşması özetiyle gittikleri Lozan'da, 13 Kasımda başlaması öngörülen görüşmeler, 20 Kasımda başlasa da, tarafların tamamen zıt amaçlarla geldiği konferans, ilk günden çok çetin günlerin habercisi olmuş, çeşitli aralıklarla süren görüşmeler sekiz ay sonra, 24 Temmuz 1923 tarihinde antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Konferansa her iki hükümeti birden çağırmaları, muhatap olarak kimi kabul edeceklerini bilemedikleri gibi henüz TBMM hükümetini görmezden gelmeleri anlamına da gelebilirdi. İşin kötüsü, İstanbul hükümeti de, kazanılan askeri ve siyasi zaferlere ortak olmak hevesi içinde barış görüşmelerine hazırlanıyordu… Saltanat kurumunu ortadan kaldırmak isteyen Mustafa Kemal için daha iyi bir zamanlama olamazdı. Hemen Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarına, saltanatın kaldırılması için bir öneri hazırlatarak 1 Kasım 1922 de meclise sunmalarını istedi. Öneri kabul edilince 600 küsur yıllık Osmanlı hanedanının saltanatına son verilmiş oldu. İstanbul hükümetinin konferansa katılma ihtimali ortadan kalkmıştı ama TBMM hükümetini kimlerin temsil edeceği bilinmiyordu. Yusuf Kemal Bey, Fethi bey, hatta Kazım Karabekir Paşanın temsilciği söz konusuydu, ama en çok Mondros mütarekesini imzalayan Rauf bey bu mağlubiyetin acısını çıkartmak için onlarla galip devletin temsilcisi olarak hesaplaşmak istiyordu, ancak Mustafa Kemal'in güvendiği aday Mudanya mütarekesini başarıyla sonuçlandıran ismet İnönü'den başkası değildi. Osmanlı diplomasisinden gelmeyen, bu yeni devlet adamı tipi, batılılar karşısında hiç bir kompleks taşımıyordu… Zeytinin ve yağının en güzelini yemek için Mudanya ayrıcalığını mutlaka yaşamalısınız. Burada herkes kendi zeytinliğinin yağını sıktırır, sabununu KAYNAKLAR: 1-ATATÜRK: NUTUK 2-ŞERAFETTİN TURAN: TÜRK DEVRİM TARİHİ 3-ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ: MUDANYA MÜTAREKESİ VE ULUSLARARASI SONUÇLARI 4-FETHİ OKYAR: ÜÇ DEVİRDE BİR ADAM 5-TANER TİMUR: TÜRK DEVRİMİ VE SONRASI 6-PRF. DR.ZEKİ ARIKAN: MUDANYA ATEŞKES MÜTAREKESİ VE İSMET PAŞA 99 YÜRÜ KÜHEYLAN Adımların hızlı bakışın nazlı Ardına bakmadan yürü küheylan Peşinden geliriz gelinli kızlı Ardına bakmadan yürü küheylan BUZ ÜSTÜNDE NE DÜŞ KALIR NE DE İZ Şu yüce dağları aşabilirsin Maşrıktan mağribe koşabilirsin İstersen sel olup taşabilirsin Ardına bakmadan yürü küheylan Buz üstünde ne düş kalır ne de iz Cemre düşünce buzlar çözülürmüş Başından duman eksilmeyen dağlar Gözyaşları sel olur karılırmış Ekinler boy verir boynunu büker Gönül gurbet elde hasretlik çeker Sevda kilimini bilmem kim söker Ardına bakmadan yürü küheylan Yıldızlar öksüz, kışın ayazında Güneş tat vermeyince üzülürmüş Öper, toprağı beyaz duvaklarla Bir mahşerin kaderi yazılırmış Ne yağmuru dinle ne borana bak Karanlıktan korkma ışığını yak Al püsküllerini al boynuna tak Ardına bakmadan yürü küheylan Geceler perde perde açılır hüzne Dertlerim, damar damar gezinirmiş! Boz bulanık seller seninle olsun Ferah tut içini mutluluk dolsun Rüzgârın düşmanın bağını yolsun Ardına bakmadan yürü küheylan Cemre; ışık, su, ateş ve nişandır Arzın rahminde hayat kazınırmış Bedrettin KELEŞTİMUR Sakın ola takatim kesilir sanma Beyhude uğraşıp geçmişe yanma Çınar der ki yolda İblise kanma Ardına bakmadan yürü küheylan ARZU Celaleddin ÇINAR Boş bir dünya ve içinde ben Uzatınca ellerimi hep boşluk vardı. Gözlerim tarayınca ufukları, Sadece umut ve hayal vardı. DENİZ MAVİSİ DÜŞLERİM VAR DI BENİM Kimse kimseye dost değil artık bu âlemde, Rol yapmak insanlığın âdeti olmuş. Çevremdeki samimi gördüğüm insanlar Zor günlerimde hepsi rüya olmuş. Kumsalına adını, yazdığım....... Dalgalarına hayallerimi, saldığım....... Köpüklerine umutlarımı, saçtığım...... Kokusuna sırlarımı, sarmaladığım...... Esintisine tutkularımı, üflediğim..... Deniz mavisi düşlerim vardı benim.... İsterim avuçlarımda dost elleri olsun, Son nefeste dilimde dost ismi olsun. Gözlerime bakan dostlarım olsun, Tabutum hafif, hoş kokulu olsun. Burhan KURDDAN Metin FALAY 100 HAKİKAT MÜLKÜNE VARAN BİR DOST: AYŞE ŞASA Hanife DÖNER kadar adabınca, usulünce anlatmaya çalışacağım. Çünkü onun yaşamı hem bizimkilerden çok farklı bir kader, hem de Türkiye'nin modernleşme ve batılılaşma sürecine kurban edilmiş, trajedik, çileli ama bir o kadar da ibretlik hayatı yazılmaya değer. Onu manen tanıyacağınıza inanıyorum. Buhranlar İçindeki Çocukluk 1941 yılında, İstanbul'da zengin, soylu ve aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. O her yönüyle seçkin ve zengin olan Avni ve Melike Şaşa'nın ilgi ve şefkat fakiri olan kızıydı. Asrın icabına göre, tam bir batılı gibi yetişmesi için Yahudi- Hristiyan mürebbiyelerle büyüdü. Anne ve babasının cemiyet hayatında sürekli boy göstermelerinden dolayı, tamamen onların despot otoritesine ve insafına bırakıldı. 2. Dünya Savaşı kaçkını olan bu dadılardan fiziki ve ruhi şiddet de gördü. “Bir Ruh Macerası” adlı bireysel serüvenini anlattığı ve dramını paylaştığı anı-söyleşi kitabında bu konudan şöyle Türk sinemasının ünlü senaristlerinden, ciddi bir entelektüel ve aynı zamanda da yazar olan Ayşe Şasa' yı kısa bir süre önce (16 Haziran 2014 günü ) kaybetmiştik. Uzun süre kanser tedavisi görmüş olan Ayşe Şasa'nın 73 yıllık hayatı, İstanbul'da sabaha karşı sona ermiş ve rahmet-i rahmana kavuşmuştu. Türk sinemasına farklı bir bakış açısı getirerek Yeşilçam'a otuza yakın senaryolar kazandırmıştı. ''Ah Güzel İstanbul, Gramofon Avrat, Cemile, Utanç, Cemo, Son Kuşlar, Hacı Arif Bey, Dinle Neyden'' gibi seçkin senaryolar onun kaleminden çıkmış unutulmaz filmlerindendi. Ayşe Şasa bu ülkede sinema üzerine derin düşünebilmiş, yerli bir sinemanın nasıl olacağı konusunda ilk ciddi sorgulamayı yapabilmiş ve kurama yaklaşan bir ilgiyle bunu yazıya aktarmış az sayıda insandan biriydi. Onu uzaktan yakından tanıyan herkesin hafızasında bir Ayşe Şasa portresi vardır eminim. Bu yüzden onu anlatan yazıların farklılık gösterdiğine inanıyorum. Ben de onun hayatını kaleme gelebildiği 101 bahsediyor: “Dadı Barbara, Allah'a küfretti. Ağza alınacak bir şey değil.(…)Bir gece beni aldı ve İnönü gezisine götürdü. Parkın ortasında bir çukur vardı. Beni gece orada bıraktı ve kaçtı. Bu daha sonra çok büyük bir korku, bir vuruk yaratacak bir olaydı. İlk defa gece sokakta yalnız kalıyorum, sebebini anlayamıyorum. Yaptığı şeye bir mana veremiyorum. Ağlaya titreye evin yolunu bulup eve geri dönüyorum, eve geldiğim zaman annemin babamın önünde kapıda beni karşılıyor ve bağıra bağıra “Elini tutuyordum, benden kaçtı.” diyerek beni pataklamaya başlıyor.” “Dadım ciğerlerim açılsın, vücudum sağlıklı olsun diye kışın beni karda yatırıyordu.” ''Adeta Charles Dickens romanlarında yetimhanedeki çocuklara yapılan zulüm altındaydım, kendi evimde yetim gibiydim.” Çocukluğuna dair hiçbir olumlu hatırası olmadığını söyleyen Ayşe Şasa, çocuk yaşta kiliselerle, paskalya törenleriyle tanıştırıldı. “Çarmıhtaki İsa” unutamadığı bir sahne oldu. Savaş artığı bu mürebbiyelerin anlattıkları korkunç savaş hikâyeleri, bombalar, yangınlar, diri diri insan gömülmeleri, toplu ölümler, Nazi kampları, Gestapo, Hitler, ileride derin travmalar yaşamasına, akıl sağlığında bozulmalara yol açacaktır. Bütün bunların yanı sıra onlardan öğrenilen Almanca Tanrı ve din kavramı, ana dilinden önce dadı dili olan Almanca... “Schwester Katie bana Almanca Tanrı kavramını (Lieber Gott) aşıladı ve bu kavram bende iyiden iyiye yer etmişti. Gece gündüz Tanrı'yı düşünüyordum, annemi babamı bana göstermesi için ona yalvarıyordum; beni görmeleri, bana yakınlık göstermeleri için çok dua ettiğimi hatırlıyorum.” “Ecnebi dadıların hegemonyası altındaydım, beş yaşıma kadar bana bakan Macar Yahudisi Frau Katie, diplomalı ve iddialı bir bakıcı. Aşırı bir disiplin merakı var, benimle yalnızca Almanca konuşuyor. Katie'den ana olunca, anadilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları, bir hayli zaman Türkçe konuşurken zorlandım; ana dilimi öğrenmek epey zamanımı aldı, çok çaba sarf ettim.” Beni Bulun Çağrısı Her iki baştan da köklü ve gelenek sahibi olan anne ve babasının batılılaşma sevdası yüzünden, kendi evinde onu terk edişlerini, yetim ve öksüz bırakışlarını, sevgisizliklerini şöyle anlatır: “Yedi sekiz yaşlarındayım, bir kâğıda 'Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!' diye bir not yazıyorum. Şişeyi denize atıp, rıhtımdan uzaklaşmasını seyrediyorum…” Bu kültürel kopuş, maneviyatsızlık, yeri hiçbir zaman doldurulamayacak olan sevgi ve şefkatten yoksun olma, aile içi iletişimsizlik onun ruh dünyasında ve şuur altında ileriki yıllarda çok derin ve tesirli yaralar açtı. (30 yaşında iken bütün şiddetiyle yüz yüze geldiği ağır şizofreni rahatsızlığını da öncelikle buna bağlıyordu.) Yeşilçam'ın Miladı Daha sonra Amerikan Koleji'ndeki yatılı yılları... Bu dönemde tanıştığı Marksizm -ki bir dönem hayatına damga vurmayı başarır- ve ardından Yeşilçam'a genç yıllarda bir giriş olan ve 1963'ten itibaren Türk sinemasına yeni bir soluk getiren senaryo yazarlığı. 18 yaşında tanıştığı, fikirlerini benimsediği ve ölümüne kadar yanında olduğu Kemal Tahir'le yakın, verimli ve güçlü dostluğu… Sinema dolu yıllarını ileriki yıllarda ''Yeşilçam Günlüğü'' adıyla kitaplaştırır. Türk ve dünya sinemasının estetik ve entelektüel sorunlarını tartışan bir başyapıt ve sinemayla ilgilenenler için rehber niteliğindedir. Sinemayla ilgili görüşlerini kendinden dinleyelim: ''Bir zamanlar hem ateisttim, hem de Marksist'tim. Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi (konu özeti) gibi özetleyebiliyorum.1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyazperde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi… Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.'' İlk evliliğini (ailesine inat olsun 102 diye) Atilla Tokatlı'yla gerçekleştirir. Kısa süren bu evliliği parasızlık yüzünden gölgelenir. Açlığın ne demek olduğunu öğrenir ve bir enkaza dönerek vücut ağırlığı 40 kiloya kadar düşer. İki kez intihar girişiminde bulunur, bir ara uyku haplarına bağımlı olur. İkinci evliliğini asistanlığını yaptığını yönetmen Atıf Yılmaz 'la gerçekleştirir. Çocukluğunun ve gençliğinin buhranlı günleri, ilk evliliğindeki derin yoksulluk günleri, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi'nin baskıcı karakterinin de tuz biber ekmesi neticesinde, otuzlu yılların başında gelerek; inzivaya çekilmesine sebep olan akıl sağlığındaki bozulmalar, psikolojik çöküş ve şizofreni hastalığı artık kapısındadır. Nöbetler, sanrılar, korkular, delilik ülkesinde gezintiler, yalnızlıklar arasında iç hesaplaşmalarla geçen ve on yıldan fazla süren tedavi süreci... Bu sürede sinema dünyasından çekilir ve Atıf Yılmaz'la olan evliliği hastalığı sebebiyle sona erer. Bu hastalığının ve yalnızlığının ardından , ''Koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür neler söyler? (Sayfa 9 )'' sorusuyla başlayan, okuduğum en güzel kitaplarından biri olan ,''Delilik Ülkesinden Notlar'' kitabı... Kendisi için bir uyanış olarak nitelendirdiği hastalığını kendi ağzından dinleyelim: ''Hayattaki bütün kazançlarım o hastalığımla geldi bana. Kahırdaki lütuftu benim yaşadığım. Ben gayet cahil hayat tarzında yaşayan biriydim. Ama o gelen afet öyle bir darbe vurdu ki -zekâmla övünürdüm hep- zekâm gidip gelmeye başladı. Ne kadar aciz olduğumu anladım. Allah beni o simsiyah kör kuyudan çıkardı. Bu bana büyük bir ibret oldu.'' Aramakla Bulunmaz fakat Bulanlar Ancak Arayanlardır İçinde bulunduğu bu büyük girdaptan, Muhyiddin İbni Arabî'nin Füsusu'l Hikem'i ile hakikate ve aydınlığa çıkışı... İbni Arabi'nin asırlar ötesinden onu irşad ve tedavi etmesi. Şizofreniden, tasavvufun ışığında İslam'la gelen iyileşme, aradığı hakikati ve iç huzuru bulma safhası... Ve yine kendi ağzından: ''Şöyle ki: 81 veya 82 yılı… Hayatımdaki büyük değişim vuku buluyor. İdrakimin diri olduğu bir zamanda Füsus'u okumaya başlıyorum. Ağır bir eser, az çok bir felsefe temelim olduğu için o derinlikli kavramları birazcık idrak edebiliyor, okuyabiliyorum. Füsus'u okumaya başladıktan bir müddet sonra mantıkla, akılla izah edilemeyecek bir olay vuku buluyor, önümde sanki büyük bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyor.'' ''1981 ya da 1982'de okuduğum telefon görüşmeleriyle yol gösterir. Sayısız insana bu görüşmelerle öncü olur, gönül bağı kurar. Dostlarıyla da uzun uzun telefonla konuşur. Telefon konuşmalarını şöyle yorumlar: “Dünyayla, telefon hattı üzerinden kurduğum bir rabıtam var.” (Delilik Ülkesinden Notlar, sayfa 136) ''Şükrümü ifade edebilmek için yazıyorum.'' diyerek yazma gerekçesini açıklayan Ayşe Şasa'nın konuştuğu son kitap ''Bir Ruh Macerası'' oldu. Hatıralarını anlattığı bu kitaba şu sözlerle başlamıştı: ''Bundan yedi sekiz yıl önce, bir gün, kendisine derin saygı beslediğim bir Allah dostu bana, hatıralarımı kayda geçirmemi buyurunca, bir an irkilmiş, düşüncelere dalmıştım. Nasıl olacaktı? Geriye dönüp ağır sıkıntılarla dolu çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlamak bile bana bunalım ve daralma veriyordu.'' Konusu kendisi olan bu kitap, iç mücadelelerini, büyük ve zorlu arayışını, acılarını, çektiği ruh bunalımlarını, manevi arayışlarını, inançsızlığın kör kuyularından kurtulmak isteyen bir aydının feryatlarını ve yaşadığı büyük değişimleri anlattığı kitaptır. Bu kitapta kendinizden çok şeyler bulacağınızı ve onun hayatının sırlarına ulaşacağınızı tahmin ediyorum. Bu kitaba kayıtsız kalmazsanız diğer eserleri olan ''Şebek ve Delilik Ülkesinden Notlar'' adlı kitaplarını da okuyacağınıza inanıyorum. Er Kişi Niyetine O, bu dünyaya bir veda öyküsü ve unutulmaz sahneler bıraktı. Ölümü üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, söylendi. Cenazesi her kesimden insanı bir araya getirerek er kişi niyetine kaldırıldı, çünkü o bunu fazlasıyla hak eden müstesna bir münevverdi… ''Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.''dir. Özlediğim bir nefessin sen Ayşe Şasa! Attığın şişeler sahibine ulaştı, huzurla uyu. Makamın, mekânın cennet ve âli olsun inşallah. Hazreti Muhiddin İbni Arabi'nin “Füsusu'l Hikem” adlı kitap hayatımı değiştirdi. Tasavvuf düşüncesinin temel eserlerinden biri olan bu eserin tam adı "Fusûsu'l-hikem ve Husûsu'l-kilem"dir. İslam literatüründe hakkında en fazla şerh yazılan eser olma özelliğine sahiptir. “Füsusu'l Hikem”i okudukça anladım ki, bize İslam'ı çok kötü gösterdiler, Kur'an'dan kopardılar; oysa âlemde aradığım ne varsa hepsi burada diye düşünmeye başladım. İslam, gençliğimde bana seyrettirilen “Vurun Kahpeye” filminden ibaret değilmiş; benim bütün bilgim, orada gördüğüm softalara ve yobazlara dayanıyor çünkü… İslam'ın ne kadar muhteşem bir din olduğunu Hazreti Muhiddin İbni Arabi'nin “Füsusu'l Hikem” adlı muhteşem eserinden öğrenirken, kendi kendime “İslam müthiş bir şey, ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba?” diye sormaya soruşturmaya başlıyorum. Bir mevtaya dönüşen ben, Allah'ın inayetiyle, evvela “Füsusu'l Hikem” ve sonra Bülent Oran ile Doktor Doğan Soyumer sayesinde yeniden diriliyorum, mezardan kalkmak gibi bir şey… Her şey Allah'ın kudreti ile… Art arda dizilen sebep silsilesi…” Hayata İkinci Kez Başlaması ''Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti'' diyen Ayşe Şasa, gerçek hakikati bulana kadar çok ağır bedeller öder aslında. Fikir ve var oluş sancısını en ağır derecede yaşar. Onun öyküsü önce nihilist, sonra sosyalist ve insan-ı kâmil oluşunun öyküsüdür, kısacası hakikati bulma çabasıdır. ''Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.” diyor zaten kendisi de. Yaşadığı bu dönüşümün ardından tasavvufun kapısını aralar. Dönemin Allah dostlarından birine intisap ederek artık tasavvufun kapısından içerisi girmiştir. Allah'ı anan ve anlatan kim olursa olsun büyük bir tevazuyla dinler. Yaşadığı yalnızlık ve hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene zorunlu olmadıkça sokağa çıkamaz. Hastalık nöbetleri sık sık nükseder. Bu arada yanında kendisi gibi senarist olan ve çok sevdiği eşi Bülent Oran vardır. Dış dünyayla irtibatı sadece telefonladır. Tanımadığı halde birçok yeni insanla tanışır. Okuduğu ve beğendiği bir yazının yazarını bulur ona Bakma yâ Rab sevâd-ı defterime Onu yak âteşe benim yerime Lâedri 104 - SAGIR VE BEN Zürbiye İvdik/ Köln sen git, ben bugün evde kalmak istiyorum dedim. Poşetteki çiçek fidelerini çıkarıp balkon masasının üzerine dizerken gözüm cep telefonumun ekranına takıldı. 13 cuma yazıyordu! ''İyi ki unuttu, 13 cuma olduğunu. Yine kafamı bir saat ütüleyecekti'' diye içimden geçirirken; telefonum çaldı. Kızımın sesi telaşlıydı, hatta ağlıyordu. ''Anne çabuk ablama gel, Koko'yu araba çiğnemiş, ablam şimdi doktorda. Ben yanına gidiyorum, çocuklar evde yalnız.'' dedi. Nutkum tutuldu hiçbir şey soramadan tamam dedim. Yolda giderken kafamdan bir sürü şey geçti, öldü mü? Yaralı mı? Sakat kalmasına bile razıydım. Çocuklarımın çok Bazen hiç beklemediğiniz bir anda, belleğinizin kancalarında takılı kalan anıların azizliğine uğrarsınız. Aklım erdiğinden bu yana hiç batıl inançlarım olmadı. Aynı şeyi çocuklarım için söyleyemem. Küçük kızım, eğer ayın 13'ü cumaya denk gelmişse gereksiz bir tedirginliğe kapılır, onu sakinleştirmeye çalışırım hep. Güzel bir temmuz günü işten erken çıktım, daha akşama çok vardı. Eve gidip önce balkona yeni aldığım çiçekleri dikecektim sonra bir duş alıp balkonun keyfini çıkaracaktım. Kızım aradı, ''Anne ablama gideceğim, gelmek istersen geçerken seni de alayım'' dedi. Yok kızım, 105 gelmeden Reşadiye kaplıcalarına gitmek istiyordu ne zamandır. Evde yengemle benden başka kimse kalmamış, herkes kaplıcaya gitmişti. Dedem tarlada çift sürüyor, yaza hazırlık. İlkbahar gibi bir güz havası. Yolların kenarındaki palamut ağaçlarının altından höllükler akıyor. Sağır arkamda ben önde, bir elimde ayran cımbılı, diğer elimde yemek bohçası tarlaya vardık. Dedem sürdüğü tarlayı tapan ediyordu. “Dede'' diye sesleniyorum, bohçayı açıyorum tereyağlı katmerlerin üstü benek, benek kızarmış iştah kabartıcı. Belli ki yengem o gün tek başına evi çekip çevirebileceğini, hiç bir şeyden memnun olmayan anama kendini kanıtlamak istercesine daha da özenmiş. ''Dedee ''diye sesleniyorum tekrar. Dedem, ''Geliyom balım bi daha döneyim geliyom'' diyor hep tütünün etkilediğini düşündüğüm boğuk sesiyle. Bekliyorum biraz daha katmerlerin başında. Canım sıkılıyor, birazda küsüyorum. Dedem bunu fark etmiş gibi sesleniyor, ''Gel seni tapana bindireyim.'' diye. Sevinerek koşuyorum. Tapanın üstüne oturuyorum kaç kez gidip geliyoruz bilmiyorum ama keyfime diyecek yok. Sonra katmerlerin yanına geldiğimizde; katmerlerden eser yok; Sağır, oskar ödülü almış gibi kıçının üstüne çömelmiş, dili bir karış dışarda, keyifli keyifli bize bakıyor. Deliriyorum nasılda akıl edemedim bohçayı kapatmayı. Sağıra elime geçen ne varsa fırlatıyorum ama öfkem dinmiyor. Sağır bana nispet yapar gibi her taş attığımda geri gelip iki metre yakınımıza oturuyor. Normalde her şeye çabuk sinirlenen dedem hiç sesini çıkarmıyor, ayran cımbılını kafasına dikiyor, bıyıklarını siliyor. Yüzüme bakıyor, sinirimden ağlıyorum Dedem aç kaldı diye. Birlikte gölgeye oturuyoruz. Dedem şapkasının altına doladığı akciğer rengi pazen bezi çıkarıp yüzünün terini siliyor. Hafif esen rüzgâr dedemin kolonyaya karışmış ter ve tütün kokusunu burnumun dibinden yalayıp geçiyor. Seviyorum o kokuyu sonra dedemin kokusu olarak belleğime kazıyorum. Sağıra içerliyorum, boş bohçayla üzüleceğini biliyordum. Eve vardığımda hepsinin gözleri ağlamaktan şişmişti. Koko yoktu. Lulu bir kenarda ön ayaklarının üzerine kafasını koymuş dalıp dalıp gidiyordu. Koko yaralıyken onun yaralarını yalamış yerde yatarken. Koko erkek, Lulu dişiydi. Geldiklerinde ikisi de kartopu gibi. Koko adını ben takmıştım, öyle tatlıydı ki hindistan cevizine bulanmış beyaz çukalata gibiydi. Ama Koko'nun içgüdüsel olarak eşinden farklı yanı kapıyı aralık bulduğunda vın dışarı fırlıyordu. Yine böyle boşluktan yararlanıp dışarı fırlaması, sonunda canına mal oldu. Lulu günlerce yemek yemedi, bahçeye çıkmadı. Hatta kızım ''ağladığını'' söyledi. Önce abarttığını sandım ama doğruydu. İlk defa bir hayvanın bu kadar acı çekmesine yakından tanık oluyordum. Artık çocukların çektiği acıyı o kadar önemsemiyordum. Köpeğin yüzüne baktığımda dayanamayıp ben de ağlıyordum. O zaman çocuklar beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Oysa bilmiyorlardı; çocukluğumda işlediğim bir suçu, zaman zaman aklıma gelse de yabanıl geçen çocukluğuma bağlayıp geçiştirirdim. Bu olayla bilinçaltımda ortaya çıkmış Lulu'ya baktıkça ağırlığını taşıyamıyordum. Çocukluğum köyde geçmişti. Köy çocukları zaaflarla alay etme konusunda hem zalim hem de vahşidirler! Gelişmemiş çevre bilincimle ben de o çocuklardan biriydim. İki kangal kırması köpeğimiz vardı. Biri Alaş, diğeri Sağır. Aslında Sağır adını, sağır olduğu anlaşıldıktan sonra almıştı. Önceki adını ben bile hatırlamıyorum. Bakıldığında gösterişli bir köpekti, adaleli siyah beyaz meç rengi ona ayrı bir hava katardı. Gözü gördüğünde adeta aslan kesilirdi kuş uçurtmazdı. Çoğu kez de evin önünde kafasını ayaklarının arasına alır uyuz uyuz yatardı. Nedense onun varlığının da yokluğunun da kimse için önemli olmadığını düşünürdüm. Şimdi yonca olan evimizin arka bahçesinde o sene süpürgelik ekilmişti. Hafta sonu biçmek için büyüklere yardım edecektik. Demek ki mevsim güzdü! Köydeki insanların şehirle ulaşımını sağlayan ağabeyimin Land Rover bir jipi vardı. Babaannem romatizmaları için kış 106 ölmesinin daha doğru olacağına karar verdik. Ama mermi kalmamıştı. Kullanılanların da kurusıkı olduğunu sonradan öğrenmiştik. Sağır bir salaklık yapıp yine bize inandı. Onu tuttuk mahalle çeşmesinin üstündeki erik ağacından asmaya karar verdik. Ben artık bu iş çok uzayıp eziyete dönüştüğünden vicdan azabı duymaya başlamıştım ama işi başlatan ben olduğum için sesimi çıkaramıyordum. Hüsam kendisine verilmiş bu önemli görevi yerine getirmenin çabası içindeydi. Sonra Sağır'ı, bu uzun, başında bir tutam dalı olan erik ağacından çok çöl ağacına benzeyen çirkin ağaca astık. Bana çok uzun gelen zaman dilimi kaç dakikaydı bilmiyorum ama öldüğüne kanaat getirdiğimizde sağırı yere bıraktık tık yoktu. Tam gömmeye götürürken, elinde öğendere yoldan geçen Mırız Ali Emmi ''Çocuklar emmede iyi ettiniz, zaten bir işe yaramıyordu o it'' diyerek bizi destekledi. Sonra aynı çocuk alayı mahallenin tarlalarının olduğu bir taş yığınının dibine, üstüne en az yarım metre yüksekliğinde tarla taşı yığarak defin işini bitirdik. Mahalleye döndüğümüzde bizimkiler kaplıcadan dönmüştü. Sonra Dedem girdi içeri, kızgındı üstümüze yürüdü. Babaannem önüne geçti. Bize iyi ettiniz diyen adam Dedeme; ''Lan Yusuf, beli benzer it değildi ki nasıl vurdurdun çola çocuğa. Madem yallıyamıyordun, bana verseydin ben yallardım'' demesi dedeme çok dokunmuştu. Karıncayı bile incitmekten korkan Babaannem artık olan olmuş, bozman ağzımızın dadını diye'' dedeme, babama karşı çıkmıştı. O gün herkesin pestili çıktığından akşamdan yatıldı. Sabah evin arkasındaki süpürgelik biçilecekti. Erkenden kalktık. Büyük bir aileydik, sabah sofrasında mutlaka 17 kişi tam olurduk. Bir gün önce hiç bir şey olmamış gibi sofradaki, içine yeşil fasulye doğranmış yoğurtlu yarma çorbasını yanında bazlamayla yedik. Görev dağılımı yapıldıktan sonra bahçeye vardık. Havada sanki hüzün vardı. Buğday başakları gibi sararan süpürgeliklerin üstüne yağmış olan çisenin etkisiyle burnuma gelen anasonumsu koku içimdeki hüznü daha da katmerleştiriyordu. Hüsam'ın da bütün huysuzluğu ayran cımbılını alıp evin yolunu tutuyorum. Yolda giderken de Sağır'dan bunun intikamını almayı planlıyorum. Eve geldiğimde yengeme bir şey söylemeden elimdekileri bir kenara bırakıp dışarı fırlıyorum. Benim bir yaş büyüğüm Hüsam, samanlığın önünde elinde bıçakla bir ağaç parçası yontuyor. Yanına yaklaşırken ev halkının eve gelmeden bu işin bitmiş olmasının hesabını yapıyorum. Ağabey diyorum. ''Ne var?'' diyor kafasını kaldırmadan. Yüzüme onun inanacağı bir ifade takmaya çalışıyorum. Sanırım o, bunu fark etmiyor, odunu yontmaya devam ediyor. Ağabey, Dedem dedi ki'' av tüfeğini alsın Sağır'ı vursun ''dedi sana. Essahmı diyon gız sen? He essah diyom, öyle dedi dedim. Köydeki her erkek çocuğu gibi silah, araba gibi şeylerin oyuncağı bile onlar için çok eğlenceliydi. Oysa şimdi ona gerçek silah kullanması için sözde bir görev verilmişti. Sevindi ama belli etmedi. Beraber eve gittik duvardan av tüfeğini aldı. 2 tanede mermi vardı, hepsini aldı. Bana da hamur teknesinden yaş maya almamı tembih etti. Kadınların hazır mayayı keşfetmediği dönemlerdi. Teknede bir dahaki ekmek hamuru için kullanılmak üzere bırakılan iki yumruk büyüklüğündeki ekşimiş hamuru tekneden aldım. Kendir den dokunmuş dastarı boş teknenin üzerine tekrar örttüm. Dışarı çıktığımda abim Sağır'ı kurbanlık koç gibi bağlamış, omzunda tüfek beni bekliyordu. Tüfek nerdeyse abimle aynı boydaydı. Kısa bir süre sonra mahallenin bütün çocukları düğün alayı gibi bize katıldılar. Sanki mahallede çocuklardan başka insan yoktu. Sonra hep beraber karar verdik Sağır'ı Kirenliğin Dağ denilen koruya götürüp infaz etmeye. Koruyla mahallenin arası 15 dakikalık yoldu. Hüsam, Sağır'ın ipini çözdü, mayayı kızılcık ağacının altına koydu. Hepimiz dizildik. Sağır mayayı yemeye başlayınca, Hüsam iki metreden bir nişan aldı pat diye, Sağır can havliyle acı bir çığlık attı. Kaçarken sırtından kanlar akmaya başlamıştı. Bir daha nişan aldı. Patladığında Sağır yarış atı gibi koşmaya başladı. Bütün çocuklar da onun arkasından koşuyorduk. Sonunda Sağır yaralı olduğu için 107 üstündeydi bu sabah. Bana sarmak için bahane arıyordu zaten, normalde de hep kavga ediyorduk. Elinde orak yanımdan geçerken bana bir yumruk vurdu, ben de ona bir tane vurdum. Çekişirken ikimiz de dili tutulmuş gibi donduk kaldık. Abim gözlerini oğuşturuyordu. Gördüğümüz rüya değil gerçekti. Sağır harmanın kenarındaki elma ağacının dibinde durmuş mahzun bir şekilde ev halkını izliyordu. Öyle bir bakışı vardı ki insanın içine işliyordu. Hüsam hortlak görmüş gibi yüzü sararmıştı. ''Kız seni geberteyim de gör, hep senin yüzünden oldu” diyerek üstüme atladı. Bana vurmaya başlayınca ben savunma yapmadım. Ona ilk defa içim acımıştı. Ev halkı Sağır'ın yaşadığına sevinmişti ama sırtındaki kanayan yarayı görünce herkes bizi payladı. En büyük abim ikimize de ''Yazık değil mi bu hayvana, hayvanlar'' diyerek bize birer tokat attı. Gitti arabasından ecza çantasını getirdi, yaraya tentürdiyot döktü. Bu işlemi sağırın yarası iyileşene kadar tekrarladı. Sağır artık paşa gibiydi, kimse ona karışmıyordu. Aylar geçti Sağır eski formuna tekrar kavuştu. Bir gün köye ahşap yayık satmaya gelen yayıkçı Sağır'ı mahallenin köpekleriyle boğuşurken görmüş, çok beğenmiş, sormuş soruşturmuş. Babaanneme yalvardı. ''İlla bu iti bana ver diye. ''Elinde kalmadığından seneye Sağır'a karşılık bir yayık sözü verdi. Gidiş o gidiş ne Sağır'dan haber geldi, ne de yayıktan... Yıllar geçti. Ara sıra abimle konuşurken hep sorardım. O, vahşeti işleyen biz miydik? Yoksa bize verilen çevre bilinci miydi? diye. İçinden çıkamadım asla telafi edemeyeceğim bir suçun ağırlığıyla yaşarken bir şeyi hep merak ettim; Sağır o haliyle o taş yığınının altından nasıl çıktı? İyi ki çıktı... Sağır ölmediği halde bunun yükü bu kadar ağırsa: katillerin nasıl bir ruh haliyle yaşadığını çok merak ediyorum doğrusu... HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM Elli evli köyde, saygın kraldım Şehre göçedip, gelmeden önce Eşimin ısrarı, hükmen kararı Başladı macerâ, sanki EĞLENCE İyi olur bey dedi, şehir hayatı Şehirli olmanın, var saltanatı Kafaya koymuşta, üçüncü katı Nüktedan eşimden, gârip DÜŞÜNCE Bağ bahçe tarlayı, satıp hakladık Tencere tavayı, tek tek topladık Sandığı sepeti, özel sakladık Şafak attı bizde, kente GELİNCE Kiracı kapıcı, en kutsal konu Aidat giderler, cevapsız soru Taze dedikodu, karım ve oğlu Bilinen yorumlar, değil BİLMECE Alt kata tıkırtı, tez ulaşırmış Bizde görgüsüzlük, var bulaşırmış Köyden göç edenler, zor alışırmış İnciten edalar, böyle SÜRÜNCE Halı kilim yolluk, çırpmıyacaksın Balkonda mangal, yakmıyacaksın Özel kapı zili, takmıyacaksın Yasakları gafil, mahsun DELİNCE Uyarı ikazlar, yöneticiden Çatı katta çiçek, üreticiden Kedici köpekçi, tüketiciden Komşuluk hakları, dersi ALINCA Gaz bitti tuz bitti, mutfak telaşı Midemiz beklerken, kaynana aşı Omuzlar üstünde, ağrıyan başı Âşikâr eyledik, âlem GÖRÜNCE Altı ay geçmeden, kira artırdım Depozito diye, nakit yatırdım Hesapta olmayan, para batırdım İşsiz güçsüz kaldım, sefil AKLIMCA Asil insan, idare eder Aciz insan, şikayet eder Adi insan, iftira eder Bağımız bahçemiz, ekin tarlamız Kerpiç damda huzur, kutsal yuvamız Köyümün özlemi, şükür duamız Kâbulü mevlâdan, köye DÖNÜNCE Öz Ali YILMAZ 108 VAY BE Dünya ki bir ödüllü çengel bulmaca O “anahtar sözcüğü” bulamadık be Gelen bütün topları gönderdik taca Bir kez olsun finale kalamadık be Beklenen nevbahârın soldu da nevri Yıllar yılı bitmedi kaderin cevri İlm-i siyâset idüp (!) geçtik her devri; Hiçbir devrin adamı olamadık be Hâl-i pür melâlimiz günbegün arttı Yazmayalım dedikçe kör şeytan dürttü Ne silgiler dayandı ne daksil örttü Bu kara yazımızı silemedik be TOKAT'A DAİR Yılkı taylarının yemlendiği yer Köroğlu atının gemlendiği yer Huzurun, sükûnun demlendiği yer Çelebi, methetmez böyle her şehri Âlimler, fazıllar, şairler şehri Bir zamanlar hem özgür hem de mahpustuk Ağyâra direndik de yârandan pustuk Dost vurunca kan değil kızılcık kustuk Bir türlü kendimize gelemedik be Takdîr-i ilâhîdir; gün gelip çattı Azrâilin işine cânan el attı Acemi kasap gibi işi uzattı Ağzımızın tadıyla ölemedik be Maksadın cennete girmekse eğer Mevlânâ “Tokat'a gitmek gerek” der. Köroğlu destanda tam şöyle söyler: “Tokat pazarından aldım bakırı İncitmeyin fukarayı, fakırı! ” Hasan Fahri TAN Cennetten gelmişiz unutmayız biz Ta Kalü Belada bir söz vermişiz Âlem değişse de değişemeyiz Bir Tokatlı der ki duyun ahali! Hiç kırk yıllık Kani, olur mu Yani! BANA SOR Onbeşliler gider Yemen iline Ağıtlar takılır halkın diline Körpe yavrulara, taze geline Yetimler Yadigâr, kızlar Hediye İnsan birbirini kırar, ne diye! Seni seven şu kalbimin, Hicranını bana sor. Hayattaki yerinin Anlamını bana sor. Plevne'de yaman Gaz'osman Paşa Ölümsüz kahraman Gaz'osman Paşa Yetişir her zaman Gaz'osman Paşa Bu topraklar mümbit, bu topraklar pak Yeni kahramanlar doğar muhakkak Kalbimdeki aşk odunun Sevdim diyen yalan sözünün Çektiğim her dert yükünün Feryadını bana sor. Hasret çeken günlerimin Ağlayan şu gözlerimin Kararan gündüzlerimin Eyvahını bana sor. Dağlarında ağustosta kar üşür Bağlarında şen bülbüller ötüşür Yiğitleri halaylara tutuşur Türkiye'mde her renk dizim dizimdir Bu gökkuşağında yeşil bizimdir. Ebubekir TAHİROĞLU Mahmut HASGÜL 109 SAMSUN KARDEŞ ŞİİRLER GECESİ Mahmut HASGÜL edilebilmektedir. Dev yatırımlar yapmak, yapılar inşa etmek tek başına yetmemektedir. Bu gelişmişliği koruyacak iradeye, kültürel derinliğe, insani değerlere, dini olgunluğa da ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada insan yetiştirmek, insana insani değerler aşılamak çok daha önemlidir. Neden Türkiye Afganistan, Suriye, Irak olmaz? Çünkü bu toplumda ecdadımızdan gelen bir kültürel derinlik, medeni birikim, hâlâ varlığını sürdüren temel insani, milli, dini değerler vardır. Görülüyor ki şehirlerin ve ülkelerin kalkınma hamlelerini tamamlamaları ve kalıcı hale getirmeleri için muhakkak manevi kalkınmaya, ruhsal doyuma ulaşmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bunu tek başlarına belediye başkanları, valiler, mühendisler, beden işçileri başaramazlar. Şehirlerin bunların dışında sevdalılarına ihtiyaç vardır. O sevdalılar genellikle ücret mukabilinde değil gönüllü olarak çalışırlar. Sadece işlerine destek olunmasını isterler, hatta bazen engel olunmamasını rica ederler. Gecelerini gündüzlerine katarlar. Ailelerini ihmal ederler. Büyük bir tutkuyla ve ibadet aşkıyla sarılırlar hizmete. Onlar Şehirler başarılı yönetimler ve yeterli kaynaklarla imar edilirler, alt ve üst yapılarını tamamlarlar. Belediye başkanları, mühendisler, mimarlar şekilsel olarak muazzam bir düzeye ulaştırabilirler kentlerini. Ancak bütün bu gelişmişlikleri yok etmek maalesef tahmin edilenden daha kısa sürede gerçekleşebilmekte, insanlık maddi birikimlerini hızla kaybedebilmektedir. Yakın zamana kadar Suriye'de kadınlar üniversitelere gidebiliyor, eşleriyle birlikte parklarda oturabiliyor, sokaklarda özgürce gezebiliyordu. Suriyeliler kaloriferli, çok katlı sitelerde modern bir yaşam sürebiliyordu. İki yıl içerisinde şaşırtıcı sonuçlar doğdu. O çok katlı siteler bombalandı, ürkütücü harabelere döndü; kadınlar pazarlarda satılır hale geldi, Suriye iki yılda iki bin yıl geriye gitti. Demek ki insanoğlunun birikimlerini kaybetmesi bu çağda bile mümkün ve tahminimizden daha çabuk olmaktadır. Yüzlerce mühendisin, binlerce işçinin büyük emekleriyle inşa edilen yapılar, fabrikalar, tesisler, barajlar cahil ve vahşi bir ruhun bir iki bombasıyla yok 110 yaşayan hemşerimiz şair Kemal Oğuz'un varlığı bambaşka güç verdi bizlere. Kültürler arası iletişim ve kardeşlik ortamının gelişmesi için çok anlamlı bir program geride kaldı, unutulmaz hatıralar bırakarak. şehrin sevdalılarıdır. Onlar ruh işçileridir. Manevi mühendislerdir. Vicdanları mamur eden gönül halifeleridir. Yaptıkları gözle görülmez, belki bu yüzden kıymetleri bilinmez. Onları sadece basiret sahibi idareciler anlar. Samsun'da Atakum Belediye Başkanı İshak Taşçı ve Kent Konseyi Başkanı Bekir Şişman basiret sahibi insan olduklarından Şehrin Sevdalısı Kenan Yavuzarslan ve Mustafa Bilir'e destek olmuşlar. El ele vererek nitelikli bir program hazırlamışlar: Kardeş Şiirler ve Türküler Programı… Azerbaycan'ın, Kerkük'ün, Selanik'in; Urfa'nın, Diyarbakır'ın, Trabzon'un, Denizli'nin, Amasya'nın, Tokat'ın temsil edildiği programa Kosova'nın Ankara Büyükelçisi Avni Sipahi, Samsun Milletvekili Tülay Bakır ve Samsun ilçe belediye başkanları katıldılar. TRT kameralarının çektiği etkinlik türkülerle ve şiirlerle son derece renkli ve ilgi çekici geçti. Hüznün ve tebessümün; şiirin ve müziğin büyülü atmosferinde Tokat'ı de bendeniz temsil ettim. “Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme” türkümüzün seslendirildiği esnada ben de bu türkünün hikâyesini anlattım ve Tokat'a yazdığım bir şiiri seslendirdim. Orijinal bir formatla ve büyük bir emekle hazırlanan program için özel orkestra hazırlanmış, her yöreye ait bir eser kaliteli ezgilerle ve muhteşem solistlerle desteklenmişti. Azerbaycan adına Dilber Gökçay, Kerkük adına Mustafa Bilir, Selanik adına Gülden Avcı, Diyarbakır adına Kenan Baran, Trabzon adına Mehmet Ziya Dinç, Urfa adına Mustafa Sade, Amasya adına Mustafa Ayvalı, Samsun adına Kenan Yavuzarslan, Denizli adına Mustafa Tuğrul Çolak sahne aldılar. Hınca hınç dolu olan salonda Tokatlı ailelerin heyecanları, coşkuları, destekleri görülmeye değerdi. Bize gösterilen ilgi ve verilen manevi destekle gurur duyduk. Yanımdan ayrılmayan ve daima bana destek olan değerli dostum, Tokat sevdalısı Hasan Akar; Samsun'da görev yapan eski öğrencim İzzet Yaman yine Samsun'da yaşayan Tokat sevdalısı Özkan Güneyoğlu Hanımefendi; Samsun'da YA MUHAMMED! (sav) Bekke Vadisi'nde İsmail çığlığı, ilahi haykırış. Faran Dağları'nda Hacerî hıçkırıklar. Bin asır yankılanan İbrahimî yakarış, Toplanıyor şimdi dağılmış kırıklar. Ezberliyor kâhinler dualara mazhar ismini, Gökte yıldız yağmurları seni müjdeliyor. Bir Yahudi haykırıyor daha duymadan Bismi'ni Gözyaşı bin asırlık mermerleri deliyor. Kadim kitaplar fısıldıyor ism-i Ahmet'i; Selman, kokunu arıyor rahiplerin dizinde. Bilâl okumadan, Kuss okuyor kâmeti. Tâcı tahtı terk ediyor, krallar izinde. Medâyin'de surlar harap, batıl çatır çatır; Beyin eriten Mecusî ateşler külleniyor. Bilginler gelişini yazıyor, satır satır; Gönüllerde Muhammed ismi tülleniyor. Bir çöl yakarışı, suya hasret dudaklarda. Gamzeler, nasıl da buseleri özlemiş. Bir yalvarış, çığlık çığlık kulaklarda; Mezarı kazılan kız, hep yolunu gözlemiş. Gölgende güneşleniyor, buzlanmış düşünceler. Karanlık ruhlar, nurunla aydınlanıyor. Küfrü tüketiyor, Bilalî işkenceler; Selman'ın yolculuğu sende sonlanıyor. Dağılıyor ruhlardan Lat, Menat karanlığı; Korku biriktiriyor taşa yüz süren sineler. Koca yüreklerde bir bebek hayranlığı Yerle yeksan oluyor fildişi kuleler. İlhan KURT 111 SİMURG ATEŞİ KAYSERİ’DE YANDI Ahmet SARGIN programın renkli geçmesini sağladılar. Kayseri Lisesi, Şehir Tiyatrosu Salonu ve Yoğunburç Kültür Merkezinde yapılan şiir sunumlarında öncelikle Simurg Ateşi Grubu sahne aldı. Daha sonra âşıkozan sanatçı, semazenler ve ilahi gruplarının gösterimleriyle programın zevki doruğa çıktı. Her üç programı da takip eden şiir severler alkışlarıyla şairlere destek verdiler. Kayseri'nin tarihi ve turistik yerlerini de gezen şair ve yazarlar toplu halde Erciyes Dağına tırmanıp teleferikle Erciyes'in zirvesini zorladılar. Üç gün devam eden Kayseri Simurg Ateşi Programına katılan Yozgat Temsilcimiz Şair- Yazar Ahmet Sargın programın güzelliğinden duyduğu memnuniyeti dile getirterek şunları ifade etti. “Kayseri Simurg Ateşi Programı takdire şayandı. Programa destek veren kurum ve kuruluşlara teşekkür ediyoruz. Kayseri'de üç unutulmaz gün yaşadık. Özellikle Kayserili yöneticilerin desteği bizleri çok mutlu etti. Başta Kayseri temsilcimiz eğitimci, ŞairYazar Ali Özkanlı olmak üzere emeği geçen tüm dostlarımıza- yöneticilere şükranlarımızı sunuyor teşekkür ediyoruz.” dedi ve Simurg Ateşinin Türkiye'yi dolaşmaya devam edeceğini bildirdi. Türk Edebiyatında yeni bir ses, yeni bir nefes ve yeni bir çığır açmak umuduyla bir araya gelen Simurglar: “ Ben değil biz varız” düşüncesiyle Türkiye tanıtımı ve halkla bütünleşme turlarına devam ediyorlar. 10 ilde başlayan hareketlerini 30 ilde taçlandırıp tüm Türkiye'ye taşımayı amaçlıyorlar. Simurg Ateşi Programına katılan şairler: Samsun- Bafra'dan Süleyman Altunbaş, Antalya'dan Şafaknur Yalçın, Kayseri'den Ali Özkanlı, Nevşehir'den Ayşe Paslanmaz, İzmir'den Birgül Sevil Tekinay, Tokat'tan Hasan Akar, Manisa- Soma'dan Mehmet Metin Baş ve Yozgat'tan Ahmet Sargın eserlerini yorumlayarak Simurg Felsefesinin tanıtımını yapıyorlar. Geçtiğimiz hafta sonu Kayseri'de bir araya gelen Simurg Grubu bölgenin şair yazar ve şiir sever dostlarıyla bir araya gelerek halkla kaynaştılar ve eserlerini yorumlama imkânını buldular. Simurg Ateşi Kayseri temsilcisi eğitimci şair yazar Ali Özkanlı'nın organize ettiği program üç ayrı mekânda gerçekleştirildi. Kayseri Valiliği, Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Melikgazi Belediyesi, Kayseri Lisesi ve birçok kurumun destek verdiği Simurgların Kayseri buluşmasına çeşitli il ve ilçelerden bölgenin tanınmış şair ve yazarları da katılarak 112 GÜL GÜZELİ Bugün var yarın yokum sevdaya mühür vurma Koy gönlünü gönlüme, derdimin dermanı sen Şartsız sev seveceksen sineme kahır vurma Bu gönlüme yazılan destanın fermanı sen Bağbanların içinde gezme ey gül güzeli Nicedir ne haldeyim.... Sezme ey gül güzeli İpek koza içinde bağrıma sarsam seni Gönül nağmelerimde çağrıma katsam seni Gir gecenin düşüne, yıldızlar saya saya Zemheri ayazında açma yorgun düşersin Hülyalı bakışlarla selam sal benden aya Henüz yavru ceylansın dağları zor aşarsın Kıpkırmızı dudağı büzme ey gül güzeli Ayrılığın harından süzme ey gül güzeli Elim gezsin saçında bağrıma sarsam seni Gönül yârelerimde ağrıma sürsem seni ANNELER MELEKTİR Gözyaşları düşmesin gönlünün toprağına Can cana yanık ise büyür diye bekleme Kaç güne savaş açtık sor takvim yaprağına Azap dolu dünleri yarınlara ekleme Ömür boyu hazandan geçme ey gül güzeli Kor kaynatan kazandan içme ey gül güzeli Meyletme yan gözüne bağrıma sarsam seni İn can gönül özüne, çağrıma katsam seni Anneler melektir sevmeyen şeytan Boyuna geçmeli bir yağlı kaytan Senden örnek alır doğacak haytan Cehennem kapısı aralanmaz mı? Sen onun bağrına saplama oku Var mı bir tarafta ondaki koku Aç Kuran'ı evlat yaşarasın şoku Bir anda yüreğin yaralanmaz mı? Rabbim zeval vermesin bahardan çalanlara Eylül kokulu düşler sinene kar katmasın Eğer vurgun yediysen bak elde kalanlara Siper ol gecelere aşk güneşi batmasın Gönlünün talibiyim kaçma ey gül güzeli Sevdama tırpan vurup saçma ey gül güzeli Amansız tuzak mısın, bağrıma sarsam seni Ateşten kızak mısın ağrıma sürsem seni Aklıselim davran kıymetini bil Onu mutlu eder dökeceğin dil Sen hiç karşı gelme bak aklından sil Yoluna belalar sıralanmaz mı? Sen biter mi sandın hakkın rahmeti Senin için çekmiş onca zahmeti Bir laf fazla desin bırak töhmeti Sana bir şey olsa çıralanmaz mı? Bu gönül safahatta ey canan durulur mu? Var mı aşkın mermisi can cana vurulur mu? Ölüm son durak mı, mahşeri de var Bugünden tezi yok git anneyi sar Sırtında taşı sen Kâbe'ye kadar İmkânı harcayan karalanmaz mı? İhsan NAZİK 113 AÇLIK İlhan ÖNAL “Mademki hepimiz yargıcız, o halde hepimiz birbirimize karşı suçluyuz.” Albert CAMUS Bir cinnet ki bu; sözler bütün edepsizliğini yazacak ve kan donacak yaşam denen bu ırmakta… Suçluyuz; ben, sen ve diğerleri… Gördüklerimize, duyduklarımıza, konuştuklarımıza ve hissettiklerimize rağmen… Sözlerimizin güdüklüğü bundan ve korkaklıklarımız bundan… Şekle boyun eğen başımız yaradılışımızdan değil, kaypaklığımızdan… Bir cinnetin arifesidir bu sahte yüzler ve gülücükler… Her adımında peşinden sürüklediği yalnızlığı onu gölgesi gibi takip ediyordu. Sokak lambalarından yansıyan ışık bazen yalnızlığının varlığından daha hızlı gittiğini anlatıyordu. Sokağa sığmayan bir gölgesi vardı Halil'in… Yer ıslaktı, Halil yalın ayak 114 kederlendi. Kesik kesik hırıltılar geliyordu ciğerlerinden. Kendisi de yorgundu. Başını duvara dayadı, göz kapakları kendiliğinden kapandı. Gecenin ayazına uyandı Mustafa. Öksürüyordu. Ciğerlerinin kopacağını sandı. Usulca doğruldu. Soğuk iliklerine işlemişti adeta. Kalktı. Karanlığa alışınca gözleri önceden tedarik ettiği gazete kâğıtları, çalı ve çırpıyı duvar kenarındaki ocağa tepti. Elini cebine attı. Çıkardığı kibritle gazete kâğıtlarını tutuşturdu. Salınan dumanı soluklandı. Dumanla ısıttı ciğerlerini. Ellerini tuttu aleve. Alev usulca dokundu Mustafa'nın parmaklarına. Mustafa'nın parmaklarında bir sonbahar vardı. Ateş ölgünleştikçe çalı ve çırpıyla besledi ocağı. Gözlerini araladı Halil. Yüzüne Mustafa'nın yaktığı ateşin dostluğu düştü. İçini çekti Halil bu düşünceyi… Beğenmedi. O hep yalnızlığı severdi. Ama Mustafa küçüktü, üstelik hastaydı. En kısa zamanda onu iyileştirmenin yollarını bulmalıydı. Sonra döndü yüzünü Mustafa'ya. Mustafa da ona baktı. “Başka bir yer bulalım gardaş, damı olsun. Bu duvara sırt verilip de yatılmaz.” dedi. Cevap vermedi Mustafa başını önüne eğdi, gözlerini düşürdü, daha sabaha çok vardı… … “Az kalsın elimden kaçıyorlardı veletler; hele şu zayıf olan bir hızlı koşuyor, bir hızlı koşuyor ki sorma. Bakkalın çırağı olmasa zor yakalardım valla! Önce şu sarı saçlıyı yakaladım, sağ olsun kasap yetişti, ona teslim ettim. Sonra diğerini gidip çırağın elinden aldım.” Genç polis zayıf olanı sol kolundan sarı saçlı olanı da sağ eliyle saçlarından tutuyordu. Çocuğun uzamış sarı saçlarını eline dolamıştı. Çektikçe çocuğun canı yanıyordu. Yeşil gözleri yerlerinden çıkacaktı sanki. Geniş alnı ter içindeydi. Hızlı hızlı nefes alıyor ve acemice ayak diriyordu. Korkusundandı. Kendisine değil gardaşına bir şey olmasından korkuyordu. Genç polis, diğer polis duysun diye yüksek sesle hırsız kovalamacısını gururlanarak anlatıyordu. Nefes nefeseydi. Galibiyetinde mağrur olduğu her halinden belliydi. Ukala ukala sırıttı. Esnaf, polisin yaptığı kahramanlıktan dolayı mutlu görünüyordu. Polisin çevresindekiler olayı konuşuyorlardı. Uğultu yoğunlaştı. Yoldan ve açtı. Açlık onun için çöplük demekti. Usulca yaklaştı sokak lambasının solgun ışığının yalayarak belirginleştirdiği bir çöp bidonunun yanına. Soğuktan titreyen ellerini bidonun içine uzattı… Bir an unuttu açlığını bütün dikkatini çöp bidonuna vermişti. Sonra aradığını bulmanın buruk gülümsemesi dolaştı dudaklarında. Doğruldu, elindeki iki çürük domates ile karıştı sokağın karanlıklarına ve gözden kayboldu… Mustafa kesik kesik öksürüyordu. Öksürdükçe göğsü ağrıyor, sert, taşlı zemin sırtına batıyordu. Yere, kartondan bir yatak yapmıştı. Karton kalıncaydı; ama yine de fayda etmiyordu yerin hıncını örtmeye. Bu gece de ayaza çekmişti. Kış kapıdaydı. Kalacak yeri yoktu. Bu yüzden kapıda soluklanmadan kış girecekti Mustafa'nın ciğerlerine. Bu damsız yapıda ölecekti kendi kendine… Bir ümit doğruldu. Halil'i aradı gözleri. Halil, gelmemişti akşamdan beri. Öksürüğü biraz aman verince açlığı geldi aklına. Midesinde bir boşluk, ayaklarını karnına çekti, büzüştü iyice. Az kalsın ağlayacaktı, yutkundu; tükürüğünü yuttu Mustafa. Sonra uzattı ayaklarını gecenin karanlığında toprağın hıncına… Bir el dokununca omzuna sıçrayarak doğruldu. Gözlerini ovuşturdu. “Mustafa” dedi Halil, “domates buldum bak. Uzattı elindeki domatesleri Mustafa'ya. “Karnını doyur gardaş; aç yatılmaz.” Mustafa doğruldu, elini uzattı, domateslerin suyu aktı avucuna. Önce suyunu içti domateslerin sonra etini yedi. “Sabah olsun” dedi Halil. “Başka bir yer bulalım gardaş. Damı olsun. Bu duvara sırt verilip de yatılmaz” Sonra oturdu Halil, Mustafa'nın başını dizinin üstüne koydu. Yüreği kabardı, çocukken annesinin söylediği türkü geldi aklına. Mırıldamaya başladı. Gözyaşları yanaklarında tomurcuklaştı, damladı Mustafa'nın yüzüne. Eğildi Halil, Mustafa uyumuştu. Sessizce izledi gardaşını; “Nasılda zayıfladı.” diye geçirdi içinden. Yüzü bir çocuğun yüzü gibi değildi. Avurtları çöküktü, uyurken bile keskin bir ifadeye sahipti çehresi. Uzun çenesi, boyun damarları buğday teninin üzerinde belirginleşmişti. Kısa saçları kirden keçeleşmiş yapış yapıştı. Halil, dikkatle Mustafa'nın soluğunu dinledi, dinledikçe 115 yansın, işini gücünü bırakıp da karakola geldiğine mi? Sinirden kızarmış suratı ile çocuklara dik dik bakıyordu. Çocukların her ikisinin de gözleri ağlamaklıydı. Çocuklarla birlikte üşenmeden karakola gelen yaşlı kadın beddua ediyordu durmaksızın. Bir yandan bastonunu tehditle sallıyordu. Bıraksalar çocukları paralayacaktı. Çocukların başları önlerindeydi. Cılız olan kesik kesik öksürüyordu. Sarı saçlı tedirgindi. Korkuyordu… Masanın arkasında oturan polis gülerek: “Vay vay vay! Demek baklava çaldınız ha! Desenize tam hırsızlık… Kesin planlamışsınıdır. Organize suça girer bu… Ona göre işlemlerini yapalım… Peh! Aç mıydınız yoksa… Aç olan baklavamı çalar mı birader. Bak hele…” Bunları söylerken bir yandan da iki kâğıdın arasına karbon yerleştirip daktiloya sürdü… Genç Polis; “Ben yakaladım bunları” dedi gururla… Komiserim nerede? Ona da anlatayım… Olay hakkında detaylı bilgi vermem gerekir… Elimden hiçbir suçlu kaçamaz benim. Yaşlı kadın bastonuna yaslanmıştı. Şahit göstermişti onu baklavacı. Yaşlı bir kadının şahitliğinden kimse kuşku duymazdı. Gerçi her şey de ortadaydı. Kadın bastonuyla bir anda ileri atıldı… “Şahidim ben evladım hepsini gördüm. Sokaklar tekinsiz artık… Bu hırsızlar yüzünden yürüyemeyecek miyiz? Geçenlerde de benim çantamı çaldılar. Yeni oya işlemiştim. Ah ah çantayla yitti gitti… Misafirlikten dönerken sokak ortasında üstelik… Hepsini gördüm… Yere batasıcalar… Yere batasıcalar…” Kadının bağırtısı karakolda yankılandı. Kadın ara verince bu defa baklavacı başladı; “Şikâyetçiyim amirim. Daha yeni yapmış, şerbetlerini de yeni dökmüştüm. Vay ki o kadar emeğe… Şimdi hemen gidip bir tepsi daha yapmam gerekir. Yoksa akşama ne satacağız. Dükkâna kepenk vurdurtur bunlar. İkisinden de şikâyetçiyim. Atın hapse de akılları başlarına gelsin. Mikrop bunlar mikrop. Baklavacı sinirinden yerinde duramıyordu. Genç polis, adamı sakinleştirmek için kolonya tuttu. Bir bardak su getirdi hemen. Adam suyu bir dikişte içti. Gözleri irileşmişti. “Alçak, alçak bunlar! Acımamak gerekir böylelerine! Sonra sustu baklavacı, O susunca karakol geçen bastonlu yaşlı bir kadın “Dünyanın sonu geldi. Geçenlerde aha bu yaşlardaydı çantamı alıp kaçanlar. Yeni oya işlemiştim. Ah, ah! Çantayla yitti gitti… Yere batasacılar… Elleri kırılasıcalar… Tühh Size!” Yaşlı kadın bastonunu durmadan yere vuruyor ve söylenmeye devam ediyordu. İkinci polis aceleyle kalabalığı yardı. Kümeleşen bakışlar bir anda gelen bu yaşlı polise yöneldi.”Ne yapmış hergeleler?” diye gürledi adeta yeni gelen. Genç polis; “Ne mi yapmışlar. Tabi ki hırsızlık! Şimdi dönüp masum ayaklarına yatacaklar. İnkâr edecekler. Ama gözlerimle gördüm. Bu sokakta devriye görevindeydim. Bir aşağı bir yukarı adımlarken baklavacının feryat figan ortalığı velveleye verdiği zaman bende tam da baklavacının önünden geçiyordum. Şu sarı saçlı olan var ya! Koca bir tepsi baklavayı kucaklamış seke seke kaçıyordu. Ama ben bırakır mıyım? Hemen sarıldım çocuğun koluna. Kolundan çektiğim gibi yakaladım. Fakat sarsıntıyla elleri boşaldı güzelim baklavalar da tepsi yere düşünce toprağa saçıldı. Ah be inancın olsun toprakta bile insanın iştahını gıdıklıyorlardı… Genç polisin aklı baklavalardaydı… Baklavacı genç polise; “Akşam uğra da sana baklava ısmarlayayım. Afiyetle yersin. Baklavalarım çok güzeldir benim” Yaşlı polis; “Bak deyyuslara. Ellerini kıracaksın böylelerinin. Açlıklarından değil edepsizliklerinden çalmışlar desene… Köpoğlular… Aç olan baklava mı çalar… İyi bir sopa çekmek lazım aslında… Bir an önce karakola götürelim de nezarete tıkalım. Anlasınlar hırsızlık neymiş… Görsünler günlerini…” Genç polis arkasını döndü; “Baklavacı, şimdi bizimle gel. Yanına da bir şahit al. Senin şikâyetçi olman lazım... İşin çabuk biter. Dönersin dükkânına. Hem akşam ben de gelirim. Ne o yoksa beni davet etmiyor musun? Hele şunları bi tepelim kodese... Sonra senin baklavalarının da lezzetini test ederiz. İki sokak ötedeydi karakol. İki katlı, bakımlı bir binaydı. Giriş katının hemen sağındaki odadaki duvarın önüne diktiler çocukları… Duvar, çocukların yüzü gibi kireç beyazdı. Baklavacı, baklavasına mı . 116 çaldım baklavayı. Gardaşım baklavayı çok sever. Ninem yapardı ölmeden. Ondan sonra hiç yemedi. Hem çok açtı. Baklavayla daha iyi karnı doyar diye ben çaldım. Gardaşımın suçu yok. Bırakın gitsin.” Halil bunları söylerken Mustafa'yı bırakırlarsa nereye gideceğini düşünüyordu. “Polis amca biz kimsesiziz. Ben baklavayı çaldım. Beni kodese. Gardaşımı yurta verin. O çok hasta!” Halil'in ağlaması şiddetlenmişti. Genç polis Halil'in koluna bir çimdik daha attı. “Sus ulan, bu halinle bizi mi acındıracaksın kendine. Bizim de çocuklarımız var. Onlar her gün baklava mı yiyorlar sanıyorsun. Ama hırsızlık da yapmıyorlar. Hem yalan da söylemiyorlar. Biz onları namuslu yetiştiriyoruz. Sizi yetiştirenler gibi sokağa salmıyoruz. Bizim çocuklarımızın baklava yemeye hakkı yok mu? Onların canı can değil mi? Bizim de canımız can değil mi? Baklava yiyemiyoruz diye sizin gibi baklava mı çalalım biz de?” Polisin bu sözleri baklavacıyı duygulandırdı. Akşam bir paket sarayım da çocuklara götür emi vallahi böyle konuşunca çok zoruma gitti, helal hoş olsun yesinler benim bal gibi baklavalarımı. Siz polisler olmasanız halimiz nice olur. Ne yaparız. Vay ki halimize! Allah sizleri başımızdan eksik etmesin. Masanın başındaki polis bu defa baklavacıya döndü. “Sen, şikâyetçi misin bunlardan?” “Elbette amirim… Bir görseniz benim halimi o baklavaları yaparken nasıl yorulduğumu bir görseniz vallahi yüreğiniz acır. Zemheride kalkar dükkânın yolunu tutarım. Saatlerce didinir dururum. Bir sanattır bizim baklavacılık. Yufkası ayrı sanat, cevizi ayrı sanat, pişirmesi ayrı sanattır. Hele o şerbeti adeta bir musiki gibi işleriz… Çok büyük sanat amirim… Parçalanır dururuz… Döktükleri baklavaya en az üç saat harcamışlığım vardır. Heba oldu koca tepsi… Mübarek meslektir bizim meslek… Hem de ikisinden de şikâyetçiyim. Biri camekânın arkasından baklavalara bakıyordu. Aha şu sıska olan var ya öksürüp duran. İşte o camdan bakıyordu. Aslında acımıştım ilk bakışta haline… Dedim ki bir metelik uzatayım da gidip bir somun alsın kendine. Karnı açtır diye acımıştım. Benim yazar kasa tezgâhtan az uzakta kalır. Vardım uzandım kasaya… Bu sarı saçlı çıyan o anda kaptı sessizleşti. Baklavacıyla yaşlı kadını birer sandalyeye oturttular. Genç polis çocukların sağındaki kapının yanında ayakta dikiliyordu. Yaşlı polis genişçe bir koltuğa yayılarak oturdu. Şimdi, daktilonun yazı sesinden başka bir şey işitilmez olmuştu. Çocuklar kafalarını geldiklerinden beri yerden kaldırmamışlardı. Cılız olan içini çekerek ağlıyor ve arada hırıltılı bir öksürükle tüm bedeni titriyordu. Sarı saçlı olan ellerini yumruk yapmıştı, kıpırtısızdı. Olduğu yerde çakılmıştı sanki… Masanın gerisinde daktilo başında oturan polis sordu: “Adın ne?” Sarı saçlı çocuk sorunun kendisine sorulduğunun anlamamıştı. Yumruklarını kıracak gibi sıkmaya devam ediyordu. Genç polis çocuğun koluna dürttü. “Amirim sana söylüyor, cevap versene çocuk. O ne? O ellerini de düzelt. Ne o lan bizi mi döveceksin! Çocuk ellerini gevşetti, ağır ağır kafasını doğrulttu. Çocuğun gözlerinin içine bakarak polis tekrar sordu: “Adın ne?” Sarı saçlı çocuk: “Adım Halil”, dedi. “Soyadın yok mu senin?” Çocuk tekrar cevap verdi. “Halil, Halil Yurtsever. Yanımda ki de gardaşım. Onun bir suçu yok. Bırakın gitsin. Her şeyi ben yaptım. Ben çaldım. Bütün suç benim…” “Bak hele bak! Ne yapacaktınız bir tepsi baklavayı? Satacaktınız değil mi? Satıp kim bilir neler yapacaktınız? Cigarasız mı kaldınız? Keskin ve devamlı bir öksürük girdi araya. Amir, bakışlarını çevirdi cılız çocuğa; “Bak hele bir de üstüne köh köh öksürüyor ama aklı sigarada hâlâ. Sizin gibileri bilirim ben. Önce hırsızlık yaparsınız. Sonra da kahramanlık! Neymiş efendim. Suçlu benim. Kardeşim masum. O yanıma nasıl gelmiş ben de bilmiyorum. Yok, daha neler! Tesadüf olduğuna mı inandıracaksın şimdi bizi. Belki de baklava tepsisi de tesadüfen ellerine sarılmıştır. Hatta sen de suçlu değilsindir. Tüm suç baklavacınındır. Reva mı o şerbetli tatlıları camekâna dizmek… Sonra başını cılız olan çocuğa çevirdi: “Senin adın ne?” Halil donuk bakışlarını tekrar yere çevirdi. “O hasta polis amca, adı Mustafa… Mustafa Yurtsever. Gardaşım olur. Sonra ağlamaya başladı.” Vallahi de billahi de bütün suç benim polis amca. Gardaşım masum, açtık; hem gardaşım çok hasta. Günlerdir bir şey yemedi. Bu yüzden 117 tezgâhın üstünde duran tepsiyi. Dur demeye kalmadı uçtu dükkândan. Öyle bir kaçışı vardı ki en çalımlı hırsıza taş çıkartırdı. Ben de avazım çıktığı kadar bağırdım. Sağ olsun polis efendi yetişti imdada. İkisinden de şikâyetçiyim. Sıska olan beni oyaladı. Sarı saçlı ise tepsiyi alıp kaçtı. Verin komserim, cezanın en büyüğünü bunlara! Verin ki millet rahat etsin!” Genç polis, baklavacıyı sakinleştirmeye çalışıyordu. “Elbette verilecek cezası. Sen rahat ol! Bugün cumartesi yarın nöbetçi savcının karşısına çıkarlar. En geç pazartesi ıslahevinin yolunu tutarlar. Layıklarını bulurlar. Üzme kendini elbette emek önemli… İnşallah Allah bol kazanç verir sana… Sen de bol bol baklava pişirirsin şöyle bol şerbetli. Dedim ya aklın burada kalmasın… İçin rahat olsun…”Masanın arkasında oturan polis, daktilodan çekip çıkardığı tutanağı baklavacıya ve yaşlı kadına imzalattı. Baklavacıyla yaşlı kadın söylene söylene karakoldan ayrıldılar… … Gece yarısına doğru karakola tam anlamı ile sessizlik çökmüştü. Polisler nöbet değiştirdiler. Yeni gelenler; “Vukuat var mı?”, diye sordular. Mustafa demir parmaklıkların arkasında kesik kesik öksürüyordu… Halil tahta ranzaya kıvrılmış öyle de uyumuştu… İçerisi sıcaktı… Halil'in yüz hatları gerildi. Anlaşılan rüya görüyordu. Bir sokaktaydı gecenin karanlığında. Her adımında peşinden sürüklediği yalnızlığı onu gölgesi gibi takip ediyordu. Sokak lambalarından yansıyan ışık bazen yalnızlığının varlığından daha hızlı gittiğini anlatıyordu. Sokağa sığmayan bir gölgesi vardı… Gölgesine oranla gövdesi küçüktü. Yer ıslaktı, Halil yalın ayak ve açtı. Açlık ise çöplük demekti onun için. Usulca yaklaştı bir çöp bidonunun yanına. Soğuktan titreyen ellerini bidonun içine uzattı… Ve unuttu açlığını Halil. Elinde iki çürük domates ile sokakta gözden kayboldu… … Demir parmaklıkların ötesinden gelen ayak sesleri uyandırdı Halil'i. Uzak da olsa mercimek çorbasının kokusunu çekti içine. YUNUS'UN GÜLLERİ Dünyayı boşadım üç talak ile Dergâh kapısına vardım Yunus'un İçimi doldurdum yalnız Hakk ile Aşkımı aşkına kardım Yunus'un… Sevgiyi kalbime ışık eyledim Her zerremi Hakk'a âşık eyledim İdrâkimi aşka beşik eyledim Gönül bahçesinde hardım Yunus'un… Beni benden alıp yâr'e götürdü Hicranın közüne, nar'a götürdü Nefse savaş açtı, dar'a götürdü Nice sırlarına erdim Yunus'un… Aşkın ummanına, sele kapıldım Hicran nağmesine, tele kapıldım Dikenleri aştım, güle kapıldım Aşk bağından güller derdim Yunus'un Ben'imi yitirdim, aramaz oldum Kanayan yaramı, saramaz oldum Ondan gayri yola, varamaz oldum Önünde saygıyla durdum Yunus'un Azamet dağında bir kuytu beldim Medine'den esen ılık bir yeldim Kesreti aşıp da Bir'e yöneldim Saatimi aşka kurdum Yunus'un Dünyaya sırt döndüm, yöneldim Hakk'a Aşk terazisinde çektim bin okka Eskiler hoş demiş: “men dakka dukka” Rüyasını hayra yordum Yunus'un… Önünde durulmaz, coşkun bir seldim Ferhat gibi nice dağları deldim Zamanı, mekânı aştım da geldim Yerini yurdunu sordum Yunus'un… Dövenlere elsiz oldum erenler!... Sövenlere dilsiz oldum erenler!... Kovulunca ilsiz oldum erenler Hicran ateşinde kordum Yunus'un M. Nihat MALKOÇ 118 PİŞMANIZ ÇOCUKLAR! Ergün VEREN* Yaşar DEMİRCİ söyledikleri bu sözleri değerlendirmeden önce o yılları hatırlamak da fayda var. “Bir yanda arabesk müzik, diğer yanda terör kol gezerken, acılarından mutluluk anları yakalamaya çalışırdı insanlar Arjantin 78 birahanelerinde… Şehirde, mahallelerde öyle kamplaşmışlardı ki, bu sağcı-solcu ayrımının ötesinde FerdiciOrhancı da olmuştu insanlar… Kemal Sunal terörden ve kamplaşmadan bezmiş insanları sinema salonlarına doldurur; kahkahalardan kırıp geçirirdi. Gülmekten kırılıp geçenler kendi hallerine güldüklerinin farkında olmak istemezlerdi. İbrahim Tatlıses “ayağında kundura” diye avaz avaz bağırırken Sulukule komedi filmleri beyazperde de oynardı, Eskişehir'de 1970'li yıllarında sonlarında ve 80'li yılların başlarında… Yine o günlerin en büyük üzüntülerinden biri de Es-Es'di. Beşiktaş'a yenilip küme düşmüştü. Ayder grubu ile Amigo Orhan ve niceleri yasdaydılar. Bu şehrin insanları mütevazıydılar. Küçük şeylerle mutlu olmasını bilirler, paylaşırlar ve yetinirlerdi. Ve şehrin liselerinden biri de Ticaret Lisesiydi. Alanında tek ve o zaman 40 yıllık bir geçmişe sahipti. Bu okul meslek lisesiydi, mezunlar muhasebeci olurlardı. İş bulmaları kolay olarak bilinirdi. Sonu hayata çıkan kestirme yoldu… Öğrencileri; orta halli, muhafazakâr, mütevazı, şehri çevreleyen mahallelerde oturan ailelerin çocuklarıydılar. Yokluğa yakın kıt kanaat hayatlar; özlemleri pekiştirir, hayalleri yüreğe gömerdi. Çevre baskısı hayatı düzenlerdi. Bastırılmış, sindirilmiş, örselenmiş kimlikler debelenir dururlardı kendi balçıklarında… Aynı elbise, gömlek ve kravatla iki üç yıl geçer, jileler ütüden parlardı. Kaçık çoraplar çizmelerin içinde saklanır, abladan kalan kazakların, gömleklerin kardeşe ya da yeğene ulaştırılması için gayret edilirdi. Kantin “... Pişmanım çocuklarım, sizlere zamanında sert davrandığım için pişmanım…” Beyhan ARIÖZ, Emekli Öğretmen, 24.01.2010, Eskişehir Öğretmenevi (Veren 2012:156). “... Gençler aranızda üzdüğüm, kalbini kırdığım vardır. Haklarını helal etsinler.” Yaşar DEMİRCİ, Emekli Öğretmen, 16.01.2014, Facebook (6/B'liler B ü l t e n i : 2 0 1 4 / 6 0 : 1 ) . İnsanın her türlü yaşantısına duygular eşlik eder. Bu duygular da hiçbir zaman tekil bir duygu olmayıp, birçok duygudan oluşan bir duygu demetidir. Yaşanan rahatsızlık verici duygulanım içinde birçok duygu bulunur; fakat böyle bir durumda yaşanan temel duygular arasında üzüntü, pişmanlık ve suçluluk duyguları vardır ( Ö z m e n 2 0 1 1 ) . Pişmanlık bir insanın geçmişteki davranışlarından hoşnut olmama duygusudur. İnsanın belirli bir eylemi yerine getirdikten sonra üzüntü, utanç, mahcubiyet veya suçluluk karışımı bir duygu hissetmesi; "Keşke öyle yapmasaydım! diye düşünmesidir" Pişmanlık suçluluk duygusu içerebilir ama genel anlamda suçluluktan farklıdır. Pişmanlık rahatsız edici bir duygu olmakla birlikte etkisi suçluluk duygusuna göre daha zayıf ve daha geçicidir. Vicdan azabı pişmanlığın en güçlü şeklidir ve çok daha derin bir suçluluk bileşenine sahiptir. Utanç ve mahcubiyet duygularının pişmanlıktan farkı taşıdıkları toplumsal ve kültürel unsurlardır (Vikipedia 2014). Yukarıdaki sözlerin sahibi Eskişehir Ticaret Lisesi 1975-1990 döneminde “sertlik yanlısı disiplin anlayışları” ile tanınan Beyhan ARIÖZ ve Mehmet Yaşar DEMİRCİ öğretmenlerimiz. Emekliye ayrıldıktan çok uzun yıllar sonra * Araştırmacı Yazar, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi (ergunveren@hotmail.com). Beyhan ARIÖZ 119 nedir bilinmeden dönemler geçer, otobüs biletleri sıkı sıkı saklanır, bazen son derslere yakın yerinde olup olmadığının kontrol edildiği olurdu. Gurbette soğuk bekâr odalarında yarı aç yarı tok geçen günlerde ilim tahsil edilirdi(!) Okul özgürlüktü... Kurtuluştu… Kendini bulma, kendi gibilerle baş başa kalma yeriydi. Ağabey şiddeti, ana baskısı, baba korkusu, komşu dedikodusu olmadan geçen 6–7 saatti… Huzurdu, neşeydi, sahte cennetti… Bu şehrin çocukları bu okula geldiklerinde yanlarında getirdikleri öfkelerini, hırslarını, yetmezliklerini, yokluklarını, bazen sahte cennette mutluluk ve huzurlarına katık ederken ölçüyü kaçırıp şiddete, saygısızlığa, gürültüye, başkaldırıya dönüştürdükleri olur; bunları da sigarayla, kahvehane ya da birahane kaçamaklarıyla simgeleştirdikleri görülürdü. Onlar çocukta değildi ama büyüyememişlerdi de… Aynı şehrin havasını soluyan öğretmenler vardı yine bu okulda. Bulunuş sebeplerinin bu çocukları eğiterek hayata hazırlamak olduğunu bilen… Bu öğretmenlerin bazısı devlet memuru ruhuyla derse girip çıkarken bazıları da “durumdan vazife çıkarırlardı.” İçlerine sindiremezlerdi görmezden gelip sorunları idareye yıkarak ders saati doldurmayı… Eserlerdi, gürlerlerdi, sevilmezlerdi öğrencileri tarafından ama saygısızlığa da uğramazlardı. Verdikleri korkudan mıydı? İçin için beslenen saygıdan mıydı? Yoksa mütevazı ve yetinmesini bilen şehrin çocukları oluşlarından mıydı? (Veren 2012:141;145). Beyhan ARIÖZ ve Mehmet Yaşar DEMİRCİ öğretmenliğin yanı sıra durumdan vazife çıkaran anne-baba ruhlu eğitimcilerdi Onlara göre “Eskişehir Ticaret Lisesinin öğrencileri eğitimlerini tamamlamalıydılar; siyasi, kültürel, ekonomik rantçıların eline düşmemeliydiler; kullanılmamalıydılar; ahlak, erdem ve akıl temelinde ekonomik özgürlüklerini kazanmalı, geleceklerine güvenle bakabilmeliydiler.” Ancak amaca ulaştırılacak hedef kitle ergenlik dönemindeydi. Çoğu da “ağır ergen”di. Dönemin eğitim anlayışı “eti senin kemiği benim” felsefesi üzerine kuruluydu ve yine “devlet baba” yaklaşımlı sertlik yanlısı uygulamaların geçer akçe olduğu zaman diliminde yaşanıyordu tüm bu olanlar. Onlarda durumdan vazife çıkardılar, annebaba ruhunu öğretmenlikle harmanlayıp kestirme bir yol buldular ve uyguladılar. Bugün geçmişe dönüp bakıldığında onların “sertlik yanlısı disiplin anlayışıyla da olsa” kontrol altına alabildiği öğrencileri eğitimlerini tamamladılar: siyasi, kültürel, ekonomik rantçıların eline düşmediler, kendilerini kullandırmadılar; ahlak, erdem ve akıl temelinde ekonomik özgürlüklerini kazandılar ve geçmişlerini tebessümle, keyifle, iyi ki onlar bize böyle davranmışlar diyerek anıyorlar. Bu öğretmenlerin öğrencileri olmaktan “pişman değiller!”. Beyhan ARIÖZ ve Mehmet Yaşar DEMİRCİ öğretmenlerimizin yukarıdaki sözlerine bir daha baktığımızda şunları görüyoruz. Onlar durumdan vazife çıkardıklarından pişman değiller! Onlar anne-baba ruhunu öğretmenlikle harmanlayıp öğrencilerinin eğitimlerini tamamlamaları için, ahlaklı, erdemli ve akıllı davranmaları için çabalamaktan ve dönemin sevilmeyen öğretmeni (!) olarak yaftalanmaktan pişman değiller! Onlar sadece sert davrandıkları ve sertlik yanlısı uygulamaları seçtikleri için pişmanlar. Onların seçtiği yöntemleri de seçildiği dönemin yaşam felsefesi; beklentiler; uygulayan ve uygulatanlar arasındaki sosyal ve kültürel bağ ile neden ve sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirdiğimizde hoş görülmeyecek kadar vahim bir durum çıkmıyor karşımıza. Onlar “pişman!” ama “suçlu!” değiller. KAYNAKLAR ÖZMEN Erol (2011) “Kendini Tanıma Rehberi”, Turkuaz Yayıncılık, Ankara. VEREN Ergün (2012), "ESKİŞEHİR'İ GÖRSEM", GÖRSEM Görme Engelliler Dayanışma Derneği Yayınları No:1, Sistem Ofset, Ankara. , S: 141;156 6-B'LİLER Haber Bilim Kültür Bülteni, Kasım 2014, Sayı 60. VİKİPEDİA (2014), “Pişmanlık” 120 BUYURMAZ MISIN? Ne varsa soframda ar pazarından Hazır satın aldım buyurmaz mısın? Varoşlar yurdundan koç pazarından Nezir satın aldım buyurmaz mısın? Neler çektim etiketli okurdan Akıl sordum arızalı fikirden Zenginlere köle olan fakirden Huzur satın aldım buyurmaz mısın? Viran bağda baykuş gibi ötüşen Dostum diye göstermelik tutuşan Zor günümde imdadıma yetişen Hızır satın aldım buyurmaz mısın? Menfaatsiz sermez yere postunu Haksızken de kayırıyor dostunu Örtmek için her kusurun üstünü Bezir satın aldım buyurmaz mısın? Toprağı bol beş haneli köyünden Dört duvarı taş haneli köyünden Kalabalık boş haneli köyünden Kizir satın aldım buyurmaz mısın? Gitmedi yoksulluk karargâhımdan Merhamet dilendim gönül şahımdan Fermanı çok yüce padişahımdan Vezir satın aldım buyurmaz mısın? Zulmederek diyar diyar göçüren Ayranıma zehir katıp içiren Sonrasında huzurumu kaçıran Muzur satın aldım buyurmaz mısın? Küheylanı tek çiviyle nallayan Susuz koyup fırsatını kollayan Ekmeğimi eve kadar yollayan Nazır satın aldım buyurmaz mısın? MEDDAHÎ'yi hayat almış kıskaca El sözüyle avradıyla küs koca Kabahatten daha büyük koskoca Özür satın aldım buyurmaz mısın? 121 ŞİİR TEYZEM -Leyla Arsal'a ifhafen- KÜLE DÖNDÜM BEN teyzemin her şeyden çok şiir yazmasını ben bilirim tazecik aklıyla, bin bir çeşit şiirleriyle yirmi dört saat ilgilenir, bıkmadan ağacın yapraklarını dökmesi gibi yalnız başına ciddiyetini hiçbir şeye değişmem kızgınlığı hariç yağmur suları gibi akıyor şırıl şırıl hayata / özellikle şiirleriyle güneşin ağaçlara vurduğu etkinin altından yağmur sonrası toprağın kokusu gibi özel ve sakinleştirici karın tabiatı koruduğu gibi göğüs geren kuşlar gibi cıvıl cıvıl öten, etkileyen en iyi kullarından Allah'ın teyzem kendisini ibadete adamış bir sarmaşığın uzaması gibi geliştirmek kendisini yaşam felsefesi saatin akrebi gibi hayata yavaş adım atan uğur böceği gibi hayal kuran kabalıktan almamış eser, yoğrulmuş incelikle çiçeğin gövdesi, insanın hası, hayatın anlamıdır teyzem Vefatından sonra dedemin baştacı annânemin gönlü ak yüzü nur içinde olsun Allah hep yanında olsun bundan sonra hep çiçeklere tohum olsun İnşallah Hiç mi düşünmedin yolun sonunu? Yakıp yıkarken sen seven kulunu Söyle yoksa bu mu aşkın kanunu? Özleminle esen yele döndüm ben Bu kadar mı kolay söyle unutmak? Bir kalemde silip arkaya atmak Yalancı aşklara sevgiyi satmak Boynu bükük garip güle döndüm ben Bir zamanlar sende gözün feriydim Kalbinden damlayan sevgi teriydim Hani senin için aşk kıblesiydim Ne yazık ki şimdi ele döndüm ben Umutlar zamanla tükenir gider Yaram dikiş tutmaz sökülür gider Kalemden feryatlar dökülür gider Irmak olup akan sele döndüm ben Gökyüzüne siyah perde atarım Dertleri yoğurup hicran katarım Aşkın gölgesinde matem tutarım Yana yana bittim küle döndüm ben Şafaknur YALÇIN Abdullah Emre ÖZBODUÇ AMMA YANILMIŞAM SEVIRƏM SƏNI….. Bilmirdim bir zaman belə sevərəm səni gördüyüm an hər şey dəyişdi deyirdəm heç bir vaxt mən sevənmərəm amma yanılmışam sevirəm səni….. Get salamat qayıt amma ki qayıt bil ki , yollarında susuz ağac var bilmirəm qəlbini nəynənsə ovut bəzən fikirlərdən ürək daralar Sən məni tərk edib getsəndə belə mən hər gün sevgimi gətirib dilə ürəkdən yazdığım kövrək əllərə sığınıb deyirəm sevirəm səni…. bilirsən həmişə tanıdın məni məndə tanıyaraq sevirəm səni…. Fidan çarəsizdir neyləsin ürək yəqinki qismətə ayrılıq deyək sən çıxıb gedirsən indi neyləyək… amma ki hələdə sevirəm səni… Unutma hər zaman sevəcəm səni….. Düşünmə unutmaq asandır asan sonralar dərk edir sevgini insan çalış uğrunda öl bu eşqi qazan axı ürək deyir sevirəm səni…. Fidan ABBASOVA Çox gördüm yalandan sevgi əsiri gördükcə doğular itdi təsiri həttda daşa- daşa hər gün səbiri yenədə deyirki sevirəm səni…. 122 etkinlikler 1. ULUSLARARASI TOKAT KÖROĞLU HALK AŞIKLARI ŞÖLENİ, 14 KASIM 2014 TARİHİNDE 26 HAZİRAN KÜLTÜR SARAYINDA GERÇEKLEŞTİRİLDİ. PROGRAMA TOKAT BELEDİYE BAŞKAN VEKİLİ ABDULLAH KARATAŞ, VALİ YARDIMCISI MEHMET SUPHİ KÜSBECİ VE ÇOK SAYIDA DAVETLİ KATILDI. 124 KÖROĞLU HALK AŞIKLARI ŞÖLENİNDEN AHMET DİVRİKLİOĞLU Yrd. Doç. Dr. DOĞAN KAYA TOŞAYAD BAŞKANI REMZİ ZENGİN 126 MEHMET SUPHİ KÜSBECİ HASAN AKAR, KAYSERİ ŞİİR AKŞAMLARI PROGRAMINA KATILDI. MAHMUT HASGÜL, SAMSUN’DA KARDEŞ ŞİİRLER VE TÜRKÜLER GECESİ PROGRAMINA KATILDI. 8. ULUSLARARASI MÜBADELE VE BALKAN TÜRK KÜLTÜRÜ ARAŞTIRMA KONGRESİNDE ÖZKAN GÜNEYOĞLU İLE... DERNEĞİMİZ ÜYELERİ SAMSUN’DA BİR PROGRAMDA... DERNEĞİMİZİN GÜZE VEDA KAHVALTISI, 29 KASIM TARİHİNDE BEYAZ KÖŞK’TE YAPILDI TOKAT’TA YILIN ÖĞRETMENİ SEÇİLEN SAFFET ÇAKAR, ÖDÜLÜNÜ BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU’NDAN ALDI.
© Copyright 2024 Paperzz