3 EDİTÖRDEN Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi D eğer Yıl: 1 Sayı: 9 Eylül 2014 Merhaba Değerl Okuyucularımız, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ Eğitim Daire Başkanı Alperen ÖZTÜRK Tetkik Hakimi Ramazan GÜNŞAN Şube Müdürü Melike ÖNBAŞ Alpaslan DEMİR Tuncay KARACA Evren TANRIKULU Metin KARTAL Mustafa Serdar ÖZGÜN Süleyman KARAKUŞ İlhan GÜLER Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Naci BİLMEZ Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Oktay YILDIRIM Kurum Müdürü Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım Hoşdere Cad. 191/11 Çankaya/ANKARA Gsm: 0533 616 23 18 * Tlf: 0312 442 36 23 E posta: bilgi@zgrafik.com Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayn Basım Tarihi: 15/09/2014 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 13 75 Faks: 223 43 91 e-posta: yetiskin.egitim@adalet.gov.tr Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin Ayda Bir Yayımlanan Kültür Ekidir 2014 yılının Eylül ayında derg m z n 9. sayısı le huzurlarınızdayız. '' Değer'' derg s n n bu ay k ana temasını adalet olarak bel rled k. Adalet kavramının sözlük anlamına baktığımızda, ''hakkın gözet lmes ve yer ne get r lmes '' şekl nde karşımıza çıkmaktadır. Şüphes z k , haklı le haksızın ayırt ed lmes adaletle sağlanmaktadır. Bu an-lamda nsanların toplum ç ndek davranışlarıyla lg l herhang b r durumun ad l olup olmadığından söz ed leb l r. Adalet kavramı temelde hukuk kurallarına uygunluğu gerekt r r. B reyde bulunan adalet duygusunun, toplumda b r arada yaşamamız konusunda gerekl l ğ tartışılmaz b r gerçekt r. Adalet duygusu, nsanda doğuştan t baren kend l ğ nden oluşan b r kavramdır. Bu duygu nsanın benmerkezc hareket etmes n dengeye sokarak nsan l şk ler n n düzenlenmes nde yardımcı olmaktadır. Adalet kavramını sadece eş t dağılım olarak açık-lamak ve aktarmak eks k ve yanlış b r fade olur. Adalet duy-gusuna paylaşım, cömertl k, doğruluk, hoşgörü, hak, dürüst-lük, saygı ve eş tl k g b d ğer kavramlar da eşl k etmekted r. Gerçek adalet anlayışının, bu değerler de bünyes nde barındıran b r kavram olduğu gerçeğ unutulmamalıdır. Bu sayımızın kapak yazısında; v cdanın kalb m z n teraz s olduğunu ve bu duygu le nsanın zal m le mazlumu, acımasızlıkla merhamet , haklı le haksızı, nsanın ç ndek y le kötüyü, hayır le şerr ayırt edeb leceğ ne vurgu yapılıyor. A le bölümünde; evl l ğ n uzun vadel b r yolculuk olduğu ç n her dönem n kend ç nde farklı zorlukları bulun-duğunu, tıpkı nsanoğlu g b evl l kler n de yıllar geçt kçe olgunlaştığını ama her devr nde farklı b r sorunla baş ed lmes gerekt ğ n açıklayan b r yazı st faden ze sunduk. Sağlık sayfamızda; hıçkırığın c dd hastalıkların haberc s olab leceğ n ve hıçkırıklar hakkında b l nmeyenler n gözler önüne seren lg nç b r yazımız var. Çocuklar arasında adalet ve zulüm yazımızda; çocuklarımıza olan sevg m z n ve lg m z n eş t olmadığı durumların olab leceğ n ama unutulmaması gereken n onlara karşı ad l davranmamız gerekt ğ ne vurgu yapılmakta. Elbette bu kadarla sınırlı değ l, derg m z n d ğer bö-lümler nde; ps koloj den b l me, edeb yattan sanata ve k tap tanıtımından canlılar alem ne kadar zeng n b r çer k s zler bekl yor. S zler derg m zle baş başa bırakırken 10. sayımızda ''Dürüstlük'' teması le karşınızda olmayı umut ed yoruz. İlhan Güler Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Bu ay, bir “değer” olarak dergimizin ana temasını oluşturan kavram; adalet… Arkasında sakladıklarına bakıldığında ne mütevazi bir kelime. O küçücük kelimenin içerisine neler sığmaz' ki; medeniyetler, inançlar, insanı insan yapan en önemli ilkeler, zalimlikle merhamet ve güven duygularının mihenk taşı. Adalet'i nasıl tarif edersek edelim, hangi sözlük anlamını buraya uzun uzun yazarsak yazalım, kavramın büyüklüğünü ya da tüm içeriğini ifade edemeyiz. Adalet; adalet deyince tamda aklınızdan, gönlünüzden geçenlerin tamamını kapsayan bir ifadedir. Adalet deyince akla gelen ilk müessese yargı faaliyetidir. Bir yönüyle doğru olan bu düşünce önemli oranda eksiktir. Şüphesiz, yargı faaliyetinin amacı, yetki sahası üzerinde yaşayan her birey için adalet dağıtmak, uyuşmazlıklara adil çözümler bulmaktır. Bunu yaparken, her bireyin kendini eşit ve bir başkasından farksız görmesi, yargı kurumunun, adalet dağıtmadaki başarısının ölçütü olacaktır. Bir başka yaklaşımla; yargı, Devletin, toprakları üzerinde yaşayan her vatandaşa, adaletle yaklaşmasının en önemli aracıdır. Çok hassas ve kırılgan bir kavram olan “adalet”i, birey ile Devlet arasındaki güven köprüsünün en önemli ayağı olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Zaten, “Adalet mülkün temelidir” ifadesi tam da bu anlayışı karşılamaktadır. Adaletinden şüphe duyulan bir devletin temeli zayıf demektir. Güçlü ve uzun süreli medeniyetler varlıklarını, adaletle hükmetmelerine ve yönetilenlerin bu konudaki inançlarına borçludurlar. Bu şüphenin oluşmaması ve adalete olan inancın güçlü olması için hiç şüphesiz sadece adil olmakta yetmez, adil gözükmekte gerekir. Adalet özüyle ve şekliyle bir bütün olarak güven vermelidir. Adil olmayı gerekli görmeyen, sadece güce dayalı devletlerin, geride utanç dolu bir geçmiş ile tarihin sayfaları arasında kayboldukları, yüzyıllar sonra dahi insanlığa katkılarıyla değil, yarattıkları zulümle anıldıkları hepimizce bilinen bir gerçektir. Oysa adaletle hükmetmiş Devletler, varlıkları sona erdikten sonra bile hükmettikleri topraklarda, saygı ve özlemle ile anılırlar. Bugün Ortadoğu coğrafyasında Osmanlı Devleti için söylenenler ve yapılan değerlendirmeler, bu tespitin en güncel ve somut ifadesidir. Adalet, sadece Devletlerin gözetmesi gereken bir kavram değildir. Adalet, insanoğlunu diğer varlıklardan üstün kılan, aklın bir ürünü olarak, insanlığa şeref katan en yüksek değerlerden birisidir. 3 BAŞYAZI Birey ne kadar adil ise, Devlet o kadar adil olacaktır. Birey ne kadar doğru ise adalet o kadar hassas olacaktır. Hiçbir sistem doğruluktan uzaklaşmış, taraflı, adil olmayan, haksızlığa göz yuman hatta gizlemeye çalışan bireylere adaleti getiremez, bu imkansızdır. Bu nedenle bir gün herkesin adalete ihtiyaç duyacağını düşünerek, önce kişiliğimizi adil bir yaklaşımdan şaşmayacak şekilde düzenlememiz zorunludur Başkalarına karşı adil olabilmek, bunu yaparken kişisel mülahazaların dışında kalabilmek, bir olaya ya da duruma yaklaşırken, duygu ve önyargıları susturabilmek, hatta gerektiğinde kendi nefsinin sesini duymadan adil olanı görebilmek, bir insan için ne kadar büyük bir meziyettir. Yaşanan her kötülüğün arkasında bu duyguyu, yani başkalarına karşıda adil olma hassasiyetini kaybetmiş olmak etkili değil midir. Hak ettiğini düşündüğü bir durumu elde ederken, ya da başkasıyla yaşadığı sorunu giderirken, adalet ölçüsü içerisinde değil de, gücü ile ya da hile ile çözmeye çalışanların; canları, malları yada onurları güvence altında olamaz, çünkü, bir gün karşılarına onlardan daha güçlü yada daha hileci veya daha zeki birisi mutlaka çıkacaktır. O nedenle insanı insan yapan değerlerin başında gelir adalet. Eğer kişi açısından zulmün tarifi yapılacak olsaydı, en uygun tarifin; bir kişinin adil olmadığını bildiği bir davranışı ya da haksızlığı başkasına yapması olduğu söylenebilir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, adalet kavramı sadece devlete, bireye ya da bir göreve verilmiş bir sorumluluk değildir. Devletin de, bireyin de hayatın her alanında taşımak zorunda olduğu bir erdemdir adalet. Sizden olanların haksızlıklarına göz yumup, başkalarını eleştirmek, ya da gözünün önünde gerçekleşen haksızlıklarda dahi, birilerine haksızlığı hak olarak görmekten başlayan, yani kişisel kabullerden başlayan, ailede ve kamu hayatında da vazgeçilmemesi gereken bir kavram olan adalet, bir defa yerine getirilmekle kurtulunacak bir sorumlulukta değildir. Bireyler, ister aile hayatında ister kişisel ilişkilerde, hayatın her alanında ve daima adil olmaya çalışırlarsa bu bir erdem olacaktır. Bazen birey olarak, Devletin ya da toplumun adaletinden şikayet ederiz özel sohbetlerde. Oysa şunu bilmek gerekir ki, birey ne kadar adil ise, Devlet o kadar adil olacaktır. Birey ne kadar doğru ise adalet o kadar hassas olacaktır. Hiçbir sistem doğruluktan uzaklaşmış, taraflı, adil olmayan, haksızlığa göz yuman hatta gizlemeye çalışan bireylere adaleti getiremez, bu imkansızdır. Bu nedenle bir gün herkesin adalete ihtiyaç duyacağını düşünerek, önce kişiliğimizi adil bir yaklaşımdan şaşmayacak şekilde düzenlememiz zorunludur. Hiçbir menfaat, adaletli bir ortamda yaşıyor olmanın güvencesinden daha değerli değildir. Her değer de olduğu gibi, adaletin de eğitimi ailede başlar. Aile içerisindeki ilişkiler, bu ilişkilerde hakkın üstün tutulması, haksızlığa göz yumulmaması, her hal ve şartta haklıdan ve doğru olandan yana tavır alınması, sağlıklı ve adil bir kişiliğin oluşumunda çok önemli bir ortamdır. Hakkın güçten ibaret olduğu, güçlü olanın ötekini ezdiği bir aileden yetişen bireyin, özel kişiliğinde ne kadar adaletli olabileceği tartışmalıdır. Bireylerde, Devletlerde bazen adil olmanın kısa vadede ağır bedellerini ödeyebilirler, ancak ödenecek her bedel, adalete inanan, bu kavramı sindirmiş bireylerden oluşan ve adaletle hükmetmeyi, bir lütuf değil, bir inanç olarak gören anlayışın parçası olmaya değer. Adaletine inanılan ve adaletle yaşayanlardan olmak dileği ile… KAPAK 4 ATALETİN GÖLGESİNDEN ADALETİN IŞIĞINA Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle örtmüş ki artı (+) lardan kurtulup çarpı (x) larla düşünemiyoruz. “Adalet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz. Başarılı olmanın yolları üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Herkes için geçerli ve tek maddelik bir başarı formülü vermek bu yüzden zor gözüküyor. Fakat bu konuda fikir beyan eden herkes, başarıyı, yaptığı işi sevmekle irtibatlı görüyor. Âdil bir yarışta olmadığını düşünen kimse, emeğinin karşılığını alacağından tereddüde düştüğü için mutsuzdur, heyecandan uzaktır. Bu yüzden ya koşmaktan vazgeçecek ya da türlü hilelere başvuracaktır. Günlük hayatın “koşturmaca” olarak adlandırıldığı asrımızda kıran kırana bir yarış var. Rekabet, başarının önüne geçmiş.Gelecek kaygısı taşıyan gençler huzursuz. Nasıl huzurlu olsunlar ki? Bir yandan gençlerin çok okumaları, iyi çalışmaları isteniyor; diğer yandan zihinlerine bunların boş işler olduğu telkin ediliyor. Sürekli “Bu devirde dayın olacak, adamın olacak! Zaten çalıp çırpmadan zengin olunmaz! Ya topçu ya popçu olmak lâzım! Okuyup da ne olacak?” lâkırdıları güven duygusunu zedeliyor, hatta yok ediyor. İşin doğrusu Aslında durum o kadar vahim değil. Belki de yanlış düşünüldüğü için karamsarlığa sürükleniliyor. Şimdi gelin, “başarı başarı” diye çırpındığımız yalan dünyanın bazı gerçeklerine bakalım. Başarı söz konusu olduğunda adâlet nasıl işliyormuş görelim. Başarının önemli (?) kriterlerinden “para kazanmak” üzerinden bir hesapla girelim mevzuya: İşte bu noktada sarsılan güven, adâlete duyulan güvendir. Çükü başarıların, ödüllerin, nimetlerin âdilce paylaşılacağına duyulan güven yok ediliyor. Gençliği “Adâletin bu mu dünya?” isyanına sürükleyen âmil “haksız rekabet” ve “fırsat eşitsizliği”dir. Güven duygusu sarsılınca muvaffakiyet arzusundaki talebede, kazanç peşindeki iş adamında, birinciliğe koşan sporcuda şevk mi kalır? Başarı ka(na)tlanarak gelir! Önce bir sual: Yüz bin lira değerinde bir dükkândan ayda bin lira kira geliyor. 300 ay (25 yıl) biriktirilirse bu kiralarla kaç dükkân alınır? Bu soruyu çoğu insan şöyle cevaplıyor: “300 ay boyunca biner lira kira gelirse (300 x 1000 =300.000) bu kira gelirleriyle aynı değerde 3 yeni dükkân alınır (300.000 / 100.000 = 3).” Halbuki 100 ay sonra ilk yeni dükkân alındığında o da kiraya verilerek aylık gelir iki katına (2000 liraya) çıkabilir. Böylece iki dükkândan da kira geldi için 50 ay sonra 2. yeni dükkân, ondan 34 ay sonra 3. yeni dükkân alınacaktır... Sonuçta 300 ay (25 sene) dolmadan on taneden fazla dükkân alınabilecektir. (iş'te adâlet!) Bu ikinci hesabı açıkladığınızda bazıları size olursa? Bazı kiracılar ödeme yapmazsa? 25 sene yaşayacağımız ne mâlum? Bir dükkân, satılık değerinin yüzde biri kira getirir mi? Sahi, başlangıçtaki dükkân hangi parayla alındı? türünden sorular yöneltebilir. Aslında bu soruların hepsi geçersizdir! Çünkü bu soruların hepsi, sonucu “3 dükkân” olan hesap için de geçerlidir! Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle örtmüş ki artı(+)lardan kurtulup çarpı(x)larla düşünemiyoruz. “Adâlet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz. Başarıyı o kadar dar bir çerçeveye oturtmuşuz ki yapabileceklerimizi hayal edemiyoruz. 5 KAPAK “Adâlet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz. Başarıyı o kadar dar bir çerçeveye oturtmuşuz ki yapabileceklerimizi hayal edemiyoruz. Satrançla ilgili hikâyeyi duymuşsunuzdur: Asırlar evvel satrancı îcat eden adam, bu oyunu ülkenin sultanına takdim eder. Sultan, oyunu çok beğenir ve bu bilge kişiye “Dile benden ne dilersen!” der. O da satranç tahtasındaki siyahlı-beyazlı 64 kareyi göstererek şöyle söyler: “Birinci kare için bir tane, diğer kareler için de bir öncekinin iki katı sayıda buğday istiyorum.” Yani adam, satranç tahtasındaki kareler için sırasıyla 1, 2, 4, 8, 16, 32…… tane buğdayın hesaplanarak kendisine verilmesini ister. Sultan “Ben ki hazineler sahibi bir sultanım! Sen ise geçmişsin karşıma, tane tane buğday hesabı yapıyorsun?” diye kızar. Bilge adam “Sultanım, murâdınız bir iyilik yapmaksa benim arzum budur!” diyerek noktayı koyar. İyice sinirlenen sultan, adamlarına hesabı yapıp bilgeye bir tane bile fazla buğday vermemelerini emreder. Gelin görün ki bu bilge kişinin istediği buğdayı veremezler. Çünkü yeryüzünde o kadar buğday yoktur. Binlerce yıl boyunca üretilen toplam buğday da bu isteği karşılamaya yetmeyecektir. Katlanarak büyüyen rakam, 64. karede öyle bir noktaya gelir ki bilgenin talebini karşılamak için, yalnızca son kareye yüz milyarlarca ton buğday düşmektedir. Başarıya artarak değil, katlanarak ulaşılmasından dolayıdır ki ilk başlarda ilerleme çok yavaşmış gibi geliyor. işte tam bu noktada pek çok kimse vazgeçiyor. Yukarıda verilen dükkân misalini hatırlayalım. İlk dükkân için 100 ay beklenirken, yıllar sonra birkaç ayda bir dükkân satın alma imkânı doğacaktır. Sonra satranç hikâyesine bakalım ve küçük rakamların katlanarak nerelere ulaştığını görelim. Tarihten de benzer misaller vermek mümkün. Bi'setin altıncı yılında İslamiyet'i kabul eden Hz. Ömer (r.a.) kırkıncı Müslümandır. Peki, bir o kadar süre daha geçtiğinde, kırk kişi daha mı Müslüman olmuştur? Hayır. İslam tarihinin ilk nüfus sayımı, hicretin ilk senesinde yapılmıştır ve inananların adedinin bin beş yüzü geçtiği görülmüştür. Yani kırka kırk eklenmemiş, neredeyse sayı kırka katlanmıştır. Eşit değil, fakat âdil! Hayatın çeşitli safhalarından, cevabı adâlete çıkan bazı sorular üzerinde düşünelim: Bir mağazadan her müşteri aynı miktarda mı alışveriş yapar? Bir şehirdeki hırsızların % 5′i yakalansa ve bunlar her gün soygun yapan en azılı hırsızlarsa, o şehirdeki hırsızlık oranı yalnızca % 5 mi azalır? Daha evvel yüz kitap okuyanla, bin kitap okuyan iki ayrı kişiye aynı kitabı versek ikisi de bu kitaptan aynı oranda mı istifade eder? İkinci yabancı dili öğrenirken ilki kadar zaman harcamak gerekir mi? Ya üçüncüsü için? Bu soruların mantığının aksine durumlar da olabilir. Her gün spor yapan birinin vücudundaki gelişme, her zaman ilk günlerdeki kadar kayda değer oranda devam edebilir mi? Elbette hayır. Vücut çalışırken önce ciddi bir gelişme sağlanır, sonra gelişme yavaşlar. Zaten işin sırrı, her şeyin aynı hızla ilerlemediğini anlamakta yatıyor. Küçük (!) bir teklif Biraz uykudan, biraz gün içindeki oyalanmalardan tasarruf ederek her gün 29 dakikayı farklı ve faydalı bir işe ayırma teklifini bir düşünün. Az da olsa sürekli devam edecek bir gayret: Kitap okuma, çocuklara bir şeyler öğretme, spor yapma, yabancı diller öğrenme, işyerinde fazladan mesâyi yapma vesâire… Yirmi dokuz dakikanın, yirmi dört saatin yüzde ikisine denk geldiğini düşünerek cevaplayalım: Günümüzün yüzde ikisini değiştirsek hayatımız yüzde kaç değişir? İşte adâlet! İdris Eren insanvehayat.com Güven duygusu sarsılınca muvaffakiyet arzusundaki talebede, kazanç peşindeki iş adamında, birinciliğe koşan sporcuda şevk mi kalır? SAĞLIK 6 Sağlık Toplum Kireçlenmenin Çaresi... Ayrımcılık Huzur Bozuyor Kişiliğiniz Kalbnizde... ABD'deki Boston Üniversitesi'nden bilim adamları, diz kireçlenmesine eğilimli 1788 kişinin yürüyüş alışkanlıklarını 2 sene boyunca değerlendirdi. Adıyaman Üniversitesi yapmış olduğu araştırmada, toplumsal farklıklar üzerinden yapılan ayrımcılıkların toplumsal bütünleşmeyi zedeleyerek ayrışma, ötekileştirme ve kırılganlıklara sebep olduğu görülmüştür. vatandaşların devlet ve toplum tarafından din, dil, mez- hep, yaşam tarzı etnik köken, siyasal tercih, ekonomik durum ve cinsiyet gibi sebeplerle kendilerine uygulandığını değerlendirdikleri veya hissettikleri dışlanmışlık, ayırımcılık ve mağduriyet deneyimlerinin derecesini ölçmek üzere yapılan araştırma 30 ilde bin 300 yüz kişi ile görüşülerek yapıldı. Berlin Ferie Üniversitesi'nde yapılan bir çalışmada, kalp atışının kişilik özelliklerini ortaya çıkarttığı ortaya konuldu. Uzmanlar, yaşları 18 ila 33 arasında olan 425 kişiyi kalp atışını gösteren monitörler yardımıyla izledi. Kalp atışının hızının kişilik özellikleriyle bağlantılı olduğu saptandı. Ruhsal bozukluğu olan katılımcıların kalp atışlarının yüksek olduğu belirlendi. Ayrıca bu katılımcıların endişe ve depresyon gibi ruh hallerini yaşamaya eğimli olduğu anlaşıldı. Gelecekte depresyon, kalp damar hastalığı ve bu hastalıkların riskinin tespit edilmesi mümkün olabilecek. Bilim adamları günde 6 bin adım atanlarda kireçlenme riskinin azaldığını, 7 bin adım atanların ise bu eklem hastalığından korunma şansının daha da arttığını gördü. Araştırmaya imza atanlardan Dr. Daniel White, Dünya Sağlık Örgütü her gün 10 bin adım atılması öneri-sinde bulunsa da sonuçların 6 bin adımın da sağlık için yeterli olabileceğini gösterdiğini vurguladı. Piskoloji İşte size depresyon nedeni! Yapılan bir araştırma, vicdan azabı çekmeye yatkın, fedakâr yapılı insanların daha çok evhama kapıldığını ve depresyon geliştirme olasılıklarının yüksek olduğunu kanıtladı. Evham-vicdan girdabına sürüklenen kişiler kendilerini yıpratmaya açık. PsikoNET Psikoterapi ve Eğitim Merkezi tarafından yapılan bir araştırma ile, “fedakârlık, dayanıksızlık, cezalandırıcılık, kuşkuculuk, karamsarlık” gibi düşünce kalıplarının daha üst bir başlık altında toplandığı ortaya çıktı. Araştırmanın sonucuna göre, evham-vicdan yapısı yüksek olan kişilerin endişe ve depresyon geliştirme olasılıkları yüksek. Bu kişiler halk arasında panik atak olarak bilinen endişe ataklarından yaşama olasılığı da yükseliyor.” Araştırmanın yöneticisi Psikiyatrist Dr. H. Alp Karaosmanoğlu çalışmalarını şöyle özetledi: “800 kişilik psikoterapi danışanı üzerinde yaptığımız araştırmaya göre bu tip kavramlar, aynı insanda bir arada görülebiliyor ve oranı da küçümsenecek gibi değil. Kısacası biri varsa diğeri de olabiliyor. Örneğin aşırı fedakâr bir kişi, kolayca karamsarlığa kapılıp, dayanaksız bir yapı sergileyebiliyor. Bunlar yan yana koyulduğunda, fedakârlık ve cezalandırıcılık "vicdan" kavramına; dayanıksızlık, karamsarlık ve kuşkuculuk şemaları da "evham" kavramına denk geliyor. Evham ve vicdan arasında sıkışanlar: Böylesi sıkıntılar yaşayan kişiler sürekli bir aksilikle karşılaşmayı bekliyor. Vicdan kısmı yüksek olan kişiler hatalar karşısında mutlaka bir cezanın beklediğine inanma eğiliminde oluyor ve normal yaşam sırasında yapılan bir hatanın bedelinin her an karşılarına çıkabileceğine inanıyorlar. Evhamlı insanlar ise kendiliğinden bir kötü olayın belirme tehdidiyle, içlerinde mücadele ediyorlar. Sonuç: huzurdan uzak bir yaşam olarak karşılarına çıkıyor. Tarif edilen kişilerde adalet kavramı da aşırı önem kazanıyor. Adaletsiz olaylara tepki gösteren kişilerde, kalp krizi, beyin kanaması, kanser veya herhangi bir hastalık bile adaletsizlik olarak algılanıyor. Kişi bu konulara aşırı ilgi gösteriyor. “Adaletsiz” bulduğu hastalıklar veya korktuğu başka olayların başına gelmemesi için aşırı çaba gösteriyor. Bu yapısı belirgin olan bireyler her an bir şeyin bedeli olarak veya olmayarak bir şeylerin kötü gidebileceğine inanıyorlar ve böylelikle kaygı bozukluklarının temelini oluşturuyor. Alp Karaosmanoğlu 7 Yaşam SAĞLIK Kadın Kültür Bu Kahvede Oyun Yasak Kadınlara Özel Köy Aydın Çine'deki bir kahvehanede müşteriler oyun oynamak yerine kitap, dergi ve gazete okumaya teşvik ediliyor. Harput Kalesi Gün Yüzüne Çıkıyor Şanlıurfa'nın Harran i l ç e s i nd e ku ru l ac ak ve ö ze l mimari teknikleri ile geliştirilen Ekolojik Kadın Köyü, şiddete maruz kalan her kesimden kadın için bir çatı görevi üstlenecek. İşletme sahibi, yaptığı açıklamada, eskiden kitap okunan, sohbet edilen kahvehanelerin yerini günümüzde yalnızca oyun oynanan yerlerin aldığını söyledi. İşletmemizde oyun oynanmasına izin vermiyoruz. Yediden yetmişe birçok kişi geliyor, kitabını, dergisini, gazetesini okuyor, sohbetini yapıyor, çayını, kahvesini içiyor, çok güzel bir ortam oluşuyor. Kıraathane kültürünü yeniden canlandırmak istiyoruz. dedi Ekolojik Kadın Köyü, tarım, sağlık, spor, eğlence, eğitim, organik pazar alanları, kültür merkezleri, su parkı gibi alanları kapsıyor. Su ve enerji tasarrufu sağlayan ve yaklaşık 10 bin metrekare arazi üzerine kurulacak olan Ekolojik Kadın Köyü'nde kendi enerjisini üreten ve karbon salınımının "0" olaması amaçlanıyor. Elazığ'ın tarihi Harput Mahallesi'nde yer alan ve Urartular döneminde yapılan Harput Kalesi'nde 10 yıl sürmesi planlanan kazı ve restorasyon çalışmaları başladı. Uzmanlar tarafından yapılan açıklamada; kazıların Elazığ Valiliği koordinatörlüğünde, İl Özel İdaresi ile Elazığ İli Harput Kültür Eğitim Sanat, Tarih, Turizm ve Araştırma Vakfı'nın (ELHARVAK) maddi desteğiyle başladığını ifade etti. Hıçkırık ciddi hastalıkların habercisi olabilir Birçoğumuzun gün içerisinde başına gelen çeşitli sebeplerden dolayı ortaya çıkan hıçkırığı çoğu zaman önemsemeyiz ve kısa sürede kendiliğinden geçer. Ancak bu durum, her hıçkırığın göz ardı edilebileceği anlamına gelmemeli. Çoğu zaman masum görülen hıçkırıklar hakkında bilinmeyenleri anlatan Op. Dr. Deniz Yorgancılar, hıçkırığın, göğüs boşluğuyla karın boşluğunu ayıran diyafragma kasının istemsiz kasılmasıyla birlikte ses tellerindeki ani kapanma esnasında soluk alma işleminde oluşan bir ses çıkarma işlemi olduğunu ifade etti. İki Tür Hıçkırık Vardır Hıçkırığı basit hıçkırıklar ve inatçı hıçkırıklar diye 2'ye ayırdıklarını anlatan Op. Dr. Yorgancılar, “Basit olanları toplumda çok sıkça görülüyor. Bunlar genelde beslenme, psikolojik etkiler ve bazen ilaçlar gibi durumlarda görülüyor. Gazlı içecekler veya fazla miktarda karın içi basıncı artıracak miktarda yemek yeme, alkol ve sigara kullanımı gibi faktörler de hıçkırığı tetiklemekte ve bunlar genelde kendiliğinden geçmektedir. Basit hıçkırıkların geçirilmesinde, mesela bir torbaya hava solunması veya burnu tıkayarak belli bir süre nefes tutulması, korkutma veya su içme gibi halk arasında çok yapılan uygulamalar var. Bunların olumlu etkileri görülüyor. Onun dışında mutlak suretle 1 haftayı bulan bir süreci aşmışsa bir hekime danışılması gerekir” dedi. Uzun Süren Hıçkırıklar Kalp Krizi Habercisi Olabilir İnatçı hıçkırıkların özellikle üzerinde durulması gereken hıçkırık türü olduğunun altını çizen Op. Dr. Yorgancılar, “Genelde 2 saatten fazla süren hıçkırıklarda dikkatli olmak gerekir. Bunlar böbrek rahatsızlıkları, diyabet, eşlik eden kalp yetmezlikleri ve kalp rahatsızlıkları gibi birçok hastalığın ön habercisi olabilirler. Hatta 1 haftadan uzun süren hıçkırıkların altında basit kalp krizleri bile tespit edilmiş durumda. Bu anlamda inatçı olan, özellikle 2 saatten fazla süren hatta 1 haftaya, 1 aya kadar uzayan hıçkırıklarda altta santral sinir sistemi, beyin tümörleri de dahil menenjit gibi kalp rahatsızlıkları gibi tümörel oluşumlar gibi birçok patolojiyi de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu konuda dikkatli olup, bir hekime mutlaka danışmak gerekir” ifadelerini kullandı. www.trthaber.com AİLE 8 BİR BİRYASTIKTA YASTIKTA “KOCAMAN “KOCAMAN BİR BİR AİLE” AİLE” OLMAK Çevremize baktığımızda birbirini çok seven ama kısa sürede anlaşmazlık yaşayan çiftlere rastlamak mümkün. Özellikle son yıllarda boşanma oranlarıyla ilgili yapılan araştırmalar evliliklerdeki süreçleri değerlendirmek adına dikkat çekici. Evlilik uzun vadeli bir yolculuk olduğu için her dönemin kendi içinde farklı zorlukları bulunmakta. Oysa evlenince her şeyin mükemmel olacağına, bütün sıkıntıların geride kalacağına dair bir inanç vardır bekarlar arasında. Evliliklerin bu ümitle kurulması tabi ki güzeldir, ancak kimi sorunların yaşanabileceği de unutulmamalı. Evlenince her şeyin hallolacağına inanmak ne kadar eksik bir düşünce ise, yıllar geçtikçe sorunların biteceğini zannetmek de yanlıştır. Tıpkı insanoğlu gibi evlilikler de yıllar geçtikçe olgunlaşır ama her devrinde farklı bir sorunla baş etmesi gerekir. meselâ 5 yıllık evliliklerde yaşanan sorunlarla 20 yıllık evliliklerde yaşanan sorunların farklılaştığını gözlemleyebiliriz. Çocukların dünyaya gelmesi, büyümesi, emeklilik, yaşlılık gibi yıllara bağlı gelişen durumlar ilişkilerde yeni problem alanları açar. Evliliklerdeki Süreçler Birbirini tanıma evresi sayılan 5 yıllık bir evlilikte çiftler en çok; kişilik çatışmaları, sorumluluk paylaşımındaki anlaşmazlıklar, ailelerin müdahalesi, ev idaresindeki tecrübesizlikler, güvensizlik, kültürel farklılıklar, bireysellik gibi problemleri sıkça yaşarlar. Bu sorunların temelinde genel olarak aile bilincinin oluşmaması ve köken aileden farklı düşünememek gibi sebeplerin olduğu gözlenebilir. Eşlerin artık birbirini tanıdığı süreç olarak değerlendirilen 10 yıllık evliliklerde ise şu sorunlar ön plana çıkar: rutin hayat, çocukların sorumlukları, geçmişe özenme, kırıcı eleştiriler, gelecek endişesi, kaybetme korkusu, beklentilerin karşılanmaması. Eşlerin birbirine alıştığı zaman dilimi olarak görülen 20 yıllık evliliklerde sıkça rastlanan ve sorun haline gelen durumlar ise çocukların ergenlik dönemi etkileri (anne-babanın karşı karşıya gelmesine sebep olabiliyor), eşlerin yaşlılıkla ilgili endişeleri, tükenmişlik hissi (beklenti eksikliği ve hayal kırıklıkları), evliliğin bitmeyen sorunlarından memnuniyetsizlik, masrafların artışı, iş gücünün yetersizliği, rutinden sıkılma ve farklı çevreler arayışı gibi sıralanabilir. 30 yıl ve üstü evliliklerde rastlanan sıkıntılar genellikle çocukların evden ayrılmasıyla oluşan yalnızlık ve yaşlılık halinin psikolojik etkilerinden kaynaklanıyor. Bunun dışında; kaybetme korkusu (ölüm), pişmanlıklar, geçmişte yapamadıklarının intikamını alma, muhtaç olma psikolojisi gibi sorunlar da eşlerin baş etmesi gereken problemler arasında sayılabilir. Ayrıca çocukların evden ayrılmasıyla çiftlerin otoritelerini kullanacak alan bulamayışları, çiftler arasında gerilime de yol açtığını söyleyebiliriz. Evliliklerde önemli dönüm noktalarını değerlendiren psikologlar; 'evliliklerdeki ilk 5 yıl çiftlerin aslında kendilerini tanıma evresiyken daha sonraki yıllara da bir zemin olarak görülmelidir' diyorlar. Çiftlerin en çok yaşadıkları sorunlar ilk yıllarda ailelerin çiftlere müdahalesi, iletişim kuramamak ve evin sorumluluğundaki rollerdir. Şimdiki evliliklerde kişiler maddi olarak ailelerinden bağımsız olamıyor. 9 AİLE Evlenince her şeyin hallolacağına inanmak ne kadar eksik bir düşünce ise, yıllar geçtikçe sorunların biteceğini zannetmek de yanlıştır. Tıpkı insanoğlu gibi evlilikler de yıllar geçtikçe olgunlaşır ama her devrinde farklı bir sorunla baş etmesi gerekir. Meselâ çiftlerin en çok yaşadıkları sorunlar ilk yıllarda ailelerin çiftlere müdahalesi, iletişim kuramamak ve evin sorumluluğundaki rollerdir. oluşturan ilk beş yılın önemini vurgularken eşlerin evlilik kararı almadan önce oluşabilecek sorunları da göze alması gerektiğini belirtiyor. Bir Yastıkta Kocamak Ailelerimize yakın oturduğumuz için evliliğimizin ilk yıllarını sürekli onların yanında ve evin işlerinde onların müdahaleleriyle geçirdik. Sonra bazı sorunlar çıkmaya başladı, bunlar eş olarak zamanla sorumluluklarımızı tam olarak üzerimize almamamızdan kaynaklanıyordu. İkimiz de çalışıyoruz bu sebeple de sürekli olarak neye, kime zaman ayıracağımızı bilemiyorduk. Zamanla inatlaşmak yerine birbirimizin fikirlerine özen göstermeyi öğrenmeye devam ediyoruz. Uzun yıllar bir arada yaşayan çiftlerin sorunları çözme şekilleri birbirinden farklı olsa da sevgi, saygı ve karşılıklı iletişim olumlu sonuçlara yardımcı oluyor. Özellikle uzun süredir evli olan çiftlere baktığımızda evliliklerde oluşan sorunların birçoğu eşlerin beklentileri ve hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor. Bir Ömür Aynı Hikayeyi Paylaşmak Çevremize baktığımızda birbirini çok seven ama kısa sürede anlaşmazlık yaşayan çiftlere rastlamak mümkün. Özellikle son yıllarda boşanma oranlarıyla ilgili yapılan araştırmalar evliliklerdeki süreçleri değerlendirmek adına dikkat çekici. Bu durumu Sosyolog Müzeyyen Akın şöyle açıklıyor: “Evlilik içi çatışmalarda yani kişisel çatışmalarda ilk 1 ila 5 yıl çok önemli. Bu dönem en çok boşanma oranlarının olduğu ve geçimsizliklerin yaşandığı evre. Beş yıl ve daha fazlasında ortaya çıkan boşanmalarda aldatma ve aile içi şiddet sıkça görülmektedir. Fiziksel şiddetin başlama zamanı ise %45,3 oranında evliliğin ilk aylarıdır boşanmalarda, %40 oranında kıskançlık, gelir yetersizliği, eve ilgisizlik gibi sorunlardan kaynaklanmaktadır.” Akın, evliliğin temelini “Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin / Mutlu aşk yoktur ama böyledir ikimizin aşkı da” der Louis Aragon. Hayatının aşkına kavuşup, onunla evlenmiş bir şair olarak. İnsan, bir sürü zorlukla, sıkıntıyla baş etmeyi bir ömür boyu öğreniyor. Zamanla üstesinden gelinmeyen sıkıntılar da geçiyor, daha büyük problemler de meydana gelebiliyor. İşte bu yüzdendir şairin “gözyaşı dökmeksizin” yaşanan bir hayatın olamayacağını ama “aynı hikayede” olma fikrinin mutluluktan öte daha “değerli” olduğunu söylemesi. Mutlu evliliğin bir formülü var mı tam olarak bilmiyoruz ama herkesin mutlu olmak için sevdiklerine ihtiyacı var! Eğer sevdikleriniz hala yanınızdaysa bugününüze değer katabilirsiniz ve hazır olun bu size yıllar sonra “kocaman bir aile” olarak dönebilir. Perihan MURAT Uzun yıllar bir arada yaşayan çiftlerin sorunları çözme şekilleri birbirinden farklı olsa da sevgi, saygı ve karşılıklı iletişim olumlu sonuçlara yardımcı oluyor DİN 10 Hz. Peygamberin Hayatında Adalet Örnekleri Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber(a.s.)'in uyması gereken esaslardan bahsedilirken, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum” (Şûrâ, 15) buyrularak Hz. Peygamber'in adaleti tesis etmekle görevli olduğu bildirilmektedir. Allah Rasulü, mübarek hayatı boyunca, toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele etmiş, gerek Müslümanlar gerekse Gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak görmüştür. Hz. Peygamber'in mübarek hayatını incelediğimiz zaman, O'nun hem içerde hem de dışarıda adaleti tesis etmeye çalıştığını görürüz. O, bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik ilan ederken, diğer taraftan da Medine Sözleşmesi ile Müslüman, Yahudi ve müşrikler arasında adaleti sağlamaya çalışıyordu. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in bu yönüne dikkat çekilerek “Onlar Sana gelirlerse aralarında adaletle hükmet” (Mâide, 42) buyrulmuş; Hz Peygamber'in evrensel bir ilke olan adaletten –Gayrimüslimler için bile olsa- asla taviz vermemesi gerektiği bildirilmiştir. Allah Rasulü, hayatın her alanında daima adaleti, adil hüküm vermeyi esas almış, bizzat adaletin en güzel örneklerini sergilemiş; aile hayatında (Nisâ, 3), insanlar arası münasebetlerde (En'âm, 152), hâkim huzurunda, şahitlik esnasında (Nisâ, 135) adalet esasını zihinlere yerleştirmiştir. Nitekim şu olay, buna çok iyi bir misal teşkil eder: Bir gün Mahzumoğulları kabilesinden Fatıma adında asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. O kadını cezalandırmaması için Ashab'dan Hz. Üsame b. Zeyd'i Peygamberimize gönderdiler. Bu duruma çok kızan ve üzülen Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyor. Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.” Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber, adalet konusunda aracı olmak isteyenleri çok yakını da olsa sert bir şekilde reddetmiş, suçluya layık olduğu cezasını vermekte en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Zira adalet ortadan kalkarsa, insan hayatına değer verecek bir şey kalmaz. "Allah, insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (Nisâ,58) ilâhî emrinin hikmeti gayet açıktır. Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması zorunludur. Çünkü adalet mülkün temelidir. Adaletin olmadığı cemiyetlere zulüm, anarşi ve terör hâkim olur. Toplumsal isyanlar çıkar, mahkemelere, devlete hatta fertlerin birbirlerine olan güveni kaybolur. İnsanlar, kendilerini koruma ve haklarını elde etme peşine düşer; hukukî otorite sarsılır. Bu hususta Peygamberimiz bizleri uyarmıştır: “Bir kavmin (devlet, mahkeme, aile ve fertleri arasında) hak ve adaletten uzak hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan dökümü yaygınlaşır.” t Aye Bir Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana- babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), (Nisa/135) 11 DİN Allah Rasulü (a.s.), en yakınları bile olsa hep adaleti esas almış; hükümleri/ kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır. Hz. Peygamber, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin yakıcı sıcağında, arşın ferahlatıcı gölgesinden istifade edecek yedi sınıf insandan bahsederken, en başta adaletli davranan idarecileri saymış, adil devlet başkanlarından ve yöneticilerinden övgüyle bahsetmiş, ailesine ve emri altındakilere adaletle muamele edenlere Allah tarafından kıyamet gününde büyük mükâfatlar verileceğini bildirmiştir. Bedir savaşında alınan esirler arasında Peygamberimizin amcası Hz. Abbas da vardı. Hz. Abbas'ın elleri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşılığı serbest bırakılmaya başlanmıştı. Ensar'dan bazı kişiler Hz. Abbas'ın Allah Rasulü'nün amcası olduğunu öğrenince onun fidyeden affedilmesini istediler. Allah Rasulü: “Hayır, asla böyle bir şey olamaz! Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin tek bir dirhemi dahi bağışlanamaz!” buyurdular. İki Cihan Önderimizin yine bizler için güzel bir örnek olacak tavrını görüyoruz. Numan b. Beşir isimli genç bir sahabîye, babası malının bir kısmını hibe olarak vermiş, diğer çocuklarını bu mallardan mahrum etmişti. Çocukların annesi, bu duruma rıza göstermemiş ve meseleyi sormaları için onları Peygamber Efendimize göndermişti. Peygamber Efendimiz, malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini sormuş, onlara vermediğini öğrenince de, "Allah'tan korkun ve çocuklarınızın arasında adaletli olun" buyurmuştur. Yine bir gün, Peygamberimizin küçük torunları Hasan ve Hüseyin aynı anda Peygamberimizden su istediler. Peygamberimiz önce Hasan'a sonra da Hüseyin'e su verdi. Bunun üzerine Hz. Fatıma, “Babacığım suyu neden önce Hasan'a verdin. Hasan'ı daha mı çok seviyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz: “Hayır, ilk önce suyu Hasan istedi” cevabını verdi. Sevgili Peygamberimiz torunlarını severken de adaletli seviyor, hak geçirmiyordu. “Bağış adis H r i B Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.” (Müslim, “İmâre”, 18) ve ihsanlarınızda çocuklarınıza adaletli davranınız. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” buyurmuştur. Sonuç olarak söylemek gerekir ise, Allah Rasulü, hayatın her alanında daima adaleti, adil hüküm vermeyi esas almış, en yakınları bile olsa hükümleri/ kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır. Allah Rasulü, mübarek hayatı boyunca, toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele etmiş, gerek Müslümanlar gerekse Gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak görmüştür ARAŞTIRMA 12 UĞRUNA SAVAŞLAR YAPILAN AĞAÇ: TOROS SEDÝRÝ Eski çağlarda devletler zenginliklerini ve güçlerini sedir ormanlarından alırlardı. Destanlara konu olan savaşlar, sedir ormanlarına sahip olmak için yapılmıştır. Tarihte sedir odunu, önemli bir ticaret metası idi. Fenikeliler sedir ağacı ticareti yaparak büyük bir deniz gücüne sahip oldular. Dayanıklı olması sebebiyle gemi yapımında asırlardır kullanılmaktadır. Mısırlılar, M. Ö. 2600′lü yıllarda sedir tomruklarından 45 m. boyunda gemiler inşa etmişlerdir. Dünyada odun ihracat ve ithalatına ait bilinen en eski yazılı belge de muhtemelen sedir türüne aittir. Kayıtlara geçmiş ilk sedir kerestesi ithalatı, Mısırlılar tarafından yapılmıştır. Finike limanından Mısır'a altın ve gümüş madeni eşya, papirüs, buğday ve zeytinyağı karşılığı sedir tomrukları getirilmiştir. Sedir, Osmanlılar zamanında da sıkça kullanılmıştır. Sedir tomruğunun büyük miktarda kullanıldığı projelerin başında “Hicaz Demiryolu” inşaatı gelmektedir. Odununun hafif ve yumuşak olması, çürümeye karşı dayanıklılığı, yıllarca sağlam kalabilmesi, özel rengi ve kokusunun olması ve kolay işlenebilmesi gibi özellikleri ile sedir ağaçları tarih boyunca geçmişten günümüze insanoğlunun hep gözdesi olmuştur. Eskiden olduğu gibi bugün de sedir odunu orman ürünleri sanayisinin aranan en değerli türleri arasında yer almaktadır. Bu değerli özelliklerinden dolayı sedir orman alanları devamlı tahribatlara uğramıştır. Toros sediri dünya üzerinde doğal yayılışını Lübnan'da ve Türkiye'de yapmaktadır. Bugün bayrağının simgesi sedir olan Lübnan'daki sedir ormanlarının tamamına yakını yok olmuş durumdadır. Türkiye'deki sedir orman alanları da bu tahribattan nasibini almıştır. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre Toros sediri, Toros Dağları'nda yarısı bozuk yapıda olmak üzere 463.521 hektar alanda yayılmıştır. Türkiye'deki doğal yayılış alanları Toros Dağları'dır. Akdeniz bölgesinde batıda AcıpayamBozdağ ve Köyceğiz-Çaldağ arasındaki dağlar, doğuda ise Kahramanmaraş'ın Engizek-Ahır dağları arasında yayılmaktadır. 13 ARAŞTIRMA Türkiye ormancıları son 15-20 yıldır Toros Dağlarındaki boş arazileri tekrar sedirle buluşturmak için yoğun çaba sarf etmektedirler. Karpelli sedir ekimi ismini verdikleri proje kapsamında gerçekleştirilen bu çabanın neticesinde bölge insanı için yeni bir gelir kapısı ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Tokat-Erbaa-Çatalan, NiksarAkıncıköy yöresinde, Afyon-Sultandağı ve AfyonEmirdağ-Yukarı Çaykışla vadisinde küçük topluluklar halinde yöresel yayılışları vardır. Aslında Toros Dağları'nın 800-1000 metreden yukarı olan güneye bakan arazilerinin tamamı Toros sedirinin yetişme alanıdır. Sedirin önemini bilen Türkiye ormancıları son 15-20 yıldır Toros Dağlarındaki boş arazileri tekrar sedirle buluşturmak için yoğun çaba sarf etmektedirler. Karpelli sedir ekimi ismini verdikleri proje kapsamında gerçekleştirilen bu çabanın neticesinde bölge insanı için yeni bir gelir kapısı ortaya çıkmıştır. Sedirin bol miktarda kozalak oluşturduğu yıllarda Yörükler seferber olurlar. Sedir ormanlarında kadın erkek demeden ağaçlardan kozalak toplarlar,harmanlarda kozalaklardan tohumları ayrıştırırlar ve bahardan önce arpa, buğday eker gibi taş, kaya görünümlü araziler üzerine sedir tohumlarını serpiştirirler. Toros Dağları'nda toprak yüzeyi kireç taşları yani kalker ana kayaları ile kaplıdır. Araziler taşlık kayalık görünümündedirler. Bu görüntüden dolayı çoğu yerde toprağın olmadığı sanılır. Ancak bu taşların, kayaların atında bir toprak denizi vardır. Yörüklerin serpiştirdiği tohumlar baharda çimlendikten hemen sonra gövdeden daha çok köklerini geliştirerek bu taşları ve kayaları delerek toprağa ve suya ulaşmaya çalışırlar. Sedirlerin çimlendikten hemen sonra, derinlerdeki toprağa ve suya ulaşabilmek için 60-70 cm kök saldıkları görülmüştür. Suya ulaştıktan sonra ise hemen hızlı bir şekilde boylanırlar ve bulunduğu yerin hâkim ağaç türü olurlar. Gençlikte piramidal bir tepeye sahip olan Toros sedirinin tepesi yaşlandıkça yayvanlaşır ve şemsiye gibi bir şekil alır. Kabuğu gençlikte düzgün, yeşilimtırak kül renginde olup, sonraları ağaç yaşlandıkça boyuna çatlaklı, pullu bir yapıya, rengi de siyahımtırak kül rengine döner. Toros sediri ileri yaşlarında kalın dal şeklini alır, gövdeleri dolgun olur. Sedirin güzel ve heybetli bir görünümü vardır. 2000 yıl kadar yaşayabilmektedir. Toros sediri dekoratif görüntüsünden dolayı her parkta ve bahçede bulunabilmektedir. Derine giden kazık kökleri, erozyon önleme çalışmalarında da yoğun kullanılmaktadır. Fidanı tohumla ve çelikle kolayca üretilebilmektedir. Halk arasında siyah renkli zifte benzeyen reçinesinden dolayı “katran ağacı” olarak isimlendirilmektedir. Odunun ocaklarda yakılması sırasında elde edilen katranı Yörükler kendilerinin ve hayvanların yaralarının iyileşmesinde uzun yıllar kullanmışlardır. Sinan Güner www.insanvehayat.com KİŞİSEL GELİŞİM 14 Psikoloji ve Tasavvuf Aç s ndan Rüyalar Her üç rüyadan biri renkli, diğerleri siyah-beyaz film gibidir. Her insan rüya görür. Rüya görmemek diye bir şey söz konusu olamaz. Ancak herkes rüyasını anımsamayabilir. Bu kişiler bile, rüya gördükleri esnada uyandırılırlarsa rüyalarını hatırlayabilirler. Rüya, tüm zamanların en ilgi çekici konularından birisidir. Bu makale rüyayı önce psikoloji açısından sonra da İslam Maneviyatı olan Tasavvuf açısından ele alıyor. Rüya büyük bir çoğunlukla uykuda gerçekleştiği için önce uyku üzerinde duracağız. Uyku, bilincin geçici olarak ortadan kalkmasıdır. Ancak uyku esnasında beyin tam olarak uyumaz, bazı uyarıcılara karşı duyarlılığını korur. Uyku sadece insan için değil hayvanlar için de hava, su ve besin kadar önemli bir gereksinimdir. İnsan yaşamının yaklaşık üçte biri uykuda geçer. Genel sağlıkta bir problem doğduğunda doğrudan uykuyu etkiler. Uyku düzenindeki bir bozukluk da genel sağlığı ve günlük yaşamı etkiler. Uyku bozuklukları en çok beyni etkiler. Genel olarak uykusuz kalan kişide üçüncü günden itibaren davranış bozuklukları görülür. Tedirginlik, sıkıntı, taşkınlık ve bilinç bulanıklıkları, algı ve düşünce bozuklukları belirir. Uykunun dört evresi vardır: Uyku ile uyanıklık arası evre, Hafif uyku evresi, Delta evresi: Derin uyku evresi de denilir. Bedenin dinlenmesi bu aşamada gerçekleşir ve beden sağlığı ile yakından ilgilidir. Rem evresi: Rüyaların çoğunluğu bu devrede görülür. Ruhsal dinlenme bu evrede gerçekleşir ve ruh sağlığı ile yakından ilişkilidir. Önce birinci sonra ikinci basamak uykuya daldıktan 30–45 dakika sonra ilk delta evresi gelir. Uykuya daldıktan 70–90 dakika sonra ilk REM /rüyalı uyku evresi ortaya çıkar. Rüyaların süresi 9 ile 28 dakika arasında değişmektedir. İnsan yatar yatmaz veya uyur uyumaz rüya göremez. 1. ve 2. evrede de kişi rüya gördüğünü sanabilir; ancak bunlar rüya değil hayaldir. Gecenin ilk yarısı delta, son yarısı REM uykusu açısından zengindir. Bu nedenle sabaha karşı daha çok rüya görürüz. REM'in toplam süresi uykunun toplam süresinin dörtte biri, beşte biri kadardır. Normal uyku süresince yaklaşık 5- 6 kez rüya görülür. Uykunun işlevi hakkında iki temel tez vardır: Uyku beynin ve bedenin pasif bir dinlenmesidir. Buna göre uykuda organizmanın tüm işlevleri ve tepkileri yavaşlar. Başta beyin olmak üzere bütün sistemler tam bir dinlenme durumuna geçer. Uyku, aktif bir çalışmadır. Bu görüşe göre beyin uykuda da çalışmasını sürdürür. Uyanıkken öğrenilenler ayıklanır, gruplanır, depolanır. Rüyaların çoğu görsel imgelerden oluşur. Bu bakımdan doğuştan görme yeteneği olmayan insanlar görsel içerikli rüya göremezler. Her üç rüyadan biri renkli, diğerleri siyahbeyaz film gibidir. Her insan rüya görür. Rüya görmemek diye bir şey söz konusu değil; ancak herkes rüyasını anımsamayabilir. Bu kişiler bile, rüya gördükleri esnada uyandırılırlarsa rüyalarını hatırlayabilirler. 15 KİŞİSEL GELİŞİM Düşünce yapınıza ve hayata bakışınıza göre, hayat deneyimleri sizi ya yıpratır ya da parlatır. Karşılaştığınız olumsuzluklarda kendinizi suçlamak yerine durumu kabullenip aşmak için neler yapabileceğinize odaklanın Psikolog Robert Ornstein rüyaların önemini şöyle vurgulamaktadır: “Yaşamımızın uyuyarak geçen üçte birlik bölümünün kendimizi keşfetmek için bir fırsat olabileceğini hiç düşünmeyiz. Rüya bilincinin, yaşamımızın geri kalanını zenginleştirmesine imkân verecek psikolojik ve kültürel mekanizmalardan yoksunuz. Rüyalar, kendimizi görebileceğimiz aynalar gibidirler Sûfî Gelenekte Rüya Tasavvufta rüyalara büyük önem verilir. Tasavvufi açıdan rüya üzerine çalışmalar yapan kendisi de sûfi yolunun bir izleyici olan Llewellyn Vahughan-Lee, tasavvufi perspektiften şöyle yazmaktadır: “Rüyalar, kendimizi görebileceğimiz aynalar gibidirler. Saklı benliğimizi yansıtırlar kendi doğamızın gerçek yüzünü açığa vururlar. Rüyalar sayesinde bu tanıdık ama yabancı ülkeyi bilir hale gelebiliriz. Uyandığımız zaman, rüyalarımız geri dönüp içeri girebileceğimiz bir kapı aralığı, ruh arazisine atılacak bir adım olabilir. Her maneviyat yolcusu için, kendi yolunu bulması gereken içsel arazi budur. Manevi rehber; ruhun büyük okyanuslarından, dağlarından ve nehirlerinden aşırarak derinliklerdeki gizli mahzenlerine götürür. “Ünlü İslam filozofu İbn Haldun'a (ö1406) göre rüyaların farklı üç kaynaktan; Allah'tan, meleklerden ve şeytandan gelebileceğini belirtir. İbn Haldun'a göre, Allah'tan gelen rüyalar apaçık olur ve yorum gerektirmez. Meleklerden gelen rüyalar tabir gerektirir. Şeytandan gelen rüyalar ise karışık olur. Kübreviye tarikatının piri Necmüddin Kübra rüya yorumu konusunda şu örnekleri veri- yor: “Mesela adi bir düşman köpek suretinde, haysiyetli bir düşman aslan şeklinde, büyük bir adam dağ biçiminde, padişah deniz tarzında, faydalı bir adam meyveli ağaç şeklinde, faydasız adam meyvesiz ağaç biçiminde, fayda ve rızk yemek halinde, dünya necaset ve koca karı vaziyetinde… tasavvur edilir, böyle suretlerde görülür. Tabir ilmindeki sır budur. “İslami Geleneğe göre, “Tabir kitaplarına bakmakla, yani taklit yoluyla rüya tabir edilmez… Çünkü rüya tabiri, şahıs ve zamanlara göre farklılık gösterir.” “İbn Sirin'in tabirlerinden faydalanarak yaptıkları gibi rüya tabiri ilmi kitaplardan öğrenilmez. Kitaptan alınan bilgilerle rüya tabir etmek haram olup tabir ancak zaman ve şartları kavrama ve “mana”ları anlama yoluyla olur.” İbn Haldun rüyalardaki simgeleştirmeye dikkat çekmektedir: Büyük sultanın deniz biçiminde, yılanın düşman biçiminde, kadınların çanak ve kap biçiminde algılanabileceğini belirtir. İbn Haldun'a göre rüyasında deniz ve yılan gören kimsenin bunun anlamını bilemeyeceğini, tabirin ancak erbabınca yapılabileceğine işaret eder. Tabirde, benzetme ve karinelerin öneminin altını çizer. Bu konuda İbn Haldun'un aynı imgelerin kişinin durumuna göre çok farklı biçimlerde yorumlanabileceğini şöyle örnekler: “Deniz, bir hadisede sultana, diğer bir hadisede dargınlığa, üçüncü bir hadisede kaygıya ve işlerin karışmasına delalet eder. Yılan bir hadisede düşman, diğer birinde sır saklamak, üçüncü bir hadisede hayat diye karine ve işaretlere göre tabir ve düşleri kanunlarına uygun olarak tevil eder.”İbn Haldun, rüya tabirinde dikkat edilmesi gereken noktaları belirterek şunu vurgular: “… bu gibi şeylere dikkat etmediği takdirde tabiri karışır ve tabir kanun ve kaideleri altüst olur. KİŞİSEL GELİŞİM 16 İslami Geleneğe göre, “Tabir kitaplarına bakmakla, yani taklit yoluyla rüya tabir edilmez… Ünlü İslam filozofu İbn Haldun'a (ö.1406) göre rüyaların farklı üç kaynaktan; Allah'tan, meleklerden ve şeytandan gelebileceğini belirtir. İbn Haldun'a göre, Allah'tan gelen rüyalar apaçık olur ve yorum gerektirmez. Meleklerden gelen rüyalar tabir gerektirir. Şeytandan gelen rüyalar ise karışık olur. Nefsin Yedi Mertebesi “Tasavvuf geleneğinde rüya yorumunda nefsanî ve ruhani haller ve makamlar ön planda tutulur. Niyaz-ı Mısri'nin rüya ve yorumu hakkındaki yazdıkları bu bağlamda anılmaya değer:“Mısrî, rüyaları nefsin yedi mertebesine göre açıklar; bu mertebelerin her birinde rüyaları farklı şekilde yorumlar. Ta'bîrâtü'l-Vâkı'ât'ta rüya yorumları, nefsin mertebeleri, yedi gezegen ve Allah'ın yedi ismine göndermeler içerir. Bunlar, eserdeki şu sözlerden anlaşılmaktadır: “(Göklerde yedi gezegen yıldızının dönmeleri, Allah'ın yedi ismine mazhar olmalarındandır. Allah'ın Yedi İlahi İsimi Yedi yıldız, ilâhî isimlerin hararetiyle dönerler; onların dönüşüyle gökler (dahi) dönerler. Büyük şeyhler, sûfîlere yedi yıldızın dönmesine sebep olan yedi zikir isimlerini telkin ederler; O kadar (çok) yıldızı ve gökleri döndüren (bu) isimlerin insanın yastık kadar (küçük) vücudunu döndürmesine şaşılmamalıdır. Eğer talip, gayret gösterip (zikrini) sürdürdüğü isimle çok meşgul olursa; o isim onu, meşgul olduğu (derece) kadar döndürür.)” … (yedi esmâ-i usûliyye: Lâilâhe İllallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr) göndermeler vardır. Ruh Sağlığı İçin Rüya Önemli “Ruh sağlığımız, beden sağlığımız üzerinde son derece etkilidir. Çünkü hastalıklarımızın önemli bir kısmı psikosomatik karakter taşır; yani hastalıklarımızın her ne kadar bedensel olsa da kökeninde psikolojik faktörler yatmaktadır. Gastrit, ülser ve hipertansiyon örneğinde olduğu gibi. Öyleyse ruh sağlığımız açısından rüyalarımıza gereken değeri vermemiz gerekiyor. Allah'ın her gün ortalama 2.5 saat rüyayı bize boşu boşuna gösterdiğini söylemek saçmalık olur. www.pdrehberlik.com KİTAP Suç ve Ceza Fyodor Mihailoviç DOSTOYEVSKİ Suç ve Ceza 1886 yılında Rusya'da yayınlandıktan kısa bir süre sonra, Dostoyevski'nin en ünlü romanı olurken aynı zamanda "Modern Rus Edebiyatı'nın" da en önemli eserlerinden biri oluverdi. Yazar Suç ve Ceza'da, öğrenci Raskolnikov'un cinayete ve yıkıma kadar uzanan tutku dolu hikâyesini anlatır. Ahlakın ve adaletin sorgulandığı ilerleyen sayfalarda suça bakış ve suçun arkasındaki nedenler de XIX. yüzyıl St. Petersburg manzaraları önünde ince ince işlenir. Suç ve Ceza, Dostoyevski'nin insanın içine işleyen çok yönlü, toplumsal sorunlarını çok yönlü bir bakış açısıyla eleştirir. Dreyfus Olayı Emil ZOLA Dreyfus Olayı, Yahudi bir subayın haksız olarak ajanlıkla suçlanması ve pek de hoş olmayan şekilde yargılanmasını konu edinir. Yahudi subay Albert Dreyfus tam 12 yıl yargılandıktan sonra aklanabilmiştir. Bu da Emile Zola ve onun gibi düşünen aydınların büyük mücadelesi sonucunda gerçekleşmiştir. Emile Zola bu olaydaki duruşu,isyanı ve mücadelesi ile günümüzde hala aydınlara ilham kaynağı olmaktadır. Fransa bu yüz karası yanlışlıktan kurtardığı için Zola'ya teşekkür etmiştir. Kitabı okurken olayı öğrenmekle kalmayacaksınız,bir aydının nasıl imkansız gibi görünmesine rağmen mücadeleyi yılmadan sürdürüp kazandığına da tanık olacaksınız. Hz. Ömer Mustafa Necati BURSALI Çok zaman düşünmüşümdür: Acaba cehalet devrinin Ömer'i nasıl olmuş da, İslam dinini kabul eder etmez, birdenbire inkişaf etmeye başlamış, kemalin zirvesine doğru tırmanmış, sonra Hazret-i Ömer (ra) olmuş, aşere-i mübeşşereden olmuş, hülafa-i raşidinden olmuş ve emirü'l-mü'minin makamına çıkmış. Ümit ederim ki, bu kitabı okurken İslamı yaşayan bir insanın yükseldiği kemal derecelerini görür ve İslamiyetin hayat dini olduğunu bir daha anlayıp, hayatımızı İslamiyet'le hayatlandırırsınız... Adil Olan Kazanır Yavuz BAHADIROĞLU Esir aldığın bir düşman karşısında, öğretmenlik yaptığın bir şehzade karşısında ve daha pek çok kritik durumda sen olsan ne kadar adil davranırsın? Eğer sen de "Adil Olan Kazanır" diyorsan, haydi başla sayfaları çevirmeye! Tarihin içinden heyecan dolu adalet hikâyeleri ve etkinlikler seni bekliyor. Sarı Esirler İbrahim Ulvi UAVUZ Bu dünyadan nice insanlar gelip geçti. Herkesin hayatı bir roman oldu. Sarı Esirler de yaygın ve yangın bir roman... Birbirlerinin sırtında istismar, hırsızlık, soygun, bozgun, rüşvet ve neticede menfaat kamçısını şaklatanların romanı... Sarı Esirler'de kıtlığın, fakirliğin, varlığın, zenginliğin nasıl çirkinleştiği anlatılıyor. Romanın kahramanları belki içimizden biri. Onları roman okuduktan sonra daha kolay tanıyacaksınız. YAŞAM 18 Vicdan Kalbin Terazisi mi? Dünyada en kutsal, en değerli şey; vicdandır “sevgidir”, “ merhamettir” “İnsanın sevildiğini bilmesidir.” Daha da güzeli insanın sevmeyi ve sevilmeyi bilmesidir. Sevmek, güçlü olmak, insan tarafımızı bulmak demektir. Sevmek; dünyaya, insana, hayvanlara, bitkilere yani doğaya hilesiz bakmak, doğayı ve doğadakileri her halleriyle benimsemek demektir. Vicdan nedir? Zalim ile mazlumu, acımasızlıkla merhameti, haklı ile haksızı, insanın içindeki iyi ile kötüyü, hayır ile şerri ayırt etmeye yarayan önemli bir duygudur. Hemen herkeste, bir görüntü yada olay karşısında bu duygunun varlığı ve etkisi hemen anlaşılır... Daha önceki yazılarımda da üstüne basa basa vurguladığım gibi, dünyada en kutsal, en değerli şey nedir diye sorsalardı bana, herhalde hiç tereddütsüz vicdandır derdim “sevgidir”, “merhamettir” derdim. “İnsanın sevildiğini bilmesidir.” derdim. “Daha da güzeli sevmeyi ve sevilmeyi bilmesidir.” Sevmenin bir çılgınlık, ağlamanın bir zaafiyet ya da, bir zayıflık olduğunu düşünenlere acıyorum. Oysa ki sevmek, güçlü olmak, insan tarafımızı bulmak demektir. Sevmek; dünyaya, insana, hayvanlara, bitkilere yani doğaya hilesiz bakmak, doğayı ve doğadakileri her halleriyle benimsemek demektir. Vicdan, merhamet ve dürüstlüğümüzdür sevgi. Hayata umutlu bakışımız, yaşama sevgiyle sarılışımızdır. Bir kuşun kanadının kırılışına yüreğimizin titreyişidir, yanışıdır. Sevenlere değil, asıl dünyada sevmeyen, sevemeyen, sevilmeyen ve sevmesini bilmeyenlere acımalı. Sevebilen insan yaşamı, yaşamın derinliğini, kendini ve ruhunun iç derinliğini keşfeden insandır. Aşk değil midir? insanı erdemleştiren, güzelleştiren dostlar? Derinliğimiz, güzelliğimiz aşktan değil mi? Oysaki aldığımız kültür, içinde yaşadığımız sistem ve zaman o kadar sahte ki... Gülüşler, dokunuşlar, bakışlar sevgi sözleri bile hepsi sahte geliyor insana. “Benliği hor ve hakir kılıp, insanı yükselten aşk ve sevgidir. Onsuz bütün beden tamahtan ibarettir. Tamah ise alçaltandır. Sevgi ve şefkat insanın, öfke ve şefkat ise hayvanın temel hasletleridir. Sevgi güneştir, ama kusurları örtmede gece gibi olun!” der Mevlana. Aşk hilesiz sevmektir dostlar ve sevgiyi taa ruhunun derinlerinde hissedebilmektir. Bence sevebilen insan talihli insandır, güzel insandır, erdemli ve saygın insandır. Saygınlığı ve sevilmeyi hak eden insandır. Güzelliklerin, inceliklerin öz kaynağı değil midir sevgi! Karda, kışta bile olsa insanın içini ısıtan, şiir duygusunu yeşerten, sevdaların mana tezgahında dokunan ve bakınca gözlerde kutsal şiir gibi okunan, derin bir mana değil midir sevgi! Sevgi, yüreğini güzelliklerle beslemek, ruhunu kinden, fesattan, hasetten, iftiradan yalandan, kıskançlıklardan, kötülüklerden arındırmak değil midir? Yönünü sevgiye çeviren insan çevresine sevgiyle, saygıyla bakmasını, yüreğini düşmanlıklardan, kirlerden; kinlerden arındırmasını da bilir. Çünkü insanın içindeki canavarı dizginleyen bir güçtür sevgi. İçinde sevgi, merhamet taşımayan insanın, acıma duygusu da olmaz, düş kuramaz, düşünemez.. Dolayısıyla içinde sürekli başkalarına karşı kin, nefret, kötülük besler. Merhametsiz, acımasız ve zalim olur. tini da olayda cesare ya za ka r bi gi an Herh y ybeden de çok şe yahut ümidini ka ş Onları yavaş yava r. ti iş em m et yb ka nu, ilir. Ama onuru yeniden kazanab kişi her lığını kaybeden n sa in i, n ti ye si hay sayılmaz mı? şeyini kaybetmiş Oysa ki, insan olarak her insanın mutlak sevmesi, düş kurması, düşünmesi, gülmesi ağlaması gerekmiyor mu? Hani ünlü bir söz vardır ” Yürek yanmayınca göz yaşarmaz.” derler ya, işte onun gibi bir şey. Ben insanın maddiyatına ve mevkisine değil, insanın kişiliğine, insani değerine önem ve değer verilmesinden yanayım. Görünüşe ve şakşaklara aldanmamak gerekir. İnsanın insani değerleri içinde, ruhunda ve gözlerinde saklıdır. İçinde çirkinlikler besleyen insanı hangi makam, hangi maske, hangi elbiseyle donatırsanız donatın çirkinliğini gözlerinden görürsünüz, bakışlarından anlarsınız. İnsanın niteliklerini ve sevme yetilerini geliştirerek tırmanacağı yüksek düzeye; nitelik ve erdem basamaklarına ancak sevgiyle çıkılabilir. Sevgisiz bir insan, vicdanını devreden çıkardığında yapamayacağı haksızlık, yapamayacağı vicdansızlık, düşünemeyeceği kötülük kalmaz. Yani sevgiyi, merhameti yüreğinden dışlayan bir insan, alçalmayı seçmiş demektir. Vicdan devreden çıkartıldığında, insani hiçbir parıltı, hiçbir değer kalmaz insanda ve o insan alçalmayı seçmişse zaten ineceği düzeyin de sınırı olmaz, alçaldıkça alçalır. Bu tür insanları genelde karakol yada hapishanelerde insanlara salt işkence yapmak için tutarlar. Eski dönemlerde de bunlara cellat denirdi. En sevmediğim insan tipi çıkarcı, yalancı, iftiracı, içten pazarlıklı, hani derler ya saman altından su yürüten yada yılan gibi yanına yaklaşıp gizlice sokan, insani hiç bir nitelik taşımayan yalaka tiplerdir. Hani kendisinden güçlü gördü mü “Elini öp'im abi !” deyip, önünde doksan derece eğilen. Zayıfı gördüğünde kabadayılığı tutan ve gücü yettiğince ezmeye çalışan, biraz zoru gördüğünde ise sahtekarca milliyetçi ya da dindar ayaklarına bürünen vicdansız, merhametsiz, acımasız insan tipidir. Bu tip insanlar her yerde mevcut. İhtiraslarına ulaşmak için izledikleri yol, yöntem ve entrikalarla alçalabildikleri kadar alçalırlar. Hayatım boyunca bu tip insanlardan hep kaçmaya, uzak durmaya çalışmışımdır. Onlarla aynı ortamı, aynı havayı soluduğumda hep tedirgin olurum. Sevgisizlikleri, kirlilikleri üzerime bulaşır diye... Sevgiden ve kitaplardan korkmamalıdır insan. Sevgiden ve kitaplardan korkan kimseler, içlerinde aydınlık taşıyamazlar. Çağı da yakalayamazlar. Günümüz insanının ve gençliği; bir tuzağa düşürülmek isteniyor. Ucuz tv programlarıyla (kitaptan ve gerçek sevgiden uzak), günübirlik aşk dedikodularıyla insanlar uyuşturuluyor. Kendilerine ucuz, kalitesiz tv programları izlettirerek, insanlar okumaktan uzaklaştırılıyor. Kitaptan yoksun yaşamak ise, insanlarının doğruyu bulmalarını zorlaştırıyor. Oysa herkes biliyor ki, tarihte yükselmenin, gelişmenin ve aydınlanmanın yaşandığı zamanlar; yüreklerin kitapla ve sevgiyle beslendiği çağlardır. Savaş, karanlık, cehalet ve düşmanlık dünyanın ve insanın başına sürekli felaketler, belalar getirmiştir. Çağı yakalamak, çağdaşlaşmak ve çağlar öncesini anlamak için öncelikle insanın yüreğini sevgiye ayarlaması, kini ve nefreti Kaf Dağının ötesine kovalaması, insanı erdemli insan kılan zeka ve sevgiyi ön plana alması gerekir. İnsan sevmediği birine malını verebilir belki, parasını verebilir ama en değerlisi olan sevgisini, sevmediği birine verebilir mi? Cebindeki parayı, üstündeki eşyayı vermek, sanıldığı kadar önemli de değildir bence. Çünkü bunlar sevdikleriniz kadar kıymetli de değildir. Ama insan sevmediği birine en değerli şeyini veremez, yüreğini, sevgisini veremez. Malını ya da kumarda parasını kaybeden de çok şey kaybetmiş sayılmaz. Çünkü onları yeniden kazanma şansı var. Herhangi bir kaza ya da olayda cesaretini yahut ümidini kaybeden de çok şey kaybetmemiştir. Onları yavaş yavaş yeniden kazanabilir. Ama onurunu, haysiyetini, insanlığını kaybeden kişi her şeyini kaybetmiş sayılmaz mı? Onun bir daha kazanma şansı mümkün müdür?... Sevgi ve vicdanınızla baş başa kalın diyorum... Nuri CAN www.murican.com TARİH 20 Osmanlı'da Devlet Felsefesi ADALET, MÜLKÜN TEMELİDİR Osmanlılar, fethettikleri her coğrafyada sadece zalim yöneticileri ve sistemlerini yok etmiş; o coğrafyaların insanlarına huzur içerisinde, örf – adet ve inançlarını rahatça yaşama imkânı sağlamıştır hâkimiyet coğrafyasında kurmamıştı; dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, zulme uğrayan, katledilen, sömürülen, hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun başına bir felaket gelen toplum kurtuluşu Osmanlı'ya başvurmakta bulurdu. Osmanlı Devleti de mutlaka bu başvuruya cevap verir ve o coğrafyadaki zulmü sona erdirirdi. Kendi hâkimiyet coğrafyasında tesis ettiği huzur ve barış ortamını ise, inşa ettiği ve mükemmel işlettiği hukuk sistemine borçluydu. “Adalet, Mülkün Temeli'dir” anlayışı devlet felsefesinin merkezdeki nirengi noktasını teşkil ediyordu. Temel insanî haklar açısından Devlet Başkanı ile ülkenin en ücra köşesindeki çoban, eşittiler. Osmanlı Sultanları, Roma, İngiliz, Çin, Rus İmparatorları gibi hukukun üstünde değillerdi. Hukuk önünde sade bir vatandaşın haklarına sahiptiler. Yeryüzünde başta Romalılar olmak üzere, İngilizler, Almanlar, Ruslar, Avusturyalılar, Çinliler… birçok imparatorluk kurmuşlardır. Bu imparatorlukların hemen hemen tamamı fizikî ve askerî güçle ayakta durmuş; yıkılıp giderken de geride gözyaşı ve kan bırakmışlardır. Tamamı, emperyalist bir devlet felsefesiyle işgal ettikleri coğrafyaların yeraltı yerüstü zenginliklerini sömürmüş, halklarının alın terlerini gasbetmiş, başta inançları ve kültürleri olmak üzere, tüm kutsallarını ve değer yargılarını tahrip etmişlerdir. Bunun tarihteki tek istisnası Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlılar, fethettikleri her coğrafyada sadece zalim yöneticileri ve sistemlerini yok etmiş; o coğrafyaların insanlarına huzur içerisinde, örf – adet ve inançlarını rahatça yaşama imkânı sağlamıştır. 20 milyon km²'ye ulaşan topraklarında yüzyıllarca çeşitli din, dil, ırk, mezhep ve kültüre sahip milletler iç içe, huzur içinde yaşamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu tüm dünyada barış ve huzuru sağlamaya çalışmıştır Osmanlı bu barış ve huzuru sadece kendi Osmanlı Devleti, daha kuruluş yıllarında bu felsefeyi benimsemişti. Osman Gazi, fethedilen şehre ilk önce “Kadı” atardı. Ve adalet hususunda son derece titiz davranırdı. “Küfr ile âbâd olunur, ama zulüm ile âbâd olunmaz”, Osmanlı yönetiminin temel düsturu olmuştur. Her coğrafyanın kültürel yapısını da göz önüne alan Osmanlı Devleti, Şer'i hukuk sisteminin yanına bir de örfî hukuk sistemi koymuştu. Kadı'nın yanlış ve taraflı hüküm vermesinin önüne geçmek için de, her mahkemede o yörenin iyi meziyetleriyle tanınmış insanlarından birer jüri heyeti teşkil ettirmişti. Mahkemeler genelde bir – iki duruşmada, 10 – 15 gün içerisinde neticeye bağlanırdı. En uzun süren mahkemeler 3 – 5 ayı geçmezdi ve bunlar da nâdirâttan olurdu. Davayı kaybeden kişi, eğer kararı içine sindiremezse sırasıyla üst mahkemelere müracaat eder, bunlardan da netice elde edemezse, davasını Divan – ı Hümayun'a kadar götürebilirdi. Bunun için de herhangi bir prosedüre ihtiyaç yoktu. Bir istida(arz – ı hâl, dilekçe) yazması kâfi idi. Bir köylünün davasını Divan – ı Hümayun'a götürdüğü dönemde, Avrupa'da asillerin ve derebeylerin zulmü altında inleyen sıradan insanların, köylülerin mahkeme hakları bile yoktu. Ama Osmanlı'da Fatih gibi bir padişahla, sıradan bir insan, Kadı'nın huzurunda beraber ifade verebiliyorlardı. 21 TARİH Osmanlı sözde değil, özde bir hukuk devletiydi. Hem de herkes için! Şer'iye Sicilleri dediğimiz mahkeme tutanaklarının tamamına yakını, hâlâ kütüphanelerimizde ve Başbakanlık Arşivi'nde elimizdedir. Bu tutanaklardan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı Mahkemeleri halka açık, Jüri huzurunda yapılan ve kamu vicdanını rahatlatan kararlarıyla, tarihimizin iftihar vesikaları olmuşlardır. Toplumun yüksek düzeydeki adalet duygusu, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” özdeyişinde kendisini bulmuştur. Hukukun bu derece toplum tarafından içselleştirilmesi, yabancı gezginlerin, diplomatların da ilgisini çekmiş ve toplumsal huzur açısından tarihe gıpta edilecek notlar düşürmelerine sebep olmuştur. Örneğin İstanbul'da diplomat olarak kalan ve dört yıl görev yapan Fernand Grenand'ın hatıratındaki, “milyonluk şehirde dört yılda sadece dört cinayet işlendi. Ağzına kadar ticarî emtia ile Osmanlı Mahkemeleri halka açık, Jüri huzurunda yapılan ve kamu vicdanını rahatlatan kararlarıyla, tarihimizin iftihar vesikaları olmuşlardır. Osmanlı kendi hâkimiyet coğrafyasında tesis ettiği huzur ve barış ortamını ise, inşa ettiği ve mükemmel işlettiği hukuk sistemine borçluydu. “Adalet, Mülkün Temeli'dir” anlayışı devlet felsefesinin merkezdeki nirengi noktasını teşkil ediyordu. dolu kervansarayları sadece bir tek bekçi korurdu” tespiti, o günkü Avrupalılar için hayalden de öte bir şeydi. İmparatorluğumuz dağılırken, özellikle İslâm coğrafyasında Kuzey Afrika'dan Yemen'e kadar, çekildiğimiz her ülkeden, oraların halklarınca “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz!” feryatları arasında, gözyaşlarıyla uğurlandık! Bugün, Osmanlı coğrafyası üzerinde 40 civarında bağımsız ülke kurulmuştur. Bu ülkelerin halkları, 600 yıllık Osmanlı barışına ve tesis ettiği huzur ortamına hasrettirler. Son söz; Osmanlı sözde değil, özde bir hukuk devletiydi. Hem de herkes için! Prof. Dr. Mehmet ÇELİK Osmanlı; Kadı'nın yanlış ve taraflı hüküm vermesinin önüne geçmek için de, her mahkemede o yörenin iyi meziyetleriyle tanınmış insanlarından birer jüri heyeti teşkil ettirmişti. Fernand Grenand'ın hatıratındaki, “milyonluk şehirde dört yılda sadece dört cinayet işlendi. Ağzına kadar ticarî emtia ile dolu kervansarayları sadece bir tek bekçi korurdu” tespiti, o günkü Avrupalılar için hayalden de öte bir şeydi. TOPLUM 22 Hak Aramak Tarih hak talep etme mücadelesidir aynı zamanda. İnsanlar güçlendikleri zaman haksızlık yapma eğilimleri maalesef daha çok artmaktadır. Kendi gücünü başkalarının güçsüzlüğü üzerinden sağlamaya çalışmak gayri insani bir durumdur. İnsanoğlunun yerine getirmekle mükellef olduğu sorumlulukları yanında talep etmesi gereken hakları da vardır. İnsanoğlu haklarını talep ettikçe insaniyet basamaklarında yükselir. Bu talebi yerine getirmediği müddetçe çıkması gereken basamaklarda yükselemez. Hak arama konusunda kendisini engelleyenlere karşı mücadele ettiği oranda gerçek vasfını göstermeye başlar. Tarih boyunca hak gasp etmeye çalışan zalimler, insanoğluna kendilerinin belirlediği kadar hak sunmaya çalışmışlardır. Hak gasıplarını insanların ruhlarını satın alarak yapmayı denemişlerdir. “Ancak benim çizdiğim sınırlar ve gösterdiğim ilkeler çerçevesinde hak talep edebilirsiniz” demek istemişlerdir. Buna karşı bireyler ve toplumlar çeşitli reaksiyonlar göstermiştir. Büyük mücadeleler yaşanmıştır. Tarih hak talep etme mücadelesidir aynı zamanda. İnsanlar güçlendikleri zaman haksızlık yapma eğilimleri maalesef daha çok artmaktadır. Kendi gücünü başkalarının güçsüzlüğü üzerinden sağlamaya çalışmak gayrı insani bir durumdur. Ama bunu deneme eğilimi genellikle var olmuştur. Bu, haksızlığa karşı mücadelenin zorunluluğunu göstermektedir. Zalime karşı ilkeli ve adil bir insani duruş sergilemek zalimin ortalığın başıboş olmadığını anlamasına yarar. İnsan en başta haklarıyla insan olduğunu bilmelidir. İçgüdüsel olarak talep ettiği arzular dışında kendisini sınırlayan ve daraltan çemberlere, bağlara karşı da bir reaksiyon geliştirmesi gerektiğini bilmelidir. İnsanın hakkı talep etmek için hakkını bilmesi gerekir. Tüm canlıların sahip olduğu haklar vardır. Ancak insanın ayrıldığı nokta hakkını bilmesi ve ısrarla talep etme kabiliyetidir. Hakkını bildiği halde ısrarla talep etmemek ise kendisini eksilten bir durumdur. İnsan onurunun kayba uğradığı bir durumdur. Ne zalim olunmalı ne de mazlum olunmalıdır. Zulme karşı ses çıkarmamanın zalime yardımcı olmak anlamına geleceğini bilmek zorundayız. Hakkımızı kimseye çiğnetmemek zorundayız. Hak aramada “bana necilik” son derece yanlış bir tutumdur. Çünkü hak aramak aslında başkasının hakkı söz konusu olduğunda daha anlamlıdır. Kendi hakkına sahip çıkması gereken insan, başkalarının uğradığı haksızlığa duyarlılık gösterdiği oranda gerçek anlamıyla hak arayıcısı olmuş olur. Bizden farklı olana karşı farklı duruşumuz olabilir ama adil olmak zorundayız. Hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kişilerden olmak zorundayız. Hak aramak için ilk olarak hakkını bilmek gerekir. Hakkını bilmek için de yardım alma ihtiyacı hissedilebilir. Haksızlığa uğrayan kişiler güç birliği yapmadan mücadele etmenin zorluğunu bilmelidir. Haksızlığa uğramayan da haksızlığa uğrayanın yanında yer alması gerektiğini bilmelidir. Bazen bireyler tek başına hak talep etmede güçlük yaşayabilir. Kişiler bireysel olarak hak talep edebilir veya vekil tutarak bunu yerine getirebilmelidir. Hakkı en doğru bir şekilde talep etmek zorunluluğu vardır. Bu görevi yerine getirmek üzere kurulmuştur. Haksızlığa uğradığınızda hak talep etmelisiniz ama bunun da sınırları olduğunu bilmelisiniz. Had aşarak ve hak çiğneyerek hak talep edilmez. Hak talebi hakkaniyet sınırları içinde ve adaleti yerine getirme amacıyla yapılmalıdır. Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu Hak arayan bireye yardımcı olmak isteyenler de ilk önce bu değerli çabanın gerçek anlamda sorumluluğunu anlamak zorundadır. Hakka yardımcı olmak son derece ağır bir sorumluluk getirmektedir. Hak savunucuları hak talep eden kişilerin emanetlerinin bilincinde olmalı ve gücünü sonuna kadar kullanmalıdır. 23 HİKAYE Biz Artık Adalete İnandık İstanbul'un fethinden sonra Sultan Mehmet Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz. Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi. Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir Yahudi'den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman'ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman'ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman'a vermiş. Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir Müslüman diğer bir Müslüman'dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman'a götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler: - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. TARİH 24 Ankara'da "Musiki Muallim Mektebi" kuruluşunun üzerinden 90 sene geçti. ( 1 Eylül 1924) Hayatı romanlara, tiyatro oyunlarına, opera eserlerine konu olan ve Osmanlı tarihinin en güçlü kadın sultanlarından Osmanlı padişahı I. Ahmed'in eşi Kösem Sultan'ın öldürülmesi üzerinden 363 sene geçti.(2 Eylül 1651). Missouri zırhlısında başbakan Suziki'nin, Japonya'nın yönetimini Mac Arthur'a devrini öngören anlaşmayı imzalaması. Başkan Turuman'ın zaferi ilan edişi ve İkinci Dünya Savaşı'nın son bulması üzer nden 69 sene geçt . (3 Eylül 1945) 73 yaşındaydı hasta olduğu halde 13. ve son seferi olan Zigetvar üzerine sefere çıkan Kanuni Sultan Süleyman'ın kuşatmanın son gününde hükümdarlığının 46 yılında vefatının üzerinden 448 sene geçti.(7 Eylül 1566) Resmî adı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olan ve tek parti rejimi ile yönetilen Kuzey Kore'nin bağımsızlığını ilanı üzerinden 66 sene geçti. (9 Eylül 1948). ABD'de, Dünya Ticaret Merkezi ve Savunma Bakanlığı'na (Pentagon) uçaklarla terörist saldırıların yapılması üzerinden 13 sene geçti. (11 Eylül 2001) 25 TARİH Şâir düşünce adamı, mutasavvıf ve hoşgörü anlayışla herkese kucak açan Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî'nin doğumu tarihi üzerinden 807 sene geçti. (30 Eylül 1207). Hiçbir galibi olmayan, yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne ve 150 milyar $ maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açan İran-Irak Savaşı'nın başlaması üzerinden 34 sene geçti.(24 Eylül 1980). Pakistan'ın kurucusu M. Ali Cinnah'ın ölümü üzerinden 66 sene geçti. (18 Eylül 1948). Sakarya Savaşı sonrası, TBMM'nin Mustafa Kemal Paşa'ya "Mareşal" rütbesiyle "Gazi" unvanını verilmesi üzerinden 93 sene geçti. (19 Eylül 1921) I. Selim adıyla bilinen ve Hâdim'ul-Harameyn'uşŞerifeyn, 9. Osmanlı padişahı, 74. İslam halifesi ve ilk Osmanlı halifesi olan Yavuz Sultan Selim'in ölümü üzerinden 494 sene geçti. (22 Eylül 1520). Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddin Paşanın, Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması ile çarpıştığı ve Osmanlı donanmasının zaferiyle sonuçlanan Preveze Deniz Zaferi üzerinden 476 sene geçti (28 Eylül 1538). ÇOCUK 26 Çocuklar Arasında Adalet Ve Zulüm Çocuklar dış çevre ile iletişime geçerek, etkileşimlere maruz kalıncaya kadar her tür bilgiyi aileden alır. Tüm davranışları aile tarafından geliştirilir. Hayata, insan ilişkilerine, eşyaya ve tüm olaylara karşı bilgilenme ve bunlara karşı doğru ya da yanlış davranışlar geliştirmek; kişilik yapısı, genetik faktörler, çevre etkisi gibi birçok etmene rağmen büyük oranda ailenin sorumluluğunda gelişir. Çocuğa verilen değer çocuğun benlik algısını oluşturur Çocuklar dış çevre ile etkileşime geçinceye kadar aile bireylerinin duygu, düşünce ve davranışlarına doğrudan maruz kalarak, kişilik ve davranış geliştirirler. Ailede ebeveynlerin ortaya koyduğu tavır ve davranışların çocukların dünyayı, hayatı algılaması, doğru ve yanlışı öğrenmesi, değer ve yargılara sahip olması açısından büyük bir etkiye sahiptir. Çocuğa verilen değer çocuğun benlik algısını oluşturur. Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren ailenin biriciğidir. Bütün sevgi, ilgi, şefkat onun üzerindedir. Tüm koruma, kollama, övgü, merhamet, ailede yeni doğan çocuğun üzerinde toplanır. Ailenin ilk çocuğu bu açıdan sadece anne babanın değil eve gelen herkesin ilgi odağındadır. İlk çocuk bu süreçte ebeveynlerin sevgi ve ilgisi için fazladan bir şey yapmak zorunda değildir. Zaten tektir, sevimlidir, her yaptığı ilgi çekmektedir. Ailedeki ilgi, sevgi ve şefkatin tamamı kendisine aittir. Dolayısı ile sevgi, şefkat ve merhamet gibi duygularda sonsuzluk ve sınırsızlık vardır, bölünme ve kısıtlanma yoktur. İlk çocuk için sevgi, şefkat ve merhamet duygularında olduğu gibi adalet duygusu da bu sonsuzluk ve sınırsızlık duygusu ile gelişir. Çocuk anne babanın yanında bölünmemiş, sınırsız sevginin ve ilginin odağındadır. Bilgi, duygu ve davranış gelişimi bu atmosferde gerçekleşir. Çocuk bu ilgi ve sevginin, şefkat ve merhametin eksileceğini, tükeneceğini, bölüneceğini hiç düşünmez. Aileye yeni bir birey geldiğinde işin rengi değişir. İlgi ve sevginin tek öznesi olan, ailenin daima merkezinde yer alan birinci çocuk adeta aile içindeki yeri ve iktidarını yitirme duygusu ile karşı karşıyadır. Ve buna hazır değildir. Ailenin biriciği olan ilk çocuk artık biricik değildir. Her türlü duygusal etkileşimde bir tek ve yegane iken artık bir tek ve yegane değildir. Çocuk anne, babası ve dış dünyayı kendisine karşı eksildiğini düşündüğü ilgi, sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguların penceresinden görmeye başlar. İnsan fıtratında bulunan kıskançlık duyguları tebellür eder. www.ailemveben.com.tr Çocuk, anne babanın yanında bölünmemiş, sınırsız sevginin ve ilginin odağındadır. Bilgi, duygu ve davranış gelişimi bu atmosferde gerçekleşir 27 ÇOCUK Yeni kardeş aileye katıldıktan sonra büyük kardeşin abi ya da abla veya oyun arkadaşı rolü üzerinde durulmalı, verilen küçük sorumluluklar sonucunda kendisinin aile içinde ne denli önemli bir yere sahip olduğu hissettirilmelidir (İnsanda kötü duygu yoktur kıskançlıkta tüm duygular kadar doğaldır. Ancak bu duygunun iyi yönetilmemesi problem oluşturur.) Bir yandan yeni durumu anlamaya, algılamaya çalışırken diğer yandan eski iktidarını koruma güdüleri çok güçlüdür. Yeni bebek artık ilgi odağıdır. Ebeveynler doğru davranışlar geliştiremezler ise ilk çocuk için duygusal depremler yaşanacaktır. Eğer anne baba çocuğun duygu dünyasında var olan kıskançlık ve adalet duygularına gerekli hassasiyeti gösteremezse çocukta o güne kadar oluşmuş olan sevgi ve adalet algısı erozyona uğrayacak, nefret ve zulüm zorba davranışlar oluşmaya başlayacaktır. Bu yüzden anne baba ikinci çocuk dünyaya gelmeden önce ilk çocuğu bu duruma hazırlamalıdır. Paylaşmak ve sorumluluk üzerine küçük davranışlar geliştirilmeye çalışmalıdır. Her ne olursa olsun anne babanın çocuk üzerinde sevgi ve merhametinin eksilmeyeceği hissettirilmelidir. Yeni gelecek olan kardeşin de sevgi ve ilgiye, şefkat ve merhamete ihtiyacı olacağının algılanmasına yardımcı olunmalıdır. Yeni kardeş aileye katıldıktan sonra büyük kardeşin abi ya da abla veya oyun arkadaşı rolü üzerinde durulmalı, verilen küçük sorumluluklar sonucunda kendisinin aile içinde ne denli önemli bir yere sahip olduğu hissettirilmelidir. Yeni durum karşısında ailenin biriciği olmaya devam ettiği ancak bunun yanında abilik-ablalık gibi sorumluluğun da oluşmaya başladığı öğretilmelidir. Ancak; yeni oluşan abilik ablalık rollerinin eğlenceli yanları üzerinde durulmalı angarya işleri vermemelidir. Yeni doğan bebeğin diğer odadan bezini getirme sorumluluğu pek de eğlenceli olmayacaktır. Bu aşamadan sonra anne babaya kardeşler arasında sevgi ve ilgiyi adaletli bir şekilde paylaştırmak gibi hassas ve önemli bir görev düştüğü akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü bu yeni durum; ilk çocuk için paylaşmak, adalet, sorumluluk gibi yeni duygularla karşılaşmak anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda kıskançlık, haksızlık ve nefret gibi olumsuz duyguların tetikleyicisi bir durum oluşturur. Bu yeni duruma uyum sağlamak konusunda anne baba fazlası ile çaba harcamak zorunda kalacaklardır. İlk çocuk bu aşamada kendisinin haksızlığa uğradığını, sevgi ve merhametten yoksun bırakıldığını sadece yeni gelenin sevildiğini düşünmeye başlar. İşte kıskançlık ve nefret gibi olumsuz duygular bu aşamada çocuğun duygu dünyasında kendini gösterir. İlgi çekmek için farklı yollar dener Anne babasının bundan önce kendisine sınırsız ve sonsuz bahşettiği kocaman dünya küçülmeye, bundan önce sevgi ve ilgi ile dolu bu ev daralmaya başlamıştır. Daha çok ilgi ve sevgi için bir şeyler yapmalıdır. Bu süreçte eski sevgi ve ilgiyi muhafaza etmek ve kendisince hak ettiği adaleti sağlamak için yeni şeyler denemelidir. Yeni gelene ilgi göstermesi ona bir müddet popülerlik kazandırsa da yeterli olmayacaktır. Hasta olmak eskiden olduğu gibi ilginin üzerinde toplanması için önemli bir etki yarattığını gördüğünde sık sık hastalanmaya başlar. İlgiyi yeniden üzerinde toplayacağı düşüncesi ile farklı davranışlar dener. Her defasında beklediği neticeyi elde edemediği algısı ağır basar. Bu aşamada anne baba hem ilk çocuk ve hem de sonraki çocuklarda aile (takım) ruhunun gelişmesi için çaba harcamalı, ailedeki hiçbir bireyin diğerinden daha az sevilmediğini göstermelidir. İlerleyen zamanlarda kardeşler arasındaki çeşitli çatışma dönemlerinde sorunları çocukların kendilerinin çözmesine fırsat tanımalı, olayları biraz daha mesafeli takip etmeli ve taraf olmam aya özen göstermelidir. Güçlüden ya da zayıftan yana olmak yerine haklıdan ve adaletten yana olduğunu hissettirecek davranışlar geliştirmelidir. ÇOCUK 28 Sürekli küçük olan korunmamalı, oluşan herhangi bir problemde gizli de olsa taraf tutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki çocuklar söylediklerimizi değil davranışlarımızı yüz ifadelerimizi değerlendirirler. Bazen çocuklarımızdan birine, bize benzediği için veya kendimizde sevmediğimiz özelliklere sahip olduğu için daha özellikli davranıyor olabiliriz Kardeşler arasında bencilliğin değil paylaşmanın, rekabetin değil adaletli olmanın değerli olduğu gösterilmelidir. Bencilliğin zulüm ve haksızlığı, paylaşmanın ise sevgi ve adaleti gerçekleştireceği öğretilmelidir. Ebeveynlerin çocuklar arasındaki hak ve adalet gibi değerler ile sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguların doğru bir şekilde gelişmesi için onlarla daha fazla zaman geçirmeleri, oyunlarında yer almaları bu noktada büyük bir önem taşır. Toplu olarak hareket etmek, tüm bireyler ile ortak işler yapmak, birlikte bir yerlere gitmek takım ruhunun gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Aile içinde küçük görev ve sorumluluk dağılımları yapmak bu aşamada bireylerin birbirleri ile yardımlaşma ve dayanışmasının kavranması açısından önemlidir. Çocuklar kavga ve çatışma haline girdiklerinde müdahale etmek yerine kendi içlerinde çözüm üretmelerine fırsat verilmelidir. Öfke ve kızgınlık halinde iken onların arasında olmak bir taraf olmak durumu doğuracağından yatışmaları beklendikten sonra durumu kendilerinin yorumlamaları sağlanmalı anne babanın bir tarafta yer almak yerine adaletle birbirleri arasında davranış geliştirmenin önemli olduğu vurgulanmalıdır. Çocukların genelde problemlerinin kaynağında anne babanın davranışlarından oluşan rekabete bağlı olduğu unutulmamalıdır. Çocuklar arasında kıyas yapılmamalı, kardeşlerden biri odasını düzenliyor diğeri dağınık bırakıyorsa 'kardeşinin odasına bak bir de senin odana bak' yerine düzen oluşturmada daha fazla yardıma ihtiyacı olduğu görülerek küçük parçalara bölünmüş görevler verilip bu görevlerden yapabildikleri üzerinde durulmalı bu davranışı takdir edilmelidir. Yapamadıkları üzerinde durulmamalıdır. Sürekli küçük olan korunmamalı, oluşan herhangi bir problemde gizli de olsa taraf tutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki çocuklar söylediklerimizi değil davranışlarımızı yüz ifadelerimizi değerlendirirler. Bazen çocuklarımızdan birine, bize benzediği için veya kendimizde sevmediğimiz özelliklere sahip olduğu için daha özellikli davranıyor olabiliriz. Çocuklara olan sevgi ilgi eşit olmayabilir ama unutulmaması gereken sevgileri nasıl olursa olsun onlara karşı adil davranma gerekliliğimizdir. Ve anne babanın aile içindeki çocuğa karşı tutumu, çocuğun dış dünyada öteki insanlara karşı tutum ve davranışlarının belirleyicisidir. Psikolog Fethiye Zalım Başbekleyen 29 DENEME Kelebekler Kaç Gün Yaşar? Kelebekler bu dünyadaki hayatlarımızın bir sonu olduğunun daimi hatırlatıcılarıdır. Hayatları insan hayatına dair döngünün minyatürüdür Bu soru insanoğlunun zihnini sürekli meşgul eden, birden fazla cevabı olanlardan biridir. Kimi bir gün der kimiyse üç… Bir başkası bunlardan çok daha fazlası olması gerektiğini savunur. Kelebeklerin kaç gün yaşadığı öylesine merak konusu ki yolunun üstünde tüm endamını sergileyen bir kelebeğe rastlayan birinin zihninden “hakikaten sadece bir gün mü yaşıyorlar bunlar?” sorusu geçmesi neredeyse kaçınılmazdır. Kulak ve dudaklarımıza sıkça uğrayan bu sorunun altını biraz kazıdığımızda, belkide karşımıza yaş takıntımız çıkacak, kim bilir. Yani bir canlının nasıl yaşadığından çok, falanca zaman kadar yaşadığını merak edişimiz diyorum, hep çok uzun zaman yaşamak isteyişimizle alakalı olabilir. Bizler kelebeğin ömrünü çok az bulur, hayatı kısacık bir zaman dilimine hapsolduğu için kelebeğe üzülürüz. Gelişmekte olan ülkelere baktığımızda ortalama insan ömrü kabaca 60 civarıyken, bir, üç veya yedi günlük bir hayat bizim gözümüzde, deyim yerindeyse, devede kulak gibidir. İşte bu! Kelebeklere acımamızın sebebi tam olarak bu; onlara kendi gözümüzden bakıyor olmamız. Bizim için kısacık olan bir ömür bir kelebek için ne kadar uzun hiç düşündük mü? Aslında bunu düşünmek hiçte zor değil. Daha doğrusu, bu zaten sürekli yaptığımız bir şey. Nasıl mı? Açıklayayım; anılarınızı, umutlarınızı, hayallerinizi, geleceğinizi her düşündüğümüzde yaparız. Haydi itiraf edelim şimdi, biz milyarlarca yıldır yaşayan bir evrende sadece ufacık bir kelebeğiz. Bir kelebek bizim için neyse, yaratıldığı ilk günden itibaren dağlar, denizler, okyanuslar, bulutlar için biz de birer kelebekten başkası değiliz. İnsan kelebeklerin ömrünü neden merak eder? Çünkü insanlar kelebeklere baktıklarında kendilerini görür. İnsan kelebeklere acır çünkü insan kendisine acımaktadır. Kelebekler bu dünyadaki hayatlarımızın bir sonu olduğunun daimi hatırlatıcılarıdır. Hayatları insan hayatına dair döngünün minyatürüdür. Gerçekte kelebeğin kaç gün yaşadığı değil, kelebek için günlerin nasıl geçtiği asıl meseledir. Sayılı bir kaç gün onlar için belki yüz yıl gibidir. Ama biz kanatsız kelebekler için yüz yıl dahi göz kapatıp açıncaya dek geçecektir. Kırılma noktası, ne kadar uzun süre değil nasıl yaşadığımızın önemli olmak zorunda olmasıdır. Ve kusursuzca söylenmemiş bu söz çınlamalı kulaklarımızda; “gün olur asra bedel”. Önemli olan yaşamak kelimesinden ne anladığımızdır. O halde şimdi kendi kendimize tekrardan şu soruyu sorma vakti; kelebekler kaç gün yaşar? Ve kanatsız kelebekler, onlar aslında kaç yıl yaşar? Burak Eren/lisaniask.com 30 SİZDEN GELENLER SİZDEN GELENLER SEN ÜZÜLME Asma o gül yüzünü bugünler de geçer Ağlama sen gülüm göz yaşların beni üzer Allah ölüm vermesin bu acılar bir gün diner Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler Kalbimizdeki yangın alev alev olsa da Ayrı geçen zamanlar yüreğimizi yaksa da Bir umut vardır her zaman bugünlerde biter Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler Bu ayrılık yıkamaz bizim aşkımızı Bitiremez bir ömre bedel sevdamızı Azalmaz sevgimiz giderse yıllar gider Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler Göze almıştık biz hep kötü günleri Asla yıldıramaz mazi çok sevenleri Güney balçıkla sıvanmaz bu ayrılıkta biter Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler Gönlümüz bir, biz ayrı olsak da Bir gün kavuşuruz mutlaka Ölüm gelse de sensiz bu canıma Bırak bir tanem her şeyi ZAMAN'A KEŞKELER BIRAKMA Şimdi göz yaşı dökmenin zamanı değil Hatasız kul olmaz, bunu düzeltmek gerekir Hiçbir şey çok geç değil Bir ucundan tutmak gerekir Düşeni kaldırmak Yarasına merhem olmak gerekir Şimdi yalnız bırakma zamanı değil Yanında olup onu kazanmak gerekir Şimdi küsmenin, kavganın zamanı değil Dostluk, güven, kardeşlik durur iken Yarınlardan umut kesmenin zamanı değil Şimdi yarınları kazanmanın zamanı Hüseyin Erol TOSUN Çankırı E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu NE GÜZEL Sevmek, aşık olmak Geleceği, geleceklere, süslemek Mutlu etmek ve mutlu olmak Yarınlara keşkeler bırakmamak gerek. Ne güzel bir Sesleniş Değer paşam değer Bu sesleniş duyulursa eğer Cihan yaşamaya Değer Hükümlü Erol Güven Yılmaz BAŞ Silivri 7 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu 31 SİZDEN GELENLER BEN ONU ÇOK SEVDİM SEVEN İNANIR İNANAN SEVER (BEN HERKESİ SEVDİM) Bir Avrupa ülkesinde (Hollanda) 25 yıl yaşamış olmanın zorlukları olduğu gibi avantajları da olmuştur. Ancak avantajımı daha çok zorluklarımı tartışılır. Şu bir gerçek insanın nerede yaşadığı önemli değil nasıl yaşadığı önemli. Bu bir Avrupa ülkesi olabilir bir cezaevi de olabilir. Akıllı insan mutlu olabilmek için istediği şartları bulamazsa olan imkânlarla mutlu olmasını bilir. Vize muafiyetinden yararlanarak dünyanın birkaç ülkesini gezme fırsatı buldum. Gezmiş olduğum ülkelerde aralarında kısmi benzerlikler varken bir o kadar da farklılıklar vardı. Ama hem fikir oldukları tek bir şey gördüm. “Sevgi ve inanç” bu Hiçbir yerde değişmeyen ve her yerde önüme çıkan bu büyük gerçeğin insanoğlu için hayata açılan kapının anahtarıdır, kanaatine vardım. Ve o günden sonra bu büyük değeri yaşantımda merkez olarak gördüm ve bunu çocuklarıma öğretmeye çalıştım. Özellikle Avrupa'da doğup büyüyen bir Müslüman ailenin çocuğunun din ve kültür çatışması yaşamaması kaçınılmaz bir durumdur. Yabancı ve Müslüman ailelerin en büyük sorunlardan biridir. Onun için ciddi bir alt yapı, emek, sabır, tolerans ve balans gerektirir. Yani çocuk Avrupa'da yaşadığını bilecek ama aynı zamanda bir Müslüman olduğunu unutmayacak, unutturmamak düşüncesi ile en küçük çocuğumuz dünyaya geldiğinde Muhammed adını vermek istedik. Ancak kayıt yapan memur Mehmet olarak yazmak istedi. Ben ise ısrarla itiraz ederek Muhammed olarak kayıt ettirmek istedim. Memur ise “ne fark eder” dedi. Bende madem senin için fark etmiyor Muhammed olarak kayıt et çünkü benim için fark eder. Benim için şu açıdan çok önemliydi çocuğum bir kainat efendisinin adını almış olduğunu bilmesi ve bunu her zaman hissetmesi. Bu isim her anıldığında peygamber efendimize (S.A.V) salavat getirilmesi önemi ile. Bununla beraber asıl hayatın cennette olduğunu o yüzden dünyada mümkün olduğunca yaşatmaya bakmak gerekir. (yaşatmak) evet fidan dikme, kuş besleme, evlat büyütme, umut sevin aşılama insanlar yanındayken kendilerini cennetteki gibi hissetmelerini. Sen sevilen biri ve bulunduğun yeri cennete benzetmişsin demektir. Bu konuda bu kadar hassas davranarak bunları da çocuklarıma öğretmeye çalışırken bulunduğum konum itibari ile ve cinayetten yargılanıyor olmamla ne kadar çelişkili. Çünkü örnek olabilmenin en etkileyici ve gerçekçi yönü ise inandığı ve iddia ettiği gibi yaşamasıdır insanın. Böyle bir şeyi yaşamış olmak ağır geldi bana ve içimdeki benliğe. Suçlu veya suç ortağı aramaya başladım. Tüm olanlara ve sebep olanlara kin, nefret oluştu içimde ilk başlarda. Ta ki Amerika'da yaşanan bir olayı gazetede okuyana kadar. Bir anne, nişanlısı tarafından öldürülen kızının katilini af ediyor. Sebebi ise katile karşı duyduğu kin ve nefret onu o kadar rahatsız ediyor ki, hayatını böyle devam ettiremeyeceğini öyle yaşayamayacağını anlıyor ve affetmeye karar veriyor. Ne kadar doğru ne kadar güzel ve akıllıca bir karar. Beni çok etkiledi. Aslında dinimiz de bunu emrediyor. (Affetmeyi). Burada bulunmamız arzuladığımız bir durum değilse ve buna rağmen buradaysak karar verilmiş zaten. Bunu böyle kabul ederek herkesi affetmeye karar verdim. Rabbime şükürler olsun bu karardan sonra ciddi bir değişiklik ve rahatlama hissettim ve anladım ki hiçbir problem kendini üreten evrede çözülmez ancak bir üst evrede çözülür. Riyad KAHRAMAN Hatay Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ÖRNEK HAYATLAR 32 Büyük Selçuklu Veziri: Nizamülmülk Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halifesi kendisine çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şairlere, sanatkârlara karşı çok ikram, ihsan ve iltifat ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı. Şanlı unvanı “Nizam'ül-Mülk” ile tanınan Büyük Selçuklu İmparatorluğunun büyük vezirinin asıl adı, Hasan bin Ali bin ishak el-Tusî'dir. Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü'l-Fâzıl EsSuri'nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra Alp Arslan'ın Belh vâlisi Ali bin Şadan'ın maiyetine girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alp Arslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alp Arslan'ın yanında hizmete başladı. Alp Arslan Sultan olunca 1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi. Zamânın halîfesi Kâim bi emrillah tarafından Nizâmülmülk ünvânı ile taltif edildi. Bu ünvânıyla tanındı. Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064'ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adaletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün Selçuklu fütuhatında bulundu. Sultan Alp Arslan' ın vefâtıyla veliaht Melikşah'ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. Sultan Melikşah'a muhalefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itaat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler verdi. Nizâmülmülk'ün akıllı, tedbirli ve adaletli idaresi sayesinde de, Melikşâh'ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur. Nizâmülmülk'ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyaset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır. Siyâsetnâme'de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesi, Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dile tercüme edilerek, yayınlanmıştır. 33 ÖRNEK HAYATLAR Nizâmülmülk, zamanında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, isfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halifesi de kendisine çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şairlere, sanatkârlara karşı çok ikram, ihsan ve iltifat ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı. Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî, askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sahada pek çok yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler bâzı değişikliklerle beraber bütün Türkİslâm devletlerince devam ettirildi. Nizâmülmülk, zamanında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, isfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyasında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından birisi de, Bağdat'taki Nizâmiye Medresesi olup, asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı Şîrâzî burada ders vermekle vazîfeli idi. Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri ve Siyasetname adlı öğütler kitabı yazan Farsı devlet adamı, siyaset bilimcisidir. Devlet yönetiminde hayli etkili olan Nizamülmülk'ün vezirliği Alparslan ve Melikşah dönemlerinde yayılmıştır. İsmi Nizamülmülk yani, Mülkün Nizamı yani, Devletin Düzeni anlamına gelir. Nizamülmülk, 21 Zılkade 408/10 Nisan 1018 yılında İran'ın, Horasan'da Tus şehrinde doğmuştur. Bu dönemde bu şehir Gazne Devleti idaresinde bulunmaktaydı. İlk devlet görevini Gazneliler sultanları için yapmıştır. Devlet işleriyle ilk olarak Gazne Devleti'nin Horasan valisinin yanında çalışarak başlayıp 1059′da Gazneliler Horasan valisi olmuştur. 1063′den itibaren Selçuklular devletinde Alparslan'ın Belh valisinin yanında devam etti. 1064 yılında Büyük Selçuklu Devleti'ne vezir olarak atandı. Alp Arslan (hüküm süresi 1063-1072) ve Melikşah (hüküm süresi 1072-1092) hükümdarlık dönemlerinde bu önemli vezirlik görevinde bulunmuştur. Memleketin nizamlarının kurucusu anlamında olan Nizamül- mülk ismi Abbasi halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi. Bir rivayete göre; fakir ve kimsesiz bir kadın, vezir Nizamülmülk'en bir müşkülünün halledilmesi için yardım istemiş. Nizamülmülk de durup onunla konuşmaya başlamış. Bunun üzerine vezirin mabeyincilerinden biri o kadını Nizamülmülk'ün yanından uzaklaştırmak istemiş. Vezir, mabeyincisinin bu hareketini çok çirkin görmüş ve “Muhakkak ki ben sana bu gibilere yardım edesin diye vazife verdim” diyerek onu haciblikten uzaklaştırmış. Sultan Melikşah'ın etrafındaki bazı hasetçiler vezir Nizamülmülk hakkında ileri geri konuşmuş, hatta “Sizin mülkünüzde ortak olduğunu söyler” demişlerdir. Sultan da Nizamülmülk'e “Eğer benim saltanatta şerikim, mülkümde ortağım isen bunun da bir hükmü vardır. Eğer vekilim ve benim emrinde ise onun icaplarını yerine getir” demiştir. Nizamülmülk ise Sultan'a şu cevabı vermiştir: “Başındaki o sultanlık tacı bendeki divite bağlıdır. Bu ikisinin birlikte olması her şeyin dirliği ve saltanatının kıyamını temin eder. Bu divitin kapağını kapatırsam tacın kaybolur gider. Bir kapıyı kırmadan önce başına gelecekleri düşün.” Yapmış olduğu uzun süreli vezirliği sırasında âdil ve müsamahasız idaresinde kararlı olan Nizam'ül-Mülk'ün etrafında yavaş yavaş memnun olmayanlar çoğaldı ve rakipler de türedi. 10 Ramazan 1092'de bir batim fedaisi tarafından şehid edildi. http://alperensaka.tr EVLİLİK 34 BİR DİZİYLE BİN PİŞMANLIK YAŞAMAYIN! Yaz aylarının gelmesiyle sezon finallerini tamamlar televizyon dizileri. Sıkı takipçiler ise yeni yayın dönemini iple çekerler. Öyle alışkanlık olmuştur ki sezon boyu favori dizilerin yayınlandığı gecelere özel hiçbir program yapılmadığından, dizi tatile girdiğinde bir boşluğa düşer izleyicileri. Ne seyredileceği şaşırılıp, hedefsiz ve keyifsiz halde kanal değiştirilip durulur gece boyu Uzun kış gecelerinde daha bir rağbet gören diziler, reklam aralarıyla birlikte neredeyse üç saatimizi alabiliyor. Bir ekrana odaklanmanın meydana getirdiği yorgunluk, dizide cirit atan entrikalara fazla kaptırılmasından kaynaklanan yoğun stres hali ve diziye damgasını vuran zihin bulandırıcı final sahnesi geceyi bitap bir halde sonlandırmamıza sebep olabiliyor. Devamında dizi karakterlerini nelerin beklediğini izlemek için bir hafta sabredecek olmanın doğurduğu merak halinin, bir sonraki bölümün yayınlanma vaktine dek bize eşlik etmesi de cabası. Diziler öyle bağımlılık yapar ki dizinin kahramanları kimi izleyicilerin günlük yaşantılarında da başrolü oynar vaziyettedirler. Hatta dizilerdeki eşleri kendi eşleriyle, evlilik ve ilişkileri kendilerininkiyle kıyaslama durumu ortaya çıkar. Eşlerin iletişimini zayıflıyor Dizi izlenirken tıpkı sinemada film izler gibi, dış dünyaya kapılar kapatılıp, başka bir şeyle ilgilenilmeden ekrana odaklanılıyor. O vakitlerde eve misafir kabul edilmiyor, aile fertlerinden biri kaza ile bir maruzat bildirecek olsa ivedilikle susturuluyor. Böylece adeta hipnoz olmuşçasına dizilere kilitlenen bireylerin iletişim kurma becerileri zayıflıyor. Bırakın ailece sohbet etmeyi, hali hazırda var olan problemlere çare bulabilmek için bile iletişim kurabilmek mümkün olamıyor. Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği Uzman Klinik Psikoloğu Orçun Aykol, televizyon bağımlılığının eşler arası iletişimi olumsuz etkilediğinin altını çiziyor ve şöyle belirtiyor; “Kliniklerimizde çok sık rastladığımız bir durum, günümüzde çiftlerin anlaşmakta zorlandığı bir konu haline gelen, hangi kanal ya da dizinin izleneceği tartışmasıdır. Beyler spor kanallarını, futbol maçlarını izlemek isterlerken, bayanların dizi takipçiliği kavgalara sebep olabiliyor. En nihayetinde çözüm için her odaya bir televizyon alınıyor ve herkes istediği kanal ya da programı 'yalnız' başına izliyor. Evlerimizde, eşimiz ve çocuklarımızla birlikteyken sürekli televizyon ve dizilerle zaman geçiriyor olmak, eşlerin ya da aile üyelerinin birbirleriyle olan iletişimini en aza indirmektedir. Bu, evlilikler için başlı başına bir sorundur. Zira iletişim kurulamayan evliliklerin zamanla daha çok yıpranıp, bir noktada sona ermesi de muhtemeldir. Diğer taraftan var olan sorunların konuşulup çözülmesine engel olur. Yapılan bir çalışmada, aralarında gerginlik olan çiftlerin televizyon izleme sürelerinin diğer çiftlere göre daha fazla olduğu sonucuna varılmıştır.” Onlar gibi tepki veriyoruz Psikolog Orçun Aykol'a göre, “Ekranlarda izlediğimiz birçok program ruhsal dünyamızda duygusal bir hareketlenmeye yol açabilir. Özellikle Tv dizilerinde bazen özlemlerimiz, hüzünlerimiz, hayranlıklarımız belki yaşayamadıklarımız çıkar karşımıza; yani kendimizden bir şeyler bulabiliriz. İşte bu noktada, bu sunulanlardan yoğun bir şekilde etkilenmemiz mümkün olabilir. Dizilerde ilgi duyduğumuz karakterler gibi güçlü olmaya ya da hayata onlar gibi tepkiler vermeye başlarız. Bu durum bir noktaya kadar normalken, özdeşleşme ortaya çıktığında sorunlar yaşanmaya başlanır. Oysa diziler kurgudur, tıpkı bizim kurduğumuz hayaller gibi. Gerçek hayatta, kendimizi o dizi kahramanı ile özdeşleştirip, tamamıyla onun gibi davranmaya başladığımızda işler sarpa sarabilir. Bu durumda hem günlük yaşantımızda hem de evlilik ve aile yaşantımızda sorunların baş göstermesi kaçınılmaz olur.” 35 EVLİLİK Tv dizilerinde bazen özlemlerimiz, hüzünlerimiz, hayranlıklarımız belki yaşayamadıklarımız çıkar karşımıza; yani kendimizden bir şeyler bulabiliriz. İşte bu noktada, bu sunulanlardan yoğun bir şekilde etkilenmemiz mümkün olabilir. Dizilerde ilgi duyduğumuz karakterler gibi güçlü olmaya ya da hayata onlar gibi tepkiler vermeye başlarız. Bu durum bir noktaya kadar normalken, özdeşleşme ortaya çıktığında sorunlar yaşanmaya başlanır. Oysa diziler kurgudur, tıpkı bizim kurduğumuz hayaller gibi. Kadın da erkek de diziden payına düşeni alıyor Dizi izleyen kadınların, çoğunlukla sağlam karakterli dizi kahramanlarını örnek aldıkları gözlemleniyor. Aldatıldığını bilen ama her şeye rağmen evliliğini sürdürüp eşini geri kazanmaya çabalayan bir eş, eşinden ayrılmış fakat çocukları için hayata tırnakları ile tutunan bir anne ya da fakir ama oldukça güçlü olan bir kadın karakter ile kendini özdeşleştirebiliyor. Ancak izleyici olarak sadece olumlu özelliklere sahip karakterlerden değil kötü kalpli, hain, kıskanç, arabozucu vb. özellikteki karakterlerden de etkilenebiliyor. Erkek karekterlerin hayranları yine erkekler Erkekler ise duygusal ilişkilerden çok, dizilerdeki erkek karakterlerin delikanlılık, mertlik gibi özelliklerinden etkileniyorlar. Örneğin spor yapan, ata binen, atış talimi yapan güçlü, zengin ve gözü kara erkek karakterler daha fazla ilgi görüp, örnek alınıyor. Otomobillerinin marka ve plakasından, tuttukları takımlara, taktıkları aksesuarlara kadar takip ve taklit edebiliyorlar. Haliyle, bu karakterin dizide sergilediği davranış ve tutumlardan etkilenilmemesi de pek muhtemel olmuyor. Kendimizden bir parça buluyoruz Çoğu zaman izlediğimiz karakterde kendimizden bir parça bulduğumuz için sımsıkı yapışabiliyoruz o karaktere. Özdeşleştiğimiz karakter gibi davranmaya, onun tepkilerini taklit etmeye başlıyoruz. Örneğin dizide geçen bir aldatma vakasından etkilenip eşimize karşı şüpheci tavırlar takınabiliyoruz. “Dizideki karakterin karşılaştığı bu olay niye benim de başıma gelmesin?” düşüncesiyle ruh dünyamızı ve evliliğimizi karartmaya meylediyoruz. Dizide normal olan hayatta da normal gibi geliyor Dizilerde insani vasıflardan çok yalan, kıskançlık, ihanet, öfke, intikam gibi olumsuz hasletler öne çıkıyor. Reyting kaygısıyla kurgulanmış evli insanların gayrı meşru ilişkileri, evlilik dışı çocuk sahibi olma, aldatma, intikam alma normal görülüyor dizilerde. Maalesef medyadaki rekabet çılgınlığından dolayı, izleyici kitleye sunulan programların ahlaki yönü ve meydana getireceği toplumsal zarar pek umursanmıyor. Bu programlardan etkilenen izleyiciler de, eşlerine ve evliliklerine karşı zarar verici davranışlar geliştirme eğilimi içine giriyorlar. Hatta ileri durumlarda, hayat, acıdan ibaret olarak görülmeye; evlilikte mutlu olmanın imkansız olduğu düşünülmeye başlanıyor. Hayatımızı farkında olmasak diziler yönlendiriyor Farkında olmasak da diziler hayatımızı bir şekilde yönlendiriyor. Lüks restoranlarda, mum ışığında evlilik yıldönümü kutlamak dizilerle hayatımıza girdi belki de, ya da pırlanta taşlı yüzükler, pahalı hediyeler… Kendi değerlerimize zıt Armağan olarak sevdiğine türkü yakanlar çok eskilerde kalmış olmalı. Televizyon ekranına odaklandıkça, kendi değerlerimize bütünüyle zıt olan ilişki ve yaşam tarzlarını normal kabul edebiliyor, hatta hayal edilen ve belki içten içe istenen bir duruma dönüştürebiliyoruz. Ceyda ARIN KÜLTÜR-SANAT 36 Çağımızda adını “Halk Şa rler ” kütüğüne altın harflerle yazdıran b r şa r olarak, daha hayatta ken ş rler nden en çok türkü bestelenen şa r ünvanına sah p olması haseb yle hem b r türkü şa r , hem de türküleşen şa r. Türk, türkü ve Türkçe… “Halk şiiri” dediğimiz binlerce yıllık geçmişi olan kadim gelenek, bu üç kelimenin kuşattığı değerlerin tümünü kucaklayan edebi bir kavram olarak kültürümüzün ana sütunlarından birini oluşturur. Çünkü 'Türk' ler, binlerce yıldır 'Türkçe' konuşur ve 'türkü' söylerler. Türküler, Türklerin yaşadığı her coğrafyada farklı kelime ve kavramlarla adlandırılmakla beraber, aslında Türkçe'nin en saf ve en rafine ifadesi olan “halk şiiri”nin Türk'e has nağmelerle terennümünden başka bir şey değildir. Onun içindir ki, her halk şairi aynı zamanda bir türkü şairidir ya da türküleşen şair… İşte Abdurrahim Karakoç, çağımızda adını “Halk Şairleri” kütüğüne altın harflerle yazdıran bir şair olarak, daha hayatta iken şiirlerinden en çok türkü bestelenen şair ünvanına sahip olması hasebiyle hem bir türkü şairidir, hem de türküleşen şair. Alper Tunga'dan Ahmet Yesevi'ye, Yunus Emre'den Karacoğlan'a, Şah Hatayi'den Emrah'a, Nesimi'den Seyrani'ye, Pir Sultan'dan Dertli'ye, Karacoğlan'dan Aşık Veysel'e, Dadaloğlu'ndan Aşık Şenlik'e, Kul Himmet'den Sefil Selimi'ye, Deli Boran'dan Neşet Ertaş'a, Köroğlu'ndan Abdurrahim Karakoç'a kadar yüzlerce, hatta binlerce halk şairi vardır ve biz bunların hepsini Türk'ün, Türkçe'nin ve Türkü'nün ses bayrakları olarak gönüllerimizde saygıyla ağırlarız. Yalnız şu var ki, Türk halkının dilini incelikten mahrum kaba saba köylü lisanı; şiirini, ilkel parmak hesabına dayalı 'hecâ vezni'; türküsünü, tezek kokan köy nağmeleri olarak nitelendiren dünün ve bugünün jakoben aydınları kabul etmeseler de gerçek budur ve bu gerçek dün olduğu gibi bugün de apaçık ortadadır. Böyle olmasaydı akademisyeninden okuma yazma bilmeyenine, cami cemaatinden âyin-i cem ehline, dindarından ateistine, Türküçüsünden islamcısına, muhafazakarından liberaline, ülkücüsünden devrimcisine her görüş, meşrep, meslek ve mezhepten insanların Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinde kendilerinden mutlaka bir şeyler bulmalarını izahta zorlanırdık. 37 KÜLTÜR-SANAT Karakoç'u 'kalem şairi' kimliği ile tanımayan geniş kitleler ise, onu, son yıllarda türkü formunda bestelenen şiirleriyle, yani o güzel türkülerin, o anlamlı ve etkileyici sözlerini yazan kişi olarak tanıdılar. Bu türkülerin başında da elbette Mihriban geliyor. Bestesinin şairini, şiirin bestecisini böylesine yaygın bir şöhrete kavuşturduğu ikinci bir eser bulmak zordur. dayanamayıp; “bu şiir, bugün hayatta olan dostum, ağabeyim, Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi Abdurrahim karakoç'a ait; 'Suları Islatamadım' aynı zamanda şairin son şiir kitabının da adı” dedim. Orada bulunanların manidar bakışları karşısında ısrar edecek hali kalmayan Musa Eroğlu'nun 'çaktırmadan çark edişini' hiç unutmuyorum. Karakoç'un şiirlerini 60'lı yılların başında besteleyerek ilk defa 45'lik plağa okuyanlardan biri, hemşehrisi ünlü halk ozanı Âşık Mahzuni Şerif olmuştur. Daha sonra, 1970'li yıllarda Zekeriya Bozdağ'ın “Unutmak Kolay mı deme Unutursun Mihribanım” sözleriyle başlayan şairin bir başka Mihriban şiirini besteleyerek plağa okuduğunu görüyoruz. Zaman içinde Musa Eroğlu, Ekrem Çelebi, Hasan Sağındık ve Bayram Bilge Tokel başta olmak üzere çeşitli sanatçılar Karakoç'un şiirlerinden çok sayıda beste yapmışlardır. Üstadın başına gelen buna benzer sayısız olaydan birini daha hatırlıyorum: Yaklaşık aynı yıllarda, Abdurrahim Ağabey, Ali Akbaş ve birkaç dostla birlikte bizim evde sabahladığımız sazlı/sözlü bir sohbet gecesinde yazıp da bana ithaf ettiği meşhur “Sultanım” (İkinin Biri) şiiri, daha sonra Ekrem Çelebi tarafından bestelenmiş ve TRT tarafından da “yılın en çok sevilen türküsü” seçilmişti. “Can özümden besmeleyi çekende/Dil yanmazsa ben yanarım sultanım/Hak uğruna bir sefere çıkanda/Yol yanmazsa ben yanarım sultanım” dizeleriyle başlayan bu türkünün sözlerinin de, önce Ekrem Çelebi’ye mal edilmesini, daha sonra TRT’nin o anlamsız ‘beste türkü’ yasağına takılmaması için bizzat TRT tarafından anonim ilan edilmesini ve bilahare iş mahkemeye intikal edince Abdurrahim Ağabeyin hakkının teslim edilmek zorunda kalınışını da hiç unutmuyorum. Bu arada Karakoç'un yaşayan bir şair olduğundan habersiz, ona ait şiirlerin ya anonim, ya da eski devirlerin ismi fazla bilinmeyen halk şairlerine ait olduğunu zannederek beste yapanların bulunduğunu da söyleyelim. Bunlardan birinin de Mihriban'ın bestecisi Musa Eroğlu olduğuna yıllar önce bizzat şahit olmuştum: 1990'lı yılların başında, Hacı Bektaş Veli Anma etkinliklerine katılmak üzere gittiğimiz Hacıbektaş'da, kaldığımız otelin bahçesinde Ali Ekber Çiçek, Nejat Birdoğan, Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu ve Belkıs Akkale ile birlikte muhabbet ediyor, çalıp söylüyoruz. Bir ara Musa Eroğlu “size yeni bir bestemi okuyacağım” diyerek, sözleri Karakoç'a ait Suları Islatamadım adlı türküyü okumaya başladı. Türkü bittiğinde Nejat Birdoğan Eroğlu'na “Yahu Musa bu şiirin çok başka bir havası var, çok güçlü bir şiir, kimin?” diye sorduğunda Musa Eroğlu “18. Yüzyıl halk ozanlarından birinin” diyerek cevap verdi. Ben önce şaka yaptığını düşünerek “kime ait olduğunu ben biliyorum” dedim. Nejat Birdoğan'ın, “bu şiirin dili, üslubu, imajları ve sesi çok yeni, bir yanlışlık olmasın?” demesi de kar etmeyince Beni etkileyen bir başka ilginç anekdot daha: Geçtiğimiz yıl Yozgat’ın merkez köylerinden birinde, ömrü dağlarda bayırlarda çobanlık yaparak geçen seksen küsur yaşındaki Mehmet Amcadan türkü derliyorum. Bir ara durdu, bana dönerek, “Eski devirlerde yaşamış bir şairin çok sevdiğim bir şiirini okuyacağım şimdi size” diyerek başladı Karakoç’tan Anadolu Sevgisi adlı şiiri okumaya… Şiir bitince, ne kadar inandı tam bilmiyorum ama, Mehmet Amca’ya da Karakoç’un günümüz şairlerinden olduğunu anlattım. Fakat Yozgat’ın bir dağ köyünde, ömrü çobanlıkla geçmiş yaşlı bir amcanın, tıpkı Karacoğlan’dan şiir okuması, türkü söylemesi gibi Abdurrahim Ağbi’den ezbere şiir okuması beni müthiş duygulandırdı ve heyecanlandırdı. Halka mal olmak, gerçek sanatçılık, hakiki şairlik böyle bir şey olsa gerek. KÜLTÜR-SANAT 38 p, gar , m ü arıp önl lı g d m v rıp, ş a e y d çıka . üm ım Göz lvaray endenl yorum ya l ğ b a ge ben m san attı Kim, nasıl, ne zaman yapar bilemiyorum ama, Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinden yapılmış bestelerin sıhhatli bir envanterinin çıkarılmasında büyük fayda var. Yukarıda anlatılan birkaç anekdottan da anlaşılacağı gibi daha şimdiden bilerek ya da bilemeyerek Karakoç'un şiirleri başkalarına mal edilmeye çalışılıyor. Mümkün olsa da, bu besteler notalarıyla birlikte müstakil bir kitapta toplansa… Bu bestelerin sayısı, türü, niteliği, formu yönünden tesbit edilerek kayıt altına alınması, müzik kültürümüz için olduğu kadar geleceğin müzik araştırmacıları, müzikologları ve etnomüzikoloğları için de çok önemli. Karakoç, binlerce yıllık geçmişi olan heceyle şiir yazma/söyleme geleneğinin çağımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak daha hayatta iken söz mülkünün sultanlarından oldu. Çünkü o bu dünyaya şair ataları Yunus, Fuzuli, Nef'i, Karacoğlan, Dadaloğlu gibi adeta sırf şiir yazmak/söylemek üzere gelenlerden biriydi. Yunus kadar imanlı, Fuzuli kadar yüreği yanık, Nef'i kadar öfkeli, Karacoğlan kadar duygulu, Köroğlu kadar yiğit ve Dadaloğlu kadar cesurdu. Şairliği; dünyevî ve insanî sorumlulukları yanında dinî sorumluluklarını da yerine getirmeye yetecek soylu bir meslek olarak seksen yıl onurla taşıdı. Bir başka söyleyişle Müslüman, Türk ve şair olmanın kendisine yüklediği sorumlulukların çok büyük bir bölümünü yazdığı şiirlerle deruhte ettiğini düşünüyorum. Çünkü ülke, millet ve devlet olarak son altmış yılda başımıza gelip de Karakoç'un şiirlerinde tema olarak yer almayan bir konu hemen hemen yoktur. , kn , y e kn fk m ö hmet e k n ı t k Bıra b r ra n n zev rum e o um old sevm a gel y n n e a s ım s tatt Mirasçısı olduğu büyük halk şairleri gibi, halkın sözcülüğünü gönüllü olarak üstlenip, özellikle siyaset ve bürokrasi kurumuna yönelik zaman zaman çok ağır eleştirilerde bulundu. Karakoç kişisel çıkar peşinde değil, milletinin ve devletinin çıkarı peşinde olduğu ve bunu da hep yüksek sesle haykırdığı için içtenliğinden ve dürüstlüğünden kimse şüphe etmedi. Hak bildiğini Hak için yazdı, Hakkın ve hakikatin yolundan hiç sapmadı İmanının heyecanını, milletine ve onun değerlerine olan bağlılığını; haksızlık, hırsızlık, ahlaksızlık ve sahtekarlıklara öfkesini korkusuzca haykırdı. Gözünü budaktan, sözünü yasaktan esirgemedi. Hak bildiğini Hak için yazdı, Hakkın ve hakikatin yolundan hiç sapmadı. Ne eğildi, ne büküldü. Yemin adlı şiirinde üstad; Mazlumlar hakkını almayıp ele Günü gün edersem zalimler ile Evdeşim, öz kızım, öz oğlum bile Susarsam hakkını helal etmesin Allah rızasıdır arzum, emelim! Bu necip milleti ondan severim Hazreti Muhammed (SAV) gerçek rehberim, Susarsam, hakkını helal etmesin. Hiç susmadın büyük şair, Aziz Ağabey! Onun için sadece evdeşin, öz kızın ve öz oğulların değil, herkes, Türk milleti sana hakkını helal etti. Mübarek cuma günü kılınan cenaze namazına gelenlerin çokluğu ve çeşitliliği bunu gösteriyordu. Mekanın Cennet, kabrin nur olsun, Bayram B lge Tokel BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Normal bir insan, her yıl yaklaşık 430 2.000 kilometre uzunluğundaki Büyük böcek yutar (yanlışlıkla tabii). Mercan Resifi, dünya üzerinde yaşayan Tek bir çavdar tohumu, 640 kilometre en büyük canlı. uzunluğunda kök verebilir. Otistiklerin %65′i aynı zamanda solak. Meşe ve kayın ağacından buharlaşan hava bir gün içinde yaklaşık 100 litreyi bulur. Kelebekler arka ayakları ile koku alır ve duyargaları dokunma ile aktif hale gelir. Tipik bir hortum, 8.000 megaton bombaya eşdeğer enerji ortaya çıkarır. Kutup ayıları saatte 40 kilometre hızla koşabilir ve 1,8 metre yükseğe Sağ elini kullanan insanlar solaklardan sıçrayabilirler. ortalama 9 yıl daha fazla yaşar. İnsan vücudunda bulunan damarların Eğer ayağınıza soğan sürerseniz, yaklaşık uzunluğu yaklaşık 100 bin kilometredir. bir saat sonra tadını almaya başlarsınız; Bu uzunlukta bir iple, dünyayı 2,5 kez çünkü kan damarlarınıza işler. çevrelemek mümkün. İnsan vücudunun 3 santimlik bir Her 9.300 yılda bir, bir insan düşen bir kısmında bile en az 20 milyon göktaşı altında kalarak can veriyor. mikroskobik canlı yaşar. Bir nötron yıldızının en ufak bir parçası bile 100 milyon ton ağırlığında olabilir. Bir salyangoz 3-4 yıl boyunca uyuyabilir; bu süre içinde besine ihtiyaç duymaz. Şimdiye kadar bisikletle yapılan en yüksek hız saatte 268 kilometredir. Finlandiya'da yetişen çam ağaçlarının kökü 50 km.den fazladır. Zürafalar, susuzluğa develerden daha Okyanuslarda bulunan tuz miktarı, tüm uzun süre dayanabilir. kıtaları 150 metre derinlikte kaplayacak Karanlık bir odada tutulan bir japon kadar fazladır. balığının rengi gitgide solacaktır. El tırnağı Ayak tırnağından çabuk uzar Şehzadeler Şehri Manisa Yemyeşil ormanları, tertemiz havası, tarihi yapıları, şifalı suları ile ünlü Manisa, gürültü ve kalabalıktan uzak, sakin bir gezi isteyenler için en ideal rotalardan. Tarihteki adı ''Magnesia'' olan Manisa, ''Şehzadeler şehri'' olarak da biliniyor. Aynı zaman da mesir macunu ile de ün yapan Manisa hem damak zevkinize hem de gözlerinize hitap edecek bir şehir... GEZİ 42 "Şehzadeler Şehri" olarak bilinen, tertemiz havası, şifalı kaplıcaları, çoğu Osmanlı döneminde kalma tarihi yapıları ve yemyeşil ormanları ile Manisa gürültü ve kalabalıktan uzak, sakin bir gezi isteyenler için en ideal rotalardan. Sizin de yolunuz bu güzel şehre düştüyse Manisa'da gezilecek yerler listemize bakmadan gezi rotanızı oluşturmayın. Tarihi Yapılar Manisa, özellikle Osmanlı döneminde en önemli yerleşim yerlerinden biriydi. Şehzade şehri olarak bilinen Manisa'da görebileceğiniz tarihi yapıların başında Manisa Kalesi geliyor. Kalenin yanı sıra tarihi Manisa Muradiye Camii, İvaz Paşa Camii, Rum Mehmet Paşa Bedesteni, Kurşunlu Han ve Cumhuriyet Hamamı da Osmanlı devrinden kalma görülebilecek yapılardan. Manisa'nın tarihine dair daha fazla bilgi sahibi olmak isterseniz Manisa Müzesi'ni de gezebilirsiniz. Örenyerleri Manisa yalnızca Osmanlı devrinde değil, binlerce yıldır Anadolu'dan geçmiş uygarlıklar için de önemli bir merkez olmuştur. Lidya uygarlığına ait ve Anadolu'nun en büyük tümülüsleri olan Bintepe Tümülüsleri Manisa'da mutlaka görmenizi önerdiğimiz bir örenyeri. Bunun yanı sıra yine Lidyalılardan kalan Sidas Antik Kenti ve Sart Antik Kenti de Manisa gezilecek yerler listenizde olması gereken gezi noktalarından. Kaplıcalar Manisa tarihi ile olduğu kadar kaplıcaları ile de ünlü bir şehir. Şifalı suların her yıl binlerce kişiye sağlık dağıttığı Manisa kaplıcaları arasında en ünlüleri ise Urganlı Kaplıcaları ve Kurşunlu Kaplıcaları. Bolca dinlenip sağlık bulacağınız bir tatil için Manisa kaplıcalarını ziyaret edebilirsiniz. Doğal Güzellikler Yemyeşil ormanları, bol oksijenli havası ve bozulmamış doğası ile Manisa sakin ve huzurlu bir ortamda gezip tatil yapmak isteyenler için en ideal yerlerden biri. Manisa Ormanları, Spil Dağı Milli Parkı ve Ağlayan Kaya doğa gezileriniz sırasında mutlaka görmenizi önerdiğimiz yerlerden. Muradiye Cami Manisa'nın il merkezine bağlı olan Sultaniye semtindeki Muradiye Camii, Mimar Sinan Eserleri arasında gösteriliyor. Mimar Sinan'ın 90'lı yaşlarında projesini çizdiği cami, Koca Sinan' ın talebelerinden olan Mimar Mahmut Ağa tarafından inşasına başlanmış, fakat Mahmut Ağa'nın ani ölümü nedeniyle caminin yapımına Mimar Mehmet Ağa devam etmiştir. Mimar Sinan yaşı itibariyle sadece projesini çizdiği bu camiyi hiç görememiştir. Cami, Osmanlı mimarisinin genel özelliklerini taşımakta. III. Murat adına inşa edilmiş olan külliyenin bir parçası olan caminin iki minaresi bulunuyor. Yanında ise külliyenin diğer parçaları olan imarethane ve medrese yer alıyor. Urganlı Kaplıcaları Manisa'nın termal bölgeleri arasındaki Urganlı Kaplıcaları, çevresindeki termal otellerle ve sunduğu doğal güzelliklerle huzur dolu bir tatil imkanı sunuyor. Bölgenin tercih edilmesinin önemli sebeplerinden biri termal sulara sahip olmasıdır. Urganlı Kaplıcaları, Turgutlu'ya 17 kilometre uzaklıkta olup, il merkezine 54 kilometre uzaklıktadır. Bikarbonatlı, sodyumlu ve karbondioksitli suya sahip olan kaplıcaları; kırık-çıkık, romatizma, kireçlenme, siyatik, egzama, hemoroid ve bağırsak hastalıkları tedavi edilmektedir. İzmir-Ankara karayolu üzerinden Urganlı yoluna devam ettiğinizde kolaylıkla ulaşabilirsiniz. İzmir Adnan Menderes Havalimanı kaplıcaya 70 kilometre uzaklıktadır. Yolculuğunuz sırasında havalimanını ulaşım için tercih edebilirsiniz. Urganı Kaplıcaları'nın yanı sıra şehirde Kurşunlu Kaplıcaları da bulunmaktadır. Güzel ve sağlıklı bir tatil için Urganlı Kaplıcaları tercih edebileceğiniz yerler arasında. Dünyada gerçekten “Tarzan”a sahip tek bir kent vardır. Manisa! Manisa Tarzanı'ndan bahsetmeden Manisa anlatılmış sayılmaz. Manisa Tarzanı gerçek bir doğa ve insan aşığıdır. Ömrünü Manisa'da bu uğurda harcamıştır. Çevrenin gerçek duyarlılığı ve çevreciliğin hakiki üstadı O'dur. Gercek adı: Ahmet Bedevi olan Manisa Tarzanı, İstiklal madalyası sahibidir. Bintepe Tümülüsleri Anadolu'nun en büyük Tümülüsleri olan Bintepe Tümülüsleri, Manisa'nın Salihli ilçesi sınırlarında bulunmaktadır. Lidya krallığının büyüleyici Tümülüsleri bölgenin en önemli turistik noktalarından biridir. Bintepe Tümülüsleri'nin en büyüğü 35 metre çapında, çevresi ve dairesi 1115 metre, yüksekliği ise 69 metre olan Alyattes mezarıdır ve bu bilgiyi antik çağ tarihçilerinden Heredot vermiştir. Sardes Antik Kenti yolu üzerinden 2 saat sürecek araç yolculuğuyla ulaşmanız mümkün. Manisa tatilinize bu görkemli Lidya krallığına ait Tümülüsleri mutlaka ziyaret edin. Sidas Antik Kenti, Manisa Kalesi ve Ağlayan Kaya şehrin diğer turistik alanlarındandır. Tarzanı gerçek bir doğa ve insan aşığıdır. Ömrünü Manisa'da bu uğurda harcamıştır. Çevrenin gerçek duyarlılığı ve çevreciliğin hakiki üstadı O'dur. Gercek adı: Ahmet Bedevi olan Manisa Tarzanı, İstiklal madalyası sahibidir. Siyah bir şortla dolaşan yaz ve kış üzerinde madalyasını taşıyacak bir gömleği bulunmayan, ağaçların ve doğanın savunucusu bir bilge ruhtur! Manisa Dağcılık Klübü öğrencilerinden Engin Kongar'ın bir dağ tırmanışı sırasında düşüp ölmesinden 3 yıl sonra onun adına yapılan anıtın açılışında Manisa Tarzanı da vardır ve o da bir zamanlar karısını bir dağ yolculuğu sırasında bir uçurumda kaybetmiştir ve gözü yaşlı anneye şöyle der:“Anneciğim hiç merak etme, ben anıtın çiçeklerine bakar, onları hiç soldurmam.” Sidas Antik Kenti Manisa'nın tarihini içinde gizleyen Sidas Antik Kenti, Saittai ismiyle de bilinmektedir. Detaylı bir kazı çalışması yapılmayan Sidas Antik Kenti Lidyalılara aittir. Tarihinde önemli roller üstlenen antik şehire Türkler Sidas ismini vermiştir. Demirciler ilçesinde bulunmaktadır ve detaylı bir kazı yapılmasa da kentin içinde birçok mimari parça vardır. İsim anlamı ise güzel, kutlu orman anlamlarına gelir. Sidas Antik Şehri'nin ortasından bir dere geçer ve bu dere etrafında Roma ve Lidya kalıntıları bulunur. Bu kent Manisa gezinizde sizi çok heyecanlandıracak ve bol bol keşif yapma fırsatı bulacaksınız. Giriş kapısı, hükümet binası ve açık hava tiyatrosu dikkatinizi çekecek yapılar arasındadır. Sidas Antik Kenti tüm gizemiyle sizleri bekliyor. Spil dağında bir kulübede yaşardı Tarzan, ne yatağı ne de yorganı vardı. Üzerine gazete serdiği tahta divanda yatıp kalkardı. Daima soğuk su ile yıkanırdı. Saç ve sakallarını özenle tarar ve bitkilerden yaptığı kokuları sürerdi. Ulusal bayramlarda göğsünde bir palmiye yaprağı ve onun üzerinde istiklal madalyası ile gurur içinde törenlere katılırdı. Tarzanı ve onun yüce ruhunu bilmeyen bir Manisalı kalmamıştı. O bir Aşk'tı. O bir insandı! O tertemiz bir ruhtu. Belli bir lokantada yemeğini yer ve borcuna karşılık olarak o lokantaya su taşırdı. Borçlu kalmayı sevmezdi. Güçlü bir insanda olması gereken tüm özellikleri taşıyordu. Bir efsane gibi yaşadı, asla mal ve servet peşinde koşmadı. Özgür ruhlu yaşamayı hep temel esas olarak aldı. Toplumsal hayata katıldı. O, bugün bile Manisa'da bir efsanedir. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı ve Manisa'nın ağaçlandırılmasında gösterdiği olağanüstü emeği ile tüm Manisalılar'ın sevgilisi oldu. 31 Mayıs 1963 tarihinde gözlerini hayata yumdu. Onun adına makaleler, yazılar yayınlandı. Hayatı filme aktarıldı. O yaşadı ve yaşattı! Manisa Tarzanı Dünyada gerçekten “Tarzan”a sahip tek bir kent vardır. Manisa! Manisa Tarzanı'ndan bahsetmeden Manisa anlatılmış sayılmaz. Manisa GEZİ 44 Osmanlı Mesir Macunu Mesir'den bahsetmeden de olmaz. Manisa’nın şifalı macunu. “Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi olan Hafsa Sultan Manisa'da bir hastalığa yakalanır. Hastalığına çare bulunamaz. Hafza Sultanın yaptırdığı Sultan Camii Medresesi'nin başına Merkez Efendi getirilir. Merkez efendi bitki ve baharat karışımından oluşan bir macun hazırlar. 41 çeşit baharatın karışımından hazırlanan bu macunu yiyerek sağlığına kavuşur Hafza Sultan. Hastalara bu macunun verilmesini emreder. Halktan gelen yoğun istek üzerine kağıtlara sardırılan macunlar, Sultan Camii'nin kubbe ve minarelerinden saçılır. Bu bir geleneğe dönüşür ve her yıl 21 Martta Sultan Camii önünde halk toplanır ve böylece Manisa Mesir Şenlikleri doğmuş olur. Tabii ki çoğu öykü tarzı ancak, o kayanın altındaki tanıtım yazısında şunlar yazıyor: “Tantalos'un kızı olan ve Thebai kralı Amphion ile evlenen Niobe' nin yedi kız, yedi erkek 14 çocuğu olur. Tanrıça Leto'nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere sadece iki çocuğu vardır. Niobe'nin her fırsatta çocuklarının çokluğu ile övünerek kendisini küçümsemesi Leto'yu kızdırır. Bunun üzerine Apollon Niobe'nin oğullarını, Artemis ise kızlarını oklarıyla öldürürler. Niobe çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar Sonunda Zeus Niobe'nin acısına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde bir kaya haline getirir.” Antik çağdan bu yana öyküsü dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen bu kaya, yakından bakıldığında doğal bir taş, biraz ilerideki dere kenarından bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünmekte. Neden Şehzadeler Şehri Gerek Manisa'da yaşamış şehzadelerin çokluğu gerek Osmanlının en büyük padişahlarının önemli bir bölümünün burada sancak beyliği yapmaları şehri haklı bir şöhrete kavuşturmuştur. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat, III. Mehmet sancakbeyliği yaptıkları bu şehirde devlet yönetmenin staj ve eğitimini görmüşlerdir. Manisa Lalesi Manisa'nın bir simgesi haline gelen Manisa Lalesi'den de kısaca bahsedelim biraz... Manisa Lalesi Spil dağında kendi kendine yetişiyor. Şehre otobüsle girerken, Spil dağının rengarenk Manisa Lalesi ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz... Manisa Lalesi en çok bir "düğünçiçeği" ailesi olan "anemon" ile çok karıştırılıyormuş. Çünkü "anemon" makilik alanlarda yetişirmiş. Manisa Lalesi ise daha yükseklerde yetişiyormuş... Ama Manisa Lalesi'ne sahiplenen halk da, Spil'de Manisa'ya özgü bir anemon türünün yetiştiğini iddia ediyor... Bu Lale türü eksi 15 dereceye kadar soğuklarda bile yetişebiliyor, Mart-Nisan aylarında çiçekleniyormuş. Çiçekler genelde koyu mavi renkte, fakat açık mavi, beyaz ve pembe çiçekli olanlarına da rastlanıyormuş... Ağlayan Kaya Niobe Spil Dağı'nın kuzeybatı eteklerinde, Çaybaşı deresinin doğu kenarında, Niobe diye anılan, kadın başı şeklinde, kurşuni bir kaya var. Şehir içinde turlarken, buraya da gidip bu kayayı görmek kısmet oldu bana... Bu ağlayan kaya için çok değişik efsaneler anlatıyorlar Manisa'da... Türker ERCAN 45 CANLILAR ALEMİ Baykuşlar Kafalarını 270 Derece Nasıl Çevirir? Baykuşlarda büyük atardamarın insandaki gibi boynun yan tarafında değil, omuriliğin hemen önünden, dönme merkezine yakın bir yerden geçtiğini ortaya koydu. Böylece bu damarlar daha az dönme ve gerilmeye maruz kalıyor ve zarara uğrama ihtimali azalıyor ABD'deki John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Dr. Phillippe Gailloud baykuşların bu soruna birden fazla çözüm ürettiklerini söylüyor. Baykuşlar gece avlandığı için başlarını bu şekilde çevirmek zorunda; çünkü gözleri kafatasındaki göz çukurlarında sabit durumda bulunuyor. Bu yüzden görüş alanlarını değiştirmek için başlarını hareket ettirmek zorundalar. Baykuşların boynu insan boynundan daha esnek: Onlarda 14 boyun kemiği varken bizde 7 tane var. Ama bundan ziyade baykuşun oksijenli kanı beynine taşıyış şekli etkileyici bir yaratılış mucizesi. Dr. Gailloud ve bilim tasarımcısı Fabian de Kok-Mercado, 12 ölü baykuş üzerinde ayrıntılı bir anatomi çalışması yürüttü. Çalışma, baykuşlarda büyük atardamarın insandaki gibi boynun yan tarafında değil, omuriliğin hemen önünden, dönme merkezine yakın bir yerden geçtiğini ortaya koydu. Böylece bu damarlar daha az dönme ve gerilmeye maruz kalıyor ve zarara uğrama ihtimali azalıyor. Bu sadece baykuşa değil, diğer kuşlara da özgü bir durum. Fakat baykuşu diğerlerinden ayıran, boyun kemikleri arasında ana atardamara daha geniş bir alan sağlanmış olması. Dr. Gailloud, insanda boyun kemikleri arasındaki boşluğun sadece damarı barındıracak genişlikte olduğunu, fakat baykuşta bu kanalın damardan 10 kat daha geniş ve hava torbacığıyla kaplı olduğunu söylüyor. Baykuşlar ana atardamara ek olarak bağlantı sağlayan ve kan için alternatif dolaşım yolu olanağı sunan çok sayıda küçük damara da sahip. Böylece başı çevirirken ana damar engellenirse de yedek damarlar devreye girebiliyor. Baykuşların boyun arterinin kafatasının alt bölümüne yakın bir yerde geniş bölmelere sahip olduğu ve bunların da kan rezervuarı olarak işlev gördüğü de tespit edildi. Master tezini baykuşlar üzerine yapan Kok-Mercado, "baykuşlarla ilgili bilinebilecek her şeyi bildiğimizi sanıyorduk, ama teknoloji sayesinde yeni özelliklerini keşfediyoruz" dedi. Bu çalışma Science dergisi ile ABD Ulusal Bilim Vakfı'nın ortaklaşa düzenlediği 2012 Uluslararası Bilim ve Mühendislik Görselleri'nin afiş ve grafik ödülünü aldı. bilimveteknoloji.org BİLİM TEKNOLOJİ 46 Bermuda Şeytan Üçgeninin Sırrı Nedir? Bermuda üçgeni, Atlantik okyanusunun 500.000 mil karelik bir alanını kaplayan, Amerika' nın Atlantik okyanusuna açılan güneydoğu sahillerinde yer alan, kuşbakışı bakıldığında ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları içerisinde kalan üçgen şeklinde bir alandır Elinize bir harita alıp bakınca üçgen şeklinde görülen bu bölgede, bu zamana kadar açıklanamayan birçok esrarengiz olay gerçekleşmiştir. Kaybolan gemi, uçak ve insanların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle uzun bir dönem lanetli yer veya şeytanın üçgeni gibi isimlerle anılmıştır, hatta günümüzde de bu isimleri zaman zaman kullanmaktayız. Bermuda üçgeni, Atlantik okyanusunun 500.000 mil karelik bir alanını kaplayan, Amerika' nın Atlantik okyanusuna açılan güneydoğu sahillerinde yer alan, kuşbakışı bakıldığında ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları içerisinde kalan üçgen şeklinde bir alandır. Okyanusun bu kısmında yüzlerce gemi ve uçak enkazı bulunur. Son 100 sene içerisinde batan gemi, düşen uçak ve kaybolan insan sayısı 1000′lerle ifade ediliyor. Bu bölgede suyun altında çok büyük mıknatıs maden kaynaklarının yer aldığı ve bu nedenle uçakların bu yoğun manyetik çekimden etkilenerek elektronik sistemlerinin bozulduğu, buna bağlı olarak da düştükleri söyleniyordu. Buna o kadar uzun seneler inanıldı ki, kimilerine göre başka bir açıklaması kesinlikle olamazdı. Fakat diğer taraftan biraz düşünürsek, eğer böyle bir şey olsaydı gemiler niye batıyor? Yoksa bir gemiyi bile çekip yutabilecek kadar kuvvetli miydi bu manyetizma? Kesinlikle hayır. Eğer mıknatıs etkisi olsa ve zıt kutuplar prensibiyle gemi çekilse bile, su yüzünde duran bir gemiyi batıracak kadar güç üretebilmesi mümkün olmazdı. Ayrıca o bölgede yapılan ölçümler aşırı veya normalin üstünde bir manyetik alan olmadığını defalarca kanıtladı. Bermuda üçgeninin sırrı çözülmüş fakat herşeyi henüz tam olarak bilinememektedir. İleriki yıllarda “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak bilinen bölgenin, yapılmakta olan araştırmalar ışığında her şeyi öğrenilecektir Bölgede asıl şüphe uyandıran ise, insanların “denizde beyaz bir su oluşuyor” şeklinde ifade ettikleri sıradışı olaylardı. Bunun üzerine robot kameralı su araçlarıyla yapılan dalışlar sonucunda suyun tabanının bembeyaz bir örtüyle kaplı olduğu görüldü ve batan gemi ve uçak enkazlarının hepsi bulundu. Şu an en kuvvetli ihtimal olarak ortaya atılan güncel teoriye göre, bu tabaka denizin dibinde yer alan büyük doğalgaz kaynağından çıkan gazların suyun altında yüksek basınç ve düşük sıcaklığın etkisiyle katılaşıp beyaz hidrat parçacıkları haline gelmesi şeklinde açıklanıyor. Bu bölgeden aynı zamanda Gulf Stream adı verilen bir sıcak su akıntısı geçer. Suyun tabanındaki hidrat parçacıkları sıcak su akıntısıyla karşılaştıklarında eriyip su yüzüne doğru harekete geçerler. Bunun sonucunda binlerce metreküp doğalgaz suya karışmış olur ve suyun yoğunluğunu çok azaltırlar. O esnada bölgeden geçen bir gemi varsa, yoğunluk farkından dolayı suyun kaldırma kuvveti gemiyi taşıyamaz ve gemi batar. Sıcak su akıntısıyla beraber hidritlerin erimesi bittiğinde su yüzünde oluşan bu beyaz tabaka da yok olur ve gemi sanki az önce orada değilmiş gibi gözden tamamen kaybolur. 14.00 civarında Florida'daki Fort Lauderdale donanma üssünden ayrıldıktan sonra pilotlar uçuş koşullarının gayet iyi olduğunu bildirmişlerdi. Fakat sonra Bermuda Şeytan Üçgeni'nde birden bire yok oldular. Flight 19 uçağından son haber alındığında büyük bir deniz uçağı arama çalışmaları için yola çıkmıştı ve beş bombardıman uçağının tahmini yerine varıldığında alınan bir sinyal bir müddet sonra aniden yok oldu. Aynı gün birkaç saat içinde altı uçağın kaybolmasından sonra tarihin en büyük arama çalışmaları başladı. Fakat uçaklara ait tek bir parça bile bulunamadı. Bermuda üçgeninin sırrı çözülmüş fakat herşeyi henüz tam olarak bilinememektedir. İleriki yıllarda “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak bilinen bölgenin, yapılmakta olan araştırmaların ışığında her şeyinin öğrenileceğini düşünüyorum. Şeytan üçgeninde kaybolarak en fazla ünlenen olay “Flight 19″ idi. Oysa aynı zamanda çok sayıda uçak kaybolmuştu. Bunlar ikinci dünya savaşında Amerikan donanmasına ait bombardıman uçaklarıydı. Grumman IBM Florida Avenger tipindeki beş uçak, 5 Aralık 1945 tarihinde saat www.bilgiustam.com Aynı şekilde su yüzeyinden havaya dağılan gazlar, atmosferdeki havadan bile daha az yoğunluğa sahiptirler ve aynı sebepten yani yoğunluk farkından dolayı uçaklar hava tarafından yeterli sürtünmeyi alamayıp irtifa kaybederler ve doğalgaz moleküllerinin havadaki oksijeni tutmasından dolayı uçağın motorları yanma için gerekli oksijeni alamayıp dururlar. ARAŞTIRMA 48 İpek Yolu'nda asırlar öncesinde ilerleyen kervanlar sadece ticari ürünler değil kültürler, gelenekler, zanaatlar da taşımışlar. İpek böcekçiliği de Anadolu toprağına Orta Asya'dan gelen ve bin yılı aşkın bir zamandır sürdürülen mesleklerden biri. İpek böceklerinin olağan yaşam seyrine müdahale eden insanoğlu, dünyanın en kıymetli kumaşını da onların ürettiği kozalardan sağlanan ipliklerle dokuyor. Paha biçilemeyen ipek halılar, kendini kozasına hapseden ipek böceklerinin vazgeçişleri yüzünden böylesi değerli belki de. Eski zamanlara dair çocukluk hatıralarının olmazsa olmazı dut ağaçları, ipek böceği yetiştiriciliğinin de en temel gerekliliklerinden biri. Öyle ki dut yapraklarını yiyerek büyüyen ipek böceklerinin beslenmesi için özel dutluklar kurulması gerekiyor. Dutlukların hava kirliliğine yol açan sanayi merkezlerinden uzakta kurulması son derece önemli. Ayrıca dutluklarda üretilen yaprakların kalitesi ve verimliliği, dut hastalıklarına karşı korunuyor olması da ipek böceklerinin gelişimi açısından dikkate alınması gereken noktalar. Çok fazla yatırım gerektirmeyen ipek böceği yetiştiriciliğinin en güzel yanı ise aile fertlerinin yardımıyla da yapılabilen bir iş oluşu. Kozanın Eşiği Yumurtadan çıkan ipek böceklerinin beslenmesi için kireçle badanalanmış ve dezenfekte edilmiş özel bir oda hazırlanır. İpek böceği tırtılları larvadan çıktıklarında koyu kahverengi ve siyah renktedirler. Yaşları ilerledikçe derilerinin rengi açılır ve daha güzel bir görünüm kazanırlar. Genç tırtıllar önce kendileri için özel olarak hazırlanan kerevetlere alınırlar. 49 ARAŞTIRMA Genellikle kozalardan çıkan 50'ye yakın tel birleşip bir ip olur. Gelemgel denilen tahta bir kol yardımıyla yapılan çileler ham ipek olarak adlandırılır. Ancak henüz serisin maddesinden tam olarak arındırılmadığından kullanılabilir hale gelmesi için birkaç işlemden daha geçmesi gerekir. Sabunlu suda kaynatılıp pişirme işleminden geçirilen ipekler kimi zaman bu haliyle ham ipek o larak kullanılır kimi zaman da ham ipeğin birkaç teli bir araya getirilerek büküm makinelerinde bükülür ve işlenmiş ipek adını alır. Doğal askılar çoğunlukla buğday, çavdar, çeltik, hardal, katırtırnağı, süpürge otu, meşe, çam gibi bitkilerden yapılır. İpek böceklerinin kimi kendi başlarına askılara çıkarken bazıları da elle birer birer askılardaki yerlerine yerleştirilir. Askıya yerleşen ipek böcekleri dışkılarını yaptıktan sonra askıya tutunmak için koza pamuğu denilen bir miktar ipek salgılar ve böylelikle yerlerini sağlamlaştırmış olur. Artık yetişkin ipek böceği dünyayla bütün bağını kesmeye ve kozasını örmeye hazırdır. Türkiye'deki Merkezler İpek böcekçiliğinin merkezi Bursa. İpekböceği kozalarının mezadı da Bursa'daki Koza Han'da yapılır. Ancak dut ağacının yetiştiği her yerde ipek böcekçiliği yapılabilir. Bursa dışında Bilecik, Eskişehir, Ankara, Sakarya, Bolu, Antalya, Hatay, Muğla, Isparta ve Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde de ipek böceği üretimi yaygın bir biçimde yapılmaya devam ediyor. İpek Tanır www.anadolujet.com Hasat Zamanı Dıştan içe doğru bir böceğin ömrü için uzun insanoğlunun zamanına göre kısa bir süreç başlar. İpek böceği bu sabır dolu örme işleminin sonunda kendini kozasına hapseder. İşte insanoğlu tam da burada devreye girer. Koza tamamlandıktan on gün sonra koza hasatı yapılır ve kozasının içinde büzüşüp krizalit haline gelen ipekböcekleri toplanır. Kozalar bu evrede toplanmazsa krizalit kelebeğe dönüşüp kozayı delebilir ve doğal döngüsüne devam eder. Ancak üreticiler krizalit dönüşümünü tamamlamadan kozaları toplarlar. Kozayı iplik haline getirebilmek için içersindeki krizalitler boğma adı verilen bir işlemle öldürülür. Bu işlem su buharıyla ya da elektrikle çalışan fırınlarda sıcak hava yardımıyla yapılır. Ve İpek Bundan sonraki aşama ipek böcekçiliğinin en maharet isteyen kısmıdır. Zira ipeğin çekilebilmesi ipek böceğinin kozasını örerken ağzından salgıladığı serisin maddesinin giderilmesiyle mümkündür. Serisin maddesinin yumuşatılması için kozalar 50-60 derecelik sıcak suya bırakılır. Kazanlarda kaynayan sulardaki kozalardan iplik çekmek ustalık işidir. Bu yüzden ipek böcekçiliğiyle uğraşan ailelerde, bu işi genellikle ailenin en yaşlı ve en tecrübeli kişisi yapar. Genellikle kozalardan çıkan 50'ye yakın tel birleşip bir ip olur. Gelemgel denilen tahta bir kol yardımıyla yapılan çileler ham ipek olarak adlandırılır. Ancak henüz serisin maddesinden tam olarak arındırılmadığından kullanılabilir hale gelmesi için birkaç işlemden daha geçmesi gerekir. Sabunlu suda kaynatılıp pişirme işleminden geçirilen ipekler kimi zaman bu haliyle ham ipek olarak kullanılır kimi zaman da ham ipeğin birkaç teli bir araya getirilerek büküm makinelerinde bükülür ve işlenmiş ipek adını alır. Kozalardan iplik çekmek ustalık işidir. Bu yüzden ipek böcekçiliğiyle uğraşan ailelerde, bu işi genellikle ailenin en yaşlı ve en tecrübeli kişisi yapar. KÜLTÜR DÜNYASI 50 Eserde hangi kitapların nasıl okunması gerektiği üzerinde duran yazarlar, öncelikle doğru ve derinlemesine bir okumanın nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışmışlar. Arkasından okumayı bölümlere ayırarak, “başlangıç okuması”, “incelemeci okuma”, “aktif okuma” ve “analitik okuma”larından her birinin üzerinde düşünme ve değerlendirme için kolaylık sağlayacağını belirtmişler. Okuma Seviyesi Okumaya hazırlık aşaması, doğum ile birlikte başlamakta altı yedi yaşına kadar devam etmektedir. ikinci aşamada, çocuklar oldukça basit materyalleri okumayı öğrenirler. Birkaç görsel kelime öğrenerek işe başlarlar, ilk yılın sonunda üç yüz dört yüz kelimeyi kullanacak hale gelirler. Bu dönemde kelimeleri bağlama, dikkat etme ve anlam ipuçları ve kelimelerin başlangıç sesleri gibi temel yetenekler verilir. Üçüncü aşama, kelime dağarcığı oluşturmadaki hızlı ilerleme ve kelime bağlantılarındaki ipuçları yardımıyla aşina olunmayan kelimelerin anlamını çözmedeki artan yetene ile karakterize edilir. Farklı maksatlar ve bilim, sosyal çalışmalar, dil sanatları ve benzeri gibi farklı muhtevadaki alanlar için okumayı öğrenirler. Dördüncü aşama, evvelce kazanılmış yeteneklerin keskinleştirilmesi ve arttırılması ile karakterize edilmektedir. Bu aşamada, öğrenciler okuma tecrübelerini özümsemeye başlarlar. Yani, bir yazılı metindeki kavramları bir başkasını okurken kullanabilir ve aynı mevzu üzerindeki farklı yazarların görüşlerini karşılaştırabilirler. Bu, olgunlaşma okuma aşamasına çocukların onlu yaşlarda ulaşması gerekir. Hızlı okuma gerçeği Hızlı okuma problemi bir kavrama problemidir. Uygulamaya aktardığımızda bu, kavramayı başlangıç seviyesinin ötesinde tanımlamamızı gerektirir. Hızlı okuma kurslarının büyük bir kısmı bu mevzuya eğilmez. Bu sebeple bir kitabın geliştirme arayışında olduğu şeyin tam anlamıyla daha kavrayışlı bir okuma olduğunu vurgulamamız gerekir. Bir kitabı analitik/ inceleyici bir şekilde okumadan onu kavrayamazsanız. Kitabı okumadan önce Okuduğunuzun ne tür bir kitap olduğunu bilmeniz şarttır ve bunu olabildiğince erken, mümkünse kitabı okumaya başlamadan önce bilmenizde fayda vardır. Önce başlığı, alt başlığı, içindekiler kısmını okur ve daha sonra yazar tarafından yazılmış önsöz ve giriş kısmına, dizine şöyle bir göz atarsınız. Eğer bunlar yetmezse yayınevinin arka kapaktaki tanıtım yazısını okursunuz. Bütün bunlar, yazar tarafından rüzgarın ne tarafa estirileceğini gösteren işaret filamalarıdır. Başlıkların ve önsözlerin pek çok okurca göz ardı edilmesinin sebebi, okudukları kitabı sınıflandırmanın önemli olduğunu düşünmemeleridir. Dolayısıyla, analitik okumanın ilk kuralını izlememiş olmaktadırlar. Oysa bunu yapmaya çalışmış olsalardı kendilerine olan yardımdan dolayı yazara minnettar kalacaklardı. 51 KÜLTÜR DÜNYASI Kitabın yapısını kavramanın başlıca yolu olarak kitabı röntgenci gözlerle okumanız şarttır. Bir romanın benimsenmesi, siyaset üzerine bir çalışmanınkiyle aynı değildir; aynı kitabın farklı parçaları bile aynı veya aynı düzen içerisinde olamaz. Fakat istisnasız olarak okunmaya değer her kitabın bir bütünlüğü ve parçalardan oluşan bir düzeni vardır. Kitapta düzensizliğe yer yoktur. Ancak kötü kitaplarda olduğu gibi okunmaz olabilirler. Kitabın röntgenini çekmek Bir kitap karşınıza ete kemiğe bürünmüş ve örtünmüş halde gelir. Tam tekmil giyinmiştir. Yumuşak yüzeyin altındaki ana yapıyı ortaya çıkarmak veya etini kemiğinden ayırmanız gerekmez. Fakat kitabın yapısını kavramanın başlıca yolu olarak kitabı röntgenci gözlerle okumanız şarttır. Bir romanın benimsenmesi, siyaset üzerine bir çalışmanınkiyle aynı değildir; aynı kitabın farklı parçaları bile aynı veya aynı düzen içerisinde olamaz. Fakat istisnasız olarak okunmaya değer her kitabın bir bütünlüğü ve parçalardan oluşan bir düzeni vardır. Kitapta düzensizliğe yer yoktur. Ancak kötü kitaplarda olduğu gibi okunmaz olabilirler. Yazarın kavramlarında uzlaşmak Kavram, bir kelime değildir. En azından salt bir kelime değildir. Eğer bir kavram ile kelime tam anlamıyla aynı olursa bir kitaptaki kavramlar ile uzlaşmanız için tek yapmanız gereken bazı önemli kelimeleri bulmanızdır. Bir sözlük, kelimelerle doludur. Ve bu kelimelerin neredeyse tamamı pek çok anlama gelecek şekilde bir muğlaklık taşımaktadır. Fakat birden fazla anlama sahip kelimenin belirli zamanda tek anlamlı olarak kullanılması mümkündür. Yazar ve okur bir kelimeyi tek anlamlı sadece tek anlamlı olarak kullanmayı başarabildiklerinde muğlak kullanımdan kavramlarda uzlaşmaya geçmişler demektir. Yazarın mesajını tespit etmek Kitapların dünyasında da birtakım teklifler söz konusudur. Bir kitaptaki teklif aynı zamanda bir beyandır. Yazarın bir mevzudaki değerlendirmelerin ifadesidir. Yazar burada doğruluğuna inandığı bir şeyi teyit etmekte veya yanlış olduğunu düşündüğü bir şeyi reddetmektedir. Yazar niyetlerini kitabın başındaki önsözde söyleyebilir. Açıklayıcı tarzda bir kitapta yazar, genellikle bir mevzuda bize bir şeyler öğretme sözü verir. Bu sözlerini tutup tutmayacağını anlamak için yaptığı teklifleri ortaya çıkarmak gerekir. Kurmaca Edebiyatı nasıl okumalı Bazı insanlar romanları hakkını vererek okuma hususunda kendilerini kandırabilmektedirler. Okudukları bir romanda neyi sevdiklerini sorduğumuz insanların nasıl da bir anda ağızlarını bıçak açmadığını biliyoruz. Bu bize, iyi bir kurgu metni okuru olmak için iyi bir münekkit olmak gerekmediği gibi bir şey düşündürebilir. Herhangi bir şeyin eleştirel bir şekilde okunması, okuyan kişinin tam bir kavrayışa sahip olmasına bağlıdır. Bir romanda neyi sevdiklerini söyleyemeyenler muhtemelen görünür yüzeyin altına inen bir okuma yapmamışlardır. Okumak, her türlü okumak önemlidir ama neyi nasıl okumakta bunun kadar önemlidir. DEYİM DEYİMLER 52 DEMOKLES’İN KILICI Kolay görünen her işte bir tehlikenin var olduğunu belirtmek yahut sorumluluk hissini unutmamak gerektiğini anlatmak üzere "Demokles'in kılıcı gibi" deriz. Hikâye şöyle: Demokles, M.Ö. 4. yılda Syrakusai kralı olan Dionysios'un nedimlerinden birinin adıdır. Tarihler Dionysios'un basit bir aileden gelmekle birlikte cesareti ve kıvrak zekâsı ile devrinde hızla yükselip ülkenin krallığını ele geçirdiğini yazarlar. Kartaca ile yaptığı uzun savaşlar neticesinde Syrakusai'yi devrin en güçlü devleti haline koyan Dionysios, şiddet yanlısı bir hükümdar olmakla birlikte, adaletli davrandığını göstermek üzere yanında daima bir kılıç taşır ve gerektiğinde de kelle uçurmaktan geri durmazmış. oturmasına ama gün boyu soğuk ecel terleri dökmüş. Kralın kılıcı olduğu için de onu yerinden indirtmeye cesaret edememiş. Sonunda, anlamış ki can korkusu çekerek tahtta oturmak mutluluk değil, ancak işkence; bu şartlarda krallık da dıştan göründüğü gibi huzur ve mutluluk değil, bilakis korku ve tedirginlik kaynağıdır. Velhâsıl Demokles, bütün gün tahtta oturmasına rağmen hiçbir icraat yapamamış. Akşam olunca Dionysios kendisine: Kolay görünen her işte bir tehlikenin var olduğunu belirtmek yahut sorumluluk hissini unutmamak gerektiğini anlatmak üzere "Demokles'in kılıcı gibi"Deriz. — Nasıl, demiş, Demokles, krallığın tadına vardın mı? Demokles cevap vermiş: — Haşmetmeap, krallık tatlı olacaktı ama yazık ki kılıç Demokles' in değildi. İskender Pala İki Dirhem Bir Çekirdek Demokles, efendisinin sadakatini kazanarak hizmetinde bulunurken ona krallığın nimetlerinden bahsetmeye ve kral olmanın ne kadar rahat bir iş olduğunu sık sık tekrarlamaya başlamış. Demokles'in bu davranışına iyiden iyiye canı sıkılan Dionysios, nedimine bir ders vermek istemiş. Sözün yine krallık nimetlerine geldiği bir gün demiş ki: —Demokles, senin de bir süre krallığın nimetlerini tatmanı istiyorum. Yarın bütün gün benim tahtıma sen otur ve ülkeyi dilediğince yönet. Demokles, hayal bile edemeyeceği bu iltifat karşısında çok sevinmiş. Bir günün beyliği beylik diyerek, ertesi günü iple çekmeye başlamış. Ne var ki Dionysios o gece adamlarına emredip devamlı yanında gezdirdiği kılıcını, at kuyruğundan bir kıla bağlatarak tahtın tam üzerine astırmış. Ertesi sabah büyük bir heyecan ve şevkle tahta oturan Demokles bir de bakmış ki başının tam üzerinde bir kılıç sarkmakta. Ha düştü, ha düşecek... Demokles tahta oturmuş M.Ö. 4. yılda söylenen bu söz günümüzde hala varlığını sürdüren çok eski bir deyim. MİHRİBAN Sarı saçlarına deli gönlümü Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban. Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban. Yâr deyince, kalem elden düşüyor Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor Lâmbamda titreyen alev üşüyor Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban. Önce naz, sonra söz ve sonra hile... Sevilen, seveni düşürür dile Seneler, asırlar değişse bile Eski töre bozulmuyor Mihriban. Tabiplerde ilâç yoktur yarama Aşk deyince ötesini arama Her nesnenin bir bitimi var ama Aşka hudut çizilmiyor Mihriban. Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne Kar koysan köz olur aşkın külüne... Şaştım kara bahtın tahammülüne Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban. Tarife sığmıyor aşkın anlamı Ancak çeken bilir bu derdi, gamı Bir kördüğüm baştan sona tamamı... Çözemedim... Çözülmüyor Mihriban. Abdurrahim Karakoç NÜKTE 54 ÜNLÜLERDEN ANEKDOTLAR Sokrates, eşiyle bir türlü iyi geçinemezmiş. Bir gün eşi ağzına geleni söylediği halde, kocası hiçbir tepki göstermeyince bir kova su alıp başından boşaltır. Bunun üzerine Sokrates: “Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak bekliyordum zaten” der. *** Kulakları büyük olan Galile'ye, kulaklarının bir insan için büyük olduğunu söylerler. Galile şu cevabı verir: “Olabilir ama sizin kulaklarınız da bir eşek için küçük sayılmaz mı?” *** Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir milletvekili kadın: “Eğer karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım” diye bağırır. Churchill sakin bir sesle şöyle der:“Hanımefendi, karım olsaydınız o kahveyi seve seve içerdim.” *** Ünlü bir filozofa sorarlar: “Servet ayaklarınızın altındayken niye yoksulsunuz?” “Ona ulaşmak için eğilmek gerekir de ondan!” *** Eflatun, öğrencilerinden birini kumar oynarken yakalar ve şiddetle azarlar. Öğrencisi kendini şöyle savunur: “İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum.” Sokrates acı bir gülüşle şöyle der: “Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum.” ANNELER VE BABALAR Anne dışarıda alış-verişteydi. İki buçuk yaşındaki bebeğe babası göz kulak oluyordu. Aslında bu pek de zor bir şey değildi. Yavrucak halının üzerinde 'çay seti' oyuncağıyla oynarken baba da koltuğunda gazetesini okuyor, ara sıra da bebeğinin kendisine -çay seti oyuncağının minik plastik fincanlarıyla- ikram ettiği suları çay niyetine içerek oyuna iştirak ediyordu. Derken anne eve geldi. Baba anneye sus işareti yapıp, bebeği izlemesini istedi. Bu çok şirin hareketini annenin de görmesini istiyordu. Anne, bebeğin elinde çay fincanıyla salondan çıkıp, biraz sonra içi su dolu olarak babasına getirmesini e babanın da onu çaymış gibi içmesini seyretti. Sonra gayet sakin bir tavırla elindekilerle mutfağa geçerken eşine eslendi: 'Uzanabildiği tek su kaynağının klozet olduğunu biliyorsun, değil mi?' Bu fıkradan çıkarılacak sonuçlar; Sonuç-1: Anneler evlatlarını çok sever ve onlara dair her şeyi bilir. Sonuç-2: Babalar evlatlarına dair bir çok şeyi bilmez ama onları çok sever. Sonuç-3:'Babalar en son duyar' diye boşuna söylenmemiştir. 55 Çağın Polisi Dergisinden alınmıştır BULMACA SÖZCÜK BULMACA SOLDAN SAĞA 1-Kur’ansal bir terim olarak yolsuzluk yapanlar anlamında bir kelime. 2-Gelenek 3-Son Harfi yumuşak sessiz olarak yemin-Kısaca erken gelen oturur-Bir Nota 4- Kırmızı-SahipBir Kavim adı 5-Beyaz-Kısaca Alman meslek 6ABD’nin orijinal yazılışı-Ekmeğin ana maddesiTaam 7-Uzaklık anlatır-Olanak8-Anadolu Türkçe’siyle Evet-Sazın en kalın teli 9-Mecazen ağlamaktan emir-Bir renk 10-Genişlik-Ana gibi 11-Utanı-Bir ses sanatçısı12-Yöntem -Masal dağının adı 13-Dakik-Bir olumsuzluk ön eki14-İcat-İnce deri YUKARIDAN AŞAĞIYA 1-Eski dilde su, ab-Dik durma-Rüzgar-Eski dilde su, Ma 2-Bir erkek adı-Tabak-Yüce, âli 3-Şafak zamanı-Milli ajansımız-Eşit-Akıtma 4-Sırtlan -Hilal-Beklenti 5-Altıcı Harfimiz- kükürdün imiDevlet işi-Bir erkek adı 6-Altıcı harfimiz Beşinci harfimiz-Kısaca Ankara-Bir Azeri çalgısı 7-Zorla yerleşme-Çok değil-Betondan boru 8-Büyük ağaçlık-Çalgı-Uzak anlatan ön ek 9-Vilayetonuncu harfimiz-Ayakla kalça ara- arası organımız 10-Siyahlaşan 11-Evleri yan yana olan-Bir soru takısı-Ufuklar KOLAY SUDOKU ORTA SUDOKU ZOR SUDOKU BULMACA 56 ÇENGEL BULMACA Ankara Büyükşehir Belediyesi Dergisinden alınmıştır
© Copyright 2025 Paperzz