Değer Dergisi - Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü

Değer
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Sesleniş Gazetesi Ekidir
Haziran 2014 Yıl: 1 Sayı: 6
İnsanı ayakta tutan iskelet
ve kas sistemleri değil;
prensipleri, sorumlulukları
ve inançlarıdır.
Ücretsizdir
Halkalardan
biri
gevşerse,
zincirin
tümü kopar.
Haziran 2014
D eğer
BAŞYAZI
Kıymetli okurlarım,
Eğitim ve iyileştirme hizmetlerimizde önemli bir yere sahip
olan dergimizin altıncı sayısıyla yeniden birlikte olmanın
mutluluğunu yaşıyorum.
Bu ay dergimizin temasını sorumluluk olarak belirledik.Sorumluluk, bireyin üzerine düşen görevleri yerine getirmesi ve
kendi davranışının sonuçlarını üstlenmesidir. Sorumluluk almak bir işi en iyi biçimde yapmayı yüklenmektir. Sorumluluk
sahibi kişi, hiç kimseye hesap vermek zorunda olmasa bile
kendi vicdanında hesap verme zorunluluğunu hissetmelidir.
Sorumluluk içinde davranan, yaşantısında; başkalarının
hukukunu gözeten, insan olarak kendi hakları kadar, diğer
bireylerin haklarını da göz önünde tutan, vazifesini en iyi
şekilde yerine getiren, kendi malını koruduğu kadar, Devletin ve komşusunun malına da sahip çıkan, kendi çıkarları
kadar Devletin ve Milletin çıkarlarını koruyan insanlardan
oluşan toplumlar, daha huzurlu, müreffeh, sağlıklı ve düzenli hayat yaşayarak bu küçük dünyamızı daha güzel hale
getirebilirler.
Yavuz Sultan Selim’in deyişiyle “Bir kişiye çok, iki kişiye
dar gelen Dünya”mızda herkesin “sorumluluk” bilinci içinde
davranması gerekmektedir. Yaşantımızda, işimizde, bulunduğumuz her yerde ve hizmetlerimizde devamlı iyiyi, güzeli,
doğruyu hedeflemeliyiz. Bu anlayışla, önce kendi evimizi,
sonra mahallemizi, yöremizi, köyümüzü, kentimizi, Ülkemizi
ve hep birlikte tüm dünyayı değiştirmek ve güzelleştirmek
için çabalamalıyız. Aynı duygu ve yaklaşımla, iyi ve doğru
değerlerle sevgi ve saygı içerisinde herkesle iyi geçinmek,
yaşama sevincimizi arttıracak, hayattan lezzet almamızı
sağlayacaktır.
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü personeli olarak bizlerin de yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız vardır. Bunların başlıcaları hükümlü ve tutukluların suç işleme
eğilimlerini azaltarak kurumda bulundukları süreyi çok daha
verimli geçirmelerini, salıverilme sonrasında topluma uyum
sağlamalarını, maddi, manevi ve kültürel değerlerini bilme-
lerini, kanunlara saygılı birer birey olmalarını, hayat boyu
öğrenmeyi ilke edinerek yeni bir yaşam kurabilmelerini sağlamak ve sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine adapte olmalarını kolaylaştırmaktır.
Yine, hangi kadro ya da pozisyonda olursak olalım, görevimizle ilgili sorumluluğumuz bulunmaktadır. Yaptığımız
işi çok iyi bilmek, bir işi yapmadan önce dikkatli bir şekilde planlamak, ortaya çıkabilecek olumsuzluklara karşı
önlemler almak, işimize konsantre olmak, işimizi en iyi
şekilde yapmak, işimizin sonuçlarını takip etmek, ortaya
bir olumsuzluk çıktığında bunu üstlenmektir.
Kurumlarımızda bulunan hükümlü ve tutukluların da öncelikle kendilerine, ailelerine, topluma, beraber aynı ortamı
paylaştıkları arkadaşlarına ve personelimize karşı sorumlulukları bulunmaktadır.
Toplumların millet olmasını sağlayan en önemli unsur, “bencillikten uzak”, “ailem varsa ben varım”, “Ülkem varsa ben varım” anlayışıdır. Toplumun her kademesindeki insanlarımızın
kardeşlik, dostluk, birlik ve dayanışma duygularıyla birbirlerine
bağlılıkları ne kadar güçlüyse gelişip yükselmesi de o kadar
büyük olacaktır.
Sorumluluk duygusu yüksek personelin kurumlarımıza olan
katkısı büyük önem taşımaktadır. Her bir personelimiz mesaini en iyi şekilde yapıp, görevini eksiksiz olarak yerine
getirerek sorumluluk anlayışına uygun hareket ederse,
Devleti ve Milleti için üzerine düşen vatandaşlık vazifesini
ifa etmiş olur. Bu duyguya sahip personel mesai saatleri
dışında da olsa bir görev anlayışıyla hareket eder, ‘topluma
ne kadar faydalı olabilirim’ düsturuyla davranır.
Kurumlarımızın çağdaş infaz anlayışına uygun olarak gelişmesi ve ilerlemesi yolunda herkesin çalışmalarını sorumluluk duygusu içerisinde sürdürmesini temenni ederim.
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
1
D eğer
D eğer
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 1 Sayı: 6 Haziran 2014
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ
(Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Esat IŞIK
Tetkik Hakimi
Ramazan GÜNŞAN
Şube Müdürü
Melike ÖNBAŞ
Alpaslan DEMİR
Tuncay KARACA
Evren TANRIKULU
Metin KARTAL
Mustafa Serdar ÖZGÜN
Süleyman KARAKUŞ
İlhan GÜLER
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Naci BİLMEZ
Editör
İlhan GÜLER
Grafik Tasarım
Fatih ŞAFAK
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Ali Turan KARADAĞ
Kurum Müdürü
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 16/06/2014
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 13 75 Faks: 223 43 91
e-posta: yetiskin.egitim@adalet.gov.tr
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin
Ayda Bir Yayımlanan Kültür Ekidir
2
Haziran 2014
İÇİNDEKİLER
04
07
08
12
16
18
19
26
30
34
44
ELVEDA
SORUMSUZLUK
SU İÇ
BEYNİN HIZLANSIN
İSRAF
MİMAR
SİNAN
ÇOCUKLARA
SORUMLULUK KAZANDIRMAK
AĞLAMANIN
FAYDALARI
DİSİPLİN YÖNTEMİ
OLARAK TOKAT
UMURSAMAZLIK
HASTALIĞI
HAT SANATININ
İNCELİKLERİ
FUZÛLÎ
DEĞİŞEN
YAŞAMLAR
Haziran 2014
D eğer
EDİTÖR’DEN
Değerli Okurlarımız,
Değer dergisinin 6. sayısını sizlere sunarken edebiyatla, sağlıkla, yeni il
tanıtımıyla, aile ve toplum konuları gibi birçok konu başlığı ile siz okuyucularımızla buluşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Her sayıda, güncel
konularla yeni kapılar açmaya çalışıyor, sizlere keyifle okuyacağınız bir
dergi hazırlıyoruz.
‘’Değer’’ dergisinin bu sayısında sorumluluk temasını işliyoruz.
10 DUYGUSAL ŞANTAJ
Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur.
Bir bireyin kendisine karşı sorumlulukları olduğu gibi çevresine ve ailesine karşı da birçok sorumluluğu vardır. Ne yazık ki çevresine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen bir insan toplumda huzursuzluklara
yol açabilmektedir. Birkaç maddede ailemize ve toplumuza karşı olan
sorumlulukları sıralayacak olursak; iyilikte yardımlaşmak, muhtaçlara
yardım elini uzatmak, imkanları ihtiyaca göre en uygun şekilde kullanmak, ahlakî ölçülere göre gereken yerlere gerektiği kadar harcamaktır.
Bunların toplumun zararına kullanılması; harcamada lüks ve israftan
kaçınılmalıdır.
Çalışmak, üretmek ve kazanmak bireysel bir hak olduğu gibi aynı zamanda kendimize, ailemize ve topluma karşı bir sorumluluktur. Kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz aile fertlerinin ihtiyaçlarını
karşılamak, yakınlarımıza ve topluma yük olmamak için çalışmak, sosyal görevlerimiz arasındadır.
Toplumsal görevlerimizden bir diğeri de, kamu mallarını korumak,
haksız yollarla bunları elde etmeye çalışmamaktır. Bu haklar af, sulh
gibi bir yolla kaldırılamaz veya değiştirilemez. Toplumda bütün fertlerin, bu hakları koruma, kollama hak ve sorumluluğu vardır.
Bu sayımızın kapak yazısında dergimizin teması olan sorumluluk duygusunu ele alan bir yazı istifadelerinize sunduk.
20
SADAKA TAŞLARI
Gezi bölümünde şehzadeler şehri ve diğer ismi ile mutluluk kapısı
Edirne ilimizi tanıtıyoruz. Son zamanlarda tarihi, turistik, kültürel ve
sanatsal özelliği ile adını sıkça duyuran Edirne, mutlaka gezip görmenizi tavsiye ettiğimiz bir yer.
Örnek hayatlar sayfamızda ise mimarlık sanatının doruğu olarak kabul
edilen ‘’ Koca Sinan’’ olarak anılan Mimar Sinan’ın hayatını ve eserlerini tanıttık.
Ayrıca dergimizde, renklerin sağlımız açısından önemi, su içmenin
beynimizin gelişimindeki rolü, bir çoğumuzun bir türlü hayatımızda
terk edemediği alışkanlıklardan olan israfın toplumsal hayatımıza etkisi, çocuklarımıza sorumluluk duygusunu kazandırmanın püf noktaları,
evrensel iyiliğin sembolü olan Osmanlı’da sadaka taşlarının yerine getirdiği önemli misyon ve tabii ki daha fazlasına yer verdik.
38 EDİRNE
Bir sonraki sayımızda tekrar birlikte olmayı ümit ederken, milletimizin
tamamını derin bir hüzne boğan Soma’da bir kömür ocağında meydana gelen feci kazada hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, başta
aileleri olmak üzere yakınlarına ve milletimize ‘’Değer’’ dergisi yayın
kurulu olarak baş sağlığı diliyoruz.
3
Kapak
D eğer
Haziran 2014
Elveda sorumsuzluk
K
işinin sorumluluk duygusu, kendisine duyduğu saygı ile doğru orantılı artış ya da azalış gösterir. Kişinin kendine duyduğu saygı, karşısındaki
insana, çevresine, toplumuna duyduğu
saygının göstergesidir. Bu da sorumluluğu beraberinde getirir.
Tülin Elçi
Yaşadığı ortamda üzerine düşen görevleri yerine getirebilen, emanete ihanet etmeyen, verdiği sözü tutan, başkalarının haklarına saygı gösterebilen, kendine ve topluma faydalı olabilen, kendi davranışının
sonuçlarına sahip çıkabilen kişi sorumluluk duygusuna yeterince sahip demektir.
Kardeşliğin, dostluğun, birlik ve dayanışmanın hâkim
olduğu bir ortamda; bencillikten uzak ‘ben’ yerine
‘biz’ kavramını benimsemiş, kendi çıkarlarından ziyade komşusunun, arkadaşının, devletinin, milletinin çıkarlarını koruyan, belirli bir insan tipine değil,
toplumda var olan insana hizmet eden, sorumluluk
duygusu aşılanmış bireylerin oluşturduğu huzurlu bir
4
toplumda yaşamak kimin hoşuna gitmez ki…
Kişinin sorumluluk duygusu, kendisine duyduğu saygı ile doğru orantılı artış ya da azalış gösterir. Kişinin
kendine duyduğu saygı, karşısındaki insana, çevresine, toplumuna duyduğu saygının göstergesidir.
Bu da sorumluluğu beraberinde getirir. Kişi öncelikle
kendisine karşı sorumluluklarını yerine getirmelidir ki
bu şekilde ailesine, çevresine, devletine ve toplumuna karşı sorumluluklarını yerine getirebilsin ve topluma faydalı bir birey olarak yaşamına devam etsin. Ve
bunun sonucunda da insan olmanın anlamını daha
iyi kavrayabilsin. Saint-Exupéry’in dediği gibi “insan
olmak her şeyden önce sorumlu olmaktır”. Bu bilin-
Haziran 2014
ce varabilmek ise sevmekle
başlar. Önce kendini sonra
hayatı, tüm canlıları ve toplumunu sevmek...
D eğer
vermiş ve bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına
mal olabileceğini de hatırlatmış.
Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşınmış ve aklına hiç bir
çözüm gelmemiş. Canını kurtarmak için ülkeyi terk etmeye
karar vermiş ve yola koyulmuş.
Üzgün ve dalgın bir şekilde yola
devam ederken, koyunlarını,
keçilerini otlatan küçük yaşta
Kimi ebeveynler, çocuğubir çobanla karşılaşmış ve bir
nu koruyup kollamak adına
süre ahbaplık etmiş. Bundan
onun yapması gerekenleri de
cesaret alan küçük çoban yaşlı
kendileri yaparlar. O tek başıdostuna “Amca şu hayvanlarına yemek yiyemez - O kenma biraz göz kulak oluver de,
di kendine ödevini yapamaz
ben de şu görünen köyden azık
– Odasını toparlayamaz, o
alıp geleyim, bugün azık almayı
daha çocuk- O kendi başına
unutmuşum” der. Bilge de zevkkarar veremez….vs derken
le kabul eder ve kafası, karşılaşhazıra konmaya alışkın bir
tığı olaylarla meşgul bir halde
çocuk yetiştirirler ve işin köhayvanlara göz kulak olurken,
tüsü de bunları yaparlarken
bir keçi yavrusu kenarında oyçocuğuna iyilik yapmaktan
namakta olduğu uçurumdan
ziyade kötülük yaptıklarının farkına bile varamazlar. aşağı yuvarlanıverdiğini görür. Bilge küçük çobana
Bu şekilde yetişen çocuk da bağımsız bir kişiliğe sa- verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu
hip olamadığı gibi özgüveni indirgenmiş ,sorumluluk kendisi kurtarmaya karar verir ve uçurumun dibine
duygusu azalmış bir birey olarak toplumda yerini alır. iner. Zorlu bir mücadele sonunda yavru keçiyi kurSorumluluk duygusundan yoksun kişilerin yoğun ol- taran bilgenin kafası küçük dostuna verdiği sözü
duğu bir toplum ise bencil duyguları içinde barındıran tutmakla meşgul olduğundan canını kurtarmak için
bir toplum demektir ki bu da huzursuzlukların, asayiş ülkeyi terk etmek zorunda olduğunu unutur. Bu duve trafik ihlallerinin, kazaların, hırsızlıkların, dolandı- rum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep
rıcılıkların, aile kavgalarının, boşanmaların… vs top- olur ve kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döner,
hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sunar:
lumsal olumsuzlukların yoğun olması demektir.
“Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından
İsmail Özcan’ın ‘Kıssadan Hisseler’ adlı kitabından kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona
bir hikâye ile sizlere sorumluluk duygusunun önemini bir sorumluluk yükleyin. Ona zamanını kaplayıcı
bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının, yaşamaktan
vurgulamak istiyorum.
şikâyet etmenin ana sebebi başıboşluktur. Oğlunuza
Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağ- yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu
men can sıkıntısından, hane derece ağır olursa, kendini
yatın yaşanmaya değmez
o ölçüde can sıkıntısından kurSorumluluk
olduğundan yakınan bir
taracak, yaşama mücadele ve
duygusundan yoksun
prens varmış. Kardeşleri,
azmi o derece artacaktır.’’
kişilerin yoğun olduğu bir
arkadaşları gezer, ava giTemeli sevgiyle atılmış saygı
toplum ise bencil duyguları içinder, eğlenirken, o odasına
ve sorumlulukla yükselmiş hude barındıran bir toplum demektir
kapanır, sürekli düşünürzurlu bir binada yaşamaya ne
müş. Oğlunun bu haline
ki bu da huzursuzlukların, asayiş
dersiniz…Gelin hep beraber
hükümdar babası çok üzüve trafik ihlallerinin, kazaların, hırsorumsuzluğa elveda derken
lüyormuş. Bir gün hükümsızlıkların, dolandırıcılıkların, aile
sorumluluğa merhaba diyelim.
dar, ülkesinin en bilge kişikavgalarının, boşanmaların… vs
Sorumluluk bilincini taşımanız
sini sarayına çağırtıp ona
toplumsal olumsuzlukların
ve bunu yeni nesillere aktarmaoğlunun durumunu anlatıp
yoğun
olması
nız dileği ile…
ondan bir çözüm bulmademektir.
sını istemiş. Bunun için
www.haber7.com
bilgeye bir hafta mühlet
Sorumluluk duygusu doğuştan kazanılan bir özellik olmaktan ziyade sonradan kazanılan, çocukken öğretilerek
geliştirilen bir kişilik özelliğidir.
5
D eğer
Sağlık
Bilim
“
Tarih
Kadın
Ay’a gönderilecek ilk
reklam
“Dünya bize dar” diyen Japonlar,
gözünü Ay’a dikti. Japonya’da bir
içecek firması reklam için Ay’ı seçti. Firma, reklam kampanyasının
bir parçası olarak Ay’a içecek kutusu göndereceğini açıkladı. Bunun
için titanyumdan özel bir içecek
kutusu hazırlandı. Bu kutunun içerisine firmanın ürettiği içecek toz
olarak konacak.
“
Kâbe için evini yıktıran
Osmanlı Padişahı
Babetler ‘düztaban’
yapıyor
“
Haziran 2014
Yaz aylarının gelmesiyle birlikte
birçok kadının estetik açıdan sık
sık tercih ettiği babetler, uzun
süre giyildiğinde yürüyüşte şekil
bozukluğu ayak tabanında yayvanlaşma ve düztabanlık gibi
ayak deformasyonlarına neden
oluyor.
“
“
Osmanlı Arşivleri’nde, son dönemlerde sıkça eleştirilen Kabe çevresindeki yüksek binalarla ilgili bir fermana rastlandı. Ferman, Sultan II. Selim
tarafından dönemin Harem Şeyhi
Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te
gönderilmiş. Bu fermanla Kabe’nin
çevresindeki ortalama 5 metreden
yüksek binalar ile bitişiğindeki evlerin Sultan II. Selim’in kendi evi dahil
yıkılması emredildi.
“
Hangi renk hangi hastalığa
İYİ GELİYOR
H
astalıkları iyileştirmede birçok yeni tedavi yönteminin bulunmasıyla birlikte renkler de şifa kapısı oldu.
Renklerin hastalıklar üzerinde olumlu etkisi olduğu
biliniyor.
Gökkuşağının 7 rengiyle hastaların iyileşebileceğini öne süren Fizyoterapist Gamze Şenbursa, renklerdeki gizemi ve
iyi geldiği hastalıkları anlattı:
Kırık kemiklerin iyileşmesine yardım eder. Huzurlu ortam
için hamilelere önerilir.
Sarı
Sindirim sistemini, zekâyı harekete geçirir. Mutluluk etkisi yaratır.
Cilt problemlerini tedavi eder.
Portakal rengi
Mor
Duygusal veya agresif kişilerin tedavisine uygundur. Aşırı yemek isteyenleri sakinleştirerek yeme isteğini kontrol altına
alır.
Kırmızı
Anemi hastalarına iyi gelir. Kan dolanımına adrenalin salgılanmasını sağlar, hemoglobinin çoğalmasına sebep olur. Güçlü olmayı sağlar. Kırmızı renk giymek,
anemi ve diğer kan hastalıkları şikâyeti
olanlar için tercih edilmelidir.
Çivit mavisi
Kulak, burun hastalıklarını iyileştirir.
Göz, kulak, burun ve sinüslerin tedavisinde, damar problemleri (varis), sinir sistemi hastalıkları, çıban, ülser, cilt
problemlerinde de kullanılır. Zekâyı harekete geçirir. Cesaret, otorite ve iç huzuru verir.
Mavi
Şok geçiren hastaları iyileştirir. Soğutucu
etkisi telaşlı ve korkmuş insanlara yardım eder, şok veya sinir krizi geçirenlere
tavsiye edilir. Uykudan önce mavi renge
odaklanarak meditasyon yapmak kâbus
görmeyi önler.
Yeşil
Büyümeyi hızlandırır. Stresi azaltır.
6
Safra taşı, sindirim sistemi problemleri,
göğüs problemleri ve artritlerde etkilidir.
Doğaya enerji verir. Yalnız ve depresif insanların spiritüel ruhlarını yükseltir.
Mısırlılar da renklerde şifa arıyordu
Hastalıkları iyileştirmede birçok yeni tedavi yönteminin
bulunmasıyla birlikte renkler
de şifa kapısı oldu. Renklerin
hastalıklar üzerinde olumlu
etkisi olduğu biliniyor. Fizyoterapistler, gökkuşağının 7
rengiyle hastaların iyileşebileceğini öne sürüyor.
Gamze Şenbursa, “Mısır’da renkler tedavi amacıyla kullanılırdı. Tapınakları iyileştirme amacıyla inşa eder ve her odayı
başka renge boyarlardı. Çinliler de 2000
yıl önce renk tedavisini kullanıyordu. Eski
çağlarda savaşçılar daha kızgın ve sert görünmek için vücutlarını siyah, kahverengi ve kırmızıya; yerli kadınlar ise daha
etkileyici görünmek için vücutlarını açık
renklere boyarlardı” dedi.
www.gencgelisim.com
Haziran 2014
D eğer
Sağlık
Kemik erimesi riskini
azaltmak mümkün
“
50 yaşın üstündeki kadınların
%30’unda görülen “osteoporoz” yani
halk arasında bilinen adıyla “kemik
erimesi”, özellikle menopoz sonrasında ciddi sağlık problemlerine
neden olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ancak yeterli miktarda
kalsiyum tüketip sağlıklı beslenerek,
düzenli bir yaşam tarzı ile osteoporoz
riskini azaltmak mümkün.
Bilim
Kültür
Dünyanın haberi yokkken
biz minbere işlemişiz
“
“
İstanbul’da 80 bin öğrenciye ulaşılacak
Bursa’da, güneş sisteminin tasvir edildiği Ulucami’nin tarihi minberi çok
şaşırtıyor. Güneş ve etrafında dönen
gezegenlerin gerçek uzaklıklarına
göre işlendiği tarihi minber, bugün
dahi bilim dünyasının görevini net tespit edemediği çift yıldızlar hakkında
da ip uçları veriyor. Minber, yüzlerce
parça ahşabın çivi kullanılmadan bir
araya getirilmesiyle oluşturulmuş,
“
“
Türkiye Yeşilay Cemiyeti ve
Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile başlatılan, Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim
Programı’ında öğrencilere bağımlılıkla mücadele konusunda
eğitimciler 20 Mayıs itibari ile
eğitim vermeye başladı. Proje
ile İstanbul’da 80 bin öğrenciye
ulaşılması hedefleniyor.
“
Su iç, beynin
HIZLANSIN
İngiltere’de iki üniversitenin ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma, su içmenin yeni bir
faydasını ortaya koydu. Araştırmaya göre, odaklanma gerektiren önemli bir iş öncesinde içilen su kişinin beyin faaliyetlerini hızlandırıyor.
İ
ngiltere'de iki üniversitenin ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma, su içmenin yeni bir faydasını ortaya
koydu. Araştırmaya göre, odaklanma gerektiren önemli
bir iş öncesinde içilen su kişinin beyin
faaliyetlerini hızlandırıyor.
Doğu Londra ve Westminster üniversitelerinden bilim insanlarının yaptığı
çalışmada, deneye katılan gönüllülere birer hafta arayla iki farklı test
uygulandı. İlk deneyde katılımcılara
birer tahıllı gofret ve arzu ettikleri
kadar su verildikten sonra kendilerinden bir dizi zeka testini tamamlamaları istendi. İkinci deneyde ise katılımcılar sadece gofreti tükettikten
sonra soruları çözdü.
Araştırmanın sonuçlarını kaleme
alan Dr. Caroline Edmonds, su içen
bireylerin sorulara cevap verme konusunda reaksiyon sürelerinin gözle
görülür şekilde hızlı olduğunu tespit
ettiklerini belirtti. Çalışmanın sonuçlarına göre, özellikle odaklanma
gerektiren bir işe başlamadan önce
tüketilen üç bardak su, beynin reaksiyon hızını yüzde 14
artırıyor.
Araştırmacılar, suyun, deneklerin sadece reaksiyon hızlarında değil, kelime hafızası, görsel
hafıza ve öğrenmeyle ilgili fonksiyonlarında da olumlu etki yaptığını gözlemledi. Suyun, insan beyni üzerinde
böyle bir etki yapabilmesi için kişinin
kendini susamış hissetmesi gerektiğine işaret edilen araştırma raporunda, "Ortaya çıkan en önemli sonuç,
bireyin kendisini susamış hissettiğinde, fonksiyonlarının yavaşladığı ve
susuzluk hissi ortadan kalktığında,
zihinsel kapasitenin artmasıdır" ifadelerine yer verildi.
Kendini susamış hisseden bireylerin
ruh hallerinde de değişiklik olduğuna değinilen araştırmada, susuzluğun
kişiyi daha gergin ve "aklı karışmış"
hale getirdiğini bu durumun da performansı etkilediği kaydedildi.
www.tipeez.com
7
D eğer
Toplum
Kullandıklarımıza
ihanet:
İSRAF
Fatıma Nur Kaynak
Hepimizin hayatında bir
türlü terk edemediği birçok
yanlış alışkanlık olduğunu
biliyoruz. İsraf da bu yanlış
alışkanlıklarımızdan biri. Ve
yazık ki köylü-kentli, zengin-fakir, hepimizin hastalığı. Hayatın hemen hemen
her alanında israfdan söz
edebiliriz. Zaman israfı, mal
israfı, emek israfı, yetişmiş
insan israfı vs… Örnekleri
çoğaltmak mümkün.
8
Haziran 2014
Hepimizin hayatında bir türlü terk
edemediği birçok yanlış alışkanlık olduğunu biliyoruz. İsraf da bu yanlış
alışkanlıklarımızdan biri. Ve yazık ki
köylü-kentli, zengin-fakir, hepimizin
hastalığı.
Hayatın hemen hemen her alanında
israfdan sözedebiliriz. Zaman israfı,
mal israfı, emek israfı, yetişmiş insan israfı vs… Örnekleri çoğaltmak
mümkün.
Bir israf yarışı!.. Bu nedenle kirleniyor çevre. Bu nedenle ölüyor tüm
canlılarıyla doğa ve tüm kaynaklarıyla dünya. İnsanlar bir yandan üretiyor, bir yandan da hızla israf ediyor.
Büyük bir sorumsuzlukla, savurganlıkla yaklaşıyoruz yaşadığımız dün-
yaya. Tüm kaynakları sömürüyoruz
adeta.
Öyle ki elbirliğiyle israf ederek tükettik herşeyi!
Doğru Tüketim Bilinci
İnsan, kendisine emanet olarak
verilmiş bulunan her türlü imkanı
meşru sınırlar içinde elde etme ve
kullanma sorumluluğu taşır. Bitki ve
hayvanlar doğal dengeyi bozmadan
ihtiyaçlarını giderirler. Oysa insan,
tüketim sınırlarını alabildiğine genişletmek için çaba harcar. Yeraltı,
yerüstü kaynaklarını adeta sömürür.
Buna bağlı olarak, israf zenginliğin
bir sembolü olarak görülmekte.
Halbuki inancımız, kanaatkârlığın,
ölçülü bir hayat sürmenin asıl zen-
Haziran 2014
D eğer
Toplum
ginlik olduğunu bildirir bizlere. İsrafı
bir kelimeyle tanımlayabilir miyiz?
Evet, bir vurdumduymazlıktır israf!
“Bir damladan ne çıkar deriz”. Halbuki düşünmeyiz musluktan damlayan
sular barajları tüketir. Saniyede bir
damla su, ayda bir ton demektir. Bu
hesap bir musluk için. Bir de birçok
evde bozuk musluk olduğunu düşünün. Sonucun hiç de iç açıcı olmadığını görürüz.
Ülkemizde her yıl milyonlarca liralık
ekmek çöpe atılıyor. Yalnızca ekmek
mi? Tonlarca yiyecek, giyecek cabası. Yoksul ne gözle görüyor? Evine
bir ekmek götüremeyen baba, sıcak
bir aş pişiremeyen anne için atılan
en küçük bir parça bile ne kadar değerlidir. Yalnızca onlar için değil bizim
için de değerli olmalı. Bizim küçümseyerek israf ettiklerimize ulaşmanın, birçok muhtaç ailenin hayali olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız
Ne Darlık, Ne İsraf
İnsanların hayatlarını sürdürmeleri için gerekli olan harcamalar israf
sayılmaz. Ayrıca zorunlu olmamakla
birlikte rahatlık ve kolaylık sağlayan
maddeler için harcama yapılması
da sakıncalı görülmemiştir. Ancak
harcamalarda tedbirsiz davranarak,
saçıp savurarak, kendini ve ailesini
muhtaç duruma düşürmemelidir. Ev
geçiminde de itidal esas olmalı. Ne
kısmalı ne de israf etmeli, her
aile reisi örfe ve varlığına göre
ailesine mutedil bir bolluk sağlamalı.
İsrafla insandaki yardım duygusu da ölür. Kanaatsiz olur.
Kanaatsizlikse çalışma arzusunu kırar. İnsanı dünya nimetlerini elde etmeye hırslandırır.
Alınteriyle kazanmaktan uzaklaştırır. Kısa yoldan başkalarının
sırtından kazanmanın yollarını
arar. Böyle insanlar için hakhukuk kavramları anlamını yitirir. Yoklukla karşılaştığı zaman
sabredemez. İsyankâr olması
kolaydır. Kısacası bir ahlâki yıkıma uğrar.
rülür. İsraf zengin ve iyi eğitim almış
çevrelerde daha fazladır. Ölçüsüz tüketimin refah ve mutluluğun sembolü sayıldığı bir eğitim anlayışı hüküm
sürerken, insanların eğitimle israftan
kaçınmasını nasıl bekleyebiliriz?
İsrafla insandaki yardım duygusu
da ölür. Kanaatsiz olur. Kanaatsizlikse çalışma arzusunu
kırar. İnsanı dünya nimetlerini
elde etmeye hırslandırır. Alınteriyle kazanmaktan uzaklaştırır. Kısa
yoldan başkalarının sırtından kazanmanın yollarını arar. Böyle
insanlar için hak-hukuk
kavramları anlamını
yitirir.
Eğitim mi, Terbiye mi?
İsrafa sebep olarak eğitim seviyesinin düşüklüğü gösterilir. Biraz dikkat
edilirse bunun tam tersi olduğu gö-
Genellikle, yeterli terbiye almış insanların diploma seviyeleri düşük
de olsa titizlikle israftan kaçındıklarını görürüz. Sofralarındaki kırıntıları dahi çöpe atmaktan çekinen
insanların bu davranışı inançlarından
kaynaklanıyor. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, israfı önlemenin çaresi
sadece eğitim değil, iyi bir terbiyedir.
Her nimetin hesabının sorulacağı,
müsrif insanın kendini bu sorumluluktan asla kurtaramayacağı anlayış
ve terbiyesi, israfı engellemenin
yegane yoludur.
Bu durumda bizlere düşen, kendimizi tartıp, tüketim alışkanlıklarımızda kimi örnek aldığımızı,
nelerin etkisinde kaldığımızı bir
daha düşünmek.
Çocuklarımıza olumlu tüketim
alışkanlıklarını örnekleyerek kazandırmak. Onları reklamların
ve cilalı ambalajların esaretine
terketmek yerine, yediğimiz,
içtiğimiz, kullandığımız herşeyin üzerimizde bir hakkı olduğu
gerçeğine göre eğitmek. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmenin,
hem sağlığımız için, hem de yeryüzü kaynaklarının geleceği için ihanet
anlamına geldiğini öğretmek.
www.semerkanddergisi.com
9
D eğer
Evlilik
Haziran 2014
Duygusal şantaj...
SEVSEYDİN YAPARDIN
D
uygusal şantaj yapmayı
çoğu zaman ailelerimizden öğreniriz. Bazı
anne-babalar “Bizi öldüreceksin, sizleri büyütmek için ne
fedakarlıklar yaptık, sizin yüzünüzden hastalandım, sizin
yüzünüzden bu evliliği devam
ettirdim, sizin yüzünüzden yalnız yaşadım, sizi okutmak için
yemedik içmedik…” gibi cümleleri sık sık söyleyerek psikolojik baskı kurarlar.
10
Sema Maraşlı
Mutsuzum umurunda değil.
Böyle yapmaya devam edeceksen ayrılalım.
Sen böyle yapınca hastalanıyorum.
Senin yüzünden öleceğim.
Eşinizden bu ve benzeri cümleler duyduğunuzda kendinizi nasıl
hissediyorsunuz? Ya da siz bu ve benzeri duygusal şantaj cümlelerini eşinize söylüyorsanız onun nasıl etkilediğini hiç düşündünüz
mü?
Duygusal şantaj doğrudan ya da dolaylı biçimde “insan kullanma” sanatıdır.
Şantajcı kişi eşi üzerinde psikolojik baskı kurar. Eşinin fikirlerine aldırış etmez. Kendi isteklerinin eşinin isteklerinden daha önemli olduğunda ısrar eder. Evlilikte kendi üzerine düşün yükümlülükleri almaktan kaçınır. Çektiği acılardan eşini sorumlu tutar. Eşin
kendini iyi ve değerli hissetmesine izin vermez. Hep kendi istekleri
olsun ister; olmazsa huzursuzluk çıkarır. “Ben iyi bir eş oldum mu,
üzerime düşeni yaptım mı?” diye hiç kendini sorgulamaz, kendi hatalarını görmez. Sürekli eşine onun hatalarını göstermeye çalışır.
Haziran 2014
D eğer
Kısacası eşiniz sizin duygu ve düşüncelerinize kıymet vermiyor ve sadece kendini düşünüyorsa; kendi isteklerini önemsiyor
sizinkini görmezden geliyorsa duygusal şantaj altındasınız. Ya da
siz sevdiklerinize bunları yapıyorsanız şantajcı sizsiniz.
Duygusal şantajda üç silah kullanılır çoğunlukla.
1- Suçlu hissettirme: Karşıdakine kendini suçlu hissettirerek
istediklerini yaptırmak. Bunu bir kaç şekilde yapabilirsiniz. Mutsuzluğunuzun, üzüntülerinizin, hastalıklarınızın bütün suçunu eşinize atarak yapabilirsiniz.
Ya da onu suçlamıyormuş gibi yapıp “Ben acıları çekerim
sen yeter ki mutlu ol. Tamam senin istediğin olsun, ben her şeye
razıyım” tarzında cümlelerle eşte suçluluk duygusu oluşturmaya
çalışmak. Burada maksat acıya katlanıyormuş gibi görünüp onun
vicdanını harekete geçirmek. Bazı eşler bu tuzağa düşer “Aman
o üzülmesin.” diye kendi isteklerinden vazgeçerler. Evlilik hayatı
içerisinde arada bir bu olabilir, olması da lazım, kişi eşinin hatırı için o mutlu olsun diye kendi isteğinden vazgeçebilir. Fakat bu
sürekli oluyorsa ve eş bunu yaparken mutsuzsa problem var demektir.
Eşinize kendini suçlu hissettirerek bir şeyler yaptırmaya çalışıyorsanız; eşiniz beklentinizi gerçekleştirsin ya da gerçekleştirmesin onun sevgisini kaybedersiniz.
2- Korkutma: İçinde gizli ya da açık tehdit vardır. “Boşanırım, çocukları göstermem, süründürürüm, annene söylerim, kredi kartını elinden alırım, çocuğun senden nefret edecek, seni rezil
ederim, tamam sen böyle devam et bakalım ne olacak! Hastalanırım…” Hatta sinirlendiği zaman cidden hastalanan tipler vardır,
eşleri onlar hastalanmasın, üzülmesin diye ömür boyu onların her
dediklerini içlerinden gelmediği halde yapmaya çalışırlar. Tabi aralarında sevgi falan kalmaz, hayat mağdur eş için eziyete dönüşür.
3- Ümit verme: Yaparsan yaparım. En basiti eşi onun istediğini yaptığı zaman güler yüz göstererek eşi ödüllendirir, yapmadığında ise surat asarak, söylenerek cezalandırır. Sevgi şarta bağlıysa
zaten o sevginin samimiyetine eş inanmaz.
Eğer şantajcı sizseniz hemen bırakın. Sevdiklerinizi bu şekilde
elinizde tutamazsınız, tutsanız da onlarla asla mutlu olamazsınız.
Eğer eşiniz tarafından şantaj altında olduğunuzu düşünüyorsanız, emin olmak için oturun önce evliliğinizin muhasebesini yapın.
Eşinizin sözlerinde ne kadar haklılık payı var? O kendi üzerine düşenleri yaptı mı? Siz kendi üzerinize düşenleri yaptınız mı? Onu
çok ihmal ettiniz mi? Gerçekten siz mi bencilce davranıyorsunuz
yoksa o mu? Bu muhasebeyi iyi yapmak lazım.
Duygusal şantaj yapmayı çoğu zaman ailelerimizden öğreniriz. Bazı anne-babalar “Bizi öldüreceksin, sizleri büyütmek için
ne fedakarlıklar yaptık, sizin yüzünüzden hastalandım, sizin yüzünüzden bu evliliği devam ettirdim, sizin yüzünüzden yalnız yaşadım, sizi okutmak için yemedik içmedik…” gibi cümleleri sık sık
söyleyerek psikolojik baskı kurarlar. Bak biz bu kadar şey yaptık;
sen de karşılığını vermek zorundasın, mecbursun anlamına gelen
cümleleri duyduğunuz zaman onlara minnet duymak yerine içten
içe öfkelenirsiniz.
Ve zaten onlar için yapacağınız şeyi duygusal baskı altında
yaptığınızda kendinizi kötü hisseder ve istemesiniz de karşınızdakine bunu yansıtırsınız. Fakat maalesef ki ailenizde görüp hoşunuza gitmeyen bu tarz davranışları farkında olmadan modelleyip
yetişkin olduğunuzda kendiniz de yapabilirsiniz.
Eş, akraba ya da arkadaş yani sevdikleriniz; en yakınlarınız
oldukları için sizin en hassas noktanızı bilirler. Oradan vururlar.
Mesela cömert olmakla övünüyorsanız sizi cimri olmakla suçlarlar.
Düşünceli iseniz bencil olmakla suçlarlar.
Evlilik hayatı içerisinde şantaj çok yıpratıcıdır. Şantaja gelip
kendinizi kötü hissetmeyin. Eşinizle sıkıntısı hakkında konuşun,
onu dikkatlice dinleyin. Konu ile ilgili düşüncelerinizi, duygu ve
kaygılarınızı söyleyin. İsteğinin niye olamayacağını anlatın. Problem üzerinde kendi üzerinize düşen sorumluluğu alın. Yapacağınız
bir şey varsa yapın.
İstemediğiniz bir şeyi ısrarla yaptırmaya çalışıyorlarsa hemen
itiraz etmeyin. “Bu konu hakkında düşünmek istiyorum. Şimdi
ne hissettiğimden emin değilim. Hemen karar vermek istemiyorum…” gibi cümleler kurun. Bu sayede eşinize de düşünme fırsatı
vermiş olursunuz.
Hâlâ ısrar ediyor ve sizi suçluyorsa siz de hemen onu suçlamaya geçmeyin. Sakinliğinizi koruyun. “Şu anda çok kızgın olduğun için böyle söylüyorsun. Burada suçlu yok isteklerimiz farklı.
İkimiz de konuyu düşünelim, sonradan pişman olacağımız şeyler
söylemeyelim.” gibi cümlelerle eşinizi yatıştırın.
En önemlisi de çocuklarımızı şantaj yaparak büyütmeyelim ki
onlar da hayatlarında şantajı kullanarak hem kendilerini hem başkalarını mutsuz etmesinler.
www.cocukaile.net
11
Örnek Hayatlar
D eğer
Haziran 2014
Osmanlı Mimarisi’nin zirve ismi
MİMAR SİNAN
M
imâr Sinan çok mütevazi bir ömür geçirmiştir. Tarihler
onun iki defa evlendiği halde çocuğu olmadığını yazarlar.
İstanbul’da Aksaray’la Süleymaniye muhitlerinde ikâmet
etmiştir. Kaynakların ifadesine göre Sinan çok cömert bir insandı.
Gece gündüz sofrasında 20-40 insanı misafir eder, ağırlardı. Dünyanın en büyük mimarı olmasına ve Kanunî devri gibi çok zengin bir
zamanda baş mimarlık yapmasına rağmen öldüğü zaman parasının
olmadığı görülür.
Selimiye Camiî-Edirne
12
Haziran 2014
D eğer
Muharrem YILDIZ
Mimâr Sinan, bir asra yaklaşan ömrünü, Türk
tarihinin en muhteşem bir çağında geçirmiştir.
16. yüzyılda Osmanlı Ülkesi, bütün bir İslâm
âlemi ile diğer Türk dünyasının sevgi ve hayranlık duyduğu, arzuladığı bir saadet diyarıdır. Zira
bu asırda Osmanlı İmparatorluğu istisnasız her
sahada dünyanın en ileri ve medenî bir ülkesi
olma bahtiyarlığına erişmişti. Özellikle, Kanunî
gibi âlim, şâir ve âdil bir padişahın taht şehri İstanbul, dünyanın dört bucağından gelen âlim ve
sanatkârlara bağrını açmış bir sanat meşheri;
bir mutluluk ve zenginlik beldesi hâlindedir. Bu
sebepledir ki İstanbul, asırlarca kâbiliyetli gençlerin, bilhassa Hristiyan gençlerinin en büyük
rüyası olmuştur. Ayrıca İstanbul’ da bu gençlerin tahsillerini yapıp yükselebilecekleri Yeniçeri Ocağı, Kapıkulu Sipâhisi Ocağı ve Enderun-ı
Hümâyun (saray üniversitesi) gibi müesseseler
mevcuttu.
mimar) tayin edilir (Hassa Sermimarlığını bir
bakıma bugünkü Bayındırlık Bakanlığına benzetebiliriz). Görülüyor ki, Mimâr Sinan’a başmimarlık 29–30 yıl süren bir tahsil, terbiye ve tecrübeden sonra verilmiştir. Budin’den Kırım’daki
Gözleve’ye; Mekke’ye kadar hüner ve dehasını
göstereceği çok geniş bir zemin ve müsait bir
vasat bulan Mimâr Sinan, bugün akıllara durgunluk veren ölmez eserlerini meydana getirir.
Mimâr Sinan, Süleymaniye’nin halka açıldığı 7 Haziran 1557 günü belki de hayatının
en
mes’ud
anlarını
yaşamışdı.
Cihan Padişahı Kanunî’ye altın bir tepsi
içinde Caminin anahtarını sunduğunda Kanunî:
“—Bu bina eylediğim Beytullahı sıdk-u safa ve
dua ile yine sen açmak evladur!” der ve anahtarı
Sinan’a uzatır. Böylece Kanunî’nin kendisini taltif eden söz ve nazarları ile: —Ya Fettâh! diyerek
kapıyı açar.
Yüz yıla yakın yaşadığı için Koca
Sadece gençler mi bu rüyayı göBeş
Sinan diye de bilinen büyük
rüyordu? Hristiyan tebaâ da
yıl büyük bir gaysan’atkâr 9 Nisan 1588’de çok
yüzyıllarca aynı rüyayı görret ve fedakârlıktan sonra
sevdiği İstanbul’da vefat eder.
dü. Çocuklarını Osmanlıya
dünyanın
en
muhteşem,
bir
abiTürbesi Süleymaniye Camiiteslim edebilmek için adenin bir köşesindedir.
desini
yapmanın
sevinci
ona
şu
sözleri
ta birbiriyle yarıştı. Onlar
söyletir: “Selimiye’nin inşasında himmet
biliyorlardı ki, kendisine
MİMÂR SİNAN’IN ŞAHSİYETİ
candan teslim ettikleri
edip, yüce Allah’ın izni ve yardımı, SulMimâr Sinan çok mütevazi
çocuklarım Osmanlı en
tan ikinci Selimin de teşvik ve desteğiyle
bir
ömür geçirmiştir. Tarihmükemmel bir şekilde yeSelimiye’nin kubbesini altı zira (yaklaler
onun
iki defa evlendiği
tiştirmektedir. Yine onlar
şık
5
m)
daha
yüksek,
derinliğini
halde
çocuğu
olmadığını yaiyi biliyorlardı ki, evlatlarızarlar.
İstanbul’da
Aksarayde
dört
zira
(yaklaşık
3.5
m)
nı ruhen, bedenen ve fikren
la
Süleymaniye
muhitlerinde
fazla inşa ettim”.
sabırlı bir sanatkâr gibi işleyen
ikâmet etmiştir. Kaynakların ifaOsmanlı, çocuklarına ikbal ve redesine
göre Sinan çok cömert bir infah kapılarını da ardına kadar açmaksandı.
Gece
gündüz sofrasında 20-40 intadır.Senelerce aynı rüyayı gören Sinan’ın
sanı
misafir
eder,
ağırlardı. Dünyanın en büyük
âilesi de zeki evlatlarını Yavuz’un padişah oldumimarı
olmasına
ve
Kanunî devri gibi çok zengin
ğu günlerde devlete teslim ederler.
bir zamanda baş mimarlık yapmasına rağmen
1490 senesinin 29 Mayıs cumartesi günü öldüğü zaman parasının olmadığı görülür. GerKayseri’ye bağlı Kesi nahiyesinin “Ağırnas” kö- çekten Koca Sinan aldığı terbiye icabı bir cemiyünde doğan Sinan 1512 de 22 yaşlarında devşi- yet fedaisi olarak yaşamıştı.
rilip İstanbul’a gönderilir. “Acemi Oğlanlık” devrini inşaat işlerinde geçirir. Bu arada Yavuz’la Batılı Mimârlar Ayasofya’nın mimarisinden gururlanıyorlardı. Bu konu Mimâr Sinan’ı rahatsız
İran, Suriye ve Mısır’a gider. Gençliği Kayseri’de
ediyordu. Bu bakımdan İkinci Selim’in kendisigeçtiği için Selçuklu mimarisini yakından tanıni, Edirne’de bir Cami yapması için vazifelendiryan Mimâr Sinan bu seferler esnasında gördüğü
mesine çok sevinir. Beş yıl büyük bir gayret ve
Arap, Bizans, Roma ve İran eserlerini de yakınfedakârlıktan sonra dünyanın en muhteşem, bir
dan tedkik etmek fırsatını bulur.
abidesini yapmanın sevinci ona şu sözleri söy1521’de Belgrat seferinden önce Yeniçeri olan letir: “Selimiye’nin inşasında himmet edip, yüce
Mimâr Sinan, Kanunî ile Avrupa ve Irak seferle- Allah’ın izni ve yardımı, Sultan ikinci Selimin
rine katılır. Gittiği her ülke ve beldede incelediği de teşvik ve desteğiyle Selimiye’nin kubbesini
bir çok sanat eserleri Sinan’ın san’at ufkunu çok altı zira (yaklaşık 5 m) daha yüksek, derinliğini
genişletmiştir. Seferlere istihkam subayı olarak de dört zira (yaklaşık 3.5 m) fazla inşa ettim”.
katılan Mimâr Sinan nihayet Purut Suyu üze- Bu cümlelerde, Cami’nin inşaatı bittiğinde 84
rinde kurduğu sağlam köprüden sonra 1530’da yaşında bulunan Sinan’ın büyük azmi, sarsılmaz
49–50 yaşlarındayken Hassa Sermimarı (baş- inancı ve yüce himmeti çok düşündürücüdür.
13
D eğer
Ayrıca bu sözlerde Osmanlı Devletinin küçücük
bir aşiretlikten Cihan”ın en güçlü İmparatorluğu
haline gelmesindeki sıra da bulmak mümkündür.
Sinan’ın mühründe: “Elhâkir-ül Fakir Mimâr Sinan” yazılıdır. Bu sözler yüce Yaratıcı’nın muhteşem eserleri ve hârikulâde sanatı karşısında; çok duygulanan, ince ruhlu ve mütevazi bir
san’atkârın kendi san’at gücünü ifade ettiği gibi
sinesindeki asil duygulan da dile getirir
MİMAR SİNAN’IN SAN’ATI VE ESERLERİ
Mimâr Sinan dehasının mührünü taşıyan eserlerini mimarbaşı olduktan sonra vermiştir.
Kendisi sanat hayatını üç merhalede özetler. Bunlar sırasıyla kalfalık, ustalık ve üstadlık devirleridir. Kalfalık döneminin en mühim eseri İstanbul’daki Şehzade Camisidir.
Kanunî’nin sevgili ve yiğit oğlu Şehzade Mehmet
22 yaşlarında hayata veda eder. Kanunî teselliyi
onun adına yaptırdığı bu eserde bulur. Eser Camisi, türbesi medreseleri ve imaretleriyle külliye
şeklinde inşa edilmiştir. Beş senede tamamlanan
(1543-1548) Cami’nin bilhassa minareleri zarif
ve süslüdür. Camide iki şerefeli iki minare bulunur. Türbedeki çinilerse Türk san’at ve ustalığının
en zarif örnekleridir.
İSTANBUL’DAKİ BÜYÜK ABİDE: SÜLEYMANİYE
Mimâr Sinan’ın eserleri Osmanlı İmparatorluğunun
güç ve azametini taş ve mermerde ebedileştiren
ulu abidelerdir. Mimâr Sinan’ı ne zaman hatırlasam, onu Osmanlı Türkünün hayat ve felsefesini
taşta ve mermerde ifade eden bir san’atkar olarak düşünürüm. Süleymaniye Camiini ele alalım:
İstanbul’un yedi tepesinden birinde inşa edilmiş
olan bu muhteşem abideye insan uzaklardan ba-
14
Haziran 2014
kınca bir ürperti duyar. O derece büyük ve heybetlidir. Dışdan bakıldığında, hele yabancıların nazarında da Osmanlı öyle bir intiba bırakır. Camiye
yaklaştıkça durum değişir. Çok değişik malzemenin kullanıldığı bu eserde oldukça güzel bir kompozisyon yani tam bir bütünlük ve âhenkhakimdir. M.
Sinan ham maddesi çok çeşitli ve cansız cisimlerden ibaret olan maddeye yücelere kol kanat açmış
bir ulvilik, insana daima sonsuzluğu fısıldayan bir
ruh kazandırır. Osmanlı Türkü de öyle değil miydi? Osmanlı gerçekten dünya ve ukbayı ve madde
ile manâyı en mükemmel şekilde bütünleştirmişti.
Avluya ve bilhassa iç avluya girilince sadelik, zerafet ve vekar gözünüze çarpar. Sinan sanki kendi
ruhunu ve iç dünyası ile beraber bütün bir Osmanlıyı bu şahesere; kelimeleri, taş, tuğla, kiremit, demir ve mermerden olan bir “âbide-kitap” halinde
yazmıştır.
Burada mühim bir hususu daha belirtmeden geçemiyeceğiz. Süleymaniye sadece camiden ibaret
değildir. Bir külli ye halinde inşa edilmiştir. Külliye
700.000 m2 lik bir sahada kurulmuştur. Caminin
sağında ve solunda dört medrese, bir Tıp fakültesi,
bir darüşşifa (hastahane), bir kütüphane, bir kervansaray, bir imaret, bir ilkokul, bir dârü’l-hadis,
bir dârü’l-kurra, bir misafirhane, bir yeniçeri ağası
sarayı ile büyük bir çarşı ve hademe evleri vardı.
Öyle ki medresesinin fen kısmı 4 ayrı medreseye
ayrılmıştı. Her kısımdan ayrı mühendisler yetişiyordu.
Süleymaniye yedi senede tamamlanmıştır. Ayrıca eser, bize devrin teknik ve malî gücünü de
Haziran 2014
D eğer
gösterir. Süleymaniye’ nin inşasında 996300
altın sarfedilmiştir. Böyle bir malî gücü bugün ancak çok zengin ülkeler karşılayabilir.
Süleymaniye’nin inşaatında tutulan muhasebe
defterleri 164 olarak tesbit edilmiştir. Defterleri tetkik edenler, organizasyonla, teknik gücün büyüklüğünden hayranlıkla bahsederler.
Hammer’e göre Süleymaniye Ayasofya’dan üstündür ve caminin mimârın zenginliği ile yapısındaki
zerafetadetâ olağanüstüdür
minarenin üçer şerefesi vardır. Harem (saray)
tarafına bakan iki minarenin içinde üçer merdiven vardır. İlk merdiven birinci şerefeye, ikinci
merdiven hem birinci şerefeye hem ikinci şerefeye, üçüncü merdiven de her üç şerefeye çıkar.
Kıble duvarında olan iki minarede birer yol vardır.
Cami’nin yazılı çinilerinin sanat değeri çok yüksektir. Cami’ye ayrı bir güzellik veren 999 penrcenin
her biri insana Esma-ı Hüsnayı terennüm eden alî
ruhları hatırlatır.
SERHAT BOYLARINDA BİR UMRAN: SELİMİYE
Yalnız Osmanlı mimârisinin değil dünyadaki
mimarî eserlerin de en üstünü ve mükemmeli kabul edilen Selimiye gerçekten her yönüyle bir şaheserdir. Selimiye’de dikkati çeken ilk
husus mekan büyüklüğü, yani ihtişamdır. Daha
sonra zerafet, güzellik ve caminin içindeki aydınlık ve ferahlık eserde bâriz olarak görülür.
Yabancılar bile bu gerçeği çekinmeden yazarlar.
Alman mimârı mütehassısı Prof. Ernst Diez: “Selimiye’deki mekan tesiri ve ışık müesseriyeti yeryüzündeki bütün mimarî eserlerin üstündedir” der.
Eserlerinin bütününe gelince, şâir ve nakkaş Sâi Mustafa Çelebi’ye dikte ederek yazdırdığı “Tezkiret-ül-Bünyan” yahut “Tezkiret-ülEbniye” isimli eserindeki cedvele göre
şöyledir: Camiler: 81, Mescidler: 50, Medreseler:
55, Darül-Kurra: 7, Türbeler: 19, İmaretler: 14,
Darüşşifa (hastahaneler): 3, Su kemeri ve bendler: 7, Büyük köprüler: 8, Saraylar: 33, Mahzenler: 6, Hamamlar: 32, Kervansaraylar: 16, Bütün
bu eserler İmparatorluğun her tarafına dağılmıştı.
Hülâsa Mimâr Sinan gibi fazilet ve san’at abidesinin hatırasına sahip çıkmak gayretli ve faziletli
gençliğin şiarı olmalıdır.
Mimâr Sinan’ın büyük bir azimle özenerek meydana getirdiği en büyük eseri Selimiye Camiidir.
Kendisinden dinleyelim: “Kalfalığımı İstanbul’daki
Şehzade Camiinde icra ettim, üstadlığımı da İstanbul’daki Süleymaniye Camiinde tekmil ettim. Amma
cümle gücümü bu Selim Han (İkinci Selim) camisine sarfedip bütün san’at ve hünerimi gösterdim”.
Selimiye, yurdumuzun en güzel ve en zengin tarihi hazinelerini sinesinde barındıran serhad şehri
Edirne’de inşa edildi. 1568’de temeli atılan külliye 1574’de tamamlanır. Kâtib Çelebi, mükellef bir
medresesi olduğunu ve en büyük müderrisin (profesör) bu medresede bulunduğunu yazar. Külliye
Türbe de dahil 18 ayrı binadan meydana gelmiştir.
Selimiye’nin kubbesi 31.28 m çapında olup
Ayasofya’nın kubbesinden büyüktür. Dört minaresi kubbenin dört bir yanında olup üçer şerefelidir.
Birbirine eşit yükseklikte olan minarelerin yüksekliği 70.89 metredir. Sinan’a göre Selimiye’nin
minareleri hem nazik hem de üçer yollan vardır.
Bu işin büyük bir hüner istediğini ve gayet müşkil olduğunu ehli olanlar iyi bilirler der Koca Sinan. Edirneli tarihçi Cevri Çelebi’ye göre, her
www.wowturkey.com
15
Çocuk
D eğer
Haziran 2014
Çocuklara
sorumluluk
duygusu
kazandırmak
Uğur Ataseven
S
orumluluk, son zamanların en çok üzerinde durulan kişi- düşüncesi oluşacaktır. Rüşvet teklif etmek hatalıdır (şunu
lik özelliklerinden birisidir şüphesiz..Ve çocuğunun so- yaparsan bunu alacağım gibi). İyi ve sorumlu olmak onun
rumluluk sahibi olmasını istemeyen ana-baba da yoktur için bir fiyat ve pazarlık haline gelebilir. Çocuklar, belli davşüphesiz.
ranışları, bir mükâfat elde etmek için değil, doğru ve yerinde
Sorumluluk duygusuna sahip bir kişinin özelliklerini sıra- davranışlar olduğu için öğrenmelidir. Beklentiler sonuçları etlamamız gerekseydi, sonu gelmeyen bir liste meydana çıkardı. kiler. Ondan iyi şeyler beklerseniz iyi davranışlar görürsünüz.
Aklımıza ilk gelenleri yazmamız gerekse sorumluluk duygu- - Önce onun olmasını istediğiniz gibi hareket ediniz ki, o da sosuna sahip bir kişi, kendine ve başkalarına saygı duyar, kendi- nar sizin istediğiniz gibi hareket etmeyi öğrensin. Çocukların
ne düşeni yapar, görevlerini yerine getirir, işlerini kendi kendi- yaptıkları işlerde daima anne ve babalarını taklit ettiklerini ve
ne yürütür ve başkalarına lüzumsuz yere yük olmak istemez.
benimsediklerini unutmayınız.
Sorumluluk duygusu güven duygusu ile birlikte kazanılır.
- Çocuğun hayatının ilk yıllarında koyduğunuz yasaklar
Güven duygusunun temeli hayatın ilk beş-altı
mümkün olduğunca az olsun ki daha ileriki yaşlarda siyılında atılır. Daha sonraki yıllarda yerleştizin istediğiniz gibi olmaya yatkın hale gelsin. ÇoSorumluluk
rilmesi gerçekten zordur. Sorumluluk ve
cuklara kendi başlarına sağlıklı ve etkili karar
güven duygusu sahibi olan insan kendi
verme imkânı sağlanırsa ve model olunursa
duygusunu yerleşdeğerine inanır, duygu, düşünce ve haolgunlaşmalarını çabuklaştırmış oluruz
tirmede en büyük unsur,
reketlerinden kendisinin sorumlu olbunun en iyi meyvelerini de çocuk ergen
duğunun farkındadır. Yaptığı her şeyin
bir kişi olduğunda alırız.
sevgi ve güvendir. Öncealtına çekinmeden kendi kişiliğinin
- Çocuğunuzun size yardım etmek
likle çocuğun köklü bir
mührünü basar.
veya kendi başına iş yapmak için gösSorumluluk duygusunu yerleştirterdiği ilk belirtileri gözden kaçırmasevgi duygusu
mede en büyük unsur, sevgi ve güvenyınız ve bu teşebbüsleri teşvik ediniz.
kazanmış olması
dir. Öncelikle çocuğun köklü bir sevgi
Kızım küçükken ona çıkardığı elbiselerini
duygusu kazanmış olması gerekir.
düzgün
koymayı, dolabını düzeltmeyi, kirgerekir.
SORUMLULUK DUYGUSU OLAN
li çamaşırlarını kirli sepetine koymayı, biten
İNSAN HAYATTA, VEREMEDİĞİ ŞEYLEpeçete, havlu ve tuvalet kâğıtlarını yenileme, miRİ ALMAYA ÇALIŞMAZ.
safirlerin ayakkabılarını düzeltmeyi kademe kademe öğret- Çocuğunuzun, sevildiği, istendiği ve sizin için önemli ol- tik ve şimdi de daha büyük işler yapabiliyor. Annesi ve ben
duğu duygusunu kazanmasını sağlayınız.
şimdi dolabıyla, çamaşırları ile çantasıyla vakit kaybetmiyo- Sevgi ve şefkat göstermenin onları şımartacağını dü- ruz. Kardeşlerin olduğu yerde çocukların her hangi birini ev
şünmeyiniz. Ona inandığınızı ve güvendiğinizi hissettiriniz. işlerinden muaf tutmak sakıncalıdır. İşlerin yaşa, kabiliyeÇocuğun iyi yaptığı işleri takdir ediniz. Zira çocuk takdir- te ve ilgilere göre eşit bir şekilde paylaştırılması gerekir. Bu
le gelişir, tenkitle yıkılır. İyi davranması veya sorumluluk davranış, adalet duygusunun gelişmesine de yardımcı olur.
öğrenebilmesi için çocuğa rüşvet verilmemelidir. Yani çocuğun her davranışına maddi bir değer biçilecek olursa za- - Çocuğa, yaptığı yardımın bütün ailenin faydasına olduğu dümanla yaptığı davranışın sarfettiği çabaya değmeyeceği şüncesini içten teşekkür ederek kazandırınız. Hatta teşekkür-
16
Haziran 2014
D eğer
Çocuk
Güven duygusunun temeli hayatın ilk beş-altı yılında atılır. Daha sonraki yıllarda yerleştirilmesi gerçekten zordur. Sorumluluk ve güven
duygusu sahibi olan insan kendi değerine inanır, duygu, düşünce ve
hareketlerinden kendisinin sorumlu olduğunun farkındadır.
lerinizde “sen olmasaydın …… veya bize büyük bir yardımda bulunduğun için …… ” gibi ifadeleri mutlaka sarf ederek
teşekkür edin. Teşvik ve takdirlerinizi samimi bir şekilde dile
getiriniz. Çünkü çocuklar yapmacık iltifatların ve davranışların hemen farkına varırlar.
- Çocuğu cezalandırmak zorunda kalmak, her seferinde
anne-baba veya öğretmenin bir “yenilgiyi Kabul etmesi” anlamına gelir. Ceza, istediğimiz sonucu bir başka yoldan sağlayamadığımız anlamına gelir. Yani “ben seninle başa çıkmak
için başka yol bilmiyorum, bildiğim tek yol var o da seni cezalandırmak” demektir. Sorumsuz davranışlar için en iyi çare,
çocuğun “davranışlarının sonucunu Kabul etmesini” sağlamaktır. Çocuk, hatasının mantıki sonucunun acısını çekmeyi
kabullenmelidir.
- Ceza vermekten çok, teşvik edilmelidir. Hem çaba hem
de başarı takdir ve teşvik edilmelidir. Sonuçlar mükemmel olmasa bile elinden geldiği kadar çabalamak çocukta sorumluluk
duygusunun gelişmiş olduğunu gösterir. Ceza da dikkat edilmesi gereken bir nokta da eğer cezalandırılması gereken bir
durum varsa aynı kusuru sürekli cezalandırmamaktır. Bir kusur sürekli tekrarlanıyorsa sebebini araştırmak gerekir. Çünkü
ciddi bir davranış bozukluğu veya psikolojik bir problemden
kaynaklanıyor olabilir. Uygulamayacağınız bir cezayı hiçbir
zaman tehdit unsuru olarak kullanmayınız.
- Zamanında kendi hatalarınızı da itiraftan kaçınmayınız.
Bu davranışınız ona herkesin hata yapabileceğini gösterir, mükemmel olmak için uğraşmaması gerektiğini gösterir.
- Hata yapmamanın değil, hatayı düzeltmenin daha önemli
olduğunu anlatınız.
- Çocuk, birşeyi elinden geldiği kadar uğraşarak yapıyorsa
onu daha fazla zorlamayınız.
Çocukların daha doğrusu bütün insanların en iyi şekilde
yetişmeye ve değişime her zaman elverişli olduğu unutulmamalıdır. Hiç birşey için geç değildir. Her zaman uygun bir fırsat
çıkabilir. Çocuğunuzu sorumlu ve güvenli bir kişi haline getirebilmek için elinize daha çok fırsatlar geçecektir.
www.annenotlari.com
SORUMSUZ BİR ÇOCUK YETİŞTİRMEK İSTEYENLERE
 Onun hatalarının bedelini siz ödeyin.
 Onun davranışları için mazeretler üretin.
 Bizzat siz sorumluluk, kararlılık ve söylediklerini yerine getirme konusunda eksiklikler göstererek “iyi” bir model olun.
ÖĞÜTLER!
 Hatalı olduğunda hatasını reddedin.
 Daha fazla çatışma oluşturmamak için kabul edilemez davranışlarını affedin, hoşgörün.
 Yorgun olduğunuz veya uğraşmaya değmez bulduğunuz
zamanlarda ona kendi davranışının sonuçlarına katlanma
konusunda farklı davranın.
 Nasıl olsa sizin yapmanız daha kolay, onun evdeki işlerini siz
yapın.
 “Bu sefer çok ciddiyim” sözünü sıklıkla kullanın.
17
D eğer
Bilim
Haziran 2014
Ağlamanın
Faydaları
Nelerdir?
Sosyal ve Klinik Psikoloji Dergisi’nde 2008 yılında yapılan bir çalışmada
ağlayan insanların ruh sağlığının çok daha çabuk düzeldiği saptandı.
G
ülmenin bildiğimiz üzere insan sağlığına etkisi büyük. Bir çok doktor daha uzun yaşamak için daha
fazla gülün diyor. Peki ağlamak kötü mü? Ağlamak
zararlı mı? Tabiki HAYIR! Ağlamanın faydaları üzerine birçok araştırma yapılmış zamanında gelin onlara bir göz atalım…
İnsanlar sevinçten olsun üzüntüden olsun zaman zaman ağlarlar. Gülmenin erkeği kadını nasıl olmuyorsa ağlamanın da
olmaz. Erkekler ağlamaz diye bir erkek kendini saçma bir
kanı ile kasıyorsa ona büyük zararları dokunuyor haberi olsun.
Endorfin
Ağlamak endorfin salgılanmasına
neden oluyor. Endorfin insana neşe
veren bir hormondur ve zaten mutluluk hormonlarından bir tanesi
olarak bilinir. Endorfinin neşe vermenin yanı sıra sağladığı bir fayda
da ağrıları azaltmasıdır. Bu aynı
benim deli gibi başım ağrırken,
çok sevdiğim ve uzun zamandır
görmediğim bir arkadaşımı gördüğümde bir anda ağrının uçup gitmesine benziyor. Ama hormonun
etkisi geçince ağrı geri geliyor onu söyleyeyim…
Duyguları Dışa Çıkartır
Psikologların her zaman nasıl çalıştıklarını düşünün. Size
sürekli anlattırırlar; derdinizi, çocukluğunuzu, aklınıza takılanları ve sizi üzen şeyleri… Çünkü bu hem doktorun sizi
tanımasını sağlar hem de içinizde biriken sorunları birine
anlattığınızda rahatlamanıza yardımcı olur. Sürekli içe atılan
dertler ve baskılanan duygular ileriki safhalarda inanılmaz
18
bir şekilde patlayarak sizi psikolojik sorunlara kadar götürebilir. Ağlamak, yüzleşmekten kaçmayıp gözlerinizin önüne
getirdiğiniz bir gerçeği anlatıp kurtulmak gibidir. Ağlamaktan korkmayın.
Ruh Sağlığı
Sosyal ve Klinik Psikoloji Dergisi’nde 2008 yılında yapılan
bir çalışmada ağlayan insanların ruh sağlığının çok daha çabuk düzeldiği saptandı. Özellikle bir mutluluk sonrası gelen
ağlamanın ruh sağlığına pozitif yönde maksimum etki yaptığı görüldü.Ağlamak bir sakinleştirici
ilaç gibidir. En doğal ve en etkililerinden. Genellikle insanlar ağladıktan sonra uyumak isterler. Çünkü sakinleştirici vücuda zerk edilmiştir ve
insan kendini halsiz hissedebilir. Bu
da herhangi bir şekilde kendine veya
çevresine zarar verebilecek olan bir
bireyin sakinleşmesini sağlar.Gözleri
temizler vücudunuzun bir çok toksini
göz yaşlarınız ile atabildiğini biliyor
muydunuz? Ağlamak hem vücudunuzdaki kimyasalların dışarı atımına
yardımcı olur hemde gözünüzü bakterilerden arındırıp temizler.Öyleyse
ağlamak istiyorsanız, kimseyi umursamayın ve ağlayın!
ANCAK!
Bazı astım hastalarında uzun süreli ağlama nöbetlerinin ardından nefes tıkanması gibi kritik sonuçlar doğmaktadır. Bu
yüzden astım hastaları ve nefes problemi olanlar, lütfen uzun
süreli bir şekilde ağlamasın ve kendini telkin ederek rahatlatsın ki sağlıklarına zarar verebilecek şekilde etkilenmesinler.
www.kişiselbasari.com
Haziran 2014
D eğer
Psikoloji
DİSİPLİN YÖNTEMİ OLARAK
T O K AT
Bir disiplin yöntemi olarak düşünülen tokat, çocukları disiplin
etmediği gibi dönüşü olmayan zararlar da verebiliyor. Bu zararlardan birisi de çocuğun zekasını azaltmasıdır...
S
ürekli tokatlanan çocukların IQ seviyelerinin, ailelerince uyarı yoluyla terbiye
edilenlere oranla daha düşük olduğunu
tespit etti.
3 ila 5 puan düşük olduğunu belirledi. Bunun
yanı sıra bir çocuğun ne kadar çok dayak yiyorsa testlerde o kadar az başarı gösterdiği
ortaya çıktı.
Fiziksel cezalandırmanın çocuklar üzerindeki
etkisini 40 senedir araştıran ABD´deki New
Hampshire Üniversitesi’nden Murray Straus,
sürekli tokatlanan çocukların IQ seviyelerinin, ailelerince uyarı yoluyla terbiye edilenlere oranla daha düşük olduğunu tespit etti.
STRES ALTINDA KALIYORLAR
Straus, çocuklarla konuşmanın çocukların
beyinlerinin gelişmesini sağladığını, fiziksel
cezanın ise çocukları korku içinde bırakarak
öğrenmeye yeteneklerini sekteye uğratabildiğini söyledi. Yüzlerce Amerikalı çocuk üzerinde araştırma yapan Straus, dayak yiyenlerin IQ seviyelerinin diğer akranlarına oranla
Straus, “Çocuklarla konuşmanın beyindeki bağlantılarda ve idrak yeteneğinde artışla ilgisi vardır. Çocuğu eğitmek ve doğruları
göstermek içine ebeveyn ne kadar az fiziksel
ceza uygularsa sözlü iletişime o kadar ihtiyaç
duyulur. Dövülmek ve tokatlanmak, çocuğun
hayli yüksek stres altında kalmasına yol açan
tehdit edici ve dehşete düşürücü bir şeydir.
Korku ve stres zihinsel yetenekte kusurlara
yol açabilir.” dedi
www.kisiselbasari.com
19
D eğer
Tarih
Haziran 2014
Evrensel iyiliğin sembolü
SADAKA TAŞLARI
Nidayi Sevim
Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk
ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu
takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan
sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek
davranışlardan kaçınırlardı.
20
B
ütün insanlığın iyiliğini düşünülerek üretilen ortak değerlerin öncüsü olan Osmanlı; insanı son derece önemli sevgi
ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları
olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta
kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir.
Asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e
kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmışlardır. Bugün yeni devletlerin oluştuğu eski Osmanlı ülkelerine gittiğimizde bu kapsayıcı,
kucaklayıcı medeniyetin yüzlerce şahidini görmekteyiz. Osmanlı
ülkesini ziyaret eden birçok insaf ehli yabancı gezgin buralarda
insana verilen değeri ve hoşgörüyü ülkelerine döndükleri zaman
övgü ile dile getirmişlerdir. Öyle ki İstanbul muhasarası sırasında
Katolik ve Ortodoks Kiliselerinin birleştirilmesi dahi düşünülmüştü. Ancak, Ortodoks Kilisesi liderlerinden Gennadias ile Başvekil
Notares, bu birleşmeye karşı idiler. Hatta iki lider şöyle diyorlardı:
Haziran 2014
D eğer
“ İstanbul’un içinde Latin Serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmek evladır.” Bırakın gündelik yaşamdaki ahenk ve
coşkuyu, dedelerimiz sosyal dayanışma
ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini
sergileyerek birbirinden anlamlı ve zarif
eserlerle bir vakıf medeniyeti oluşturmuştur.
Devlet-millet eliyle yapılan Cami, çeşme,
han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi mücessem eserlerin yanında
halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile
insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları ve kuş evleri gibi insanı hayrete düşüren ve düşündüren hayır
eserleri de kazandırmışlardır. Osmanlı
döneminde tespit edilebildiği kadarıyla
yirmi altı binden fazla vakfın kurulmuş
olması, ecdadımızın bu husustaki gayretini ve faziletini göstermesi bakımından
oldukça manidardır. İşte bu vakıflardan
birkaç örnek; Yoksul kızlara çeyiz almak
için kurulmuş vakıf, İstanbul sokaklarında
insanlar rahatsız olmasın diye yerlerdeki
tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek için kurulan vakıf, bebeğinin
süt ihtiyacını karşılayamayan annelere
sütannesi bulunması için kurulan vakıf,
insanların yatsı veya sabah namazlarına
aydınlık içinde gidip gelmelerini sağlayan
yol güzergâhını mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak için inşa edilen vakıf, insanların hayvanlara rahatlıkla binmelerini
kolaylaştıran binek taşları için kurulan vakıf, sırtlarında yük taşıyanların yorulduklarında dinlenmelerine imkân sağlayan
konaklama (mola taşı) taşlarının tedariki
için kurulan vakıf, ihtiyaç sahiplerinin gerektiğinde faydalandıkları, sadakayı alanında, vereninde başkaları tarafından bilinmediği, şehrin muhtelif yerlerine dikilen
evrensel iyilik abidesi sadaka taşlarının
tedariki için kurulan vakıf...
Mesela bu vakıflar içinde Bezm-i Âlem
Valide Sultan’ın Şam da kurduğu vakıf
oldukça dikkat çekicidir. Mezkûr vakıf,
hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya
zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. Ecdadımız Osmanlı’da beraber
yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve
hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir
evde hasta bulunduğu takdirde o evin
penceresine “kırmızı bir çiçek” konur,
satıcılar ve hatta mahallenin çocukları
bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini
böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek
davranışlardan kaçınırlardı.
Osmanlı döneminde ceddimizin güzel
ananelerinden biri olarak, hali vakti yerinde olan aileler ramazanda fakirleri evine
davet eder, yedirir içirir, zekâtını, fitresini
Yakın zamana kadar köylerde mahallenin fakir fukarasını o
beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere
“kâhya” veya “şimbil” de denmektedir. Kimin muhtaç, kimin
ihtiyacı olduğunu o beldenin emini bilir, yapılan yardımlar,
eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. “Emin”
kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi.
verir, yemekten sonra davet ettikleri misafirleri uğurlarken hem fakire dua eder, hem
de ayrıca “diş kirası” adı altında bir miktar
para veya kıymetli eşyayı hediye ettikleri
nakledilmektedir. Ecdadımız Osmanlıların
yaptıkları imaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun
kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi, giderken de şayet ayakkabıları eski
ise yenisi verilirdi. M. D’Ohsson’a göre 18.
yüzyılda İstanbul’da her gün 30.000’den
daha fazla kişi bu imarethanelerde bedava yemek yiyordu. Zenginler hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı
müminler, bilhassa ramazan-ı şerif’te bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir
yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin
hesabı öderdi. Sırf Allah rızası için harikulade bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu
kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak
Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu
bir şefkat ağı halinde örmüştür.
Osmanlı yüzyılları boyunca bütün gezginlerin ittifakla yazdıkları konulardan
biri, ceddimizin çevreyi ve tabiatı koruma
hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait
yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Hayvanlara da sevgi vardı; Bizim medeniyetimizde kurdun kuşun hakkı
gözetilmiştir. Rahmet Peygamberimiz, su-
suzluktan kavrulan bir köpeğe su verdiği
için cenneti kazanmış olan faziletli bir kişiyi büyük bir mutlulukla ümmetine örnek
göstermiştir. Bu sebeple ecdadımız, cami
mimarisinde kuşları bile düşünmüş; sokakta kalmış hayvanlar, yaralı veya hasta
göçmen kuşların bakım ve tedavi hizmeti
için vakıflar kurmuştur. Kuş evleri, milletimizin hayvanlara, özellikle kuşlara verdikleri değer ve önemin simgesi olmuştur. Bir
binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa
kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz
kuşları, köpekleri, kedileri pek severdi.
Sokak hayvanlarına barınak, kuşlar için
kuş evleri, bunların su içebilmeleri için
sulaklar yapılırdı. Soğuk kış günlerinde
dağda bayırda bulunan kuşların, yabani
hayvanların dahi gıda ve su ihtiyaçlarının
karşılanması için kurulan vakıflar bulunuyordu. Bu ne asil, bu ne yüce bir anlayış,
kavrayış ve hayatı yorumlama biçimidir...
Yakın zamana kadar köylerde mahallenin
fakir fukarasını o beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere “kâhya”
veya “şimbil” de denmektedir. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu o beldenin
emini bilir, yapılan yardımlar, eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı.
“Emin” kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. Ne alan kimden aldığını bilir, ne de veren kime verdiğini bilirdi.
Günümüzde kapınızda bir sürü isteyiciler
türedi. Modern isteyiciler. Bir sürü maze-
21
D eğer
Haziran 2014
zemin dolgusu ve aşınmalar sebebiyle bu
yükseklikler değişmektedir. Genişlikleri
ise 30 cm ile 70 cm arasında değişmektedir. Bu taşların tepesinde daire veya kare
şeklinde 5 ile 20 cm arası oyuklar bulunur.
Bazı taşlarda zamanla oluşan tahribatlar
sebebiyle sadaka konulan oyuklar tamamen yok olmuştur.
ret ile duygularınızı harekete geçirmek
suretiyle sizden istediklerini alıp gidiyorlar.
Gerçekten ihtiyacı olan hayâ sahibi insanlar ise yine yoksul, yine ihtiyaçları giderilmeden, çaresiz öylece kalıyorlar.
daka taşları genellikle sade olmalarının
yanında süslemeli olan tiplerine de rastlamak mümkündür. Kastamonu Hz. Pir
Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı giriş katında sergilenen geometrik şekillerle oyma
tekniğiyle süslenmiş sadaka taşı böyle bir
örnektir. Sadaka taşlarının kesin olarak ne
zaman uygulamaya koyulduğu hakkında
bir bilgi bulunmamakla birlikte Selçuklular
döneminde de farklı şekillerde uygulandığı bilinmektedir.
Yardımlar bu oyuklara konulurdu. Gelenler bu oyuklara elini sokar bırakır, alanlar
elini sokar alırdı. Kimin alıp kimin verdiği
de belli olmazdı. Yüksek taşların önünde
uzanabilmek için basamak taşları vardı.
Genellikle el-ayak çekildiği saatlerde vereni, alanı bulunan bu sadaka taşlarının,
günümüze pek azı ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek şuan için
mümkün değildir. Ancak bir zamanlar sadece İstanbul’da 160 adet sadaka taşının
bulunduğu bilinmektedir. Orta Asya’dan
Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık
olduğu coğrafyada sadaka taşları bulunmaktadır. Tıpkı “Medeniyetimizin Sessiz
Tanıkları”; Osmanlı mezar taşları gibi...
Belli ki, bu kültür belli bir bölgeye ait değil,
itikadi bir iştiyaka ait…
Sadaka taşları görülen lüzum ve ihtiyaca
Dedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu ingöre değişik yerlere dikilmiştir. Bununla
sanlardan aldığı ilham ile iffet ve utancınberaber daha çok şu mekânlarda bulundan dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve
dukları tespit edilmiştir. Üç beş semtin
vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye
birleştiği bir köşede; fakir, muhtaç, hasta
açamayanlar için, eşine tarihte rastlaninsanların barındığı yapıların önünde; camayan, gayet zarif bir yardım yolu gelişmilerin, tekkelerin, türbelerin, imarethaneSadaka
Taşları,
Türkmenistan
Aşgabat’ta
tirmiştir. Bunun adı “ SADAKA
lerin, çeşmelerin, köprülerin
TAŞLARI”dır. Ceddimiz, iyilik
ve mezarlıkların yakınında
yapmanın en zarif yöntemleDedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu insanlardan
bulunmaktaydı.
Sadaka
rinden biri belki de ilki olan bu
taşlarında yardım iki türlü
aldığı ilham ile iffet ve utancından dolayı fakirliğiyardım şeklini, İstanbul başta olyapılıyordu. 1 Nakdî: Para
ni gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçmak üzere, Osmanlının egemen
yardımı özellikle uçup kaylarını kimseye açamayanlar için, eşine tarihte
olduğu bütün her yerde yaygınbolmaması için de kâğıt
laştırılarak bir dönem sadaka
rastlanmayan, gayet zarif bir yardım yolu gelişpara yerine madeni paralar
verecek fakir fukara bırakmayatirmiştir. Bunun adı “SADAKA TAŞLARI”dır.
bırakılarak gerçekleştirilirdi.
cak kadar kurumsallaştırmıştır.
2 Aynî: Giyim, kuşam eşyaSadaka taşları, İstanbul, Süleymaniye Camii ihata duvarında; Bursa da
caminin duvarı içinde; Konya da Sahip
Ata Külliyesi kapısının iki yanında açılmış oyuk şeklinde. Antakya sokaklarında
yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda bir çıkıntı şeklinde. Üsküdar İmrahor
Camii önünde Bizans döneminden kalan
“antik porfir sütun”dan dönüştürülmüş
örnekte olduğu gibi farklı ebat ve türde
olmakla beraber iki model ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birinci tip çoğunlukla
beyaz, farklı renkleri de bulunan, silindirik, çoğu Bizans döneminden kalma dönüştürülmüş antik mermer sütunlardır.
Selâtin camilerin yakınında bulunanlar
daha sanatlıdır. İkinci tip ise, dikdörtgen
şeklinde mermer, granit veya küfeki taşı
sütunlardan oluşan sadaka taşlarıdır. Sa-
22
“İhtiyaçgâh” olarak biliniyor. Konya Obruk Gölü’nün kıyısında bulunan Selçuklu
Kervansarayı’nın yakınındaki caminin duvarında yer alan niş, halk tarafından “Hayrat deliği” olarak anılmaktadır. Kayseri,
Şeyh Yahya Efendi Türbesi ile doğusundaki Ulu Camii’nin müşterek avlusunda
bulunan sadaka taşına Yahyalılar “Hacet
yeri” demektedirler. Bunların dışında Sadaka taşları, “zekât taşı”, “zekât kuyusu”,
“dilenci mihrabı”, “fukara taşı” gibi isimlerle de anılmaktadır. Genellikle yere, dikine
gömülmüşlerdir. Çoğunlukla çeşme, cami,
tekke gibi yerlerde yapıların bitişişinde olmakla beraber, yapılardan müstakil olarak
bulunanları da vardır. Yerden yükseklikleri
100 ile 200 cm. arasında değişmektedir.
Fakat çevrelerinde uzun yılların getirdiği
ları ve çeşitli gıda ürünleri
bırakmak suretiyle yapılan yardımlardı.
Yaşlıların anlattıklarına göre buradaki enteresanlık fakir ve muhtaçların taşta birikenlerden sadece ihtiyacı kadarını alarak,
diğerlerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakmaya özen göstermeleridir. Bu kanaat ve
diğergamlık her türlü takdirin üzerindedir.
Burada dikkati çeken bir nokta da, bir
semtin fakirlerinin başka bir semtin Sadaka Taşı’na; başka semtin fakirlerinin ise
diğer semtinkine gidip, ihtiyaçlarını karşılayabilmeleridir.
Yardımda bulunabilmek için genellikle
gece karanlığında veya kimselerin olmadığı dönemlerde, hali vakti yerinde olanlar
ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı.
Burada bir hususu açıklamakta yarar var.
Haziran 2014
D eğer
Sadaka taşlarına zannedildiği gibi zenginler keseler dolusu altın bırakmıyordu. Orta
halli bir mümin veya kendi yağıyla kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir
kardeşleri için sadaka bırakıyordu. Mesele
bol keseden dağıtmak değil; yarım ekmek
bile olsa onu kardeşi ile paylaşma erdemi asaletidir... Bir insan sadaka vermekle
hayır yapıyordu ama kime iyilik yaptığını
da bilmiyordu. Hangi din, ırk ve meşrepten olursa olsun, sosyal konumu ne olursa
olsun hiç fark etmezdi. Yardım karşısında
ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu.
Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir,
ihtiyacı olunca oraya geliyor yine kimseye
halini açmadan oradaki paranın ihtiyacı
kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa
o kadar... 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan
bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan
bir sadaka taşını tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya
gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.
Çünkü Osmanlı insanı biliyordu ki, kendisi
gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu
sadakayı verenin de meçhul olması sebebiyle kimsenin karşısında yüzsuyu dökme
ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını
da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu. İşte evrensel iyilik budur...
şamaktadır. Dün sadaka taşlarının yaptığını bugün yüzlerce vakıf ve dernek daha
geniş bir şekilde yapmaktadır. Hatta bu
dernekler ve vakıflar yurt içindeki insanımıza götürdükleri hizmetlerin yanı sıra
dünyanın birçok yerinde mağdur, mazlum
Yardımda bulunabilmek için genellikle gece karanlığında veya
kimselerin olmadığı dönemlerde,
hali vakti yerinde olanlar ihtiyaç
sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı. Burada bir hususu açıklamakta yarar var. Sadaka taşlarına
zannedildiği gibi zenginler keseler
dolusu altın bırakmıyordu. Orta
halli bir mümin veya kendi yağıyla
kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir kardeşleri için sadaka bırakıyordu.
ve muhtaç durumda bulunan insanlara,
hayatlarını bu hizmetlere adamış gönül
erleri tarafından her türlü yardım bin bir
güçlükle ulaştırılmaktadır. Adapazarı depreminde, Bosna savaşında, Irak’ın işgalinde, Endonezya depreminde, Haiti depreminde son olarak Gazze ablukasında bu
dayanışmanın en güzel örneklerini müşahede ettik. Bugün ne işe yaradığı, kimler
tarafından ne zaman dikildiği hususunda
hiçbir bilgimiz bulunmayan ve önünden
her gün kayıtsızca geçtiğimiz sadaka taşları, “taş” değil, sıcak aş, ihtiyaçgâh, acil
çıkış kapısı, can simidi gibiymiş... Ve onlar
bize, lisan-ı hal ile adaleti, barışı, sevgiyi,
paylaşımı, iffeti, onuru, fazileti kısacası
“insan” olmayı hatırlatıyor. Hem de ciltler
dolusu kitabın anlatamadığı, anlatamayacağı kadar…
Kaynak: www.medeniyetimiz.com
Ceddimiz bu zarif yardım şeklini, bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar yaygınlaştırmıştır. Sadaka taşları bütün Osmanlı coğrafyasında
geçtiğimiz yüzyıla kadar asil ve onurlu
görevlerini yerine getirmiş, bugün fonksiyonelliğini kaybetseler de günümüze
kadar ulaşmayı başaranları milletimizin
sevgi ve asalet taşları olarak hala dimdik
ayaktadır. Bize erdemli insan olma yolunda ilham vererek ışık saçmaya her zaman
devam etmektedir. Sadaka taşları, ceddimiz Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş
şeref belgeleri, onur abideleridir. Yardımı
sayarak değil, saçarak yapan dedelerimizin iyilik düşüncesinin taşa işlenmiş fazilet
abideleridir. Bir anlamda çağının işsizlik
sigortası fonksiyonunu icra eden böylesine ulvî bir sistemi geliştirmek ancak nazarını almaya değil, vermeye odaklayan
yüce gönüllü, nitelikli insanlarla gerçekleştirilebilecek bir güzelliktir.
Bir medeniyetin ihtişamı, derinliği ve fazileti göklere yükselen devasa binaları veya
kişi başına düşen yüz binlerce dolarlık
milli geliri ile ölçülemez. Bir yanda fakir
halkın, diğer yanda trilyonları olanların
bulunduğu millet, pek talihsiz bir millettir.
Sadaka taşları olanca mütevazılığıyla büyük bir medeniyetin ihtişamını yansıtmaktadır... Sadaka taşlarının isimleri, şekilleri
değişmiş olabilir fakat “sağ elin verdiğini
sol el görmeyecek” anlayışı hiçbir şekilde
değişmemiştir. O ruh günümüzde de ya-
23
Tarih
Türk Hava Kuvvetleri’nin kurulması üzerinden 103 sene geçti.
D eğer
Haziran 2014
KAÇ SENE
9 Haziran 1616
1 Haziran 1911
Türkiye’de ilk kez Pazar günü resmi tatil
günü uygulaması başlaması üzerinden
82 sene geçti.
Sultanahmet Camii’nin yapımının tamamlanması
üzerinden 398 sene geçti.
10 Haziran 2008
2 Haziran 1935
Süleymaniye Camii’nin ibadete açılması
üzerinden 457 sene geçti.
Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov ölümünün üzerinden 5
yıl geçti.
7 Haziran 1557
11 Haziran 1868
Yazdığı şiirilerden bazıları bestelenerek birçok sanatçı
tarafından seslendirilen şair Abdurrahim Karakoç aramızdan ayrıldı. Karakoç’un bestelenen eserleri arasında
unutulmaz türkü ‘’Mihriban’’da vardı.
7 Haziran 2012
24
Kızılay’ın kurulması üzerinden 146 sene geçti.
Haziran 2014
D eğer
GEÇTİ?
Sultan Abdülmecid’in ölümü
üzerinden 153 sene geçti.
14 Haziran 1839
25 Haziran 1861
Verem aşısı, Valmette adlı kişi tarafından keşfedilmesi üzerinden
90 sene geçti.
Jandarma Teşkilatı’nın kurulması üzerinden
175 sene geçti.
16 Haziran 1535
26 Haziran 1924
Hatay Meclisinin, oybirliği ile Anavatana katılma kararı almasının üzerinden 75 sene geçti.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Haçlı Donanması’na karşı aldığı zaferin üzerinden 479 sene geçti.
21 Haziran 1934
29 Haziran 1939
A Milli Futbol Takımının, 2002 Dünya Kupası Finalleri’nde Güney Kore’yi 3-2 yenerek
üçüncü olmasının üzerinden 12 sene geçti.
Soyadı Kanunu’nun kabulünün üzerinden 80 sene
geçti.
29 Haziran 2002
25
Din
D eğer
Haziran 2014
Umursamazlık hastalığı...
ÜLFET
Asrımızda, madde üzerinde yoğunluk kazanan aşırı yorgunlukların, dünyanın dörtbir yanından ekranlara hücum edip seyircilerin ruh dünyalarını altüst eden üzücü haberlerin ve
hayâsız sahnelerin bu hastalıkta çok önemli payları vardır. Uhrevî hayatımız için fevkalâde
önem kazanmış olan bu yaramız üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Alaaddin Başar
Ş
u muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mûcizesi
olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, onları
bildiğini zannetme ve derinlemesine düşünmekten hassasiyetle
kaçınma hastalığına ülfet denilmektedir. İnsan fikrini yanlış yollara
sevkeden, vehimlere ve zanlara sürükleyen bir marazdır.
Asrımızda, madde üzerinde yoğunluk kazanan aşırı yorgunlukların,
dünyanın dörtbir yanından ekranlara hücum edip seyircilerin ruh dünyalarını altüst eden üzücü haberlerin ve hayâsız sahnelerin bu hastalıkta çok önemli payları vardır. Uhrevî hayatımız için fevkalâde önem
kazanmış olan bu yaramız üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Süleymaniye’ye ne zaman gitseniz, o muhteşem mâbedi hayran hayran seyreden bir grup insana rastlarsınız. Bu insanlar, o sanat âbidesini
niçin uzun süre temaşa ederler? Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir.
Ben meseleyi bir başka yönüyle ele alacak ve diyeceğim ki, “diğer yapılarda san’at olmadığı için.”
Başka menzillerde ayrı konulardan söz eden bu insanlar,
Süleymaniye’ye geldiler mi artık Sinan’dan bahsetmeye başlarlar. Daima onu yâd eder, onu takdir ederler.
Şimdi, hayâlimizde herşeyiyle Sinan’ın eseri olan bir şehir canlandıralım. Câmilerini de o yapmış olsun, dükkânlarını da, evlerini de,
yollarını da. Böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan için iki şık söz
konusudur: Ya, her adımda Sinan’ı hatırlayacak; yahut, ülfet dediğimiz
alışkanlık belâsıyla, bu harika eserleri görmeden yaşayacak, onun yapıp çattığı bu beldede ondan gâfil olarak ömür tüketecektir.
Bu şehre bir başka diyardan gelen insanlar ise şehre adım atar atmaz
hayretler içinde kalacaklar. Her evin, her dükkânın, her mâbedin önünde dakikalarca duracaklar. O şehrin çoğu yerlilerinin müptelâ oldukları
alışkanlık hastalığı bunlara bulaşmayacak. Ve onlarda iki hayret birbirine karışacak; hem şehrin güzelliğini, mükemmelliğini şaşkın şaşkın
seyredecekler, hem de ahâlinin gafletine bir mânâ veremeyecekler.
Büyüklüğüne sınır biçilemeyen ve sanat inceliklerine hakkıyla vâkıf
olunamayan bu kâinat şehri de Allah’ın mülkü. Sinan’ın varlık progra-
26
mını bir katre su içinde O çizmiş. O katreyi câmiler, köprüler, hanlar,
hamamlar yapan büyük bir mimar hâline o getirmiş. Sinan O’nun olduğu gibi, Süleyman da O’nun. Hepimiz O’nunuz. Bir gramında milyarlarca bakterinin oynaştığı şu toprak tabakası da O’nun, her damlasında
trilyonlarca mikrobun kaynaştığı şu su damlası da... O, arz ve semânın
yegâne Hâlıkı ve Mâliki. Arzdakiler de O’nun, semâdakiler de. Kimde
ne güzellik varsa O’nun ihsanı, kimde ne kuvvet varsa O’nun ikramı...
Hiçbir insanın bu diyarda Allah’dan gâfil olmaması beklenir, ama bu
çoğu kez gerçekleşmez. Dünyaya imtihan için gönderilen bu insanlar,
hakikate erebilmek için nice perdeleri yırtmak ve nice engeli aşmakla
karşı karşıya kalırlar. Nefis, şeytan, ihtiyaç, hırs, çevre, mevki, makam,
servet ve daha niceleri... Ancak bu mânileri gerilerde bırakmayı başaranlar, bu âlemi Allah’ın eseri olarak seyretmenin zevkine erebilirler.
Haziran 2014
D eğer
Ç
oğu insanın şu mûcizeler
diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu
âleme geliş biçimleriyle ilgilidir. İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca
karşılanmıyor, içerileri teşrifat
memurları nezdinde gezmiyorlar.
Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda
büyüyor, sarayda ölüyor, saraya
defnediliyorlar.
Çoğu insanın şu mûcizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş biçimleriyle ilgilidir. İnsanlar, bu beldeye Yıldız
Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar. Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda
ölüyor, saraya defnediliyorlar.
İşte bu saray hayatının verdiği umursamazlık ve vurdumduymazlık
hastalığına “ülfet” diyoruz. Bu hastalıkla fikirler uyuşur, ruhlar donuklaşır. Ne bakışlarda hayat, ne kalplerde seziş kalır. Bu derde müptelâ
olanlar, her zerresi sonsuz hikmetler taşıyan bu âlemde ömürlerini ‘O
mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler’ mısrasında ifadesini bulan
bir garip ruh hâleti içinde geçirir dururlar.
Yokluğunu hiç çekmedikleri nimetler onların nazarlarından saklanır.
Dünyanın güneş etrafındaki harika seyahatını hiç hatırlamazlar. Zira,
bir an inmeksizin hep onun sırtında gezmişlerdir. Baharın geldiğine
yeterince hayret ve hamd edemezler. Çünkü baharsız yıl geçirmemişlerdir.
Hava nimetine şükretmek hatırlarına gelmez. Çünkü, hiç havasız kalmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Bütün bu nankörlükler çoğu kez
ülfetten kaynaklanır.
Mademki ülfet bizi çoğu zaman gaflete sürüklüyor. İsterseniz onu bir
derece yenebilmek için, şu arz küremize bir yabancının gözüyle bakalım. Başka bir âlemde yaratılmış olup dünyamıza ilk defa gelen farazî
bir şahısla sohbet edelim: Mevsim kış olsun.
Misafirimizle bir bahçede buluşalım ve ona ağaçları göstererek, “dikkatle bakmasını, ikinci görüşmemizde kendisine bir sorumuz olacağını” söyleyelim. O farazî şahıs dünyamızı terk etsin ve her tarafın yemyeşil olduğu, ağaçların meyvelerle dolduğu bir sırada aynı bahçeye
tekrar gelsin. Zannederim, dostumuz ilk önce gözlerine inanamayacak,
neye uğradığını şaşıracak ve hayretler içinde kalacaktır.
Ağaçların birinden kopardığımız bir meyveyi kendisine uzatarak, ‘Bu
cismin meydana gelişini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda,
önce meyveyi dikkatle süzecek, sonra çeşitli ihtimaller sıralayacaktır.
Herhalde en fazla üzerinde duracağı şık, ‘meyvelerin bir başka yerden
getirilip bu dallara yapıştırıldığı’ olacaktır. Kimbilir, belki de konuşmasını bir nükteyle noktalamak isteyecek ve ‘elbette bu yollardan birisiyle oldular, ağacın içinden çıkmadılar ya!’ diyecektir. Biz bu nükteye acı
bir tebessümle karşılık verecek ve kendisini yolcu edeceğiz.
Bir de aksini düşünelim. Bir başka misafirimiz de yaz ortasında dünyamıza gelmiş olsun. Bir müddet kaldıktan sonra ayrılsın ve her tarafın
karla kaplı olduğu bir kış günü geri dönsün. Kendisine karları göstererek, ‘bunların meydana gelişlerini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda, herhalde önce yerden bir avuç kar alacak, bir süre ovduktan
sonra, büyük bir ihtimalle, bize şu cevabı verecektir: “Bunları başka bir
memleketten getirip yerlere sermişsiniz!...”Belki de sözlerini, ‘herhalde bunlar gökten inmediler’, diye bağlayacaktır.
Şimdi biz misafirlerimizi bırakıp kendimize dönelim ve iyice bir düşünelim. Gerçekten de, en uzak ihtimal, meyvelerin dallarda bitmesi, yağmur ve karın gökten inmesi değil mi? Ama gel gör ki, bu mûcizeler diyarında bizi kuşatan diğer hâdiseler gibi bunları da ülfetle geçiştiriyoruz.
Nice kışlar geçirmiş, nice baharlara erişmiş kimseler olarak, ne meyveyi, ne yağmuru, ne de karı hakkıyla tefekkür edebiliyoruz. Meyve
ve kar... Bu kâinat tablosunda ülfetle geçiştirdiğimiz nice varlıktan iki
misal...
Kur’an-ı Kerim, semâvat ve arzın yaratılışından insanın ana rahminde
geçirdiği devrelere; arının ilhama mazhariyetinden devenin yaratılış
keyfiyetine; Güneş’in lâmbalık vazifesinden arzın beşiklik yapmasına,
gece ve gündüzün birbiri içine girmesinden insanın uyutulup uyandırılmasına kadar her olay ve her mesele üzerinden ülfet perdesini kaldırmış ve bu kudret mûcizelerini önemle gözler önüne sermiştir.
Kâinat kitabını okumadan yaşayan, ihtiyaçlarının peşinde durmadan
koşan, hırs ile kazanıp gafletle tüketen, yorgunca yatıp sersemce uyanan, aceleyle yiyip süratle işine koşan ve yeni bir günü daha tüketmeye
başlayan insanoğlu, ülfet perdesini yırtabilmek için Kur’an’ın irşadına
ne kadar da muhtaç! Öyle değil mi?
www.kunfeyekun.org
27
Sosyoloji
D eğer
Haziran 2014
SUÇLUNUN ISLAHINA YÖNELİK DÜŞÜNCELER
Kişilerin ıslahı yönünde çalışanların meselenin insancıl, vicdani ve güzel yönüyle ilgilenmeleri temsilde ve rol modelde bu yönü yansıtmaları oldukça önemlidir. Suça bulaşmış yahut
sürüklenmiş kişilerin ıslahı girişimlerinde hilm-ü silm, mülayemet, merhamet ve müsamaha
eksenli bir temsil ve rol model istendik düzeyde ilerleme kaydedecektir.
S
Bayram Hergül*
uçun, literatürde birçok tanımı
olsa da “toplumsal normlardan
sapma” ifadesi zihinde kalacak
bir tanımlama olacaktır. Suçun diğer
teferruatlı tanımlamalarını ilgili bilim dallarına havale ederken, suçun
insanın varlığının da bir telazumu
olduğunu, birinin varlığının diğerinin de varlığını mecbur kıldığı görülmektedir. Nitekim insanın beşeri
yaşamında “tek” yaşayamaması,
diğer insanların da varlığına ihtiyaç
duyması, sürekli çevresiyle iletişim
kurması her zaman istendik şekilde sonuçlanamamaktadır. Kişilerin
olaylar karşısında sergiledikleri dürtüsel davranışları, iletişim kurduğu
kişilere karşı farkında olmadığı empati eksikliği, tahammülsüzlük, öfkesine yenilme birçok suçun ortaya
28
çıkma nedenleri olarak sayılabilir.
Bir insanın suça yönelmesinde,
yaratılış ve yapısının, duygu ve düşüncelerinin, irade ve tercihlerinin
etkisi söz konusudur. Sapmanın faili
olan insanın ise zayıf tabiatlı, aceleci, kıskanç ve bencil, hırslı, sabırsız,
değer bilmez, istek ve arzularına
iştiyakla tabi olması suçun işlenmesinde etki eden önemli hususlardır.
Ne yazık ki insanoğlunun işlediği ilk
suçun cinayet ve kardeş katli, suçun
sebebinin ise kıskançlık olması oldukça düşündürücüdür.
Suçun etkileri irdelendiğinde ise;
birçok sonucun ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bunlar arasında
suçun psikolojik, duygusal, toplumsal sonuçları bulunmaktadır. Suçun
psikolojik sonuçlarına bakıldığında;
kişinin özgür iradesiyle ortaya koymuş olduğu davranış kendi fıtratında
bir zıtlaşmadır. Sapma olarak nitelenen bu davranış kişide bir iç çöküntü
ve aykırılık oluşturmaktadır. Suçun
kişideki duygusal sonucu ise kişiyi
vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara
bırakacağıdır. Ayrıca suç, kişinin yetenek ve becerileri, insani duygularını söndürmekle beraber, duygusal
manada kalbini çepeçevre saran, sürekli gel-gitler oluşturan bir durumdur. Evde ebeveyn, işyerinde meslek
erbabı, sokakta vatandaş, mahallede
ise komşu rollerini sergileyen kişi
sapma davranışlarıyla en yakınındakilere rol model, diğer kitlere ise
kötü örnek olduğundan suç kişileri
etkilediği kadar içinde yaşadığı içtimai yapıyı da olumsuz etkilemektedir.
Suç, insanın varlığı kadar kesin
bir hakikat ise suçu işleyene karşı
ıslah mebdedesinde nasıl bir yakla-
Haziran 2014
şım sergilenecektir? Toplum tarafından dışlanan, hor görülen vicdanen
de kabul görmeyen suçlular kendi
kaderlerine mi terk edilecek yahut
meseleyi sahiplenme adına bu kişileri topluma kazandırma sancısı mı
çekilecektir?
Bataklığa saplanmış birini kurtarma derdi var ise bataklıktaki muhatabın bulunduğu ortamın fenalığını
ve rahatsız ediciliğini görmesi, hissetmesi sağlanmalıdır. Elinin tersiyle
itmek bataklıktakini daha da derinlere batıracağı gibi kişiyi hor görmek
yahut görmezlikten gelinerek, elbet
bir şekilde çıkacaktır ümidini beslemek de gafilane bir davranış olacaktır. Karanlığa mahkûm olmuş,
zifiri ruhlu birine ne kadar karanlıkta
olduğundan bahsetmek bazen ters
tepeceği gibi sadece ışıkla ona yaklaşmak muhatabın kabulünü sağlayacaktır.
Ayrıca kişideki fena cibilliyet ve
karakteri iyiye yönlendirmek, de-
D eğer
ğiştirmekten daha anlamlı olacaktır.
Haset etme, düşmanlık besleme, öfkelenme, inat etme gibi hükmedici
ve faillerin de kesin reddiyle sonuçlanacak yaklaşımlar kişilerin cibilliyetlerini değiştirme gibi imkânsız bir
teklif olacaktır. Bütün bu istidatları
güzel ve faydalı işlere yönlendirme
ancak kişilerde makes bulacaktır.
Kişilerin ıslahı yönünde çalışanların meselenin insancıl, vicdani ve
güzel yönüyle ilgilenmeleri temsilde
ve rol modelde bu yönü yansıtmaları oldukça önemlidir. Suça bulaşmış
yahut sürüklenmiş kişilerin ıslahı girişimlerinde hilm ü silm, mülayemet,
merhamet ve müsamaha eksenli bir
temsil ve rol model istendik düzeyde
ilerleme kaydedecektir. Kasdedilen
bu temsili durum zaafiyet ve bazı durumların görmezden gelinmesi değil,
meseleye yaşatma ve vazgeçirme ülküsüyle bakmaktır.
Islah edici vazifesine sahip her
kişi muhatapları celp etme, yumu-
şatma ve düşündürme, her meseleyi
empatiyle değerlendirip karşısındakini anlamaya çalışma, en kötü habis kalplerin dahi kapılarını açacaktır. İstenilen düzeyde bir sonucun
çıkmaması durumunda dahi, ıslah
edicilerin sergilenmiş olan muhatapları celp etme, yumuşatma ve düşündürme, empatiyle değerlendirip
karşısındakini anlamaya çalışma en
azından herkesi insaf zeminine çekecek ve sonra kişilere söylenmek
istenilenleri dile getirecek bir ortam
oluşturacaktır. Bu suretle kişilerin ufuklarını açmış hem de kişileri
kendilerine karşı insaflı davranmaya
sevk etmiş olunacaktır. Islah ediciler
fevkalade narin, şefkatli hep mütevazi, herkesi kucaklamaya hazır bir
insan olmalıdır. Meseleye farklı zaviyelerden bakmak; farklı menfezler
açacaktır elbette.
* Denetimli Serbestlik Uzmanı
Mersin Denetimli Serbestlik Müdürlüğü
29
Edebiyat
D eğer
Haziran 2014
Hat sanatının incelikleri
Birbirlerine İslam tarihinde, en değerli Kuran-ı Kerim örnekleri, Osmanlı
Devleti’nde yetişen yetenekli hattatların ellerinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu çalışmaların ev sahipliğini de başkent İstanbul yapmıştır. Hat derslerinin medreselerde
zorunlu hale getirilmesi ve 1915 yılına gelindiğinde “Medresetü’lHattatin”in açılması bize hat sanatına nasıl bir değer verildiğini göstermesi açısından önemlidir.
H
Hikmet Akyol
at sanatı, en kısa tanımıyla güzel yazı sanatıdır. Harfler farklı
öğelerle bir araya getirilip, estetik formlarda sunulur. Genellikle
dekoratif amaçlarla kullanılan Hat sanatının diğer adı Yunanca
kaligrafi ve Arapçada hüsnühattır. Her iki kelime de güzel ve yazı kelimelerinin birleştirilmesinden oluşturulmuştur.
Sanatın her alanında olduğu gibi Hat sanatındada tek bir formun
varlığından söz edilemez. Sanatkârların araştırmaları sonucu farklı yazı
stilleri meydana çıkmıştır. Bizler bu farklı türleri “sitte” adı ile biliyoruz.
Özellikle sanatın doğduğu yıllardaki arayışların sonuçları olarak ortaya çıkan bu türler Tevki, Nesih, Rika, Reyhanî, Sülüs ve Kufi adlarını
almıştır. Bu 6 türden Kufi köşeli bir forma sahipken diğerleri yuvarlak
formlara sahiptir.
Arapça harflerin form olarak birden
farklı şekilde yazılabilmesi ve kendiliğinden
üretimler için inanılmaz güzel bir zemin hazırlaması Hat sanatçılarının çalışma alanını
da genişletmiştir. Bu esneklik onlara, soyut
resme dek varan çalışmalar yapabilmeyi sağlamıştır.
İslam tarihinde, en değerli Kuran-ı Kerim örnekleri, Osmanlı Devleti’nde yetişen
yetenekli hattatların ellerinden çıkmıştır.
Kuşkusuz bu çalışmaların ev sahipliğini de
başkent İstanbul yapmıştır. Sıbyan mekteplerinde çocuklara diğer derslerin yanında hat
eğitimi de verilmiştir. Hat derslerinin medreselerde zorunlu hale getirilmesi ve 1915
yılına gelindiğinde “Medresetü’lHattatin”in
açılması bize hat sanatına nasıl bir değer
verildiğini göstermesi açısından önemlidir.
Zaten bu dönemlerden günümüze ulaşan hat
çalışmalarına baktığımızda dönemin hattatlarının sahip olduğu yetenek, zarafet ve deneyim göz kamaştırmaktadır.
Hat kelime manası olarak, yazı ve çizgi manalarını taşımaktadır. Biraz daha ayrıntılı açıklayacak olursak: Belirlenmiş olan estetik kurallara
bağlı kalarak yazı yazma sanatı olarak ta açıklanabilir.Hat kelimesinin
yanına sanatta eklenince yani hat sanatı denilince de güzel Yyazı anlamına gelmektedir. Bir nevi görsel sanat türü olarak ta tanımlayabiliriz.
Hat sanatının asıl ismi ya da ilk isminin hüsn-i hat olduğunu da söyleyebiliriz. Batı kültüründe bizim hat sanatının karşılığı da kaligrafi olarak
adlandırılmaktadır. Batı kültürü kaligrafiye bizim kadar yani İslam toplumu kadar önem vermemektedir. İslam topluluğunda nüfusun tamamı
30
tarafından beğeni ile takip edilen Hat sanatı, bu sanatı icra eden veya
etmeyen herkes tarafından büyük ilgi ile izlenmektedir. Hat sanatını
gerçekleştiren ustalar eserlerinde ruhlarının yansımasını resmederler.
İçlerinden gelen güzellikleri, duyguları, düşünceleri kalem ile kâğıtta
bir araya getirirler.
Dünya sanatında gâyet mühim bir yeri olan hat sanatı, gelmiş geçmiş bütün sanatçıların ilgisini çekmiştir. Öyle ki bu gün eserleri karşısında bütün dünyanın hayretler içinde kaldığı Picasso bile gördüğü
usta işi bir hat şâheseri karşısında, “İşte gerçek resim bu!” demekten
kendini alamamıştır.
Neden Arap Alfabesi?
Bugün, bütün dünya sanatçıları estetik değeri en yüksek alfabenin Arap alfabesi olduğu konusunda hemfikirdir. Çünkü bu yazı sisteminde harflerin
çoğu, kelimenin başına, ortasına ve sonuna
gelişlerine göre değişikliklere uğrar. İşte bu
değişikliklerin kazandırdığı kıvraklık, Arap
alfabesine sınırsız bir kompozisyon imkânı
sağlar. Harflerinin birbirleriyle birleşirken
kazandıkları görüntü zenginliği bu alfabeye, sanatta aranılan yenilik ve sonsuzluk kapısını her zaman açık tutmuştur. İstanbul ve
Hat sanatı için çok güzel bir cümle kullanılmaktadır bu cümleyi sizlerle de paylaşmak
istiyorum Kuran-ı Kerim Hicaz’da nazil
oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.
Hat Sanatı ve tarihi hakkında vermiş
olduğum bilgilerden sonra Hat sanatın icra
edilirken kullanılan malzemelerden bahsetmek istiyorum. Yazı takımı, kalemler,
kalem traşlar, aherli kâğıt, mürekkep, maktalar, likaa, hokka-kalemdan-divit, mühre,
hokka takımı, makas ve son olarak ta, ucu
açılmış celi kalem şeklinde sıralayabiliriz.Çok uzun yıllar önce kullanılmaya başlayan bu yazı sanatı günümüzde de insanların ilgi ve alakasını çekmeye devam etmektedir. İnsanların bu sanata türüne ilgisi
birçok resmi ve özel kurum tarafından, kurslar açılmasını sağlamıştır.
Hat sanatında kullanılan bazı terimler ise şöyledir;
İcâzet: Hocası tarafından yeterli görülen öğrenciye yazdığı levhaların altına ismini yazabileceğine dair verilen izin.
Ketebe Kaydı: Hat eserlerinin sonuna konulan hattat imzası.
Terkip: Hat sanatında harf ve kelimelerin ahenkli bir şekilde bir araya
getirilmesi.
www.bilgiustam.com
Haziran 2014
D eğer
Deyimler
Ağzından baklayı çıkarmak..
T
ürkçede bakla ile alâkalı
iki deyim vardır. Her
ikisinde de illiyet,
kurutulmuş baklanın zor
ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir.
Kurutulmuş baklanın
ağza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun
bir süreyi ilzam eder.
Sır saklama ve dilini
tutma konusunda kendisine itimat edilemeyen kişiler için “Ağzında
bakla ıslanmaz” deyiminin
kullanılması bu yüzdendir. Yani
duyduğu bir sırrı hemen başkasına
anlatır demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı
müddet kadar olsun beklemez demeye gelir.Baklayla
ilgili diğer deyim, baklayı ağzından çıkarmaktır. Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait
olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında “Çıkar
ağzından (dilinin altından) baklayı” demesine işarettir.
Deyimin hikâyesi şöyle:
Vaktiyle, çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla, kendisine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve
durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş.
Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek
olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
— Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına,
diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla
diline takılacak, sen de küfretme isteğini hatırlayıp o
anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa,cebinden
çıkardığın yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.
Adamcık, şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye
başlar. Bu arada şeyh efendi
de bir yere gidince, onu yanından
ayırmamaktadır.
Yağmurlu bir günde şeyh
ile derviş bir sokaktan
geçerlerken bir evin
penceresi hızla açılır ve
gençten bir kız çocuğu
başını uzatarak,
— Şeyh efendi, biraz
durur musun, deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi
söyleneni yapar, illa yağmur
sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik
niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin
kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden
ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede
görünür ve
— Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden “La havle” çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha
beklemeyi göze alır. O sırada, küfürbaz derviş kendi
kendine söylenmeye başlamıştır.
Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler
de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere
üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
— Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
— İyi de evlâdım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
— Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya
yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir
kavuklunun tepesine bakılırsa, piliçler de tepeli olur,
horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
— Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!..
Kaynak: İki Dirhem Bir Çekirdek, İskender Pala
31
D eğer
Sağlık
Haziran 2014
Çağın rahatsızlığı
Boyun fıtığı
B
oyun fıtığından muzdarip olanlar en çok kollarda uyuşma,
ağrı ve güç kaybından şikayet ediyor. Aslında uzmanlara
göre boyun fıtığının belirtileri fıtığın oluştuğu yere ve hastalığın süresine göre değişiklik gösteriyor. Henüz fıtık oluşan
bir hastanın şikayetiyle fıtığın ilerlediği bir hastanın şikayeti
çoğunlukla farklı oluyor.
Esra Mert
U
zm. Dr. Nuran Gün, boyun fıtığını “boyun omurları arasında yer alan
disk adlı yapının, omurların oluşturduğu omurga içinde bulunan sinirlere bası yapması durumu” olarak tanımlıyor ve hastalığın oluşma
sürecini şöyle anlatıyor: “Disk adı verilen yapıyı saran ve fıtık oluşmasına engel olan bazı yapılar vardır. Bu yapıların zaman içinde bir takım sebeplerle yıpranması ve ardından yırtılması dolayısıyla disk bu yırtıklardan omuriliğe ya da
sinir köküne ulaşarak bası uygular. Bunun sonucunda da boyun fıtığı oluşur.”
Diski saran bu yapıların yıpranmasına ve yırtılmasına neden olan bir çok
etken var. Bu etkenler şöyle sıralanıyor:
•Travmalar
• Trafik kazaları
• Boynun yanlış duruş ve hareketleri
• Yaşlanma ile gelişen dejenerasyon-yıpranmalar
• Boyundaki yapıların kireçlenmeleri
• Stres, gerginlik, boyun kaslarındaki zayıflık
• Masa başında çok fazla zaman geçirmeye neden
olan meslekler ve bu meslek sahiplerinin yanlış duruşları
• Ağır yük taşımayı gerektiren meslekler
• İltihaplı romatizmal hastalıklar
KOLUNUZDA AĞRI, UYUŞMA VARSA…
Boyun fıtığından muzdarip olanlar en çok kollarda
uyuşma, ağrı ve güç kaybından şikayet ediyor. Aslında
uzmanlara göre boyun fıtığının belirtileri fıtığın oluştuğu yere ve hastalığın süresine göre değişiklik gösteriyor.
Henüz fıtık oluşan bir hastanın şikayetiyle fıtığın ilerlediği bir hastanın şikayeti çoğunlukla farklı oluyor.
BU BELİRTİLERE DİKKAT!
Disk yapısının sinirlere bası uygulaması sonucu
en sık yaşanan belirti boyunda ve kolda ağrı, uyuşma,
zaman zaman güç kaybı ve hissizlik olarak biliniyor.
Bunların dışında da hastalığın habercisi sayılabilecek
bazı şikayetler mevcut. Uzmanlar bu şikayetleri fıtığın
oluştuğu bölgede ağrı, boyunda tutulma, baş ağrısı, boynun hareketi esnasında artan ağrı, baş dönmesi ve kulak
çınlaması olarak sıralıyor.
32
HER AĞRI BOYUN FITIĞI OLMAYABİLİR
Elbette bu ağrılar, baş dönmesi ya da diğer belirtiler boyun fıtığından
kaynaklanmayan durumlarda da oluyor. Bu belirtiler boyun fıtığının habercisi olabileceği gibi farklı bir hastalıktan da kaynaklanabiliyor. Uzmanlara göre
boyun fıtığı ile karıştırılması muhtemel hastalıklardan bazıları şöyle: Kas ağrıları, kireçlenmeler, romatizma, yumuşak doku rahatsızlıkları, iç organlara
bağlı rahatsızlıklar, çeşitli kemik hastalıkları ve kalp rahatsızlıkları. Yaşanan
şikayetlerin kaynağının bulunması ve tedavinin ona göre planlanması için bu
belirtileri yaşayan kişilerin mutlaka gerekli tetkikleri yaptırmaları gerekiyor.
ERKEN TEŞHİS BOYUN FITIĞINDA DA ÖNEMLİ
Bütün hastalıklarda olduğu gibi boyun fıtığında da
erken teşhis büyük önem taşıyor. Zira hastanın başta yaşadığı şikayetler hafif derecede iken, tedavi edilmeyen
ileri olgularda şikayetlerin sıklığı da, çeşitliliği de, şiddeti de artıyor. Öyle ki hafif boyun ya da kol ağrısı şikayetiyle başlayan durumlarda hastalık basit yöntemlerle
iyileştirilebilecekken, tedavi edilmediği takdirde omurilikteki baskının artmasıyla bacaklarda güç kaybı ve
idrar kaçırmaya kadar giden tehlikeli boyutlara ulaşıyor.
NASIL TEDAVİ EDİLİYOR?
Uzm. Dr. Nuran Gün, boyun fıtığını tedavi etmede
çok çeşitli yöntemler kullanıldığını ifade ediyor. Yanlış
duruştan kaynaklı boyun fıtığında tedavi şekli olarak
duruş bozukluğunun giderilmesi sağlanıyor. Bunun
dışında hastalığın seyir ve şiddetine göre uygun olan
tedavi yöntemi seçiliyor. Hastalık henüz başlarda teşhis
edilmişse istirahat, ilaç tedavisi, boyunluk kullanımı,
egzersiz gibi yöntemler tercih ediliyor. Uzm. Dr. Nuran Gün, bunların fayda sağlamadığı durumlarda fizik
tedavi, lokal enjeksiyonlar, kuru iğneleme, akupunktur,
manipülasyon, mobilizasyon teknikleri, algolojik girişimler ve cerrahi yöntemler gibi seçeneklerden uygun
olanının tercih edileceğini belirtiyor.
Çok az sayıda olgu için cerrahi tedavi gerekiyor.
Diğer tedavilere cevap vermeyen, tedavi sırasında ya da
sonrasında nörolojik durumu olumsuz yönde seyreden
hastalar cerrahi tedaviye aday olarak kabul ediliyor.
Haziran 2014
D eğer
Edebiyat
Bir Hikaye...
Hayatımızdaki
BÜYÜK TAŞLAR
Mehmet Nuri Kaynar
Üniversitede bir gün, profesör sınıfa girer ve kürsünün
altından bir kavanoz çıkarır. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında kavanozu masanın üzerine koyar. Profesör,
kavanozu yanında getirdiği kaya parçalarıyla doldurur ve
sınıfa dönüp sorar:
- Bu kavanoz dolu mu?
Öğrenciler:
- Evet, dolu, derler.
Profesör bu kez küçük çakıl taşlarını ve mıcırları kavanozun içine döker.Kavanoz ağzına kadar kaya parçalarıyla
ve çakıl taşlarıyla dolmuştur.
Profesör bir kez daha sınıf döner ve sorar:
- Bu sefer doldu mu?
Öğrenciler, bir kez daha:
- Doldu, derler:
Sınıfına gülerek bakan profesör bu kez ince kumları
dikkatlice kavanozun içine boşaltır. Kum taneleri kaya parçalarının ve çakıl taşlarının arasından kayarak aralara dolar. Profesör bir kez daha sınıfa dönerek:
- Bu sefer doldu mu? diye sorar.
Öğrenciler, bu kez kavanozun gerçekten dolduğunu
düşünerek:
- Evet, doldu, derler.
Profesör son olarak bir bardak suyu alır ve kavanozun
içine boşaltır.
Su boşlukların arasından sızarak kavanozdaki boşlukları doldurur.
Profesör öğrencilerine dönerek:
- Bu gördükleriniz size ne anlatıyor? diye sorar ve
öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında
devam eder:
- Hayatta büyük taşlarınızın neler olduğuna karar
vermelisiniz. Önce küçük taşları, suyu, kumu bu kavanoza koysaydım; kaya parçalarına yer kalmazdı. Öncelikle büyük taşları koydum, diğerleri zaten kendi yollarını
buldu.
Hayatımızdaki büyük taşlar nedir? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, hayalleriniz, sağlığınız,
eğitiminiz vs. büyük taşlarınız bunlardan biri, belki bir
kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün sizin büyük taşlarınız hangileri iyice karar verin.
Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk başta yerleştirmezseniz bir daha asla yer bulamazsınız...
Farkında Olmalı İnsan...
Kendisinin, sahip olduklarının ve kıymetini bilemediklerinin. Hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.
Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O da Bugündür. Bugün bize Allah’ın bahşetmiş olduğu bir gündür ve
bugün belki de... Hiç birimiz yarınımızı garanti edemiyoruz değil mi? Öyleyse büyük taşlarımıza öncelik verelim.
Ailemize, çocuklarımıza zaman ayıralım onlarla konuşalım, ortak zamanlar oluşturalım.
Kaynak: www.ogretmenhatti.com
33
Edebiyat
D eğer
Haziran 2014
FUZÛLÎ
16. yüzyıl Divan şiirinin, Türk Edebiyatı’nın tartışmasız en büyük şairidir. Divan şiirinin bütün kurallarını, söz sanatlarını büyük ustalıkla ortaya koymuştur. Şiirlerini Azeri şivesi ile
söyleyen şair derin hassasiyeti ile gazellerine diğer şiirlerinde bulunmayan bir özellik verir.
Kuvvetli bir lirizme sahip olan şair, tasavvufi hayatla da yakından ilgilidir.
A
raştırmalara göre büyük Türk şairi Fuzuli, hem Safeviler, hem de
Osmanlıların egemenlikleri devrinde Irak’ta yaşamıştır. Asıl adı
Mehmet’tir. Şair, dünyaya ehemmiyet vermeyen, Allah’ın büyüklüğü karşısında ne kadar küçük olduğunu bilen bir kişi olarak Fuzuli mahlasını
kullanmıştır.
16. yüzyıl Divan şiirinin , Türk Edebiyatı’nın tartışmasız en büyük şairidir.Divan şiirinin bütün kurallarını, söz sanatlarını büyük ustalıkla ortaya
koymuştur. Şiirlerini Azeri şivesi ile söyleyen şair derin hassasiyeti ile gazellerine diğer şairlerinde bulunmayan bir özellik verir. Kuvvetli bir lirizme
sahip olan şair, tasavvufi hayatla da yakından ilgilidir. Dert, elem, hüzün,
bağlılık, samimilik gibi vasıflarla tezahür eden aşktan hiç bir zaman kurtulmayı istemez.
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib” diyen Fuzuli, bir başka
şiirinde;
Aşk derdinin devası kabil-i derman değil
Terk-i can derler bu derdin muteber dermanına
diyerek sevgiliye kavuşmak gibi bir derdinin olmadığını belirtir.
34
O, aşka aşıktır.
Bende Mecnun’dan füzunaşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık menem Mecnun’un ancak adı var
diyerek gerçek Mecnun’un kendisi olduğunu vurgular.
Fuzuli, eşsiz sanatı ve yüksek şahsiyeti ile çağdaşları üzerinde olduğu
gibi , kendisinden sonra gelen hemen bütün Türk şairleri üzerinde de tesir
icra etmiş en büyük şairimizdir.
Fuzuli’nin hayatı çok iyi bilinmemekle beraber bir çok yazarlardan
bu çok bilgili ve derin şairin yoksulluk içinde yaşadığı anlaşılmaktadır.
Fuzuli’nin hayatındaki yoksulluğu ve bunun şairin ruhundaki acı izlerini ortaya koyan eseri “Şikayetname”sidir.
Padişah fermanıyla Fuzuli’ye vakıfların gelirinden dokuz akçelik bir
maaş bağlanır. Fakat vakıf görevlileri bu parayı şaire ödemezler. Fuzuli,
elindeki padişah emriyle vakıf yöneticilerini yanına çıkar. Görür ki herkes
kendi derdinde. Ortalık karma karışık. Kimse şairle ilgilenmez. Şair durumu
“Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar / Karırı gösterdim, yararsızdur deyu bakmadılar” diyerek ifade eder.
Haziran 2014
D eğer
Herkesin kaşları çatık, yüzleri asıktır. Vakfın hiç parası olmadığını ancak, gelir artığı olunca kendisine ödeme yapılacağını söylerler. Bu da hiç
olmamıştır. Çünkü artan geliri kendileri kullanırlar. Şair, bunun doğru olmadığını, haram olduğunu söylese de kimseye anlatamaz. Düzenin bozukluğu, insanların ahlaksızlığı, kütü gidiş karşısında büyük umutsuzluğa düşer.
Eserlerinden iyi bir eğitim gördüğü, İslami ilimler, İran edebiyatı ve
tasavvufla ilgilendiği anlaşılır. “Sıhhat-ı Maraz” isim eseri, tıp bilimiyle ilgilendiğini gösterir. Farsça Divan’ının girişinde, “Fuzûlî” mahlasını, şiirlerinin
diğer şairlerin şiirleriyle karışmaması için aldığını anlatır. “İşe yaramaz” “gereksiz” gibi anlamları olan “fuzûlî” sözcüğünü başka şairlerin kullanmayacağını düşündü. Ama “fuzûlî”nin bir diğer anlamı “erdem”dir.
Türkçe, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini öğrendi. Şii mezhebine bağlıydı. Bütün yaşamını Kerbela’da geçirdi. Bağdat, Hille yörelerini gezdi. Şiirlerinin çoğunda tasavvuf konusunu işledi. Hazreti Ali’nin erdemli, olgun
kişiliğiyle, bütün halifelerden ve peygamber yakınlarından üstün olduğunu
anlattı. Döneminin geleneklerine bağlı kalarak Kanuni Sultan Süleyman,
Rüstem, Mehmet paşalar ile İbrahim Bey, Cafer Bey gibi dönemin büyüklerine de övgüler yazdı.
Şiirin temelinin ilim, özünün sevgi olduğuna inandı. Şiiri bütünlüğe
kavuşturan sevginin yanındaki ikinci öğe ise sevgiliden ayrı kalışın verdiği üzüntüdür. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünür hale gelen
Tanrı ise tek amaçtır. Fuzûlî’ye göre gerçek varlık Tanrı’dır. Bütün nesneler
ve onları kuşatan evren, Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Varlık türlerinin en
olgunu olan insan da Tanrı’nın gören gözü, işiten kulağı, konuşan dilidir.
Doğruluk, iyilik ve erdem ahlakı oluşturur. Ahlaksızlık, iki yüzlülük, baskıcılık
ve cehalettir. Erdem için doğruluğa, Kur’an’ın özüne bağlı kalmak gerekir.
Oruç, namaz, zekat gösteriş için değil, insanın özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Şiir, düşünce ve duyguları sergilemeye, insanı
tanımlamaya yarayan bir sanattır. Şiir bir yaratma öğesi olan anlamlı ve
özlü sözlerden kurulur. Fuzûlî’nin şiirinde halk dilinde kullanılan sözcüklere, deyimler ve atasözlerine de rastlanır. Hadislerden ve Kur’an’dan sıkça
alıntı yapar.
Divan şiirinin bütün ölçü ve kalıplarını kullanır. Ama düşüncelerini akıcı
bir söyleyişle asıl gazellerinde dile getirir. Düzyazıda da “Hadikatü’s-Süeda”
(Saadete ermişlerin bahçesi) eseriyle dinsel lirizmin en güzel örneklerini
verdi. Mesnevi tarzında yazdığı “Leyla vü Mecnun” Osmanlı edebiyatının
baş eserleri arasında yer alır.
ESERLERİ:
Hadikatü’s-Süeda (1837, Kerbela olayını anlatan düzyazı)
Türkçe Divan (1838, 1958)
Sıhhat u Maraz (1940, tıp bilgileri)
Enis’ül-Kalb (1944)
Fuzûlî’nin Mektupları (1948)
Terceme-i Hadis-i Erbain (1951)
Leyla vü Mecnun (3 bin 96 beyitlik mesnevi)
Rind ü Zahid (1956)
Beng ü Bade (1956, 444 beyitlik Türkçe mesnevi)
Kaynak: www.diledebiyat.net
GAZEL
Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan
Niçin kılmaz banâ derman benî bîmâr sanmaz mı
Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bîvefâ bilmen inânır mı inanmaz mı
Şeb-î hicran yanar cânımtöker kan çeşm-i giryânım
Uyârır halkı efganım karâ bahtım uyanmaz mı
Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû
Habîbim fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı
Değildim ben sanâmâil sen etdin aklımı zâil
Bana ta’n eyleyen gafil senî görgeç utanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
35
Kişisel Gelişim
D eğer
Haziran 2014
İnsan
dediğin
SIR’
DIR
Hayatta ne olmak istediğimize karar vermeden önce; ne olduğumuza ve potansiyelimize bakmalıyız. Yani, ancak böyle bir durum tespitini yaptıktan
sonra kişisel gelişim planlarımızı hayata geçirmeye başlamalıyız.
Sevgili dostlar! Kişiler arası ilişkilerinizde önyargılı ol­mamanız
gerektiğine, böylece kendinizle ve çevrenizle barı­şık olup yaşamınızın inceliklerine çok daha rahat odaklanabileceğinize de bu vesileyle değinmek istiyorum. Çünkü ön­yargılı ve kötümser olma, zânna
göre hareket etmek çoğu kez yanıltıcıdır. Unutmayınız ki, başkalarına karşı acımasız­ca önyargılı davrananlar, kendilerine karşı da
acımasızca ve önyargılı davranırlar.
Bu nedenle sırası geldiğinde iyiliklerimizi gizleyebilmeli, karşılıksız iyilikler yapabilmeli, riyakârlıktan mutlaka ka­çınmalı, başkalarına önyargılı davranmaktan imtina etmeli ve her ne olursa olsun
herkesin iyi yönlerini görerek kendi kişisel saydamlığımızı yakalayabilmeliyiz.
Çünkü kişisel saydamlık veya özgünlük, tam anlamıyla doğal olmak, spontane (içsel doğallıkla) davranmak, maskele­rimize ihtiyaç
duymamak, kendimize karşı dürüst olmak ve en önemlisi de istikrar
ve istikâmet abidesi olabilmektir.
Bu konu hakkında, tarihimizin derûnunda yaşanan, efsunlu mu
efsunlu bir hikâyemiz var. Dilerseniz bu hikâyemizi okuyarak ve
olayların içersindeki temadan gerekli dersleri çıkararak kendi
kişisel bütünlüğümüzü ya da sahiciliğimizi (otantisitemizi) tekrar
yakalamaya çalışalım. İşte hikâyemiz...
Padişahın İşi Ne? Sûfîlerin ve halkımızın dilinde dolaşan bir
menkıbeye göre, Sultan Murad Hân o gün uykusundan gizemli bir
ürperti ile ile uyanır. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söyle­mek
ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü de­seniz hiç
değil. Derhâl Veziriazam Siyavuş Paşa’yi çağırıp emreder:
Tez tebdil—i kıyafet edup, yanıma gel!, der. Paşa da:
Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?, diye
sorar.
Sultan Murad Han:
Akşam garip bir rüya gördüm.
Hayırdır inşallah?..
Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
36
Nasıl yâni?
Hazırlan, dışarı çıkıyoruz!
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ
gördüğü rüyanın teshindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı
adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefâ’ya, Zeyrek’ten aşağılara uzanırlar. Unkapanı civarında solukla­nırlar. Etraflarına daha bir dikkatle bakınırlar. İşte tam o sı­rada yerde yatan bir ceset gözlerine
ilişir. Sorarlar;
— Kimdir bu? Ahâli:
— Aman hocam hiç bulaşma, der. Ayyaşın meyhûşun
biri işte!..
Nerden biliyorsunuz?
Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz! Bunun üzerine bir başkası tafsilata girer;
— Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azap­
lar Çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar... Ancak kazan­
dıklarını içkiye, fuhûşa harcar. Hem her akşam şişe şişe şa­
rap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa onları
da takar peşine evine götürür..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
— İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu
bir cemaatte gören olmuş mu?..
Hâsılı, mahalleli döner arkasını gider. Bizim tebdîl-i kıyafet etmiş mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezîr de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:
— Nereye?
— Bilmem ki!
—Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
—Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz
gidemeyiz, şöyle veya böyle teb’âmızdır. Defini tamamlasak gerek.
— İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz bu vebalden.
— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
— Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
Haziran 2014
D eğer
— Mollalığa devam... Nâaşı kaldırmalıyız en azından.
— Aman efendim, nasıl kaldırırız?
— Basbayağı kaldırırız işte!
— Yapmayın, etmeyin Sultânım! Bunun yıkanması pak­lanması
var. Tekfini, telkini...
— Merak etme ben yaparım. Ama önce bir gasîlhâne bulmalıyız.
— Şurada bir mahalle mescidi var ama...
— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak is­terdin?
— Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azın­dan Fatih Camiî’nden...
— Ayasofya ile Süleymânîye’de devlet erkânı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiî’ni iyi dedin. Hadi yük­
lenelim...
Ve cesedi alarak gelirler camiîye. Vezîr sağa sola koştu­rur,
kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usûlü
erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyân olur, başka bir
güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü günahkârlara
asla benzemez. Hem manâlı bir de te­bessüm okunur dudaklarında.
Pâdişâhın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul Nalıncıyı kefenlerler, tabut koyup ve musalla taşına yatırırlar. Ama
namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezîr sıkıntılı sıkıntılı
yaklaşır.
Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
— Nasıl yâni?..
— Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya ge­tirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri vardır..?
— Doğru, öyle yâ, neyse... Sen başını bekle, ben
mahalleyi bir dolanıp geleyim.
Buyrulduğu gibi vezîr cüzüne, teşbihine döner, Pâdişâh da garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur.
Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hâdiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibi­dir.
— Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuş­
sun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır! Ama gözleri kısılır, hâtıralara dalar belki. Neden
sonra silkinip çıkar hayâl dünyâsından...
— Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bi­zim
efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama
birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi evdeki helaya!..
— Niye?
— Ümmet-i Muhammed içmesin diye tabiî ki...
— Hayret...!
— Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirir­di.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi
benim hanımı dinlemeniz gerek...” diyerek çeker gider, ben de
menkîbeler anlatırdım onlara.. Mızraklı İlmihâl, Hüccet-i İslâm
okurdum o kadınlara...
— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki...
— Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak
mescîdlere giderdi. Öyle bir imâmın arkasında durmalı ki, ‘Tekbîr
alırken Kabe’yi görmeli’, derdi...
— Öyle imâm kaç tane kaldı şimdi?
— İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a giderdi. Kutb’l
Hamzavî ‘Idris—i Muhtefî’ derler namına. O ulu zattan baş­ka
kimsenin arkasında namaza durmazdı... Hattâ bir gün;
— Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama
komşular kötü belleyecek seni. İnan cenazen ortada ka­lacak...
— Doğru, öyle yâ?..
— Ama O, kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi
kazdı bahçeye. Vâkıâ, ben de üsteledim. İş mezarla bitiyor mu,
dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın, dedim...
— Peki o ne dedi?
— Önce uzun uzun güldü, sonra da:
— Allah büyüktür hâtûn, dedi. Hem padişahın işi ne?
İşte sevgili dostlar! Hakk’ın öyle sırlı dostları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de manevî makamlarının farkında bile
değillerdir. Hulûs-u kalp ile bo­yun büker, iyi-kötü tüm insanlara duâ
ederler. Samîmi niyazları ile adetâ zırh olurlar tüm insanlığa... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan duâ, binlerce topun ve tüfeğin yapama­
dığını yapar. Zâlim krallıkları devirir, kaleleri yıkar! İşte Na­lıncı Baba
da o adsız sansız Hakk dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi
Efendi’dir. Sırlı melâmet erleri olan Hamzavî—Melâmîler’dendir.
Bergamalıdır. İdris—i Muhtefî’nin talebelerindendir. 1592 yılında
vefat etmiştir. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görmüştür. Öyle
ki; Pa­dişah, mübareği kendi elleriyle evine defnetmiştir. Kabri üzerine bir kubbe, içine de bir çeşme koydurmuştur. Dahası bir tekke
yaptırarak adını ve yâdını yaşatmıştır. Türbesi Un-kapanı’nda, Cibâli
Tütün Fabrikasının arkasındaki Harabzâde Camiî karşısındadır.
Bu Hikâyeden Çıkarılacak Dersler
• Önyargılarımız seçkin insanları tanımamızı engeller.
• Önemli olan güzel şeyler yaparken, karşılık bekle­meden yapabilmek ve yaptığımız iyilikleri adâbınca gizleye­rek, iyiliklerimizi asla
bir üstünlük enstrümanı hâline getir­memektir.
• Bize karşı yöneltilen eleştirilere ve ön yargılara kulak kabartıp,
erdemli olmaktan asla vazgeçmemeliyiz.
• İyilik yapmak için, üçüncü şahısların övgüsünü al­maya da asla
gerek yoktur.
• Dürüstlüğün ve yardımseverliğin er ya da geç mutlaka değeri
bilinir.
• Özünde eksiklik olan kimse, her şeyi eksik görür.
• Özünde güzellik olan kimse, her şeyde bir güzellik görür.
• Hiç kimseye karşı kötü zân beslememeliyiz. Peşin hükümlü ya
da ön yargılı olmamalıyız.
• İyiliklerimiz için pohpohlanmayı beklememeliyiz. Sâdece “iyi”
olmanın ve de “iyilik yapmanın” onuru ve iç hu­zuru ile yetinebilmeliyiz.
• İyi durumdayken yardım elimizi başkalarına uzatır­sak; düşkün
olduğumuz durumlarda da bu kez hiç umma­dığımız yerden yardım
kapıları bize fasıl fasıl açılıverir.
• Gerçek iyilik, karşılık beklenmeden yapılan iyiliktir.
• İnsanları tanımada veya tanımlamada aceleci ve damgalayıcı
(etiketleyici) davranmamalıyız.
• Şekilci olmamalıyız, şekilcilikten ve derinliksiz de­
ğerlendirmelerden ne olursa olsun kaçınmalıyız.
Kaynak: Mehmet Hakan Alşan (Sûfi Terapi)
37
D eğer
Gezi
MUTLULUK
KAPISI
Haziran 2014
Edirne
Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle
ve özellikle de Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti olma özelliğini en
iyi yansıtan kentimizdir.Tarihinde çeşitli unvanlar hak
etmiştir. Edirne, mutluluk dönemlerinde “Der-i Saadet”
(Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri” dir.
İ
çinden ırmaklar geçen; köprüler, çeşmeler, hamamlar, sebiller şehri
Edirne’ye hiç yolunuz düştü mü? Hastaların su sesiyle tedavi edildiği,
kubbelere akan yağmur sularının tek damlasının dahi ziyan edilmeden
büyük bir sarnıçta toplanıp daha sonra ibadet eden müminler için abdest musluklarına gönderildiği bu su gibi berrak ve temiz şehre gerçekten uğramadınız mı?
Evet, Edirne sadece Selimiye Cami’nden ibaret değildi. Yıkmak
lâzımdı bu algıyı. Bir zamanlar Balkan Savaşı’nın yaşandığı bu topraklar
hakkıyla tanınmalı. Aksi takdirde gücenebilir bizlere Trakya’nın mis gibi
tarih kokan şehri Edirne…
Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle ve özellikle de
Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti
olma özelliğini en iyi yansıtan kentimizdir.
Tarihinde çeşitli unvanlar hak etmiştir. Edime, mutluluk dönemlerinde “Der-i Saadet” (Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri” dir.
II. Murad’dan IV. Mehmet’e kadar zafer kutlamaları, sünnet şenlikleri, II.Mehmet’in evlilik törenleri “İstanbul’u kıskandıracak kadar” olurdu.
Edirne tabii ki her dönemde hatırlarda bir “Der-i Saadet” olarak kalmadı.
Bu “Serhat Şehri” Evliya Çelebi’nin sözleriyle “Bir İslam Duvarı” tarihinde
birçok kez felaketle de tanıştı. En fazlada kuşatma ve işgallerden bunaldı.
Şenlikleriyle “Mutluluk Kapısı” olarak hatırlanan Edirne’nin yanına “Daima bağrı yanık olan Edirne’yi de koymak gerekir.
38
Edirne her zaman kültür olaylarının yoğun yaşandığı bir kent olmuştur. Mimari yenilikler bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat ve süsleme
sanatının en güzel örnekleri burada verilmiş, çok sayıda medresesi yoğun tartışmalara tanık olmuş, tıp tarihine geçen ilk uygulamalar burada
başlamıştır.
Kimliğini asıl Osmanlı döneminde bulan ve imparatorluğun ikinci
kenti olan Edime, kültürel mirasımızın en yoğun hissedildiği bir kenttir.
Haziran 2014
D eğer
1361 yılında I. Murat tarafından fethezak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir
alana yayılmıştır. II. Bayezid’ın 1484-1488’de
dilen ve ebedi Türk yurdu olan Edime, koKimliğini asıl Osmanlı döyaptırdığı külliyenin Mimarı Hayreddin’dir.
numu nedeniyle İstanbul’un alınışına kadar
neminde bulan ve imparaÇok etkileyici bir görünümü olan külliye
Osmanlı Devletinin başkenti olmuştur.
küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtüGöğe yazı yazan kalemler..
torluğun ikinci kenti olan
lüdür.
Tabiatının güzelliği kadar dikkat çekici
Edirne, kültürel mirasımıYapıların en ilginci 20,55 m. çaplı, tek
bir başka hazinesi daha vardır Edirne’nin.
kubbeli, iki minareli anıtsal camidir. Caminin
zın en yoğun hissedildiği
Selimiye Camii. Mimar Sinan, Selimiye’nin
batısında Darüşşifa ve tıp medresesi bulunbirer kalemi andıran minareleriyle gelmiş
bir kenttir. 1361 yılında I.
maktadır. Revaklarla çevrili ön avlunun yangeçmiş en büyük mimarlardan biri olduğunu
Murat tarafından fethelarında ise akıl hastalarının iyileştirildikleri
yazıyordu göklere. Gelmiş geçmiş en büyük
kubbeli hücreler bulunmaktadır.
hattatlardan Hasan Çelebi de Selimiye’nin
dilen ve ebedi Türk yurdu
Ayrıca, Külliyenin göz tedavisi için de
iç duvarlarına nakşettiği ayetleri yazarken
olan Edirne, konumu nede- yine önemli bir merkez olduğu anlatılmaksanatının zirvesine ulaşmıştı. Ulaştığı son
tadır. Külliye bütünüyle, kültür tarihi yönünniyle İstanbul’un alınışına
noktanın sanat hayatının da son anına denk
den önemlidir. Bu bölüm günümüzde Sağlık
geleceğini nereden bilecekti? Kubbenin tam
kadar Osmanlı Devletinin
Müzesi olarak hizmet vermektedir.
ortasına enfes hattıyla ayetler yazarken gözbaşkenti
olmuştur.
Eski (Ulu ) Camii
lerine kaçan kireç tozu ile kör olmuştu bu
Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşunutulmaz yazı ustası. Selimiye Camii’nde
mış
en eski anıtsal yapıdır. 1403’te Emir
her bir detayın ya bir anlamı ya da bir faydası vardır. Üçer şerefeden
oluşan minarelerin toplam şerefe sayısı on ikidir ve bu; caminin adına Süleyman’ca yapımına başlanmış, Çelebi Sultan Mehmet zamanında
yapıldığı Sultan İkinci Selim’in on ikinci Osmanlı padişahı olduğunu işa- 1414’te bitirilmiştir. Mimarı Konya’lı Hacı Alaaddin, kalfası Ömer İbn
retler. İncecik minarelerde her müezzin şerefelere ayrı merdivenlerden İbrahim’dir. Çok kubbeli “Ulu camiler” tipine girer. Mermer kapısı ve iç
birbirlerini görmeden çıkarlar (Müezzinler en yukardaki şerefeye çıkmak kısımdaki dekoratif yazı örnekleri dikkat çekicidir.
Üç Şerefeli Camii
için altıyüz doksan basamak yürümek durumundadır).Gökyüzüne çıkan
1438-1447 arasında, II. Murat’ın yaptırdığı Cami Osmanlı Sanatında
bu üç ince yol sonsuzluğa açılan birer koridor gibidir. Büyük bir heyeerken
ile klasik dönem uslûbu arasında yer alır. Burada, ilk kez uygulanan
canla tırmandığınız sonsuzluk merdivenlerinin sonundaki şerefelerden
bir
planla
karşılaşılmaktadır. 24 m. çapındaki büyük merkezi kubbe, ikiEdirne’yi görmek sizi hiç şaşırtmasın. Çünkü Edirne, yeryüzünün temasi paye, dördü duvar payesi olmak üzere altı dayanağa oturur. Yanlarda
şasına doyum olmayan en güzel şehirlerinden biridir. siz kolayını seçip
daha küçük ikişer kubbe ile örtülü kare bölümler vardır. Yapı, bir yenilik,
Selimiye’nin tam karşısında bulunan Eski Cami’nin minaresine çıkmayı
olarak enine dikdörtgen bir yapıdır. Böylece enine gelişen mekâna ulaşıltercihi ederseniz göreceğiniz manzara yine enfes olacaktır. Eski Caminin
mak istenmiştir. Bu planı Mimar Sinan İstanbul camilerinde daha gelişkubbeleri ve asil duruşuyla Selimiye Camii..
miş biçimiyle uygulamıştır. Ayrıca, Osmanlı Mimarisinde revaklı avlu ilk
Selimiye Camii’nin bir köşesine işlenmiş olan ‘Ters Lâle’ motifine
kez bu camide kullanılmıştır. Avlunun dört köşesine minareler yerleştirilgöre ilginç bir tersliği temsil ediyor. Yazar Mülayim’e göre Sinan’ın onu
miştir. Üç Şerefeli Cami, bu özellikleriyle sonraki camilere öncü
nasıl ve neden oraya koyduğunu anlamak mümkün değil. Ama lâleyi
olan anıtsal bir yapıdır.
tersten çizmede tersten okunuşunda hilal anlamının çıkmasının vermiş
olduğu bir içtenlik duygusu olarak yorumlamak yanlış olmaz. Sinan’ın
böylece kimseyi incitmeden, ürkütmeden İslam dininin sembolü olan
hilali bir Ters Lâle ile Selimiye’nin duvarına işlemeyi başardığı anlaşılıyor. Zaten Selimiye’yi farklı kılan da bu ‘Ters Lâle’ aslında. Ama Sinan’ın
Ters Lâle’yi oluşturmak için taşları ters çevirdiğini ve bunu sadece bu
şekli oluşturmak için yaptığını düşünmek yanlış olur. ‘Ters Lâle’ yapının
bütününü tamamlayan bir parça ve Sinan lâleyi ters yaparken dahi bu
bütünlüğü bozmadan büyük bir ustalıkla desenini işlemeyi bildi. Sinan’ın
eserlerinde geometrik bir daireselliği görmek mümkün. Sinan bütün
yapıyı bir daire üzerine yüklemeyi çok iyi başardı. Piramidal şekillerden
tutun da yapının konuşlandırıldığı mekana kadar bir geometrik düzen ön
plana çıkıyor.
II. Bayezid Külliyesi
Tunca Nehri kıyısında bulunan külliye Edirne’nin en önemli yapıtlarındandır. Cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, er-
39
D eğer
Revak kubbelerindeki özgün kalem işleri, Osmanlı camilerindeki en
eski örneklerdir.
Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minare, 67,62 m. yüksekliğindedir. Her şerefeye ayrı yollardan çıkılması ilginçtir. Minare kırmızı
taştan zikzaklar ve ak karelerle devinim kazanmıştır.
Rüstempaşa Kervansarayı
Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Rüstem Paşa, Mimar
Sinan’a yaptırtmıştır. Klasik Osmanlı mimarisinin ilginç örneklerinden
olup Kanuni döneminin görkemli yapılardandır. Avlulu hanlar planındadır. Dikdörtgen avlunun çevresine iki katlı odalar yerleştirilmiştir.
Katların avluya bakan yüzleri, revaklıdır. Revakların arkasında ocaklı ve
nişli odalar bulunur. Uzun yanlarda, karşılıklı olarak yukarı çıkan merdivenler vardır. Üst kat pencere ve kapı kemerlerinde tuğla süsleme
ilginçtir. Kesme taş ve tuğladan örülmüş duvarlar yapıya anıtsal bir görüntü kazandırmaktadır.
Rüstem Paşa Kervansarayı 1972 yılında restore edilerek otel haline getirilmiş ve başarılı görülen bu restorasyonla 1980 yılında Ağa Han
Mimarlık Ödülü’nü almıştır.
Selimiye Arastası
III. Murat, Selimiye Camisi’ne gelir sağlamak için Mimar Davut
Ağa’ya yaptırtmıştır. 255 m. Uzunluğunda, 73 kemerlidir. İçinde, iki
yanda 124 dükkan vardır. Evliya Çelebi, buranın “Kavaflar Çarşısı” olduğunu yazar. Dua kubbesinde, burada dükkanı bulunanların her sabah,
doğru iş yapacaklarına ant içtikleri ve dua ettikleri bilinir.
Adalet Kasrı
Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a
yaptırılmıştır. Zeminle beraber dört katlı olup, üst katında mermer fıskiyeli bir havuz bulunur. Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) ve Yargıtay olarak kullanılmaktaydı.
Meriç Köprüsü
Edime-Karaağaç yolunda, Meriç Nehri’nin üzerinde yapılmıştır.
1842’de Abdülmecid zamanında yapımına başlanmış 1847’de bitirilmiştir. 263 m. uzunluğunda, 7 m. genişliğinde, 13 ayak üzerinde 12 sivri kemerli bir taş köprü olup yanlara doğru eğimlidir. Ayaklar arasında
40
Haziran 2014
ayrıca boşaltma gözleri de bulunmaktadır. Ortasındaki yazıtlı köşkü,
mermerdendir. Daha önce kubbesinde güneş motifi bulunduğu bilinir.
Haziran 2014
D eğer
Fatih Köprüsü
Sarayiçi’nde Demirkapı ile Adalet Kasrı arasında Tunca nehrine yapılmıştır Yapım tarihi bilinmemektedir. 1452 de Fatih döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Ortada büyük, yanlarda daha küçük olmak üzere üç
gözlü olan köprü 34 m. boyunda, boşaltma gözleri vardır.
Saraçhane Köprüsü
Kentin kuzeybatısında Sarayiçi yakınında Tunca Nehri’ne yapılmıştır. 1451’de II. Murat döneminin önemli devlet adamlarından Sahabettin Paşa yaptırmıştır. 120 m. uzunlukta, 5 m. genişliktedir. 11 ayaklı,
12 kemerli ve taştan köprünün iki yanındaki kemeri toprak altında kalmıştır. 1702’de orta kemeri yıkılan köprü, Sultan II. Mustafa’ca onartıldığında 50 m. uzatılmıştır. Köprünün doğusunda Saraçhane Mahallesi
bulunduğundan bu adla da anılmaktadır.
Beyazid Köprüsü:Beyazid Külliyesi yakınında, Tunca Nehri’ne yapılmıştır. 1488’de II. Bayezid’in Mimar Hayreddin’e yaptırdığı sanılmaktadır.78 m. genişliğinde ve 5 sivri kemerlidir. Kesme taştan sağlam bir
köprüdür
Tarihi Edirne Evleri
Edime çok önemli bir sivil mimari merkezidir. Köşkler, konaklar ve
özel dekore edilmiş çeşitli ahşap evler, Edirnekâri adı verilen özel süsleme tarzıyla süslü pek çok eser günümüze kadar gelmiştir.
Taş duvar ve sıvayla örülmüş ahşap iskelet sistemleri ile yapılırdı.
Bu evler genellikle yanındaki daha yüksek saçaklara çift eğri öğe ile
bağlanan bir çatıyla örtülü, az derinde kalan locanın içine yerleştirilmiş
merkezi girişi ile kusursuz bir simetriye sahiptir. Balkan Yarımadasının
hemen her tarafında en küçüğünden en gösterişlisine kadar bütün
evlerde “hayat” denilen bölümler vardır. Oda kapılarının açıldığı yer
olan bu bölüm, doğrudan evin bahçesine bakan yönde 1,5 - 2 metrelik
direkler üzerine dayandırılmıştır. Hayatların sonunda bir basamak yükseklikte dört köşe bir kısım ayrılarak, tahta sedirlerle çevrilirdi.
Evin harem ve selamlıklarında büyük kapıların açıldığı bahçe kısımları olan avluların uygun bir yerinde mermer bir çeşme bulunurdu.
Bazı evlerde avluların ortasında küçük havuzlar, üzerine asma sardırılmış çardaklar vardı. Harem ve Selamlık avlularından birbirine geçilecek
küçük kapı bulunurdu.
Edirne Aslanı: Mehmed Şükrü Paşa
Bulgar ordusu şehri kuşatınca 155 günlük zorlu müdafaa da başlar.
Düşman her yönden kuvvetlidir. Onun ise ancak 40 günlük erzak ve
cephanesi vardır. Yine de elinden gelenin en iyisini ortaya koyar. Tam
155 gün savunur, Sultan I. Murad’ın yadigârı Edirne’yi. Fakat takatin
tükendiği noktada şehir düşer.
Şükrü Paşa’nın Edirne’de imkânsızlıklar içinde yapmış olduğu müdafaa, o dönem âdeta bir ümit adacığı teşkil etti. Çünkü savaşın ilk günlerinden itibaren bütün cephelerden bozgun haberleri gelirken, teslim
olmayan, bozguna uğramayan sadece Edirne vardı. Bu direniş milletin
mücadele azminin canlı kalmasını sağladı, imkânsızlıklar içinde de bir
şeylerin yapılabileceğini gösterdi.
Şükrü Paşa ecdadyâdigârı eserlerin zarar görmemesi için, teslim
olup, esir olsa da, yaktığı ümit meşalesi sayesinde, birkaç ay sonra
2. Balkan Savaşı’yla Meriç nehrine kadar olan topraklar geri alındı.
Düşmanlarını bile hayrete düşüren bu büyük kumandanı, Bulgar Kralı ayakta karşılamış, özür dileyerek kılıcını iade etmişti. Fransızlar ise
hayranlıklarının ifadesi olarak şeref kılıcı ve içinde binlerce imza bulunan altın bir kitap hediye ettiler. Avrupa’nın insaflı kalemleri bu destanı
gazetelerinde neşrettiler.
Şanlı Türk askerinin sığındığı bu yer aynı zamanda eğitim-öğretim
heybesini de sırtlamış. Bu heybeyi taşmaya çalışan Şükrü Paşa’nın gönlünden sökülen dert, dilinden dökülen şu sözlerle vücut bulmuş. Bu
sözü hemen orada, anıtın duvarları üzerinde görebilmek mümkün:
“ Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit olarak kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke
yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim,
lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen
nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.”
Tarihi Kırkpınar Güreşleri
Kırkpınar Yağlı Güreşleri her yıl Haziran ayı sonu Temmuz ayı ilk
haftasında, Tunca Nehrinin suladığı yeşil alan olan Sarayiçinde düzenlenmektedir. Eski geleneklerin muhafaza edildiği Tarihi Kırkpınar Güreşleri ve Kültür Etkinlikleri bir hafta devam eder. Çeşitli folklor gösterileri, fuarlar, sergiler, güzellik ve yöresel yemek yarışmalarıyla devam
eden festivalin son üç gününde Yağlı Güreş müsabakaları yapılır.
Kırkpınar Yağlı Güreşleri ile ilgili birçok söylenti vardır. Bunlardan
en yaygın olanı da şöyledir: Rumeli’nin fethi sırasında Orhan Gazi’nin
kardeşi Süleyman Paşa 40 askeriyle Domuzhisarı Kalesi ile birlikte birkaç kaleyi de ele geçirir. Bu birlik geri dönerken bu gün Yunanistan
sınırlan içerisinde kalan Samona’daki mola alanında güreş tutuşurlar.
Bunlardan ikisi yenişemezler. Daha sonra iki güreşçi bir 6 Mayıs Hıdırellez karşılamasında Ahırköy çayırlığında yeniden güreşe tutuşurlar.
Güreş sabah erkenden başlayıp gece yansı iki güreşçinin ölümüne kadar sürer. Arkadaşları tarafından orada bulunan bir incir ağacının altına
defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere tekrar geldiklerinde, iki
pehlivan arkadaşlarının gömülü oldukları yerde temiz ve gür bir kırk
pınarın şırıl şırıl aktığını görürler. Bunun üzerine o yer ‘Kırkpınar’ olarak
adlandırılır ve böylece Kırkpınar Yağlı Güreş geleneği başlar.
Bir dönem, Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan Edirne’de
el sanatlar çok gelişmiştir. Ahşap işlemeciliğinin yanı sıra, süpürgecilikbir el sanatı olarak varlığını sürdürmektedir. Mis sabunculuğu da geleneksel el sanatları arasındadır.
Edirne’yi ziyaret edenler, Edirne’nin meşhur Beyaz Peynirini,
Deva-i misk şekerini ve Bademezmesini almadan gitmemektedirler.
Son cümle olarak Evliya’nın Bursa için söylediğini Edirne için söylemek sanırım doğru olur; “Velhasıl Edirne su’dan ibarettir; sudan, aşktan ve görkemden.”
kaynak: www.kultur.gov.tr ve gezgindergi.com
41
D eğer
Kitap
Haziran 2014
Kitap Tanıtımı
Mümin SEKMAN
HERŞEY SENİNLE BAŞLAR
Çaresizlik öğrenilmiştir.
Başarılı olmak da öğrenilebilir.
Sende sandığından fazlası var!
Gelebileceğin en iyi yerde değilsin.
Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır.
(...)
Her şey seninle başlar!
Başkaları yapabildiyse, sen de yaparsın.
BOŞLUK
Ahmed Günbay YILDIZ
Herşey bir depremle başladı. Şiddetli bir yer sarsıntısının sebep olduğu bir felaket... Ve felakettenn
pay alanlar ile çıkar sağlayanlar...
İyi ile kötünün bitmeyen kavgasına ayna tutan bu romanda bize ait izler bulurken, bazı şeyleri yeniden keşfetmenin de tadını yaşayacaksınız. Bir asra yakın dönemdir içinde bulunduğumuz sosyal
atmosferin ve olguların minyatürünü sunan bu romanı bir solukta okuyacaksınız.
OKUMAYI SEVDİRME PROJESİ
Ahmet MARAŞLI
bu kitapla birlikte çocuklar, gençler ve yetişkinlerin artık “kitap kurdu” olmalarını değil,
her kitaptan aldıkları özleri bir araya getirerek yeni oluşumlar meydana çıkarmayı önceleyen “bal arısı” olmalarını hedefliyor. Kitap okumayı alışkanlık haline getirmek için önce
sevdirmek gerektiğini vurgulayan çalışma, okumayı sevdirecek yöntemler, teknikler, okumayı sevmiş insanların öyküleri, özlü sözler ve bu sözler üzerine yapılan değerlendirmelerle sizi çepeçevre sarıyor. Kitapta yer alan kolay ilk adımlar, değişik anahtarlar ve okuma kıvılcımları okuma sevgi ve alışkanlığını kazandırmada çok etkili, kolaylaştırıcı ve sevimli...
Kitap okumayı sevmek ve sevdirmek için rehber ve alanında bir ilk: “Okumayı Sevdirme Projesi”
BAŞARMAK İÇİN ZAMAN YÖNETİMİ
Yaşar DEĞİRMENCİ
İnsanları doğru dürüst bir hayat yaşamaktan alıkoyan şey, zaman yokluğu değil, zaman israfıdır. Zamansızlıktan şikayet edenlerin çoğu, zamanı iyi kulkanmasını bilmeyenlerdir. İlim ve teknikle insan
ne yaparsa yapsın, neyi bulursa bulsun, hangi aleti ortaya koyarsa koysun, yine de zamanın, hayatın
ve ölümün sırrını ilahi hakikatlerde arayacak ve orada bulmaya çalışacaktır. Takvimin, saatin icat ve
kullanılmasının esas sebeplerinden biri de zamanı değerlendirmektir. İnsanın saadeti, zamanı yönetmesiyle, felaketi ise zamanı kaybetmesiyle ilgilidir. Dünya erken uyananlarındır.
42
Haziran 2014
D eğer
ETKİLİ VE BAŞARILI KONUŞMA SANATI
Adil MAVİŞ
Bir topluluk karşısına çıktığımızda iyi bildiğiniz bir konuyu unuttuğunuz, ne yapacağınızı şaşırdığınız veya
elinizin ayağınıza dolaştığı oldu mu hiç? Söz söyleme becerisinde, doğuştan gelen yeteneğin payı çok azdır.
Bundan daha önemlisi ; eğitim ve kendini geliştirme çabalarıdır. İyi bir konuşmada; Sesin etkili kullanılması,
ses tonlamalarının doğru yapılması, beden dili, planlı bir hazırlık, konuşulacak kitleye uygun üslup, mizah ve
espri’nin yerinde kullanımı, bilgi, tecrübe, özgüven, gibi geliştirilebilir öğrenme süreçleri çok önemli rol oynar.
Bu kitap, zihinsel düzeyde kendinizi bir konuşmaya hazırlamak, iyi bir başlangıç yapmak ve konuşmayı çarpıcı
ve akılda iz bırakacak şekilde bitirmeye kadar konuyla ilgili pek çok püf noktasını bu eserde bulacaksınız.
SAVAŞÇI
Doğan CÜCELOĞLU
E.E.Cummings der ki; Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir
dünyada,kendin olarak kalabilmek,dünyanın en zor savaşını vermek demektir.Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!...Anlamlı ve coşkulu bir yaşam için SAVAŞÇI kitabında böyle bir savaştan
söz ediyoruz.Söz ediyorum değil,söz ediyoruz;çünkü kitabı Arif Bey’le beraber oluşturduk Arif Bey
Kimdir? Arif Bey Bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni Arif Bey’in yüreğinde sıkıntı var,
çabalıyor, anlamak istiyor, yapmak istiyor. Ama destek bulamıyor. Ve yalnız!
RUHSAL ZEKÂ
Muhammed BOZDAĞ
Doğduğumuz gün küçük gözlerimize sevgiyle bakanlar, büyüdükçe ne maceralar yaşayacağımızı bilebilir miydi? Hayata nereden ve nasıl başladığımızın geleceğimiz üzerinde fazlaca önemi yok. Hayatı yöneten gizli bir
kudret El’i, kimimizi engelliyor ve kimimizin de önünü açıyor. Dilediği diri ocağı söndürüyor; dilediğini de
küllerinden diriltiyor. Bizi yoktan O yarattı, O büyütüyor, O besliyor, O yaşlandırıyor, kabre ve sonsuzluğa O
hazırlıyor. Asla başıboş değiliz. Müdahaleye göre hayatımız ansızın yön değiştiriyor; yetersiz gücümüz yeterli
veya yeterli gücümüz yetersiz oluyor. Ruhsal Zekâ ilahi kudret Elinin hayatımıza müdahalesini anlama ve bu
anlayışı yönetme sanatıdır.
SEVDALİNKA
Ayşe KULİN
Aynı ırktan, kim bilir belki de aynı soydan geliyorlardı. Aynı yaşlarda, aynı boylardaydılar. Aynı
kadını sevmişlerdi. Ataları aynı tanrıya ayrı yollardan ulaşmak istedikleri için, biri Boşnak diğeri
Hırvat’tı. Bunu kendileri seçmemişlerdi, savaşmayı ve kaderlerini de seçmedikleri gibi. Ve ambulanstaki çocuğu kurtarmanın dışında, beklentileri yoktu yarın için. Yarınlar, kurşun, havan topu
ve bombaydı, kandı. Ama her ikisi de farkına bile varmadan ‘daha güzel günleri’ bekliyorlardı.
İnsanlar, değişik inançlarla ve hırslarıyla ne kadar karıştırırlarsa karıştırsınlar, kana, acıya, şiddete bulaştırsınlar, bu muhteşem dünyayı, yaşam bir umuttu sonuçta. Hiç bitmeyen bir umuttu.
Dünya tarihinin en acımasız soykırımlarından Bosna’da, bir kadın gazetecinin hayatla hesaplaşması...
43
Değişim
D eğer
Haziran 2014
DEĞİŞEN YAŞAMLAR
Hayalleri gerçekleştirmek için önce istemek lazım
CEZAEVİNDE KİTAP YAZMAYI BAŞARDIM
Bu kitabı yazmamdaki asıl amaçlarımdan birisi de ceza infaz kurumlarında bulunan benim gibi tüm hükümlü ve tutukluların da
istedikten sonra bir şeyler yapabileceklerini göstermektir.
Her insan başlı başına bir öyküdür. Yaşamamızı nasıl kazanırsak kazanalım tenimizin rengi nasıl olursa olsun, dinimiz, dilimiz ne olursa olsun hepimizin bir hikâyesi vardır.
Eflatun; ‘’Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez.’’
Bu sözden yola çıkarak yaşadığımız hayatı hikâye ve
romanlarla sorgulamaya
çalıştım. Sonuç olarak öğrendiğim şey, yaşam her
şeyin bir bedeli var ve ne
kadar uzun yaşadığımız değil nasıl yaşadığımız önemlidir.
Bende ceza infaz kurumuna geldiğim günden bu
yana hoşuma giden her
türlü hikâyeyi, makaleyi,
özlü sözleri biriktirdim, tabi
bunlar bir süre sonra saklaması, muhafaza etmesi güç haline geldi. Bende bunları
herkesin sıkılmadan okuyabileceği herkesin kendi hayatından bir şeyler bulabileceği ve herkesin okurken ders
alarak okuyabileceği ve istedikten sonra başarılamayacak
hiçbir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Bu anlatımlarımı
bir kitap haline getirmeyi başardım. Siz kader arkadaşlarımın dört duvar arasında dahi olsanız, zamanın ne kadar
değerli ve hayatın ne kadar güzel ve yaşanır olduğunu anlayacağınızı umuyor ve kitapların aydınlık ve eğitici reh-
44
berliğine ihtiyaç duyduğunuza inanıyorum.
Benim bu kitabı yazmamdaki asıl amaçlarımdan biriside
ceza infaz kurumlarında bulunan benim gibi tüm hükümlü
ve tutuklularında istedikten sonra bir şeyler yapabileceklerini göstermek ve mutlaka herkesin içerde yapabileceği
bir şey olduğunu göstermek ve teşvik etmektir.
Ceza infaz kurumlarında
bulunduğum süreyi çok
iyi değerlendirmek gerektiğini, geçen zamanın geri
gelmediğini anladım. Bulunduğumuz durumu fırsata çevirebilmenin, yeni
bir başlangıç olarak görebilmeyi öğrendim. Tüm
hükümlü ve tutuklu kader
arkadaşlarıma da bu yönde
tavsiyede bulunmak istiyorum.
Ayrıca bu kitabı yazıp bitirmeme vesile olan ve desteklerini esirgemeyen Kastamonu E Tipi Ceza İnfaz Kurumu müdürü, öğretmeni ve tüm personeline sonsuz teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Biz mahkûmlara ayrım yapmaksızın
tekrardan topluma kazanabilmemiz için çaba sarf edip itina ile görevlerini yapan tüm personele de ayrıca teşekkür
ediyorum.
Süleyman Dayıoğlu-Kastamonu E Tipi Ceza İnfaz Kurumu
Haziran 2014
D eğer
Kişisel Gelişim
ÇOCUĞUN YAŞAMINDA
BABANIN ROLÜ VE ÖNEMİ
Toplumun genel yapısı da anneyi ve annenin çocukla olan ilişkisini ön planda tuttukları için
baba, çocukla olan ilişkide hep anneden sonraki figür olarak görülmüştür. Oysa baba en az
anne kadar önemli ve çocuk için tahmin edilenden daha fazla model olan ebeveyndir.
Ç
Serap Duygulu
ocukların hayatında gizli kahramanlar olarak yer eden babalar maalesef
anneler kadar ön planda görünmezler. Toplumun genel yapısı da anneyi
ve annenin çocukla olan ilişkisini ön planda tuttukları için baba, çocukla
olan ilişkide hep anneden sonraki figür olarak görülmüştür. Oysa baba en az
anne kadar önemli ve çocuk için tahmin edilenden daha fazla model olan
ebeveyndir. Hem kız çocukları için, hem de erkek çocukları için müthiş bir
model oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi babalar kızlarına aşıktırlar, hatta kızlarıyla babalar arasında çok ilginç ve hoş bir iletişim vardır. Zaman zaman hepimizin gözlemlediği
üzere, babalar kızlarına karşı çok hassastırlar, nazlarını seve seve çekmeye
isteklidirler. Kızlar da babalarını parmaklarının ucunda oynatabildiklerini fark
ettikleri için baba kız arasındaki ilişki çok özel biçimde gelişir. Ve genellikle de
yetişkin olduklarında kız çocuklar babalarına benzeyen erkeklerle evlenirler. Baba, kızının gözünde annesi ile yaşadığı ilişki ile karşı cinsle kurulması gereken ilişkinin bir modelini sunmaktadır aslında. Kız çocuklar belirli bir
yaştan sonra annelerini taklit eder, model alırlar. Anneyle özdeşleşen kız çocuk için baba,karşı cinsi temsil eden çok önemli bir model oluşturmaktadır.
Kız çocuğu babasıyla tanıyıp,özdeşleştirdiği erkek figürlere olan yaklaşımını
babasıyla kurduğu ilişkide test edecek, sınırlarını belirleyecektir.Gelecekte hayat arkadaşı olarak seçeceği eşinde, babasının özelliklerini araması, babasına
benzeyen erkeklere yakınlık göstermesi bu sebepledir.
Aynı şey erkek çocuk için de geçerlidir. Erkek çocuk da gelecekteki
sosyal birey olarak rol modelini babasını izleyerek öğrenecek, kişiliğini ka-
zanırken babasını taklit edecektir. O da babasının annesiyle kurduğu ilişkiyi
gözlemleyerek karşı cinsle olan ilişkisini tanımlayarak, davranışlarını biçimlendirecektir. Baba,nelere tepki gösteriyorsa,neleri seviyor,nelerden hoşlanmıyorsa hemen hemen aynı tutumları erkek çocuğun da benimsediğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır.Babalar bütün bunlar göz önüne
alındığında görülecektir ki,ailenin görünmeyen, gizli kahramanlarıdır.Bir baba
hem kızı için,hem oğlu için oluşturduğu örnek ebeveyn görevi nedeniyle
hiç de geri planda olan ya da olması gereken bir figür olmadığını bilmelidir.
Çocuklarla ilişkileri ve ihtiyaçları düzenleyen kişi anne olmakla beraber, çocukların sevgisine, ilgisine,hatta sadece varlığına bile büyük gereksinim duydukları
kişinin baba olduğunun bilinciyle hareket etmek çok önemlidir.
Çocuklarının hayatında bu denli önemli bir göreve ve sorumluluğa sahip olan babanın da bu sorumluluğa uygun hareket edebilmesi ayrıca büyük
önem taşıyor. Çocuklarla kurulacak ilişkinin çok iyi düzenlenmesi, eşiyle olan
ilişkisinin kalitesine ve içeriğine çok dikkat etmesi bir babanın saygınlığını ve
güvenilirliğini de etkileyen faktörler arasındadır. Baba olarak görünen ve görünmeyen görevlerinin ağırlığı ciddi bir sorumluluk gerektirir. Babanın çocuklarıyla kurduğu ilişki, çocukların kişiliğinde son derece önemli etkilere sahip.
Babanın tutumları ve davranış biçimleri çocuklar üzerinde görünür olumlu ve
olumsuz değişikliklere yol açıyor. Sert, baskıcı, katı bir baba modeli ile büyüyen
çocuklarda, yani babanın dengeli bir otorite oluşturamadığı, iletişimde ve sevgide tutarsız olduğu durumlarda utangaçlık, içe kapanıklık, kendine güvensizlik
görülebiliyor. Dengeli bir sevgi ile,ihtiyaçlarına önem ve özen gösterilen bir ortamda büyüyen çocukların ise son derece sosyal bireyler oldukları, çevreleriyle uyumlu
bir ilişki kurabildikleri, kendilerini ifade etmekte sorun yaşamadıkları ve akranları arasında liderlik özellikleri bakımından daha önde oldukları dikkat çekiyor. Demek ki denge ve sağlıklı iletişim çocuk ve baba ilişkisinde çok önemli.
Baba olmak demek,çocukla araya soğuk mesafeler koymak demek değil.Aksine
sevgi ve ilgide sınır koymadan, tutarlı ve sürekli bir sevgi çocukla baba ilişkisinin
temelini oluşturuyor. Çocukların kişilik yapısının en önemli yapı taşlarından birini oluşturan baba
ile kurulan ilişkide ise en önemli görev babaya düşüyor.Baba her yönüyle çocukların en önemli kahramanı olarak üzerine düşen sorumluluğun bilincinde
hareket etmeli ve çocuklarının kişiliğini oluşturan çok önemli bir model olduğunu unutmamalıdır.
Kaynak: http://www.serapduygulu.com.tr
45
Canlılar Alemi
D eğer
Haziran 2014
Canlılar alemi
Doğadaki vites kutuları ve motorları
Bir sinek kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir. Otomobillerde motordan
elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok sayıda dişli kullanılır. Arabalardaki oldukça ağır ve fazlaca
yer kaplayan bu dişlilerin yerine, sineklerde sadece birkaç milimetrekareye sığan bir mekanizma vardır.
M
otorlu taşıtlara ilgi duyan hemen herkes bu araçların hareket etmesinde vites kutularının ve tepkili motorların ne kadar önemli bir yer tuttuğunu
bilir. Fakat pek az kişi, doğada, bizim kullandıklarımızdan
çok daha iyi tasarıma sahip vites kutularının ve jet motorlarının olduğundan haberdardır.
Vites kutusu, bir aracın hızı değiştiğinde motorun en
verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Doğadaki vites kutuları da otomobillerdekine benzer bir prensiple çalışır.
Örneğin sinekler, normal bir uçuş sırasında, havada üç
aşamalı hız sağlayan doğal bir vites kutusu kullanırlar. Bir
sinek bu sistem sayesinde kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir. Otomobillerde
motordan elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok
sayıda dişli kullanılır. Düzgün bir sürüş, ancak dişliler kademe kademe kullanıldığı takdirde elde edilebilir. Arabalardaki oldukça ağır ve fazlaca yer kaplayan bu dişlilerin
yerine, sineklerde sadece birkaç milimetrekareye sığan
bir mekanizma vardır. Çok daha kullanışlı bu mekanizma
sayesinde sinekler kanatlarını rahatlıkla çırpabilirler.
Mürekkep balığı, ahtapot ve Nautilus, suda hareket
ederken tepkili motorlardaki gibi bir itiş gücü kullanırlar.
Bu sistemin ne kadar etkili olduğunun anlaşılması için,
bilim literatüründeki adı LoligoVulgaris olan kalamarın
suyun içindeki hızının saatte 30 kilometreyi aştığını söylememiz yeterli olacaktır.
Bu konudaki en benzersiz örneklerden biri olan Nautilus, ahtapot benzeri bir deniz canlısıdır ve jet motoru ile
46
çalışan bir gemi gibidir. Başının altındaki bir tüp ile suyu
içeri alır ve sonra da geri püskürtür. Böylece oluşturduğu
akım bir yöne doğru hareket ederken Nautilus da diğer
yöne doğru hareket eder.
Bu canlıların bilim adamlarını imrendiren bir diğer
özellikleri de, sahip oldukları doğal tepkimeli motorların,
denizin derinliklerindeki son derece güçlü basınçlardan
etkilenmemesidir. Ayrıca hareketi sağlayan sistemleri hem
sessiz hem de oldukça hafiftir. Nitekim Nautilusun yapısındaki bu üstünlük, denizaltılar için model oluşturmuştur.
www.bilimveteknoloji.org
Haziran 2014
D eğer
Bilim
Dünyada
Ne kadar tür var?
Hawaii Üniversitesi’nden Camilo Morave Dalhousie Üniversitesi’nden Boris Worm isimli araştırmacılar kendi buldukları yöntemle Dünya’daki tür sayısının tahmini olarak 8.700.000 +- 1.300.000 olduğunu bildirdi.
Bülent Gözcelioğlu
Dünya’daki canlı türü sayısı her zaman biyolojinin tartışmalı konularından biri olmuş ve olmaya da devam ediyor.
Yeni araştırma yöntemleri ve olanakları sayesinde daha
önce girilemeyen bölgelerdeki türler yavaş yavaş tanımlanıyor.
Her yıl 15.000 yeni tür araştırmacılar tarafından bildiriliyor ve bu sayının azalması beklenmiyor. Bilim insanları şimdiye kadar 1.300.000 türü adlandırıp listeledi, ama
taksonomistlerin (sınıflandırmayla uğraşan bilim insanları) kafasını hala “acaba daha ne kadar tür keşfedilmeyi
bekliyor”sorusu meşgul ediyor. Hawaii Üniversitesi’nden
Camilo Morave Dalhousie Üniversitesi’nden BorisWorm
isimli araştırmacılar kendi buldukları yöntemle Dünya’daki tür sayısının tahmini olarak 8.700.000 +- 1.300.000 olduğunu bildirdi. Bununla beraber PloSBiology dergisinde
yayımlanan bu çalışmaya birçok eleştiri de geldi. İki araştırmacının yöntemi şöyle: 1750 yılından bugüne kadar
keşfedilen hayvan sınıflarını listelemişler. Keşfedilen sınıf
sayısı başlangıçta 150 yıl artmış ve zirve yapmış, sonra yavaşlamış. Bu da hemen hemen tüm sınıfların keşfedildiğinin
göstergesi. Araştırmacılar daha sonra aynı yavaşlamanın
cins, aile gibi gruplarda da olduğunugörmüş. Memeliler ve
kuşlar gibi tür olarak iyi çalışılmış gruplarda toplam sayıyı
tahmin edebilmek için taksonomik piramit oluşturmuşlar.
Metodun iyi biröngörü yaptığı ortaya çıkmış. Bu metoda
göre Dünya’da 7.700.000 hayvan, 298.000 bitki türü bulunduğu öngörülüyor. Aynı zamanda Dünya’nın yaklaşık
% 29’unu oluşturan karalar, Dünya türlerinin yaklaşık %
86’sına ev sahipliği yapıyor. Bu çalışmaya gelen eleştirilerse bu metodun az çalışılmış gruplarda yeterli öngörü sağlamayacağı yönünde. Örneğin Dr. Mora veDr. Worm’un metoduna göre Dünya’daki tahmini bakteri türü sayısı 10.000.
Oysa birçok araştırmacı bir kaşık toprakta yaklaşık 10.000
çeşit bakteri bulunduğunu, bunların çoğunun da bilim için
yeni türler olduğunu belirtiyor.
Kaynak: Bilim ve Teknik dergisi
47
Aile
D eğer
Haziran 2014
İYİLİK KALIR...
İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye çabalar ki; onu dünya hayatında
elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh devamlılıktan fazlasını
arzular, bizi aşan, ötemizde bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan gerçek
mutluluk, insanın elde ettiği güçte değildir. Ruh ebediyeti arzular. Bu dünyada olmayanı.
İ
Kemal Sayar
nsan neden ölümsüzlüğün peşindedir? Neden
daha uzun, hatta elimizde olsa sonsuza dek
yaşamak isteriz? Yeryüzü eğlencelerinden
geri kalmak istemediğimiz için mi? Dinlerin ve
pek çok kültürün bize ebediyetten ve ölümsüzlükten bahsetmesi ilk elde insan ruhuyla ilgili bir
hakikati ifşa eder : İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye çabalar ki onu dünya hayatında elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh devamlılıktan fazlasını
arzular, bizi aşan, ötemizde bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan gerçek mutluluk,
insanın elde ettiği güçte değildir. Ruh ebediyeti
arzular. Bu dünyada olmayanı. İnsan işte hep bu
gerilim hattında yaşar: Ruhun aşkınlığa duyduğu
özlemle bedenin pek sınırlı güçleri arasındaki gerilim hattında.
Aslında insanın peşinde olduğu şey ölümsüzlük
değildir. O bütünlüğün, hikmet ve iyiliğin peşindedir. Bu özlem, bu susuzluk, çürüyen bedenlerin
içinde geçirdiğimiz dünya hayatında giderilemez.
İnsan dünya hayatında tamamlanamayan bir varlıktır. O halde ruhun özlemi bu dünya hayatını
uzatmakla karşılanamaz, ‘aynısından biraz daha
fazla’ daha almak en derin arzularımızı tatmin
etmez. Sadece süreklilik duygusu insana mutlu-
48
luk getirmeyecektir. Bedenin ölümsüzlüğü peşinde koşmak suretiyle ruhun en derin özlemlerine
körleşebilir ve bu hayatı iyi yaşama fırsatını da
kaçırabiliriz. Fanilik ve ölümlülüğü kabul etmekle
insan, ‘yaşama ödevi’ni de hatırlamış olur, iyi yaşamak gerekir, iyiliğin peşinde koşmak gerekir,
ruhlarımızın iyiliği için ihtimam göstermek gerekir.
Ancak ölümlü olmamızladır ki soyluluğa kulaç
atarız. Cesaret, sabır, cömertlik, adalete adanmışlık, ruhun büyüklüğü…Bütün bunlar, bizi soylu
ve iyi olan uğruna, bir an için sıradan varlığımızdan ayırıp çok ötelere taşır. Korkulardan sıyrılır,
bedenin zevklerinden sıyrılır, ihtiyaçlar dünyasından ruhumuzu azat ederiz. Böylece erdemli
bir hayata yükseliriz. İyi bir hayata. Yaşanası bir
hayata. İnsan ölümsüz olsaydı, güzellik ve erdemin peşinden koşacak mıydı? Eğer ölümsüz olsaydık sevebilecek miydik? ‘Ölüm güzelliğin anasıdır’
demiş şair. Hayatın bir sonu olduğunu, dünyadaki
varlığımızın geçici ve kırılgan olduğunu bildiğimiz
için güzelliğe sevdalanırız. Güzel bir şeyler ortaya koymak isteriz, güzelliğin çürümekten geri
duracağına inanırız. Ama bir gül, günü geldiğinde
solduğu için bize güzel görünmez mi? Onun gönül
alıcı kızıllığı biraz da bu yüzden okşamaz mı ruhumuzu?
Haziran 2014
D eğer
Her varlık tam bir yalnızlık içinde ölür. İnsan
faniliğin farkına varmakla varlığın her bir dakikasının sorumluluğunu fark eder. İnsan sonlu ve
ölümlü olmasaydı eğer, hiçbir şeyi elinden kaçırmış olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık için hiçbir olay tamamen aynı şekilde iki kez vuku bulmaz.
Yüce Tanrı, kitabında ‘Her şey belirlenmiş bir
vakte kadar akar’ buyuruyor. Ölüm hayatın meyvesidir, hepimiz hayatımız boyunca hazırladığımız
bir ölümü tadarız. Bu satırları yazıyorum çünkü bilinsin istiyorum ki dünyadan geriye iyilik kalır. İyilik ölümsüzdür. İnsan ancak iyilik ve güzelliğe râm
olarak ölümsüzlüğü tadabilir. Bu satırları yazıyorum diye ağlamıyor muyum? ‘Kan ağlasın bu dide-i
dürbarım ağlasın’ demiyor muyum Galip Dede gibi?
‘Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt’ diye sızlanmıyor muyum? Latif bir insan, bir gün ofisime
kadar geldi ve kulağıma bir güzel söz fısıldadı.
‘Kadere iman eden kederden kurtulur’. Hasreti
yâr edindiğim günlerde, iyiliğin kanatlarıyla nice
insan teselliye geldi. Kimi dinledi, kimi kendi tecrübesini anlattı, kimi elektronik postalarla acımı
paylaştı. Dualarla, insanın acısını hafifleten yüce
sözlerle ruhuma pansuman yaptılar. İyilik kalır.
Galip Dede’nin duasını, yâr-ı gârım, bu dünya mağarasındaki arkadaşım, sevgili babam için tekrar
ederek bitiriyorum : ‘Kutlu kabri o Ay’a mübarek
olsun; Tanrı, şefaat makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın. ..Zaman’ın aşıklara âdeti daima budur.
Buluşup kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; harareti yüzünden
ağza alınmaz. Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun
yokluğudur; kalan ancak Allah rızasıdır; ebedîlik
ancak Allah’ındır’.
İnsan faniliğin farkına varmakla varlığın her bir dakikasının sorumluluğunu fark
eder. İnsan sonlu ve ölümlü
olmasaydı eğer, hiçbir şeyi
elinden kaçırmış olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık
için hiçbir olay tamamen aynı
şekilde iki kez vuku bulmaz.
www.kemalsayar.com
49
Edebiyat
D eğer
Haziran 2014
BEN HAYATTA
EN ÇOK BABAMI SEVDİM
Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezber ettim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu, En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can YÜCEL
50
Haziran 2014
D eğer
Bilgi
BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
Vücudumuz hakkında sizi şaşırtacak
16 olağanüstü gerçek
1. Dil izi: Eğer kimliğinizi saklamak isterseniz, dilinizi çıkarmayın. Parmak izine benzer
şekilde, herkes tek ve benzersiz bir dil izine
sahip.
2. Döküntü: Evde tüy dökme derdinden şikayetçi olan sadece evcil hayvanınız değil. İnsanlar her saat yaklaşık 600 bin deri partikülü
döküyor. Bu her yıl yaklaşık 680 gram tutuyor,
bu nedenle ortalama bir insan 70 yaşına kadar
yaklaşık 48 kg deri dökmüş oluyor.
3. Kemik sayısı: Yetişkinlerde bir bebekten
daha az kemik bulunuyor. Doğduğumuzda
yaklaşık 270 kemiğe sahip oluyoruz, ancak
gelişim süreci boyunca kemikler eriyip birbiriyle kaynaşıyor ve yetişkin olduğumuzda sadece 206 kemiğimiz kalıyor.
4. Yeni mide: Mide mukozasının dış tabakası
ömrü çok kısa olduğu için 3-4 günde yenilendiğini biliyor muydunuz? Eğer yenilenmeseydi,
midenizdeki yiyecekleri hazmetmek için kullanılan güçlü asitler, aynı zamanda midemize de
zarar verecekti.
5. Koku hatırlama: Burnumuz köpekler kadar hassas değildir, ancak 50 bin farklı kokuyu
hatırlayabilir.
6. Uzun bağırsaklar: İnce bağırsağın uzunluğu yetişkin bir insanın boyunun yaklaşık 4
katı uzunluğundadır. Eğer geriye doğru katlanmasaydı, 5-6 metrelik uzunluğu karın boşluğuna sığmazdı.
7. Bakteri: Bu cilt için gereklidir. İnsan vücudunda cildin her santimetre karesinde yaklaşık 32 milyon bakteri yaşıyor. Bunların büyük
bir çoğunluğu zararsız.
8. Vücut kokusunun kaynağı: Koltuk altı
gibi, kokan ayakların kaynağı terdir. İnsanlar
ayaklarından da terler. Bir çift ayak 500 bin ter
bezine sahiptir ve günde yarım litre ter oluşturabilir.
9. Hapşırma hızı: Hapşırık havada saatte
161 km hızla gidebiliyor. Bu nedenle hapşırınca burnunuzu ve ağzınızı mutlaka bir mendille
kapatmalı, fakat hapşırığınızı tutmaya çalışmamalısınız.
10. Kan aralığı: Eritrosit olarak bilinen kan
hücreleri bikonkav (iki yanı çukur) diskler şeklindedir. Kan uzun bir yolda seyahat eder. İnsan vücudunda yaklaşık 96 bin 560 km kan
damarı bulunuyor. Çok çalışkan olan kalp her
gün damarların içine 7 bin 571 litre kan pompalıyor.
11. Tükürük miktarı: Tükürüğünüzün içinde
yüzmek istemeyebilirsiniz, fakat biriktirseydiniz bunu yapabilirdiniz. Çünkü, bir ömür boyunca insan 25 bin litre tükürük üretiyor. Bu
miktar 2 yüzme havuzunu doldurmaya yeter.
12. Horlama sesi: 60’lı yaşlarda, erkeklerin
yüzde 60’ı ve kadınların yüzde 40’ı horluyor.
Horlama ortalama 60 desibelken, horlama seviyesi bazı kişilerde 80 desibelin üzerine çıkabiliyor. 80 desibel seviyesindeki ses havalı
matkabın çıkardığı ses kadar yüksektir. 85 desibelin üzerindeki sesler insan kulağına zarar
verdiği saptanmıştır.
13. Saç rengi ve sayısı: Sarışınlar daha eğlenceli olabilir ya da olmayabilir, ancak sarışınlar kesinlikle daha fazla saça sahipler. Saç
rengi saçımızın ne kadar sık olduğunu belirlememize yardımcı oluyor. Buna göre sarışınlar
en üst sırada yer alıyor. Bir insanda ortalama
100 bin saç kılı bulunurken, sarışınlarda bu
sayı ortalama 146 bin. Siyah saçlı insanlar
yaklaşık 110 bin saç kılına sahip, kahverengi
saçlı insanlarda ise 100 bin saç kılı bulunuyor.
Kızıl saçlı insanların ise saç kılı daha az yaklaşık 86 bin kadar.
14. Tırnak gelişimi: Eğer el tırnaklarınızı
ayak tırnaklarınızdan daha sık kesiyorsanız,
bu doğaldır. El tırnaklarımız daha çok kullanıldığı için daha hızlı uzuyorlar. Elimizin tırnakları
0,5 - 0,6 mm hızla uzar. Yani kesilmezlerse
yılda 2,5 - 3,0 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte
biri kadardır. En hızlı uzayan tırnak orta parmağın tırnağıdır.
15. Baş ağırlığı: Bebekler doğduklarında
başlarını tutamazlar. İnsan başı doğduğunda
vücudumuzun toplam uzunluğunun dörtte biri
kadardır. Fakat, yetişkin olduğumuzda bu oran
toplam uzunluğumuzun 8’de birine ulaşır.
16. Uyku ihtiyacı: Eğer iyi bir gece uykusu için öldüğünüzü söylerseniz, tam anlamıyla
bunu kastediyorsunuz. Haftalarca bir şey yemezseniz ölmezsiniz, fakat 11 günden sonra
uykusuzluğa dayanamaz, sonsuza kadar uyup
kalırsınız...
www.memurlar.net
51
Edebiyat
D eğer
Haziran 2014
YÜREĞİMİZ SOMA’DA
Sabır ver YA RABBİ,
Yandı yürekler.
Yıkıldı bir çok hanede,
Temel direkler.
Yeter artık, son olsun;
Böyle felaketler.
Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz,
Tüm ULUS’ca hepimiz.
Takdiri İLAHİ amma,
Dayanmak çok zor.
Kolay kolay küllenmez,
Yüreğimize düşen bu KOR.
Büyük ALLAH’ım, sabır ver;
İçimiz yanıyor.
Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz,
Tüm ULUS’ca hepimiz.
Bedenimiz tutsak olsa da,
Yüreğimiz orada.
Gözyaşımız sel oldu,
Azap çekiyoruz burada.
Kimi sözlü, kimi nişanlı;
Ermemişler murada.
Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz,
Tüm ULUS’ca hepimiz.
Elden bir şey gelmiyor,
DUA etmekten başka.
Rahlemizde Hz. KUR-AN;
Okuyup, niyaz ediyoruz HAKK’a.
Ruhları ŞAD olsun;
Unutmayacağız asla.
Şehitlere DUA ediyoruz,
Burada biz hepimiz.
AMENTÜ’nün meali açık;
Hayra, şerre ve bil kadere.
İnançlı bir milletiz;
Şükredeceğiz, adı kedere.
MEVLA’m bir daha yaşatmasın;
Böyle elim badire.
Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz,
Tüm ULUS’ca hepimiz.
Ali Rıza Çağlar
Kartal H Tipi Caza İnfaz Kurumu
52
BEN SİZİ ÇOK SEVDİM
Kentimin üzerine, aralıksız yağmur yağıyor
Baba ocağından, çok uzaklarda geziyorum
Umut sessiz, ümit ıssız
Hayaller yorgun burada
Kitaplığımda birkaç raf kaplıyor anılarım
Boğulmuş denizlerde, su soluyorum
Geceleri dolaşmak yasak burada
Kamburlaşmış aydınlık
Yarın yıkık hayalleri, tel örgülerle kaplı
İlk nefeste hasretin dumanı boğazımı tıkıyor
Tüm hayallerimin gecesi, gündüzü tutuklu
Dar ranzaya gömüldü yıllar
Yan kamarasındayım hayatın
Müsrif ve hesap bilmez ayrılıkla
Gıyaben bakıyorum
Yarın tekrar bakacağım, duvardaki o resme
Dünüm yarınımı yazarken şu zalim zindan da
Takı Şem-u Ruşen gibi sesleniyorum size ...
Mehmet Albayrak
Kocaeli 2 No’lu F Tipi
Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
D eğer
BABAM
SON PİŞMANLIK FAYDA ETMEZ
Seni üzen şarkıları sustur babam
Arama artık albümlerde beni
Baharı düşün babam, düşün ki
Ufkunu aydınlatan bir güneş doğsun
Sancılı rüyalardan artık uyan
Kanıyorsan eğer benim yüzümden
Dalını kır at babam
Hasret kokan ne varsa yak gitsin
Limandan martıları uğurlama sakın
Bir simidi bölüşmenin sevinci kalsın
Baba şefkati olmayan çocuklarla da koş
Koş ki bir yıldız daha düşmesin semalardan…
Okan Sakallar
Uşak E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Bundan 5 yıl öncesiydi. O zamanlar 4 yaşındaki kızım pahalı bir hediye kaplama kağıdını ziyan ettiği için ona kızmıştım. Ertesi gün kızım kutuyu bana getirip bu senin babacığım dediğinde çok üzülmüştüm, ki anlatmam mümkün değil.
Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermiştim kızıma. Kendimce bir gece önce
söylediklerimden utanmıştım. Neyse büyük bir sevinçle kızımdan hediye paketini
alıp hemen açtım. Sevindim çünkü kızım o zamanlar 4 yaşında bir çocuktu. Yani
çok küçüktü. Bana böyle bir sürpriz yapması çok ilginç ve güzeldi. Kutuyu açınca
bir de ne göreyim, kutunun içi bomboştu. Ne bileyim o anda bir acayip oldum.
Onun alışık olmadığı bir ses tonuyla, birilerine böyle bir hediye verildiğine kutunun
içerisinde bir şeyler olması gerekir küçük hanım dedim. Bunu bilmiyorsan öğren
diyerek devam ettim. Amacım onu incitmek ya da kırmak kesinlikle değildi. Sadece bilmesini istedim.
Küçük kızıma bunları söyledikten sonra o güzel gözlerinden yaşlar akıverdi.
Adeta göz yaşlarına boğulmuştu. Bu kadar üzüleceğini nereden bilebilirdim. Sonrasında yaşlı gözlerle dönüp baktı – Dedi ki.
- Babacığım o kutu boş değildi ki ... Ben o kutunun içine öpücüklerimi doldurmuştum.
O an öyle fena oldum ki, adeta başım döndü. Hemen canım kızıma sarılıp beraberce ağladık. O günün üstünden 5 yıl geçti ve ben o kutuyu halen saklarım.
Şimdi ise yıllara mahkum oldum. Ne zaman canım sıkılsa, ne zaman kendimi kötü
hissetsem, ne zaman onu çok özlesem, o kutuyu açıp kızımın hayali öpücüklerini
çıkarırım. Asla ön yargılı olmayalım. Sevdiklerimizin kıymetini yanımızdayken bilelim. Yoksa o günler tekrar geri gelmiyor. Son pişmanlık ise asla fayda etmiyor.
Canım kızım seni çok seviyorum.
Ali Sırımcı - Balıkesir L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM
Daha dünyaya adım atar atmaz, ilk
nefeste etrafındaki kalabalıktan hissetmeye başlıyor yeni doğan bir bebek zor
bir yere geldiğini, zaman geçtikçe alışıyorsun dünyaya küçük yaşlarda farkına
varmasan da hayat mücadelesinin zorluklarına büyüdükçe anlıyor insan. Korkmuyorsun zorluklardan çünkü Yalnız
değilsin, seni boynunda taşıyan, elinden
tutan bu güçlü kuvvetli kişinin baban
olduğunu biliyorsun ve daha emin bir
şekilde basıyorsun ayaklarını yere. Ben
de babamı böyle sevdim, günler geçtikçe tek hayalim babam gibi konuşmak,
babam gibi yürümek, babam gibi oturmaktı. Hep babama özenerek yaşıyordum çünkü bana göre dünya üzerindeki
tek güçlü erkek babamdı. Çok soğuk bir
kış günüydü kar lapa lapa yağıyordu dışarıda... Çocuktum ve çok hastaydım,
ateşler içinde yanarken bitap halde ara
sıra gözlerimi açabildiğimde başucumda
babamı görüyordum. Nemli gözleri ile
gözlerime bakarken.
Sürekli soruyordu “oğlum, Yusuf’um
canının istediği her ne varsa söyle hemen getireyim” tabi ki o yaşlarda ben
çocuk aklımla ne bilirdim istediğimin
mevsimi olmadığını çok zor bulunacağını hele de 80’lerin Malatya’sında. Anacığım her ne kadar “gitme bulamazsın bu
zamanda” dese de babam koşar adım
çoktan gitmişti bile.
Aradan çok uzun zaman geçtiğini
hatırlıyorum belki 4-5 saat sonraydı.
Artık gece sabaha dönüyordu, kapı zili
çaldı babam geldi. Bir zafer kazanmış
kahraman edasıyla bana gülümseyip
elindeki poşetleri gösteriyordu. Benim
babam böyleydi, bir sözümle oldurmazı oldurmuştu ve çok mutlu olmuştu,
çünkü biricik oğlu mutluydu gülüyordu
biricik babasına teşekkür ederken. Ben
babama söz verdim, hiç üzmeyeceğim
babam seni derdim, evet ben onu sevdim ve hiç üzmedim. Herkesin babası
başkadır, benim babam bambaşkadır,
sadece babam değildi benim en iyi arkadaşım, tek sırdaşım, dert ortağım
dostumdu, yıkılmaz sırtımı yasladığım
dağımdı.
Her şeyiyle örnek bir insan, iyi bir
babaydı. Mesela; çok merhametliydi,
hoşgörülü, sevecendi, kimselere kötülük
EN ÇOK ONU
SEVDİM
BEN
Haziran 2014
düşünmez, her düşene el uzatırdı, yaratılmış olan her mahlukatı severdi, sinirli
olsa bile kızmaz kızmayı beceremezdi.
Çok duygusaldı, örneğin defalarca izlemiş olduğu Küçük Emrah’a her seferinde
dikkat kesilir onunla birlikte ağlardı; tekrar, tekrar. Kemal Sunal ile birlikte kahkaha atar mutluluğunu paylaşırdı.
Şimdi ise bu koca dünyada beni
Yalnız bırakıp göçtün fani dünyadan,
giderken de yaptın yine sürprizini tutuklu oğlunu, gurbetteki kızını tüm ailemizi topladın çatının altına ve yürüdün
hak’ka. Bana büyük bir yük bıraktın,
babam sana söz anneme, kardeşlerime
çok iye bakacağım, canım babam gözün
arkada kalmasın.
Bende bir evlat sahibi babayım ama
sen bambaşkaydın babam, ben seni
çok sevdim, seviyorum, hep seveceğim
canım babam mekânın cennet ruhun
şad olsun, Yasin-i Şerif’in – Fatiha’n bol
olsun.
Oğlun
Yusuf Muhsin Polatlı
Elbistan E Tipi Kapalı Ceza
İnfaz Kurumu
53
D eğer
Nükte
Haziran 2014
Fıkra
ÜÇ KAVUK
Soru
Padişahın üç veziri varmış. Bu vezirlerden birisini başvezir yapmaya karar vermiş. Ama hangisinin başvezir olacağına karar vermek için onları şöyle bir sınava tabi
tutmuş: Padişah buyurmuş ki; elimde 3 kırmızı 2 beyaz kavuk var. Şimdi bu kavukları
gözleriniz kapalı iken sizin başınıza yerleştireceğim. Kim kafasındaki kavuğun rengini bilir ve ispat ederse onu başvezir yapacağım. Padişah vezirlerin gözlerini kapatır
ve hepsinin başına kırmızı kavukları koyar. Diğer 2 beyaz kavuğuda vezirlerin görmeyeceği şekilde gizler. Vezirler gözlerini açarlar, her birisi bakar ki karşısındaki iki vezirin başında kırmızı kavuk
var. Bununla birlikte vezirler dışarıda kalan kavukları da görmemektedirler.
Vezirler arasında konuşmanın ve ayna gibi vasıtalar kullanmanın yasak olduğu bu sınavda vezirlerden birisi kendi
kafasındaki kavuğun kırmızı olduğunu bilir ve ispat eder. Ve başvezirlik makamına oturur. Acaba vezir kafasındaki
kavuğun rengini nasıl bilmiştir…
Bilmece
KÖPRÜ
Köprü sorusu bakalım kim
bilecek?
Yüksekliği 3.50 metre olan
bir otobüs şoförü, otobüsüyle
“3.40 metreden yüksek” taşıtların giremeyeceği bir köprüyle karşılaşıyor.
Oturmuş ne yapacağını
kara kara düşünürken birden
köprünün hemen ilerisindeki
benzin istasyonunu fark eder
ve çözümü bulur!
Otobüsüyle birkaç dakika
uğraştıktan sonra köprüden
geçer.
Çözüm nedir sizce?
Fıkra
SİGORTA
Dursun, Temel'i çok sevinçli
görünce dayanamamış;
- Ne oldu Temel, çok sevinçlisin?...
- Yahu arabaya sigorta yaptırdım... Bir gün sonra araba
kaza yaptı...
- Eee?...
- Eve sigorta yaptırdım bir
gün sonra evim yandı...
- Ula her şeyin gitmiş de
niye seviniyorsun?...
- He he... Bugün da Fadime'yi
sigortalı yaptırdım..."
54
YOLUNACAK KAZ
Nükte
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış: “Selamünaleyküm ey pir´i fani…”
Yaşlı adam: “Aleyküm selam ey serdar’ı cihan…” Padişah sormuş: “Altılarda ne yaptın?”
Yaşlı adam “Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…” Padişah gene
sormuş: “Geceleri kalkmadın mı?”
Yaşlı adam
“Kalktık… Lakin, ellere yaradı…” Padişah gülmüş: “Bir kaz göndersem
yolar mısın?”
Yaşlı adam: “Hem de ciyaklatmadan…” Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş:
“Ne konuştuğumuzu anladın mı?”
Başvezir: “Hayır padişahım…” Padişah sinirlenmiş: “Bu akşama kadar
ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.” Korkuya kapılan başvezir,
padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış
adam hala orada çalışıyor. “Ne konuştunuz siz padişahla…” Adam, başveziri şöyle bir süzmüş: “Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın
söyleyeyim.” Başvezir, yüz altın vermiş. “Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye
selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?” “Ben dericiyim. Onun
sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.” Vezir kafasını kaşımış.
“Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne emek?…” Adam, bu
soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. “Padişah, altı aylık
yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de,
yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.” Vezir bir soru daha sormuş… “Geceleri kalkmadın mı ne demek?”
Adam bir yüz altın daha almış. “Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama
hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…” Vezir gene kafasını sallamış. “Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…” Adam gülmüş. “Onu
da sen bul…”
Haziran 2014
D eğer
Bulmaca
ÇENGEL BULMACA
Bulmaca: Mehmet Acar
GEÇEN AYKİ BULMACALARIN CEVAPLARI
KOLAY SUDOKU
ZOR
SUDOKU
ORTA SUDOKU
55
D eğer
Bulmaca
Haziran 2014
KARE BULMACA
SOLDAN SAĞA
1. Bütün kaygılardan kurtulup gönlü rahata kavuşan,
içi rahat olan 2. Avuç içi - Olması veya yapılması istenen bir şeyin zihinde aldığı biçim
3. Tiksinme, tiksinti - Katışıksız. 4. Bir yerin denizden
yüksekliği - Kiloamperin kısaltması. 5. Bilir, bilgili Kağıda sarılarak veya kutuya konularak bağlanmış,
elde taşınacak büyüklükte nesne. 6. Bir nota - Beddua - Lezzet. 7. Haberleşme. 8. İnsan Vücudunun dış
yüzü, cilt - Büyük zoka 9. Bir meyve - Bağış olarak
verme, iyilik, cömertlik, eli açıklık 10. İriye yakın, biraz iri - cet, dede
YUKARIDAN AŞAĞIYA
1. Anlayış 2. Aza - Sanat eserlerinin sergilendiği salon
3. Karaciğerin salgıladığı sarı renkli acı sıvı, öd - Bir
tür yaban mersini 4. İnsanda üzüntü, sıkıntı, tedirginlik olmama durumu, huzur - İlgi eki. 5. Giysinin alt
kenarı - Duygu 6. Yaş, nemli - Sporda hile. 7. Duman
lekesi - Sinema veya tiyatroda gündüz gösterimi. 8.
Özgü - Gemilerde Oda. 9. Tenis oynama aracı - Geri
çevirme, kabul etmeme. 10. Bir kimsenin görev, ödev,
toplumsal veya hukuki bakımdan yeri ve özelliği - Bir
zeka oyunu
KOLAY SUDOKU
56
ORTA SUDOKU
ZOR SUDOKU
Bir ihmal yüzünden bir çivi kaybolur,
Bir çivi yüzünden bir nal kaybolur,
Bir nal yüzünden bir bacak kaybolur,
Bir bacak yüzünden bir at kaybolur,
Bir at yüzünden bir savaş kaybolur,
Bir savaş yüzünden bir memleket kaybolur.
Japon Atasözü