PDF İndir - Kilis 7 Aralık Üniversitesi

ISSN 2147-1673
ASIA MINOR STUDIES
(INTERNATIONAL JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES)
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu
Mehmet BİÇİCİ
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar
Razan ÇELEM
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar
Hızır DİLEK
Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler
Özlem KALE
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları
Ayhan KARAKAŞ
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz
Habibe KARAYEL
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim
Furkan KÜLÜNK
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795
Nagehan ÖZDEMİR
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri
İsmail PEHLİVAN
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’sSadâkati’l-Arabiyye
Uğur GÜLBİL
Cilt/ Volume:2
Sayı / Issue:4
Temmuz/ July 2014
www.asiaminorstudies.com
ISSN 2147-1673
ASIA MINOR STUDIES
(Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi)
Ocak ve Temmuz olmak üzere yılda iki kez yayınlanır
Cilt/ Volume:2
Sayı / Issue:4
KİLİS 2014
Temmuz/ July 2014
Tarandığı İndeksler ve Veri Tabanları
Indexes &Databases
Index Ebscohost
http://www.ebscohost.com/
Index Copernicus International (ICI)
http://journals.indexcopernicus.com
Directory of Research Journals Indexing
http://www.drji.org
Central and Eastern European Online
Library (CEEOL)
http://www.ceeol.com/
Academia Sosyal Bilimler İndeksi (ASOS)
http://asosindex.com/journal
Akademik Türk Dergileri İndeksi
http://www.akademikdizin.com/
Bilimsel Yayın İndeksi
http://www.arastirmax.com/
ASIA MINOR STUDIES
ISSN 2147-1673
Sahibi / Publisher
Danışma Kurulu / Advisory Board
Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM
Editörler / Editors
Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM
Yayın Kurulu / Editorial Board
Doç. Dr. Metin AKİS
Doç. Dr. Mehmet EROL
Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN
Yrd. Doç. Dr. Ramazan Erhan GÜLLÜ
Yrd. Doç. Dr. Mehmet
SOĞUKÖMEROĞLULARI
Dil Danışmanı / Language Advisory
Yrd. Doç. Dr. İsmail PEHLİVAN (Rusça)
Abdil Celal YAŞAMALI (İngilizce)
Emrah PAKSOY (İngilizce)
Tuğba BİLVEREN (Türkçe)
Muhammet HÜKÜM (Türkçe)
Yayın Sekreteri ( Secretary)
Ramazan ÇELEM
Armağan ZÖHRE
Prof. Dr. Mehmet ALPARGU
(Sakarya Üniversitesi)
Prof. Dr. Ali ARSLAN
(İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Enver ÇAKAR
(Fırat Üniversitesi)
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN
(Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE
(Uluslararası Antalya Üniversitesi)
Prof. Dr. Nurettin DEMİR
( Başkent Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
(Fırat Üniversitesi)
Prof. Dr. Mehmet SEYİTDANLIOĞLU
(Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa TURAN
(Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Vygantas VAREİKİES
(Klaipeda University-Litvanya)
Doç. Dr. Ruhi ERSOY
(Gazi Üniversitesi)
Adres / Address
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
79100 Kilis / TÜRKİYE (TURKEY)
Tel: 0533 493 88 11-0505 664 24 12
Fax: +90 (0348) 822 23 51
E-mail:asiaminorstudies@hotmail.com
Web: www. asiaminorstudies.com
Yasal Sorumluluk/ Legal Responsibility
Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.
The authors are responsible for the contents of their papers.
Bu Sayının Hakemleri / Referees of This Issue
Prof.Dr. Mehmed İSMAİL
(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Özlem BAŞARIR
(İnönü Üniversitesi)
Doç. Dr. Ahmet AĞIR
(Gaziantep Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Necati ÇAVDAR
(Gaziosmanpaşa Üniversitesi)
Doç. Dr. Metin AKİS
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Murat ÇELİKDEMİR
(Gaziantep Üniversitesi)
Doç. Dr. Hülya ARSLAN-EROL
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Mustafa İsmail
DÖNMEZ
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Doç. Dr. Murat CERİTOĞLU
(Gaziantep Üniversitesi)
Doç.Dr. Ruhi ERSOY
(Gazi Üniversitesi)
Doç. Dr. Mehmet EROL
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Doç. Dr. Bekir KOÇ
(Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Barış ÖZDAL
(Uludağ Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Soner ALADAĞ
( Adnan Menderes Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Hamza ALTIN
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Uğur GÜLBİL
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Ali GÜRSEL
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Meral KUZGUN
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet
SOĞUKÖMEROĞLULARI
(Gaziantep Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre TANSU
(Gaziantep Üniversitesi)
EDİTÖRLERDEN
Saygıdeğer akademisyen, araştırmacı ve okuyucular,
Tarih, Dil ve Edebiyat alanında bilimsel yazı kabul eden Asia
Minor Studies Dergisi yayın hayatının ikinici yılını doldururken
ikisi özel olmak üzere altıncı sayısını yayınlamanın
mutluluğunu yaşamaktayız. Bu sayımız onu makale bir taneside
kitap tanıtımı olmak üzere toplam onbir adet bilimsel
çalışmadan oluşmaktadır.
Asia Minor Studies dergisi henüz iki yıllık bir dergi
olmasına rağmen ulusal ve uluslarası yedi adet veri tabanı
tarafından taranmaya başlanmış ve her geçen süre bilim
dünyasındaki yerini ve önemi artırmaktadır. Bu vesile ile
dergimizin gelişimine katkıda bulunan akademisyen ve
araştırmacılar ile emeği geçen dostlarımıza şükranlarımızı
sunuyoruz.
Editörler
Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM
İÇİNDEKİLER/ CONTENTS
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the
Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation
Mehmet BİÇİCİ.................................................................................................................... 1
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar/ The Officers from Malatya
As Taken From the Records of Affairs
Ramazan ÇELEM .............................................................................................................. 37
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar
/ Mardin Turkish Foundation Educational Activities and Experienced Problems
during the Process of Liquidation
Hızır DİLEK ....................................................................................................................... 67
Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Why Do Filmmakers Turn to Literature A Possible Re-Reading of The Relation
Between Cinema And Literature
Özlem KALE ..................................................................................................................... 89
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış
Destanları / Culture Media Products As Written Unpublished Ministrel Poems of
Ashig Ali Şahin's
Ayhan KARAKAŞ............................................................................................................ 100
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Nowruz Festival
in the Mughal Empire According to Sir Thomas Roe
Habibe KARAYEL .......................................................................................................... 123
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitimi / Education in
Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone
Furkan KÜLÜNK ........................................................................................................... 134
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795/ Neighborhood On
The Bank Of Danube: Wallachian “Order” And Vidin 1790-1795
Nagehan ÖZDEMİR ....................................................................................................... 143
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Themes of
Protection of The Nature and Environment in The Folk Art of Azerbaijan
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ............................................................................... 157
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
Understandng 2nd Constitutional Era Industrialization And Industry Promotion
Initiatives
İsmail PEHLİVAN ........................................................................................................... 187
Kitap Tanıtımı
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’lElfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye
Uğur GÜLBİL ................................................................................................................. 211
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
569 NOLU ŞERR’İYYE SİCİLİNE GÖRE AFYONKARAHİSAR
ŞEHRİNİN SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK DURUMU
According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the
Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation
Mehmet BİÇİCİ
ÖZET
Şer'iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti arşiv belgeleri içerisinde
gerek muhteva gerek belge açısından son derece önemli
kaynaklardandır. Son yıllarda sicil defterlerin önemi daha iyi
anlaşılmış ve siciller üzerindeki çalışmalar artmaya başlamıştır.
Şer'iyye Sicilleri'nde, ait olduğu bölgenin fiziki, idari, iktisadi, kültürel
ve sosyal yapısı ile ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı
Devleti tarihiyle ilgili genel bilgilere de ulaşmak mümkündür. 569
No'luKarahisâr-ı Sâhib Sancağı Şer'iyye Sicili ait olduğu tarih
itibariyle (1845) dönemin iktisadi, kültürel ve sosyal yapısına ışık
tutması bakımından önemlidir. Şer'iyye Sicilleri konusunda yapılan
çalışmalar dört grupta toplanmaktadır: I-Değerlendirme çalışmaları, IIDefter tanıtımı, III- Transkripsiyon, IV-Karşılaştırmalı hukuk tarihi
çalışmaları şeklindedir.
Bu çalışmada hukukî açıdan şeriyye sicillerinde bulunan
belgeler ele alınmış ve 569 nolu Karahisâr-ı Sâhib defterin tanıtımı
yapılarak defterde bulunan belge çeşitleri irdelenmiş, konularına göre
tasnife tâbi tutulmuş ve bu belgelere göre Karahisâr-ı Sâhib'in idarî ve
fizikî yapısı, iktisadî ve kültürel yapısı ve sosyal yapısına dair bilgiler
değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Şer’iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti,
Karahisâr-ı Sâhib
ABSTRACT
Join studies Şer’iyye Sicilleri, Ottoman document srequired in
terms of content need an extremely important document is the source.

Dr. Gaziantep Üniversitesi, bicici@gantep.edu.tr
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
By this time, enough research has been done on there cord said. In
recent years, a better understanding of the importance of register sand
studies began to increase on record. Şer’iyye courts in the regions
where it belongs physical, administrative, economic, cultural and
social structures, as they contain important information regarding
general information about the history of the Ottoman possible to reach.
We're working on the starboard Karahisâr-ı Sahib belongs to the
Şer’iyye Sicilleri No. 569 as of the date ( 1845 ), especially in this era
of economic, cultural and social structure is important to shedlight on.
Studies about “Şer’i” Court Records are collected in four groups: Ievaluationstudies, II- book presentation, III-Transcription, IV –
Historical study of comparative law are in the form.
In this study kind of work done will increase our knowledge of
Ottoman history. Only Karahisâr-ı Sanjak-i Sahib presence of 189
book sand have worked at all, except a few of them, reveals the
importance of the matter. In this regard we Anadolu University
Language-History and Culture Directorate of Researchand Application
Center established within the Şer’iyye Sicilleri Commission of the
important results of the studies that have been conducted, we hope,
will be taken.
KeyWords Şer’iyye Sicilleri, OttomanEmpire, Karahisâr-ı Sahib
1. GİRİŞ
Tarihi çok eski devirlere dayanan Afyonkafrahisar’ın en eski
adının Akronio olduğu ve bazı kaynaklarda Akronium şeklinde geçtiği
tespit edilmiştir1. Battal Gazi 739 yılında Rumlara karşı yaptığı bir
akında bu civarda şehit düşmüş2, ancak 1115 yılında Sultan
KılıçarslanoğluŞehinşah ile Bizans İmparatoru Aleksius arasındaki
savaştan sonra yapılan anlaşma ile Afyon civarı Türklerin eline
geçmiştir3.
Bu yörenin kesin olarak Türklerin hâkimiyetine girmesinden
sonra Sultan Mesud'un emri ile bir kısım Türkmenler bu bölgeye
yerleştirilmiştir.1243 yılında Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı
neticesinde Anadolu Selçuklu Devletiinin dağılma aşamasına
girmesiyle Selçuklu veziri Sahib Ata Fahreddin Ali, Sahibata
Beyliği'ni kurmuştur4. Karahisâr-ı Sâhibadınıda bu şahıstan alan
1
Afyon İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968, s. 37.
Besim Darkot, "Karahisar", İslam Ansiklopedisi (MEB yay.), C. VI, s. 278.
3
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1989, s. 158.
4
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1982 Osmanlı Tarihi, C. I, Ankara, s. 63.
2
2
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
şehir5, XII. yüzyılda Germiyanoğulları'nın eline geçmiştir 6. Yıldırım
Bayezid 1390'da Germiyan Beyliği'ni ortadan kaldırarak Afyon'u
Osmanlı topraklarına katmıştır. Ancak, 1402 Ankara Savaşı'ndan
sonra şehir Timur'un eline geçmiş, Timur'un Anadolu'yu
terketmesinden sonra ise Çelebi Mehmed 1411 yılında Karahisâr-ı
Sâhib'i tekrar Osmanlı topraklarına katmıştır 7.
Karahisâr-ı Sâhib, Osmanlı idari teşkilatında Anadolu
Eyaleti'ne bağlı bir sancak iken 1839 yılında merkezi Bursa olmak
üzere Hüdavendigar Vilayeti teşkil edilince buraya bağlı sancaklardan
biri haline gelmiştir. Önceleri merkezden tayin edilen sancakbeyleri
tarafından idare edilirken, 1867'de mutasarrıflık olarak yerini
korumuştur8.Tarihin en eski devirlerinden beri insanlar kendi
içlerindeki zayıfların haklarını aramak için aralarında akıllı ve nüfuzlu
diğer bir kimseye başvurmak ihtiyacını daima duymuşlardır. Bu
durumda hak, adalet, kaza meselelerinin insanlık tarihi ile yaşıt
olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim eski Türklerin aileye,
mülkiyete, cezaya dair dikkati çekici kanunları bu milletin hukuk
anlayışının bir ifadesidir9.
İslamın gerek Kur'an, gerekse hadîsler vasıtasıyla üzerinde
önemle durduğu konulardan biri de her türlü haksızlığı ortadan
kaldırmaya yönelik olan adalet anlayışıdır 10. Bu durum yepyeni bir
hukuk doğurmuştur ve buna da îslâm Hukuku adı verilmiştir11.
Hazreti Muhammed Müslümanlığı yaymak ve mutlak adaleti
sağlamak için ilk yıllarda kadılık görevini bizzat kendisi yapmış, daha
sonra da kadılar tayin etmiştir. Dört halife devrinde kadılık müessesesi
üzerinde ciddiyetle durulmuştur. Bu teşkilat yapısı Abbasîler'den
sonra Samanoğullan'na, Gazneliler'e, Karahanlılar'a, Selçuklular'a ve
Memlûklüler'e geçmiştir12. Selçuklu Devleti'nin devamı durumundaki
5
Darkot, agm, s. 278.
Turan, age, s. 535.
7
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu
Devletleri, Ankara 1984,
s. 150.
8
Feridun Emecen, "Afyonkarahisar", Diyanet İslam Ansiklopedisi (TDV
yay.), C. I, İstanbul 1988, s.
444.
9
Halit Ongan, Ankara'nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara 1958, s. 29.
10
Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, s. 109.
11
Münir Atalar, "Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir Tarihçe", İslâm İlimleri
Enstitüsü Dergisi, S. IV,
Ankara 1980, s. 303.
12
Ongan, age, s. 33.
6
3
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Osmanlı Devleti ise ilk kadıları Anadolu'ya, İran, Suriye ve Mısır'dan
getirtmiştir13.
Herbiri teferruatlı ve çok girift bir takım meseleleri içeren tüm
konular üzerinde "halkın dava ve düşmanlıklarını hal vefasl etmek
keyfiyetine " fıkıh dilinde kaza adı verilir. Bu işlerde görevli bulunan
ve şimdiki hâkim demek olan memurlara kadı, kadının bulunmadığı
ve bulunamayacağı hallerde ona vekâlet eden, daha açık bir deyimle
onun adına vazife gören kimselere de nâibdenilmektedir. Kadıların
veya naiblerin bizzat kaza işleriyle meşgul bulundukları, yani eski bir
deyimle icrâ-i ahkâm-ı şer'iyye eyledikleri resmî kurumlara ise şer
'iyye mahkemeleri diyoruz14.
Tek kadının görev yaptığı şer’iyye mahkemelerinin belli bir
binası yoktur. Ancak bu durum, şer'î meclis adıyla yargılamanın
yapıldığı belli bir yerin olmadığı manasına gelmemelidir. Kadıların
yargı işlerini yürütebilecekleri ve tarafların kendilerini her an
bulabilecekleri bilinen yerleri vardır. Bu kadının evi, cami, mescid
veya medreselerdeki belli odalar olabilir. Bayram ve Cuma günleri
dışında yargı görevlerini ifa ederler15. Bununla beraber bir kadıda
bulunması gereken özellikler ise islâm bilginlerince; erkek olmak, akıl
ve zekâ, hürriyet, müslümanlık, adalet, vücut sağlığı, hukuk bilgisi
şeklinde belirtilmiştir16.
Kadıların belli başlı görevleri; bulundukları yerdeki toplumun
hukuk ve ceza ile ilgili davalarına bakmaktır. Güvenilir kimseler
olduklarından velayet sıfatını taşırlar. Kamu hukukunun korunması,
naibler tayin etmek, kefalet, vekâlet, mukavele, borçlanma gibi her
çeşit akitler, miras konusunda tek yetkili, aile hukukunu düzenlemek,
evlenme ve boşanma gibi, vilayet ve sancakların tüm mukataa işleri,
merkezden gönderilen tüm resmî yazıları sicillere işlemek, sefer
sırasında bulundukları yerden ayrılmayarak ordunun ihtiyaçlarının
karşılanması, yol ve şehirlerin güvenliğinin sağlanması, suistimali
görülen sancakbeyi veya diğer bir kadı ya da devlet adamı hakkında
tahkikat yapmak bulundukları yerlerin belediye işlerine bakmak, fiyat
kontrolü, esnaf teftişi, karaborsanın önlenmesi, arazi ve emlak alımsatımları, esnaf teşekküllerinin meslek ahlâklarının kökleştirilmesi
şeklinde sıralanabilir17.
13
Ahmed Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul
1989, s. 62.
14
Atalar, agm, s. 304.
15
Akgündüz, age, s. 62.
16
Kazıcı, age, s. 115.
17
Atalar, agm, s. 309 vd.
4
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti
zamanında da ahkâm-ı şeriyyeyi uygulamak üzere kadılar nasb ve
tayin olmuşlardır. Kadılar "taraf-ı sultanîden icra-i mahkeme ve
hükme vekil" olduklarından yalnız şer'î işlerin niyetine mahsus kazaî
vazife ifasıyla kalmayarak, devletin mümessili, idare memuru
mahiyetini almışlar ve bu suretle bulundukları sancak ve kazalarda
halkın umumi işlerini de bakmaya başlamışlardır.
Şer'î mahkeme defterlerinin tetkikinden anlaşıldığına göre
kadılar hem kazaî hem de idarî işlere bakmak vazifesiyle mükellef
oldukları için sadaretden, kadıaskerlikden, beylerbeğliğinden, validen
vesayir makamlardan gelen her emri saklıyorlar ve ona göre hareket
etmek üzere suretlerini defterlere kaydediyorlardı 18. Osmanlı
toplumunda vezirler, valiler vs. devlet ileri gelenleri her ne suretle
olursa olsun hukukî işlere müdahale edemezlerdi. Kadılar bu hususda
serbest ve sadece vicdanlarına göre hareket ederlerdi. Hiç kimse
onların tarafsızlığını bozma cesaretini gösteremezdi 19. Kadıların
adaletli hükümleri her hususta kötülüklere aman vermeyen ciddî
kontrolleri ile yalnız müslüman halk üzerinde değil aynı zamanda
gayr-i müslim halk arasında da Osmanlı Devleti idaresine karşı büyük
bir bağlılık ve sempati doğurmuştur20.
Lügatte sicil, resmî vesikaların kaydedildiği kütükanlamında
olup21, kadı sicilleri, kadı defteri, mahkeme defteri veya zabıt defterleri
diye anılmakta ve daha Abbasîler ve Selçuklular devrinde, sonra da
İlhanlılar'da bu gibi sicillerin bulunduğu bilinmektedir 22.
Şer’iyye sicilleri ile ilgili iki önemli kavram vardır. Bunlardan
birincisi olan mahzar sözlük anlamı itibarıyla huzur yeri, hazır olmak
demektir23. Terim anlamı olarak ise; 1) Hukukî bir dava ile ilgili
kayıtlar, tarafların iddialalarını ve delillerini içeren, ancak hâkimin
kararına esas teşkil etmeyen yazılı beyanlardır. 2) Herhangi bir mesele
hakkında düzenlenen yazılıbelgenin muhtevasını, doğruluğunu ilâm
için belgenin kayıt altında, mecliste hazır bulunan ve meseleye vakıf
olan başta subaşı, çavuş ve muhzır gibi şahısların yazılı olarak takdir
ettikleri
şehadet
beyanlarına
ve
imzalarına
mahzar
18
Mümtaz Yaman, "Şer'îMahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S. 68, (1938),
s. 154.
19
Kazıcı, age, s. 130.
20
Şinasi Altundağ,
"Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri
hakkında", VI. Türk Tarih
Kongresi (Ankara 20-26 Ekim 1961), Ankara 1967, s. 353.
21
Ferit Devellioğlu, "Sicili", Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara
1996, s. 951.
22
Ahmet Akgündüz, Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul 1988, s. 17.
23
Devellioğlu, "Mahzar", agl, s. 572.
5
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
denilmektedir24.İkincisi ise sakk-ı şer 'î olup şer'î mahkemeden verilen
ilam, berat, kadı hücceti ve bu gibi yazılardaki tabirler, deyimler
demektir25. Terim olarak ise şer'î mahkemelerin sicile kaydettiği veya
yazılı olarak tarafların eline verdiği her çeşit belgenin
düzenlenmesinde ve yazılmasında takip edilen yazı usulüne veya bu
çeşit yazılı belgelerdir26.Kadı göreve başladığı zaman defterin ön
kısmına adını, sanını ve vazifeye başladığı tarihi kaydeder. Daha
sonraki zamanlarda ise hukukî meseleleri, defterin arka kısmına da
gelen emir, buyuruldu ve fermanları yazarlardı27. Kadıların defterleri
gittiklere yere rahat götürebilmeleri için şeriyye sicilleri ince, dar ve
uzundur. Sicil defterleri genellikle 40 cm. boyunda, 16-17 cm. eninde
olup defterlerin yazıları genelde talik kırması şeklindedir28.
2. Şeriyye Sicillerindeki Belgelerin Muhtevası
1) Eyalet merkezleriyle sancak ve kazalardaki şeriyye
mahkemelerinin her çeşit zabıt ve kararları, vakfiye, kefalet,
vekâletname, mukavele, borçlanma, tereke, taksim gibi şer'î
muameleler, mahallen alınacak emniyet, inzibat ve asayişe, belediye
hizmetleri, halkın her türlü yiyecek ve giyeceklerine, narhlara ve diğer
ihtiyaç maddeleri ve eşyaların imaline, imal eden ve satan sanayi ve
ticaret erbabının, çarşı ve pazarların kontrol ve murakabelerine, esnaf
teşkilatından yiğitbaşı ve şeyhlerinin seçim ve azllerine, esnaf adlarına
hakaret ve murabahacılara karşı alınacak tedbirlere, vakıf ve hayrata,
tımar tevcihatına ait işlemlere, mahkeme zabıt ve kararlan dolayısıyla
defterlere geçmiş semt, mahalle, köy, kasaba ve şehirlerin isimleriyle
sakinlerinin erkek, kadın, ihtiyar, çocuk, müslim ve gayrimüslim
adları, unvan ve lakabları, halkın salgınlardan korunması, hastalıkların
tedavileri, cerrahlarla hastalar arasında düzenlenen mukaveleler ve
mahkemece alınmış kararlar, cami, medrese, han, hamam, hastahane,
yol, köprü gibi hayır müesseselerinin inşaatı ve tamiri dolayısıyla
tutulan defterlere yazılmış karar ve bilgiler, askerî ve mülkî ricalin
müderris, müftü, kadı, âlim, şair ve mimarların hal tercümeleri, arada
sırada fetva makamından gönderilen bir kısım fetvalar, bazı tayin ve
aziller dolayısıyla vazifeye başlama ve ayrılma tarihleri, azil ve
nakiller dolayısıyla teessüre kapılan bir kısım devlet ricalinin, kadı ve
naiblerin şiirleri,
24
Akgündüz, age, s. 17.
Devellioğlu, "Sakk", agl, s. 572.
26
Akgündüz, age, s. 18.
27
Yaman, agm, s. 154.
28
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Şer 1 Mahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S.
29, (Temmuz 1935), s. 366.
25
6
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
2) Devlet ve hükümet makamlarından beylerbeyine,
sancakbeylerine ve kadılara, müftülere, mütesellimlere, dizdarlara,
defterdarlara, mütevellilere, voyvodalara, müderrislere, eminlere,
vilayet ayanlarına ve iş erlerine, memleket idaresi, siyaseti, emniyet ve
asayişi, maliyesi, askerliği, vakıf hayratı gibi işlerle ilgili tayin, nakil,
azl ve sürgün cezalara çarptırılanlarla, hapis ve idamları; malların
müsaderesiyle isyan ve şekavet hareketlerininin bastırılmasına,
mevcud kanunlara göre alınacak vergi ve irat kaynaklarıyla devlete ait
emlak ve akarların kiraya verilmeleri hususundaki mali işlere, arazi
tahrirleri ve tımar tevcihleriyle ilgili toprak idaresi, toprakların
işletilmesi ve bunların tescil ve ref ine, askere alma, erzak ve yiyecek
tedarikine ve mühimmat maddelerinin imal ve şevklerine, seferberlik
hazırlıklarına ve harb kararlarına, çeşitli şikâyetlere, fırtına, dolu, su
baskınları ve yangın gibi doğal afetlerle, açlık ve kıtlık sonucu
muhaceretlere, hastalık ve salgınlarda alınacak tedbirlere ve daha
birçok hususlara dair ferman, berat, divan tezkiresi ve resmî mektublar
çeşidinden hükümet merkezinden gönderilmiş emir ve yazı suretlerinin
sicillere geçirilmiş olduğu görülmektedir29.
Diğer taraftan bu siciller, merkezî ve mahallî idarelerin
Anadolu'ya gelip yerleşen Türklerin etnik kökenlerinin hatıra ve delili
olarak, şehir, kasaba ve köy adlarının, buralarda yapılan arazi ve nüfus
sayımları, nüfus çoğalmaları ve azalmaları, harb, kıtlık, salgın ve ölüm
gibi sebepler sonucundaki göçler ve iskânlar dolayısıyla halk
hareketlerinin, isyan, şekavet, zorbalık gibi sosyal buhranların yangın,
sel, deprem gibi afetlerin, kıtlık ve açlık gibi iktisadî sıkıntıların,
belediyelerin, sanat erbabının, esnaf teşkilatı ve loncaların tarihleri,
mahallen teşkil edilen orduların tımar tevcihatı dolayısıyla toprak
idaresi ve toprağın işletilmesi işlerinin, orduların yiyecek ve
erzaklarının tedariki; mühimmat maddelerinin imal ve şevkleri
dolayısıyla harp tarihinin; mülkî ve askerî devlet ricalinin müderris,
kadı, âlim, şair gibi yüksek tabakanın biyografileri ile eserlerinin,
Türk dili ve folklor ile ilgili materyallerle, örf ve adetlerimize ait
malzemeler dolayısıyla ilim ve kültür tarihimizin; cami, medrese, han,
hamam, medrese, hastahane gibi hayır tesislerinin inşaat ve
onarımlarının, yani sosyal hizmet ve yardım kurumlarının bir bakımı
da miramî tarihimizin; sağlık çalışmaları hakkında hastalıkların
mahallen tedavileri, bulaşıcı hastalıklarda alman tedbirler, yerli ilaç
adları, kırık, çıkık vb. cerrahi işleri gören kimselerle hastalar
arasındaki münasebetler dolayısıyla tıp tarihinin ve halk tebabetinin ve
nihayet Osmanlı Devleti'nin yükselme, genişleme, dağılmasının,
29
Feyyaz Gürkan "Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Dair Bir Araştırma",
IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara
1988, s. 767.
7
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
milletimizin ilerleme ve gerilemesindeki sebeplerinin açıklanmasında
yardımcı olan pek çok kıymetli vesikaları ihtiva eden kaynaklardır30.
Şeriyye sicilleri Osmanlı padişahlarının akdettiği anlaşmalar ve
bütün Osmanlı kanunları, Tanzimata kadar Müslüman Türk
Devletlerinde, devletler hukuku alanında, İslâm devletleri hukukuna
dair şer'i hükümler uygulandığını ve bunların diğer kaynaklarla
desteklendiğini göstermektedir. Tanzimattan sonra ise durum
tamamen değişmiş ve Avrupa'da yeni yeni gelişen konuyla ilgili
hükümler, Osmanlı hukukunu da tesiri altına almıştır.Tanzimat
fermanıyla bütün şeriyye mahkemeleri yeni yapıya kavuşturulurken
yetki ve vazifeleri yeniden belirlenmiştir. 1870'te Nizamiye
Mahkemeleri, 1873'te Meclis-i Tatbikat-ı Şeriyye, 1916'da
Kazaskerlik ve Evkaf Mahkemeleri kurulmuş, ancak 1924 yılındaki
Mahâkim-i Şer'iyyenin ilgasına dair kanunla bu mahkemelere son
verilmiştir31.
Günümüze kadar gelen bu tarih hazinesi defterlerin sayısı
20.000'den fazla olup, ülkemiz sınırları dışında kalan defterlerin sayısı
hakkında kesin bilgi yoktur32. Vaktiyle dağınık halde bulunan bu
siciller ilk önce Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilerek çeşitli
müzelerde toplanmış, 1980'li yıllardan sonra ise İstanbul dışında
Anadolu'nun tümüne ait sicil defterleri Ankara Millî Kütüphane'de
toplanmıştır. İstanbul'a ait siciller ise halen İstanbul Nuruosmaniye'de
İstanbul Müftülüğü Arşivi'nde bulunmaktadır.Sicil defterlerinin
araştırmacıların hizmetine sunulması amacıyla 1960'lı yıllardan
itibaren bu defterlerle ilgili olarak bir takım katalog çalışmaları
yapılmıştır. Bu konuda ilk katalog çalışmasını 1963 yılında Osman
Ersoy yaparak Ankara Etnografya, Bursa, Diyarbakır, Kastamonu ve
Sivas müzelerinde bulunan 2422 adet sicilin katalogunu
yayınlamıştır33. Osman Ersoy bunun devamı olarak Afyon, Bergama,
Bodrum, Çeşme, Çine, Denizli, Fethiye, Foça, İzmir, Karaburun,
Karacasu, Kemalpaşa, Kütahya, Manisa, Marmaris, Menemen, Milas,
Muğla, Ödemiş, Söke'ye ait 1080 defterin daha katalogunu
yayınlamıştır34.
30
Gürkan, agm, s. 768-769.
Halil Cin-Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, s. 237 vd.
32
Cahid Baltacı, "Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel Önemi", Osmanlı
Arşivleri-Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul 1985, s. 191.
33
Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna ", Ankara
Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXI/3-4, (1963), s. 3365.
34
Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru ", Tarih
Araştırmaları Dergisi, XIII/ 24, (1979-1980), s. 1-29.
31
8
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Osman Ersoy'un dışında onun çalışmalarına devam olarak
düşünülen bir başka katalog Müctebaİlgürel tarafından yapılmış ve bu
katalogta Topkapı Sarayı Müzesi'nde toplanmış bulunan Ayvalık,
Bafra, Balıkesir, Bandırma, Bartın, Bayramiç, Biga, Bigadiç, Bolu,
Burhaniye, Çanakkale, Devrek, Düzce, Eceabad, Edirne, Edremit,
Erdek, Ezine, Fatsa, Gebze, Gerede, Giresun, Gönen, Göreme,
Göynük, Hopa, İzmir, Kandıra, Mesudiye, Mudurnu, Ordu, Payas,
Şebinkarahisar, Rize, Rodoscuk, Samsun, Sındırgı, Tirebolu, Trabzon,
Safranbolu, Zonguldak'a ait 2555 adet defter kayda geçirilmiştir 35.
Şeriyye sicillerinin kataloglanmasıyla ilgili bir başka çalışma
Adana, Adıyaman, Besni, İçel, Malatya, Maraş, Mut, Siverek, Tarsus,
Urfa'ya ait 449 adet defteri içermektedir ve Yusuf Halaçoğlu
tarafından hazırlanmıştır36.Şeriyye sicilleri ile ilgili en geniş katalog
ise Ahmet Akgündüz tarafından hazırlanmıştır37. Hazırlanan bu
kataloglar sayesinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan siciller
bir nebze olsun koruma altına alınabilmiş ve araştırmacıların
hizmetine sunulabilmiştir.
3. Hukuki Açıdan Şeriyye Sicilleri
Şer’iyye sicillerinde mevcut olan yazılı kayıtları iki ana guruba
ayırabiliriz. Birincisi; mahkeme tarafından (kadılar tarafından) tanzim
edilerek yazılan kayıtlardır. Bunlarda kendi aralarında hüccetler,
ilâmlar, ma'ruzlar, mürâseleler ve diğer kayıtlar şeklinde tasnif
edilebilir. İkincisi ise kadılara hitaben gönderilen ve sicillere
kaydedilen fermanlar, beratlar, buyruldular, tezkireler, temessükler
şeklinde tasnif edilebilir. Her iki guruptaki belgeler hakkında ayrıntılı
bilgiler ise şöyledir;
3.1 Mahkemenin Tanzim Ettiği Belgeler
3.1.1. Hüccet
Lügate göre sened, vesika ve delil anlamına gelmektedir38.
Terim olarak ise, kadının kararını (hükmünü) ihtiva etmeyen,
taraflardan birinin ikrarını ve diğerinin bu ikrarı tasdikini içeren ve üst
tarafında kadının mühür ve imzasını taşıyan yazılı belgelerdir. Hüccet
yerine zaman zaman senet tabiri de kullanılmıştır. Bazen kadının
35
Müctebaİlgürel, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru", İstanbul
Üniversitesi Tarih Dergisi, S.
28-29, (1975), s. 123-166.
36
Yusuf Halaçoğlu, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru, Adana
Şeriyye Sicilleri", Tarih Dergisi,
S. 30, (1976), s. 99-108.
37
Akgündüz, age, s. 83-215.
38
Devellioğlu, "Hüccet", agl, s. 388.
9
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
kararlarını ihtiva etse de, üst tarafında mühürlü ve imzalı kadılara ait
bütün belgelere de hüccet denildiği olmuştur 39. Çok çeşitli hususları
içeren bu belgeler bir nevi noterlik belgeleri olarak kabul edilebilir.
Bunlar hakkında yapılan tespitlere göre hüccetler alım-satım, kira,
nafaka, 40vekâlet, vasiyet, kefalet, şehadet, ferağ, borç, hibe, rüşdün
ispatı, nezir, keşif, sulh, irsaliye vs. konularını içermektedir.
Hüccetlerin rükünleri ise şöyledir. İlk önce kadının tasdik
ibaresi yer alır. Bundan sonra başlangıç gelir. Sonra ise metne
geçilerek önce tarafların takdimi yapılır ve konunun anlatılmasına
geçilir. Konudan sonra meselenin sicile kaydedildiğini belirten ibare
yer alır. Tarih kısım ise Arapça ve yazı ile yazılır. En sonda ise
şuhûdü'l-hâl başlığı altında meselenin görüşülmesi sırasında hazır
bulunan kimselerin adlarını içeren kısım bulunur41.
3.1.2.İlâm
Arapça ilm kökünden gelen bu kelime bildirme, anlatma
demektir42. Hukukî terim olarak ise bir davanın mahkemece nasıl bir
hükme bağlandığını gösteren belgeyi ifade etmektedir. Ancak Osmanlı
diplomatiğinde, kadıların şer'î mahkemede görüşülen bir davanın
kararını tasdik maksadıyla şeyhülislamlara veya her hangi bir konuda
bilgi vermek amacıyla üst makamlara yazdıkları yazılara ilam
denilmiştir. Lakin üst makamlara sunulan ilamlar arz niteliğindedir 43.
İlâmların rükünlerine gelince en başta elkab yer alır. Bundan
sonra önce davacının kimlik tespiti, sonra da davalının kimlik tespiti
yapılır. Sonra ise dava konusu ve ardından davalının cevabı yer alır.
Davalının cevabı suçu kabul etme, suçu reddetme, suçu kısmen kabul
veya karşı suçlamada bulunma şeklinde değişebilir. Eğer davalının
iddiayı inkâr ederse bu durumda hâkimin davacıyı ispata çağırdığı
kısım yer alır. Bu durumda şahidlerin dinlenmesine geçilir, ancak
davacı şahidlerle iddiasını ispat edemezse davalıdan yemin etmesi
teklif olunur. Bunlardan sonra ise hüküm kısmı yer alır. Hükümden
39
Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 420; bkz. Abdülaziz Bayındır,
İslâm Muhakeme Usûlü, s. 12; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin
İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 108.
40
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Ankara
1994, s. 350.
41
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kütükoğlu, age, s. 350-358.
42
Devellioğlu, "İlâm", agl, s. 426; Mehmet Zeki Pakalın, "İlâm", Osmanlı
Tarih Deyimeleri ve
Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1993, s. 51.
43
Kütükoğlu, age, s. 345.
10
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
sonra Arapça ve yazı ile yazılmış tarih kısmı bulunur. Tarihi
müteakiben kadı veya naibin imza veya mührü yer alır44.
İlâmda suçun ispatı ikrar yoluyla yani yemin teklifi sonucunda
olursa "ilzam", ispat şekli şehadet yoluyla mümkün olursa "tezkiye "
ifadesi kullanılmıştır45.
3.1.3. Ma'rûz:
Kelime manası olarak arzolunmuş, arzolunan anlamına gelen
bu belge türü, kadıların kararlarını ihtiva etmeyen, hüccetler gibi her
hangi hukukî bir durumun tespiti açısından yazılı delil olarak kabul
edilmeyen ve sadece kadıların icra makamlarına idarî bir durumu
arzettiği kayıtlardır46.Ma'rûzla ilâmın en önemli farkı mahkemenin
kararının ma'rûzlarda yer almamasıdır 47.
Bu tanımlardan yola çıktığımızda halkın çeşitli konularda
mahkemelere yaptığı şikâyetlerin, kadının emriyle görevliler
tarafından yapılan keşifler ve tahkikat raporlarının, naiblerin daha çok
ceza konularında yürüttükleri soruşturma ve kadının tasvibine bağlı
olarakverdikleri hükümlerin kadılar tarafından bir üst makama
arzedilmesima'rûzlarda yer alan konulardır 48.
Ma'rûzun rükünlerine gelince ilk önce arzın muhatabına göre
hangi makama yazıldıysa o makama ait elkabyeralır. Bundan sonra
konuya girilerek izah yapılırdı. Ma'rûzlarm bitiş formülleri ise yazılan
makama göre değişir. Bundan sonra da tarih yer alır. Ma'rûzun sol alt
köşesinde arz sahibinin adı ve vazifesini içeren bir imza bulunur 49.
4.1.4. Mürâsele:
Arapça resel kökünden türeyen bu kelime lügatte haberleşmek,
mektublaşmak ve resmî kadı mektubu anlamlarına gelmektedir 50. Bu
durumda kadıların kendilerine denk veya daha aşağı rütbedeki şahıs
ya da makamlara hitaben yazdıkları belgeleri ifade etmektedir.
44
Kütükoğlu, age, s. 345-348.
Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 421.
46
Cin-Akgündüz, age, s. 421.
47
Cin-Akgündüz, age, s. 421;
48
Kütükoğlu, age, s. 218-219; Bayındır, age, s. 19 vd.
49
Kütükoğlu, age, s. 219.
50
Devellioğlu, "Mürâsele ", agl, s. 732.
45
11
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
3.2. Üst Makamdan Gelen Belgeler
3.2.1.Fermanlar ve Beratlar
Padişahtan gelen tuğralı emirlere ferman adı verilir. Bu
belgeler bir konu hakkında padişahın kendisine İslâm hukuku
çerçevesinde tanınmış olan yasama yetkisine dayanarak veya icra
kuvvetinin başı olması nedeniyle padişahın kesin tavrına göre kaleme
alınmış ve sicillere evâmirveya ferman olarak kaydedilmiştir51.Arapça
asıllı bir kelime olan ve yazılı kâğıt anlamına gelen berat ise bazen
nişan olarak da adlandırılmıştır. Bu tür belgeler padişah tarafından bir
memuriyete tayin, bir gelirden tahsis, bir şeyin kullanılma hakkı, bir
imtiyaz veya muafiyetin verilmesi halinde düzenlenen ve üzerinde
padişahın tuğrasının yer aldığı belgelerdir52.
3.2.2. Buyuruldu
Türkçe buyurmak mastarından türetilmiş bir kelimedir.
Osmanlı diplomatiğinde sadrazam, vezir, deterdar, kazasker,
kaptanpaşa, beylerbeyi gibi yüksek rütbedeki vazifelilerin,
kendilerinden aşağıdakilere gönderdikleri emirleri ifade eden
terimdir53.
3.2.3 Tezkire, Temessük ve Diğer Kayıtlar
Zikr kökünden gelen ve tezekküre vesile olan şey manasındaki54
tezkire aynı beldedeki resmî daireler veya şahıslar arasındaki
yazışmalara dair belgedir55. Sicillerdeki tezkireler isesadrazam gibi
yüksek rütbeli memurların özel kalem müdürleri olarak kabul
edebileceğimiz tezkireciler tarafından yazılmıştır. Bunlar tahrirat
olarak da adlandırılır56. TemessükArabçamesek kökünden gelmekte ve
tutunma, sarılma anlamını taşımaktadır 57. Kısaca borç senedi
diyebileceğimiz temessüklermîrî arazi veya vakıf arazisinden yapılan
satışlar neticesinde tasarruf sahiplerine verilen belgeler şeklinde de
telaffuz edilebilir58.
Bunların dışında sicillerde memur izni, vergi ve cizye
toplanması, müderris tayini, ihtida işlemleri gibi çok çeşitli konuları
51
Akgündüz, age, s. 39; Fermanlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Kütükoğlu, age, s. 99-124.
52
Kütükoğlu, age, s. 124.
53
Kütükoğlu, age, s. 197.
54
Kütükoğlu, age, s. 245.
55
Pakalın, “Tezkire”, OTDTS, III s. 491.
56
Akgündüz, age, s. 46.
57
Devellioğlu, "Temessük", agl, s. 1073.
58
Akgündüz, age, s. 48.
12
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
belgeler yer almaktaysa da üzerinde çalıştığımız sicilde bu türden
belgelere rastlamadık.
4.569 NUMARALI KARAHİSAR-I SAHİB ŞER'İYE
SİCİLİ
569 No'luKarahisar-ı SahibŞer'iyye Sicili Cemaziye'l-evvel
1261 (Mayıs 1845) senesinde başlayıp 3 Cemaziye'1-ahir 1261
(Haziran 1845) senesinde sona ermiştir. Belge sayısı; 400, sayfa sayısı;
138, boyutu; 18.5x50 cm olup sırtı siyah meşin, satıhları siyah
pantizot bez kaplıdır. Yazı şekli rik'a olup sade bir dil kullanılmıştır.
Ankara Millî Kütüphane'de 569 numarada kayıtlıdır.
4.1.Defterde Bulunan Belge Çeşitleri:Makalenin konusunu
oluşturan 569 noluKarahisar-ı SahibŞer’yye Sicili ile ilgili belgelerin
çeşitleri aşğaıdakitanlolarda konusuna ve belge numaralarına göre
gruplandırılarak verilmiştir.
Tablo1.Hukuk İçerikli Belge Çeşitleri
İLAMLAR
Konusu
Belge Numarası
Alacak Davası
10, 19, 49, 50, 51, 52, 54, 61, 65, 67, 72, 77, 78,
79, 80, 81, 84, 88, 89, 92, 93, 94, 95, 97, 98, 127,
128, 129, 130, 131, 132, 135, 137-A, 141, 142,
144, 145, 146, 147, 151, 155, 156, 160, 164, 167,
168, 174, 218
İsbat Davası
343, 365
Nafaka ve Mihr-i müeccelTalebi
224
Sulh
40, 44, 45, 46, 47, 48, 137-B, 152, 161, 162, 208,
230, 244, 260, 320, 371,372
177,261,321
Hibe
HÜCCETLER
Konusu
Belge Numarası
Nafaka Hücceti
Kefalet Hücceti
13, 31, 69, 107, 123, 210, 246, 254, 268, 291,
317, 325, 339, 342, 381
119,253,341
Vekalet Hücceti
1, 345, 348, 377, 393
Veraset Hücceti
204,234,243,253
13
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Kefalet
5, 6, 7, 8, 9, 12, 18, 20, 23, 24, 27, 29, 35, 37, 56,
74, 75, 85, 86, 90, 102, 103, 104, 105,
111,114,136, 166, 179, 180, 185,
198,200,205,207,213, 214, 219, 220, 228, 229,
240, 241, 242, 248, 249, 250, 251, 252, 255, 256,
269, 270, 271, 272, 273, 274, 275, 276, 288, 290,
292, 296, 298, 299, 306, 307, 308, 309, 310, 312,
322, 332, 346, 358, 367, 368, 369, 370, 380, 385,
391,397,398,399,400
2, 3, 14, 21, 25, 30, 55, 58, 76, 112, 113, 172,
209, 262, 263, 284, 287, 316, 328, 344, 347, 356,
375, 392
199,253,341
Sened Düzenlenmesi
82,211,266,267,302,323
Nikah Akdi ve Mehir
106
Boşanma
117,159,224,293,337
Vesayet hücceti
376
Satış akdi
4, 11, 15, 16, 17, 22, 26, 28, 33, 36, 38, 39, 53,
57, 59, 60, 62, 63, 64, 66, 68, 70, 73, 83, 87, 91,
96, 99, 101, 108, 109, 110, 115, 116, 119, 121,
122, 124, 125, 126, 133, 134, 138, 140, 143, 148,
149, 150, 153, 154, 157, 158, 163, 165, 169, 170,
171, 173, 176, 178, 186, 187, 188, 194, 195, 196,
197, 201, 202, 203, 206, 215, 216, 217, 221, 223,
226, 227, 231, 232, 233, 235, 236, 237, 238, 245,
247, 257, 258, 259, 264, 265, 277, 278, 279, 280,
281, 282, 283, 285, 286, 294, 297, 300, 301, 303,
304, 305, 311, 313, 314, 315, 318, 319, 324, 326,
327, 329, 330, 335, 336, 338, 350, 351, 352, 354,
355, 357, 359, 362, 373, 374, 383, 384, 386, 394,
395, 396
VAKFİYET
100
MA'RUZLAR
41, 42, 43, 132, 139, 175, 208, 212, 333, 334,
337, 364, 366, 378, 379
Terike
Vasi Tayini
4.1.2.Konularına Göre Belge Çeşitleri: 569 noluKarahisar-ı
SahibŞer’yye Sicilinde bulunan Mahalle, Kaza, Nahiye ve Köyleri
gösteren idari ve fiziki yapı ile ilgili tablaolar aşağıda varilmiştir.
Tablo2. İdari ve Fiziki yapı(Mahalle, Kaza, Nahiye Ve Köyler)
Şehir
Kaza
Mahalle
Nahiye
Köy
Belge
numaraları
Karahisâr-ı
Merkez
Sâhib
Hacı
Abdurrahman
1,7,328,332
‘’
Marulcu
2,6, 13,331
‘’
14
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
‘’
‘’
Çavuşbaşı
3, 8, 36, 68, 138,
149, 173,
231,240,368
‘’
İL
Hacı Nuh
4,96, 150,197,337
‘’
ii
Karaman
5, 11, 14, 20, 21,
29, 30, 21, 59,
73, 104, 133,
134, 140, 157,
158, 186, 188,
200, 202, 203,
204, 216, 229,
236, 321,
322,361,371
‘’
‘’
Cami'-i Kebîr
9, 16, 99, 228,
264, 300, 304,
305,315
İC
İL
TâcAhmed
10, 66, 110,
171, 201, 243,
267,270,296,303,
311,384
‘’
Li
Ak-mescid
259,291
‘’
‘’
Zaviye
15,64,320,362,37
4
‘’
‘’
Nasârâ
17, 55, 56, 71, 90,
124, 125, 153,
172, 198, 235,
250, 261, 299,
308, 330, 347,
400
‘’
LL
Hacı Cafer
19,217,223
‘’
LL
Cansız
251,351
‘’
LL
Arab Mescidi
22, 107, 115, 220,
242, 284, 298,
329, 345, 370,
376, 395, 396
‘’
LL
Hacı Yahya
26, 41, 42, 58, 69,
148, 341, 349,
372
15
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
11
ii
Sinan Paşa
33, 143, 169,
277, 279, 280,
281, 282, 285,
286, 294, 307,
340, 356
‘’
4C
Molla Bahşî
37, 117,343,354
‘’
CC
Yukan-Pazar
‘’
‘’
Hacı Eyûb
38,62,63,258,350,
394
39,91
44
Hacı Nasuh
43, 247, 252, 283,
335
44
Burmalı
44
Anastına
53, 70, 195, 207,
324, 377
57, 74, 86
44
Hacı Ali oğlu
60, 196, 227, 253,
254, 380, 398
44
Bedrik
246
tt
Ardıç
82, 237, 257
44
83,295,357
44
Dâ'îveya Dayı
Receb
Gündoğmuş
4İ
Medli
297, 302
44
Kayadibi
108,314,348,367,
381
44
Kâhil
66
Kubbelü
109,
119,230,245,205,
310
111,
112,287,353,399
(6
Nurcu
116,266,273,383
U
Sinan Halife
222, 238
££
Hacı
Mahmud
Voyvoda
121,
176,289,301,319
122,386
66
Hacı Evtal
138, 244
ü
Doğancı
159,226,268,302,
312
(6
Kara Kâtib
187
U
Hacı Mustafa
199,232
44
Efecik
205
66
87, 241
16
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
£4
Fakîh Paşa
209, 210, 211,
213, 214, 215,
224, 293
44
Çavuş-oğlu
318,338
44
Hacı İsmail
323
44
Nahılcı
333,373
44
Egeste
339, 344
44
44
Ayvalı
12
44
44
Köyceğiz
18
44
44
Susuz
23
44
44
Elpirek
24,25
44
44
Sülümenli
27,309,391,392,3
93
Bolca
29
Erkmen
32, 180, 194
Kunduzlu
34
Çıkrık
35,214,313
Bozöyük
Süklün
239,262,271,272,
290,316
63,255
Düzağaç
63
Boyalı
63
Senir
63
Anbanas
63,234,317
Çepni
63
Bayatcık
63
Küçük
Çorca
Kara-ağaç
221
Erbeli
63
Köprülü
75,76, 113, 114
Mihâil
85, 248, 249
Salar
100, 101,397
Karaca
Ahmed
102,263,275
Bey
106
İsmail
276
Işıklar
123
Çakır
126,180
Altıntaş
17
63
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Kışlacık
170, 220
Corca-i
sagîr
Corca-i
kebîr
Eski Emir
179
İsçe
325,348,375,385
Teber
327
Büyük
Çobanl
ar
353
306
358
Sincanlı
Hırka
40, 77, 78, 79, 80,
81, 84, 88, 89, 92,
93, 94, 95, 97, 98
Sincanlı
Gönü
63
Sincanlı
Paşa
228
Sincanlı
Güney
268
Sincanlı
Sefiir
269
Karamık
Kara
caviran
63,218
Bolvadin
Sandıklı
Sandıklı
105
174, 364
Eyce
177, 206
Sandıklı
Memi
118
Sandıklı
Davul
118
Sandıklı
Corca-hisar 118
Sandıklı
Kızık
120
Hân
Bavurdu
326
Hân
Barçınlu
Dinar
Bayat
369
274
Şuhud
161, 162, 163
Şuhud
Nefs-i Şuhud
127, 128, 129,
130, 131, 135,
137a, 141, 142,
144, 145, 146,
151, 152, 154,
169
Şuhud
Horos
219
Şuhud
Baş
165
18
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Şuhud
Bedeş
129, 130, 131,
138, 137b, 144,
146, 152, 154,
160
Şuhud
Anayurd
131
Şuhud
Arab
137
Şuhud
Ağir
147,156
Şuhud
Kürdler
151
Şuhud
Aydın
164
Bulgaristan Samako
Konya
Beyşehir
Hamid
Bozkır
Ma'deni
İsparta
103
Nekri
İskender
353
305
Tablao 3.Karahisar-ı Sahib'e ait Yer Adları
Mahal Adı
Belge No:
Abdest-kayası(Altıgöz' de)
188
Altı-göz üveği(İhtisab toprağında)
108
Akyar (Senir Karyesi'nde)
276
Ahur-suyu
304
Arasta-içi (Sandıklı-Teber)
163
Argar (Muttalib toprağında)
187
Ayvalı Deresi(Ayvalı Karyesi'nde)
Cirid Kayası (İhtisab toprağında)
236
Çoban kayası (Kınık Karyesi'nde)
324
Değirmen Çayın
118
Develi-kaya (Muttalib toprağında)
111
Dişlek (BavurduKaryesi'nde)
326
Erenler Deresi (Çakır Karyesi'nde9
126
Göce-tören (Sandıklı Mami'de)
118
Gök-pınar Yaylası (Sandıklı-Kızık)
120
Gönpazarı
352
Gözlüce (BavurduKaryesi'nde)
326
Hıdırlık (İhtisab toprağında)
64
Hıdırlık-Katırcıpınarı (İhtisab toprağında)
109
Hıdırlık-Demle pınarı (İhtisab toprağında)
232
Hüdâî Ilıcası (Sandıklı)
118
19
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
İncik (Kınık)
195
İksar (Erkmen)
32
İnecik
361
Kağm-burnu (Teber'de)
332
Kanlı-burun (Teber'de)
247
Kapan-önü
352
Kapu-kaya
120
Kar Köy (Muttalib toprağında)
171
Karaağaç Boğazı (Teber'de)
314
Karılar Pazarı
71
Kartlık (Teber'de)
169
Kebe-dere (Kışlacık'ta)
170
Kırözü (BavurduKaryesi'nde)
326
Kiçi-bayat (Erkmen'de)
194
Kuruköprü (Teber'de)
11
Küp-başı (Sandıklı)
219
Mezâristân
361
Nar-gediği (İhtisab toprağında)
26
Olucak (îhtisab toprağında)
361
Sancak-tepe (Kınık'ta)
354
Saraçhane
346
Su-uçuran (Muttalib toprağında)
231
Şahin Kayası (Bavurdu'da)
326
Tablo 4. Camii ve Medreseler
Adı
Belge no:
Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfi
346
İmaret Cami'-i Şerîfi
273
Kubbelü Câmi'-i Şerîfi
213
Ot Pazarı Cami'i Şerifi
379
Salar Karyesi Cami'-i Şerîfi
100
Tevfikiye Cami'-i Şerifi
365
Zülâlî Cami'-i Şerifi
216
İmâret-i Cami'-i Şerîfi Medresesi
273
Tevkifiye Medresesi
365
20
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
VAKIFLAR
Vakıf Adı
Belge No:
Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfı Vakfı
346
Cami'-i Kebîr Vakfı
400
Germiyan Han Vakfı
360
Hacı Evtal Cami'-i Şerîfı Vakfı
Hacı Baba Haşmesi Vakfı
180
Hark-ı Kebîr Vakfı
352
Halil Efendi-zâde Abdullah Efendi Vakfı
319
Kayadibi Mahallesi Çeşmesi Vakfı
346
Leblebici Sarı El-Hac Ahmed Vakfı
379
Ot Pazarı Câmi'-i Şerîfı Vakfı
Yar-geldi Sultan Vakfı
37
ÇEŞMELER
Çeşme Adı
Belge No:
Hacı Yusuf Çeşmesi
33
Karaman Mahallesi Çeşmesi
200
Kör Çeşme
22
Sarı Çeşme
384
Teber Çeşmesi
197
HANLAR
Han Adı
Belge No:
Balık Hanı
157
Germiyan Han
360
Küçük Bezzâzistan
379
Taş Han
319
Taş Bezzâzistan
157
Turunç Han
335
Yeni Han
335
4.1.2.2 İktisadi Yapı
569 NoluKarahisâr-ı SâhibŞer'iyye Siciline göre Afyon'un
iktisadî yapısı hakkında kesin bir hükme varmak mümkün değildir.
Defterde geçen lakaplardan hareket ederek şehrin iktisadi yapısını
teşkil eden meslek gurupları tespit edilebilir. Ancak bu lakaplardan
kişilerin o işle meşgul oldukları sonucu çıkartılmamalıdır. Lakin
21
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
genel durumu ortaya koyması bakımından tespit edilen meslekler
aşağıda verilmiştir.
Tablo 5. Meslek adları
Meslek Adı
Belge No
Eskici
1
Demirci
1
Çengelci
4
Hamamcı
10
Kâtib
10
Bağçıvan
14
Muhzır-başı
14
Muhtar
14
Berber
16
Bakkal
16
Çalgıcı
19
Müftü
19
Kahveci
20
Bağcı
21
İmam
24
Dülger
26
Keçeci
26
Manav
26
Boyacı
29
Debbağ
29
Duhancı
29
Yağcı
30
Aşçı
32
Hafız
37
Yorgancı
119
Mestçi
119
Dökmeci
124
Uzengici
132
Taşçı
144
Çıkrıkçı
149
Çaycı
176
22
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Ketenci
187
Kadayıfçı
187
Gemci
198
Na'lçacı
199
Tütüncü
205
Mu'allim
207
Tahmisci
208
Kavukçu
211
Hekim
214
Okçu
217
Kağnıcı
227
Marangoz
237
Helvacı
269
Çukadar
269
Papuççu
277
Dülger
278
Kuyumcu
279
Sırmacı
280
Yemişçi
284
Haffaf
287
Demirci
296
Kahveci
297
Leblebici
304
Arabacı
304
Etmekci
317
Vâ'iz
37
îğneci
39
Abacı
41
Sarrâc
41
Bezzâs
55
Bakırcı
57
Attar
57
Kundakçı
57
Çerçi
61
Çömlekçi
63
Rençber
63
23
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Türbedar
63
Nerdübancı
63
Terzi
63
Bâzergân
63
Kürkçü
63
Merkebçi
63
Körükçü
64
Çıracı
70
Camcı
71
Kitabçı
73
Deveci
75
Çubukçu
91
Çizmeci
96
Çoban
103
Kaimmakam
104
Palancı
108
Na'lbant
109
Düğmeci
110
Semerci
116
Kalaycı
117
Kebabçı
119
Kemâneci
329
Çilingir
330
Noktacı
335
Kazgancı
336
Derici
342
Kantarcı
355
Kandilci
370
Sepetçi
370
Hammal
371
Külcü
375
Barutçu
382
Koşumcu
386
Tarakçı
398
24
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
4.1.2.2.1.Para-Fiyatlar
569 noluŞeriyye Sicilinde bulunan terike kayıtları yanında
diğer belgelerden de hareketle halkın geçim durumunu, yetiştirdiği
ürünleri, günlük hayatta kullandıkları eşyaları ve bu eşyaların
fiyatlarını
öğrenebiliriz.
Defterimizdeki
terike
kayıtlarının
çokluğundan dolayı bütün terikeler dikkate alınmamış, sadece içeriği
zengin olan belli başlı terikelerden hareketle bir sonuca varılmaya
çalışılmıştır.
Tablo 6. Küçük-büyükbaş ve yük hayvanlarının fiyatları
Hayvanlar
Aded
Belge No:
Fiat
Öküz
1-1-3
18-63-346
300-100-180
İnek
2
18
40
Tosun
1-1-2
18-63-75
40-50-150
Merkep
2-1-2
18-75-198
100-50-200
2 Yaşında Merkep
3
29
90
Sağmal Koyunlu Kuzu
9
18
225
Koç
1-1-4
18-29-346
70-40-300
Sağmal Oğlaksız Keçi
9
18
200
Çebiş Keçi
2
18
40
Buzağılı Camız
1
24
350
Sıpalı Merkep
1-1
24-114
80-100
Kuzulu Koyun
2-5-15
24-27-29
60-1180-500
Keçi
1-1-5
63-346-24
25-30-375
Toklu
5-87-10
29-346-391
125-2760-100
Kancık Merkep
1-2-1
27-75-114
60-200-250
Oğlak
15-15-7
13-346-369
165-50-230
Doru Kır Kısrak
1
63
400
1 yaşında Erkek Tay
1
63
1500
Taylı Kısrak
2-1-1
75-114-272
600-250-100
Kısır Kısrak
7-1
75-369
1800-50
Iğdiç
1-1
75-228
300-150"
1 yaşında Kancık Tay
1
75
1500
Kancık Camuz
4
75
1200
1 yaşında Erkek Camuz
4
75
900
25
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
1 yaşında Erkek Malak
1
75
100
Buzağılı İnek
5-5-1
75-272-274
500-350-100
Kısır inek
7-1-3
75-272-346
300-25-150
Kısır Koyun
25-8-2
75-114-248
800-256-60
Kancık Şişek
1
114
350
Dana
4-1-8
272-346-369
60-10-80
Doru Esb
1
229
93
Düğe
2-1
272-385
300-60
Tahıl veTahıl Ürünleri
Mikdarı
Belge No
Fiat
Bulgur
(Keyl)
1-3
18-24
30-180
Hınta
1-5-1,5
272-198-248
180-60-60
Şa'îr
2-7-3
248-255-272
80-280-120
Burçak
1
255
20
Saman
3-8 Araba
358-389
90-540
Dakîk
2,5
18
35
Nohud
12 Ölçek
397
70
Darı
8 Ölçek
397
30
Ot
2 Araba
358
60
Haşhaş
3 Çek-12 18-24
Ölçek
21,5 Kıyye 205
225-116
Tütün
Karpuz Çekirdeği
lOOKıyye
198
150
AltınınCinsi
Mikdarı
Fiatı
Belge No
Mahmudiyye Altını ve beşi
birlik
Mahmudiyye Altını
-
3540 k.
11
19 aded
380 k.
268
Takım Altın
-
1338 k 10 p.
391
Loz Altını
1 aded
94 k.
266
Sandıklı Altın
1 aded
28 k.
266
Mahmudiyye nısfı
2 aded
74 k.
266
86
Tablo 7. Altın fiyatları
26
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Tablo 8. Bakır ve Gümüş fiyatları
Cinsi
Ağırlığı
Fiatı
Sim sutaşı (1 aded)
93 dirhem fi 70 k. 62 k. 10 p.
11
Sim kemer kaşı (2 aded)
37 dirhem, fi 2 k.
73 k.
11
Evanî-i nühasiye
87 müdd. Fî 10 k. 30 k.
97
Sim mecidi
73 müdd, fî 20 k.
1460
222
Gümüş
3.5 dirhem
7k. 30 p.
220
Belge No
Tablo 9.Karahisar-ı Sahib'de kullanılan eşya ve giyeceklerden bazıları
ve fiyatları
Kullanılan Eşyalar
Aded
Belge No:
Fiat
Simlice Piştov
1
6
50
Simlice Heybe
1
6
10
Kar Takım Tüfenk
1-1
6-24
40-20
Kahve Cezvesi
9-2
6-7
40-5
Kahve Değirmeni
1-1
6-8
25-10
Billur Bardak
20
6
20
Kütahya Kari Tabak
9-9
6-63
10-30
Müstamel Kilim
8-1-1
6-7-23
200-30-25
Müstamel Seccade
4-1
6-7
20-5
Halı Seccade
1
63
50
Kıl Palas
1-4
6-111
12-150
Müstamel Yorgan
1-1
6-18
50-10
Yün Basma Döşek
2
6
25
Müstamel Çuka Abdestlik
5-1
6-24
100-40
Köhne Çuka Sunta
1
6
15
Müstamel Entari
1
6
15
Müstamel Firenk Şalı
1-2
7-7
10-15
Çiçekli Şalvar
1
7
20
Bez Şalvar
1
38
12
Beyaz Peşkir
2
7
10
İşleme Peşkir
2
7
20
Tahta Sandık
2-1
7-38
20-20
Pembe İplik
Kıyye 20
7
25
Leğen ma İbrik
1-1
7-56
50-30
İbrik
1-1
56-63
35-70
27
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Evani-i Nuhâsiye
Kıy. 54 fi. 8
7
612
Tüfenk
1-1
7-12
10-100
Köhne Yorgan
1-1
63-102
30-6
Köhne Döşek
1
102
12
Şamdan
2-1
8-74
15-15
Çuval
3-2-1
8-12-23
10,5-40-80
Hırdavat-ı Menzil
1-1
8-12
25-10
Çekiç ve Külek
3
12
20
Müstamel Aba Döşek
1
18
20
Kıl Libas
1
18
30
Yasdık
1
18
5
Kadife Yasdık
2
63
30
Bakraç
1-1
23-144
10-55
Merkep Semeri
1
23
10
Tepsi
1
23
15
Köhne Şalvar
1
23
10
Müstamel Palas
1-1
24-29
10-30
Kıbrıs Kiçeci
46 fi
29
322
Debbağ Yünü
Kıy. 15
29
50
Kırmızı Kapaklı Kiçe
16
29
192
Kırmızı Kapaklı Kiçe
35
29
350
Cedid Gömlek
5
38
60
Müstamel Şitari
1
38
25
İşleme Çarşaf
2
38
100
Peşkir
6
38
20
Aba Yağmurluk
2
56
60
Nargile
1
56
20
Kıbrıs Kari Yorgan
5
56
60
Hümâyun Bezi
Topl
56
35
Üsküdar Kari Bez top
3
56
200
El Değirmeni
1
56
5
Denizli Alacası
5
56
60
Frenk Şal
1
63
40
Cedid Kutnu
2
63
80
Halep Kari Kutnu
3
63
210
Gönüzlü Çitari
1
63
60
28
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
İhram
2
63
20
Kehribarlıca İmameli
Duhan Çubuğu
Minder Beyaz
1
63
35
2
63
84
Hah
1
74
40
Müstamel Yorgan
3
85
50
Mest
9 çift
90
35
Zenne Papucu
60 çift
210
200
Çocuk Çizmesi
3 çift
90
15
Lenger
1
63
48
Haybe
2
90
5
Kazgan
1
104
143,5
Tencere
1-5
104
21-25
Sahan
1-2
104
26
Su Tası
2
104
45
Sofra
1
104
4,5
Keten İpliği
Zira
111
36
Pamuk İpliği
lkıy.
111
15
Makrome
1
136
25
Müstamel Çitari
1
136
50
Yağ Tavası
1
166
4
Sac Ayak
1
179
3
Keten Tarağı
1
179
5
Urba
2
180
60
İşleme Peşkir
4
136
20
İşleme Yağlık
2
136
6
Cedid Geri
2
180
120
Kemer
2
185
5
Kise
1
185
1
Beledi Döşek
1
198
50
Beledi Yorgan
2
198
60
Cenevre Saati
1
198
200
Elvan Renk Basma Top
23
198
1500
Silahlık
1
205
7,5
Tütün Tablası
3
205
9,5
Dülbent Entari
220
30
Altıparmak Entari
220
8
29
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Güğüm
228
10
Çözme Çarşaf
242
7,5
Çmber Kürk
251
10
Kütahya Kasesi
273
10,5
Kılınç
273
8,5
Melez Don
298
9
306
200
251
3
Tahra
309
3
Balta
309
5
Tırpan
309
2,5
İpekli Kuşak
Uçkur
3
Orak
309
1
Çapa
4
309
2,5
Mushaf-ı Kebir
1
346
1
4.1.2.3 Sosyal Yapı
Türk sosyal hayatına dair yapılan çalışmaların en önemli
kaynaklarının başında şeriyye sicilleri gelmektedir. Bu sicillerde
insanların günlük hayatlarında kullandıkları herşey(araçlar, yiyecek,
içcecek vb.) defterere kaydedilmiştir. Buradan hareketle halkın refah
seviyesi ile ilgili genel bir kanaata ulaşılabilir ve hattaşehir tarihi
çalışmalarının şeriyye sicillerinin değerlendirilmesiyle çok daha ileri
boyutlara taşınacağı inancındayız. Aşağıda yanbaşlıklar şeklinde
verdiğimiz günlük kullanıma yönelik tutulan kayıtlarla ilgili başlıklar
bulunmaktadır.
4.1.2.3.1. Nafaka ve Kisve Baha
Lügatte yiyecek parası, geçimlik, birinin kanunen geçindirmek
zorunda olduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık para
anlamına gelen nafakanın alınabilmesi için; sahih bir evlilik yapılması
ve
zevce
kocasının
istifade
edebileceği
durumda
olmalıdır.Defterimizda nafaka aylık olarak takdir edilmiş olup
kişilerin maddî durumları ile doğru orantılı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Belirlenen miktar 7.5guruştan 200 guruşa kadar nafaka tayin
edilmiştir. Bunun yanında fazla gelen nafaka mikdarlarından da
ödeme güçlüğünden dolayı indirime gidildiğini ya da günün şartlarına
göre arttırıldığına da şahit oluyoruz.
30
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
4.1.2.3.2. Vesâyet
Bir yetimin ya da akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını
idare eden kimseye vasi,65 taşınan sıfata da vesayet denir. Bir
kimsenin vasi olabilmesi için akılbali, hür, müstakim ve tüm yetkileri
kullanabilecek durumda olmalıdır. Vasi tayinlerinde öncelik aile
yakınlarına, olmadığı durumlarda ise kadının belirleyeceği kişiler vasi
tayin edilir. Defterimizdeki vasi tayinleri; çocukların ruiyetine,
varislerin hisselerinin alınmasına ya da vasi değişimine ilişkindir.
(Bkz. Belge No: 112-76)
4.1.2.3.3. Vekâlet
Başka birinin işini görmeğe memur olmak, başkasını
kendisinin yerine geçirmesi demektir.66Vekâleticab ve kabulle olur.
Vekil müvekkili adına hareket eder. Vekilin kendisine verdiği hakların
dışına çıkamaz. Genel ya da özel olabilir. Defterimizde bulunan
vekâlet hüccetleri genellikle satış, veraset davalarının takibi ve
dışardaki malların alınması ile ilgilidir. (Bkz. Belge No: 345-348-377)
4.1.2.3.4. Veraset
Varislik, mirasçılık, mirasta hak sahibi olma demektir. Ölen bir
şahsın dünyada kalan mal ve haklarını varislere kalmasına veraset
denir.67 Defterimizde verasetle ilgili çok sayıda hüccet bulunmaktadır.
Bu kayıtlarda terikenin dökümü yapılarak, masraflar ve borçlar
çıkarıldıktan sonra mı?
4.1.2.3.5. Boşanma ve Mehir
Lügatte boşanma, nikâhlı kadını bırakma anlamına gelmekte
olan ta'lâkla ilgili defterimizdeki az sayıdaki belgelerde boşanmaların
kadının kendi rızasıyla mihr-i mü'eccel hakkından vazgeçmek
suretiyle gerçekleştiğini görüyoruz. Nikâh esnasında erkeğin kadına
vermeyi vadettiği nikâh bedeli mehir olarak adlandırılmıştır. Mehrin
peşin olarak ödenmesine "mihr-i mü'accel", nikâhtan sonra
ödenmesine "mihr-i mü'eccel" denilmiştir. Ancak defterimizde bir
hüküm bu konuyla ilgili olduğundan herhangi bir yargıya
varamıyoruz(106). Ancak defterimizdeki az sayıdaki boşanma ile ilgili
hükümden hareketle mihr-i mü'eccelmikdarını62,5guruş ile 125 guruş
arasında olduğunu görüyoruz. Bunun yanında terikelerde sık sık geçen
mihr-i mü'eccel alacağıyla ilgili olarak 42,5guruşdan 2000 guruşa
kadar varan bir durum söz konusudur ki bunun kişilerin maddî
durumlarıyla alakalı olduğu ortaya çıkmaktadır.
4.1.2.4. Demografik Yapı
569 Noluşeriyye sicilinden hareketle Afyon'un 1845'teki
nüfusu hakkında bir kanaate ulaşmak imkansızdız. Zira Afyon'da
31
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
yaşamış olan insanların ne kadarının mahkemeye intikal eden işlerinin
olduğunu bilemeyiz. Ancak Afyon'da Türk ve Müslümün nüfusun
yanında az da olsa gayr-i müslimnüfusda olup sayılarının cüz'î bir
oranda olduğu inancındayız. Gayr-i müslimlerin daha çok Nasârâ
Mahallesi'nde yaşadığını defterimize göre söyleyebiliriz.
Afyon'da müslümanlarla gayr-i müslimler arasında bir ayrımın
olmadığını görüyoruz. Ticaret alanında faal olan bu insanlar
zanaatkârlık ve esnaflık gibi mesleklerle meşgul olmaktadırlar.
Defterimize göre 1845'lerde gayr-i müslimlerin genellikle arazi
aldıları dikkati çekmektedir. Bu satış müslümanlardan gayr-i
müslimlere doğru cereyan etmiştir. Hukuki açıdan anlaşmazlıklarını
müslüman unsurlar gibi şer'î hukukun uygulandığı şeriyye
mahkemelerinde çözmeye çalışmaktadırlar. Hatta mirasların
paylaşımında bazenhisse esasına uyduklarına tanık oluyoruz. Öte
yandan Afyon'un Sandıklı Kazası'nda gedik esnafının varlığı dikkat
çekmektedir. 364 nolu hükümde demirci esnafı ile nalbant esnafı
arasındaki bir anlaşmazlık konusu vukuu bulmuş ve bu anlaşmazlığın
çözümünde her iki esnafkolunun gedikleri olaya bizzat el
koymuşlardır.
4.1.2.5. Kitap İsimleri
Tereke kayıtlarından kitap isimlerine de rastlanılmıştır. Bu
kitap isimlerinden o dönemin kültür düzeyini tesbit etmek
mümkündür. Ayrıca o dönemin kitap fiatlarını yansıtması açısından da
önemlidir.
Kitap Adı
Cild
Kelâm-ı kadîm
Gülistan ve Bend-i Attar
1-1
Tercüme-i Hikaye
Hatt Risalesi ve Tayfur
1-1
En'am-ı Şerîf
Sâccild
Fiatı
Belge No
20.5
273
18
273
17
273
14
273
5.5
185
23
185
Tefsîr-i Kadı Beyzâvî
2
7290
341
Dürer-i gurer
1
1147
341
Sonuç
Şer’iyye sicilleri, mahkemeye intikal eden meseleler ve
kadıların verdikleri kararların kaydedildiği defterlerdir. Bu defterler
32
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Osmanlı Tarihi çalışmalarında önemli kaynaklardan biridir. Özellikle
şehir tarihi çalışmalarında kıymetli bilgiler muhteva eder.
569 NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicili 1845
tarihinde tutulmuş olup, bu dönemde şehrin sosyal ve iktisadi yapısına
ışık tutmaktadır. Bu defterde Osmanlı hukukunun XIX. yüzyıldaki
işleyişi görülmektedir. Ayrıca defterdeki kayıtlardan Afyon
Karahisar’da yaşayan halkın sosyal statüsü, kültür seviyesi ve şehrin
ekonomik yapısıyla ilgili genel bilgilere ulaşılabilmektedir. Defterde
bulunan hukuki belgeler hüccet, ilam, ma’ruz ve mürasele gibi
mahkemelerin tanzim ettiği belgeler ile ferman, berat, buyuruldu,
tezkire, temessük gibi üst makamlardan gelen belgelerden
oluşmaktadır.
İncelediğimiz sicil defteri Afyonkarahisar şehrinin 1845
yılındaki idari ve fiziki yapısı hakkında bazı bilgiler vermektedir.
Defterde 44 mahalle 8 kaza 52 köy ismi bulunmaktadır. Buna göre
Afyon’da nüfusun merkezde toplandığı, kırsal nüfusun yoğun
olmadığı ya da kırsalda yaşayan insanların anlaşmazlıklarını
mahkemeye taşımadıkları söylenebilir. Ayrıca defterde 7 camii 2 adet
de medrese adı geçmektedir. Defter kayıtlarında bir de
gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleden bahsedilmektedir. Buradan
insanların inaçlarına saygı gösterildiği ve bu konuda bir baskının
olmadığı sonucuna ulaşılabilir. Defterde geçen 11 adet vakıf ismi
dönemin en önemli iktisat ve hayır kuruluş kuruluşu olan vakıfların
yaygınlığını göstermesi açısından önemlidir.
Defterde geçen 7 adet han ismi şehrin iktisadi olarak canlılığını
göstermektedir. Yine defterde geçen 101 farklı meslek ismi şehrin
ekonomik canlılığı hakkında fikir vermektedir. Bu defterdeki
belgelere bakılarak halkın geçim durumu, yetiştirdiği ürünler, günlük
hayatlarında kullanmış oldukları eşyalar ve bu eşyaların fiyatları
hakkında da fikir sahibi olunabilmektedir. Örneğin hayvan
yetiştiriciliği ile ilgili olarak büyükbaş hayvalardan çok küçükbaş
hayvanların beslendiği görülmektedir. Bu durum şehirde meraların ve
otlak alanların yetersiz olduğu, şehrin iklimi ve bitki örtüsünün
büyükbaş hayvan yetiştiriciliği için uygun olmadığı kanaatini
uyandırmaktadır. Defterde ayrıca bölgede genellikle tahıl ürünlerinin
yetiştirildiği, bunlar arasında en çok buğday, darı ve samanın başı
çektiği görülmektedir. Yine bu bilgilerden bölgede karasal iklimin
fazlasıyla hâkim olduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. Kullanılan altın
ve gümüşlere bakıldığında altın olarak Mahmudiyye altınının gümüş
olarak da sim su tasının ve kemer tasının ekonomik değerlerinin fazla
olduğu görülmektedir.
33
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
569 Nolu deftere bakılarak Afyonkarahisar’ın o dönemdeki
sosyal yapısı ile ilgili bilgilere de ulaşılabilmektedir. Örneğin şehirde
Müslümanlarla gayrimüslimlerin birlikte yaşadığı, gayrimüslimlerin
daha çok ticaret zanaatkârlık ve esnaflık işleriyle uğraştıkları ve
ekonomik olarak varlıklı oldukları görülmektedir. Defterde o dönemde
kullanılan eşya isimleri de yer almaktadır. Bu eşyaların genelde basit
herkesin rahatlıkla ulaşabileceği eşyalar olduğu görülmektedir. Ayrıca
el sanatlarının da bölgede gelişmiş olduğunu göstermektedir. Yine bu
defterde geçen kitap isimleri o dönemin kültürel durumu ve kitap
fiyatlarını bildirmesi açısından önemlidir. Buna göre o dönemde
okunan kitaplar genellikle tefsir ve tercüme kitaplarıdır. Ayrıca kitap
fiyatlarının değişiklik arzettiği görülmektedir. Bazı kitapların uygun
fiyatlı olduğu, bazılarının ise fahiş fiyatlarla satıldığı görülmektedir.
Örneğin bir Mahmudiyye altınının fiyatı 380 kuruş iken Kadı
Beyzavi’nin iki ciltlik tefsirinin fiyatının 7290 kuruş olması oldukça
dikkat çekmektedir.
1845 tarihli 569NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicil
Defteri incelendiğinde Afyonkarahisar’ın XIX. Yüzyıl ortalarında
bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi olduğu, şehirde sosyal ve
iktisadi hayatın son derece hareketli olduğu anlaşılmaktadır.
Günümüzde de bölge için önemli bir merkez konumunda olan şehrin
tarihsel süreç içerisinde bu özelliklerini bünyesinde barındırdığı ve
geliştirdiği görülmektedir.
Kaynakça
AFYON İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968,
AKGÜNDÜZ, Ahmed (1989). Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm
Anayasası, İstanbul.
AKGÜNDÜZ, Ahmet (1988). Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul.
ALTUNDAĞ, Şinasi (1967). “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve
Vazifeleri hakkında”, VI. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler),
Ankara, s. 342-354;
ATALAR, Münir (1980). “Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir
Tarihçe”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. IV, Ankara, s.
303-329.
BALTACI, Cahid (1985). “Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel
Önemi”,
Osmanlı
Arşivleri-Osmanlı
Araştırmaları
Sempozyumu, İstanbul, s.127-132.
BAYINDIR, Abdülaziz. (1968). İslâm Muhakeme Hukuku (Osmanlı
Devri Uygulaması), İstanbul.
34
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı. (1988). Osmanlı Devletinin İlmiye
Teşkilatı, TTK, Ankara.
CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1988). Türk-İslâm Hukuk Tarihi,
C.I, İstanbul.
CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1989). Türk Hukuk Tarihi, Konya.
DARKOT, Besim. (1977). “Karahisar”, İA, MEB yay., C. VI,
İstanbul, s.276-284.
PAKALIN, Mehmet Zeki, (2004). Osmanlı Tarih Deyimeleri ve
Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul.
DEVELLİOĞLU, Ferit (1996). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik
Lügat, Ankara.
EMECEN, M. Feridun (1988). “Afyonkarahisar”, DİA, TDV
Yayınları, C. I, İstanbul, s.443-446.
ERSOY, Osman (1963). “Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna
Doğru”, Ankara Üniversitesi Dil-ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Dergisi, XXI/3-4, Ankara, s.33-65.
ERSOY, Osman (1979-1980)."Şeriyye Sicillerinin Toplu
Kataloğuna Doğru ", XIII/24, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Araştırmaları Dergisi,
Ankara, s.1-20.
GÜRKAN, Feyyaz(1988). “Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine
Dair Bir Araştırma”, IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu
Bildiriler II (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara, s.765-779.
HALAÇOĞLU, Yusuf (1976). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna
Doğru, Adana Şeriyye Sicilleri”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S.30, İstanbul, s.99-108.
İLGÜREL, Mücteba (1975). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna
Doğru”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, S.28-29, İstanbul, s.123-166.
KAZICI, Ziya. (1991). İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul.
KÜTÜKOĞLU, Mübahat. (1994). Osmanlı Belgelerinin Dili
(Diplomatik), İstanbul.
ONGAN, Halit (1958). Ankara’nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili,
Ankara.
TURAN, Osman (1989). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1982). Osmanlı Tarihi, C. I,
35
569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ
Ankara.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1984). Anadolu Beylikleri ve
Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (Temmuz 1935). “Şer’i Mahkeme
Sicilleri”, Ülkü-Halkevleri Dergisi, S. 29, Ankara, s.365-368.
YAMAN, Mümtaz (1938). "Şer'îMahkeme Sicilleri",
Halkevleri Dergisi, S. 68, Ankara, s.153-164.
36
Ülkü-
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
SİCİLL-İ AHVÂL DEFTERLERİNE GÖRE MALATYALI
MEMURLAR
The Officers from Malatya As Taken From the Records of Affairs
Ramazan ÇELEM
ÖZET
Bu çalışmada Sicill-i Ahvâl defterlerinden tespit edilen
Malatya doğumlu 142 memurun tercüme-i hâli ele alınmıştır.
Memurların isimleri, doğum tarihleri, unvanları, meslekleri, görev
yaptığı yerler ile görev süreleri, memurların babalarının isimleri, hangi
aileye mensup oldukları gibi bilgiler belirtilmiştir. Ayrıca memurların
eğitim durumları, hangi okullarda eğitim aldıkları, hangi dilleri
bildikleri değerlendirilmiştir. Memurların göreve başladıkları tarih, ne
kadar maaş aldıkları, görevlerindeki başarıları ve aldığı cezalar, nişan,
madalya ve rütbe alıp almadıklarına dair bilgiler de verilerek Malatya
doğumlu memurlar tanıtılmaya çalışıldı.
Anahtar Kelimeler: Malatya, Sicil, Memur, Tercüme-i Hâl,
Sicill-i Ahvâl Defterleri.
ABSTRACT
In the present study, 142 officers born in Malatya were studied
as taken from the records of affairs. Firstly, information about the
names of the officers, their nicknames, birth dates and anchestors’
names was presented and familial information. Furthermore, the
schools they attented were examined. The languages they speak and
their level were put forward. The officers born in Malatya were
introduced giving information about the date they start to work,
information of their salary, success and punishment of their work,
whether the officers took the sign, medal and degree.

Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
ramazancelem@kilis.edu.tr
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Key Words: Malatya, Affairs, Officer, Biography, Record of
Affairs.
Giriş
Sicil kelime olarak ‘‘resmi belgelerin kaydedildiği kütük,
devlet memurlarının resmi vukuatlarını ihtiva eden defter; Sicill-i
ahvâl de ‘‘memurların tercüme-i hâllerinden resmiyete intikal eden
hususlar’’ anlamına gelir ( Sarıyıldız, 2009: 134). Memurların
vazifeleri süresince hâl tercümelerine konu olan özel veya memuriyet
sırasındaki haller, tarihi seyir, ahlak ve gidişat gibi durumların, resmi
belgelerin kaydedildiği defterlere ise Sicill-i Ahvâl defterleri denir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi bünyesinde bulunan ve Osmanlı
bürokrasisinin son elli yılına ışık tutabilecek bir özelliğe sahip Sicill-i
Ahvâl Defterleri, dönemin önemli devlet adamı Ahmet Cevdet
Paşa’nın çabalarıyla tutulmaya başlandı. Bundan dolayı ilk tutulan
defter Ahmet Cevdet Paşa’ya aittir (Sürmen, 2011: 24 - Sunay, 2007:
11). Önceleri ‘‘Sicill-i Ahlak’’ tabiri kullanılan bu kayıtların adı daha
sonra ‘‘Sicill-i Ahvâl’’ olarak değiştirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde teşkilat yapısının omurgasını kendisinden
önce tarih sahnesinde yer almış olan bazı devletlerin teşkilat yapıları
oluşturmuştur. Gazneliler ve Selçuklulardan tımar sistemi,
İlhanlılardan mali usuller ve mali işlerde kullanılmış olan siyakat
yazısı, divani yazı ve tayin fermanlarının yazılış formülleri alınmıştır.
Yine saray teşkilatının büyük kısmı Memlüklerden örnek alınarak
uygulanmıştır ( Terzi, 2012: 35 ).
Osmanlı Devleti’nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı işlemesi
için gerekli olduğuna inanılan iki büyük sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan
ilki ‘‘Askeri’’ denilen sınıftır. Bu sınıf fiilen askerlik anlamından öte,
Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin
edilmiş, vergiden muaf tutulan saray memurları, mülki memurlar ve
ulemayı kapsamaktadır. İkinci sınıf ise reayadır. Reaya, idareye hiçbir
şekilde katılmayan ve vergi veren Müslüman – Gayrimüslim tüm
halkın meydana getirdiği sınıftır ( Aslan-Yılmaz, 2001: 288 ).
Yönetici grup olan ve Osmanlı bürokrasisini meydana getiren
Askeri sınıf seyfiye, kalemiye ve ilmiye olmak üzere üç alt gruptan
meydana gelmektedir. Seyfiye, yönetici kadronun asker kısmını;
İlmiye, eğitim ve hukuk alanında görevli olan kadıları, müderrisleri ve
diğer din adamlarını; Kalemiye ise devletin bürokratik işlerini yürüten
diğer bütün memurları ifade etmektedir.
Osmanlı’da orduyla beraber en güçlü ve kendine has nitelikleri
olan kurum kuşkusuz bürokrasi olmuştur. Bürokrasinin dokusu,
38
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
devşirme yoluyla toplanan ve yetiştirilen Osmanlı topraklarında
yaşayan azınlıkların çocuklarından oluşmuştur. Bunların yetiştirilmesi
ve eğitilmesi tamamen Osmanlı Devleti’nin örf ve geleneklerine göre
yapılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren seyfiye ve ilmiye
kalemleri üstünlüğü elinde bulundurmuşken daha sonraları bu
sınıflarda yaşanan bozulma ve güç kaybı, yönetici sınıf içerisinde güç
dengelerinin değişmesine neden olmuş ve XVII. ve XVIII. yüzyıllarda
kalemiye sınıfı idari alanda daha çok etkili olmuştur. II. Mahmud
döneminde yapılan düzenlemeler neticesinde bu yapılanma güçlü bir
sivil bürokrasiye dönüşmüştür.
Osmanlının Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle beraber
idari işlerin artışı ve merkeziyetçiliğin gelişmesi neticesinde memur
ihtiyacı daha da artmıştır. XVI. yüzyılın başlarında birkaç bürodan
oluşan Osmanlı bürokratik yapısı XVII. yüzyılda üç ana daire ve 60
civarında alt bürodan oluşan büyük bir organizasyon haline gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezde bürokratik işler, Divan-ı
Hümayun, Defterdarlık ve Defterhane-i Amire tarafından
gerçekleştirilmiştir. Yasama ve yürütme görevlerini Divan-ı
Hümayun, maliye ile ilgili işleri Defterdarlık ve Tımar sistemini idare
görevini ise Defterhane-i Amire yapmıştır.
Tanzimat öncesinde, devlet dairelerinin ihtiyacı olan memurlar,
otodidaktik denilen bir sistemle yetiştirilmekteydi. Yani her daire aynı
zamanda memur yetiştiren birer mektep özelliği taşırdı. Genellikle
memur ve devlet ricalinin çocukları kalemlere çırak (şakird) olarak
alınırlardı. Çıraklar on iki yaşına gelince kalemlere (dairelere) devam
ederlerdi. Evde özel olarak okuma yazma öğrenirler, camilerdeki
derslere devam ederler; ancak Türkçe yazı yazmayı ve yazı çeşitlerini,
hesap ve defter tutmayı bu kalemlerde öğrenirlerdi (Özger, 2010: 18).
Memur adayları, söz konusu eğitim sisteminin yetersiz kaldığı
durumlarda açıklarını kapamak için zaman zaman gerek Bâbıâli’de
gerekse Bâb-ı Defteri’ de bazı hocalardan düzenli dersler alır;
kalemlerde hocaları durumunda olan kâtiplerin karşısında hasır
üzerinde oturur ve zamanla yavaş yavaş kalemdeki bazı önemsiz
yazıları yazmaya başlarlardı. Meşk usulü ile kalemdeki bilgileri
öğrenen bu öğrenci- memurlar ilk memuriyete girdiklerinde maaş
almaz; üç- beş sene sonra düşük bir maaşla mülazım olur (KırıcıYiğit, 2011: 12) ve zamanla kıdemiyle orantılı olarak kalem
gelirlerinden pay alırlardı. Bu sistem, yani memur adaylarının
kalemlerde görevlendirilerek yetiştirilmeleri usulü bütün devlet
dairelerinde uygulanılırdı (Akyıldız, 2004: 26).
Tanzimat döneminde ise, büyük bir değişim yaşanmış ve yeni
personel alım politikasının temelleri II. Mahmud döneminde atılmıştır.
39
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Modernleşme sürecinin temellerinin atıldığı Tanzimat Fermanı
sonrasında memur kadrolarında bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu
süreçte birçok yenilik gerçekleşmiş ve bazı meclisler açılmıştır.
Modern mektepler açılmış (Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i
Ulûm-ı Edebiye) ve buradan mezun olan öğrencilerin imtihanla
memur kadrolarına yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yeni sistemin
doğal sonucu olarak da memurları ilgilendiren vesikaların yazılış
biçiminde ve bürokratik işlemlerin usulünde de yenilikler yapılmıştır.
Mesai günleri, maaş usulleri, yargılanma şekilleri bir sisteme
oturtulmuştur (Uğurlu, 2013: 4).
Tanzimatla başlayan bu süreç Meşrutiyet döneminde de
sürmüştür. Bu dönemde özellikle memurların sicil kaydının tutulması
yolunda çok önemli teşebbüslerde bulunuldu. 1879 ve 1887 yılarında
yayımlanan talimatnamelere göre imparatorluktaki memurlar, sahib-i
rey (vekâletler, meclis veya mahkeme reislikleri, daire müdürlükleri
gibi mevkileri elinde bulunduran) ve diğer bütün mülki memurlar
olmak üzere iki kısma ayrıldı. Birinci sınıftan olan memurların sicili
doğrudan kontrol edilip, gerektiğinde denetlendiği ve sonra da özel
defterlere geçirildiği Bâb-ı Âli’deki merkezi Sicill-i Ahvâl
Komisyonu’na gönderildi. İkinci sınıftan olan memurların sicili ise ilk
olarak çeşitli vekâletlerde ve vilayetlerde kurulan personel sicil
sisteminin şubelerinde kaydedilir veya bazen asıl şekliyle muhafaza
edilirdi (Özger, 2010: 21-22).
Meşrutiyet döneminde tevcihat (verilmiş rütbeler) ve tayin
sisteminde yapılan değişiklikle, önceleri yüksek dereceli memurlar
için uygulanan bir yıllığına atanma usulü kaldırılarak atamalar ve
görevden almaların yalnızca gerektiğinde yapılması esası getirildi.
Sicill-i Ahvâl defterleri memur adlarına göre alfabetik olarak
düzenlenmiştir. Bu şekilde oluşturulmuş 17 adet fihrist bulunmaktadır.
Sicil kaydı aranılan memurun baba ismi ve doğum tarihi bilindiği
takdirde fihrist vasıtasıyla hangi defterde kayıtlı olduğu kolayca
öğrenilebilmektedir ( BOAR, 2010; 237). Memurun baba adı ile
doğduğu tarih bilinmediği takdirde ise aynı ismi taşıyan başka
memurlarla karışıklıklar yaşanabilir.
Sicill-i Ahvâl ile ilgili olarak kaleme alınan talimatnameden
başka sicil işlerini yürütmekle görevli daire ile ilgili de bir düzenleme
yapılmış ve nizamname yayınlanmıştır. Bu nizamname 3 fasıl ve 12
maddeden oluşmuştur ve birde zeyli mevcuttur. İlk fasıl Sicill-i
Ahvâl’in kuruluşu, ikinci fasıl Sicill-i Ahvâl İdaresi’nin özel görevleri
ve üçüncü fasıl da Sicill-i Ahvâl merkez daireleri ve taşra şubeleri
hakkında bilgi vermektedir ( Uğurlu, 2013: 14).
Sicill-i Ahvâl dairesi, ‘‘Tedkikat’’, ‘‘Tescilat’’ ve ‘‘Evrak’’
kalemleri olarak üç şubeye ayrılmıştır. Tescilat Kalemi’nin görevleri;
40
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
vukuat görevi gereğince göreve başlayan bir memurun meslek
serüveni boyunca terfi, rütbe, nişan, ceza, maaş artış veya azalması,
görev değişikliği, ilave görevler, azil, istifa gibi tüm gelişmeleri takip
edilir. Tescilat kaleminin diğer bir görevi ise bütün tercüme-i hâl
varakalarını ve vukuat zeyllerini numaralandırılarak esas defterlerine
aynen yazmak ve memurların sayı, sınıf, derece, milliyet ve
tabiiyyetleri hakkında istatistik (hülasatü’l – kuyud) tutmaktır. Bu
şubenin diğer bir görevi ise; zeyller üzerine memurun rütbe, nişan,
memuriyet tayinleri, değişiklikleri gibi baba isimlerine kadar yazılan
‘‘fihrist muamelesini’’ ni hazırlamaktır. Son görevi ise tercüme-i
hâllerin onaylı suretlerini kopyalamaktır. Tedkikat Kalemi; tüm
tercüme-i hâl kayıtlarının araştırılması, özetlenmesi ve bilgilerin resmi
kayıtlara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi görevini
yürütmektedir. Evrak Kalemi ise, gelen ve giden evrakı kaydetmek,
ilgili yerlere sevk etmektedir (Uğurlu, 2013: 14 )
Memurların özgeçmişi niteliğinde olan bu belgeler, zaman
içinde ufak bazı değişikliklere uğrasalar da genel olarak cevaplanması
istenen sorular beş başlıktan oluşmaktaydı:
1- Memurun ismi, varsa şöhreti, babasının adı ve mesleği,
2- Doğum yeri ve tarihi,
3- Okuduğu okullar, aldığı dersler, diploması olup olmadığı,
konuştuğu dilleri varsa basılan esreleri ve bunların konuları,
4- Devlet hizmetine girdiği yaş ve tarihi, maaşlı olarak mı
yoksa stajyer olarak mı başladığı, bulunduğu makamlar, aldığı rütbe
ve nişanlar, her bir görevinde ne kadar maaş aldığı, ne kadar süreyle
görev dışında kaldığı, bu süre içerisinde mazuliyet (azledilmiş olma)
aylığı alıp almadığı, eğer aldıysa miktarı, tekaüd ( emekli) maaşı
bağlandıysa miktarı,
5- Çalıştığı kalemden ayrılma (infisal) nedeni, varsa
hakkındaki şikâyetleri, yargılandıysa suçlu olup olmadığı,
cezalandırılıp cezalandırılmadığı, beraatine dair belgenin olup
olmadığı gibi oldukça geniş kapsamlı malumatları içerir (Sunay, 2007:
12).
Sicill-i Ahvâl defterlerinde her memur için iki sayfa ayrılmıştır.
Ancak bazı memurların bilgileri yarım sayfada biterken bazı
memurlara da bu iki sayfa yetmeyip zeyller yazılmıştır. Böyle bir
durumda devamının hangi cild veya sayfada olduğu, ikinci sayfanın
kenarına not alınmıştır. Bazı biyografiler tek kalemden çıkmıştır.
Bazılarına ise sonradan ilaveler yapıldığı, başka bir kâtip tarafından
yazıldığı yazının çeşidi ve mühürden anlaşılmaktadır (Kütükoğlu,
1998: 142).
41
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
1879 yılında Dahiliye Nezareti bünyesinde kurulan Sicill-i
Ahvâl Komisyonu ile başlayan sicil çalışmaları, 1896’da bu
komisyonun kaldırılması ile yerine kurulan Memurin-i Mülkiye
Komisyonu’nca hiçbir daireye bağlı olmadan yürütülmüştür. 1908
yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra Memurin-i Mülkiye
Komisyonu kaldırılmış Sicill-i Ahvâl Dairesi adı altında yeniden
teşkilatlandırılmıştır. İlk iki komisyon, Sultan II. Abdülhamid dönemi
boyunca Sicill-i Umumi Defterleri’ni müşterek usul ve esaslara göre
hazırlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden
Dahiliye Nezareti Memurin ve Sicill-i Ahval İdaresi, tescil işlemlerini
bu defterlere zeyl (ek) olacak şekilde ilave etmemiş, Memurin
Muamelat Dosyaları halinde tanzim edilerek saklanmıştır (Gültepe,
2009: 309).
1914 tarihli sicil talimnamesi ile memurların ellerine, tasdikli
tercüme-i hâl varakaları yerine sicil cüzdanları verilmeye başlanmıştır
( Sarıyıldız, 2004: 168 ). Sicill-i Ahvâl Memurin Komisyonu 1922
yılına kadar görevini sürdürmüştür.
Sicill-i Ahvâl Komisyonu, kurulduğu 1879 yılından kaldırıldığı
1909 yılına kadar zor şartlar altında görevini sürdürmüştür. Mekân,
örgütlenme, görevlilerin yeterli derecede eğitime sahip olamamaları,
yazışmalarda karşılaşılan güçlükler, yeterli tahsisatın (ödenek)
ayrılmaması
gibi
nedenlerle
Sicill-i
Ahvâl
evraklarının
düzenlenmesinde bazı olumsuzluklarla karşılaşılmıştır. Hâl
tercümelerinin merkeze ulaştırılması zor bir süreç içerisinde
gerçekleşebilmiştir. Komisyondaki bu gibi eksikliklerden başka
memurlardan bazılarının özgeçmişlerini vermek istememeleri gibi
olumsuzluklara da rastlanmıştır. Bunun yanında bazı bilgileri saklama
veya yanlış bilgi verme gibi durumlarda görülmüştür. Tüm bu
sebeplerden dolayı 1888’den itibaren hâl tercümelerindeki bilgilerin
doğruluğu resmi belgelere bakılarak tasdik ve tescil edilmeye
başlanmıştır (Daşçıoğlu, 2006: 563).
Sicill-i Ahval Komisyonu’nun kurulmasından itibaren 1909
yılına kadar mülki ve adli memurlardan 92.000 memurun sicil kaydı
201 defterde toplanmıştır. Defterlerin nasıl tutulacağına dair birçok
tarifname ve nizamname hazırlanmıştır.
Malatyalı memurlar ile ilgili yapılan bu çalışmada, sadece
Malatya merkez ve merkeze bağlı nahiye ile karyede doğmuş olan
memurlar ele alınmıştır.
Toplumsal Statüleri
Sicill-i Ahvâl defterlerindeki Malatya doğumlu memurların
biyografileri, onların sosyal statülerini, eğitim durumlarını, bildiği
42
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
dilleri, görev yaptığı yerleri, hangi görevlerde bulunduklarını,
memuriyetleri süresince almış olduğu rütbe, nişan, madalya ve
başkaca ödülleri ve görev yerlerinin değişmesine neden olan
durumları gösteren önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Bu bilgilere
dayanarak memurlar hakkında çeşitli başlıklar altında bir
değerlendirme yapmak mümkündür.
Sicill-i Ahvâl defterlerindeki kayıtlara göre tespit edilen
Malatya doğumlu 142 memurdan 138’i Müslüman, 4’ü
Gayrimüslimdir. Kayıtlarda Gayrimüslim memurlardan 3’nün ( Agop
Efendi1, Bağdasar Efendi2, Kiyork Efendi3 ) Ermeni olduğu belirtilmiş
sadece Bogos Gündibegyan Efendi4’nin hangi milletten olduğu
belirtilmemiştir. Malatya doğumlu memurların isimleri ile birlikte
kullanılmış olan Efendi, Bey ve Ağa gibi unvanlar da kayıtlar da
mevcuttur.
Memurun
Adı
Abdullah
Arifi Efendi
Abdullah
Efendi
Abdullah
Hulusi
Efendi
Abdullah
Kâzım
Efendi
Abdullah
Muhlis
Efendi
Doğum Tarihi
H. 1288
Babasının
Adı
Babasının
Mesleği
Ali Necib
Efendi
(1871 - 1872)
Hacı
Abdullah
Efendi
H. 1283
( 1866 - 1867 )
Mustafa Ağa
H. 1292
( 1875 – 1876)
H. 1281
Ahmed Ağa
Asakir-i
Redife
Mülazımı
İbrahim Ağa
Esnaf
Hacı
İbrahim Ağa
Esnaf
Ahmed
Efendi
Kaza
Sertahsildarı
(1864 – 1865)
H. 1275
(1858 – 1859)
Abdullah
Ragıb Efendi
14 Muharrem
1276 ( 13
Ağustos 1859)
Abdullah
Ragıb Efendi
H. 1278
Abdullah
Şükrü Efendi
Memurun
Unvanı
Kayışoğlu
( 1861 – 1862 )
Şeyh Hacı
Hüseyin
Efendi
H. 1258
( 1842 – 1843 )
1
BOA. DH. SAİD. 167/122, s. 241
BOA. DH. SAİD. 176/044, s.85
3
BOA. DH. SAİD. 119/159, s.315
4
BOA. DH. SAİD. 173/139, s.275
2
43
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Abdurrahman
Efendi
Abdülbaki
Efendi
Abdülkadir
Kadri Efendi
Abdülkerim
Efendi
H. 1301
Mehmed
Efendi
( 1883 – 1884 )
H. 1271 Receb
( Mart 1855 )
Hacı
İbrahim
Efendi
H. 1275
Osman
Efendi
( 1858 – 1859 )
( 1870 - 1871 )
H. 1290
Fazıl Efendi
( 1873 – 1874 )
Abdülvahab
Efendi
H. 15 Şubat
1278 ( 27 Şubat
1863 )
Abdürreşid
H. 1271
Sabit İzzet
( 1854 – 1855 )
Hasan Ağa
H. 1293
Avidis Jaj
Hasan
Efendi
( 1876 – 1877 )
Ahmed
Cemal Efendi
Ahmed
Cemal Efendi
Ahmed
Efendi
Ahmed Halis
Efendi
Ahmed
Hamdi
Efendi
Ahmed
Hamdi
H. 1290
( 1873 – 1874 )
Ahmed
Efendi
Tüccar
Hacı
Esnaf
Zanyan Ağa
Şeyh Hacı
Halil ve
Vezirzade
H. 1290
( 1873 – 1874 )
H. 1277
( 1860 – 1861 )
H. 1299
( 1882 – 1883 )
Mehmed
Necati
Efendi
Kuleli Kışlası
İmam-ı Sanisi
Hacı
Mehmed
Necati
Efendi
Hassa Ordu-yı
Hümayunu
Kuleli Kışlası
Adamlığı
Ahmed
Efendi
Esnaf
İsmail Zühdi
Efendi
Konya
Vilayeti
Telgraf ve
Posta
Başmüdüriyeti
Başkâtibi
Hüseyin Ağa
H. 4
Rebiülevvel
1289 ( 12
Mayıs 1872 )
H. 1289
Mehmed
Ağa
( 1872 – 1873 )
Efendi
Ahmed
Esnaf
Hüseyin
Efendi
H. 1287
Abdülkerim
Agop Efendi
Müderris
Hacı Hasan
H. 1272
44
Esnaf
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Hamdi
( 1855 – 1856 )
Efendi
Efendi
Ahmed
Hamid
Efendi
Ahmed
Hamid
Efendi
Ahmed
Kâmil Efendi
Ahmed
Mansur
Efendi
Ahmed Naim
Efendi
Ahmed Sadi
Efendi
H. 1267
Battalzade
( 1850 – 1851 )
H. 22
Cemaziyelevvel
1291 ( 7
Temmuz 1874 )
H. 1266
Ahmed
Turan Efendi
Ali Avni
Efendi
Ali Muhlis
Efendi
Ali Rıza
Efendi
Ali Rıza
Efendi
Ali Rıza
Efendi
Ali Rıza
Efendi
Bağdasar
Efendi
Belediye
Meclisi
Azalığı
Mustafa Ağa
Tüccar
Abdullah
Efendi
( 1849 – 1850 )
H. 1291
Mustafa Bey
( 1874 – 1875 )
H. 1255
Said Efendi
Ulema
( 1839 – 1840 )
Hacı
Mehmed
Efendi
H. 1279
Cemaziyelahir
( Kasım 1862 )
Ahmed Şevki
Efendi
Hacı
Mustafa Ağa
Hacı Emin
Efendi
H. 1290
( 1873 – 1874 )
Kaymakam
Hacı
İbrahim
Efendi
H. 1270
( 1853 – 1854 )
H. 1284
( 1867 – 1868 )
H. 1303
( 1885 – 1886 )
H. 1272
Kevser
Efendi
Tüccar
Halil Hakkı
Efendi
Tüccar
Ali Efendi
Tüccar
Mehmed
Münir
Efendi
Belediye Reisi
( 1855 – 1856)
H. 1293
( 1876 – 1877 )
Kasım
Efendi
H. 1285
( 1868 – 1869 )
H. 1285
Aksoğanzade
( 1868 - 1869 )
H. 1298
45
Hacı
Mehmed
Ağa
Tüccar
Bağdasaryan
Dipanovi
Vergi Dairesi
Mümeyyizi
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
( 1881 – 1882 )
Bekir Efendi
Ağa
Hüseyin Ağa
H. 1286
( 1869 – 1870 )
Bekir Nuri
Efendi
H. 1265 Şaban
Bekir Sıdkı
Efendi
H. 1291
Bogos
Gündibegyan
Efendi
Süleyman
Ağa
( Haziran 1849)
Mehmed
Ağa
( 1874 – 1875 )
H. 1298
Serkis Ağa
Meclis-i İdare
Azalığı
Mehmed
Efendi
Mülga Meclisi
Temyiz Kâtibi
( 1881 – 1882 )
Burhaneddin
Efendi
H. 23 Ramazan
1279 ( 14 Mart
1863 )
Cemil Efendi
H. 1278
( 1861 – 1862 )
Ferhad
Efendi
Ferhad
Fehmi Efendi
Feyzullah
Efendi
Bektaş Ağa
H. 1290
( 1873 – 1874 )
H. 1 Zilhicce
1286 ( 4 Mart
1870 )
Bektaş Ağa
H. 1 Receb
1260
Veli Efendi
( 17 Temmuz
1844 )
Fikri Efendi
H. 1280
( 1863 – 1864 )
Hacı
Abdülvahab
Azmi Efendi
Hacı Ali
Necib Efendi
Hacı Hasan
Tahsin
Efendi
Hacı İbrahim
Talat Efendi
Hacı
Mehmed Arif
Efendi
H. 1286
Vaizzade
( 1869 – 1870 )
H. 1254
Zeynelabidin
Efendi
Ketebe
Hacı
Mehmed
Efendi
Tabur Kâtibi
Bekir Efendi
( 1838 – 1839 )
( 1866 – 1867 )
Hacı
Mehmed
Said Efendi
H. 1300
Cumali Ağa
H. 1283
Tüccar
( 1882 - 1883 )
Hacı
Mehmed
Emin Efendi
H. 1295
( 1878 – 1879 )
46
Mülkiye
Kaymakamı
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Hacı
Mehmed
Efendi
( 1822 – 1823 )
Hacı
Mehmed
Sabit Efendi
( 1876 – 1877 )
Hacı Ömer
Avni Efendi
Halil Avni
Efendi
Halil Sabri
Efendi
Reçber
( Mart 1852 )
Hacı
Mehmed
Emin Efendi
Hacı Osman
Ramiz Efendi
Mustafa Ağa
H. 1268
Cemaziyelahir
Abdülvahab
Efendi
H. 1238
H. 1293
Osman
Efendi
Hacı
Mehmed
Ağa
H. 1277
( 1860 – 1861 )
H. 1253
Haskizade
( 1837 – 1838 )
Hacı
Mehmed
Efendi
İsmail Ağa
H. 1279
( 1862 – 1863 )
İbrahim Ağa
H. 1 Receb
1274
(15 Şubat 1858)
Hasan Ağa
H. 1270
( 1853 – 1854 )
Hasan Efendi
Abdülbaki
Efendi
H. 1248
( 1832 – 1833 )
Hasan Samih
Efendi
Hasan Tahsin
Efendi
Hüseyin
Efendi
Hüseyin Faik
Efendi
Hüseyin
Hami Efendi
Hüseyin
Hüsnü Efendi
Hüseyin
H. 1277
Vaiz
Mehmed
Dilaver
Efendi
( 1860 – 1861 )
Hafız
Mehmed
Emin Efendi
Mal Müdürü
Hasan
Efendi
Esnaf
H. 28 Ramazan
1266 ( 7
Ağustos 1850 )
Hacı
Mehmed
Efendi
Tüccar
H. 1276
Mehmed
Efendi
H. 1287
( 1870 – 1871 )
H. 1285
( 1868 – 1869 )
( 1859 – 1860 )
Hüseyin Ağa
H. 1260
( 1844 - 1845 )
İsmail Ağa
H. 1295
47
Tüccar
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Hüsnü Efendi
İbrahim
Edhem
Efendi
İbrahim
Hakkı Efendi
İbrahim Halil
Efendi
İbrahim
Hulusi
Efendi
İbrahim
Necmeddin
( 1878 – 1879 )
H. 14
Rebiülevvel
1270 ( 15
Aralık 1853 )
Mehmed
Ağa
Destgâh
H. 1283
Mehmed
Ağa
Esnaf
( 1866 – 1867 )
H. 1296
Yusuf
Efendi
( 1879 - 1880 )
H. 1297
Leblebicizade
( 1879 - 1880 )
H. 1292
Abdulvahab
Ağa
Bakkal
Hasan
Efendi
( 1875 – 1876 )
Efendi
İbrahim
Niyazi
Efendi
İbrahim
Nizami
Efendi
İbrahim Sırrı
Efendi
Hacı Ömer
Timur
H. 1262
( 1846 – 1847 )
Halil Ağa
H. 1288
Muharrem
( Mart 1871 )
H. 1277
Zilkade
Ali Efendi
( Mayıs 1861 )
İbrahim
Şevki Efendi
Hüseyin Bey
H. 15 Safer
1265
(10 Ocak 1849)
İbrahim Talat
Efendi
İbrahim Talat
Efendi
İbrahim
Zihni Efendi
Kiyork
Efendi
Lütfullah
Lütfi Nuri
Mahmud
H. 1285
Mehmed
Efendi
( 1868 – 1869 )
Hacı Osman
Efendi
H. 1268
( 1851 – 1852 )
Tüccar
Hacı Ömer
Efendi
H. 1277
( 1860 – 1861 )
Na’bus Ağa
H. 1284
( 1867 - 1868 )
Hacı Salih
Efendi
H. 1275 Receb
( Şubat 1859 )
Ali Rıza
H. 1293
48
Kâhta Kazası
İdare Meclisi
Azası
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Bedri Bey
( 1876 – 1877 )
Mahmud
Fahreddin
Efendi
H. 1302
Mahmud
Ferid Efendi
Mahmud
Hâki Efendi
Efendi
Ali Efendi
( 1884 – 1885 )
H. 1277
( 1860 – 1861 )
H. 1 Receb
1294
( 12 Temmuz
1877 )
Mahmud
Hamdi
Efendi
Mahmud
Namık
Efendi
Mahmud
Nedim
Efendi
Mahmud
Nedim
Efendi
H. 1271 Şevval
(Haziran 1855)
H. 1282
H. 6 Şaban
1308
( 1873 – 1874 )
H. 1292
Mehmed Atıf
Efendi
Mehmed
Beşir Efendi
Mehmed
Ulema
Hasan
Efendi
Tüccar
Ömer Efendi
Tüccar
Ahmed Ağa
H. 1290
Mehmed
Âmil Efendi
Mehmed Arif
Efendi
Hacı
Mehmed
Efendi
(17 Mart 1891)
H. 7 Rebiülahir
1296 ( 31 Mart
1879 )
Mehmed Arif
Efendi
Nüvvab
( 1865 – 1866 )
Mehmed Ali
Efendi
Mehmed Arif
Efendi
Abdullah
Kemal
Efendi
Münir
Efendi
Belediye
Dairesi
Sandık Kâtibi
Hacı Hasan
Esnaf
Halil Ağa
( 1875 – 1876 )
H. 1302
( 1884 – 1885 )
H. 1294
( 1877 – 1878 )
H. 1309
Rahmi
Efendi
Mekteb-i
İbtidai
Muallimi
Mustafa
Lütfi Efendi
Bölük Emini
Mustafa Ağa
Zürra
( 1891 – 1892 )
Mustafa Ağa
H. 1263
( 1847 – 1848 )
H. 1294
Abdullah
Şükrü
Efendi
( 1877 – 1878 )
H. 1293
Haytaoğulları
49
Mustafa
Vergi
Memuru
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Cemil Efendi
Mehmed
Efendi
Mehmed
Efendi
Mehmed
Efendi
Mehmed
Emin Efendi
Mehmed
Emin Efendi
Mehmed
Esad Efendi
( 1876 – 1877 )
Efendi
Ahmed Ağa
H. 1257
( 1841 – 1842 )
Süleyman
Efendi
H. 1251
( 1835 – 1836 )
İbrahim Ağa
H. 1281
( 1864 – 1865 )
H. 1265
Osman
Efendi
( 1849 – 1850 )
Hacı
H. 1280
( 1863 – 1864 )
Mehmed
Ağa
H. 1298
Ali Asım
Efendi
( 1881 - 1882 )
Mehmed
Faik Efendi
H. 1270 Receb
( Nisan 1854 )
Hacı Ali
Efendi
Devriye
Müderrisi
Mehmed
Faik Efendi
H. 20 Safer
1286 ( 1
Haziran 1869 )
Mehmed
Behçet
Efendi
Nevşehir
Naibi
Mehmed
Fevzi Efendi
H. 1294
Mehmed
Fuad Efendi
Mehmed
Hamdi
Efendi
Mehmed
Hâzım
Efendi
Mehmed
İzzet Efendi
Mehmed
Naci Efendi
Mehmed
Nuri Efendi
Mehmed
Reşid Efendi
Hacı Ahmed
Efendi
( 1877 – 1878 )
Hüseyin Ağa
H. 1300
Zürra
( 1883 – 1884 )
İbrahim
Efendi
H. 1294
( 1877 – 1878 )
Hacın Hasan
Efendi
H. 1275
( 1858 – 1859 )
H. 1247
( 1831 – 1832 )
H. 1272
( 1855 – 1856 )
H. 1295
Hacı Bekir
Efendi
Tüccar
Mahmud
Ağa
Tüccar
Mustafa
( 1878 – 1879 )
H. 1 Receb
1270
Sofu
Abdülfettah
Efendi
50
Tüccar
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
(30 Mart 1854 )
Mehmed
Said Bey
H. 19 Ramazan
1306 ( 19
Mayıs 1889 )
Mehmed
Said Bey
H. 1290
Mehmed
Said Efendi
Mehmed
Şevki Efendi
Arpaeminizade
( 1873 – 1874 )
Haşim Bey
Mülkiye
Kaymakamı
Mahmud
Miralay
Hilmi Bey
H. 1305
Halil Efendi
Tüccar
( 1887 – 1888 )
H. 1269
Rebiülevvel
( Aralık 1852 )
Mehmed
Tahir Efendi
Mehmed
Tevfik
Efendi
H. 1266
( 1849 – 1850 )
H. 1272
( 1881 – 1882 )
Mehmed
Tevfik
Efendi
( 1878 – 1879 )
Mehmed
Zeki Efendi
Mehmed
Zeki Efendi
Muhammed
Nazif Efendi
H. 1298
H. 1295
Bekir Efendi
Rüşdiye
Muallimi
Hüseyin
Efendi
Cami
Müderrisi
Ahmed Ağa
H. 1285
( 1868 – 1869 )
Hacı
Hüseyin
Efendi
H. 1292
( 1875 – 1876 )
H. 1278
Kazancızade
( 1861 – 1862 )
Mustafa
Fehmi Efendi
H. 1299
İlmiye
Mensubu
Abdullah
Efendi
( 1891 - 1892 )
H. 25
Cemaziyelevvel
1268 ( 17 Mart
1852
İbrahim
Tahir Efendi
H. 1309
Mustafa Fazlı
Efendi
Mustafa
Hayri Efendi
Hasan
Efendi
( 1855 – 1856 )
Mehmed
Tevfik
Efendi
Mehmed
Zekâi Efendi
Zeynelabidin
Efendi
Timur Ağa
( 1882 – 1883 )
H. 9 Şevval
1283
51
Hafız
Mehmed
Emin Efendi
Mal Müdürü
Mehmed
Münir
Efendi
Nafia Kâtibi
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
(14 Şubat 1867)
Mustafa
Kâmil Efendi
Mustafa
Kâmil Efendi
H. 1270
( 1853 – 1854 )
H. 25 Zilkade
1262 ( 14
Kasım 1846 )
Mustafa
Sabri Efendi
H. 1289
Osman Nuri
Efendi
Osman
Remzi Efendi
Ömer Sabri
Efendi
Sun’ullah
Galib Efendi
Yusuf Cemil
Efendi
Yusuf
Ziyaeddin
Efendi
Zülkifl Agâh
Efendi
Hüseyin Bey
H. 1259
( 1843 – 1844 )
Mustafa
Sabri Efendi
Osman
Efendi
Ali Efendi
Hacı
Delilbaşı
Mustafa Ağa
Mehmed
Efendi
( 1872 – 1873 )
H. 1268
Mehmed
Efendi
( 1851 – 1852 )
H. 1296
Ahmed
Efendi
( 1879 – 1880 )
R. 1267 Nisan
Çiftlikat-i
Hümayun
Dava Vekâleti
Memuru
Ali
( Nisan 1851 )
H. 1292
Halil Efendi
( 1875 – 1876 )
Abdülbâki
Efendi
H. 1252
( 1836 – 1837 )
H. 1296
Mehmed
( 1879 – 1880 )
Ali Efendi
Asakir-i
Şahane
Yüzbaşısı
Hacı
H. 1273
( 1856 – 1857 )
H. 1290
Nüfus
Memuru
Mustafa Ağa
Fındıklızade
( 1873 – 1874 )
Hasan
Tahsin
Efendi
Jandarma
Tabur Kâtibi
Malatya doğumlu memurların isimlerine göre yapılan
değerlendirmede ortaya çıkan bir takım özellikler dikkat çekmektedir.
Memurlardan 119’u çift isme, 21’i tek isme sahipken 2 memurun ise 3
ismi bulunmaktadır. Bu durum Gayrimüslim memurlarda ise 3 kişi tek
isim, 1 kişi çift isim olarak görülmüştür. Memurların 136’sı Efendi,
3’ü Bey ve 1’i de Ağa sıfatını kullanmıştır. Gayrimüslim memurların
hepsi Efendi sıfatıyla anılmışlardır. Hacı unvanını kullanan 10 kişi
olmuştur.
52
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Osmanlı klasik döneminde ‘‘Bey’’ sıfatı Seyfiye sınıfına
mensup şahıslar için kullanılmış iken ‘‘Efendi’ sıfatı İlmiye sınıfında
bulunanlar için geçerlidir. Mülkiye sınıfının gelişmesi ile birlikte
‘‘Efendi’’ sıfatını iki sınıfa mensup kişiler kullanmaya başlamışlardır (
Uğurlu, 2013: 37 ).
Malatya doğumlu memurların 39 tanesi Mehmed, 15 tanesi
Ahmed, 13 tanesi İbrahim, 8’er tanesi Abdullah ve Mahmud, 7 tanesi
de Mustafa isimlerine sahiptir. Çift isimli memurlardan en çok
kullanılmış olan isim 4 kişiyle Ali Rıza Efendi’dir. Daha sonra ise 3’er
kişinin kullanmış olduğu Ahmed Hamdi Efendi, Mehmed Arif Efendi,
Mehmed Tevfik Efendi isimleri gelir. Tek isimli memur isimlerinden
Mehmed Efendi ismi ise 3 kişi tarafından kullanılmıştır.
Malatya doğumlu memurların tercüme-i hâl evraklarında
11’inin unvanı, 43’ünün babasının unvanı, 70’inin de baba mesleği
belirtilmiştir. 4 Gayrimüslim memurdan 3’ünün baba mesleği
gösterilmiştir.
Memur babalarının en çok kullanmış oldukları unvan 4 taneyle
Vaizzade, 3’er taneyle de Kazancızade ve Leblebicizade’dir. Ahmed
Cemal Efendi5’nin Şeyh Hacı Halil ve Vezirzade olmak üzere iki
lakabı olduğu kayıtlarda mevcuttur.
Memurlardan Cemil Efendi6, Hasan Ağa7 ve Mehmed Şevki
Efendi’nin babalarının isimleri kayıtlarda yer almamıştır. Mehmed
Nuri Efendi ile Osman Remzi Efendi’nin babalarının isimleri (
Mustafa ve Ali ) hiç bir unvan ve sıfat olmadan ‘‘……. nam
kimesne’’ ifadesiyle yazılmıştır.
Sicill-i Ahvâl kayıtlarında memur babalarının 87 tanesinde
Efendi, 43 tanesinde Ağa ve 5 tanesinde de Bey sıfatı olduğu
belirtilmiştir. 2 memur babasının ise Hacı unvanı olduğu ifade
edilmiştir. Gayrimüslim memurların babalarının hepsi Ağa sıfatını
kullanmışlardır.
Belgelerde görülen diğer bir ayrıntı da memurların babalarının
meslekleridir. Baba mesleği olarak en çok tüccar ( 16 kişi ) ve esnaf (
9 kişi ) grubu ağırlıktadır. Ahmed Hamid Efendi’nin babası Belediye
Meclis Azalığı, Ahmed Şevki Efendi8’nin babası Kaymakamlık, Ali
Rıza Efendi9’nin babası Belediye Başkanlığı, Hacı Mehmed Arif
5
BOA. DH. SAİD. 171/036, s.69
BOA. DH. SAİD. 058/083, s.163
7
BOA. DH. SAİD. 196/034, s.67
8
BOA. DH. SAİD. 076/129, s.255-256
9
BOA. DH. SAİD. 114/096, s.187
6
53
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Efendi ile Mehmed Said Bey’in babaları Mülkiye Kaymakamlığı
görevinde bulunmuşlardır.
Eğitim Durumları
Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan yenileşme
hareketleri askeri, idari ve sosyal alanların dışında eğitim alanında da
birçok değişime neden olmuştur. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren batı
tarzı eğitim veren okulların açılmıştır. 1845 yılında sıbyan mektepleri,
rüşdiye ve darü’l-fünun açılmış, 1868’de ise mekteb-i ibtidaiye,
rüşdiye, idadi, lise, yüksekokullar, üniversite şeklinde yeni bir
düzenlemeye gidilmiştir ( Daşçıoğlu, 2006: 565-566 ).
Memurluk vazifesiyle görevlendirilmiş olan Malatyalı
memurların hangi kademelerde ve hangi okullarda eğitim aldıkları
bilgilerine kayıtlardan ulaşabilmek mümkündür.
Sıbyan Mektebi
17
Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi
33
Sıbyan Mektebi, Medrese
16
Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim
14
Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Telgraf Mektebi
1
Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Rüşdiye-i Askeri
1
Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Sultani
1
Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Süleymaniye Cami-i Şerifi’
Darü’l-Hadis Medresesinde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane
1
Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Malatya Mekteb-i İdadi-yi
Mülkisi
1
Sıbyan Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Darü’l Hadis
Medresesi
1
Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Bayezid Cami-i Şerifi’nde
Eğitim, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane
1
Milel-i Muhtelife Sıbyan Mektepleri, Latin Kapuçin Mektebi
1
İbtidai Mektebi
7
İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi
6
İbtidai Mektebi, Medrese
2
İbtidai Mektebi, İdadi Mektebi
1
İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Özel Hocadan Eğitim
1
İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Ma’arif Müfettişliğinde Eğitim,
Mekteb-i Müşdi, Mekteb-i Nüvvab
1
54
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
İbtidai Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim
1
İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Medrese, Bayezid Cami-i
Şerifi’nde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Tıbbiye, Menşa’i- Muallimin
İdadisi
1
Medrese
7
Medrese, Süleymaniye Cami-i Şerifi’nde Eğitim
1
Medrese, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane
1
Medrese, Mekteb-i Mülkiye
1
Medrese, İdadi-i Mülkiye Mektebi
1
Rüşdiye Mektebi
5
Rüşdiye Mektebi, İdadi Mektebi
2
Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane
1
Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Hukuk, Özel Hocadan Eğitim
1
Hekimhan Rüşdiye-i Askerisi, Kuleli İdadisi, Mekteb-i Harbiye
1
Mamüretü’l-aziz Mekteb-i Rüşdiye-i Askerisi, İdadi-yi Mülki, Özel
Hocadan Eğitim, Rüşdiye Mektebi
1
Maskata Re’sinde Eğitim, Medrese, Ayasofya Cami-i Şerifi’nde
Eğitim,
1
Mekteb-i Hukuk-ı Şahane
Mekteb-i İdadi-yi Mülki
2
Ermeni Mekteb-i İdadisi
1
Tahsili Yok
1
Babasından Aldığı Eğitim
2
Özel Hocadan Aldığı Eğitim
2
Özel Hocadan Eğitim, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane
1
Bazı Mekatibde Aldığı Eğitim
2
Memurlardan 88’i eğitimine sıbyan mektebinde, 20’si ibtidai
mektebinde, 11’i medresede ve yine 11’i de rüşdiye mektebinde
başlamıştır. 17 kişinin eğitimi sıbyan mektebiyle, 7 kişinin ibtidai
mektebi, 7 kişinin medrese ve 5 kişinin eğitiminin de rüşdiye
mektebiyle sınırlı kaldığı görülmüştür.
Memurlardan sadece Hasan Ağa’nın tahsili olmadığı
görülmüştür. Abdurrahman Efendi 10 ile Mehmed Arif Efendi ise
eğitimlerini babalarından almıştır. Özel hocalardan eğitimini almış
10
BOA. DH. SAİD. 178/013, s.33
55
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
memurlar Hacı Abdülvahab Azmi Efendi 11 ile İbrahim Necmeddin
Efendi’dir.
Mehmed Reşid Efendi, Adliye Nezareti’nden müstantiklik
diploması alırken İbrahim Zihni Efendi 12 ise Mekteb-i Nüvvab ile
Mekteb-i Müşdi’den diploma almıştır.
Gayrimüslim memurlardan Agop Efendi, eğitimini Latin
Kapuçin Mektebi’nde; Bağdasar Efendi ise Ermeni Mekteb-i
İdadi’sinde almıştır.
Sicill-i Ahvâl Kanunname-i Umumiyesi’nin 6. maddesinin 3.
sorusunda memurların hangi dilleri okuyup yazabildikleri, okuma
yazma bilmedikleri takdirde ise lisanlara hangi derecede aşina olduğu
veya o dili ne kadar anlayabildiklerini belirtmeleri istenmiştir (
Bozkurt, 2011: 7 ). Bu çerçevede incelenen Malatyalı memurların
genelinin Türkçe okur-yazar olduğu ortaya çıkmaktadır. Malatya
doğumlu memurların okuyup yazabildiği, konuştuğu ve anlayabildiği
diller Türkçe, Arapça, Farsça’dır. Bunun yanında azda olsa Fransızca,
Kürtçe, Ermenice, Bulgarca, Arnavutça ve İngilizce bilen veya
anlayan memurlar da bulunmaktadır. Ahmed Naim Efendi’nin Farsça
tercüme ettiği kayıtlarda mevcuttur.
Memurların büyük çoğunluğunda eğitim bilgileri kısmında ilk
olarak ‘‘Mukaddemat-ı Ulum’’ veya ‘‘Esas-ı İslamiye olan
Mukaddemat-ı Ulum-ı Diniye’’ ibaresi yer almaktadır. Bununla
kastedilen İslam dininin esasları olan İlmihal, Kur’an-ı Kerim gibi ilk
dini bilgiler ve Gramer, Sentaks, Vaaz, İştikak, Geometri, Hesap,
Münazara, Mantık gibi ilimlere giriş derslerinin okutulduğudur (
Uğurlu, 2013: 50 ).
İlk eğitim aldıkları yerlerde genellikle Arapça eğitimi için Sarf
ve Nahiv derslerini, Farsça için Gülistan, Bend-i Attar ve Divan-ı
Hafız adlı eser ve derslerini okumuşlardır. Ayrıca Hesap, Tarih,
Coğrafya, Hadis, Fıkıh, Matematik, Mantık derslerini de almışlardır.
Rüşdiye mektebinde eğitim görmüş kişiler için ‘‘müretteb dersleri
tahsil ve ikmal eylemiş’’ ifadesine sıkça rastlanmaktadır.
Mesleki Durumları
Malatya doğumlu memurlar, Osmanlı Devleti sınırları
içerisinde birçok bölgede çeşitli memuriyetlerde görev almışlardır.
Memurlar, atandıkları birimde mülazemet (stajyer) veya muvazzaf
(kadrolu) olarak göreve başlamışlardır.
11
12
BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99
BOA. DH. SAİD. 111/176, s.349
56
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Sicill-i Ahvâl kayıtlarına göre yapılan incelemelerde 142
memurdan 67’si göreve stajyer olarak, 69’u ise tayin edilerek maaşla
görevlerine başlamışlardır. Gayrimüslim memurların tamamı
kadroludur. Sun’ullah Galib Efendi, Malatya Ticaret ve Ziraat ve
Sanayi Odası üyeliği ve başkanlığı görevlerini; Ali Rıza Efendi ise
Malatya Sancağı Ticaret Mahkemesi üyeliği görevini fahri olarak
yapmıştır.
Memurların işe başlama yaşları dikkate alınarak yapılan
değerlendirmede 71 memur 10-20 yaşları arasında, 50 memur 21-30
yaş aralığında, 15 memur ise 31-40 yaşları arasında görevlerine
başlamışlardır. 40 yaş üstü olan tek memur ise Mehmed Efendi’dir.
Hacı Ali Necib Efendi, Mahmud Nedim Efendi, Mehmed Said Bey 13,
Sun’ullah Galib Efendi14 ve Yusuf Ziyaeddin Efendi15’nin işe başlama
yaşı ise kayıtlarda bulunamamıştır.
Malatya doğumlu memurların 1’i gayrimüslim olmak üzere
6’sı eğitim alanında görev almıştır. Bu memurlardan Ahmed Cemal
Efendi dışındakiler en az iki okul okuduktan sonra muallimlik
görevinde bulunmuşlardır. Ahmed Cemal Efendi sadece Mekteb-i
Rüşdiye’de eğitim alıp öğretmenlik görevinde bulunmuştur.
Agop Efendi, Sıbyan Mektebi ve Latin Kapuçin Mektebi’nde
tahsil gördükten sonra Malatya Sancağı Latin Kapuçin Mekteb-i
Lisan-i Osmani Muallimliği görevinde bulunmuştur. Hacı Ali Necib
Efendi ile İbrahim Zihni Efendi Edirne Müderrisliği yapmışlardır.
Malatya doğumlu memurlardan 13’ü Malatya içerisinde
yöneticilik yapmıştır. İdare alanında görev almış memurlar 58
Kaymakamlık, 15 Kaymakamlık Vekâleti, 23 Nahiye Müdürlüğü, 3
Nahiye Müdürlüğü Vekâleti, 1 Mutasarrıflık, 6 Mutasarrıflık Vekâleti,
5 İdare Meclis Azalığı görevlerinde bulunmuşlardır.
Ali Rıza Efendi, Malatya Belediye Başkanlığı; Mehmed
Tevfik Efendi, Meclis-i Mebusan Azalığı; Mehmed Said Bey, Mardin
Sancağı Mebusluğu; Abdülbaki Efendi, Mardin Sancağı Mutasarrıflığı
ve Kiyork Efendi de Kâhta Kazası İdare Meclisi Azalığı görevini
yapmıştır.
Malatyalı memurlardan 19’u hukuk alanında görev yapmıştır.
13 kez Müddei-i Umumilik ( Savcılık ), 6 kez Müstantiklik ( Sorgu
Hâkimi ), 10 kez Niyabetlik ve 6 kez de Başkanlık görevlerinde
bulunmuşlardır.
13
BOA. DH. SAİD. 161/054, s.105
BOA. DH. SAİD. 081/061, s.119
15
BOA. DH. SAİD. 134/125, s.247
14
57
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Abdülbaki Efendi, değişik tarihlerde 9 kez Dersim İdare
Meclisi Müddei-i Umumiliği görevinde bulunmuştur. Mehmed Tevfik
Efendi, Manastır Vilayeti ve Luleburgas Kazası Bidayet Mahkemesi
Riyaseti’nde görev yapmıştır.
Emniyet alanında görev yapmış olan Malatyalı 9 memur
vardır. Abdullah Hulusi Efendi, Abdullah Ragıb Efendi, Abdülkerim
Fazıl Efendi, Mehmed Cemil Efendi, Mehmed Zekâi Efendi
görevlerindeki başarıları neticesinde komiserliğe terfi edilmişlerdir.
Malatya doğumlu tek tabip olan Osman Remzi Efendi 16,
Mülkiye-i Mekteb-i Tıbbiye’de iyi bir eğitim aldıktan sonra İstanbul
Polis Müdüriyeti doktorluğuna tayin edilmiştir.
Yukarıda adı geçen meslek alanları dışında farklı
memuriyetlerde bulunmuş olan Malatya doğumlu memurların görev
yaptığı meslekleri şöyle sıralayabiliriz:
Telgraf ve Posta Merkezi Muhabirliği, Mal Müdürlüğü,
Tahrirat Kâtipliği, Tahsilat Müfettişliği, Ağnam Tahrir Kâtipliği,
Fırka-i Seyyare Messahlığı, Vukuat Kâtipliği, Taşra Senedat Kalemi
memurluğu, Emlak Komisyonu Başkâtipliği, Masarıfat Başkâtipliği,
İhale-i Aşar memurluğu, Tedarik-i Vesait-i Nakliye-i Askeriye Teftiş
Komisyonu Azalığı, Nüfus memurluğu, Emti’a-yı Ecnebiye Gümrüğü
memurluğu, Aded-i Ağnam Başmüdürlüğü, Arazi ne Tahrirat
Kalemleri memurluğu, Kalem-i Umur-ı Tahririyye memurluğu,
Tahrir-i Emlak Dairesi memurluğu, Mesalih-i Cariye Kâtipliği
refekati, Kol memurluğu, Duhan Fabrikası memurluğu, Aşar
Başkâtipliği, Selahat Kumandanlığı Mühimme Kâtipliği.
Memurların Aldıkları Ödüller ve Cezalar
Madalya ve nişanla ödüllendirme geleneği, Ortaçağ’a kadar
dayanmaktadır. Madalya ve nişan ödül sistemi Avrupa kültürüne ait
olması nedeniyle Osmanlı Devleti’nde çok geç kullanılmaya
başlanmıştır. Osmanlılar aynı nedenlerle kılıç, sorguç, tuğ, çelenk ve
kaftan verirlerdi. Bununla beraber İslam tarihinde Abbasi halifeleri ve
Anadolu Selçukluları bir anlamda madalyalara benzer ‘‘atiyye
dinarları’’ bastırmışlardır (Özbilgin, 1999: 236). Askeri, mülki ve
idari personele, halktan kişilere ve üst düzey yabancılara, devlet adına
göstermiş oldukları yararlılık ve üstün başarıdan dolayı padişah
emriyle verilirdi ( Sunay, 2007: 123 ).
Madalya, resmi veya gayri resmi çeşitli alanlarda üstün başarı
gösterenlere takılan madeni nişandır. Kelime anlamı ‘‘medaglia’’dan
gelir. Altın, gümüş, bakır ve nikelden yapılmış çeşitleri vardır ( Artuk,
2003: 301 ).
16
BOA. DH. SAİD. 075/136, s.269
58
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Nişan ise devlet tarafından üstün hizmet karşılığı verilen,
genellikle süslü ve değerli taşlarla bezeli bir çeşit madalyondur.
Sözlükte ‘‘alamet, işaret’’ gibi anlamlara gelen nişan kelimesi Farsça
olup Osmanlı bürokrasisinde değişik manalarda kullanılmıştır ( Artuk,
2007: 154 ).
Rütbe, devlet memurları ile halktan bazı kimselere verilen paye
ve unvanlar için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılarda rütbe, Yeniçeri
teşkilatıyla meydana gelmiş, sonradan mülkiye sınıfına ve Kanuni
Sultan Süleyman döneminde de ulemaya verilmeye başlanmıştır.
Malatya doğumlu memurların aldığı madalya, nişan ve
rütbeler şöyledir:
Memurun Adı
Aldığı Rütbe, Nişan ve Madalya
Abdullah Kâzım Efendi
Rütbe-i Salise
Abdülbaki Efendi
Rütbe-i Hamise
4. Rütbeden Nişân-ı Âli Osmani
Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası
(Nikel)
Ahmed Cemal Efendi
Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası
Ahmed Cemal Efendi
Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası
(Nikel)
Ahmed Hamid Efendi
Rütbe-i Rabia
Ahmed Şevki Efendi
Rütbe-i Rabia
Bekir Efendi
Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası
(Nikel)
Burhaneddin Efendi
Rütbe-i Salise
Hacı Osman Ramiz Efendi
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi
Rütbe-i Salise
4. Rütbeden Mecidi Nişanı
İbrahim Talat Efendi
5. Rütbeden Mecidi Nişanı
Rütbe-i Salise
Tahlısiye Madalyası
Mehmed Cemil Efendi
5. Rütbeden Mecidi Nişanı
Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası
(Nikel)
Liyakat Madalyası
59
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
İftihar Madalyası
Mehmed Efendi
5. Rütbeden Mecidi Nişanı
Mehmed Emin Efendi
Rütbe-i Salise
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi
Mehmed Emin Efendi
Rütbe-i Salise
Mehmed Reşid Efendi
Rütbe-i Salise
Mehmed Şevki Efendi
Rütbe-i Salise
Mehmed Tahir Efendi
Rütbe-i Rabia
Rütbe-i Salise
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi
Mehmed Zekâi Efendi
5. Rütbeden Mecidi Nişanı
4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani
Yunan Muharebe Madalyası
Liyakat Madalyası (Gümüş)
Tahlısiye Madalyası
Osman Nuri Efendi
Rütbe-i Rabia
Osman Remzi Efendi
Rütbe-i Rabia
Sun’ullah Galib Efendi
Rütbe-i Salise
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi
Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi
4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani
Malatya doğumlu memurlardan 22’si yaptığı hizmetler ve
memuriyetlerinde göstermiş olduğu başarılar neticesinde çeşitli rütbe,
nişan ve madalyalarla ödüllendirilmiştir. Toplam 22 rütbe, 8 nişan ve
11 madalya almışlardır. En çok ödüllendirilmiş olan memurlar 4
madalya ve 1 nişan ile Mehmed Cemil Efendi ve 3 madalya ve 2 nişan
ile Mehmed Zekâi Efendi17 olmuştur.
Ayrıca Mehmed Tevfik Efendi18, 30 Ağustos 1324 ( 13 Eylül
1908 ) tarihinde 2 700 kuruş maaşla Trabzon Vilayeti İstinaf
Mahkemesi Müddei-i Umumiliği'ne nakledilmiştir. Trabzon'da bulunduğu müddetçe üstün hizmet ve dürüstlükle görevini yaptığı Mahalli
Encümen-i Adliyesinin 25 Mart 1326 ( 7 Nisan 1910 ) tarihli
17
18
BOA. DH. SAİD. 173/186, s.369
BOA. DH. SAİD. 076/021, s.39-40
60
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
belgesinde belirtilmiş ve kendisine 21 Şaban 1329 ( 17 Ağustos 1911 )
tarihinde mahreç Kuds-i Şerif Payesi verilmiştir.
Osmanlı bürokrasisinin klasik döneminde olduğu gibi
Tanzimat ve sonrası dönemde de devlet memurları, başarılarından
dolayı ödüllendirildikleri gibi işledikleri suçlar nedeniyle de
cezalandırılmışlardır. Tanzimat’ın ilanından sonra yapılmış olan
kanunlarla memurların istihdamı ile birlikte işledikleri suçlar ve buna
karşılık verilmesi gereken cezaları da belirten bir takım nizamnameler
düzenlenmiştir. Burada asıl amaç, memurların rüşvet ve yolsuzluk
suçlarına bulaşmalarına engel olmaktır.
Memurlara verilen cezalar genellikle görev yerinin
değiştirilmesi ya da daha düşük konumdaki bir memuriyete tayin
edilmesi şeklinde olmuştur. Bunun yanında memurun işlediği suçun
ağırlığına göre maaş kesintisi, hapis cezası, emekliliğe ayrılma,
memurluktan uzaklaştırılma ve memurluktan atılma gibi durumlarla
da sonuçlanmıştır.
Malatyalı memurların işledikleri bazı suçlar ve aldıkları cezalar
şöyledir:
Abdullah Ragıp Efendi19, 14 Rebiülevvel 1298 ( 14 Şubat
1881) tarihinde 150 kuruş maaşla Muhasebe-i liva Mesâlih-i Câriye
Kitâbeti'ne alınıp 4 Cemaziyelevvel 1300 ( 13 Mart 1883 ) tarihinde
maaşı 300 kuruşa artırılmış ise de 45 yük küsür kuruşluk bir zahire
ücretinin nakliyesinden dolayı mahkemeye alınmış ve ayrıca amirinin
emrine itaatsizliği nedeniyle bir aylık maaşının kesilmesi ile 23
Rebiülahir 1303 ( 29 Ocak 1886 ) tarihinde azledilmiştir. Abdullah
Ragıb Efendi, aldığı emanet paraları yalan söyleyerek çiftçilere borç
olarak vermek, borçlarına karşı evlerine ipotek koymak ve lirayı bazı
mutasarrıflardan 100 kuruşa alıp diğer mutasarrıflara 103 kuruşa
vermesinden ve bazı kişilere daha fazla akçe borç geri ödeme
yaptırması ve mültezimlerden geciken paralar nedeniyle faiz istemesi
ve bu gibi birçok yolsuzluğundan dolayı 23 Şaban 1311 ( 1 Mart 1894
) tarihinde azledilmiştir.
Ahmed Hamid Efendi20, 5 Kanunuevvel 1307 ( 17 Aralık 1891
) tarihinde 1 240 kuruş maaşla Malatya Sancakları Yazı İşleri
Müdürlüklerine memur olarak atanmış ve görevini yerine getirdiği
dönemde ahlaksızlık yapmış olması nedeniyle Sancak İdaresi’ni kötü
bir duruma düşürmesinden dolayı 20 Nisan 1308 ( 3 Mayıs 1892)
tarihinde Vilayet yönetimince azledilmiştir.
19
20
BOA. DH. SAİD. 035/039, s.75-76
BOA. DH. SAİD. 076/183, s.363
61
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
Ali Rıza Efendi21, 3 Safer 1316 ( 23 Haziran 1898 ) tarihinde
Günay Nahiyesi Müdüriyeti'nde işe başlamış ve disiplinsiz
hareketlerinden dolayı mahkemeye çıkarılarak 13 Cemaziyelevvel
1318 ( 8 Eylül 1900 ) tarihinde Vilayet idaresi tarafından
azledilmesine gerek duyulmamıştır. Ali Rıza Efendi’nin görev süresi
içerisinde fuhuş olayı nedeniyle tutuklanan kişileri para alarak tahliye
ettiği ihbarı üzerine Denizli Sancağı İdare Meclis tarafından yapılan
sorgulama neticesinde bu suçu işlediğine dair yeterli kanıt olmadığı
görülmüş, görevi başında tavla oynaması suçu nedeniyle tayin cezası
verilmesi istenmişse de suçundan dolayı af dilemesi nedeniyle bu ceza
uygulanmamıştır.
Fikri Efendi22’nin görevine devamsızlığıyla beraber asi
tavırlarda
bulunması
ve
bazı
haberleşmeleri
zamanında
yapmamasından dolayı 15 Zilhicce 1323 ( 10 Şubat 1906 ) tarihinde
400 kuruş maaşla Erzurum Vilayeti Telgraf ve Posta Merkezi Posta
Kâtipliği'ne nakledilmiştir.
Hacı Abdülvahab Azmi Efendi23, 13 Nisan 1327 ( 26 Nisan
1911 ) tarihinde Akçadağ Kazası Nüfus memuriyetine atanmış, Elazığ
Vilayeti Nüfus Müdüriyeti'nin yaptığı araştırma sonucu belgesinden
nüfus belgelerinin yıpranmış olduğu, izinsiz nikâh yapanlar hakkında
soruşturma açmadığı nedenleriyle azledilerek 25 Mayıs 1327 ( 2
Haziran 1911 ) tarihinde görevinden ayrılmıştır.
Mehmed Emin Efendi24, 20 Rebiülevvel 1326 ( 22 Nisan 1908
) tarihinde Şatratülamâra Kazası Kaymakamlığı'na nakledilmiştir. Bu
görevde iken devam eden göçebelik hareketlerinden ve Şatre yolunun
aşiretler tarafından tutulması olayında hiçbir şekilde bu durumu
engelleyememesi ve yollar açıldığı halde elçileri boş yere sorgulaması
nedeniyle Vilayetçe işten el çektirilerek 1 Rebiülahir 1330 ( 20 Mart
1912 ) tarihinde azledilmiştir.
Sonuç
Sicill-i Ahvâl kayıtlarının incelenmesi sonucu Malatya
doğumlu 142 memur tespit edilmiştir. Memurların 138’i Müslüman 4
tanesi ise gayrimüslimdir. Memurlar ilk olarak eğitimlerini sıbyan
okulu ve ibtidai mektebinde almışlar daha sonra memuriyet
görevlerine mülazemet veya muvazzaf olarak başlamışlardır.
Görevleri süresince yaptıkları yer değişiklikleri ve bu değişikliklerin
birçok sebepten ( becayiş, terfi, istifa, azledilme, çalıştığı kurumun
21
BOA. DH. SAİD. 055/248, s.493-494
BOA. DH. SAİD. 084/171, s.337
23
BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99
24
BOA. DH. SAİD. 004/338, s.670-671
22
62
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
lağvedilmesi vb. ) kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca memurların
görev süreleri sırasında işledikleri bir suçtan dolayı mahkemeye
çıkarıldığı, suçlu bulunanların cezalandırıldığı, suçsuz olanların ise
tekrar aynı görevlerine veya aynı derecedeki farklı bir göreve atandığı
bilinmektedir. Bunun yanında Malatyalı memurlar başarılı hizmetleri
neticesinde çok sayıda madalya, nişan ve rütbe ile ödüllendirilmiştir.
Malatya doğumlu memurlar Osmanlı İmparatorluğu içerisinde
Anadolu, Orta Asya ve Balkanlar’daki birçok ülke ve bölgede görev
yapmışlardır.
Kaynakça
Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl
Defterleri
( BOA. DH. SAİD. D. )
nr. 109/88, 133/192, 156/68, 167/021,
003/319, 178/013, 144/199, 026/144,
089/011, 167/122, 171/036, 188/216,
087/101, 191/011, 076/183, 128/250,
038/117, 076/129, 015/227, 034/241,
154/199, 184/248, 176/044, 049/003,
051/250, 058/083, 103/002, 032/244,
055/232, 082/104, 172/095, 116/116,
055/045, 004/373, 041/070, 089/168,
088/047, 116/104, 099/110, 033/049,
087/102, 120/131, 169/064, 081/115,
167/084, 136/122, 147/209, 111/176,
166/078, 060/238, 160/213, 013/144,
090/156, 098/002, 156/184, 171/251,
193/073, 011/196, 055/176, 070/093,
009/486, 039/050, 108/011, 151/028,
049/234, 099/137, 094/073, 161/054,
076/021, 153/236, 157/029, 173/186,
090/181, 168/139, 039/053, 071/086,
127/097, 062/035, 116/005, 075/136,
134/125, 174/151.
024/246,
033/045,
051/128,
033/044,
154/239,
038/139,
042/180,
138/124,
196/034,
001/351,
010/469,
119/159,
125/049,
195/005,
004/338,
136/100,
192/189,
137/205,
072/223,
125/081,
035/039,
199/109,
102/237,
184/213,
055/248,
146/056,
084/171,
007/079,
004/424,
174/130,
108/028,
026/210,
161/056,
010/493,
129/047,
017/106,
176/038,
193/082,
008/341,
081/061,
167/207,
186/014,
039/052,
003/457,
114/096,
173/139,
191/098,
105/228,
033/041,
036/137,
020/085,
177/097,
164/006,
133/180,
196/217,
018/039,
022/141,
192/049,
027/166,
120/153,
Kitap, Makale ve Tezler
AKYILDIZ, Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004.
63
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
ARTUK, İbrahim, ‘‘Madalya’’, TDVİA, C. 27, Ankara, 2003, s. 301302.
ARTUK, İbrahim, ‘‘Nişan’’, TDVİA, C. 33, İstanbul, 2007, s. 154156.
ASLAN, Seyfettin – YILMAZ, Abdullah, ‘‘Tanzimat Döneminde
Osmanlı Bürokratik Yapı ve Düşüncesinin Değişimi’’, C.Ü.
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1, 2001, s. 287 – 297.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Yayın No. 108, İstanbul,
2010.
BOZKURT, Nurgül, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Simavlı
Memurlar’’, Akademik Bakış Dergisi, S. 27, Kırgızistan,
Kasım – Aralık 2011, s. 1-12.
DAŞÇIOĞLU, Kemal, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Buldanlı
Memurlar’’, Buldan Sempozyumu, Denizli, 23 – 24 Kasım
2006, s. 561-570.
GÜLTEPE, Necati, ‘‘Osmanlılarda Bürokrasi: Merkezin
Yöntemi’’, Osmanlı – Teşkilat, S. 6, Ankara, 1999, s. 241-255.
KIRICI, Ahmet Önder – YİĞİT, İrfan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine
Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Çorumlu Devlet
Adamları ( 1839 – 1909 Yılları Arası ), Çorum Belediyesi
Kültür Yayınları, Çorum, 2011.
KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerini
Tamamlayan Arşiv Kayıtları’’, Güney – Doğu Avrupa
Araştırmaları Dergisi, S. 12, İstanbul, 1998, s. 141-157.
ÖZGER, Yunus, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı
Bürokrasisinde Yozgatlı Devlet Adamları, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2010.
SARIYILDIZ, Gülden, Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun Kuruluşu ve
İşlevi ( 1879 –1909 ), Der Yayınları, İstanbul, 2004.
SARIYILDIZ, Gülden, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterleri’’, TDVİA, C. 37,
İstanbul, 2009, s. 134-136.
SUNAY, Serap, II. Abdülhamid Döneminde Balıkesirli Mülki
Görevliler Hakkında Bir İnceleme ( Sicill-i Ahvâl
Kayıtlarına Göre 1879 – 1909 ), Yüksek Lisans Tezi,
Afyonkarahisar, Mayıs 2007.
SÜRMEN, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı
Bürokrasisinde İstanbul Doğumlu Yahudi ve Rum Devlet
Adamları, Yüksek Lisans Tezi, Yozgat, 2011.
64
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
TERZİ, Mehmet Akif, Türk Devlet Geleneğinde Bürokrasi ve
Memur, Sistem Ofset, Ağustos 2012.
UĞURLU, Ümmühan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı
Döneminde Tokatlı Devlet Memurları, Yüksek Lisans Tezi,
Tokat, 2013.
65
Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM
EK: Ahmed Hamid Efendi’ye ait Sicill-i Ahvâl belgesi
66
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
MARDİN TÜRK OCAĞININ EĞİTSEL FAALİYETLERİ VE
TASFİYE SÜRECİNDE YAŞANAN SORUNLAR
Mardin Turkish Foundation Educational Activities and
Experienced Problems during the Process of Liquidation
Hızır Dilek*
ÖZET
Birçok kurum, kuruluş ve kişi kozmopolit bir iklime sahip olan
Mardin’in yakın dönem tarihine önemli derecede etki etmiştir.
Mardin’in yakın dönemine etkileri olan kuruluşlardan biri Mardin
Türk Ocağı olmuştur. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle
birlikte Atatürk devrimlerini halka götüren bir dernek olmuştur.
Ayrıca yaptığı etkinliklerle halkın ilgisini ve dikkatini de çekmiştir.
Mardin Türk Ocağı tarafından düzenlenen etkinlikler için mekân
sıkıntısı yaşanınca Mardin Türk Ocağı 1930 yılında ihaleye girerek
25000 liraya 23 parça emlak satın almıştır. Alınan bu emlakların
borçları 15 yıl taksitlendirilerek 1945 yılında bitirilmesi planlanmıştı.
Bu emlaklar dışında ayrıca Zinciriye Medresesi ve Savur halkı
tarafından yapılan Savur Türk Ocağı da Mardin Türk Ocağına ait
binalardır ve bunlar para ile satın alınmamış emlaklardır.
Mardin Türk Ocağının bu çalışmaları yaptığı dönemden bir yıl
sonra Türk Ocakları fesh edilmiştir. Bu fesh edilme kararına bağlı
olarak Mardin vilayetinde bulunan Mardin Türk Ocağı, Savur Türk
Ocağı ve Derik Türk Ocağı da fesh edilmiş; ancak ocaklara ait
malzemelerin satışı ve borçların ödenmesinde sıkıntılar yaşanmıştır.
Bu tasfiye işleminin yapılabilmesi için, Cumhuriyet Halk Partisi
teşkilatınca oluşturulacak bir heyet tarafından satım işleminin
gerçekleştirilmesi gerekliydi; ancak Mardin vilayetinde Cumhuriyet
Halk Partisi teşkilatı bulunmamaktaydı. Bu çalışma, ocakların
tasfiyesinde yaşanan sıkıntıları ve bu sıkıntıların çözülmesinde nasıl
bir yol izlenmiş olduğunu incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Mardin Türk Ocağı, Tasfiye, İnkılap.
*
Arş. Gör. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Muallim Rıfat Eğitim Fakültesi, Sosyal
Bilgiler Öğretmenliği, hizirdilek@kilis.edu.tr.
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
ABSTRACT
Many foundations, institutions and persons significantly have
impact on recent history of Mardin which has cosmopolitan structure.
Mardin Turkish Foundation is one of the foundations which have
impact on recent history of Mardin. As well as its foundation date is
not known, it had been an association which gets Ataturk revolutions
to public. Also conducting a series of activities, it had drawn attention
of public. When place problem happened for the activities, Mardin
Turkish Foundation had bidden and bought 23 real estates with 25000
Turkish Liras worth in 1930. The foundation had made and
installment plan for the debts of the real estates and it was thought to
pay off the debts in 1945. Without the real estates which bought,
Zinciriye Madrasa and Savur Turkish Foundation Building which
constructed by Savur Public, are buildings of Mardin Turkish
Foundation and these buildings had not been bought by cash.
Turkish Foundations were annulled one year later of the period
in which Mardin Turkish Foundations did works. According to the
annulment decision, Mardin Turkish Foundation, Savur Turkish
Foundation, and Derik Turkish Foundation annulled too, but there
have been some difficulties about sales of the foundations materials
and debt discharging. As occurring of this annulment process, it was
necessary to actualize selling process by a committee which formed
by organization of Republican People’s Party, but there was not
organization of Republican People’s Party in Mardin. This study aim
to research experienced problems during the liquidation process and
how a solution method followed.
Keywords:
Revolution
Mardin
Turkish
Foundation,
Liquidation,
Cumhuriyet Dönemi Türk Ocakları ve Türk Ocaklarının
Kapatılması
Tanzimat döneminin bazı Türk aydınları, dünyanın değişik
bölgelerine yerleşmiş, farklı isimlerle birçok devlet kurmuş olan
Türkler’ in tarih ve dilce birliği ve bütünlüğü görüşünü ortaya atarak
Türkler’in sadece Osmanlı Türkler’inden oluşmadığını Osmanlı
Türkler’inin de bu Türk medeniyetinin bir parçası olduğu gerçeğini
yaymaya çalışmıştır. Türk tarihinin, kültürünün ön plana çıkmasında
etkisi olan Türk milliyetçiliği fikir ve uygulama aşaması olmak üzere
iki kısımdan oluşmaktadır. Tanzimat devrinde fikir aşamasında olan
Türk milliyetçiliği, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan
68
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
edilmesinden
geçmiştir.1
sonra
Türk
milliyetçiliği
uygulama
aşamasına
Türk milliyetçiliğinin ürünü olan Türk Ocağı, II. Meşrutiyet
devrindeki (1908-1923) Türk milliyetçi kuruluşların en büyüğüdür. II.
Meşrutiyet devrinde Türk Derneği ( Kasım 1908), Türk Yurdu
(Ağustos 1911) isimleriyle kurulan ve bu derneklerle aynı görüşleri
benimseyip savunan milliyetçi derneklerin üçüncüsüdür.2 Bu kuruluş
Osmanlı Devleti’ndeki kozmopolit iklime tepki olarak ortaya çıkan
milliyetçiliğin gelişmesinde başrol oynamıştır.3
Türk Ocakları, 3 Temmuz 1911’de kuruluş hazırlıklarını
tamamladığında ilk zamanlar bir dernek olarak faaliyete geçmiştir.
Kuruluşundan sonra maddi yardım kabul edecek olan dernek ilk
mühim bağışı Tanin Gazetesi sahibi Hüseyin Cahid (Yalçın)
tarafından yapılmıştır. Bu önemli bağıştan ve Türk Ocağı’nın resmen
kurulmasından sonra ocağın ilk başkanı Ahmed Ferid seçilmiştir.
Ahmed Ferid’ ten sonra ocağın başkanlığına Hamdullah Suphi
(Tanrıöver) gelecektir. 1913 yılında İstanbul’da basılan ocak
tüzüğünde ocağın kuruluş gayesi olarak Türklerin; milli terbiyelerinin,
ilmi, içtimai ve iktisadi seviyelerinin ilerlemesi ve gelişmesi için Türk
ırk ve dilinin kemaline çalışmak, asla politikaya karışmamak ve siyasi
partilere hizmet etmemek olarak belirtilmiştir. Bu amaca ulaşmak için
okullar yaptırmak, kendi adını taşıyan kulüpler açtırmak, buralarda
dersler, konferanslar, halka açık toplantılar düzenlemek, kitaplar ve
dergiler yayımlamak, milli serveti korumak ve çoğaltmak gibi
maksatları olmuştur.4
Türk Ocakları, yukarıdaki amaçlarını 1920 yılına kadar 30
şubesiyle gerçekleştirmiştir. Milli Mücadele’nin kazanılmasından
sonra ocaklara gösterilen ilgi artmış, 1924 Nisanına kadar 41 şube
daha açılmış ve ocakların Türkiye genelindeki sayısı 71’e ulaşmıştır.
Türk Ocakları’nın gayelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasında milli
hükümetin ve onun reisi olan Mustafa Kemal’in ocaklara sahip
çıkması etkili olmuştur.5
1
Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S. 196s.201.
Kenan Akyüz, a.g.m., s.201.
3
Yusuf Bayraktutan (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme,
Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki
ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası, s.90.
4
Kenan Akyüz a.g.m., s.202-203.
5
İbrahim Karaer, Türk Ocakları ve İnkılaplar ( 1912-1931), Ankara
Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, (Yayınlanmış Doktora Tezi),
Ankara, 1989, s.33-34.
2
69
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Mustafa Kemal, ocakları maddi ve manevi destekleyerek bu
kuruluşlar vasıtasıyla Türkiye’nin çağdaşlaşma ülküsünün yayılmasını
amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda yurt gezilerine çıkan Mustafa
Kemal yurt gezisinde Türk Ocaklarını da ziyaret ederek ocakların
çalışmalarını yerinde izlemiştir.6 Ocaklar gerek Mustafa Kemal gerek
iktidar ile olan ikili ilişkilerini 1927 yılına kadar devam ettirmiştir.
Öyle ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1927 yılında Türk Ocağı
Yasası’nda değişikliğe giderek ocaklardan daha fazla yararlanma
yoluna gitmiştir.7
1927 yılında Türk Ocakları Yasası’nda yapılan değişikliğe göre
Türk Ocağı, devlet siyasetinde CHP ile beraberdir.8 CHP, bu
değişiklikle Türk Ocakları üzerinde desteğini ve denetimini artırma
yolunu açmıştır.9 Bu gelişmeler neticesinde Türk Ocakları ile
CHP’nin hukuki açıdan birlikte hareket etme yolunu açmıştır. 10
1929 ekonomik bunalımı ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet
Fırkası’nın kurulması Türk Ocakları’nın çalışmalarının ön plana
çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemde ocaklılar bir taraftan Mustafa
Kemal’e olan sevgileri bir taraftan da demokrasi özlemlerinden dolayı
ikilem arasında kalmıştı. Halkın demokrasi özlemi ve ekonomik
bunalımın etkisinden dolayı Serbest Cumhuriyet Fırkasına ilgi
göstermiştir. Fırkanın kurulmasıyla birlikte bazı ocaklılar yeni fırka da
görev almıştır. CHP mensupları yeni fırkaya gösterilen bu ilgiyi
kabullenemeyecektir. İlerleyen günlerde çok partili sistem sorunlar
oluşunca Serbest Cumhuriyet Fırkası üç ay sonra kendini fesh etmiştir.
Bu olaydan sonra gözler Türk Ocakları’na çevrilecektir. Mustafa
Kemal, Türk Ocakları’nın üçüncü maddesine atıfta bulunarak ocaklar
ile fırkayı birleştirme yoluna gitmeye karar vermiştir. 11
Son toplantısını Nisan 1931 yılında yapan Türk Ocakları
kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile
6
Ercan Haytoğlu, “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam Türk
Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl:2009,
C. 25, No:5, s.1212.
7
Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212.
8
İbrahim Karaer, a.g.t., s.59.
9
Kenan Olgun, “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında
Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk Kongresi 1216 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010, s.928.
10
Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212.
11
Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1213. ; İbrahim Karaer, a.g.t., s.61-62.
70
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
birlikte 10.04.1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına (C.H.F)
devrolunmuştur.12
Mardin, Mardin Türk Ocağı, Faaliyetleri ve Tasfiye Süreci
Kadim bir şehir olan Mardin, tarih boyunca birçok medeniyete
ev sahipliği yapmıştır. Bu şehrin tarihi kesin olmamakla birlikte M. Ö.
2850’ye dayandırılmaktadır.13 Mardin, milattan önce başlayarak
Komuk* ve Madi hanedanları, zaman zaman Asuriler, İraniler,
Romalılar, Araplar, Artuklu Devleti, Akkoyunlu Devleti ve Osmanlı
Devleti’nin egemenlikleri altında kalmıştır.14
Mardin, uzun bir dönem Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde
kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşını kaybetmesiyle
birlikte ülkenin birçok yeri işgale uğramış, ancak Mardin’in İngiltere
ve Fransa arasındaki anlaşmazlıktan dolayı işgali gecikmiştir. 15 Bu
anlaşmazlıktan sonra şehre işgale gelen Fransız askerleri şehirde
propaganda yaparak şehir halkını kandırmaya çalıştıysa da bu konu da
başarılı olamamıştır. Mardin halkı Fransız askerlerinin şehri işgal için
geldiğini öğrendikleri vakit eldeki imkânlarla askerlerin üzerine
yürümüşlerdir. Yapılan propagandanın etki etmediğini gören Fransız
askerlerinin komutanı Normand tarafından geri çekilme kararı
alınmıştır.16
İşgallerin sona ermesinde etkin olarak çalışan Türk Ocakları,
Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde şube açmıştır. Ocaklar belli dönemlerde zorluklar ile karşı
karşıya kalmasına rağmen ocakların birbirine olan desteğiyle bu
zorluklar aşılmıştır.17
12
Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk
Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2004, s.384-385. Ayrıca
fesh edildiğini gösteren belge için bakınız sayfa 386.
13
Hanna Dolapönü,( 1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık, s.17.
*
G. Maspero, Eski Doğu kavimlerini anlattığı tarih kitabında Komuk Eli’nin
Diyarbakır vilayetinin tamamını, Batman ve Savur sularından Maraş
yakınlarına; Gölcük’ten Viranşehir ve Derik’in güneyindeki ovanın başladığı
yerlere kadar geniş bir alana yayılmış olan bir kavimdir. Komuk Eli, zamanın
en büyük fatihlerinin kendi istiklaline saygı duymasını sağlayacak bir kuvvete
sahip olmuştu. Bkz. Halis Ataksoy, Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli,
İstanbul, Çeştüt Matbaacılık, 1988, s.1.
14
B.C.A. 490.01/688.337.1, ek:81.
15
Latif Öztürkatalay, Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset, 1995,
s.28.
16
Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü,
İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938, s.53-60.
17
Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara,
Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.11.
71
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
1920’li yıllarda Mardin’de Atatürk devrimlerini halka götüren
kurumların başında olan Mardin Türk Ocağı, kuruluşundan itibaren
Mardin vilayet bütçesinden destek gören bir kuruluş olmuştur. 18 Türk
Ocağı Savur, Derik ve Mardin Merkez ilçe de olmak üzere üç şube
açmıştır. Bu şubelerden en son faaliyete geçen Derik Türk Ocağı’dır. 19
Kaynaklarda kurucuları hakkında yeterli bilgiye ulaşılmamakla
birlikte mevcut kaynaklarda Türk Ocakları’nın 1927 kurultayına
Mardin Türk Ocağı adına Cevdet Şakir Bey, Savur Türk Ocağı adına
da Salih Bey’in katıldığı bilgisine ulaşılmıştır.20 Mardin Türk Ocağı
başkanlığını ne zaman yaptığı kesin olmamakla birlikte Aziz Uras’ın
Mardin Türk Ocağı’nda bir dönem başkanlık yaptığı bilinmektedir. 21
Ayrıca ilk başkanlarından olması muhtemel olan kişilerden biri de
Cevdet Şakir Beydir.22
Yukarıda değinildiği gibi Atatürk devrimlerinin halka
ulaştırılmasında önemli görevler üstlenmiş olan Mardin Türk Ocağı,
Romen rakamlarının kabul edilmesinden sonra rakamları halka
tanıtmıştır. Aynı şekilde Türk Ocakları Merkez Heyetinin Latin
harflerinin halka öğretilmesi ile ilgili tamimi yayınlamasından sonra
Mardin Türk Ocağı da 20 Ağustos- 31 Ağustos 1928 tarihleri arasında
yeni harfleri halka öğretmek için kurslar açmıştır. 23 1928 yılında
Mardin Türk Ocağı’nın açmış olduğu okuma yazma kurslarına katılan
200 vatandaş katılmış bu 200 kişiden yirmisi bayandı.24
Türk Ocakları merkez heyetinin yayınladığı tamimden sonra
Mardin Türk ocağı, 12 Eylül 1928’de Muallimler Birliği 25 ile ortak bir
karar alarak 20 güne yakın yeni harfler ile eğitim vermiştir. 26
18
Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, vd. Mardin Aşiret- Cemaat – Devlet,
İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2001, s.368.
19
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 219; “Derik’te Türk Ocağı Açılıyor”,
Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2.
20
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., Türk Ocakları Tarihi(Açıklamalı
Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Yayınları, s.214215; Füsun Üstel,( 2004), İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Ocakları
(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayınları, s. 253-254.
21
T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M Basın
ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010, s.586.
22
Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172.
23
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272.
24
Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47.
25
“1918 yılı Ocak ayında İstanbul ili ilkokul öğretmenleri, ilköğretim
meclisine üye seçmek amacıyla Üniversite konferans salonunda
toplanmışlardı. Bu münasebetle Ahmet Halit Beyin ortaya attığı bir teklif
üzerine orada hazır bulunanlarca bir cemiyet kurulmasına karar verilmişti.
Hüseyin Hüsnü, Sadullah, Mehmet Fevzi, Ahmet Asım, Ali Şevki, Re’fet Avni,
Mustafa Fehmi, Seyfettin Ârif Beylerden oluşan bir komisyona, seçim işi ve
72
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Ocakların açmış olduğu bu kurslara halk ilgi göstermiş, okuma
yazma kursları haricinde Mardin ve Savur Türk Ocağı Eylül 1928’de
çok amaçlı kurslar açmıştır.27 Savur Türk Ocağı’nın açmış olduğu bu
kurslara yirmi kişi kayıtlı olup, ocak bu kursların daha verimli
olabilmesi için Türk Ocakları Genel merkezinden kendilerine elli adet
alfabe gönderilmesini istemiştir.28
İnsan sosyal bir varlık olmasından kaynaklı yaşamının büyük
bir kısmını diğer bireylerle birlikte geçirmektedir. Bu bağlamda Türk
Ocakları, Türk kadınını sosyal hayatın içine çekebilme konusunda
önemli mesafeler kat edecektir.29 Türk Ocakları’nın Mardin şubesi
bayanları Türk Ocağında aktif olarak çalışması için çeşitli kurslar
tertip etmiştir. Bu kurslardan biri bayanların her gün gelebilecekleri ve
vakitlerini en verimli şekilde geçirebileceği Singer nakış
makineleriyle verilen ücretsiz dikiş ve nakış kursu olmuştur.30
Türk Ocakları’nın eğitim çalışmaları arasında yer alan
müsamereler, eğlenceler, seyahatler, serbest tartışmalar halkın
toplumsal çalışmalara katılmasına etki etmiştir. 31 Bu bağlamda Mardin
bir nizamname hazırlanması, hükümetten hemen izin alınması konuları görev
olarak verilmişti. Bu kişiler, Büyük Reşit Paşa Nümûne Mektebi binasında ilk
toplantılarını yapıp nizamnameyi hazırlayarak kurucu sıfatıyla 9 Mart 1918
tarihinde hükümete başvurup Cemiyet’in kuruluşunu resmîleştirerek Türk
Ocağı’nda geçici bir merkez kurup çalışmaya başladılar. Sonradan yönetim
kurulu üyelerinden birçoğunun devamsızlığı ve Cemiyet’in bir faaliyet
gösterememesi nedeniyle, başkanı bulunan Sadullah Bey tarafından 1919 yılı
Ocak ayında olağanüstü kongre daveti çıkarıldı ve dokuz maddelik
nizamnamenin daha açık ve kesin biçimde düzenlenmesi kararlaştırılarak
Hüseyin Hüsnü, Ahmet Hamdi, İrfan Emin, İbrahim Memduh, Enver Kemal
Beylerden oluşan bir nizamname komisyonu seçilmişti. Kongrenin ikinci ve
üçüncü toplantılarında yeni nizamnamenin kabulü, yönetim kurulu üyeleri ve
hakem
heyeti
ile
denetçilerin
seçimi
yapılmıştır.”
Bkz.
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz (çevrimiçi)
15.01.2014.
26
Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47; Mardin’de
kurulan memurlar birliği de yapacağı çalışmalarda Mardin Türk Ocağıyla
birlikte hareket edeceğini kamuoyuna bildirmişti. Bkz. “Mardin’de Kulüp”,
Hâkimiyet-i Milliye, 13 Kânunusani 1930, s. 3.
27
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272. ; “Mardin Türk
Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2.
28
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.263.
29
Yusuf Sarınay, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve Türk
Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat s. 148.
30
“Mardin Türk Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz
1929, s.2.
31
Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara,
Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.52.
73
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Türk Ocağı gençliğin ilgisini çekebilmek, bilgi seviyesini artırmak ve
yardımlaşmayı sağlamak için her hafta müsamereler düzenlemiştir.
Düzenlenen bu müsamereler sayesinde halkın ilgi ve dikkati
çekilmiştir.32
Türk Ocakları’nın bir diğer eğitim aracı olan ve ruhun en canlı
unsurunu oluşturan musikiye, büyük önem verecek olan Mardin Türk
Ocağı, Türk musikisi ve Batı musikisi aracılığıyla ile halkın eğitimine,
milli duyguların gelişimine yardımcı olmuştur. Türk Ocakları
tarafından Türk musikisinin yeni kuşaklara öğretilmesi için çok sayıda
musiki dersleri açılmış, ocakların düzenleyeceği müsamereler,
temsiller ve konferanslarda musikiden yararlanılarak halkın ocak
faaliyetlerine katılımı sağlanmıştır.33
Türk milletini ruhen yüceltmeyi amaçlayan Türk Ocakları, aynı
zamanda bedenen güçlü bir millet yaratmak için spora da gereken
önemi vermiştir.34 Mardin’de gençlik ve spor çalışmaları Cumhuriyet
döneminden öncesine kadar avcılık ve atıcılık alanlarında gelişme
göstermiştir. 1920 yılında askeri birlikler futbol takımı kurup
teşkilatlanmasından sonra sivil halk ve şehrin öğretmenlerinden
Nurettin Siret Bey, Arif Kurtuluş ve Hasip Bey’in destekleriyle de bir
futbol takımı kurulmuştur. Askeriye ve sivil halk, takımlarını
kurduktan sonra bölge de “Prot” (Amerikan Koleji) adıyla anılan grup
maçlarına katılmak için temasa geçmiştir. 35 Askeriye ve sivil halkın
takımlarını kurmasından sonra ve daha önce bir kulüp olmayan
Mardin Türk Ocağı takımının 3.6.1923 tarihinde Diyarbakır Türk
Ocağı takımını 5-0 yenmesinden sonra Mardin Türk Ocağı, dönemin
valisi olan Hadi Bey’in 1925’te Mardin’de yaptığı toplantıdan sonra
“Türk Ocağı” adı ile ilk spor kulübünün kurulmasına karar verir ve bu
toplantıdan çıkan kararla birlikte spor çalışmaları düzene girmiştir. Bu
karardan sonra kulübe yazılmak isteyen gençlerin sayısı artmıştır.36
Valilik ve askeri birliklerin gayreti ile şehrin uygun bir yerine
saha yapılmıştır. Bu yapılan saha sonrası Türk Ocağı Kulübünden bazı
futbolcular ayrılmış ve yeni bir kulüp kurmuşlar. Kulüpten ayrılan bu
futbolcular kırmızı-sarı forma rengi ile Işık İdman Yurdu takımını
Türk Ocağı takımında kalan oyuncular da Altın Mızrak Spor Kulübünü
kurdular. Işık İdman Yurdu takımı ile Altın Mızrak Kulübü arasında
1927 yılında oynanan maçı 5-1 gibi bir skorla Işık İdman Yurdu
32
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., A.g.e., s.295
İbrahim Karaer, (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk Yurdu
Neşriyatı, s. 97-99.
34
İbrahim Karaer, a.g.e., s.173.
35
Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172.
36
1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y., s. 145.
; Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172.
33
74
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
kazanacaktır. Bu çalışmalar ve spora verilen destek artıkça kurulan
spor kulüpleri de artmıştır. 27 Temmuz 1930 tarihinde Öğrenciler
Birliği tarafından Uyanış Spor Kulübü kurulacaktır.37
Türk Ocaklarının yurt genelinde yayılması ve çalışmalarını
artırmasından sonra ocakların çalışmalarını daha geniş bir binada
yürütmesi için bina yaptırdığı taktirde belediye, il genel meclisleri
tarafından ödenek ayrılması gündemde gelmiştir. Ocakların
çalışmaları için gayrimenkul bağışı kabul etmesi ve işletmelerde
imtiyaz sahibi olmasına olanak tanınmıştır.38 Bu bağlamda 1928
yılında Mardin Valisi Hadi Bey’in desteğini alan Mardin Türk Ocağı
ve Savur Türk Ocağı, vilayet bütçesinden Mardin Türk Ocağı’na
2.000, Savur Türk Ocağı’na da 500 lira ödenek ayrılmıştır. 39Ayrıca
Mardin Belediyesi bütçesinden Mardin Türk Ocağına yıllık 750 lira
bina yapması durumunda 1.500 lira tahsisat ayıracaktır. 40
Mardin ve Savur Türk Ocaklarına ayrılan bütçe belediye ve il
genel meclisleri tarafından ayrılan ödeneğin dışında ocakların
çalışmaları oranında tahsisat konulmuş ve bir sonraki yıl bu çalışmalar
baz alınarak artırılmıştır. Bu bağlamda Mardin ve Savur Türk
Ocakları’nın 1927 ile 1928 yılı bütçeleri incelendiğinde Mardin Türk
Ocağı’nın 1927 yılındaki bütçesi 7.500 lira iken faaliyetlerini
artırmasından sonra ocağa ayrılan ödenek 1928 yılında 8.637 liraya
çıkarılmıştır. Aynı şekilde Savur Türk Ocağı’nın da 1927 yılındaki
bütçesi 1.700 lira iken artan faaliyetlerine bağlı olarak 2.754 lira
olmuştur.41
Yukarıda da değinildiği gibi ocaklar faaliyetleri kapsamında
gayrimenkul alabilmiştir. Mardin Türk Ocağı’da çalışmalarına daha
geniş bir alana yaymak için 1930 yılında iki defa ihaleye girerek
gayrimenkul satın almıştır. Bu ihalelerin ilkinde bir ev, bir otel ve yedi
dükkânı 5.211 liraya satın almıştır. Bu 5.211 liranın 1.305 lirası
ödenmiş geriye kalan 3.906 liralık borç ise her yıl 260 lira 40 kuruş
vermek şartıyla on beş yıllığına taksitlendirilmiştir. İkinci ihalede ise
14 dükkân 25.237 liraya satın alınmıştır. İhale bedeli olan 25.237
liranın 4.898 lira 50 kuruşu ödenmesinden sonra geriye kalan 20.124
lira 50 kuruş her yıl 1.410 lira 63 kuruş ödenmek koşuluyla on beş
yıllığına taksitlendirilmiştir. Sonuç olarak Mardin Türk Ocağı’nın
almış olduğu bu gayrimenkullerden 24.053 lira borcu oluşmuştur.
37
Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 171-175.
İbrahim Karaer, a.g.e., s. 27.
39
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.251.
40
“Mardin Türk Ocağına Yardım”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929,
s.2.
41
Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd. a.g.e., s.285.
38
75
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Ocak bu borcunu her yıl 1.671 lira 3 kuruş borç ödeyerek 1945 yılında
bitirmeyi hedeflemiştir.42
Ancak Türk Ocakları’nın, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın da
girdiği 1930 yerel seçimlerinde bazı yerlerde bu partiyi desteklemesi
ve akabinde ortaya çıkan Menemen hadisesi ocağın sonunu
getirmiştir. Bu olaylardan sonra yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal,
yurt gezisi sırasında Türk Ocakları ile ilgili yeni düzenlemelere
gidileceğinin sinyallerini vermiştir. Mustafa Kemal çıkmış olduğu bu
yurt gezisinin ilk günlerinde Türk Ocakları için olumlu fikirleri varken
gezinin ilerleyen günlerinde bu fikirleri yavaş yavaş değişim
göstermiştir.43
Nisan 1931 yılında son toplantısını yapan Türk Ocakları
kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile
birlikte 10.04.1931 tarihinde CHF’ye devrolunmuştur. 44 CHF’nin
Türk Ocakları’nı fesh etmesinin ana nedenlerinden biri Türk
Ocakları’nın siyasal bir güç kazanmasıydı. Bu siyasal güç CHF ile
aynı doğrultu da olmayıp karşı yönde olunca Türk Ocakları’nın fesh
edilip tüm mal varlığı ve borçları ile birlikte CHF’ye devredilmesine
neden olmuştur.45
Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’nın Kapatılması ve
Eşyalarının Satışı
1931 yılında Türk Ocakları’nın tasfiyesinden sonra Mardin
vilayetinde bulunan Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’na ait
menkul ve gayrimenkullerin hesaplanması gerekiyordu. 46 Ocaklara ait
gayrimenkullerin hesaplanması “Türk Ocakları’nın menkul ve
gayrimenkul emlak ve eşyasının tasfiyesine ait talimatnamenin” satış
maddelerine göre Cumhuriyet Halk Fırkası idare heyetleri tarafından
yapılması gerekmekteyse de Mardin’de Halk Fırkası teşkilatı
bulunmadığından ocaklara ait menkul ve gayrimenkullerin satışı kim
veya hangi kurum eliyle yapılacağı bilinmemekteydi. 47
Bu talimatnamenin üçüncü bölümünün ikinci maddesine göre
bu menkul ve gayrimenkullerin satışında herhangi bir ihtilaf olması
42
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11.
Mustafa Arıkan, Ahmet Deniz, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları ve
Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15, Konya 2004,
s.408.
44
Füsun Üstel, a.g.e., s.384,385 Ayrıca fesh edildiğini gösteren belge için
bakınız sayfa 386.
45
Yılmaz Gülcan, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul, Alfa
Yayınları, 2001, s.168.
46
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:219.
47
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214.
43
76
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
durumunda bu ihtilaflar kanunlara uygun bir şekilde çözülmedikçe
satılamayacağı belirtilmişti. Bu maddeye dayanarak Mardin Türk
Ocağı’nın gayrimenkullerinin satışında belli sorunlar ortaya çıkmıştı.48
Çünkü dağılan Mardin Türk Ocağı’ndan partiye yirmi üç (23) parça
gayrimenkul iki ayrı ihale şeklinde 30.234 liraya satın alınmıştı. 1930
yılında gerçekleştirilen bu ihalelerin ilkinde bir hane, bir otel ve yedi
dükkân 5.211 liraya satın alınmıştı. İhale bedeli olan 5.211 liranın
1.305 lirası tahsil edilmiş, geriye kalan 3.906 liralık borcun ise
dönemin (3542) sayılı kanununa göre her yıl 260 lira 40 kuruş
ödenerek on beş yılda tamamlamayı hedeflenmişti. İkinci ihale de ise
on dört (14) dükkân için dükkânlar 25.237 liraya satın alınmıştı. İhale
bedelinin 4.898 lira 50 kuruşu tahsil edilmiş olup geriye kalan 20.124
lira 50 kuruşluk borç ise her yıl 1.410 kuruş 60 kuruş ödenmek
koşuluyla on beş yıla yayılmıştı. Bu iki ihale sonucunda yıllık 1.671
lira 3 kuruş ödenerek 1945 yılında tamamlanması düşünülmüştü. 49
Ocak, ihalelerin toplam değeri olan 30.234 liranın 6.203
lirasını ödenmiş geriye kalan 24.031lira ile maliyeye ve ayrıca
belediyeye de 736 lira borcu kalmıştı. 50 Ocak bu gayrimenkulleri
almış olmasına rağmen vakti gelen taksitleri ödeyememiş olmakla
birlikte ocağın dağılmasından sonra partiye satışları da mümkün
olmamıştı. Bu durumda ocağın gayrimenkullerinin satışını bir çıkmaza
sokmuştu. Partinin ihtilafı çözmemesi halinde büyük bir zarara
uğraması muhtemeldi. Partinin bu zarara mahal vermemesi için
yapması gereken dükkânların kirasından elde edilen gelirin bankadan
alınıp gecikmiş olan taksitlerin ödenmesine izin vermesi olacaktı. 51
Mardin’deki ocakların dağılmasından sonra ocaklara ait
gayrimenkullerin satışı çıkmaza girince 1/10/1933 tarihinde Birinci
Umumi Müfettişlik makamından Mardin Valiliğine telgraf çekilerek
iki ihale ile satın alınan bu gayrimenkullerin borçları, parti merkezince
verilmesine karar verildiği bildirilmişti. Yukarıdaki tarihten önce ocak
adına Mardin Ziraat Bankası’nda bulunan paranın parti merkezine
gönderilmesi istenilmişti.52
Mardin Türk Ocağı’nın binası olan daha sonra Mardin
Halkevine tahsis edilen bina için Mardin Halkevi, binanın tamir ve
tadilatında kullanmak üzere parti merkezinden yardım istemesi
üzerine parti merkezi bu dönemde bankada bulunan paranın ocak
gayrimenkullerinden elde edilen gelir olduğunu dile getirmişti. Parti
48
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214.
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11.
50
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26.
51
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214-215.
52
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:202.
49
77
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
genel merkezi Mardin Halkevi’ne binalarına yardım işini ayrıca
düşünülmesi gereken bir durum olduğunu bildirmişti. 53 Burada dikkat
çeken husus parti Türk Ocakları’ndan kalan menkul ve
gayrimenkullerin paraya çevrilip merkeze gönderilmesini ve ocakların
mevduat hesabında varsa parası bunların parti merkezine
gönderilmesi, paraların parti genel merkezine ulaşmasından sonra
merkezden Türk Ocakları’na ait borçların ödenmesi işlemine
başlanmıştı.
Parti merkezinin üzerinde durduğu bu para ile kendi kurumu
olmasına rağmen Halkevine ocağın bankadaki parasından yardım
etmemişti.
Aşağıdaki tabloda ocağın Mardin Ziraat Bankası mevduat
hesabının ayrıntıları verilmiştir:
Lira
Kuruş
Gelirin geldiği yer
23
00
Mardin Türk Ocağından nakit devrolunan
223
03
Savur Türk Ocağından nakit devrolunan
267
67
Derik Türk Ocağından nakit devrolunan
4.687
50
Mardin Türk Ocağı emlaklarından gelen kira bedeli
42
47
Derik Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli
172
85
Savur Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli
118
---
Hesapta bulunan para
5.551
52
Toplam mevduat hesabı
Tablo.1 Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:200-202
Cumhuriyet Halk Partisi ocağa ait olan borçları üzerine almış,
bu borçları da ocağa ait gayrimenkullerin satış bedelinden çıkaracağını
umuyordu. Ancak bu gayrimenkuller hazineye birinci dereceden
ipotekli olmasından dolayı ocağa ait borçlar satıştan önce parti
merkezinden ödenmesi mümkün değildi. Gayrimenkullerin satışı
yapıldıktan sonra gayrimenkullerin sahipleri tarafından taksit ve vergi
borçları
ödendikten
sonra
gayrimenkullerin
tapu
işlemi
gerçekleştirilecek idi.54
Şehrin iktisadi vaziyeti ve gerek yeni şehir planında caddelerin
dört metre genişletilmesi planlanmıştı. Bu yeni plan çerçevesinde
ocağa ait dükkânların bir kısmı yola gideceğinden dükkânları alacak
53
54
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:203.
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:20.
78
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
olan müşterileri tedirgin etmekte, buda emlakların satışının
gerçekleşmesini engellemişti. Emlakların bu şekli ile değerinin altında
bir fiyata satılmaması için valilik tarafından, parti merkezinden
dükkânların yenilenmesi için para yardımında bulunulmuştu. 55
Parti yetkilileri, emlakları partinin para yardımı dışında yerel
yönetimlere veya bölgeye faydası olan kurumlara satmayı da
düşünmüştü. Bu vesile ile ekstra bir harcama yapılmaması için
uğraşılmıştı. Bunun için dükkânların bir kısmının Hilaliahmer
Cemiyeti’ne satılması planlanmıştı.56 Cemiyet, kendisine verilmek
istenilen emlakları almayacak almak istememesinin nedenini ise
binaların eski olmasını ve emlakların bir kısmının uzun süre boş
kalmasını, akabinde kahvehane olarak kullanılmasına bağlamıştı.
Ayrıca şehirde kıraathane, sinema ve tiyatro gibi sosyal hayatı
geliştiren araçların olmadığını dile getirmiş ve Mardin’de Halk Partisi
teşkilatının olmaması ileride kurulması halinde de cemiyete verilmesi
düşünülen emlakların tekrar Halk Fırkasına verilmesinin istenilmesi
nedeniyle Hilaliahmer Cemiyeti bu teklife soğuk bakmıştı.57
CHP, Mardin Türk Ocağı’na ait emlakları satmak istediği
kurumlardan biri Hilaliahmer Cemiyeti diğeri de borçlu olduğu kurum
olan Mardin Belediyesi ve Hususi Muhasebe’ydi. Partinin emlakları
Hususi Muhasebe ya da Mardin Belediyesine satmak istemesinin
sebebi emlakların biriken borçlarının bir kısmı bu kurumlara ait olup
emlaklar satıldığı takdirde borçların bir kısmı silinecek idi. Ancak
Hususi Muhasebe ve belediyenin bütçelerinin müsaitsizliği nedeniyle
emlaklar satılamadı. Partinin planladığı şekilde ne Hilaliahmer
Cemiyetine ne de Hususi Muhasebe ve Mardin Belediyesi’ne
devredemedi.58
Parti genel merkezinin planladığı ancak istediği şekilde
gitmediği bir diğer konu da ocaklara ait olan eşyaların satışıydı.
Eşyalar muhtemel satış bedelinin altında satılmıştı. Aşağıdaki tabloda
Savur Türk Ocağına ait eşyaların ihaleye çıkarılan satış fiyatı ile satış
fiyatları verilmiştir:
55
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26.
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26,211.
57
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:212.
58
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11.
56
79
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Adet
Eşyanın cinsi
Muhtemel Satış
Lira
Kuruş
Satış Bedeli
Lira
Kuruş
50
1
Çerçeve içinde Gazi’nin fotoğrafı
5
3
1
Çerçeve içinde Gazi’nin yağlı boya
fotoğrafı
10
7
1
Gazi’nin kristal üzerinde yazılı
hitabesi
20
14
1
600 mumluk
lamba şişe
markalı
25
17
1
Adî tahtadan yapılmış camsız dolap
10
10
1
Sahibinin Sesi markalı gramofon “
12 plakla birlikte”
80
56
?
Adî tahtadan yapılmış masa
5
3
40
Portatif sandalye
50
35
4
Orta kıt’ada bayrak
1
1
3
İkinci el yeşil masa örtüsü
1
1
1
İkinci el siyah masa örtüsü
2
2
2
Saç soba ile 12 boru
8
5
1
20 nolu lamba
1
1
Gazi’nin lüks tabakalı nutku
10
7
17
Adî bezden pencere perdesi
3
3
?
Yazı takımı
3
3
4
Bir sürahi, bir su bardağı ve iki
tabak
1
1
3
Gazi paşanın heykeli
4
2
80
173
60
Standart
Satıştan beklenilen
50
50
60
70
239
Satıştan elde edilen
Tablo 2. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:78.
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi eşyaların büyük bölümü
satılması düşünülen fiyatın altında satılmıştı. Malzemelerin bu fiyata
satılmasının sebebi ürünlerin ikinci el olması ve çoğu eşyanın
kullanışsız olmamasındandır.
Aşağıdaki tabloda ise Derik Türk Ocağı’nın satılığa çıkarılan
eşyalarının satış bedeli ile satış fiyatları verilmiştir.
80
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Adet
Eşyanın cinsi
Muhtemel satış bedeli
Lira
Kuruş
Satış bedeli
Lira
Kuruş
1
Koltuk
3
3
2
Küçük koltuk
3
3
6
Kadife sandalye
6
6
1
Büyük masa
10
10
1
Soba
1
50
1
Zil
1
50
1
Yazı takımı
1
1
Baskı
20
20
1
Zımba
50
50
1
Gazi paşa fotoğrafı
5
5
5
Perde
3
3
2
Büyük şapka askısı
50
50
2
Küçük şapka askısı
20
20
?
Gazi’nin küçük boy
fotoğrafı
50
50
1
Rey sandığı
3
3
1
Camlı kütüphane
1
1
1
Büyük su küpü
1
1
1
Büyük bayrak
1
1
6
Küçük bayrak
2
2
1
Bayrak direği “iple
beraber”
15
39
Demir sandalye
4
4
Demir masa
10
10
1
Cetvel tahtası
10
10
1
Istampa
10
10
53
Posta pulu “kırkar
paralık”
53
100
Satıştan umulan para
1
50
50
1
60
15
60
4
64
Satıştan elde edilen
62
Tablo 3. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:79.
81
47
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Savur ve Derik Türk Ocakları’nın eşyalarının satışında en az
zararla çıkan Derik Türk Ocağı’dır. Zararın az olmasının sebebi
ocakların kapatılmasına yakın bir zamanda açılmış olması ve buna
bağlı olarak eşyalarının büyük kısmı yıpranmamış olmasına
bağlanabilir.
Yukarıdaki iki tablolarda da görüldüğü gibi satılan eşyalar ve
satılacak olan gayrimenkuller tahmin edilen fiyata satılamamıştı.
Ocaklar fesh edildikten sonra maliyeden taksitle alınan ocağa ait
gayrimenkuller değerinin altında fiyat biçilmişti. Savur ve Derik Türk
Ocakları’na ait satılan bu eşyaların haricinde ocaklara ait borçlar
vardı. Bu ocaklardan Savur ve Derik Türk Ocağı’nın bir taraftan ne
alacağı ne de borcu vardı. Bu borçların tamamı Mardin Türk Ocağına
aitti.59
Mardin Türk Ocağı’na ait olan borçlar ile alacaklarının listesi
aşağıdaki tablolarda gösterilmiştir.
Lira
Kr.
Alacaklıların isimleri ve alacağın tutarı
24.030
50
1930 senesinde ocak namına Mardin Maliye’sinden alınan ve
dükkânların taksit bedeli.
1.079
75
1927-1932 senelerinde Türk Ocağı ve Halk Fırkası namına
tahakkuk eden bina vergisi.
Mardin Türk Ocağı’nın Mardin Maliye’sinden satın almış
olduğu üç bin liralık emlakın dellaliye resmi olup mültezim
Mardinli Nurettin Efendiye ait.
755
701
8
Mardin Ocağı’nın Derik Maliye’sinden satın aldığı emlakın
taksit bedeli.
27.566
33
Toplam borç.
Tablo 3: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:72.
Yukarıdaki tabloda dikkat çeken ocağa ait borcun büyük
kısmının (24.030 lira) ocağın faaliyetlerinin daha geniş bir alanda
yapması için aldığı emlaklara aitti. Ocağın borçlu olduğu kurumlar
dışında şahıslar da vardı. Bunlardan biri Mardinli olan köy kâtibi
Nurettin Cani Efendi’dir. Nurettin Efendi’nin alacağı zamanında açık
artırma yöntemiyle satın alınan emlaklardan alacağı olan 782 liralık
borçtu. Ocaklara ait borçlar artınca parti mensupları, şahısların ocağa
ya da partiye ait olan borçlarından vazgeçmesi için çalışmalar
yürütmüştü. Parti yetkililerinin gerekli görüşmelerinden sonra
59
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 160.
82
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Nurettin Efendi, 782 lira olan borcundan 182 lirasından feragat
etmişti.60
Üç nolu tabloda ocağın borçları gösterilmişti. Aşağıdaki dört
nolu tabloda ise alacaklarını gösterilmiştir.
Lira
Krş.
Borçlunun ismi ve borcun miktarı
500
Mardin Belediye’sinin 1930 yılında bütçesinden ocak için
ayırdığı ancak vermediği para
80
Ticaret Odasına kiraya verilen dükkânın 1930 yılı kira bedeli
57
Hudut taburuna kiraya verilen Zinciriye Medresesinin 1930 yılı
kira parasından geriye kalan
240
Hudut taburuna kiraya verilen
1931,1932 yılı kira paraları
147
1932 yılında Mardinli Abdülkadir Efendi’ye kiraya verilen iki
dükkândan geriye kalan para
50
1931 yılında Eczacı Kenan Bey’e kiraya verilen dükkândan
geriye kalan
100
1932 yılında Dişçi Muammer Bey’e kiraya verilen dükkânın
kirası
82
50
Medresesinin
Kahveci Hızır oğlu Hamit Efendi’ye 1932 yılında kiraya verilen
kahvehanenin kira bedelinden geriye kalan
Askeri bina olarak kullanılan binanın 1932 yılı kira bedeli
50
1.306
Zinciriye
50
Toplam
Tablo 4: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:71.
Ocağın alacaklarına bakıldığında ocağa ait olup kiraya verilen
emlakların büyük çoğunluğundan yıllık kira bedelleri alınamamıştı.
CHP, ocağa ait olan emlakları elinde bu şekilde bulundurduğu
sürece zarara uğramaktaydı. Çünkü partinin elindeki emlaklar eski
yapılardan oluşmaktaydı. Bundan dolayı parti bu emlakları düzenleyip
değerinin üstüne satabilmek için çalışmalara başlamalıydı. Partinin
bundan sonra yapması gereken emlakları ihaleye vermekti. Emlakların
tadilatlarından sonra ocağa ait olan yirmi üç dükkân on beş gün
60
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 125, 139,142. : Ocağın Nurettin Efendi’ye olan
borcu şu şekilde oluşmuştu: Ocağa ait gayrimenkuller alındıktan sonra bu
menkullerin maliyeye olan vergilerinin ödenmesi gerekmekteydi. Ocak
namına 875 lira maliyeye para yatıran Nurettin Efendi, bu parasını ocakların
dağıtılmasından sonra almayı umuyordu. Ancak kendisi Mardin’den ayrılıp
Diyarbakır’da silah altına alınmasına rağmen herhangi bir ödeme
yapılmamıştı. 24.06.1939 tarihinde Ulus gazetesinde ocaklara ait borçların
ödeneceğini bildirilmesi üzerine Tasfiye Komisyonu’na bir telgraf çekmişti.
Bkz. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:150.
83
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
süreyle açık artırma usulüyle ismi aşağıdaki tabloda yazılı olan
kişilere satmış, parti bu ihaleden toplam 38.450 lira kazanmıştı. 61
Tahrir
no
Cinsi
Mevkii
Mahallesi
Alanın adı
Satış değeri
1
Salon
Birinci
cadde
Şar
Abdülkadir Kalav
3.000
260
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdülkadir Kalav
1.800
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdülkadir Kalav
1.410
264
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdülkadir Kalav
1.800
266
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdülkadir Kalav
1.740
258
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Haydar Okyar
1.800
272
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Haydar Okyar
1.840
274
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Haydar Okyar
1.900
276
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Nihat Munğan
1.660
278
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Nihat Munğan
1.510
286
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
A.Basit Yardımcı
1.110
288
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
A.Basit Yardımcı
1.010
268
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdurrahman
Yardımcı
1.960
270
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Abdurrahman
Yardımcı
1.840
280
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
1.010
282
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
710
262
61
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 95, 98, 100,101.
84
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
284
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
1.200
290
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
1.010
292
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
1.350
294
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cibrail oğlu
Hanna
1.400
254
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Cemil Güneş
660
256
Dükkân
Birinci
cadde
Şar
Terzi Selim
1.560
300
Hane
Birinci
cadde
Şar
A. Kerim Adam,
Adam ve Nerro
5.170
Toplam
38.450
Tablo 5: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:101.
Ocağa ait olan bu yirmi üç emlak haricinde satılamayan iki
emlak vardı. Bunlar Savur Türk Ocağı binası olarak kullanılan bina ile
Maarif Bakanlığı tarafından Türk Ocağı’na Muallimler Birliğini
kurması için verilen Zinciriye Medresesi’ydi. Savur Türk Ocağı’na ait
bina 1941 yılında Savurlu olan ‘Vasfi Avcı’ diye bir vatandaşa 500
liraya satılmıştı.62 Ancak medrese satılmamıştı.
1941 yılı olmasına rağmen medrese ile ilgili bir işlem
yapılmamıştı. Parti merkezinden medresenin neden satılmadığı
konusunda bir malumat istenilince Birinci Umumi Müfettişi Abidin
Özmen, bu medresesin Mardin Artukluları hükümdarlarından Tahir
İsa’nın yaptığı Mardin’deki önemli Türk eserlerinden biri olduğunu
söylemişti. Özmen, medresenin partiye geçmeden önce de okul olarak
kullanılması için Vakıflar Genel Müdürlüğünden Maarif Bakanlığı’na
bağışlandığını, Maarif Bakanlığı’ da medresenin Muallimler Birliği
merkezi yapılması için Mardin Türk Ocağı’na verdiğini bildirir.
Özmen, medresenin tapusunun olmadığını dile getirdikten sonra
buranın ilerde bir memleket müzesi olması için satılmamasını
istemişti.63
Mardin’deki parti yetkilileri parti merkezine Zinciriye
Medresesi’nin satılmasını istemeleri durumunda medreseye ait bir
tapu belgesinin hazırlandığı gerekli tapu harcının gönderilmesi
62
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:85.
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:16.
63
85
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
durumunda medreseye ait tapu çıkarılıp satılabileceği iletilmişti.
Ancak CHP genel merkezi Zinciriye Medresesi için bir komisyon
oluşturdu. Komisyonda çıkan karar, medresenin tarihi bir öneme sahip
olduğu, tarihi eserlerin muhafazası ve bakımına mecbur olduğu
yönündeydi. Bu mekânın ilerde bir memleket müzesi olması için
satılmaması gerekildiği kararına varılmıştı. 64
Sonuç
Milli Mücadele’de önemli görevler üstlenen Türk Ocakları,
Milli Mücadele’nin bitmesinden sonra da ülkede eğitsel, sanatsal ve
kültürel birçok çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmaları yapan Türk
Ocakları ülkenin dört bir yanına şubeler açmıştır. Açmış olduğu bu
şubelerin üçü Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’dır.
Kuruldukları yıldan itibaren açmış olduğu okuma-yazma kursu,
bayanlara yönelik olan dikiş-nakış dersleri, spora teşvik edici
faaliyetleri ile halkın ocağa olan ilgisini çekmiştir. Hatta ocak
tarafından hazırlanan etkinlikler mevcut binalar yetersiz kaldığından
ihaleye girilip başka binalar taksitle satın alınmıştır. Taksitle satın
alınan bu binalar Türk Ocakları’nın fesh edilmesine yakın
dönemde,1930 yılında satın alındığından emlakların borçları
ödenmeden tüm yurtta ocaklar fesh edildiği gibi Mardin vilayetindeki
ocaklar da fesh edilmiştir.
Türk Ocakları’nın tasfiyesi sürecinde Cumhuriyet Halk
Partisi’ni en çok uğraştıran konu emlakların satışı ve bu satıştan elde
edilen gelirin sahiplerine dağıtılması olmuştur. Bu süreçte parti
yetkilileri kimi kurum ve şahıslar ile görüşerek borçlarının bir
kısmından feragat etmeleri için uğraşmışlardır. Mardin Türk
Ocağı’nın borçlu olduğu kişilerden biri olan Mardinli Nurettin Efendi
gerekli ikna çalışmalarının sonunda borcunun bir kısmından feragat
etmiştir.
Mardin Türk Ocağı’na ait olan emlakların içinde olan ancak
satın alma yoluyla alınmayan Zinciriye Medresesi de satışa çıkarılan
emlaklar arasındaydı. Ancak medrese zamanında eğitim kurumu
olarak kullanılması ve Muallimler Birliği’nin merkezi yeri olması için
verilmişti. Ocakların tasfiyesinden sonra medrese de Türk
Ocakları’nın emlakları arasında sayılmıştı. 1942 yılına kadar
medresenin satışı gerçekleştirilmemişti. Mardin’i teftişe gelen parti
müfettişlerinden olan Abidin Özmen, eserin Türk kültüründen kalma
tarihi bir eser olduğunu, ileride buranın müzeye çevrilmesi
düşünüldüğünden, buranın satılmaması yönünde rapor yazmıştı.
64
B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:1, 234.
86
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Parti merkezi de bu uyarıyı dikkate alarak Zinciriye
Medresesi’ni satmamış, memleket müzesi olması için gerekli
yenileme çalışmalarına başlamıştır. Sonuç olarak Mardin Türk
Ocağı’na ait emlakların satışı 1942 yılına kadar gecikmiştir. Ocağa ait
eşyaların satışında eşyalar muhtemel fiyatın altında satılmıştır.
Ocakların tasfiyesinden sonra parti bu emlaklardan önemli ölçüde
zarar etmiştir.
Kaynakça
A)Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
B.C.A., 490.01/73.276.1.
B)Süreli Yayınlar
Belleten
Türk Yurdu
Hakimiyet-i Milliye
Türkiyat Araştırmaları
C)Kitap ve Makaleler
Akyüz Kenan, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S.196, Nisan 1986,
s.201-228.
Arıkan Mustafa, Deniz Ahmet, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları
ve Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15,
Konya 2004. s.401-432.
Ataksoy, Halis Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli, İstanbul, Çeştüt
Matbaacılık, 1988
Aydın Suavi, Emiroğlu Kudret vd.(2001), Mardin Aşiret- CemaatDevlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları.
Bayraktutan Yusuf, (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme,
Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim
Bakanlığı Mesleki ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası.
Cansever Hasan Ferid, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız,
Ankara, Türk Yurdu Yayınları, 1995.
Dolapönü Hanna, (1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık.
Gülcan Yılmaz, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul,
Alfa Yayınları, 2001.
87
Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan
Sorunlar / Hızır Dilek
Haytoğlu, Ercan “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam
Türk Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, Yıl:2009, C. 25, No:5, s.1212.
Karaer İbrahim (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk
Yurdu Neşriyatı.
Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü,
İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938
Olgun, Kenan “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında
Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk
Kongresi 12-16 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010,
Ölçen Yavuz, “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin
Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 2006. s.
Öztürkatalay, Latif Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset,
1995.
Sarınay Yusuf, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve
Türk Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat.
Tuncer
Hüseyin, Hacaloğlu Yücel, vd., Türk Ocakları
Tarihi(Açıklamalı Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931),
Ankara, Türk Yurdu Yayınları.
T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M
Basın ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010.
Üstel Füsun, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği:
Türk Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık,
2004.
1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y.
Elektronik Kaynaklar:
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz.
88
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
SİNEMACILARI EDEBİYATA YÖNELTEN MUHTEMEL
SEBEPLER ÜZERİNE BAZI DİKKATLER
Why Do Filmmakers Turn To Literature A Possible Re-Reading
of The Relation Between Cinema And Literature
Özlem KALE
ÖZET
Bu çalışmada öncelikle “sinemanın doğuşu, Türkiye’ye gelişi
ve edebiyatla ilişkisi” ele alınacaktır. Daha sonra “uyarlama” ile ilgili
bilgi verilerek “edebiyattan sinemaya uyarlanan eserlerin nasıl
dönüştürüldüğü” anlaşılmaya çalışılacaktır. Nihayetinde “roman ve
film arasındaki benzerliklerle farklar” tespit edilerek “sinemanın
edebiyata başvurma nedenleri” sinema ve roman yazarı, film
yönetmeni, tarihçi, eleştirmen ve edebiyat araştırmacılarının
görüşlerinden faydalanılarak araştırılacaktır. Bu araştırma yapılırken
edebiyattan sinemaya uyarlanan yerli ve yabancı romanlardan
örnekler verilecek ve “romanların sinemaya uyarlandıkları zaman elde
ettikleri kazanç ve uğradıkları kayıplar” edebiyat sosyolojisi
bağlamında incelenecektir. Sonuç itibarıyla iki sanat dalı arasındaki
etkileşimin nasıl olması gerektiği ve farklı dillerle üretilen yapıtların
birbiriyle mukayese edilmesinin doğru olup olmadığı hususunda bir
fikir beyanında bulunulacaktır.
Anahtar kelimeler: Edebiyat, sinema, uyarlama, etkileşim,
roman, film.
ABSTRACT
In this study, I will initially discuss the birth of cinema, its
beginning in Turkey and its relation with literature. Later, I will

Yrd. Doç. Dr. Kilis 7Aralık Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
okale@kilis.edu.tr
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
provide information regarding (cinematic) adaptation and the
adaptation process from literature to cinema. Finally, I will point out
the differences and similarities between novel and cinema, by
referring to script writers, directors, historians, critics and literary
scholars' opinions. I will also illustrate examples from foreign and
local movies and will touch upon their box office and as well as their
loss, in terms of literature sociology. As a result, I will present my
opinion in regards to the interaction between the two arts and my
critical considerations regarding the comparison between art pieces
that are created in different languages.
Key Words: Literature, cinema, adaptation, interaction, novel,
fiction.
Sinemanın Doğuşu, Türkiye’ye Gelişi ve Edebiyatla
Etkileşimi
Edebiyat, resim, müzik, tiyatro gibi sanatların; matematik,
fizik, kimya gibi fen bilimlerinin; toplumbilim, ruhbilim, yöntembilim
gibi toplumsal bilimlerin varoluş tarihlerini bilimsel bilgi olarak
saptamak olanaksızdır. Sanatların ve bilimlerin varoluş tarihlerinin
bilinmezliğine karşın sinema sanatının ve biliminin varoluş tarihi
bilinir. Fransız kardeşler Louis Lumiere (1864-1948) ve Auguste
Lumiere (1862-1954), 28 Aralık 1895’te Paris, Capucines
Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de bir sinema-film gösterisi yapmışlardır.
Lumiere kardeşlerin yaptığı bu gösteri, sinemanın varoluşunun
başlangıcı olarak kabul edilir.1
1.
Sinematografın Türkiye’ye gelişi konusunda ise çeşitli görüşler
vardır. 2. Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında
belirtildiğine göre Bertrand adlı bir Fransız, padişahın izniyle 1896
sonları ya da 1897 başlarında sarayda bir film gösterimi yapmıştır.2
Gazeteci-yazar Rakım Çalapala, sinemanın yurda bir Fransız ressam
tarafından getirildiğini öne sürer.3 Yazar ve sinema eleştirmeni Ali
Özuyar, Babıâli’nin sinematograf adlı icattan haberdar olmasını,
Mösyö Jamin adlı bir Fransız vatandaşının, sefareti aracılığıyla
gönderdiği yazıyla ilişkilendirir. Özuyar’ın bildirdiğine göre 17
Haziran 1896’da, Fransız sefaretinden Osmanlı hariciye nezaretine bir
yazı gönderilmiş ve Mösyö Jamin’in sinematografı için gerekli olan
lambanın, gümrükten geçirilmesine izin verilmesi istenmiştir. 2.
1
Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul,
2003, s. 15.
2
Scognamillo, age, s. 15.
3
Rakım Çalapala, Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz, Yerli Film Yapanlar
Cemiyeti, İstanbul, 1947, s. 21.
90
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
Abdülhamid’in elektrikli ve manivelalı aletlere karşı hassasiyetini
bilen sadrazam Halil Rifat Paşa, hariciye nezaretinin kendisine ilettiği
bu yazı üzerine, adı geçen aletin ne olduğunun araştırılması için
çalışma başlatmıştır. 20 Eylül 1896 tarihinde sadrazama bildirilen
sonuç raporunda, “sinematograf adı verilen aletin, ilmî yönden
insanlık için faydalı” olduğu belirtilmiştir. Özuyar’a göre bu rapor,
ülkedeki sinema faaliyetlerinin erken dönemde başlamasında etkili
olmuştur.4
Senaryo yazarı ve yönetmen Nurullah Tilgen, yurtta ilk sinema
gösterileri hususundaki önceliği Lumiere kardeşlerin temsilcilerine
verir ve onların Türkiye’de yaptıkları film gösterimlerinden bahseder. 5
Gazeteci-yazar Ercüment Ekrem Talû, Lumierelerin temsilcilerinden
Weinberg’in, 1896-97 yıllarında, Galatasaray’daki Sponek
Birahanesi’nde halka açık film gösterimleri düzenlediğini söyler. 1868
Romanya doğumlu bir Polonya Yahudisi olan Weinberg’in ardından
Matalon isimli bir başka Yahudi, Beyoğlu’ndaki Lüksemburg
apartmanlarında kiraladığı bir odada film göstermeye başlamıştır. İlk
sinema salonu, Weinberg’in 1908’de işletmeye başladığı ve
günümüzde var olmayan Tepebaşı’ndaki Pathe Sineması’dır. Konulu
ilk Türk filmi, Weinberg tarafından çekimine başlanan ancak daha
sonra bir oyuncunun vefatı üzerine yarım kalan Leblebici Horhor adlı
filmdir. Harbiye nazırı Enver Paşa’nın emriyle kurulan “Merkez Ordu
Sinema Dairesi”, konulu Türk film çekimi denemelerine ortam
hazırlayan en önemli kurum olmuştur. Tamamlanan ilk film ise 1916
yılında yine Weinberg tarafından çekimine başlanan ve 1918’de Fuat
Uzkınay tarafından tamamlanan Himmet Ağa’nın İzdivacı’dır. Fuat
Uzkınay aynı zamanda 14 Kasım 1914 günü, Ayastefanos’taki Rus
abidesinin yıkılışının 150 metrelik bir filmini çeken, ilk Türk
sinemacısı ve belgeselcisidir.6
2. Edebiyat Uyarlamaları
2.1. Edebiyattan Sinemaya Uyarlama Nasıl Yapılır?
Sinema kendisinden önce var olan edebiyat, resim, müzik,
tiyatro, heykel, dans gibi sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir.
Ancak “Yedinci Sanat” en güçlü bağını edebiyatla kurmuştur.
Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerine geçmeden önce
“uyarlama” kavramına açıklık kazandırmakta fayda vardır.
4
Ali Özuyar, Sinemanın Osmanlıca Serüveni, De Ki Basım Yayım Ltd. Şti.,
İstanbul, 2008, s. 11.
5
Nurullah Tilgen, “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız Dergisi, Ekim
1956, s. 12.
6
Scognamillo, age, s. 23.
91
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
Sinemanın en önemli öğesi olan senaryo, iki şekilde meydana
getirilir. Bunlardan birincisi film yapmak isteyen kişinin, tasarladığı
konuyu yalnızca sinema diliyle ifade edilecek şekilde vücuda getirdiği
“özgün senaryo”, ikincisi ise daha önce yazılmış bir metni senaryo
biçimine dönüştürme işlemi olan “uyarlama”dır. Bu kavram sinema
için düşünülecek olursa “edebî eserleri, sinema, tiyatro, radyo ve
televizyonun teknik imkanlarına uygun duruma getirmek, adapte
etmek” yahut “bir yabancı eseri, kişi ve yer adlarını değiştirerek yerli
bir eser durumuna getirmek” şeklinde tanımlanabilir. 7 Sinema
uyarlamalarında, sinema için hazırlanmamış bir metni sinemaya
uygun biçime sokma söz konusudur. Bu nedenle sinema
uyarlamalarında, başka bir sanatın ürünlerini sinema sanatının
gereklerine uydurma çabası ağır basar.
Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalar genel olarak üç
türde gerçekleşir. Bunlardan ilki, romandan farklı bir seyir izleyen
sinema örneklerini kapsar. Bu tür uyarlamada sanatçı, başarılı olmuş
bir ürünün biçimini, malzemesini ya da fikrini ödünç alır ve kendi
yapıtı için kullanır. Bu türün en tipik örnekleri, Shakespeare
metinlerinden ya da bazı destanlardan hareketle yapılan filmlerdir. Bu
tür uyarlamalar, yönetmene serbest hareket etme olanağı tanır. İkinci
tür uyarlamalar, kaynak alınan metne bağlı kalmayı hedefler. Bu tür
uyarlamalarda sinemacı, romancının yazı diliyle yaptığını görüntü
diliyle yapmayı hedefler. Bondarcuk’un Savaş ve Barış romanından
yaptığı uyarlama bu türe örnek gösterilebilir. Üçüncü tarzda ise bir
dönüştürme söz konusudur. Burada, edebi metnin iskeleti korunur;
ancak sinemacılar bu iskeletten yepyeni bir sanat yapıtı ortaya
çıkarırlar.8 Uyarlanacak eser ister sinema yararına bir senaryo
hammaddesi olarak kullanılsın ister sinemaya egemen kılınsın ve
isterse sinema dilinde yeniden üretilmeye çalışılsın ortaya çıkan şey
yeni bir üretimdir. Zira roman, değişik okumalara açık, çok boyutlu
bir yapıya sahiptir. Bir metnin anlamı, yazarın zihninde, eserin
metninde ve okurda gizlidir. Yazar-metin-okur üçlemesinin hangisi ön
plana çıkarılırsa metnin aslı da o yöne doğru kayar. Bu nedenle
herhangi bir uyarlamanın “aslına sadık kalması” mümkün değildir;
zira sinemacı, kendi özgün okumasından yola çıkarak uyarlamaya
girişir. Yeniden yorumlanan ve görsel dile çevrilen kaynak metin artık
7
Türkçe Sözlük, C. 1, 2, Türk Dil Kurumu Yayınları, 9. b., Ankara, 1998.
Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve Sinema İlişkileri 2”, Türk
Dili, S. 383, İstanbul, Kasım 1983, s. 495, 496.
8
92
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
yeni bir yapıttır. Uyarlama yapılırken aslında edebî
dönüştürülerek sinemada tekrar kullanıma sokulmuş olur. 9
metin
a. İlk Uyarlamalar
Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamaların geçmişi, George
Melies’ın Jules Verne’den esinlenerek, 1902’de çektiği A Trip to the
Moon (Ay’a Seyahat) filmine kadar uzanır. Bu film, aynı zamanda
bilim-kurgu türünün de ilk örneğidir. Edebiyatı ve özellikle de Balzac,
Hugo, Dickens gibi yazarların romanlarını, Melies’i takiben diğer
Fransız ve İtalyan yönetmenleri, ardından da Amerikalılar öykü
materyali olarak kullanmışlardır. Türkiye’de, sinemaya uyarlanan ilk
tiyatro eseri, Mehmet Rauf’un Pençe adlı oyunudur. Bu eser, 1917’de
Sedat Simavi tarafından, İstanbul’da Alemdar ve Beyoğlu’nda
(Skating Palas) gösterilmiş, hatta ünü Berlin’e kadar ulaşmıştır.
Edebiyattan yapılan ilk uyarlama ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Mürebbiye adlı romanıdır. Bu roman, sinemaya 1919 yılında Ahmet
Fehim tarafından uyarlanmıştır. O yıllarda henüz sinema yazım
tekniği bilinmediğinden eser doğrudan doğruya görüntüye
aktarılmıştır. Filmle ilgili ilk eleştirilerden biri, dönemin münekkidi ve
tiyatro sanatçısı İ. Galip Arcan’dan gelir: (Gökmen, 1989: 23)“Bizde
her sınıf halk tarafından büyük zevk ile okunmuş, takdir edilmiş olan
yegâne romancımız Hüseyin Rahmi beyin bu eseri ekseriyetçe
okunmamış meçhul bir roman olsaydı senaryo hakkında biraz daha
şedit bir tenkit yapmak haklı olabilirdi... Dört kısımlık büyük bir
mevzu olarak imal edilen film, Hüseyin Rahmi beyin Mürebbiye
romanı ile mukayese edilirse bir hayli sönük ve küçük kalır...”
Türkiye’de yerli popüler edebiyat eserlerinin sinemaya uyarlanması
oldukça yaygındır. 1919-1980 arasında yapılan genel bir
değerlendirmede 3100 film arasından 230’dan fazlasının yerli popüler
edebiyat eseri uyarlaması olduğu saptanmıştır.
3. Sinemacıların Edebiyata Başvurma Sebepleri
Sinemacıların edebiyata başvurma nedenlerini incelerken
edebiyatçı ve sinemacıların kitap, söyleşi ve makalelerinde dile
getirdikleri görüşlerden faydalanmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerinin başında ticarî –
sanatsal kaygılar ile zaman, yaratıcılık ve senaryo kıtlığı sayılabilir.
9
Özlem Kale, Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan Romanlar ve
Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk
Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul,
2013.
93
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
Uyarlamalara, konu sıkıntısını aşmanın yanı sıra kitap ya da tefrika
olarak yayımlanan yerli edebiyat ürünlerinin halkta ilgi uyandırması
ve halkın bu eserleri sinemada görmek istemeleri sebebiyle de
başvurulur. Okunmuş ve tutulmuş bir eserden yapılan filmin seyirci
bulma olasılığı özgün bir senaryodan çekilen filme nazaran daha
fazladır. Halkın ilgisinin ölçülmüş olduğu edebiyat eserlerini
sinemaya uyarlamak onları yeni bir konuya alıştırmaktan daha kolay
ve garantili bir yöntemdir. Yazar Selim İleri, özellikle popüler
edebiyatın sinema yapımcılarının “gişe garantisi” olduğuna dikkat
çekerken Kerime Nadir ismi üzerinde durur. İleri’ye göre Kerime
Nadir’in romanlarından iyi “iş filmi” çıkar ve yapımcıların yaptıkları
hesaplar boşa gitmez.10 Senaryo yazarı Bülent Oran 1960’lardaki
“film enflasyonu” yüzünden aynı anda iki filmin senaryosunu yazmak
zorunda kaldığını, bu nedenle de çoğu zaman çekilmekte olan filme
“senaryo yetiştirmek” zorunda olduğunu ifade ederek konuyu “zaman
kıtlığına” bağlar.11 Yönetmen Ülkü Erakalın, kendisiyle yaptığımız
görüşmede, özellikle 1960-1980 yılları arasında, film çekme bütçesi
içinde senaryoya ayrılan payın sadece %3 olduğunu belirterek
senaryocuların ekonomik açıdan “mağdur” olduklarını söyler. Zaten
kısıtlı olan film bütçesinden senariste ayrılan pay, romanın hazır bir
senaryo olarak değerlendirilmesi durumunda düşecek ve bu vesileyle
dekor, kostüm, film negatifi gibi ihtiyaçlara daha fazla para
harcanabilecektir.12 Özellikle 1960’tan sonra Türkiye’de çekilen film
sayısının yılda iki yüzü bulduğu göz önüne alınırsa arzu edildiği gibi
bir hikâye bulma ve proje teklif etme yükünün kısıtlı bütçe sebebiyle
yönetmenin omuzlarına yüklenmesi kaçınılmazdır. Zaten maddi
tatminsizliklerden dolayı piyasada çok az sayıda profesyonel senaryo
yazarı bulunmaktadır. Hatta bunların arasında, tefrika edilen ve
yazarları tarafından tamamlanmamış olan romanları ikmal etmek
suretiyle onları senaryolaştırma mahareti gösteren senaristler de
vardır.13 Bu senaristler, özgün senaryo yazarlarından daha fazla tercih
edilirler; zira diğerlerine nazaran kısa zamanda ve düşük ücretle daha
fazla “iş” üretirler. Bu bağlamda sinemacının, film sayısıyla doğru
orantılı olarak artan konu bulma sıkıntısını daha ekonomik şekilde
gidermek için, edebiyata ve yabancı filmlerden yapılan adaptasyonlara
başvurması son derece doğaldır.
10
Selim İleri, “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat, S. 2, İstanbul,
Nisan 1973, S. 12.
11
İbrahim Türk, Senaryo Bülent Oran, Dergâh Yayınları, İstanbul, Mart 2004,
s. 287.
12
Ülkü Erakalın’la 12.03.2009 tarihinde yapılan görüşme.
13
Nijad Özön, “Roman ve Sinema”, Türk Dili-Roman Özel Sayısı, S. 154,
İstanbul, Temmuz 1964, s. 797-800.
94
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
Konuyu bir de seyirci açısından değerlendirmek gerekir.
İzlemenin, okumaktan daha zahmetsiz ve az zaman alan bir eylem
olduğu göz önüne alınırsa uyarlamalar sayesinde romanın daha
“kestirme bir yoldan” tüketileceği söylenebilir. İçeriği ya da sayfa
sayısı nedeniyle okunması zor gibi görünen kitapların, “filme
alınmalarını” bekleyen okurlar vardır. Roman okumaya konsantre
olmakta zorlanan okur, romanın film uyarlamasını izlemeyi tercih
eder. Kesintisiz bir biçimde akıp giden sahneler, dikkati sabitlemek
yerine bu sürekliliğe uyulmaya çalışılmasını ve konunun bir bütün
içinde algılanmasını sağlar. Bu nedenle sinema izleyicilerinin,
edebiyat uyarlamalarına rağbet etmesi normaldir. 14 Ancak madalyona
bir de diğer yüzünden bakılacak olursa kitap okumak ve film
izlemenin farklı eylemler olduğu görülür. Okuyucu, kitap okurken
istediği sayfaya tekrar dönebilir, bazı satırları yeniden okuyabilir ve
okumaya ara vererek hayal gücünü devreye sokabilir. Görsel
imgelerin özümsenmesi daha kolay gibi görünse de düşünce üretmek
için yapılan görüntüler, zaman zaman o düşüncelerin önüne geçebilir.
Yazılı metin, daha huzurlu bir algılama sürecine imkân verir. Kitabın
doğrudan doğruya söylemediği ama ima ettiği fikirler, yazılı metinden
çıkarılabilir. Kısacası okuyucu, romanı “yönetmenin gözünden”
izlemek yerine kendi kendine yorumlamayı tercih edebilir.
Türk sinemasında “bölge işletmeleri” adı verilen kuruluşların
sinema severlerin beğenisine dönük olarak yaptıkları anketler bir hayli
önemlidir.15 Sinema filmleriyle ilgili piyasa araştırmasına girişen
bölge işletmelerinin yaptıkları anketlerle beyazperdede görülmek
istenen oyuncular belirlenir. Örneğin Ege Bölgesi’ndeki seyirciler,
“efe konulu bir filmde” Kartal Tibet’i görmek isterlerken Doğu
Anadolu’daki seyirciler bir “kabadayı filminde” Yılmaz Güney’in
oynamasını arzu ederler. Bu durumda neyin nasıl anlatıldığı değil kim
tarafından anlatıldığı önem kazanır. İzleyicinin istediği doğrultuda
çekilecek olan film bir roman uyarlamasıysa romanın anlatmak
istedikleri kolayca göz ardı edilebilir; zira izleyici sadece
aktör/aktristle ilgilenmektedir. Klasik olmuş edebiyat yapıtlarının film
olması, kitlesel kültüre katkı sağlayabilir; ancak okumak, akılda
kalması gereken bölümleri süzmek ve geneli yorumlamak gibi beyni
çalıştıran faaliyetler gerektirir. Herkesin kendi başına alımlaması
gereken bu süreci senariste ya da yönetmene bırakmanın sağlıklı bir
tutum olmadığı kanaatindeyiz. Öte yandan Türk sinema izleyicisi
genellikle aşk ve dram tarzı filmlere meyyaldir. Popüler edebiyat
14
Zeynep Çetin Erus, Amerikan ve Türk Sinemalarında UyarlamalarKarşılatırmalı Bir Bakış, Es Yayınları, İstanbul, 2005, s. 48-60.
15
Erman Şener, “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki İlişkiler ve
İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179, İstanbul, 1976, s. 5.
95
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
bunun için biçilmiş kaftan gibidir. Sinema emekçisi Agah Özgüç’ün
deyişiyle “best seller üçlüsü” olan Kerime Nadir, Muazzez Tahsin
Berkand ve Esat Mahmut Karakurt sayesinde düşük bütçeli olmasına
karşın “yüksek gişeli” filmler çekmek mümkün olmuştur.16 Çok
okunan bir romanın popülerliğinden ya da yazarın adının
saygınlığından istifade etmek isteyen yönetmene düşen iş, “romanın
halkla özdeşleşebilmesi için” filmin duygusallık dozunu biraz
arttırmaktır. Bu noktada sinemacı, romandaki hayâlî olaylar ve kişileri
ete kemiğe büründürürken izleyicinin “hayâl ettiği şeyleri” karşısında
görmesini esas alır. Bunun sebebi sanatsal kaygıdan ziyade ticarî
başarıya ulaşma gayesidir. Bunu başarabilmek için de sinemacı,
gerekirse romanı güncelleştirip romanın olay örgüsü, karakter ve
mekan gibi unsurlarını değiştirerek “romana duygusal açılımlar” katar.
Türk sinemasında uyarlamaya başvurulma nedeni olarak
gösterilebilecek bir başka faktör de romanın politik mesaj taşımasıdır.
Yapımcı veya yönetmen, hayat görüşüne uygun bulduğu romanı
sinemaya uyarlayarak ilgi çekmeye çalışır. Yaşanan dönemin
özelliklerini yansıtan roman sinemaya uyarlanmak suretiyle bir eleştiri
yahut protesto vasıtası olarak kullanılır. 1980 İhtilali ya da 2. Dünya
Savaşı’nı anlatan filmler bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer yandan
“beyaz sinema” diye adlandırılan İslamî filmlerden, doksanlı yıllarda
birçok örnek görmek mümkündür. Geniş bir kesim tarafından ilgi
gören bu romanlardan yapılan uyarlamalar ticarî olarak da başarılı
olmuş hatta ardından devam niteliğinde filmler çekilmiştir. Hekimoğlu
İsmail’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ve büyük bir gişe
başarısı sağlayan Minyeli Abdullah bu kategoriye örnek gösterilebilir.
İdeolojik veya tezli bir romanı sinemaya uyarlamak isteyen yönetmen,
öncelikle kendi dünya görüşüyle uyarlama yapacağı roman yazarının
dünya görüşü arasında paralellikler kurar. Bu paralelliği
yakaladığında, yazarın bakışını kendi dünya görüşüne biraz daha
yakınlaştırmak adına romandaki bazı detayları değiştirmekten imtina
etmez. Bu iddiayı birkaç örnekle temellendirmek yerinde olacaktır.
Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye romanını 1973 yılında aynı
adla sinemaya uyarlayan Halit Refiğ, romanda yer almamasına karşın,
filminin sonunda Aliye’nin eline bir Cevşen vererek kendi ifadesiyle
“yobazlar tarafından, vatana ve nişanlısına ihanetle suçlanan bir
kadının aslında ne kadar imanlı ve dindar olduğunu” göstermiştir.
Böylece, dini çıkarları doğrultusunda yorumlayan “yobaz tiplerle iyi
Müslüman ayrımının” altını çizerek Aliye’yi linç edenlerin
haksızlığını pekiştirmiştir. Aynı filmin Ömer Lütfi Akad tarafından
16
Agâh Özgüç, “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında Edebiyat
Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060, İstanbul, Ocak 1996, s. 6-7.
96
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
çekilen 1949 versiyonunda, orijinal romanda Yunanlı olan düşmanlar,
tâbiyeti belirsiz olarak gösterilmişlerdir. Bunun sebebi filmin baş
oyuncusu Sezer Sezin’e göre “dünya kardeşliğini zedelememek”
içindir.17 Halit Refiğ ise Ömer Lütfi Akad’ın çektiği 1949 yapımında
düşmanın tâbiyetinin belli olmayışını “o dönemin koşullarında eski
düşmanlarımızla dost olmaya çalışmamıza” bağlar. Yönetmenliğini
kendisinin yaptığı 1973 versiyonunda ise “işler kopma noktasına
geldiği için” düşmanın Yunanlı olarak gösterilmesinde bir beis
görülmemiştir.18
Sonuç
Edebiyat-sinema etkileşimi çoğunlukla tek taraflı bir ilişkidir.
Roman ve hikâyeler başta olmak üzere, pek çok edebî yapıt sinema
sektörünce “senaryo hammaddesi” olarak görülerek beyaz perdeye
aktarılmıştır. Özellikle Hollywood, çok satan edebî yapıtları işleyerek
sinema sektöründe edebî yapıtların sinemaya uyarlanması alanında
çığır açmıştır. Dünya geneline bakıldığında, yapıtları sinemaya en çok
uyarlanan isimlerin başında Shakespeare’in geldiği görülür. Üç yüz
civarında yapıtı filmlere konu olmuştur. Bunun dışında Dostoyevski,
Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Flaubert, Proust,
Alexander Dumas, John Steinbeck gibi yazarların yapıtları da
defalarca sinemaya uyarlanmıştır. 19 Türk sinema tarihinde,
Batı’dakinden farklı olarak, sinemaya uyarlanan ilk yapıtlar Türk
klâsikleri olmamıştır. Sinema sektörü ilk yıllarda daha çok piyasa
romanlarıyla beslenmiş, gereksinimini melodrama konu olabilecek
romanlardan karşılamıştır. Dönemin “en çok gişe yapan” filmini
yapma iddiasında olan sinemacılar, uyarlama yapacakları eserleri,
romanın ve yazarın popülaritesine göre belirlerler. Seçtikleri klâsik
eserin toplumsal mesajlarını ve yazarın kendi dönemine bakış açısını
göz ardı ederek romanı “popüler tarzda” yorumlamaya çalıştıkları da
olur. Bunun sebebi, çok okunan bir romanı, çok izlenen bir film hâline
getirmek istemeleridir. Nijad Özön’ün deyişiyle, (1995: 211)“1950 ve
60’lı yıllarda Türk sineması için geçim derdi yoktur, ev sıkıntısı
yoktur, gecekondu yoktur, karaborsa yoktur, evli bir çiftin
karşılaşacağı sorunlar yoktur. İnsanlar, yaşadıkları yer, çevre ve
zaman ne olursa olsun Mükerrem Kâmil romanına göre tanışır, Esat
Mahmut romanına göre sevişir, Kerime Nadir romanına göre verem
olup ölürler.”
17
Sezer Sezin’le 17.10.2008 tarihinde yapılan görüşme.
Halit Refiğ’le 18.11.08 tarihinde yapılan görüşme.
19
Tuncay Yüce, “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”,
ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, İstanbul, 2005, s. 67-74.
18
97
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
Roman uyarlamalarına gereksinim duyulmasının balıca
sebepleri arasında sanatsal ve ticarî kaygılar, yazar ve yönetmenin
politik mesajlarının uyuşması, beğenilmiş bir romandan uyarlanan
filmin ilgi görme garantisi, senaryo yazmak için yeterli zamana sahip
olmama, film bütçesinde senaryoya ayrılan payın düşük olması, ve
senaryo kıtlığı vb. sebepler sayılabilir. Uyarlama yapacak olan
sinemacının, önem verdiği bir yazarın romanını, kendi bakış açısına
göre yorumlayarak toplumun gözleri önüne sereceği bilinciyle hareket
etmesi kuşkusuz en doğru olandır. Eserin yaratıcısının emeğine saygı
göstermek gerekli ve önemlidir. Sinema başlangıcından itibaren
edebiyattan etkilenmiştir ve her iki sanat dalı var olduğu sürece bu
ilişki sürecektir. Ancak unutulmamalıdır ki her iki sanat dalı da
kendilerini farklı dillerde ifade eder ve edebiyattan sinemaya yapılan
uyarlamalar, romandan bağımsız, yeni ürünlerdir.
Kaynakça
AYKIN (1983). Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve
Sinema İlişkileri 2”, Türk Dili, S. 383.
ÇALAPALA, Rakım (1947), Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz,
İstanbul: Yerli Film Yapanlar Cemiyeti.
ERUS, Zeynep Çetin (2005). Amerikan ve Türk Sinemalarında
Uyarlamalar-Karşılatırmalı Bir Bakış, İstanbul: Es Yayınları.
GÖKMEN, Mustafa (1989). Başlangıçtan 1950’ye Kadar Türk
Sinema Tarihi, İstanbul: Denetim Ajans Basımevi.
İLERİ, Selim (1973). “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat,
S. 2.
KALE, Özlem (2013). Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan
Romanlar ve Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı,
(Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul.
ÖZGÜÇ, Agâh (1996). “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında
Edebiyat Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060.
ÖZÖN, Nijad (1964). “Roman ve Sinema”, Türk Dili – Roman Özel
Sayısı, S. 154.
ÖZÖN, Nijad (1995). Karagözden Sinemaya 1, Ankara: Kitle
Yayınları.
ÖZUYAR, Ali (2008). Sinemanın Osmanlıca Serüveni, İstanbul: De
Ki Basım Yayım.
98
Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /
Özlem KALE
SAYIN, Aylin (2005). Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları ve
Bu Uyarlamaların Toplumsal Yapıyla Etkileşimi, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Sinema-TV Anasanat Dalı, (Yayımlanmamış yüksek lisans
tezi), İstanbul.
SCOGNAMILLO, Giovanni (2003). Türk Sinema Tarihi, İstanbul:
Kabalcı Yayınları.
ŞENER, Erman (1976). “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki
İlişkiler ve İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179.
TİLGEN, Nurullah (1956). “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız
Dergisi, S. 12.
TÜRK, İbrahim (2004). Senaryo Bülent Oran, İstanbul: Dergâh
Yayınları.
YÜCE, Tuncay (2005). “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında
Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2.
99
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
YAZILI KÜLTÜR ORTAMI ÜRÜNÜ OLARAK DESTANCI
ÂŞIK ALİ ŞAHİN’İN YAYINLANMAMIŞ DESTANLARI
Culture Media Products As Written Unpublished
Ministrel Poems of Ashig Ali Şahin's
Ayhan KARAKAŞ
ÖZET
Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin canlı bir şekilde
sürdürüldüğü birkaç yöreden biridir. Âşık Ali Şahin bu gelenek
içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Adana’nın Karaisalı
ilçesinde doğan âşık destanlarıyla ön plana çıkmıştır. Destanlar âşıklık
geleneği içerisinde sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamında
meydana getirilen ürünlerdir. Çalışmamızda ele alacağımız destanlar
yazılı kültür ortamı içerisinde değerlendirilecektir. Âşıklar bu
destanlarda her türlü olayı hikâye ederek anlatmışlardır. Kitle iletişim
araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde halkın haber ihtiyacını
karşılayan destanlar âşıklara maddi bir gelir de sağlıyordu. Âşık Ali
Şahin yıllarca Adana’da destan yazmış ve yazdığı bu destanları
Adana’daki matbaalarda bastırarak kalabalık yerlerde satmıştır. Bu
çalışmada Âşık Ali Şahin’in altı adet destanı incelenmiş, destan
metinlerinin tamamı ve metinlerin fotoğraflarından biri çalışmanın
sonunda verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Çukurova, Âşık Ali Şahin, Destan
ABSTRACT
Çukurova region is maintained in a lively manner of minstrelsy
tradition is one of the few regions. Ashig Ali Şahin has a very
important place in this tradition. Born in the district of Adana
Karaisalı has been in the forefront with destan. Destans written in the
tradition of minstrelsy are the products formed in the written, oral and
electronic culture. Ashigs of all kinds in this epic event were told by
the story. Is common during periods of mass media news that meets

Yrd. Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü, akarakas@cu.edu.tr
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
the needs of the people to ashigs would also provide an income
property. Ashig Ali Şahin years wrote and wrote this destans in Adana
and printing press was purchased in crowded places. In this study we
examined Ashig Ali Şahin six destan, destan texts and photos are
given at the end of the study.
Key Words: Çukurova, Ashig Ali Şahin, Ministrel Poems
1. Giriş
Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin eskiden beri güçlü olarak
yaşadığı yörelerden biridir. Yörede geçmişte çok büyük ve usta âşıklar
yetişmiş ve eserleri günümüze kadar taşınmıştır. Devam eden gelenek
sonucunda günümüzde de önemli ve usta âşıklar yetişmektedir. Bu
âşıklar da geleneği sürdürmek için çaba göstermektedirler. Çukurova
yöresinde âşıklık geleneği, bundan 20-30 yıl öncesine göre canlılığını
kaybetmiş ve zayıflamış olsa da, günümüzde varlığını sürdürmektedir.
Geleneği temsil eden âşıklar yörede hâlâ yeni ürünler ortaya koymakta
ve halkın duygularına tercüman olmaktadırlar. İnsanların ölüm ve
diğer olaylar karşısındaki acılarını, sevinçlerini, özlemlerini türkülerle
dile getirmektedirler. Aynı zamanda daha önceden gelenek içerisinde
öğrendikleri usta malı eserleri de yeri geldikçe icrâ etmektedirler.
Yörede saz çalarak veya sazsız, doğaçlama şiir söyleyenlere
“âşık”, bu söyleme biçimine de “âşıklama” adı verilir. Âşık ağıt yakar,
destan söyler, halk hikâyesi anlatır, güzelleme düzer, öğüt verir,
sevilmeyeni yerer, yiğitleri koçaklar. Âşıklar yüzyıllardır süren
sanatlarını birtakım kurallara göre uygularlar. Çağların deneyim ve
beğeni imbiğinden geçmiş kurallar bütününe “âşıklık geleneği” adı
verilmiştir. Bu gelenek âşığın seslendiği kitlenin kültür düzeyi ve
beğenisine göre şekillenir. Geleneği yönlendirip şekillendiren halktır
(Artun, 1996: 34).
Âşığın şiirleri yaşadığı çevreyle ilgilidir. O nasıl şiirleriyle
çevresini etkiliyorsa, yaşadığı çevre de âşığın şiirinin oluşmasında
etken olacaktır. Âşığın doğa ile iç içe yaşamı onun yeteneği, anlatım
gücü, duygu ve hayalleriyle birleştiğinde ortaya gerçek şiir çıkacaktır
(Artun, 1996: 36).
Günümüz âşıklık geleneğinde olduğu gibi Adana âşıkları da
şiiri doğaçlama ve yazma yoluyla yaratıyorlar. Geleneksel şiirin
büyük bir bölümünde kalem veya önceden ezberleme yoktur. Âşık,
ortamın anlam ve önemine göre saz eşliğinde doğaçlama şiir söyleyen
sanatçıdır (Artun, 1996: 60).
101
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
2.
Âşık Ali Şahin’in Hayatı
Âşık Ali Şahin 1927 yılında Adana’nın Karaisalı ilçesinin
Söğütlü köyünde doğmuştur. Ali, küçük yaşta baba mesleği olan
kalaycılığı öğrenmiştir. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için,
Ali’nin anasını almış; o da ölünce bir evlilik daha yapmıştır. Ali’nin
sesi güzeldir. Karacaoğlan ve Âşık Garip’i okumak ister; ama okumayazması yoktur. Arkadaşı Ali İhsan’ın yardımıyla okuma- yazmayı
öğrenir (Arı, 2009: 384)
Bir süre sonra analıkların elinden kaçarak Ceyhan’ın Burhan
köyüne gelir. Burhan ve Tatlıkuyu köylerinde bir yandan türkü söyler,
bir yandan da ot kazar, ekin eker. 1946-1949 yılları arasında
İstanbul’da askerliğini bitirip yeniden köyüne döner. 1952 yılına kadar
köyde çeşitli işlerde çalışır. Aynı köyden Döndü adında bir kızı
kaçırarak evlenir. Adana’ya yerleşip dayısının hızarında çalışmaya
başlar. Oradan çeşitli nedenlerle ayrılıp Çotlu köyünde yarıcılık
yapmaya başlar. Bir gün Adana’ya pamuk satmaya geldiğinde bir
destancıyla karşılaşır ve destancılık yapmaya karar verir. Bu yıllarda
A. Vahap Kocaman ve Ferrahi ile tanışır. Ferrahi ile Ferrahi’nin
ölümüne kadar destancılıkta ortaklık yaparlar (Arı, 2009: 385). Âşık
Ferrahi’nin ölümünden sonra Ali Şahin’in destancılığı takriben 1977
yılına kadar devam eder. Ancak çocuklarının büyümüş olması, destan
yazıp satmasına karşı çıkmaları bu işin de bitmesine vesile olur.
Çocuklarının bu müdahalesine fazla üzülen âşık, o güne kadar yazmış
olduğu bütün destanların suretlerini yakar (Atılgan, 2002: 296).
3.
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destan
Sözlü kültürlerin ürettiği, sanat ve insanlık değerleri
açısından son derece üstün sözel edimler, insan ruhuna yazının taht
kurmasıyla yiter ve bir daha yaratılamaz. Buna karşılık, yazı olmadan
insan bilinci gizilgücünden istediği gibi yararlanamaz, başka bazı
güzel ve güçlü yapıtlar üretemez. Bu bağlamda sözlü kültür, yazı
üretmek zorundadır ve üretecektir de (Ong, 2007: 27-28).
Sözlü kültürü teşkil eden unsurlar, yazılı kültürü oluşturanlara
nispetle millet hayatında daha geniş bir katılımcı kabule sahiptirler ve
bu yüzden fertlerin faaliyetleri üzerinde daha etkilidirler. Milletlerin
milli kimliklerini oluşturan ortak kabuller, geniş ölçüde sözlü kültür
içinde teşekkül eder. Sözlü kültür unsurlarının sürekliliği; fonksiyon,
yapı ve muhteva değişmeleri, yerlerini yeni unsurlara terk etmeleri
ortak kabulleri yaratan topluluğun bunlara karşı takınacağı ortak tavra
bağlıdır. Çünki kabuller, resmî değil, gönüllü katılım kabulleri
hususiyetine sahiptir (Yıldırım, 1998: 38).
102
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Sözlü kültürde bir konuyu kalıplaşmamış, biçimlenmemiş ve
belleğe seslenmeyen bir yoldan düşünmek mümkün olsa bile bu
zaman kaybından başka bir şey değildir; çünkü böyle bir düşünme
biçimi oluştuktan sonra yazı yardımıyla olabileceği gibi kaydedilip
anımsanamaz. Kalıcı bir bilgi olmaktan ziyade, ne kadar karmaşık
olursa olsun, geçici bir düşünce olur. Sözlü kültürlerde toplumun ortak
malı olan hazır kalıplar ve yoğun biçimlendirmeler, yazılı kültürde
yazının üstlendiği görevlerden bazılarını görürken, elbette,
deneyimlerin zihinsel düzenleyişini, düşüncenin tarzını da belirler
(Ong, 2007: 51).
Kültürü taşıyan geleneklerin farklılığına karşılık, onların
taşıdığı kültür unsurları arasında da yapı, biçim, muhteva ve fonksiyon
bakımından aynı durum söz konusudur. Bu sebeple, yazılı ve sözlü
gelenekte yer alan kültürün unsurlarını, kendi hususî durumlarını
dikkate alarak incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. Çünki, bir
topluluğu veya milleti meydana getiren fertler üzerinde, her iki
gelenekte yer alan unsurların tesir gücü ve onlar tarafından kabul
derecesi farklıdır. Dolayısıyla, biz, kültür unsurlarını, taşındıkları
geleneği esas alarak, sözlü kültür ve yazılı kültür kavramları içinde
toplamayı uygun buluyoruz (Yıldırım, 1998: 38).
Bugün yazılı ve sözlü ortamlar, birbiri içine iyice girmiş
durumdadır. Ve giderek birbiri içinde eriyerek yeni oluşumlar ve yeni
kaynak tipleri üretmektedirler. Toplumlar var oldukça, bu ortamlar ve
bu oluşumlar da sürecektir. Değişmeler, dönüşmeler, yeni kaynak
tipleri, yeni ortamlar ortaya çıkarabilir. Nitekim toplumun var
oluşundan bu yana gelişen sözlü ve yazılı ortamlara, bugünlerde, bir
de, sesli ve görüntülü ortam eklenmiştir. Ama bu yeni durum,
öncekileri ortadan kaldırmaz. Sözlü ortam ve yazılı ortam kaynakları,
toplumda yine, geleceğe geçiş kanalları olma işlevini sürdürürler
(Yıldırım, 1998: 94).
Türk halk edebiyatında özellikle saz şairlerinin genel olarak
11’li hece ölçüsü ve dörtlük nazım birimiyle ortaya koydukları ve her
türlü hayat olaylarını içine alan destanlara eskiden beri
rastlanmaktadır. Bu destanların 7’li ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmış
örnekleri de vardır. Dörtlük sayısıyla ilgili olarak kesin bir şey
söylemek mümkün olmamakla beraber, on dörtlük ile yüz dörtlük
civarında olabileceği kanaati yaygındır (Albayrak, 2004: 123). Destan
kavramının şekil, tür ve hacim açısından değerlendirildiğinde
araştırmacıların henüz tam bir fikir birliği içerisinde olmadıklarını
görüyoruz. Destanı hem nazım şekilleri hem de konu ağırlıklı türler
içerisinde değerlendiren Öcal Oğuz’a göre, halk şiirimizde hacim
bakımından diğer örneklere benzemeyen destan, bu özelliği ile bir
nazım şekli olmakla birlikte, konusuna göre tasnif edilmesi sebebiyle
103
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
bir tür olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bize göre tartışılması gereken
bir konu özelliği taşımaktadır (Oğuz, 2001: 17). Destanı bir tür olarak
ele alan Özkul Çobanoğlu’na göre ise, meselenin en önemli ve
konumuzla ilgili olan kısmı olan, âşık tarzı şiir geleneğinin heceli
şiirleri bağlamında, çözümünde şimdiye kadar destan bahsini ele alan
bütün araştırıcıların üzerinde ittifak ettiği bir husus olan destanların
“halk şiirinin en uzun nazım biçimi” oluşu özelliğinden hareketle ve
dörtlük sayısı itibariyle uzunluk-kısalık meselesini veya bir başka
ifadeyle hacmi, şimdiye kadar içinde yer aldığı “şekil” ölçütünün,
kafiye örgüsü, nazım birimi gibi şıklarının dışına çıkarak, şekilden
ayrı ve müstakil bir ölçüt olarak kullanılması son derece önemli bir rol
oynayabilir (Çobanoğlu, 2000: 11).
Âşık tarafından destan yapmaya değer bulunan bir vak’ayı, bir
cismi veya kavramı hikâye ederek anlatan ve sözlü kültür ortamında,
âşığın ele aldığı konuyu anlatım tutumuna bağlı olarak geleneksel âşık
havaları eşliğinde icra ettiği nazım türüne destan denmektedir
(Çobanoğlu, 2000: 3). Tür olarak destan, koşma tipine girer. Varsağı,
semai gibi destanın yapısı da koşmanın aynıdır. Aralarındaki ayrım
dört noktada toplanır: Dörtlük sayısı, konu, anlatım (kompozisyon),
ezgi (Dizdaroğlu, 1969: 93). Destanların birçoğunun sahibi bellidir.
Ne var ki gün gelir asıl sahibi unutulur ve eser anonim hale gelir
(Kaya, 2004: 329).
Destanların konusunu oluşturan temel öge, belirli bir olay veya
durumdur. Savaş, deprem, göç, salgın hastalık, su baskını, yangın,
yiğitlik, eşkıya serüveni, yaşlılık, beklenmeyen ölüm olayları,
güldürücü konular, çeşitli durumlar hakkında öğüt, doğumdan ölüme
insanın yaşı, toplumsal yeği ve eleştiri gibi konular görüldüğü gibi
hem kişisel hem de toplumsal olabilmektedir (Albayrak, 2004: 123).
Âşık musikisinde destanlar özel ezgi kalıplarına göre okunur,
güfteler de bu melodi kalıplarına döşenir. Konunun ifade tarzına göre
zaman zaman farklı melodi kalıpları da kullanılır. Destanlar genellikle
uzun hava tarzında serbest bir ritimle, konuşma diline yakın bir
şekilde ve saz eşliğinde icra edilir. Ancak saza ihtiyaç duymayan
destan okuyucuları da vardır (Şenel, 1994: 209).
Gazetelerin henüz yaygın olmadığı dönemlerde çeşitli olaylar
hakkında halka bilgi vermek için destanlar önemli bir vasıta olmuştur.
Bundan dolayı edebî kıymetlerinden çok halk kitlelerine hitap
etmeleriyle değer kazanmışlardır. Bu özellikler dışında destanların
kazanç kaygısıyla da yazıldığı söylenebilir (Şenel, 1994: 209). Yakın
zamanlara kadar Anadolu’nun çeşitli yörelerinde meydana gelmiş ve
toplumu etkilemiş olayları konu edinen tek sayfalık destanları, halkın
kalabalık olduğu yerlerde kendine has bir makamla okuyan destan
104
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
satıcılarına rastlanmaktaydı (Albayrak, 2004: 124). Yazılı kültür
ortamı âşıkları destanlarını okuyarak topladıkları kalabalığa sattıkları
belli başlı icra bağlamları; kahvehaneler, köy odaları, pazarlar,
panayırlar, mahalle ve sokak araları, harman yerleri, tren ve benzeri
ulaşım araçları, cami önleri, okul önleri, gar ve otobüs terminalleri ve
herhangi bir nedenle toplanmış kalabalıkların bulunduğu yerlerdir
(Çobanoğlu, 2000: 225).
Yazılı kültür ortamı destanlarının satışı üç ana kısımdan oluşur.
1. halkın dikkatini çekme, 2. destanı ezgiyle okuyup etkileme ve satın
almaya hazırlama, 3. destanı satma. Âşık yalnız başına veya bir
arkadaşı ile beraber halkın yoğun olarak gelip geçtiği bir yere gider ve
ezgili bir sesle destanını ezberden okuyarak etrafına kalabalığın
toplanmasını sağlar. İşte bu noktada yazılı kültür ortamı destanlarının
da söz ve ezgi ile icrası söz konusudur. Hangi yolla olursa olsun amaç
halkı etrafına toplamaktır. Âşık toplanan kalabalığı yeterli gördüğünde
veya destanı okuyup bitirdiğinde yahut, kalabalığın destandan
etkilendiğini hissettiği an söylediği destanı keser ve omzuna astığı
çantası içinden çıkardığı destanları topluluğa dağıtır veya elinde
bulunan tomardan almak isteyenlere vererek parasını toplar. Yeniden
destanını okumaya başlayarak etrafına yeni bir grubun toplanmasını
sağlar ve satma işlemi aynı şekilde devam eder (Çobanoğlu, 2000:
222-223).
Âşık tarzı destanlarda âşıkların yaşadıkları döneme, sosyal ve
coğrafî çevreye dair pek çok konuya rastlamak mümkündür. Âşıklar
destanlarında yaşadıkları yörenin geleneklerini, göreneklerini, fiziki
ve coğrafi özelliklerini, toplumun düşünce sistemini, değer yargılarını,
dönemin giyim ve kuşam tarzını, halkın kabullerini sanat ve estetik
anlayışını, tarihi ve sosyal olaylarını şiirlerinde dile getirmişlerdir
(Cerrahoğlu, 2013: 636).
Tarihle destanının yakın bir ilişkisi vardır. Her tarihi olay
arkasında destanlar bırakmış, âşık, ozan, saz şairi veya halk şairi adını
verdiğimiz insanlar tarafından önce söze, daha sonra da yazıya
geçirilmiştir (Alptekin, 2011: 16). Destanlar, edebî bir tür olmakla
beraber tarihin kırık dökük aynalarıdır. Bu türdeki yazılı metinler
dikkatli bir şekilde incelendiğinde uzak geçmiş ile ilgili çok kıymetli
malzemeler elde edilmektedir (Demir, 2006: 24). Âşık destanları
yakın ve uzak geçmişimizde meydana gelen toplumsal olayları
yansıtması yönüyle hem belgelerin kısıtlı olduğu dönemlerde bu açığı
kapatarak tarih bilimine katkı sağlar hem de belgelerin aktardığı tarihi
bilgiler dışında yaşanan olayların halka yansımalarını verir.
105
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
4. Âşık Ali Şahin’in Destanları
Çalışmamızın konusunu oluşturan destancı Âşık Ali Şahin’in
tespit ettiğimiz ve daha önce herhangi bir çalışmada yayınlanmayan
altı adet destanı vardır. Çalışmanın sonunda metinlerini ve
fotoğraflarını verdiğimiz bu destanlar; “Karaisalı’nın Nayıplar
Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı”,
“Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı”,
“Zamanın İbret Destanı”, “Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin
Destanı”, “Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”,
“Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı” adlarını
taşımaktadır.
Destanlardan ilki 36x26 cm ölçüye sahip ve arkalı-önlü olarak
basılmıştır. Destanın bir yüzünde tek, diğer yüzünde ise iki destana
yer verilmiştir. Destanda iki farklı yüzde olmak üzere iki adet de
fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraflar destanlarda anlatılan olayların
kahramanlarıdır. Destanın her iki yüzünde de yazan, fiyatı ve matbaa
ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Destanın fiyatı 25 kuruştur. Basıldığı
yer ise Zemin Matbaası-Adana-Telefon 2342. Destanın üzerinde
basım tarihi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen
destanın 1970’li yılların başında bastırıldığı tahmin edilebilir. Destan
metinleri üç sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde basılmıştır.
Diğer üç destan ise 28x21 cm ölçülerine sahip ve tek yönlü
olarak basılmıştır. Bu destanlarda birer destan metnine yer verilmiştir.
Destanlarda fotoğraf bulunmamaktadır. Destanlar Ali Şahin tarafından
Adana’da Güneş matbaasında bastırılmıştır. Destanların fiyatları 25
kuruştur. Basım tarihleri tahminen 1960’lı yılların ortalarıdır.
Destanlar, iki sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde dizilmiştir.
19. yüzyıl yazılı kültür ortamı destancılığında destan adlarının
çoğunlukla kısa olduğu dikkati çekmektedir. Ancak yazılı kültür
ortamının üretim ve tüketim şartları açısından sözlü kültür ortamından
farklılığı kendini destanların adlandırılmasında ve gittikçe büyüyerek
âdeta destanın özeti halini almasıyla kendini ortaya koyacaktı
(Çobanoğlu, 2000: 264-265). Çalışmamızın konusunu oluşturan
destanların adlandırılmalarına bakıldığında paralel şekilde konunun
özetlendiği uzun başlıklar olduğu görülmektedir.
Destanların biçimsel özellikleri aşağıdaki tabloda toplu olarak
gösterilmiştir.
Destan
Nazım Şekli
D1
Koşma
Kafiye Şeması
abab/cccb/dddb
106
Ölçü
11’li Hece
Dörtlük Sayısı
24
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
D2
Koşma
abab/cccb/dddb
11’li Hece
17
D3
Koşma
aaab/cccb/dddb
11’li Hece
15
D4
Koşma
abab/cccb/dddb
11’li Hece
21
D5
Koşma
abab/cccb/dddb
11’li Hece
19
D6
Koşma
abab/cccb/dddb
11’li Hece
20
D1: Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan
Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı
D2: Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı
Destanı
D3: Zamanın İbret Destanı
D4: Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı
D5: Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı
D6: Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı
Destanları konu olarak değerlendirme aşamasında Özkul
Çobanoğlu’nun konu tasnifi esas alınmıştır. Çobanoğlu çalışmasında
daha önce yapılan tasnif çalışmalarına da yer vermiş ve bunları da göz
önünde bulundurarak geniş bir tasnif ortaya koymuştur (Çobanoğlu,
2000: 56-89).
Çalışmamıza konu olan destanların tamamı “Sosyo-Kültürel
Çevreyle İlgili Destanlar” başlığı altında değerlendirilebilir. Alt başlık
olarak bakıldığında ise destanlardan ikisi (D1, D2) intiharlara dair
destanlar, ikisi (D4, D6) cinayet destanları, biri (D3) sosyo-kültürel
değişmeye dair destanlar, biri ise (D5) araba kazalarıyla ilgili
destanlar kategorisinde yer almaktadır.
İntihara dayalı destanlarda çoğunlukla intihar eden kişinin
ağzından intiharın sebebi, günü, saati, tarihi, yeri ve şekli anlatılır.
Geride kalanlara, anne ve babaları başta olmak üzere, ağlamamaları ve
başa gelenin kader olduğu vurgulanır (Çobanoğlu, 2000: 78). İntiharın
konu edildiği ilk destanda (D1) küçük yaşta annesini kaybeden, üvey
anne elinde büyüyen ve istemediği halde evlendirilmek istenen
Ayşe’nin çektiği acılar, intihar edişi ve geride kalanlara sitemi ayrıntılı
olarak kendi ağzından aktarılmıştır. İntihar konulu diğer destanda
(D2) Talihsiz Elif’in sevdiği yerine başka biriyle evlendirilmek
107
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
istenmesi üzerine intihar edişi ayrıntılı olarak kendi ağzından
anlatılmıştır.
Cinayet destanlarından birincisinde (D4) kız kaçırma sebebiyle
iki kardeşin öldürülmesi anlatılmaktadır. Olayın sebebi, ölen ve
öldürülenlerin yakınlıkları, kullanılan silahlar, olayın meydana gelişi,
âdeta bir film sahnesi gibi, tüm ayrıntısıyla anlatılmıştır. Ayrıca geride
kalanların duydukları acı da aktarılmıştır. Cinayet konulu diğer
destanda (D6) kumar parası isteyen oğlu tarafından öldürülen Antalya
müftüsü anlatılmaktadır. Bu destanda da cinayetin işlenişi, cinayet
aleti, yeri detaylı bir şekilde verilmiştir. Cinayetin ardından yakınlarca
duyulan üzüntü ve cinayeti işleyene kızgınlık görülmektedir.
Tanzimat’ın ilanından itibaren resmen takip edilen batılılaşma
politikaları gereği meydana gelen sosyo-kültürel değişmelerin âşık
tarafından olumsuz bulunan yönlerini konu edinen destanlar da vardır.
Meydana gelen sosyo-kültürel değişmeler nedeniyle bozulduğu kabul
edilen zamandan ve yaşanılan ortamdan hoşnutsuzluk bu tür
destanların ana temasıdır (Çobanoğlu, 2000: 82). “Zamanın İbret
Destanı” adlı destanda Âşık Ali Şahin yaşadığı dönemde toplumda
meydana gelen sosyo-kültürel değişmeleri eleştirel bir bakış açısıyla
anlatmaktadır. Destanda dini değerlerin yozlaşması, insanların
güvenilmez hale gelmesi, kadınların giyim-kuşamı, gençlerin
büyüklerine karşı davranışları eleştirilmiş ve dini değerlere dönüş
öğütlenmiştir.
Araba kazalarıyla ilgili destanlarda kazanın vuku bulduğu tarih,
yer ve saat verilir. Daha sonra kazada ölenlerin ağzından kazanın
oluşu anlatılır. Kazada uğranılan kayıplar olabildiğince acındıracak bir
şekilde anlatılır (Çobanoğlu, 2000: 77). “Kozan’ın Ağzıkara
Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”nda Adana’dan aldıkları yükü
Antep’e götüren şoför Hakkı ve Şükrü’nün geçirdikleri kaza ayrıntılı
olarak anlatılmıştır. Kazada ölen şoför Hakkı’nın dilinden olayın
gelişimi, geride kalanların çektikleri acılar duygulu bir biçimde hikâye
edilmiştir.
Sonuç
Âşık destanları günümüze kadarki süreç içerisinde üç farklı
ortamda meydana getirilmiştir. Bunlar; sözlü, yazılı ve elektronik
kültür ortamlarıdır. Diğer halk edebiyatı ürünlerinde de olduğu gibi
destanlar da ilk olarak sözlü kültür ortamında söylenmiş ve bu
ortamda kuşaktan kuşağa aktarımı da yapılmıştır. Çeşitli toplantılarda
bir araya gelen âşıklar bu türün en güzel örneklerini vermişlerdir.
Çalışmamızda örneklerini verdiğimiz destanlar ise yazılı kültür ortamı
108
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
içerisinde
üretilmiş
destanlardır.
Özellikle
matbaanın
yaygınlaşmasıyla birlikte âşıklar destanlarını yazarak üretmeye
başlamışlardır. Çok çeşitli konularda yazdıkları bu destanları
matbaalarda bastırarak halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde
satarak bir gelir elde etmişlerdir. Elektronik kültür ortamında ortaya
konulan destanlar kaset, cd ve günümüzde internet ortamında
oluşturularak dinleyicilerin ilgisine sunulmuştur.
Destanlar nazımla söylenmiş ürünler olmalarına rağmen düz
yazıdaki giriş-gelişme ve sonuç bölümlerine uygun bir anlatım sırası
izlemiştir. Giriş olarak kabul edilebilecek bölümde âşık birkaç
dörtlükle hangi olayı anlatacağını ve olayın merak uyandıracak bir
nitelikte olduğunu belirtir. Gelişme bölümünde olay detaylandırılır.
Olayın nasıl geliştiği ve varsa arka planı bazen olayın kahramanının
ağzından bazen de âşık tarafından aktarılır. Sonuç bölümünde ise olay
sonlandırılır, olayın özelliğine bağlı olarak ders verme amacı güden
dizelere de yer verilebilir.
Kitle iletişim araçlarının çok çeşitli ve erişilebilir olduğu
günümüz teknoloji çağı göz önünde bulundurulduğunda bugün
dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olay dakikalar
içinde tüm dünyaya ulaşabilmektedir. Yazılı kültür ortamı içerisinde
üretilen destanlar iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde bir
haberleşme aracı özelliği taşımaktaydı. İnsanlar kendi yörelerinde
veya başka yörelerde meydana gelen özellikle trajik özellikteki
olayları bu destanlar vasıtasıyla takip edebiliyorlardı. Bir gazete ya da
haber programı mantığıyla değerlendirilebilecek olan destanlar aynı
zamanda âşıklar için de bir kazanç kapısıydı.
Çalışmamıza konu olan destanların anlatım özellikleri
incelendiğinde; olayın takdimi bazı kalıp ifadelerle
(duydum,
dinleyin…) yapıldıktan sonra asıl olayın anlatımına geçilmektedir.
Özellikle ölüm temalı destanlarda ölenin ağzından olayın tüm
ayrıntıları verilmektedir. Olaylar kronolojik bir şekilde hikâye edilerek
anlatılmaktadır. Bu bölümlerde de bazı kalıp ifadelere (-mIş ağlıyor, An ağlıyor) rastlanmaktadır. Ölüm teması olmayan “Zamanın İbret
Destanı”nda âşık doğrudan gözlem ve düşüncelerini sıralamıştır.
Burada sıraladığı görüşlerini çoğunlukla dinî
değerlerle
temellendirmiştir.
Yazılı kültür ortamında üretilen destanlar âşıkların maddi bir
kazanç bekledikleri ürünlerdir. Bu yüzden yazılı kültür ortamında
ürettikleri destanların daha geniş bir okuyucu kitlesi tarafından ilgi
gösterilmesi için destan adlarının daha uzun seçilmesi ve âdeta
destanın özeti niteliğini taşıması, daha çok kişinin dikkatini çekecek
trajik olayların seçilmesi, destanlara fotoğraf eklenmesi ve destanların
109
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
kalabalık mekânlarda belirli bir ezgiyle satılması bu görüşü destekler
niteliktedir. Her türlü olayın konu ve hikâye edildiği destanlar kültür
varlığımızın bir bölümünü oluşturmuştur. Bundan sonra yapılacak
çalışmalarla da bu konunun değişik yönleri irdelenebilecektir.
Kaynakça
Albayrak, Nurettin, Ansiklopedik Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü,
Leyla ile Mecnun Yayıncılık, İstanbul, 2004.
Alptekin, Ali Berat, “Çukurovalı Âşıkların Dilinde 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtı, Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 29, Niğde, 2011,
ss. 15-26.
Arı, Bülent, Adana’da Geçmişten Bugüne Âşıklık Geleneği, Altınkoza
Yayınları, Adana, 2009.
Artun, Erman, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve
Âşık Feymani, Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları,
Adana, 1996.
__________, “Prizrenli Âşık Ferkî’nin Destanları, 3.Uluslararası
Kıbrıs-Balkanlar-Avrupa Türk Edebiyatları Sempozyumu
Bildirileri, Romanya, 2000.
__________, “Âşık Esrarî’nin Vehhâbî Destanı”, Folklor/Edebiyat, C.
VI, S. XXII, Ankara, 2000.
__________, “Âşıkların Destanlarının Sosyal Tarihe Kaynaklık
Etmeleri”, Milli Folklor, S.53, Ankara, 2002, ss. 39-56.
__________, “Kıbrıslı Âşık Kenzî’nin Destanları, VI. Uluslararası
Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Bildirileri, Doğu Akdeniz
Üniversitesi Yayınları, KKTC, 2002.
__________, Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı, Karahan Kitabevi,
Adana, 2012.
Atılgan, Halil, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları,
Adana, 2002.
Cerrahoğlu, Münir, “Destanların Eğitimdeki İşlevi/ Atasözlerinin
Destan Metinleri İle Öğretilmesi”, TURKISH STUDIES International Periodical For the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Volume 8/13, Fall 2013,
www.turkishstudies.net, Ankara, 2013, ss. 633-644.
Çobanoğlu, Özkul, Âşık Tarzı Kültür Geleneği ve Destan Türü, Akçağ
Yayınevi, Ankara, 2000.
110
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Demir, Necati, “Trabzon Yöresinde Destan Kültürü ve Tarihi Alt
Yapısı”, TURKISH STUDIES -International Periodical For
the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 1/1, Summer 2006, www.turkishstudies.net, Ankara,
2006, ss. 24-44.
Dizdaroğlu, Hikmet, Halk Şiirinde Türler, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara, 1969.
Gökdemir, Gönül, “1950-1975 Yıllarında Yazılan Âşık Destanlarında
“Namus” Kavramı”, Milli Folklor, S. 64, Ankara, 2004, ss.
52-67.
Karakaş, Ayhan, “Çukurovalı Âşık Ali Anbarcı’nın Yörük Üstüne
Türküleri”, Asia Minor Studies, Volume: 1, Issue: 1, Kilis,
2013, ss. 64-77.
Kaya, Doğan, Anonim Halk Şiiri, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2004.
Koz, M. Sabri, “Bir Kars Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, No.
351, Yıl: 30, Cilt: 18, 1978, ss. 8454.
Kum, Naci, “Bekçi Baba Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, S: 19,
Yıl: 2, Cilt: 1, 1951, ss. 300.
Oğuz, M. Öcal, Halk Şiirinde Tür, Şekil ve Makam, Akçağ Yayınevi,
Ankara, 2001.
Ong, Walter J., Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, İstanbul, 2007.
Öztürk, Ali, Türk Anonim Edebiyatı, Bayrak Yayımcılık, İstanbul,
1986.
Şenel, Süleyman, “Âşık Edebiyatı ve Musikisinde Destan”, TDV
İslâm Ansiklopedisi, C.9, TDV Yayınları, İstanbul, 1994.
Yıldırım, Dursun, Türk Bitiği, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1998.
__________, “Dede Korkut’tan Ozan Barış’a Dönüşüm”, Türk Dili, S.
570, Ankara, 1999, ss. 505-530.
111
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Ek 1: Destan Metinleri
Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı
Destanı
Dinleyin kardeşler acı ölümü
Sevdalıdır diye bana baktılar
Duyunca kaleme çöktüm ağladım
Onun için bana nişan taktılar
Bir matem bürümüş Nayıp köyünü
Sanki içerime ateş yaktılar
Ben bile canımı sıktım ağladım
Ne kadar canımı sıktım ağladım
Bir kız kendisini iple asıyor
Şu yalan dünyadan ölmek isterim
Bütün köylü duymuş eve koşuyor
Ben bu akılımdan dönmek isterim
Duyan deli gibi aklı şaşıyor
Eller gibi ben de gülmek isterim
Ben de buna merak ettim ağladım
Fakat bu canımdan bıktım ağladım
Sebebim bellidir bilen biliyor
İçerden kendiri aldım elime
Belki ben ölünce yalan söylüyor
Kimse yok yanımda gittim ölüme
Siz yalan söyleyin Allah görüyor
Yapma diye kimse çıkmaz önüme
Ben bu eziyeti çektim ağladım
Kapıdan dışarı çıktım ağladım
Analık elinde bittim büyüdüm
Ağlaya ağlaya açtım kapıyı
Acı sözlerini çektim eridim
Gözlerim görmüyor doğu batıyı
Çok zaman ağlayıp yattım uyudum
Benim bu derdime bulun yakıyı
Sabahleyin yine kalktım ağladım
Elimi koynuma soktum ağladım
Aklım yeter yetmez annem ölüyor
Elimde kendirle girdim içeri
Şaşırdım kendimi kafam dönüyor
Kim ister Mevlâ’dan böyle işleri
Çektiğim çileyi köylü biliyor
Kulağım duymuyor gelen sesleri
Çok zaman boynumu büktüm ağladım
Dönüp dışarıya baktım ağladım
Annem öldü benim yüzüm gülmüyor
Nişanlım aklıma geldi o zaman
Çektiğim çileyi babam bilmiyor
Ağladı gözlerim doldu o zaman
Düşündüm evlenmek bana gelmiyor
Kafam deli gibi oldu o zaman
Garezi kendime yaptım ağladım
Kendiri salmaya attım ağladım
112
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Gözüm dışarda dönüp bakıyom
Babam çok ağlama belin bükülür
Bağladım kendiri düğüm yapıyom
Bacım deli gibi yere yıkılır
Ben bu hayatımı böyle satıyom
Gören bir hoş olur canı sıkılır
Kendiri boynuma taktım ağladım
Sizi ben kendime yaktım ağladım
Asbabım kesildi düğünüm olacak
Her gün ağlayarak işe giderim
Gelinlik elbisem kime kalacak
Ben kendi canıma garez ederim
Babam benim için fazla yanacak
Demek böyle imiş benim kaderim
Belki gelir diye korktum ağladım
Kaderime boyun büktüm ağladım
Okuntum dağıldı bayrağım yasta
Nişanlım ağlayıp merak etmesin
Şaşırdım kendimi kafam çok hasta
Kimse benim gibi acı çekmesin
Şöyle bir düşündüm akıl yok başta
Cehizimi kimse açıp dökmesin
Ben kendi halime baktım ağladım
Bir gün evvel açıp baktım ağladım
Babam gelmiş başucumda duruyor
İstemem dünyada gelin olmayı
Bacım çok ağlamış bir hoş oluyor
Gönül arz ediyor düşüp ölmeyi
Görenin gözüne yaşlar doluyor
Ben de istiyordum murat almayı
Belki kalbinizi söktüm ağladım
Ben bu acı derde çattım ağladım
Bana çok ağladı köyün kızları
Babam unutmasın kızı Ayşe’yi
Duyup işitenin doldu gözleri
Acı söz kalbimde kırdı neşeyi
Küçük yaştan beri acı sözleri
Demedim kendine böyle bir şeyi
Bütün içerime attım ağladım
Bütün içerime attım ağladım
Bir gün evvel baktım cehizlerime
Âşık Alim der ki ben de yanarım
Taş olsa dayanmaz benim yerime
Destanı yazarken sebep ararım
Ağlayı ağlayı aldım elime
İşte vaziyeti böyle sorarım
Geri sandığıma kattım ağladım
Olayı destana kattım ağladı
113
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
,Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı
Bir kız kendini suya atıyor
Aklım başımdadır deli sanmayın
Bunun sebebini bilmez anneler
Aldanıp şeytana nefse kanmayın
Anne baba kardeş yola bakıyor
Sakın benim gibi aşka yanmayın
Akşam oldu Elif gelmez anneler
Çokları bu işi bilmez anneler
Aşkımın elinden düştüm oyuna
Fabrikaya vardım dilim laloldu
Baktım içerimi yakar boyuna
Takatım kesildi dizim yoruldu
Kendimi atıyom baraj suyuna
İzin istemiştim izin verildi
İçerim yanıyor sönmez anneler
Elif gitti geri dönmez anneler
Şaşırdım kendimi aklım oynadı
Ağlayı ağlayı gittim ölüme
İçerim yandıkça gözüm ağladı
Bir tanıdık kimse çıkmaz önüme
Düşündüm taşındım baktım olmadı
Atacam kendimi baraj gölüne
Kimse benim gibi yanmaz anneler
Kimse bir teselli vermez anneler
Anneden babadan ayrılmak zordur
Düğün hazırlığı görülüyordu
İçerim yanıyor sanki bir kordur
Bir hafta içinde kuruluyordu
Benim bu ölmemde bir sebep vardır
Gönül nişanlıma darılıyordu
Keyf için bir insan ölmez anneler
Dadim Celal beni almaz anneler
Varıp otobüse bindim ağladım
Fabrikaya varıp izin demiştim
Barajın içine indim ağladım
Çok fazla hastayım tezin demiştim
Gençliğime bakıp yandım ağladım
Bekletmeyin beni yazın demiştim
Derdim hiç kimseye denmez anneler
Kafam bir hoş aklım ermez anneler
Bir zaman ağlayıp gezdim orada
Kise bilmez neden hastayım
Aşkıma bir şiir yazdım orada
Şaşırdım kendimi büyük yastayım
Kendi hayatıma kızdım orada
Resim üzerine güzel ustayım
Ecel beni geri salmaz anneler
Gözlerim yazıyı görmez anneler
Altı ay olmuştu nişan olalı
Laloldu ağzımda dilim kalmadı
O zamandan beri içim yaralı
Kurudu vücudum kanım kalmadı
Var mı benim gibi bahtı karalı
Benim yaşayacak halim kalmadı
Düşündüm ki bu iş olmaz anneler
Ecel beni tuttu salmaz anneler
114
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Annem ile babam ararlar beni
Yatıyor cesedim suyun içinde
Gelip fabrikaya sorarlar beni
Kimse gelip beni bulmaz anneler
İzin aldı diye söylerler beni
Nere gittiğimi bilmez anneler
Bossa fabrikası yasta duruyor
Elif’in masası boşta duruyor
Çantamı bıraktım yolun içinde
Annesi bacısı bir hoş oluyor
Adresim vardır onun içinde
Âşık Ali bile gülmez anneler
Zamanın İbret Destanı
İnsan kısım kısım yer damar damar
Doğrudan eğriye sapan çoğaldı
Aldanıp şeytana nefsine kanar
Vicdanı parayla satan çoğaldı
Evlat babasıyla oynuyor kumar
Bakın böyle işi yapan çoğaldı
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Çokları aldanıp neye kanıyor
Cahil gibi sanki aklı ermiyor
Gözlerim gördükçe içim yanıyor
Ölüp gidenleri gözü görmüyor
Doksanlık karılar koca arıyor
Ne kadar söylesen yola gelmiyor
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Kimi gündüz kimi gece derdinde
Utanmadan bir de dine sövüyor
Kimi engin kimi yüce derdinde
Evlat babasını tutup dövüyor
On yaşında kızlar koca derdinde
Çokları var şimdi bunu seviyor
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Aldanıp şeytana nefse kanıklar
Çokları çalışmaz kendi işinde
Şeytanın sözünü essah sanıklar
Geceli gündüzlü avrat peşinde
Yoldan azdı bütün koca moruklar
Aklı fikri bütün dünya süsünde
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Müslümanım diye çalım satıyor
Ezgine de deli gönül ezgine
Bütün kötü işi kendi yapıyor
Razıyım Mevlam senin yazgına
Çoklarının böyle canın yakıyor
Çokları aldanmış dünya zevkine
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
115
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Bu gidişler beni yandırmak ister
İman ve Kur’an’la ölmek doğrudur
Millet bir birini öldürmek ister
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Evlat babasını kandırmak ister
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Güç yetmez kızlara başlık çoğaldı
Bütün kalbimizde puştluk çoğaldı
Kadınlar kendini fazla açıyor
Fikirler bozuldu pislik çoğaldı
Terziler fistanı kısa biçiyor
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Annesi vermezse kızı kaçıyor
Şöyle bir düşünün ne güne kaldık
Âşık Alim der ki gördüm bunları
Mevlam esirgesin bütün kulları
Çalışıp doğruya gelmek doğrudur
Terk etmeyin sakın doğru yolları
Beş vakit namazı kılmak doğrudur
Şöyle bir düşünün ne güne kaldı
Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı
Bir cinayet olmuş gine Kozan’da
Ahmet dabancayı çekti yürüdü
Millet bu acıyı duymuş ağlıyor
Elim boşdur dostlar kalbim kurudu
Akşam namazına yakın ezanda
Mahmud’un elinde bir şiş varıdı
Duyan bir talaşta kalmış ağlıyor
Bakdım kardeşime vurmuş ağlıyor
Kozan kazasının Sayca köyünde
İki kardeş bakın bizi haşladı
Dört kişi vurulmuş evin önünde
Vurunca bıçağı cana işledi
Ölen iki kişi halkın dilinde
Bizi koyup kadınlara başladı
Kadınlar yara çok almış ağlıyor
Bakın kadınlara nolmuş ağlıyor
İki kardeş bakdım beni gördüler
Önüme geçince lafa dutdular
Kız kaçırma işin öne sürdüler
Çekince silahı beni yıkdılar
Bir de bakdım acı cevap verdiler
Kardeşim Halil’i bakın netdiler
Hayat tehlikede kalmış ağlıyor
Oda kan içinde solmuş ağlıyor
Dabancayı gördüm geri çekildim
Yeyince kurşunu dilim dolaşdı
Sıkma derken sıkdı yere yıkıldım
Sonra bıçağıyla gelip yanaşdı
Yarem derinmiş birden büküldüm
O zamana kadar köylü ulaşdı
Gelen şu halımı görmüş ağlıyor
Gören bir gaflete dalmış ağlıyor
116
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Kadınlar yaralı ağlar hıçkırır
Aman kocam diye yanar hıçkırır
İki kardeş yatmış kanlar fışkırır
Çevirdi silahı sıkdı döşüme
Bunu gören millet dalmış ağlıyor
Toplanıp dostlarım gelin başıma
Ağlaşır yavrular durmaz peşime
Muhtarın kardeşi Halil de yanda
Sanki deli gibi olmuş ağlıyor
Hele bir görseniz perişan halda
Vücut sarat gibi kalmışlar kanda
Küçük kardeşime kaçmış kızları
Köylü bu acıyı görmüş ağlıyor
Bu sebepden bana kızmış gözleri
Hele bir görseniz napdı bizleri
Arife yanında ağlıyor Fındık
Acımız kalpleri sarmış ağlıyor
Ağırdır yaramız perişan olduk
Bilmiyorum dostlar biz böyle nolduk
İki kadın böyle yanmış ağlıyor
Sayca köyü böyle acı görmemiş
Kimsenin bu işe aklı ermemiş
Akşam namazına abdest almışdım
Yazıda yabanda kimse kalmamış
Camiye gitmiye hazırlanmışdım
Duyan hep oraya dolmuş ağlıyor
Mahmut’la Ahmet’e karşı gelmişdim
Korku içerime girmiş ağlıyor
Ahmet ile Mahmut böyle yapanlar
Yakın gelip görün bizi bakanlar
Kız yüzünden bize düşman oldular
Muhtar ile Halil yerde yatanlar
İki cana bakın nasıl kıydılar
İki kardeş böyle ölmüş ağlıyor
Açılmaz kapımız ıssız koydular
Bir kadın saçını yolmuş ağlıyor
Muhtarın ailesi der ki nolacam
Zannetme ki eşim geri gelecem
Kurşunu yeyince yürüyemedim
Bir evladım yok ki kimi sevecem
Kendimi toplayıp koruyamadım
Millet bu sözleri duymuş ağlıyor
Tutuldu dillerim söylüyemedim
Yaresi çok derin denmiş ağlıyor
Âşık Ali cümle hakkın kuludur
Akıllı mı bilmem bunlar delidir
İnsan kız yüzünden düşman olur mu
Birbirine dayı hala oğludur
Çekip dayısının oğlun vurur mu
Bilmeyenler bana sormuş ağlıyor
Yalan dünya size baki kalır mı
Dili böyle cevap vermiş ağlıyor
117
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı
Bir kaza olmuştur Antep yolunda
Aman kardeş Şükrü duramıyorum
Her taraftan gelip gören ağlıyor
Nefesimi alıp veremiyorum
Şoför Hakkı ölmüş Şükrü yanında
Gözlerim kapandı göremiyorum
Bunlar nerelidir diyen ağlıyor
Eşim ile dostum yaren ağlıyor
Kozan kazam köyüm Ağzıkara’dır
Sağ yanımda benim Şükrü varıdı
Kıpratmayın beni içim yaradır
Ben ezildim dostlar kalbim kurudu
İşte ben ölüyom yurdum buradır
Sen ölmedin Şükrü Allah korudu
Gelip ifademi alan ağlıyor
Beni bu hallerde bulan ağlıyor
Adana’dan aldık ağır yükümüz
Yük beni kıstırdı içim ezildi
Yanında Şükrü var bindik ikimiz
Dört yavru karşıma geldi dizildi
Erkence Antep’e varmak fikrimiz
Gözlerimden kanlı yaşlar süzüldü
Düşünüp kedere dalan ağlıyor
Kanlı yaşlarımı silen ağlıyor
Ceyhan Osmaniye geçtim yörüdüm
Haber salın Yaşar Durmuş Ali’ye
Gâvur dağlarını aştım yörüdüm
Annem duyar ise döner deliye
Düze indim gaza bastım yörüdüm
Ben gidiyom artık dönmem geriye
Yanımda oturup duran ağlıyor
Askerde kardeşi diyen ağlıyor
Antep’e çok yakın yolum yaklaştı
Milletin kalbinde aşkın çok imiş
Bilmedim ki bana ölüm yaklaştı
Baktım seni seven dostun çok imiş
Herhal bir nazarkeş zalım yaklaştı
Tatlı dillerine düşkün çok imiş
Kardeşimle bunu bilen ağlıyor
İsmini işitip bilen ağlıyor
Bir makine gördüm yolun içinde
Mevlam kullarına eyle yardımı
Direksiyon oynadı elin içinde
Bir tel çekin size dedim yurdumu
Söz kalmadı artık dilin içinde
Acı haber şimdi köye vardı mı
Her taraftan gelip soran ağlıyor
Duyup bizim eve gelen ağlıyor
118
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Benim gibi kimse acı ölmesin
Cenazem götürün burda kalmasın
Annem ile babam fazla yanmasın
Takatim kesildi dilim dolaştı
Beni seven şimdi yanan ağlıyor
Ecel benim ile fazla uğraştı
Ölüm haberimi duyan ağlaştı
Ben sağlık dilerim dosta yarene
Babam deli gibi gören ağlıyor
Allah sabır versin beni görene
Bostan ektim serbest varıp girene
Anneme babama bildirin beni
Benim canım için yiyen ağlıyor
Şoför mahalli sıktı indirin beni
Tutun şu kolumdan kaldırın beni
Şükrü kardeş beni koyma burada
Benim bu sözümü duyan ağlıyor
Sıkıştı vücudum kaldım arada
Beni seven dostlar ağzı karada
Gözleri yaş ile dolan ağlıyor
Âşık Ali der ki sözüm bitiyor
Bu ölüm insana acı katıyor
Kurtuluş kalmadı gittim ölüme
Yavrular burnuma nasıl tütüyor
Kulak verin dostlar tatlı dilime
İşte böyle öksüz kalan ağlıyor
Beş yavru bıraktım kendi yerime
Annem ile eşim sevan ağlıyor
Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı
Antalya ilinde bir acı duydum
Şehir ve köylüden gelemeyen yoktur
Gelip bana haber veren ağlıyor
Tanınmış insandır bilmeyen yoktur
Şöyle bir düşünüp kendimi yordum
Ağlamış gözünü silmeyen yoktur
Baktım ki yanımda duran ağlıyor
Arkasında namaz kılan ağlıyor
Belli bir insandır herkes tanıyor
Kumar için gelip para istemiş
Böyle bir acıya duyan yanıyor
Vermeyince bakın neler işlemiş
Annesi oturmuş saçın yoluyor
Annesi görünce hemen seslenmiş
Kanlı elbiseyi soyan ağlıyor
Konu komşu bütün gelen ağlıyor
119
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Abdesti alınca namaza kalktım
Elinde keseri başıma çaktı
Kaldırıp elimi tekbiri yaptım
Vurunca beynime kanlarım aktı
Vurunca keseri ben yere yattım
Namazım bitmeden canımı yaktı
Gelip şu halimi gören ağlıyor
Emmi dayı kardeş bayan ağlıyor
Kanlı ceset bir odada yatıyor
O gün cumaydı mübarek gündü
Ağzından burnundan kanlar akıyor
Mahvoldum dostlarım ocağım söndü
Bu acıyı duyan gelmiş bakıyor
Duyan Antalyalı deliye döndü
Nalet bu evlada diyen ağlıyor
Çıkmaz kabrime koyan ağlıyor
El kalkmaz ataya be hey vicdansız
Vurunca keseri perişan kaldım
Yapma bu namazda olur mu ansız
Döküldü kanlarım sarardım soldum
Vurunca başıma düşürdün cansız
Namazın sonunu böylece kıldım
Elbisem üstümden soyan ağlıyor
Yetişip salıma giren ağlıyor
Kumar için çokça nasihat verdim
Bir müftü oğludur bunu bilseydi
Ne kadar yalvardım adam ol derdim
Sevgili dostlarım duyup gelseydi
Adam olsun diye bir de everdim
O da benim gibi dindar olsaydı
İşitip bu sözü duyan ağlıyor
Bilmeyip geriden soran ağlıyor
Besledim büyüttüm gözüne dursun
Teselli almadı kumarcı çıktı
Adalet ve Allah cezanı versin
Ütüzdü parayı canımı sıktı
Dilerim ki oğlum gözün kör olsun
Oynama deyince çok kafa tuttu
Eşim ile dostum yaren ağlıyor
Biçilmiş kefenim seren ağlıyor
Öldürmüş atayı filime bakar
Duyunca geldiler savcı ve doktor
Ezilmiş kafası kanları akar
Böyle bir evlada idamlık haktır
Bu acı insanı çok fazla yakar
Olan olmuş başka çaresi yoktur
Bilmeyip geriden soran ağlıyor
Bu destan yazıp deren ağlıyor
Bütün Antalyalı şahit halime
Ağlar hacı hoca dokandı bana
Acınmaz dostlarım böyle zalime
Duyulsun bu acı bütün cihana
Yarın bir de sahip çıkar malıma
Zalim evlat nasıl kıydın babana
Biçilmiş kefenim saran ağlıyor
Deyip kefenine saran ağlıyor
120
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Ne çabuk duyuldu kardeş bacıya
Âşık Ali der ki duydum gezerken
Haber gitti bütün hafız hocaya
Hem okurken ağlar hem de yazarken
İnsan fikir eder böyle acıya
Müftü efendiye mezar kazarken
Kapıdan içeri giren ağlıyor
Kaldırıp kazmayı vuran ağlıyor
121
Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in
Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ
Ek 2: Destanların Fotoğraflarından Bir Örnek
122
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
SİR THOMAS ROE’A GÖRE BABÜR İMPARATORLUĞU
SARAYINDA NEVRUZ
Nowruz Festival in the Mughal Empire According to Sir Thomas
Roe
Habibe KARAYEL
ÖZET
Birçok kültürde yeri olan, baharın gelişi ve yeni yılın
başlangıcı olarak sayılan Nevruz bayramı Babür İmparatorluğu’nda da
kutlanmıştı. Ekber döneminde Babürlü sarayına giren bu bayram
Cihangir ve Şahcihan döneminde de gelenek olarak devam etmiştir.
Nevruz bayramına diğer devletler ve toplumlar gibi Babürlüler de
önem vermiş, özen göstermişlerdir. Fakat Alemgir’in genel
politikasından Nevruz bayramı da etkilenmiştir. Bunun Zerdüşt
geleneği olduğunu söyleyerek Nevruz törenlerini yasaklamıştır. Bu
makalede Hindistan’da kurulan Babür İmparatorluğu’nda Nevruz’un
nasıl bir yere sahip olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. İlk olarak Sir
Thomas Roe’nun kim olduğu ve eserinden kısaca bahsedilmiştir.
Ardından Nevruz’un tanımı, hangi kültürlerde var olduğu, ne gibi
törenler düzenlendiği, İran, Türk ve İslam kültüründeki yerinden
bahsedilmiştir. Son olarak da Babür İmparatorluğu’nda ki yerinden
bahsedilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Nevruz, Sir Thomas Roe,
İmparatorluğu.
Babür
ABSTRACT
Nowruz, which referred to the beginning of Spring and the
starting day of the New Year, was celebrated in the Mughal Empire
although the significance of it was beyond this culture.. It was first
entered to the palace during Ekber period and later was continued to
be a festival in Cihangir and Sahcivan periods. Nowruz Festival was

Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi
habibekarayel3@gmail.com
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
considered to be an important festival for the Mughals as it was in the
other cultures. Unfortunately, Nowruz was affected from Alemgir`s
general political attitude and Nowruz ceremonies were forbidden with
an argument that it was a Zoroaster tradition. In this work, it has been
attempted to reveal the place of Nowruz in the Mughal Empire. After
explaining who Sir Thomas Roes is and what his works are, the
definition of Nowruz and the type of ceremonies, the place of it in Iran
and Turk-Islam cultures have been explained. At the end it has been
desired to reach a conclusion about the place of Nowruz in the Mughal
Empire.
Keywords: Nowruz, Sir Thomas Roe, Mughal Empire.
1. Sir Thomas Roe ve Eseri
17. yüzyılda İngiltere’nin yetiştirdiği en yetenekli diplomat ve
devlet adamları arasında yer alan Roe, 1580 yılında Essex’de
doğmuştur. İlk olarak Kraliçe Elizabeth’in hizmetinde bulunmuş,
1604 yılında Kral I. James tarafından şövalye ilan edilmiştir. Galler
Prensi Henry’nin teşvikiyle 1609 yılında gittiği Güney Amerika’dan
1611 yılında dönmüştür. Bu gezinin sağladığı itibar, 1614 yılında East
India Company (Doğu Hindistan Şirketi)’nin onu Babürlü İmparatoru
Cihangir’e elçi olarak göndermeye karar vermesiyle sonuçlanmıştır.
Roe 1619 yılının başına kadar Hindistan’da kalmıştır. Roe’nun 17.
yüzyılının ilk yarısındaki Osmanlı Devleti ve Babürlü İmparatorluğu
hakkında verdiği bilgiler özel bir öneme sahiptir. 1 Roe’nun Babürlü
İmparatorluğu hakkındaki bilgi veren yazışmaları ve günlüğü Hakluyt
Society yayınları arasında iki cilt olarak William Foster editörlüğünde
yayınlanmıştır.2
Sir Thomas Roe, Babür Sarayındaki ilk İngiliz büyükelçisidir.
Roe, Ocak 1616 yılında Racastan bölgesindeki Acmir’de Cihangir’e
güven mektubunu sunduktan sonra ilk olarak Mandu bölgesindeki
Malva’ya ardından Ahmedabad’daki Gucerat bölgesine imparator ile
birlikte seyahat eden Roe; “Ben göçebe kralı dağların üzerinden
ormanlar boyunca, çok garip ve kullanılmamış yolardan takip
ediyorum” diye eserinde yazmıştır.
1
Alper Başer, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II. Osman
Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil INALCIK, Vol. 5/2,
Mart, 2013, s. 45.
2
Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of The Great
Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and Correspondence, Edited
From Contemporary Records By William Foster, B.A, Volume I, Vol. II,
London 1899.
124
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
Babür sarayında olduğu üç yıl boyunca Roe’nun kendi
günlüklerine göre Cihangir ile yakın ilişkileri vardı. Hatta onun
kadehine ortak olmuştur. Fakat Roe ve Cihangir arasındaki bu uzun ve
söylediğine göre yakın ilişkisine Cihangirin günlüklerinde
rastlanılmamaktadır. Bu yüzden onun raporları doğrulanamamaktadır.
Roe, ne Farsça ne de Türkçe biliyordu ayrıca o Babür kültürünü
bilmediği için, kültürleri bağlamada insanların davranışlarının
içeriğini, doğru değerlendiremiyordu. Raporlarında, kendini olumlu
bir şekilde betimlerdi.3 Yine de Roe’nun bu çalışması, bölge tarihi
üzerine döneme ait saray hayatı, teşkilat, devlet yapısı, saray adetleri
ve bayramları gibi kültürel ve politik konular üzerine önemli bir
kaynaktır. Gördüğü her şeyi özenle ve en ufak ayrıntısına kadar
kaydetmiş, birçok konu hakkında fikir edinmemize yardımcı olmuştur.
Bu çerçevede Nevruz’a yer ayırmış olup Babür İmparatorluğu’nda
kutlanışı hakkında bilgiler vermektedir.
2. Nevruz ve Babür İmparatorluğu’nda Nevruz Geleneği ve
Kutlanması
2.1. Nevruz
Farsça "yeni gün" anlamına gelen Nevruz, miladi 21 Mart,
Hicri 9 Mart’a denk gelen4 Orta Asya'dan Ortadoğu'ya ve Balkanlar'a
kadar geniş bir coğrafyada yaşayan birçok halklarda kutlanan bir
bayramdır. Çeşitli kültürlerden birçok topluluk baharın gelişini kutlar
ve yeni yılın başlangıcı olarak kabul eder. Nevruz kutlamalarının ilk
olarak ne zaman nerede başladığı bilinmese de, en erken bilgiyi İran
kaynakları vermektedir. 5 İlk kayıtların İran kaynaklarından olması ve
kelimenin farsça olması nedeniyle birçok araştırmacı Nevruz’un
sadece İran geleneğine ait bir bayram olduğu ve Türk kültürüne İran
kültüründen geçtiği kanaatine varmışlardır. Fakat On İki Hayvanlı
Türk Takvimine baktığımızda bu törenin Türkler tarafından da bilinip
kutlandığını görebiliriz. Genel olarak bakıldığında, İran geleneğindeki
Nevruz ile Türk geleneğindeki Nevruz’un farklı olduğunu görebiliriz. 6
İran geleneğindeki bahar bayramı ile ilgili bilgiler Firdevsi’nin
Şehname’sinde yer almaktadır. Firdevsi bu bayramı Zerdüşt ve
Maniheizm gibi inançlarla açıklayıp dini bir temele oturtmaya
3
Abraham Eraly, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the Great
Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000, s. 279.
4
Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, Çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s. 1474.
5
Şinasi Gündüz, “Nevruz” Diyanet İslam Asnsiklopedisi, c. 33, DİA
yayınları, İstanbul, 2007, 60.
6
Bu farklılıkları Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999, s. 2-4.
Eserinde sıralamıştır.
125
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
çalışmıştır. Çeşitli efsane ve rivayetler halinde hikâyeci bir biçimde
anlatmıştır. 7 İran’ın tarihi geçmişinde var olan bu bayrama çok önem
verilmiştir. İran’da Nevruz hem dini hem de milli bir temele
dayandırılmıştır. Birçok önemli olayı da bugünle ilişkilendirmişlerdir.
İran’da yeni yıl, yazın birinci günü ile başlar ve Nevruz’a 15
gün kala evlerde hazırlıklar yapılır, özellikle çocuklara yeni kıyafetler
hazırlanırdı. Son Çarşamba akşamı halk sokaklarda, meydanlarda,
evlerinin avlularında ateş yakıp üzerinden atlarlardı. Sokaklarda gezip
müzikli eğlenceler düzenlenirdi. Evlerin temizliğine ayrı özen
gösterilir ve çiçeklerle süslenirdi.8 Görüldüğü üzere bu bayram
toplumun tamamında geniş bir coşkuyla ve heyecanla kutlanırdı.
Büyük, küçük her yaştan insan eğlenir baharın gelişi karşılanırdı.
Günümüz Türk Dünyasında Nevruz birçok Türk ülkesinde
resmi bayram olarak kutlanmaktadır. Fakat ülkemizde ise sadece halk
tarafından ya da ülke içindeki bir kısım toplulukların benimsediği,
üstlendiği ve kutladığı bir bayramdır. Hâlbuki tarihsel sürece
baktığımızda Türk kültüründe eski dönemlerden itibaren var olan bir
gelenektir.
Başta değindiğimiz gibi bu bayramın İran geleneği olduğu ve
Türklere bu yolla geçtiği gibi bir takım kanaatler vardır. Fakat Türk
kültürünü Araplar’a öğretmek amacıyla yazılmış olan Divan-ü Lügatit Türk adlı eserde “Nevruz On İki Hayvanlı Türk takvimi ile birlikte
anılmıştır.”9
Türklerde Nevruz önemli bir değere sahiptir. Nevruz bayramı
21 Mart’ta başlar ve yeni yılın da başlangıcı olarak kabul edilir. Bu
sadece bir takvim başlangıcı değildir. Nevruz’u manevi bir muhteva
içinde yorumlamak gerekir. Baharın gelişiyle açan çiçekler, havaların
ısınmaya başlaması, güneşin daha çok ortaya çıkması gibi
güzelliklerin kutlandığı bir bayramdır.
Türklerde de Nevruz’un kutlanmasında diğer toplumlarda
olduğu gibi bir takım törenler ve adetler vardır. İkramlar için evler
hazırlıklara başlar ve çocuklar grup halinde ev ev dolaşıp bu ikramları
alırlardı. Bu ikramlar arasında “bişi” denilen hamur işi bol miktarda
7
Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, a.g.e., s. 1.
Cevat Heyet, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz
Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 120.
9
Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz ve Takvim” Uluslararası Bilgi
Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 25. (Yazar “Divan-ü Lügat-it
Türk, Besim Atalay Neşrinin, yani IV. cildinde Nevruz kelimesi yoktur.
Ancak Arapça metninin tıpkıbasımına bakıldığında görülür. Kültür Bakanlığı
Yayınları Metin, Tıpkıbasım, Ankara 1990, s. 174-175.” dipnotunu
düşmüştür)
8
126
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
yapılır ve herkese dağıtılırdı. Küs olanlar “bişi” aldığında barışmış
olur. Bir nevi küslerin barışmalarına vesile olan bir bayramdı. Nevruz
akşamı yapılan fener şölenleri çocukların hafızalarında önemli yer
tutardı. Çarşı-Pazar yerleri kalabalık ve halk meydanlarda olur,
normalde erken yatan çocuklar bu özel güne mahsus olmak üzere gece
yarısına kadar eğlenebilirdi. 10
Nevruz’un İslam kültüründeki yerine gelecek olursak,
Nevruz'un bizzat Hz. Peygamber tarafından tasvip edildiği gibi
düşünceler doğru olmayıp bu kutlamalar büyük ihtimalle İran'ın
Müslümanlarca fethedilmesinden sonra İslam geleneğine girmiştir.11
İslam tarihi kaynakları ve dinler tarihi kaynakları karşılaştırıldığında
Nevruz’un sadece Mecusiliğe ve Zerdüştlüğe ait dini bir bayram
olduğu sonucuna varılamaz. İbn-i Haldun ve Taberi’ye göre İran
Zerdüşt ve Mecusi bayramı olduğunu söylemiştir. Buna karşılık İslam
Tarihçisi Kalkaşandi ise Nevruz’un Mısır, Filistin ve Suriye’deki
Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından da kutladığını belirtir. Yine
bazı İslam Tarihi kaynaklarında İslam öncesi ve sonrasında İran
dışında birçok ülkede, farklı toplumlar tarafından kutlanıldığı
bilgilerine rastlanır. 12
Genel olarak Nevruz kutlamalarına bakacak olursak her
toplumda benzer öğeler ve adetler vardır; ateş, su, demir döğme,
kandiller, ikramlar, akşam eğlenceleri, her yaştan insanın katılması...
Nevruz’u sadece bir topluma, bir medeniyete ait olarak göstermek
doğru bir yaklaşım değildir. Bunu Noel gibi düşünecek olursak
toplumların birbirleriyle etkileşim haline girmeye başlamasıyla
Nevruz kutlamaları da toplumlar arasında yayılmaya başlamıştır.
2.2. Babür İmparatorluğu’nda Nevruz
21 Mart 1584 tarihinde İmparator Ekber Tarih-i ilahi (İlahi
Dönem)’yi tanıttı. Onun güneş takvimindeki ay ve gün adları
Zerdüştlerinkiyle aynıydı. Yazdegird veya Celali aylarının aksine
Ekber, İlahi Takvim’in aylarına ek sıfatlar yükledi. İlahi Takvim
festivalleri Ayn-i Ekberi’de tanıtılır. Bunların birçoğu Zerdüşt’lüğe ait
şeylerdi. Babürlüler’de kullanılan tek düzenli takvim Nevruz’du. 13
10
Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni
Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28.
11
Şinasi Gündüz, a.g.m., 61.
12
Şaban Kuzgun, “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar arası
Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107-109.
13
Stephan P. Blake, Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013, s. 89.
127
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
Ekber döneminden önce çok rastlanmasa da Yeni Yıl
kutlamaları düzenleniyordu. 1505 yılında Babür, Nevruz anısına bir
şiir yazmıştı. Fakat Afgan savaşından sonra Babür kanunlarını
açıkladığında, bunun Şeriat tarafından onaylanmadığını söyleyerek
Yeni Yıl’ın kutlanmasını reddetti. 1554 yılında Humayun Safevi
yöneticisi ile birlikte Herat’ta Nevruz’u kutladı. Başlangıçta 1546
yılında Kabil'deki bahar festivalini yasaklasa da Nevruz’un, çocuğu
Ekber’in sünneti ile çakışması sebebiyle, yumuşamış ve sakin, sade
bir kutlama gerçekleştirmiştir. 14
Ekber’den önce Nevruz’un varlığı bilinse de Babür
İmparatorluğunda tasvip edilen bir bayram olduğunu söyleyemeyiz.
Genel olarak Zerdüşt dini bayramı olarak kabul edildiği için Ekber’e
kadar Babür İmparatorluğunda bu bayramın kutlandığını söylemek
mümkün değildir. Muhtemelen daha önce bahsettiğimiz İslam Tarihi
Kaynaklarına göre Nevruz kısmında açıkladığımız gibi bir grup İslam
tarihçisi bunun Zerdüştlük’ten geldiği çıkarımını yaptığı için
Babürlülerin de aynı nedenlerden dolayı Nevruz konusunda
çekinceleri vardı. Ekber döneminde ise çeşitli dinlerden bir takım
unsurlar bir arada kullanılmış ve kendisi Din-i İlahi oluşumu üzerinde
çalışmıştır. Onun bu serbestliği ile Babür İmparatorluğunda Nevruz
kutlanmaya başlanmış ve önemli hale gelmiştir. Mesela Ekber,
kazandığı bir savaş sonrasında zaferini kutlamak yerine Nevruz
kutlamalarına katılmıştı.15
Ekber’in ilk Nevruz kutlamaları 1582’de gerçekleşti. Bu
dokuz-gün kutlamalarına benzer niteliktedir. İlk gün ve son gün en
önemli günlerdi: her iki günde de Ekber büyük meclisler düzenlerdi,
devlet memurlarına para, at, onur, elbiseler vererek ve rütbelerini
artırarak ödüllendirirdi. On yedinci günün ortasında kendi soylularını
konakta ziyaret eder ve onlara fil, deve, arap atı, inci, yakut, altın ve
pahalı kıyafetler alırdı. 16 Diğer toplumlarda olduğu gibi ateşten
atlamak gibi ritüeller olmasa da Babür zenginliğini açıkça temsil
edecek
bir
şekilde
kutlanıyordu.
Diğer
toplumlarla
karşılaştırılıdığında, Nevruz daha sade daha naif bir kutlama iken
Babürlülerde en azından saraylılar tarafından gerçekleştirilen
gösterişli ve ihtişamlı bir kutlama halindedir.
Cihangir yeni yıl kutlamalarını babasından sonra da devam
ettirmiştir. Büyük bir çadır halkın arasına kurulurdu. İpek ve altından
halılar yeri kaplarken ipek ve kadife duvar halısı olarak kullanılırdı.
14
Stephan P. Blake, a.g.e., s. 90.
Sir Richard Burn, The Cambridge History of India, Vol. IV, Cambridge,
1937, s. 125.
16
Stephan P. Blake, a.g.e., s.90
15
128
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
Avluda, görevlilerin çadırları sıralanırdı. İlk ve son gün Cihangir;
unvanlar, hediyeler dağıtır diğer günler soylularının çadırlarını ziyaret
ederdi. Festivallerin canlılığını sağlamak için şarap ve uyuşturucu gibi
İslami yasakları kaldırırdı: “Sarhoş edici içki ya da afyon kullanmak
isteyen olursa bundan onları mahrum bırakmaması gerektiği emrini
verdim” 17
Ekber döneminde olduğu gibi burada da etrafındaki
görevlilerin onurlandırılmasına rastlarız. Nevruz, yeni rütbe ve
onurlandırmanın verilmesi için bir vesile haline geldi ve özellikle her
sene ilkbaharda yapılan şenliklere dönüştü. Cihangir’in kendi eserinde
Nevruz kutlamalarına büyük yer vermiştir. Eserini kaleme alırken yeni
yılın başlangıcı olan Nevruz kutlamalarını anlattıktan sonra diğer
olayları anlatmaya devam etmiştir. Saltanatının ilk Nevruz’u 11 mart
1606 tarihine denk gelmiştir ve bu kutlamaların detaylarını, diğer
yıllarda olduğu gibi, Tüzüğünde anlatmıştır.18 Aynı esnada Sir
Thomas Roe’de Babürlü sarayında hazır bulunmaktadır.
Sir Thomas Roe eserinde, Cihangir dönemindeki bu Nevruz
kutlamalarını Tüzük ile benzer şekilde tasvir etmiştir:
Akşam Nevruz başladı. Bu yeni yılı kutlayan bir gelenek, tören
ilk yeni ay’dan sonra başlar. Bu Perslerde 9 gün adıyla anılan
gösteriye benzer, bu nedenle antik temelleri çok uzun değildir. Darbar
sarayında, kralın arkasından çıktığı yerde, yerden ayaklarına kadar
çiçeklerle bir taht dikilmişti, alanda 56 adımlık ve 43 metre genişlikte
bir trabzan19 vardı, altın, ipek ya da kadife kumaştan bir gölgelikle
üzeri kapalıdır. Tepesinde İngiliz kralı, leydim, kraliçe Elizabeth,
Londura yerlisinin eşinin olduğu bir resim vardı. Ayaklarının altına
güzel Fars halısı koyulmuştu. Bir takım emirleri almak için tahtının
önündeki küçük trabzan hariç hepsi nitelikli olan adamlar Kral ile
birlikte bu yere geldi. Bu meydanın içinde bir çok gösteri için evler
(biri gümüşten) ve bazı ilginç pazarlar kuruldu. Prens Sultan
Hurrem’in sol tarafında bir çadır vardı, çadırın destekleri gümüş ile
kaplıdır (Kral’ın tathtına yakın olan bazıları gibi). Oradaki meydan,
ahşap ve sedef kakma maddeleri ve altın bezle kaplıdır. Başının
üzerinde, değerli gibi gözüken inci saçaklı bir tül vardı, onun üstünde
17
Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H. Beveridge,
New Delhi, 1978, s.49.
18
Nevruz kutlamalarının daha detaylı tasviri için bknz., Jahangir, a.g.e.
19
Trabzan denilen bölüm (orjinal metinde rail olarak geçiyor): Darbar
meclisinin mimari yapısı katman şeklindedir en tepede Han’a ait bir loca daha
sonra merdiven şeklinde geniş basamaklar haline aşşağa doğru iner. Kişiler
rütbelerine göre bu katmalarda bulunurlardı. Han’ın tahtının olduğu bölümün
hemen aşşağısındaki bölümde daha yüksek rütbeli kişiler bulunurdu. Hatta roe
bu mekanı tiyartoya benzetmiştir.
129
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
elma, nar, armut gibi içi boş olan altından meyveler asılıdır. Bunun
içinde Kral zengin ince ve mücevher minderin üzerinde oturuyordu.
Sarayın etrafı ve önü kadife ile çevrilmişti, genel olarak şam kumaşı
ve tafta, bir kısmı ise altın olan kumaşlar vardır, burada herşey onların
büyüklüklerini ve zenginliklerini göstermek için ayarlanmıştı. Eskiden
krallar her çadıra gider oradan kendilerini memnun eden hediyeleri
alırdı ama şimdi bu değişti, Kral oturuyor ve ona gelen yeni yıl
hediyelerini burada alıyordu. O normal darbar saatinde geliyor ve aynı
saatte dönüyordu. Burada kendisine her türlü insan tarafından sunulan
büyük hediyeler tarif edilemeyecek kadar inanılmazdı. Festivalin
sonunda ise etrafındaki kişileri ödüllendiridi.20
Roe, Babür sarayında tanık olduğu bu festivalin etkileyici
çevresini tasvir etmiştir. Görkemli ve değerli nesneleri ayrıntısına
kadar göstermeye çalışmıştır, tıpkı bir “hanımefendinin işlemeli
terliklerinin konulduğu kaplanmış dolabı” 21 gördüğü gibi. Yani
soyluların eşleri de İmparatorluğun haremine gidiyor ve İmparatorun
eşleri ile birlikte şenlikleri izleyebiliyorlardı. Fakat İngiliz kraliyet
ailesinin portreleri ile ilgili kısım ise gerçekçi değildi.
Roe yine şunları söylüyordu, “...neler olduğunu gördüm,
hediyeler, filler, atlar ve hint dansı yapan kızlar”. 22 Babürlülerin
bulunduğu coğrafya itibari ile filler bu kutlamalarda önemli yere
sahipti. Ekber, bu tarz kutlamalara türlü dinden insanların toplanıp
tanışması için fil, kaplan gibi hayvanların meydanlarda
dövüştürülmesine önem vermiştir.23
Her gece bir başka soylu kendi evi veya çadırında Cihangir’in
de katılımıyla kutlamalar yapardı. Özel konağı yapıldığından beri
burada zengin hediyeler Cihangir adına kabul edilirdi.24
Babür sarayında Nevruz’dan önce büyük hazırlıklar yapılırdı.
Bütün devlet adamları bu hazırlıklarla meşgul olur herkes titizlikle
çalışırdı. Hatta Roe sarayın bu meşguliyeti nedeniyle kendi işlerini
halledemediğinden yakınmıştı.25 Nevruz zamanı devlet işleri
görüşülmez ve sadece eğlenceler gerçekleşirdi.
Sir Thomas Roe 27 Nisan 1616 yılında Surat bakanı
Leschke’ye gönderdiği mektupta şunları yazmıştır. “...Eğer benden
haberler bekliyorsanız... Tüm bu zaman boyunca sadece Nevruz
20
Sir Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe.., s.142
Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 145.
22
Sir Thomas Roe, a.g.e., s.145.
23
Yusuf Hikmet Bayur, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul, 1947,
s. 131.
24
Bamber Gascoigne, The Great Moghuls, London, 2002, s. 148.
25
Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 142.
21
130
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
eğlenceleri ile vakit geçirdik... Dinler sonsuz, yasalar yok. Bu
karışıklıkta ne beklenebilir ki....”26 Buradan anlaşılacağı üzere Nevruz
kutlamaları Babür Sarayında uzun süren bir bayramdı.
Cihangir dönemindeki kutlamalara bakıldığında, Babürlülerin
zenginliklerini net bir şekilde görebiliriz. Kullanılan mücevherler,
kumaşlar, düzenlenen eğlenceler bu bayrama değer verdiklerinin ve
önem gösterdiklerinin bir kanıtıdır. Her ne kadar bunun bir İran
bayramı olduğu düşüncesine sahip olsalar da Nevruz’un evrenselliği
ve güzelliği bu imparatorlukta da hissedilebilir.
Şahcihan da Nevruz kutlamalarını devam ettirmiştir. Yani
Ekber’in getirdiği takvim sistemini devam ettirdi. Fakat o günlük
zaman çizelgesine başka bir yenilik getirdi. Gündüzün ve gecenin
geleneksel olarak güneşin doğuşu ve batışına göre bölünmesini,
gündüz ve geceyi eşit parçalara bölmek için değiştirdi.27
Alemgir dönemine geldiğimizde ise durum tamamen değişti.
Alemgir dini yönden daha katı kurallara sahip bir yönetim anlayışı
benimsedi ve bu anlayış Nevruz kutlamalarını da etkiledi. Resmi
tarihçilerin; Pers krallarının bu kutlamayı kutsallaştırdıklarını ileri
sürmesi nedeniyle bidat olduğunu söyleyen Alemgir saltanatının ikinci
yılında, Nevruz kutlamasını devam ettirmiyordu. 28 Saltanatının on
birinci yılından sonra saray şarkıcılarının sarayda bulunmalarına izin
verse de müzik ve dans yasaklandı. Hatta bir süre sonra bunların
varlıkları bile dağıtılmıştı. Enstrümantal müzik sarayda on birinci
yılının sonuna kadar devam etti.29
İmparatorlukta yılları sayma amacıyla uygulanan İlahi takvimi
yürürlükten kaldırdı. Alemgir İlahi takvimi amaçları doğrultusunda
sevebilir ve kullanabilirdi ancak Hicri yıl idari işlerde güçlüklere yol
açtığından bu takvimi kullanmıyordu. Bu yüzden her yılın Ramazan
ayının birinci gününden başlamasına karar verdi. İlahi yılın
kullanımına devam edildiği açık bir gerçektir, Alemgir onu güneşin
doğum günü olarak kutluyordu. Alemgirname’de sık sık İlahi tarihler
kullanılır. Alemgir’in aynı tarihleri taşıyan fermanları hala varlığını
korumaktadır. İlginçtir ki Hindu takvimi 1621’in sonlarına kadar
resmi olarak kullanılmıştır30.
26
Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 168.
Sri Ram Sharma, The Religous Policy of the Mughal Emperors, Asia
Publishing House, London, 3. Edition, 1972, s. 107.
28
Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e, s. 247
29
Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127.
30
Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127
27
131
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
Sonuç
Bir kültür zenginliği olan Nevruz, geçmişte ve günümüzde var
olan bir çok topluluk ve devlet gibi Babür İmparatorluğu’ nda da
kutlanan önemli bir bayramdır. Ekber döneminden önce varlığı
bilinmesine rağmen kutlanmasının Şeriat’a uygun olmadığı
gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ekber’in genel saltanat politikasında var
olan serbestlik sayesinde Nevruz Babür İmparatorluğunda kendine yer
bulmuştur. Bu kutlamalar o kadar önemli ve döneminde etkili bir
bayram olacak ki diplomatik temaslar için gitmiş olan İngiliz
Büyükelçisi günlüklerinde detaylı tasvirlerle Nevruz’a yer vermiştir.
Bu eser özellikle Cihangir dönemi Nevruz kutlamaları hakkında
önemli bilgiler vermektedir.
Cihangir döneminde Babür İmparatorluğunun tüm ihtişamını
ortaya koyan kutlamalara ciddi önem verilmişti. Fakat Babür
İmparatorluğu’nda bu bayramın Zerdüşt bayramı olduğu algısı
ortadadır. Kaynaklarda Babürlüler Nevruz konusu bahsedildiğinde
görülmektedir ki bu bayramı Pers bayramlarının benzeri olarak
açıklarlar. Halbuki bu sadece onlara ait bir bayram değildir.
Nevruz’un tarihine bakıldığında bu gibi bir bayramın tek bir topluluğa
ya da dine aitmiş gibi sunmak yanlıştır. Babürlülerde ise bunu acem
Bayramı olduğu inancı ağır basmış olacak ki dini kurallar konusunda
hassas bir politika izleyen Alemgir döneminde bu bayram varlığını
yitirmeye başlamıştır.
Kaynakça
Başer, Alper, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II.
Osman Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil
INALCIK, Vol. 5/2, Mart, 2013, s. 45-55.
Bayur, Yusuf Hikmet, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul,
1947.
Blake, Stephan P., Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013.
Burn, Sir Richard, The Cambridge History of India, Vol. IV,
Cambridge, 1937.
Çay, Abdulhaluk M., Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999
Eraly, Abraham, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the
Great Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000.
Gascoigne, Bamber, The Great Moghuls, London, 2002.
132
Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe
Karayel
Gündüz, Şinasi, “Nevruz” Diyanet İslam Ansiklopedisi”, C. 33, DİA,
İstanbul, 2007, s. 60-61.
Heyet, Cevat, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz
Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995.
Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H.
Beveridge, New Delhi, 1978,
Kafalı, Mustafa, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni
Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28.
Kuzgun, Şaban “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar
arası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107109.
Roe, Sir Thomas, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of
The Great Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and
Correspondence, Edited From Contemporary Records By
William Foster, B.A, Volume I, Vol. II, London 1899.
Sami, Şemsettin, Kamus-i Türki, çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s.
1474.
Sharma, Sri Ram, The Religous Policy of the Mughat Emperors, Asia
Publishing House, London, 3. Edition, 1972.
133
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
MOUNTSTUART ELPHİNSTONE’UN GÖZÜNDEN
AFGANLARDA EĞİTİM
Education in Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone
Furkan KÜLÜNK
ÖZET
Afganistan’ın tarihine bakıldığında eğitim kurumlarının
zenginliği ve çeşitli dillerin bir arada barındığı görülebilmektedir.
Afganistan’ın konumu dolayısıyla etrafındaki diğer Orta Asya
milletlerinden de etkilendiği söylenebilir. Bu coğrafyada Hintçe ve
Farsça gibi lisanlarla zenginleşen edebiyat dilinin etkisi, bu çeşitli
kültürlerin bir araya gelip kaynaşmalarını sağlamış ve ortaya oldukça
renkli bir görüntü çıkmıştır. Özellikle Afgan edebiyatında bu izlere
sıkça rastlanmaktadır. Çalışmada, bu bilgiler ışığında Afganistan’daki
eğitim anlayışı ve diller üzerinde durularak bu konu hakkında
aydınlatıcı bilgiler verilecektir.
Anahtar Kelimeler: Mountstuart Elphinstone, Afganistan,
Afganistan’da Eğitim, Afganistan’da Kullanılan Diller.
ABSTRACT
When the Afghanistan history is considered, an abundance of
educational institutions and various languages which had been
existing together for years are noteworthy. Because of its location, we
can easily say that it has been affected by other Central Asian
countries. The effect of the literary language which has prospered with
the languages like Indo and Persian in this geography, gave way to the
integration of different cultures and a rich outlook. In special, we
come across the examples under consideration in Afghanistan
literature frequently. In this work, it has been attempted to discuss the
educational institutions and languages in Afghanistan and thus to
reach a conclusion on the related topic.

Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Tarihi Anabilim
Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi, fkulunk@gmail.com
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
Keywords: Mountstuart Elphinstone, Afghanistan, Education
in Afghanistan, The Languages used in Afghanistan.
Giriş
Bu yazıda genel olarak Afganistan’daki eğitim ve eğitim
anlayışı üzerinde durulacaktır. Makalenin amacı geçmişte
Afganistan’da uygulanan eğitimin uygulanma biçimi hakkında bilgi
kazandırmaktır.
Araştırmada
ağırlıklı
olarak;
Mountstuart
Elphinstone’un Afganistan’da geçirdiği süre içerisinde kaleme almış
olduğu notları içerisinde barındıran “An Account Of The Kingdom Of
Caubul Vol.1” ve “An Account Of The Kingdom Of Caubul Vol.2”
eserlerinden yararlanılmış olup diğer araştırmalarla da karşılaştırma
yoluna gidilmiştir. Bu çalışma meydana getirilirken açık bir dil
kullanılmaya çalışılmış ve sade bir anlatım tercih edilmiştir. Konunun
odak noktasından kopmamak adına ilgisiz detaylara inilmemiştir.
Çalışmaya başlamadan önce ana kaynak olarak kullanılan “An
Account Of The Kingdom Of Caubul” adlı eserin sahibi Mountstuart
Elphinstone hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. Mütevazı
şartlarda yetişmiş olan Elphinstone; on birinci Baron Elphinstone’un
dördüncü oğludur. İlk olarak Hindistan’a İngiliz hükümeti tarafından
gönderilen Elphinstone daha sonra yine hükümetin kararıyla 1808’de
Afganistan’a görevlendirilmiştir.1 Burada geçirdiği süre içerisinde
kaleme aldığı bu eserde, Afganistan’ın eğitim sistemi dışında birçok
sosyal, siyasi ve iktisadi alanlarıyla ilgili yazmış olduğu notlar
mevcuttur. Bu bilgiler ışığında çalışmada, Afganistan’daki eğitim ve
kullanılan dil ve diller hakkında bilgi verilecektir.
Afganistan’da Eğitim
Afganistan’ın yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi alanı
oluşturmasının
nedeni
Asya’daki
merkezi
konumundan
kaynaklanmaktadır.2 Afganistan, İslam dünyasının önemli ilim ve
kültür merkezlerinin oluşmasına tanıklık etmiştir. Gazneliler
zamanında Gazne, Timurlular devrinde ise Herat şehirleri çok sayıda
ilim adamını yetiştirmiş ve ilim dünyasına kazandırmıştır.3 Eğitim
birçok farklı kurum tarafından sağlanmıştır. Mescit okullar,
medreseler, özel sektör ve resmi kurumlar (hükümet medreseleri ve
1
Malcolm E. Yapp, Strategies of British India, Encyclopaedia of İranica, c. 8,
Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, s. 369.
2
Simone Beck, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in
Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, c. 6, 2012, s. 40.
3
Mehmet Saray, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, cilt 1, TDV Yayınları,
İstanbul, 1998, s. 407.
135
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
üniversiteler).4 O dönemde medreseler bugünün üniversiteleri gibi
işlevlerini sürdürmüşlerdir. Medrese sistemi XIII. yüzyıla kadar
doğuda Hindistan’dan batıda Magrib’e, Orta Asya’dan Sudan’a bütün
İslam dünyası tarafından yaygınlaştırılmıştır.5 Medrese kültürü;
Afganistan eğitim sistemi içerisinde de kendini göstermektedir.
Afganların eğitim ile olan ilişkileri ve eğitimde nasıl bir yol
izledikleri konusu üzerine birkaç şeyin altını çizmek gerekmektedir.
İlk olarak, Afgan eğitim sisteminde temelde dini anlayış yer
almaktadır. Dolayısıyla çocuklara küçük yaşlardan itibaren din
eğitimi verilir ve bu konuda temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri
bilgiler öğretilirdi. Özellikle zengin aileler çocuklarının eğitimlerine
önem vermişlerdir. Bu aşamada Mountstuart Elphinstone’un notlarına
bakılacak olursa, çocuklara verilen eğitim hakkında daha açıklayıcı
bilgilere rastlanmaktadır. Afganlar küçük yaşlarda eğitim almaları için
bir Molla’ya gönderilirler ve temel dini bilgileri öğrenirlerdi.6 Bu
eğitim esasında bir Müslümanın hangi sorumluluklara sahip olduğunu
öğretiyordu.
Elphinstone’un bu anekdotuna göre genel olarak Afganlar için
dini eğitimin ön planda olduğunu görüyoruz. Bunun yanında dini
eğitimin veriliş şekli bakımından kabileler arasında farklılıklar da
olabilmektedir. Örneğin Dürraniler arasında Kuran sadece orijinal
metninden okunurken diğer kabilelerde Arapça dilbilgisi eğitimi
verilerek okunan metnin anlaşılması sağlanıyordu. Bu ayrım ise şunu
gösteriyor ki, eğitim metodunun farklılığı kabilelerin “seviyelerine”
göre değişmektedir. Eğitim üzerinde maddi zenginliğin de etkisi
hissedilmektedir. Afganların eğitime verdikleri önem, evlere özel ders
vermek için öğreticilerin çağırılmasından da anlaşılmaktadır. 7
Eğitim vermek üzere herhangi bir bölgeye gönderilen mollaya,
toprak tahsis ediliyordu. Yine bu mollaya yanında yer alan yardımcılar
eşlik ediyorlardı. Küçük yerlerde köyün din adamı ile aynı mekânı
kullanabilen mollaların, büyük şehirlerde kendilerine ait mekânları
bulunuyordu.8
Entelektüel bir birikime sahip olan mollalar halk nezdinde
derin saygı gören insanlardı. Ferrier; mollaları, Rönesans döneminde
4
Mahmut Zengin, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”, Dem
Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 9.
5
Aydın Sayılı, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese, çev.
Recep Duran, Eylül 2002, s. 33.
6
Mountstuart Elphinstone, An Account Of The Kingdom Of Caubul, c.1,
London, 1819, s. 299.
7
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299.
8
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299.
136
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
yaşamış Rabealis’e* benzeterek onlar için, “modern Rabealis” 9
ifadesini kullanmıştır.
Afganlar çocuklarının eğitimlerine verdikleri önem kadar
onları eğiten öğretmenlerine de önem veriyorlardı. Köylerde ve
kentlerdeki imkân nispetinde öğretmenlerin kalacakları ve
çalışacakları bir alan oluşturmak için alternatif çözümler üretmişlerdir.
Ayrıca öğretmenlere barınma ve çalışma alanı sunan eğitim
anlayışının yanında çeşitli ilim alanlarında uzmanlaşmış olan insanlar
da bu yapıyı desteklemekteydi. Buradan anlaşılan bu desteğin sadece
bununla sınırlı kalmadığı camilerin de eğitim merkezleri olarak
kullanıldığı ve mollaların buralarda eğitmenlik yaptığıdır. 10
Bu genel bilgilerden sonra söz konusu eğitim metodunun
devlet tarafından nasıl organize edildiği hakkında bilgi vermek
gerekmektedir. Bunu anlamak için Elphinstone’un “An Account of
The Kingdom of Caubul” adlı eserinin Afganistan şehirlerindeki
okulların sisteminden bahseden bölümlerine bakmak yerinde
olacaktır:
Eğitimin yalnızca bilim ve ilim adamları tarafından verildiği,
mekânsal ve zamansal bir düzen içerisinde yürütüldüğü
anlaşılmaktadır. Bu eğitimin karşılığı olarak öğretmenlere aylık maaş
ödenmektedir. Bu ödeme ortalama bir ücret değerinde olmakla birlikte
ailelerin gelir seviyelerine göre aşağı veya yukarı ayarlanabilmektedir.
Bu da eğitim görmenin Afgan ailelerinin gelir seviyelerine
bakılmaksızın genel anlamda önemine işaret etmektedir. Fakat burada
özel bir durumdan bahsetmek gerekirse; Berdürraniler erkek
çocuklarını eğitim almaları için başka bir köye gönderirler ve
gönderilen bu erkek çocukların maddi ve manevi sorumluluğu
öğretmenlerin ve gönderildiği köyün insanları tarafından üstlenilirdi.
Bu süreçte çocuk ailesinden ve evinden bağımsız hayatını
sürdürmektedir.11 Anlaşılan o ki eğitimin bir parçası da Afgan anneleri
için sabır demekti.
*
Mikhail Bakhtin, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky, Indiana
Universty, Bloomington, 1984, s. 1. Dünyaca ünlü tanınmış büyük yazarlar
arasında en az anlaşılan, takdir gören ve popüler olan Rabealis’tir. Avrupanın
büyük edebiyat yazarları arasında ilk sırayı işgal eder. Fransız roman
yazarları; özellikle Chateaubriand ve Hugo, tüm zamanların ve milletlerin
dâhileri arasında ona yer verirler.
9
J. P. Ferrier, Caravan Journeys and Wanderings in Persia, Afghanistan,
Turkistan, and Beloochistan with Historical Notices of the Countries Lying
Between Russia and India, Pondicherry, 1856, s. 4.
10
David J. Mullen, “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, c.1, USA,
1971, s. 120.
11
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300.
137
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
Eğitim kademeli olarak ilerliyordu. Küçük yaşlardaki
çocuklara belli bir zaman sonra ancak İslam dini öğretileri
anlatılıyordu. Bu eğitim, İslam dini öğretileri hakkında özellikli
bilgilerden öte daha çok Hz. Muhammed’i anlatan birkaç seçkin şiir
ile sınırlıdır. Kademeli olarak bu anlatım, çocuklar için anlaşılabilir
düzeyde kötü alışkanlıklardan sakınma gibi toplumsal yaşama dair
genel kaideler içerir. Çocuğun kavrama kabiliyetine göre bu
anlatımlar, dört aydan bir yıla kadar sürebilmektedir. İslam dini
öğretileri bir Müslüman için eğitimin vazgeçilmez ilk adımıdır.
Müslümanlar namazdan başlayarak hayatının tüm yönleriyle ilgili
kararlarını İslam hukuku kurallarına göre alırlar. 12 Bu nedenle
çocukların eğitiminin ilk adımı bu yönde atılır. Bunun yanında Kuran
öğrenenler, daha ileriki yaşlarda kendi dillerinde yazılmış kitaplar
üzerinde çalışanlar ve daha ileri düzeyde olup İran klasikleri
okuyanlar da vardır.13 Burada dikkati çeken nokta eğitimin düzensiz
olmayıp tam tersine yaş kategorilerine ayrılarak düzenli bir şekilde
verilmesidir.
Afgan eğitim sisteminde Mollalık konusuna gelince
Elphinstone, önemli bilgiler vermektedir. Öncelikle Kuran dili olan
Arapça, molla adayları için ilk ve en önemli öğrenilmesi gereken
dildir. Bunun önemine vurgu yapmak yerinde olacaktır. Çünkü Arapça
İslamiyet’in ilk dilidir. Dolayısıyla İslam hakkındaki ilk metinler ve
sözlü ve yazılı kaynaklar Arapça’dır. Elphinstone’un buraya vurgu
yapması yerindedir. Genç mollalar bununla yetinmez ve sosyal bilim
dalları üzerine çalışmalar yapmak için seyahat ederler.14 Burada ortaya
çıkan tabloya göre Afgan eğitim anlayışı hem dünya hem de ahiret
için çalışma yapan ve bu konularda yetkinlik kazanmayı amaçlayan
bir modeldir. Mollalık zannedildiği gibi yalnızca dini ilim üzerine inşa
edilen bir olgu değildir. Fen bilimleri ve sosyal bilimler de en az dini
bilimler kadar önem arz etmektedir. Belli şehirlerde kurulan eğitim
üsleri, genç Mollalar için büyük bir meyve bahçesidir. Nitekim
İslamiyet’in yayılmasının ardından Orta Asya’da yeşeren medrese
geleneği ve bu medreselerin Şaş (Taşkent) Belh, Buhara, Semerkant,
Nişabur, Merv, Hokand, Yarkent, Kaşkar, Özkent ve Oş gibi bölge ve
şehirlere yayılması15 bunun bir göstergesidir.
12
Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An
Introduction To The Country and People, Marine Barracks, Washington, D.C,
2003, s. 56.
13
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300.
14
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 301.
15
Kasım Monimov, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde
Medreseler, c.1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi, Temmuz 2013, s. 408.
138
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
Afgan halkının eğitime bakışı ve eğitim anlayışı hakkında
verilen bu bilgilerden sonra çalışmanın devamı olarak Afganistan’da
kullanılan çeşitli dillerden bahsedilecektir.
En genel ifadeyle dil; bir coğrafyada yaşayan insanların
anlaşmak için kullandıkları ortak bir iletişim aracıdır. Bilindiği gibi
dünya üzerinde konuşulan pek çok lisan yüzyıllar boyunca çeşitli
sebeplerle,
birbirlerinden
etkilenerek
bugünkü
formlarına
ulaşmışlardır. Dillerin birbirlerinden etkilenmeleri kimi zaman
savaşlarla, kimi zaman ticaretle ve kimi zaman da kültür ve sanat
akımlarıyla olmuştur. Çalışmada, bu konuya Afganistan özelinde yer
ayrılmıştır.
Afganların resmi dilleri Peştuca ve Darî olarak
adlandırılmaktadır.16 Peştuca dili ve edebiyatı üzerinde Hintçenin,
Darî dili üzerinde ise Farsça’nın etkisi büyüktür. 17 Darî dili
Afganistan’da saray dili olarak kullanılmasına rağmen anayasa gibi
düzenlemeler resmi dil olarak kullanılan Peştuca dilinde
hazırlanmaktadır.18 Peştuca Hint-Avrupa kökenli olup Darî dilinden
biraz farklıdır.19 Bu dilin eski sert üsluplu formu doğuda kullanılırken,
yumuşatılmış hali daha çok batıda kullanılmaktadır.20 Fars karakterleri
kullanılarak yazılan dil Fars alfabesine ait karakterler içerir ve aynı
zamanda kendine özgü Sanskritçe türetilmiş seslere sahiptir.21 Darî
dili ya da Afganistan’da konuşulan Farsça ise İslam öncesi dönemde
Pehlevi ile ortaya çıkmıştır.22 Türk kabileleri arasında da kullanılan bu
dilde pek çok Türkçe kelime barınmaktadır. 23 Nüfusun yaklaşık %11'i,
ağırlıklı olarak Özbekler ve Türkmenler, Türkçe konuşmaktadır. 24
Özbekistan ve Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde yaşayan
16
R. Farhadi, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica, c.1,
London, Boston and Henley, 1985, s. 564.
17
Mehmet Saray, a.g.e, s. 407.
18
P. Bajpai & S. Ram, “Language” Encyclopaedia of Afghanistan, c.1
Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002, s. 78.
19
P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 79.
20
H. W. Bellew, Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of The
History of The Country, and Account of Its People with a Special Reference
to The Present Crisis and War With The Amir Sher Ali Khan, London, 1879,
s. 216.
21
C. E. Biddulph, Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being
Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak, London, 1890, s. 1.
22
Abdul Hai Habibi, The Two Thousand Years Old Language of Afghanistan
or The Mother of Dari Language (An Analysis of the Baghlan Inscription),
Kabul, 1967, s. 5.
23
P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 65.
24
Shaista Wahab & Barry Youngerman, A Brief History of Afghanistan,
Infobase Publishing, 2007, s. 18.
139
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
Afganlar da Türkçe konuşmaktalar.25 Afganistan’daki çok uluslu
yapının mutlak bir sonucu olarak, diller arasında kaçınılmaz bir
etkileşim olmuştur. Dolayısıyla dil, etnik sınırları aşmıştır. Örneğin
Darî dili nüfusun içerisindeki birçok farklı etnik unsur tarafından
kullanılmıştır.26
Elphinstone’un Afgan dili hakkındaki görüşlerine bakılacak
olursa, en çok etkilendiği dil Farsçadır. Bununla birlikte etkilendiği
dillerden aldığı kelimeler, o dillerin konuşulduğu ülkelerden aldığı
bilimsel çalışmalarla veya kültürel etkileşimlerle alakalıdır. Örneğin
Din, devlet ve bilim alanlarında en çok Farsça ve Arapçadan
etkilenmiştir.27 Bunun sebebi, Afganların da Araplar gibi Müslüman
olmalarıdır. Her dil için geçerli olan Afgan dili için de geçerlidir.
Yani, milletler en çok hangi milletle veya kültürler en çok hangi
kültürle
yakınsa,
o
derecede
birbirlerinin
dillerinden
etkilenmektedirler. Bu çeşitliliğin en önemli kanıtları Afganların
kullandıkları dilde; Farsça, Zend, Pehlevi, Sanskrit, Hintçe, Arapça,
Ermenice, Gürcüce, İbranice ve Kalde dillerine ait olan kelimelerdir.
Öte yandan; Peştuca dilinde Nashi harfler kullanılarak lisana mahsus
olan bazı seslerde tadilat yapılmıştır. 28 Bu tadilat dilin estetiği
açısından ve kolaylık sağlaması bakımından önemli bir
yapılandırmayı işaret etmektedir.
Afganistan’da o döneme ait bilimsel kitapların çoğunun Farsça
olması, bilim alanında İran ile etkileşim içinde olduklarını
göstermektedir. Bilim alanında İran ile boy ölçüşebilecek seviyede
olan Afganların, metodolojik olarak Asya’nın geneliyle, İran ile
olduğu gibi benzerlikler taşıdığı gözlenmektedir.29 Ek olarak,
Elphistone’un çarpıcı bir tespitinin de altını çizmek gerekirse; Asya
ülkelerindeki çalışma şeklinin bilgiyi kullanmadan çok biriktirme
algısı oluşturduğunu belirtmek yerinde olacaktır.
Sonuç
Bu çalışmada, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında
Afganistan’ın eğitimi ve dili hakkında bilgiler verilmiştir. 1808
yılında İngiliz hükümeti tarafından Afganistan’a vali olarak
gönderilen Elphistone’un gözünden, Afgan eğitim sisteminin yapısı,
işleyişi ve Afganlılar için önemi vurgulanmıştır. İncelemeye alınan bu
25
Marine Corps Institute, a.g.e, s. 11.
Marine Corps Institute, a.g.e, s. 10.
27
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 302.
28
M. Longwarth Domes, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, c.4, MEB
Yayınları, İstanbul, 1977, s. 145.
29
Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 313-314.
26
140
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
bilgiler ışığında, Afganlar için sosyal bilimlerin, fen bilimlerinin ve
din bilimlerinin önemi açığa çıkmaktadır. Eğitim alanında küçük
yaşlardan gençlik dönemine kadar sistemli ve kararlı bir süreç göze
çarpmaktadır. Özellikle Molla denilen eğitim derecesini kazanmak
için ayrı disiplinlerde bilgi sahibi olmanın gerekliliği ve ehliyet
kazanmanın önemi vurgulanmak istenmiştir. Afganlar için eğitim
zenginliğin ikamesi değildir. Başka bir deyişle zengin olmak ve
eğitimli olmak, ikisinin arasında bir tercih sebebi değildir.
Dil konusuna gelindiğinde, her dilde olduğu gibi Afgan dilinde
de aynı olgunlaşma süreçleri izlenmiş ve gözlemcinin notlarında bu
süreçler hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Afgan dilinin
gelişiminde, yakın coğrafyanın ve ortak ilgi alanlarının etkisi
görülmektedir. Edebiyat dilinin Arapçaya ve Farsçaya benzemesi,
farklı dillerden etkilendiğinin en açık örnekleridir. Sanatsal anlamda
diğer dillere nazaran biraz daha düz ve abartısız anlatıma sahip olan
ve bu yönüyle eleştirilen bir dil olmasına rağmen, bu dilde yazılmış
önemli edebi eserlerin bulunması o dile özgün bir anlatımın doğmasını
sağlamıştır.
Kaynakça
Bakhtin, Mikhail, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky,
Indiana Universty, Bloomington, 1984.
Beck, Simone, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in
Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, C. 6,
2012, s. 38-103.
Bellew, H. W., Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of
The History of The Country, and Account of Its People with a
Special Reference to The Present Crisis and War With The
Amir Sher Ali Khan, London, 1879.
Biddulph, C. E., Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being
Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak,
London, 1890.
Domes, M. Longwarth, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, Cilt. 4,
MEB Yayınları, İstanbul, 1977, s. 133-168.
Elphinstone, Mountstuart, An Account Of The Kingdom Of Caubul,
C. 1, London, 1819.
Farhadi, Ravan, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica,
C. 1, London, Boston and Henley, 1985, s. 564-566.
Ferrier, J. P., Caravan Journeys and Wanderings in Persia,
Afghanistan, Turkistan, and Beloochistan with Historical
141
Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk
Notices of the Countries Lying Between Russia and India,
Pondicherry, 1856.
Habibi, Abdul Hai, The Two Thousand Years Old Language of
Afghanistan or The Mother of Dari Language (An Analysis of
the Baghlan Inscription), A Publication of the Historical
Society of Afghanistan, Kabul, 1967.
Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An
Introduction To The Country and People, Marine Barracks,
Washington, D.C, 2003.
Mominov, Kasım, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde
Medreseler, Cilt. 1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi,
Temmuz, 2013.
Mullen, David J., “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, C.
1, USA, 1971, 120-123.
P. Bajpai, S. Ram, “Language”, Encyclopaedia of Afghanistan, C. 1
Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002.
Saray, Mehmet, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, C. 1, TDV
Yayınları, İstanbul, 1998, s. 401-408.
Sayılı, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese,
Çev. Recep Duran, Eylül 2002.
Wahab, Shaista, YOUNGERMAN Barry, A Brief History of
Afghanistan, Infobase Publishing, 2007.
Yapp, Malcolm E., Strategies of British India, Encyclopaedia of
İranica, C. 8, Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, Syf. 369-370.
Zengin, Mahmut, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”,
Dem Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 6-25.
142
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
TUNA KIYISINDA KOMŞULUK: EFLÂK ‘NİZAMI’ VE VİDİN
1790-1795
Neighborhood On The Bank Of Danube: Wallachian “Order”
And Vidin 1790-1795
Nagehan ÖZDEMİR

ÖZET
Bu çalışmada 18. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu
açısından Eflâk bölgesinin önemi ve bölgenin korunmasına dair alınan
tedbirler incelenecektir. Eflâk, 18. yüzyıl boyunca gerek Avusturya
gerekse Rusya’nın yayılmacı politikalarını gerçekleştirdiği bir alan
olmuştur. Osmanlı sınır boyunda önemli bir tampon bölge görevi
gören Eflâk aynı zamanda çeşitli ticari mallar ile askeri ihtiyaçlar ve
İstanbul iaşesi için gerekli olan tüketim mallarını temin eden bir
bölgedir. Dolayısıyla hem imparatorluğun iktisadi ihtiyaçlarının
karşılanmasında devamlılık sağlanabilmesi hem de Balkanlarda
giderek güç kazanan önce Avusturya daha sonra ise Rusya gibi
devletlerin bu bölgedeki faaliyetlerinin engellenebilmesi Eflâk’ın
korunmasını gerektirmektedir. Eflâk’ın en yakın komşusu olan Vidin
bölgesi, benzer bir şekilde 18. yüzyılın sonunda Osmanlı
imparatorluğunun serhaddini oluşturan hatta yer almaktadır. Bu
dönemde bölgede egemen olan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman’ın
Eflâk üzerine çeşitli saldırılar düzenlemesi sebebiyle Osmanlı merkezi
özellikle Vidin’e Eflâk’ın huzurunun ve ‘nizamı’ nın korunması ile
ilgili çok sayıda emir göndermiştir. Bu ‘nizam’ Osmanlı
İmparatorluğunun, bölgedeki halkın güvenliğini, refahını sağlamak ve
imparatorluk çıkarlarını korumak için aldığı tedbirlerden ibarettir. Bu
çalışmada 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Sicilleri temel kaynak
olarak kullanılmıştır. Belirtilen dönemdeki Vidin sicilleri OsmanlıRus-Avusturya savaşlarının hemen ertesinde Eflak bölgesinin nizamı
ve korunması ile ilgili oldukça önemli veriler içermektedir. Bu
nedenle aşağıda Vidin sicillerine yansıdığı şekliyle Eflâk ‘nizamı’nın
içeriği incelenecektir.

Dr. Selçuk Üniversitesi,
nagehan@selcuk.edu.tr
Edebiyat
Fakültesi,
Tarih
Bölümü
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
Anahtar Kelimeler: Eflâk, Vidin, 18. yüzyıl, Osmanlı
İmparatorluğu, Rusya, Avusturya
ABSTRACT
The significance of Wallachia for the Ottoman Empire and the
measures towards the protection of the region are being held in this
study. Wallachia throughout the 18th century was such a territory that
both Austria and Russia carried out their expansionist policies. Being
a crucial buffer zone on the Ottoman borderlands Wallachia, with its
various commercial properties, was also a region that supplied
military needs and the consumers goods for the subsistence of
İstanbul. There appeared, therefore, a necessity to protect Wallachia in
order not only to sustain meeting the economic needs of Empire but
also to prevent the activities of Austria at first and Russia both of
which were two rising powers in the Balkans. Vidin, the nearest
neighbor territory to Wallachia, was alike on the zone that constituted
the borderline of the Ottoman Empire in the late 18th century. In this
period, the Ottoman central authority sent many orders to Vidin to
preserve the peace and “order” in Wallachia as the local notable of
Vidin, Pazvantoğlu Osman, attacked on Wallachia a few times. This
“order” was composed of the measures that were to provide safety and
welfare for the local people and to protect the benefits of the Empire.
In this study, the court registers (sicils) of Vidin between 1790 and
1795 are used as main sources, for they contain very significant
information about the protection and order of Wallachia immediately
after the wars among the Ottoman Empire, Russia and Austria. The
content of Wallachian “order” is analyzed as it is reflected in Vidin
court registers.
Keywords: Wallachia, Vidin, 18th Century, Ottoman Empire,
Russia, Austria
Giriş
Eflâk toprakları bugünkü Romanya’nın güney kısmını ihtiva
etmektedir. Büyük Eflâk (Muntenia) ve Küçük Eflâk (Oltenia) olmak
üzere iki ana bölgeye ayrılır. Eflâk’ın Tuna nehri üzerinde bulunan
belli başlı limanları İbrail ve Yergöğü’dür (Karpat, 1994, s. 466). 14.
yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı hakimiyetini tanıyan Eflâk, bu
tarihten itibaren bağlı bir eyalet statüsünde idare edildi ve yerli
hanedanlar tarafından yönetildi. Osmanlı egemenliğine girdiği andan
itibaren Eflâk, tıpkı Boğdan ve Erdel gibi kendi özerk yönetimi
korunarak sistem içerisine dahil edilmiş bir bölgeydi. Bu nedenle yerli
144
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
aristokrasi, yani boyarlar, toplumsal ve siyasi ayrıcalıklarını korumuş
ve Osmanlı sistemine eklemlenerek sağlamlaştırmışlardı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun Eflâk’ın da içinde yer aldığı Tuna Prensliklerinden
beklentisi, tampon bölge olarak muhtemel saldırılara karşı yeterli bir
savunma alanı oluşturmaları ve mali-zirai olarak imparatorluğa katkı
sağlamalarıydı. Doğal olarak İstanbul’a itaat en temel koşuldu. 18.
yüzyıl başında Eflâk’ın Osmanlı İmparatorluğu için stratejik önemi
arttı ve buna bağlı olarak yerel yöneticilerden müteşekkil grubun
değişmesi gündeme geldi. Eflâk, tıpkı diğer Balkan toprakları gibi
Avrupa’da yükselen güçlerin hedef alanı haline geldi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonunda yaşadığı sosyal
ve idari dönüşümler taşra yönetiminde ayanların ve yerel idarecilerin
güç kazandığı bir süreci beraberinde getirdi. Bu durum özellikle
Balkanlarda, kendi ordularına ve hatırı sayılır servete sahip ayanların
taşra idaresinde hakim olmaları ile neticelendi. Rusçuk’ta Tirsinikli
İsmail, Vidin’de Pazvantoğlu Osman gibi aktörler bu sürecin en
bilinen örneklerindendir. Vidin Ayanı Pazvantoğlu Osman,
1790’lardan sonra bölgede kuvvetlenmiş, Rumeli sahasından topladığı
eşkıyalar ve paralı askerle ile Osmanlı ordusu ile çarpışmış ve Vidin
şehri kuşatmaya uğramasına rağmen Pazvandoğlu’nun gücü bertaraf
edilememiştir. Merkezi hükümetin kendi metotları ile kontrol altına
aldığı Pazvant, Eflâk toprakları ile de yakından ilgilidir. Bunun
nedenlerinden biri Vidin ile Küçük Eflâk bölgesinin coğrafi olarak
yakınlığıdır. İki bölge Tuna tarafından birbirinden ayrılmakta olup,
hem ticari hem de askeri anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun serhat
sınırını oluşturan bölgelerdir. Dolayısıyla her iki bölgenin dış
müdahalelerden ve iç huzursuzluktan korunması, imparatorluğun
savunma sistemi açısından son derece hayatidir. Osmanlı merkezi
yönetimi, Eflâk bölgesini Avusturya ve Rus tehdidinden, Vidin
ayanının şahsi saldırı ve suiistimallerinden kurtarmak ve reayanın
korunması sağlamak maksadındadır. Bununla birlikte, 18. yüzyılın son
yıllarında özellikle Rusya’nın Tuna Prensliklerinde artan gücü nedeni
ile barış antlaşmaları ve ahitnamelerle belirlenen kuralların
uygulamaya geçirilmesini de önemli bir mesele olarak görmektedir.
18. Yüzyıl’da Eflâk:
Eflâk ve Boğdan bölgesi, 17. yüzyıl sonundan itibaren
Habsburgların fetih planları içerisine dâhil oldu. 1683-1698 yılları
arasında Osmanlı-Kutsal İttifak savaşlarında, Habsburglar, önce
Macaristan daha sonra Balkan toprakları içerisinde askeri ilerleme
kaydettiler. Bu başarının cesaretlendirmesiyle İmparator Leopold,
Balkan Ortodokslarına liderlik etme fikrini geliştirdi ve Ortodokslara
145
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
dinsel özgürlük vaat eden bir manifesto yayınladı. Balkan
Ortodokslarının 1680’lerden beri kendilerine bir hami arayışında
bulunmaları ve Rusya ile yakınlaşmaları, Avusturya’yı harekete
geçirmiş ve dinsel ‘hoşgörü’ vaadini yapmaya teşvik etmiştir. Bu
özgürlük vaadinin karşılığında beklenen, Osmanlı’ya karşı Balkan
topraklarında çıkacak isyanlardı. 1690’da bu talep, bir dizi Balkan
1
ayaklanmasına yol açsa da, Habsburgların beklediği çapta bir isyan
olmadı. Ancak Habsburg eliyle Tuna kıyılarına taşınan savaş
sürecinde, Eflâk voyvodası Osmanlıya karşı Habsburgların desteğini
aldı. Osmanlı ordularının bölgede hakimiyeti tekrar ele geçirmeleri
nedeniyle bu destek sözünün anlamı kalmadı. Avusturya, Karlofça
Antlaşması ile neticelenen bu savaş sürecinden Macaristan’ı ele
geçirerek ve Balkanlardaki nüfuzunu artırarak çıktı (Hochedlinger,
2003, s. 161-162), (Shaw, 1994, s. 300-302). Prenslikler ve özellikle
Eflâk Osmanlı imparatorluğu açısından hassas bir bölge haline geldi.
18. yüzyıl başlarında Rusya tahtına çıkan Petro ile Eflâk
bölgesinin önemi de giderek arttı. Balkanlarda Ortodoksların ‘hamisi’
olma iddiasını kullanarak bir ‘Balkan Kampanyası’ başlatan Petro’nun
hedefinde Tuna Prenslikleri, Eflâk ve Boğdan yer almaktaydı.
Osmanlı egemenliğine karşı isyan etmeleri halinde Balkan halkları
desteklenecekti. Petro’nun Osmanlı topraklarına saldırısını
desteklemesi umulan bu ayaklanmalar gerçekleşmese de Eflâk
voyvodası Konstantin Brancoevanu’nun Rusya ile gizli bir anlaşma
yaptığı şayiası üzerine, kendisi ve dört oğlu İstanbul’a getirilip idam
edildi.2 Eflâk ve Boğdan’da Osmanlı’ya karşı Avusturya ile iyi
geçinme ve akabinde Rusya’ya yaklaşma harekâtı, bölgenin geleceği
1
1690 yazında yaklaşık 60.000- 70.000 Sırp’ın, (Bulgarlar, Makedonyalılar
ve Arnavutlar da dâhil olarak) Macaristan’ın güneyine göç etmesi ve bir
çoğunun Osmanlı’ya karşı akıncı gruplara katılması ile karşılık bulmuştur. Bu
Slav göçmenler 18. yüzyıl başında Avusturya’nın askeri sınırına eklemlenen
yeni bir topluluğu oluşturmuşlardır. Bölgesel nüfus kompozisyonu açısında
ise Avusturya’ya yapılan bu katılım, Macaristan topraklarında Sırp nüfusun
dominasyonunu beraberinde getirirken, Sırbistan toprakları ise Arnavut
göçmenlerin akınına uğrayacaktır (Hochedlinger, 2003:161-162).
2
Brancoevanu’nun Ruslarla işbirliği yaptığını İstanbul’a bildiren Boğdan
voyvodası Dimitri Kantemir’di (Karpat, 1994, s. 468). Ancak Dimitri
Kantemir de Ruslarla çeşitli görüşmeler ve anlaşmalar yaparak, Osmanlı
üzerine yapılacak bir saldırıda Rusları destekleyeceklerini bildirmişti.
Kantemir’in Ruslarla yaptığı anlaşma, yalnızca Rus ordusuna yardımını
kapsamakla kalmıyor, Boğdan’ın Çar’a bağlı özerk bir devlet olmasını,
Kantemir’in prensliğini ve yönetim hakkının ırsî olarak kendi ailesinde
bulunacağı garantisini içeriyordu. Ayrıca herhangi bir gereklilik durumunda
kendisine Rusya’ya sığınma hakkı verilecekti. 1711’deki Rus yenilgisi ile
Kantemir Rusya’ya kaçtı. Kendisine ödül olarak elli köy ve elli bin serf ve
Petersburg’da iki ev verildi (Jelavich, 2006, s. 112-113).
146
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
açısından daha büyük bir değişime zemin hazırlamış oldu. Yerel
seçkinlerin ihanetine karşılık Osmanlı hükümeti bölgenin yönetimine
Fenerli aileleri getirmeyi uygun buldu. Bunun sonucu olarak Tuna
Prensliklerinde Fenerliler dönemi başlamış oldu. Rum kültürünün
empoze edilmesi ve Fenerli voyvodaların vergi gelirlerini artırmak
için yaptıkları suiistimaller, bölgede Osmanlılardan çok Fenerlilere
karşı bir nefret uyandırmakla birlikte, otonom bir statüye
kavuşabilmek için uluslararası ilişkilerin kullanılması geleneğini
sürdürdüler (Jelavich, 2006, s. 112-113), (Sumner, 1965, s. 42-44).
Eflâk ve Boğdan Osmanlı İmparatorluğu açısından, 18. yüzyıl
başından itibaren giderek artan Rus ve Avusturya tehdidine karşı bir
savunma alanı olarak algılandı. Fenerli idarecilerin iş başına
getirilmesi, bu savunma hattının güçlendirilmesi maksadını taşıyordu.
Osmanlıların da gayet açık bir şekilde öngördüğü gibi, Tuna
Prenslikleri ve Balkan toprakları Habsburg ve Romanovların hedef
bölgesi olmaktan kurtulamadı. 18. yüzyıl boyunca Osmanlı-Habsburg
ve Romanov çatışmaları ve anlaşmalarında Eflâk bölgesi ile ilgili
belirleyici hedefler ve hükümler yer aldı. 1714-1718 OsmanlıAvusturya savaşı Pasarofça Antlaşması ile neticelendiğinde, Küçük
Eflâk bölgesi Avusturya’nın eline geçti. Bu durum 1739 Belgrad
Antlaşmasına kadar devam etti (Uzunçarşılı, 1956, s. 144). Belgrad
antlaşması ile bu bölge tekrar Osmanlı egemenliğine girdi. Bu tarihten
sonra Tuna Prensliklerinde Rusya’nın yayılmacı hareket tarzı daha
fazla hissedilmeye başladı. Özellikle II. Katerina’nın hükümdarlığı
Balkanlardaki bu emperyalist hareket tarzının bir plan çerçevesinde
uygulamaya geçirildiği dönem oldu. Eflâk ve Boğdan’da bir ‘Daçya
Krallığı’ oluşturulması ve bu krallığın başına Katerina’nın
gözdelerinden G.A. Potemkin’in geçirilmesi Balkanların Rus
egemenliğine girmesi hedefinin bir kısmını oluşturuyordu (Madariaga,
1997, s. 67-69). Her ne kadar Katerina’nın İstanbul ve Balkanlar için
planladığı küçük ve bağlı devletçikler oluşturma fikri neticeye
ulaşamasa da, 1768’de meydana gelen Osmanlı-Rus savaşında Rus
kuvvetlerinin Balkanlar içerisine yayılması engellenemedi. 1770
itibariyle Ruslar, Eflâk ve Boğdan içerisinde ilerlediler. 1774 Küçük
Kaynarca Antlaşmasıyla son bulan savaş neticesinde Rusya önemli
kazanımlar elde etti. Antlaşmanın 16. maddesi ile Bucak, Akkerman,
Kili, İsmail ve Bender kaleleriyle Eflâk ve Boğdan Osmanlı
İmparatorluğu’na iade ediliyor ancak bazı şartlar sunuluyordu. Bu
şartlar içerisinde en önemlileri her iki voyvodalıkta af ilanı, bakaya
vergilerin affı, iki sene boyunca vergiden muafiyet, cizye dışında
bölge halkından herhangi bir vergi talep edilmemesi, Müslüman olan
Eflâk ve Boğdan kapı kethüdalarının yerine Ortodoks mezhebinden
kişilerin tayini gibi başlıklardır. Bu vesile ile lüzumu halinde
Rusya’nın Eflâk ve Boğdan meselelerine ve dolayısıyla Osmanlı’nın
147
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
bölgedeki tasarruflarına karışma hakkı tescillenmiştir (Uzunçarşılı,
1956, s. 422-424). Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’nın
bölgedeki etkisi daimi hale gelmiştir. Rus Çarı’nın Ortodoks halkının
hamisi olduğunun kabulü olarak görülebilecek bu antlaşma ile
yalnızca Tuna Prensliklerinde değil, bu yolu kullanarak tüm Balkanlar
üzerinde Rusya’nın güç kazandığı görülür. 1774-1802 arasında
3
bölgedeki Rus etkinliği giderek artmıştır. Rusya, bölge halkının
yaşadığı sıkıntıları, çeşitli suiistimal, saldırı ve gasp gibi vakalardan
doğan şikâyetleri ilettikleri, ticari problemleri ve tüccarların
karşılaştığı sorunları aktardıkları bir merci haline gelmiştir. Üstelik
Osmanlı’nın Eflâk ve Boğdan için seçtiği voyvodayı veto etme hakkı
da bulunuyordu. Bu bakımdan, gerek ticari gerekse politik istihbarat
açısından voyvodalıklar Rusya’nın Balkanlardaki en önemli
merkezleri haline gelmişti. 1788-1792 Osmanlı–Rus savaşı esnasında
Bükreş’te bir Rus konsolosluğu bulunmaktaydı. Savaşın akabinde
Yaş’ta da bir konsolosluk açıldı. Bu konsolosluklar, Tuna
prensliklerindeki Rus çıkarlarının korunması ve dolayısıyla Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı bölgede egemenliği geliştirecek her türlü bilgi,
şikayet ve ticari ilişkilerin toplandığı birimler oldu (Jewsbury, 1976, s.
18-19). 1790’dan itibaren Küçük Eflâk bölgesinin tam karşı kıyısında
yer alan Vidin’de yeniçeri ağalarından olan Pazvantoğlu Osman’ın
giderek güç kazanması ve 1798’de Osmanlı merkezi idaresi ile açıkça
muharebeye girişecek denli güç kazanması, Rusya’nın Tuna
prensliklerine olan ilgisini daha da artırmasına yol açtı. Bunun nedeni,
18. yüzyılın tipik ve güçlü ayanlarından olan Pazvantoğlu’nun bir
3
Bu süreç içerisinde 1774’te Küçük kaynarca, 1779’da bu konuyla ilgili
açıklayıcı bir düzenleme, 1783’te yine konuyla ilgili bir Senet, 1784’te bir
Hatt-ı Şerif, 1792’de Yaş Antlaşması ve 1802’de yine voyvodalıklar ilgili bir
Hatt-ı Şerif ile hem voyvodalıkların hak ve imtiyazları hem de Rusya’nın
bölge üzerindeki denetim ve müdahale yetkileri genişlemiştir (Jewsbury,
1976, s.18). 1791 tarihinde Avusturya ile yapılan Ziştovi Antlaşmasında da
Eflâk bölgesinin korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Antlaşma
şartlarına göre Eflâk, Osmanlı İmparatorluğu’na iade edilmiştir. Vidin
muhafızı, kadısı ve yeniçeri zabitleri, Eflâk’taki halkın öncekinden daha
ziyade rahat ve huzur içinde olmalarına dikkat ederek, bölgenin imarını ve
halkın huzurunun sağlanmasını temin edeceklerdir. Buna ek olarak Eflâk
halkının her türlü tacizden ve zulümden emin olabilmeleri için tüccardan ve
savunma için bölgede bulunması gereken yamakandan başka hiç kimsenin,
izinsiz olarak Eflâk’a geçmelerine ve yerleşmelerine izin verilmeyecektir.
Özellikle Vidin yamakanından hiç kimse, görevi ve elinde izin kâğıdı
olmadan Eflâk’a giremeyecektir. Bu önlemin amacı Eflâk halkının canını ve
malını çeşitli saldırı ve usulsüz uygulamalardan koruyabilmektir. Eflâk
Voyvodası Mihal, bölgede bu nizamın sürdürülebilmesi için Vidin muhafızı
ile birlikte çalışacaktır (VŞS 68:82b). Ağustos 1791 (Evahir-i Zilhicce 1205).
148
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
4
şekilde Fransa ile gizli görüşmeler yaptığının duyulmasıydı.
Fransa’nın Napolyon dönemi yayılmacı politikasının hız
kazanmasından ve Balkan bölgesine bu şekilde yayılmaya
çalışmasından endişe eden Rusya, Pazvantoğlu ile Fransa’nın bu
yakınlaşmasını yakından takip etti.
Pazvantoğlu Osman’ın
idaresindeki eşkıyaların Eflâk bölgesine saldırılarından ve bölge
halkını taciz etmesinden doğan şikayetlerin İstanbul’a iletilmesi ve
Pazvant’ın eylemlerinin engellenmesi için Rusya, konsoloslar
vasıtasıyla sürekli olarak gelişmelere müdahil oldu (Jewsbury, 1976,
s. 23-24).
Osmanlı’nın Eflâk Nizamı ve Vidin Kadı Sicillleri:
Osmanlı İmparatorluğu, Tuna prensliklerini ve Balkan
topraklarını Rus dominasyonundan kurtarmak ve tampon bölgesini
muhafaza edebilmek için Eflâk ‘nizamı’nın korunmasına azami dikkat
göstermektedir. Bu ‘nizam’ iki temel kaynağa dayanmaktaydı.
Bunlardan birincisi Osmanlı Hükümdarının, vergi, toplumsal düzen,
iaşe, iç güvenlik gibi konularda sınırları ve uygulama biçimini
belirlediği fermanlar ve hatt-ı şeriflerdir. İkinci kaynak ise OsmanlıAvusturya ve Rusya arasında gerçekleşen barış antlaşmaları ve
ahitnamelere dahil olan ve Eflâk reayasının güvenliği, vergi afları,
ticari ilişkileri gibi konularda konulmuş hükümlerdir (Panaite, 2007, s.
23-24). Barış antlaşmalarına dahil edilen konuların bölgede hayata
geçirilebilmesi, Eflâk ve çevresindeki bölgede görev yapan taşra
idarecilerinin bilgilendirilmesini gerektirdiğinden, Eflâk ile komşu
olan ve çeşitli ilişkilerde bulunan tüm kazalara gerekli bilgi akışı
sağlanmıştır. Osmanlı taşra yönetiminin başat aktörlerinden olan
kadılar, merkezden gelen her türlü emri sicil defterine kaydetmek ve
muhataplarına iletmekle görevlidirler. 18. yüzyıl sonunda Eflâk’ın en
yakın komşusu durumunda olan Vidin, Eflâk nizamı ile ilgili emirlerin
gönderildiği başlıca merkezlerden biri halindedir. Coğrafi yakınlığının
ötesinde, Eflâk topraklarına çeşitli saldırılarda bulunan Vidin ayanı
Pazvantoğlu Osman’ın huzur bozucu faaliyetleri sebebiyle de bölge
nizamının korunmasına dair emirleri olduğu kadar bu husustaki
tekidleri de içeren hükümlerin muhatabı durumundadır. Yukarıda da
belirtildiği üzere, 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Kadı sicilleri,
Osmanlı imparatorluğunun Eflâk nizamını ve bölgenin korunmasına
ilişkin tedbirleri anlamak bakımından önemli veriler sunmaktadır.
Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ve Avusturya ile yaptığı
savaşın hemen akabindeki bir süreci tasvir ediyor oluşu gerekse Vidin
ayanının bölgede güç kazanmak için Eflak’ın da içinde bulunduğu
4
Fransa’nın Pazvantoğlu Osman ile bağlantısı ve Vidin bölgesi ile ilgili
planları için bkz. (Boppe, 1886).
149
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
çevre bölgelere saldırılara başladığı bir dönemi ifade etmesi açısından
1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin sicilleri Eflak nizamı ve bölgenin
korunması ile ilgili oldukça önemli bir kaynak konumundadır.
Aşağıda Vidin sicillerine yansıyan biçimiyle Osmanlı merkezinin
Eflâk’ı korumak için aldığı tedbirler açıklanmaya çalışılacaktır.
Eflâk’ın Önemi ve Vidin’le İlişkisi:
Eflâk bölgesi, Vidin’in hemen karşı kıyısında yer alması
bakımından bölgede gerçekleşen her olay ve durumdan etkilenmiştir.
5
Bir anlamda Vidin’in arka bahçesi olarak kullanılmıştır. Kereste ve
6
zahire ihtiyacının büyük bir çoğunlukla Eflâk’tan sağlanıyor olması,
zaman zaman bu bölgenin kaynaklarının ve halkının, Vidin idarecileri
ya da yeniçeriler tarafından taciz edilmelerine neden olmuştur.
Eflâk’ın ve reayasının bu tür saldırılardan korunması merkez
açısından her zaman tembih edilen hassas bir konu olmakla beraber bu
korumanın her zaman mümkün olabildiğini söylemek doğru değildir.
Ekonomik açıdan Eflâk, Boğdan ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu
açısından hububat, büyükbaş hayvan, bal, balmumu ve süt ürünleri
5
Osmanlı ordusunun Rumeli’den kereste ihtiyacını karşıladığı en önemli
bölge Eflâk bölgesidir. Eflâk’ın Vidin’e olan yakınlığı hem alışverişi, hem de
kanun dışı ticareti ve bazen yağma faaliyetlerini kolaylaştıran bir faktördür.
Eflâk tarafından İsmail kalesine gidecek kereste, Kalafat iskelesinden gemiye
yüklenmiş ve navlunu yüz kuruşa anlaşılarak, sefine kaptanına Eflâk
voyvodası tarafından ödenmiştir. Eflâk’tan İsmail ve Kili kalesine
gönderilecek olan kereste Vidinli reislerin gemilerine yüklenmektedir. Reisler
ve Eflâk voyvodasının kapı kethüdası Yorgaki Boyar Vidin meclisinde ne
kadar kereste yüklendiğine ve karşılığında Eflâk voyvodasının ne kadar
navlun ödediğini kaydettirirler. Bu kayda göre Vidinli gemi reisleri, 25.
Bölüğün Serdengeçdi ağalarından Mehmed Ağa, 100. Cemaatin
Alemdarlarından İbrahim Alemdar ve 87. Cemaatten Halil Reis, her bin
vukiyyesi dokuzar kuruşa navlun olmak üzere anlaşarak, iki yük on üç bin
yedi yüz altmış yedi vukiyye keresteyi gemilerine yüklemişler ve karşılığında
dokuz yüz yirmi üç kuruş yirmi dokuz parayı Eflâk kapı kethüdasından teslim
almışlardır (VŞS 167:80b). 7 Mayıs 1795 (17 Şevval 1209).
6
Eflâk sadece ordunun ihtiyaçları için değil, Vidin şehrinin zahire ihtiyacı
için de vazgeçilmez bir kaynak durumundadır. 17 Mart 1793 (4 Şaban 1207)
tarihinde, Vidin’de küçükbaş hayvan kıtlığı olduğu ve bu sebeple Eflâk
tarafından beş kazanın zahiresine ihtiyaç duyulduğu merkeze bildirilmiş,
Eflâk’tan ithal edilmesine izin verilmesi istenmiştir. Bununla birlikte aynı
gerekçe ile Vidin’de koyun ve keçi mubayaasının affedilmesi de
istenmektedir. (VŞS 6:7a). Gerçek durumda Vidin bölgesinde bir kıtlığın
yaşanıp yaşanmadığını anlamak kolay değildir. Devlet adına uygulanan
mübayaa ve vergi işlerinden kaçınmak için bu şekilde bahane üretilmesi de
mümkün olduğu için, merkeze gönderilen bilginin doğruluğu oldukça
şüphelidir. Ayrıca, Eflâk bölgesi Rusçuk kalesi ve bölgesi açısından da zahire
deposu halindedir (Kaçan Erdoğan, 2011, s.31-32).
150
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
kaynağı halindeydi.7 Bu ürünler, çeşitli milletlere tabi tüccarlar
tarafından yerel pazarlardan satın alınıyor ve İstanbul’daki kapan
pazarında satılabiliyordu.8 Merkezi idare, İstanbul’un iaşesi ya da ordu
ihtiyaçları için koyun, sığır ve hububat alımını gerçekleştiriyordu.
Merkezi yönetimin bu işle ilgilenen görevlileri, ilk alımları
gerçekleştiriyor ve ödenecek fiyatları da belirliyorlardı. Bu
görevlilerin fiyatları belirlemek dışında daha geniş yetkileri de
bulunmaktaydı ve bazı durumlarda bu yetki kullanımı müsadereye
kadar genişleyebiliyordu. Bu nedenle zaman zaman idareci
suiistimallerinin yaşanması kaçınılmaz olabiliyordu. 9 Eflâk bölgesi
hem İstanbul için hem de çevre bölgesi için bir et, zahire ve tuz
kaynağıdır. Belgrad kalesindeki askerlerin mevacibleri için gerekli
olan zahire, Kalafat İskelesi’nden Vidin Kapıkethüdası Yorgaki Boyar
marifetiyle Vidinli reislerin gemilerine yüklenip, Belgrad’a
ulaştırılıyordu.10 Vidin sicillerinde Eflâk hakkındaki kayıtların birçoğu
çeşitli metaların satın alımı ve yerine ulaştırılması sürecindeki
suiistimallerin engellenmesi üzerinedir.
1205 senesi Recep ayının ortalarında (Mart 1791) merkezden
gelen bir emir Eflâk’ın Vidinliler açısından ne şekilde
kullanılabildiğinin bir örneğini sunar. Aynı sene “düşman-ı din” üzre
sefer organize eden Osmanlı devleti, ordunun yiyecek ihtiyacının
karşılanabilmesi amacıyla Anadolu ve Rumeli’den zahire tertip
edilmesi için birçok sancağa emir göndermiştir. Rumeli’de emir
yollanan bölgelerden biri de Niğbolu ve Vidin arasındaki sancaklardır.
Ancak bu bölge için özellikle vurgulanan durum, Tuna iskelelerinde
ambarların kontrolü ve zahire toplanması ile ilgilenen kişilerin,
ellerinde bulunan tahılları Eflâk tarafına gizlice geçirmeleri ve satışa
çıkarmalarıdır. Bunu yapmalarındaki en büyük saik, sattıkları maldan
daha fazla gelir elde edebilmeleridir ki bu, kayıtlarda şu şekilde ifade
edilmiştir: “karşu canibde zehair akçe idiyor” diye düşünmeleridir.
Ancak ordu için zahire toplanması emredilirken, para kazanmak ve
daha karlı bir satış yapabilmek için bazı yeniçerilerin Eflâk’ta gizlice
ticaret yapmaları, merkezi devlet açısından iki problem doğurmuştur.
Bunlardan biri “berü tarafların zehairin kılletine” sebep olunmasıdır ki
ordunun iaşe ihtiyacı en büyük lojistik problemlerden biridir. Bir diğer
sorun ise “revacı ziyade olması”na neden olunmasıdır. Bu da zaten
nakit sıkıntısı çeken miri hazineyi daha da zorlamaktadır. Zahire satışı
yapan bu tüccarlar işi biraz daha ileri götürüp kayıklarla gizlice
7
Osmanlı İmparatorluğu’nun Eflâk’tan aldığı mallar ile ilgili bir
değerlendirme için bkz. (Marinescu, 1981).
8
(Karpat, 2004:88).
9
(Jelavich, 2006:109-110).
10
(VŞS 69:1). 7 Ağustos 1795 (21 Muharrem 1210).
151
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
öğütücüleri dahi karşı yakaya geçirerek müşteri taleplerini
karşılamaya çalışmışlardır. Merkezi devlet “İbrail bahanesiyle” hiç
kimseye bir dirhem zahire verilmemesini ve izin kağıdı olmadan hiç
kimsenin Eflâk yakasına geçmemesini istemiştir. Vidin muhafızı ve
konuyla ilgilenmek için merkezden gönderilen mübaşir, bölgedeki
zahireyi, hiç kimsenin elinde saklı kalmamak üzere tespit edip
defterini ordu-i hümayuna göndermekle görevlidirler.11 “İbrail
bahanesi” olarak belgede zikredilen gerekçe, sefere hazırlanmak
maksadıyla ordu için zahire ve levazımatın İbrail’e gönderilmesi
meselesidir. Eflâk yakasına ticaret maksadıyla zahire sokmak
isteyenler, sınırdan geçerken muhtemelen bu zahirenin orduya
gideceğini söyleyerek izin almaktadırlar. Merkez tarafından şiddetle
engellenmesi istenen bu davranış daha sonraki kayıtlara bakıldığında
engellenebilmiş görünmemektedir.12
Eflâk ile Vidin arasında görevlilerin ya da reayanın gelip gidişi
merkez tarafından yasaklanarak, mani olunmaya çalışılsa da konu ile
ilgili Vidin sicillerindeki mükerrer emirler, bu yasağın sürekli
çiğnendiğini gösterir. Eflâk ile Vidin’in birbirlerine olan yakınlığı,
yasa dışı geçişleri ve ticareti fazlasıyla kolaylaştırmaktadır.13 1206
senesi evâhir-i Rebiülahir’de (17-26 Aralık 1791) Tuna’nın güney
kıyılarında yer alan kazalardaki kadı ve yeniçerilere gönderilen
emirde, İbrail ve Eflâk muhafazasına memur olarak bölgeye
gönderilen memurların bazıları, belli vakitlerde görev yerlerini terk
ederek Tuna’nın “berü tarafına” geçtiklerinin tespit edildiği ve bu
firarların bir an evvel durdurulması gerektiği bildirilmiştir. Hiç
kimsenin Eflâk tarafına geçmesine izin verilmemesi özenle
vurgulanmıştır.14 Kale muhafazasında bulunan görevlilerin Vidin
tarafına gidiş gelişleri ticari malların Eflâk’a girişini kolaylaştırmak
maksatlı olabileceği gibi, kendilerine adam toplamak maksatlı da
olabilir. Eflâk ile ilgili emirler genellikle bölgede yapılan ticaretin
engellenmesi ve reayaya zulüm edilmemesi yönündedir. Ancak
bölgenin korunmasına yönelik tedbirlerin sıklıkla aksadığı açıktır.
11
(VŞS 68:51b).
“sevahili Tuna vaki’ sahillerden karşu Eflâk canibine habbe-i vahide zahire
füruht olunmamak ve ruhsat virilmemek (hususunda) te’kid ve tehdidi havi
(emirler) Tuna sevahilinde vaki’ mahallerin hükkam ve mütesellim ve
zabitanına hitaben bundan akdemce ısdar ve irsal olunmuştu..” Haziran 1791
(Evail-i Şevval 1205). (VŞS 68:70b).
13
Eflâk yakasının korunması için, hiçkimsenin Eflâk’a izinsiz olarak
geçmemesi, ticaret maksadıyla geçenlerin ise kendilerine bir kefil
göstermeleri, sicile kaydedilerek ellerine tuğralı bir ruhsat verilmesi
öngörülmüştür. Bölgeye girişlerde bu ruhsatlar kontrol edilecek ellerinde izin
belgesi olmayan engellenecektir. (VŞS 68:12b).
14
(VŞS 68:104a). Aralık 1791 (Evasıt-ı Rebiülahir 1206).
12
152
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
Eflâk’a, elinde ferman olmayan hiç kimsenin girmemesi ve reayanın
korunması emri sıklıkla gönderilmesine ve bu konuda görevliler
atanmasına rağmen, bölgeye yasadışı giriş-çıkışlar devam etmiştir.
Eflâk ve Boğdan halkını korumak için görevlendirilen ve Kalafat’a
yerleştirilen çavuşlardan biri, etrafına topladığı bir kaç nefer asker ile
bölgede usulsüzlüklere devam etmiş ve reayayı taciz etmiştir. Bunun
üzerine Vidin muhafızına gönderilen emirde, bahsi geçen çavuşun
Vidin’e getirilmesi ve cezalandırılması istenmiştir. 15 Bu olayın da
işaret ettiği gibi, Eflâk’ın korunması için görevlendirilen yeniçerilerin,
bölgenin tacizinde başrol oynadıkları düşünüldüğünde problemin
esaslı olarak çözülmesinin merkezden gönderilen emirlerin
içeriğinden bağımsız olduğu anlaşılmaktadır.
Eflâk tarafına geçen çeşitli kademelerdeki askeri grup
üyelerinin adalar, dalyanlar ve göllere müdahale etmesi önemli bir
problem oluşturmaktadır. Eflâk’ın merkez açısından önemi, kayıtlarda
geçen şu cümlede oldukça açıktır: “Silistrenin hududu ana Tunanın
mecrasının Eflâk canibinde vaki’ zabt-ı müstakimi farz olunan
mahalden olub, ol tarafa tecavüz itdirilmemek, Eflâk tarafının hududu
dahi zikrolunan mahalden olmak hususu 1178 senesi hatt-ı hümâyûn-ı
şevket-makrûn mûcebince sâdır olan emr-i âlişânda münderic iken”
Eflâk’ın Vidin’den olduğu kadar çevresindeki diğer kazalar tarafından
da suiistimale açık olduğu anlaşılmaktadır. Silistre valisi başta olmak
üzere, Yergöğü, Rusçuk, Tutrakan, Niğbolu, Ziştovi ve Tuna’nın her
iki tarafında yer alan kazaların kadıları, eminleri voyvodaları ve
yeniçeri zabitleri başta olmak üzere tüm idarecilere gönderilen emirde,
1178 senesinde gönderilen hatt-ı hümayunda Silistre tarafından
Eflâk’a müdahale edilmemesi hususunda emir verilmiş olmasına
rağmen Hırsova Emini’nin Eflâk hududunu geçerek Eflâk reayasına
eziyet ettiği ve “hane ihdası” amacında olduğu vurgulanmıştır. Bu
konunun merkeze ulaşması şu şekilde gerçekleşmiştir. Eflâk
reayasından sorumlu olan boyarlar Eflâk voyvodasına bu durumla
ilgili şikâyette bulunmuşlar ve Eflâk voyvodası da bu durumu
merkeze bildirmiştir. Dolayısıyla yukarıda ismi geçen tüm kazaların
örfi ve adli yetkililerinden istenen, Eflâk’a bu müdahalenin
engellenmesidir.16 Eflâk reayasının çeşitli dalyanlar ve göllerden
tuttukları balık üzerinden elde edilen kazanç, bu emirde belirtilen
15
(VŞS 6:13b).
(VŞS 68:123b). Eflâk hududunu ihlal eden kişilerin bulunduğu kazalardan
biri de Rusçuk’tur. Eflâk halkından çeşitli bahanelerle vergi toplamak, Eflâk
topraklarında mandıralar teşkil etmek, reayanın canına ve malına kastetmek
gibi uygulamalarda bulunanların engellenmesi, cezalandırılması ve Eflâk
topraklarının korunması hususunda Rusçuk kadısına da çeşitli emirler
yollanmıştır (Çolak, 2011, s. 99-102).
16
153
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
hudut ihlalini ve reayaya eziyeti doğurmuştur. Reayadan sorumlu
boyarlar bu kazancın ortakları olduğu için doğal olarak şikâyeti
başlatan kesimdirler.
Eflâk’ın çeşitli saldırılardan korunması için yazılan bir diğer
emirde Rusçuk ve Vidin arasında ve Tuna sahilinde yer alan kazaların
örfi ve adli memurlarına, Eflâk ve Boğdan’dan geçecek olan
görevlilerin ellerinde geçiş izni olması gerektiği ve rotalarının
belirlendiği bildirilmiştir. Memurların gideceği rotanın önceden
hazırlanması, hem geçecekleri yollarda kendilerine ve kapı halklarına
gerekli olacak tayinatın sağlanacağı noktaların belirlenmesi hem de
memuriyet bahanesiyle farklı yerlerden geçip daha fazla tayinat ve
akçe toplama gibi yasadışı faaliyetlerin engellemesi amacındadır.
Memleketeynden geçecek olan görevlilerin “hediye mutalebesi ve
levazım-ı saire tekalifi ile voyvodaları iz’ac eyledikleri” duyulursa
cezalandırılacakları belirtilmiştir. Buna rağmen, Hotin, Bender,
Boğdan, Akkerman, İbrail ve İsmail taraflarına gidecek olan
memurların bazen kendileri için tespit edilen yoldan çıkarak Eflâk’a
girdiği ve menzilhanelerden “diledikleri kadar” araba ve at aldıkları
duyulmuştur. Bender tarafına gidenler İsmail geçidinden, Hotin
tarafından gelenler İsakcadan, İbrail ve Boğdan taraflarına gidecek
olanlar ise Hırsova ve Maçin geçitlerinden geçmek zorundadırlar.
Tespit edilen bu güzergâhın dışına çıkan ve Eflâk’a girmeye çalışan
olursa engellenmesi emredilmiştir. Böylece “..Eflâk reayasının o
makûle vücûh-ı mezâlim ve taaddiyâtdan mücânebetleri..” sağlanmış
olacaktır.17
Sonuç
1790-1795 yılları arasındaki Vidin Kadı Sicilleri
incelendiğinde, Eflâk bölgesinin her türlü suiistimal ve saldırıdan
korunması için Osmanlı merkezi idaresinin ne tür tedbirler aldığını
açıkça görmek mümkündür. Öncelikle Eflâk reayasının kanunsuz ve
defaten vergi talebiyle rahatsız edilmemesi hususiyetle vurgulanmıştır.
Eflâk bölgesinin Osmanlı ordusuna ve İstanbul’a zahire, et ve kereste
sağlayan bir bölge olması nedeniyle bu malların yasadışı alımı ve
satımı, kayıtlara geçirilmeden ülke içerisinde veyahut dışarısına ticaret
maksadıyla geçirilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. 18. üzyılın son
yıllarında Rusya ve Avusturya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında
geçen savaşların genellikle Balkanlar sahasında cereyan etmesi hem
ekonomik kaynakların hem de insan kaynağının tahribatına sebep
olmuş, bölgede bir çok firari asker, eşkıya ve başıbozuk grupların
yoğunlukla görülmesine sebep olmuştur. Bu durum Eflâk bölgesinin
reayasını her açıdan huzursuz etmekte, zaman zaman canlarına ve
17
(VŞS 167:33a). Haziran 1795 (Evahir-i Zilkade 1209).
154
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
mallarına kasteden bu gruplarla mücadele etmelerini gündeme
getirmektedir. Bu nedenle, reayayı ve bölgeyi güvende tutabilmek
maksadıyla bölgeye giriş ve çıkışlar izne bağlanmış, izin kâğıdı
olmayan hiç kimsenin hiçbir sebeple Eflâk’a girişlerine izin
verilmemesi istenmiştir. Bu tedbirlerle birlikte bir diğer önemli konu
ise Eflâk’ın Vidin idarecileri ve yeniçerilerinden korunmasıdır.
1790’dan itibaren Vidin’de güç kazanan Vidin ayanı Pazvantoğlu
Osman, Rumeli sahasındaki eşkıya gruplarını kendi kapısında
toplayarak bir askeri güç oluşturmuş ve kişisel servetini geliştirmek
için çevre bölgelere akınlara başlamıştır. Vidin’in hemen karşısındaki
Eflâk’ta bu saldırılardan nasibini alan bir bölge olmuştur. Dolayısıyla
Vidin yeniçerilerinin yasadışı ticaret, kanunsuz vergi talebi ve toprak
gaspı gibi faaliyetlerinden bu bölgenin korunabilmesi için bir çok emir
ve ferman bölgeye yollanmıştır. Kadı sicillerinde bu tür emirlerin
defaatle tekrarlanmasından, istenmeyen bu davranışların tamamen
engellenemediği anlaşılabilir. Ancak Osmanlı merkezi, Eflâk’ın
korunması hususundaki hassasiyetini asla kaybetmemiştir. Bu
hassasiyetin sebeplerinden biri reayanın huzur ve güvenliğinin, devlet
yönetim anlayışının temel esaslarından biri olması iken bir diğer husus
Osmanlının Rusya ve Avusturya ile yaptığı barış antlaşmaları ve
ahitnamelerdeki hükümlere uyma çabasıdır. Özellikle 1774 sonrasında
Balkanlarda giderek güç kazanan ve kendisini Ortodoks reayanın
hamisi olarak gören Rusya’nın bölgede ilerlemesi ve destek
kazanması
engellenmek
istenmektedir.
Küçük
Kaynarca
Antlaşmasından sonra Eflâk ve Boğdan’daki herhangi bir
huzursuzlukta kendisine müdahale alanı açmaya çalışan Rusya’ya bir
bahane vermemek önemli bir hassasiyettir.
Kaynakça
Vidin Şeriye Sicililleri (VŞS) 6, 68,69,167 numaralı defterler, Sofya
Millî Kütüphanesi Oryantal Bölümü.
Boppe, A. (1886, 1). La Mission De L'adjudant-commandant
Meriagea Widin. Annales Ecole Libre De Politiques , 259-293.
Çolak, K. (2011). Rusçuk ve Eflâk Sınır Bölgesinde Eşkıyalık ve
Asayiş Meselesi (1550-1600). In M. (Ferlibaş) Bayrak (Ed.),
Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 91-107).
İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Hochedlinger, M. (2003). Austria's Wars of Emergence War, State
and Society in the Habsburg Monarchy 1683-1797. Longman.
Jelavich, B. (2006). Balkan Tarihi 18. ve 19. Yüzyıllar (Vol. 1). (İ. v.
Durdu, Trans.) İstanbul: Küre Yayınları.
155
Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan
ÖZDEMİR
Jewsbury, G. F. (1976). The Russian Annexation of Bessarabia: 17741828. East European Quarterly.
Kaçan Erdoğan, M. (2011). Rusçuk Kalesi. In M. (Ferlibaş) Bayrak
(Ed.), Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 2155). İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Karpat, K. (1994). Eflâk. Dİyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , 10 , 466469. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları .
Madariaga, I. d. (1997). Çariçe Katerine, Çağının Sınırlarını Zorlayan
Kadın. (M. Harmancı, Trans.) İstanbul: Sabah Kitapçılık.
Marinescu, F. (1981). The Trade of Wallachia with The Ottoman
Empire Between 1791 and 1821. Balkan Studies , 22 (2), 289319.
Panaite, V. (2007). Wallachia and Moldavia From The Ottoman
Juridical and Political Viewpoint, 1774-1829. In A.
Anastasopoulos, & E. Kolovos (Eds.), Ottoman Rule and The
Balkans, 1760-1850 Conflict, Transformation and Adaptation
(pp. 21-44). Rethymno: Univarsity of Crete Department of
History and Archeology.
Shaw, S. (1994). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Vol. 1).
(M. Harmancı, Trans.) İstanbul: E Yayınları.
Sumner, B. (1965). Peter the Great and the Ottoman Empire. Archon
Books.
Uzunçarşılı, İ. H. (1956). Osmanlı Tarihi (Vol. IV). Ankara: TTK
Basımevi.
156
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
AZƏRBAYCAN FOLKLORUNDA TƏBİƏT VƏ ƏTRAF
MÜHİTİN QORUNMASI MƏSƏLƏLƏRİ
Themes of Protection of The Nature and Environment in The Folk
Art of Azerbaijan
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Xülasə
Azərbaycanda ətraf mühitin qorunmasının dərin, tarixi kökləri
vardır. Şifahi xalq ədəbiyyatında ətraf mühitə münasibətlə bağlı
kifayət qədər maraqlı məlumatlara rast gəlirik; nağıl və dastanlarda,
rəvayət və əfsanələrdə, uşaq nağıllarında və xalq mərasimlərində,
bayatı və ağılarda, layla və oxşamalarda insan-təbiət münasibətləri
geniş şəkildə əksini tapıb. Məqalədə xalq yaradıcılığının müxtəlif
janrlarıda insanın təbiətə münasbəti, ətraf mühitin qorunması ilə
əlaqədar yaranmış fikirlər əsas yer tutur. Müəlliflər tədqiq etdikləri
məsələni öyrənərkən xalq təfəkküründən süzülüb gələn nümunələrə
xüsusi diqqət yetirmiş, onlardan çoxlu misallar gətirmişlər. Bu,
araşdırma zamanı problemin açılmasında xeyli köməklik etmişdir.
Açar sözlər: ətraf mühitin qorunması, şifahi xalq ədəbiyyatı,
folklor nümunələiri, fauna və flora, ekololoji tərbiyə, biomüxtəliflik,
təbiət-insan münasibətləri, təbii sərvətlər, ekosistem.
Abstract
Protection of the environment in Azerbaijan has long, very old
roots. In folk art we come across enough interesting information about
the environment. Natureman relations are widely reflected in tales and
eposes, legends and mythes, children tales and folk ceremonies,
bayatis and elegies, lullabies and okhshamas. In this article a man,s
attitude to the nature in different genres of folk art ,ideas about
protection of the nature are mainly showed. The authors especially
paid attention to the samples coming from folk mentality, used them
as examples. Researching, it helped much to solve the problem.
Clue words: protection of the environment, folk art, folk
examples, fauna and flora, ecology education, biodiversity, nature and
man relation, natural resources, ecosystem, and etc.

A. Bakixanov adına Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Tarix İnstutunun
Dissertantı, Bakı, e-mail: diriliqurbani@gmail.com
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Giriş.
Orqanizmlərin öz aralarındakı münasibətləri və ətraf mühit
komponentləri ilə qarşılıqlı əlaqələrini öyrənən ekologiya, anlayış
kimi birinci olaraq Q.Toro (1858) tərəfindən işlənmiş, 1866-cı ildə isə
onu alman zooloqu E.Hekkel elmlər sırasına daxil etmişdir.
Ekologiya uzun müddət canlıların ətraf mühiti haqqında elm hesab
edilmiş, gah da biologiya sözünün dar mənasında işlədilmişdir. Ancaq
ekologiya bir elm kimi həqiqi istiqamətini və obyektini XX əsrin II
yarısında müəyyənləşdirib. Ekologiyanın inkişafını 5 əsas dövrə bölən
professor Qara Mustafayev qeyd edir ki, I dövrdə (XVIII əsrin sonuna
qədər) ayrıca ekologiya olmasa da, bitki və heyvanları öyrənərkən
onların yaşama şəraiti nəzərə alınırdı (Mustafayev, 1993: 7).
Orqanizmin ətraf mühitlə qarşılıqlı münasibəti və təbii sərvətlərdən
düzgün istifadə ekologiyanın əsas problemlərindən biridir.
İnsanın ətraf mühitə təsiri daha çox sənaye müəssisələrinin,
inşaat obyektlərinin, kənd təsərrüfatı sahələrinin geniş şəkildə inkişafı
ilə bağlıdır. Lakin buna qədər də antropogen faktorlar mövcud olmuşdur. Arxeoloji qazıntılar, şifahi xalq ədəbiyyatı, o cümlədən folklor
nümunələri insan-təbiət münasibətləri haqqında müasir ekologiya elminə zəngin material verir. Müxtəlif fəlsəfi cərəyanlarda və dini
baxışlarda da ətraf mühitin qorunması və insanın təbiət haqqında
fikirləri əks olunub. Yarandığı ilk dövrlərdən təbiətlə qarşılıqlı
münasibətdə olan insan bir tərəfdən təbiəti sevmiş, digər tərəfdən
tələbatına uyğun olaraq ətraf mühitə təsir göstərmişdir. Belə ki, təbii
sərvətlərdən kortəbii istifadə, tayfalar və dövlətlərarası müharibələr
min illər ərzində təbii ehtiyatları tükəndirmiş, bioloji müxtəlifliyə təsir
edərək genefondu sıxışdırmış, populyasiyanın dinamikasını
zəiflətmişdir. İlk dövrlərdən başlayaraq təbiəti öyrənməklə yanaşı,
həm də ondan faydalanan əhalinin fəaliyyəti çox vaxt aqressiv forma
almış, nəticədə təbiət istismar edilmişdir. Ona görə də ətraf mühitə
düzgün münasibət yasaqlıq və qoruqların yaradılması kimi vacib
tədbirlərin tətbiqinə səbəb olmuşdur. Belə tədbirlərin həyata
keçirilməsi tarixi baxımdan çox-çox əvvəllərə gedib çıxır. Qədim və
orta əsr insanlarının mifik düşüncə tərzində, adət-ənənələrində, hələ o
qədər də kamil olmayan şüurunda təbiəti qorumaq məqsədilə
müqəddəsləşdirmə variantından istifadə etmələri ətraf mühit
amillərinin müəyyən dərəcədə qorunub saxlanılmasına kömək
etmişdir. Bu cəhətdən araşdırmalarımız göstərir ki, “ata-babalarımız,
ulularımız bir sıra elmləri (botanika, zoologiya, morfologiya,
fizologiya, genetika, psixologiya, pedaqogika, fəlsəfə, etalogiya, hətta
ekologiya və s.) əsrlərlə qabaqalayıblar (Mustafayev, 2008: 16).
Material və Metodlar
Tədqiqatın materialını Azərbaycan və Türkiyə Türkcəsində
yer almış şifahi xalq ədəbiyyatına aid elmi və elmi-kütləvi məqalələr,
158
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
ədəbiyyatlar, söyləmələr təşkil edir. Məqaləni işləyərkən müqayisəli
təhlil və araşdırma üsullarından istifadə olunmuşdur.
Müzakirələr və Nəticələr
Nağıllarımızda çətinliklərlə üzləşən qəhrəmanların ən etibarlı
köməkçiləri
heyvanlardır. İnsanın onlara elədiyi yaxşılıqları
heyvanlar unutmur, dar gündə əvəzini ödəməyə çalışırlar.
“Məlikməmməd” nağılında bunu daha yaxşı görmək olar (Axundov,
2005). “Məlikməmməd bir ağacın dibinə gəldi. Elə bir az oturmuşdu,
gördü bu ağaca bir əjdaha dırmaşır. Əjdaha bir az yuxarı qalxmışdı ki,
ağacın başında çoxlu quş balasının səsi gəldi. Demə, bu ağacda
Zümrüd quşunun yuvası var imiş. Bu Zümrüd quşu havaxt ki,
yumurtadan bala çıxarıb bəslərmiş, balaları böyüyəndə əjdaha gəlib
onarı yeyərmiş. Zümrüd quşu da bala üzünə həsrət qalarmış. Bu dəfə
də əjdaha ağaca dırmaşırdı ki, yenə Zümrüdün balalarını yesin,
Məlikməmməd bunu gördü, gəlib qılıncını çəkib əjdahanı iki parça
elədi...”
Bütün nağıllarımızda olduğu kimi burada da təbiət-insan
münasibətləri diqqəti cəlb edir. Məlikməmməd mifik obrazdır.
Ətrafında cərəyan edən hadisələrin gərginliyinə baxmayaraq, o,
həmişə qələbə çalır. Çünki əlindən yalnız yaxşılıq gəlir.
Məlikməmməd yaxşılıq etdiyi heyvanlar tərəfindən sevilir, göstərdiyi
qayğıya görə özünə qarşı diqqət görür. Təqdim olunan parçada
münasibətlərin daha qabarıq verilməsi təsadüfi xarakter daşımamış,
müasir tələblər baxımından, əsrlər boyu əhalinin ekoloji tərbiyəsində
böyük əhəmiyyət kəsb etmişdir. Nağılda qeyd olunduğu kimi
Məlikməmməd qaranlıq dünyada məskən salmış Zümrüd quşunun
balalarını əjdahadan xilas edir. Bu yaxşılıq unudulmur. Quş qanadını
onun üstünə çəkib qızmar günəşdən qoruyur, belinə mindirib işıqli
dünyaya çıxarır. Bununla kifayətlənmir, baldırından kəsib verdiyi əti
yerinə qoyub sağaldır. Tükündən Məlikməmmədə verir ki, çətinə
düşsən yandırarsan. Nağıllarımızın çoxunda xilaskarını çətinliklərdən
qurtarmaq məqsədi ilə heyvanlar belə hərəkət edirlər. “Ağ atlı oğlan”
nağılında (Axundov, 2005: 290) zalım dərvişi öldürüb, otaqları gəzən
Nərbala quşun qəfəsə salındığını, əti atın, otu itin qabağına
qoyulduğunu görüb, yerlərini dəyişir, quşu açıb buraxır. Heyvanlar bu
yaxşılığın qədrini bilir, Nərbaladan ayrılmırlar. Son anda quş
tükündən ona verib, çətinliyə düşəndə yandırarsan deyir. Döyüş vaxtı
heyvanlar Nərbalanı meydanda tək qoymur, qələbə çalması üçün
köməklərini əsirgəmirlər. “Vəfalı at” nağılında Məlik Məhəmmədə
xətər yetirmək məqsədilə padşah onu qonaqlığa çağırır ki, xörəyini
zəhərləyib öldürsün. Nağılın qəhrəmanı əlini yeməyə uzadanda
tutuquşu onun əlini dimdikləyir, “gözlərini ağardır”, zəhərlənmiş
xörəyi yeməyə qoymur (Azerbaycan Nağılları, 2004: 73). “Ağ quşun
nağılı”nda quş, qəhrəmanı gözləyən uğursuzluqlardan xəbərdar edir
159
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
və vəziyyətdən çıxmaq üçün ona məsləhətlər verir, bir neçə dəfə ölüm
təhlükəsindən qurtarır (Təhmasib, 2005: 107). Nağıllarımızda rast
gəlinən bu cür münasibətlərin ətraf mühitin qorunmasında böyük rolu
olmuşdur. “Təpəgöz” nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 242)
şirin uşağı götürüb saxlaması, ona xususi qayğı göstərməsi,
böyüdükcə uşağın xasiyyətlərinin, hərəkət və davranışının şirə
oxşaması sübut edir ki, folklor nümunələrində qədim insanlar heç də
çöl heyvanlarına yırtıcı kimi baxmamış, onlardan özlərinə qarşı diqqət
görmüşlər. Nağılın qəhrəmanı Təpəgözdür. İnsan qanına susayan bu
məxluq tilsimlidir, sehirlidir. Ona görə də üstünə nə qədər qoşun,
pəhləvan gəlirsə bacara bilmirlər. Çünki Təpəgözə qılınc, nizə, ox
batmır. Onunla yalnız şirin böyütdüyü İsgəndər bacarır. Təpəgözlə
qeyri-bərabər döyüşə gedən İsgəndərin şir anası oğluna tükündən
verib deyir ki, “dara düşəndə oda tutarsan, gələrəm”. Tükün
yandırılması ilə heyvanların insanların köməyinə gəlməsi əksər
nağıllarda var. Maraqlıdır ki, şir insan övladına öz balası kimi
müraciət edir. İsgəndəri Təpəgözlə döyüşə yola salan şir deyir: “Öğul, sən şir oğlusan, şir südü ilə böyüyənə sehir, əfsun kar edə
bilməz”. Təpəgözün hiylələri nəticəsində qaranlıq dünyaya düşən
İsgəndəri yaxşılıq etdiyi Zümrüd quşu işıqlı dünyaya çıxarır
(Azerbaycan Nağılları, 2004: 249).
Təpəgözün başqa bir prototipi “Oğuznamələr”də təsvir olunan
kərgədan obrazıdır. O da Təpəgöz kimi adamları yeyir, xalqın
boynuna ağır yük qoyur. “...Bu yerdə böyük bir meşə vardı. Çoxlu
balaca, böyük çaylar vardı. Bura çoxlu-çoxlu heyvanlar gəlirdi, burada
çoxlu quşlar uçuşurdu. Bu meşədə böyük bir kərgadan vardı, atları,
adamları yeyirdi. İyrənc heyvan idi...” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11).
Bilqamıs dastanındakı Humbaba da zəhmli, iyrənc kimi təsvir edilir.
Lakin Humbaba, meşənin qoruyucusudur. O, əhalinin meşədən
istifadəsinə imkan vermir, həmçinin özü də meşəyə ziyan vurmur.
Ona görə də Humbabanı öldürüb meşəni qırıb dağıdan Enküdü
tanrıların qəzəbinə gəlir (Mahmudov, 2003). Oğuz isə kərgədanı
öldürdüyü üçün nəinki cəzalandırılmır, şan-şöhrəti daha da artır.
Təpəgözü qətlə yetirən İsgəndər də xalq tərəfindən sevilir.
”Oğuznamələr”dəki kərgədan bioloji növ deyil, qorxunc təsəvvür
yaratsın deyə, kərgədan cildində “qara qüvvələrin, şərin timsalıdır.”
Şər qüvvələrə qarşı dura bilən qəhrəman güclü və yenilməz olmalıdır.
Oğuz da belədir. O, İlahi Ay kağanın oğludur. ”Ayağı öküz ayağı tək,
beli qurd beli tək, çiyni samur çiyni tək, köksü ayı köksü tək idi.
Bədəninin hamısı sıx tüklə örtülü idi, ilxılar qovurdu, atlar yorurdu,
keyik avlayırdı.” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11). Göründüyü kimi, Oğuz
morfoloji cəhətdən güclü vəhşi heyvanlara bənzədilir. Bədəninin sıx
tüklə örtülü olması da göstərir ki, mənşəcə heyvanla insan
qohumdurlar. Oğuzdan törəyən nəsil onun istəyi ilə təbiətdən gələn
adı daşıyırdı. Oğuzun birinci qadınının göydən şüa içində enməsi və
160
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
ondan olan oğlanların Gün, Ay, Ulduz adlandırılması, ikinci qadının
ağac koğuşunda oturması və ondan olan oğlanların da Ğöy, Dağ,
Dəniz adlandırılması, işıq şüası ilə yenən boz qurdun qoşuna yol
göstərməsi, dastanın sonunda yürüşə çıxan oğlanların yay-ox tapıb
atalarının yanına gəlmələri, Oğuzun onları adlandıraraq hamının yerini
və vəzifəsini təyin etməsi və s. xalqımızın qurd (totem), işıq (od),
yaşıllıq (təbiət), fəza (göylər aləmi, iqlim sərvəti), yer (torpaq, hava,
su), ox və yayla bağlı inamlarını əks etdirir. Beləliklə, Oğuz kağan
bütün kainatın timsalı kimi ilahiləşdirilir (Veliyev - Uğurlu, 1993: 3536). Burada Oğuz nəslinin qoruyucusu da bizim canavar kimi
tanıdığımız qurddur. Ona görə də Oğuz Türkü qurda inanıb, onu totem
kimi qəbul edib.
Dastanlarda da belə nümunələr az deyil. “Şah İsmayıl” dastanında
heyvanların insana köməyindən bəhs edilir. “Şah İsmayıl bir ağacın
dibinə gəldi, oturdu. Elə bu zaman üç göyərçin gəlib ağacın başına
qondu. Göyərçinlərin biri quş dilində dedi:
- Bu nə gözəl oğlandı. Yazığın hayıf ki, gözləri kordu. O biri
göyərçin dedi:
- Bu, Ədil padşahın oğludu. Atası bunun gətirdiyi Gülzara aşiq
olub. Gülzara çatmaq üçün bunun gözlərini çıxartdırıb.
- O biri göyərçin dedi:
- Gəl, onun gözünü sağaldaq.
Göyərçinlər dedilər:
-Ay Şah İsmayıl, yatıbsan oyan, oyaqsan eşit! Gözlərini
yerinə qoy, biz atdığımız lələyi də üstlərinə çək, gözlərin sağalar.
Göyərçinlər bir lələk atıb, uçub getdilər. Şah İsmayıl gözlərini
yerinə qoydu, lələyi çəkdi, gözləri sappasağ oldu” (Axundov, 2005b:
154). Dastanda göyərçinlərin Şah İsmayla ağır durumunda köməklik
göstərmələrinin qabarıq təsvir edilməsi insanda müsbət emosiyaların
yaranmasına, gənclərdə ekoloji təfəkkürün və mədəniyyətin
formalaşmasina səbəb olur, ətraf mühitə qayğıkeş münasibəti artırır.
1. Nəsl Qayğısı
“Ağ quş”un nağılında Şirzadı təhlükəli vəziyyətlərdən xilas
edən Ağ quş da göyərçindir. Göyərçin gerçəkliklə yoxluğun
sərhəddində dayanan, abstraktlaşdirilmiş real varlıqdır və yalniz
yaxşılığa, salamatlığa, sülhə meyillidir. Göyərçinin sülh quşu kimi
seçilməsinin bir səbəbi də bizə görə, bununla əlaqədardir. “Göyərçin”
əfsanəsində (Azerbaycan Xalk..., 1985) deyilir ki, təcavüzkar düşmənə
qarşı döyüş meydanına çıxan hökmüdar anasından dəbilqəsini
gətirməyi xahiş edir. Ana gedib görür ki, hökmdarın dəbilqəsinin
içində göyərçin yuva qurub və bala çıxarıb. Ona toxunmur. Nə səbəbə
dəbilqəni gətirmədiyini soruşduqda ana oğluna hər şeyi öz gözlərilə
görməyi təklif edir. Hökmdar dəbilqədə göyərçinin balaladığını görür
və döyüşə namus nişanəsi sayılan papaqsız gedir. Qələbə çalır. Həmin
161
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
gündən göyərçin sülh quşu sayılır. Növün nəslinin kəsilməsinin
qarşısının alınmasında bu əfsanənin ekoloji tərbiyəvi əhəmiyyəti
böyükdür.
“Kitabi-Dədə Qorqud” dastanında da belə nümunələrə çox rast
gəlirik. “Bundan sonra bogaz ata minmərəm, minsəm belə döyüşlərə
getmərəm” (Haciyevin, 2004: 220) deməklə, canlilara çoxalma
dövründə, eləcə də körpə balalarina toxunmamaq tövsiyə olunur. Bəzi
heyvanlarin, o çümlədən atin müqəddəs hesab edilməsi onların
qorunmasına, nəslinin kəsilməsinin qarşısının alınmasına xidmət
etmişdir. “Şah İmayıl” dastanında qəhrəmanın mindiyi at, adi heyvan
deyil. Pay verən dərvişlərdən birinin Şah İsmayılın atasına - padşaha
verdiyi almanın təsirindən əmələ gəlib. “Bu almani soy, qabığını
qulunluğundan doğmayan Qəmərnişan madyana ver, özünü də iki
qisim elə, bir qismini sən ye, bir qismini də arvadın yesin. Çox
keçməz ki, oğlun olar. Oğlunun adını Şah İsmayıl qoy, Qəmərnişan
madyanın da bir qulunu olar, onun da adını Qəmərday qoy. Şah
İsmayılı o Qəmərdaydan savayı heç bir at gəzdirə bilməz” (Axundov,
2005b: 127). Ona görə də Qəmərday yeldən yeyin, sudan iti gedirdi.
Döyüşlərə ildırım təki şığıyırdı. “Koroğlu” dastanındakı Qıratla Dürat
da belədir. Çünki onlar da adi at deyillər. Dərya ayğırından əmələ
gəliblər (Təhmasib, 2005b: 7). Koroğlunun qələbələrində bu atların
əvəzsiz rolu vardır.
Dastanın qəhrəmanlarına dərviş yuxuda badə içirib, buta verir,
övladı olmayanlara isə alma verir ki, sonsuz qalmasınlar. Yuxuda buta
məqsədilə içirilən badə müalicə əhəmiyyətli mineral sudur – təbii
sərvətdir. Dərvişin övladı olmayanlara alma verməsi nağılllarımızda
da var. Alma üzvi və qeyri-üzvi maddələrlə zəngin meyvədir. Onun
tibbi-bioloji əhəmiyyəti böyükdür. Həkimlərin xəstələrə meyvələrdən
daha çox alma məsləhət görməsi də elə bununla əlaədardır. Dinə görə,
savab (yaxşı) işlər görmüş adam Cənnətə qovuşur. Cənnət dedikdə xoş
iyə, gözəl görnüşə və dada malik müxtəlif növ alma bağları nəzərdə
tutulur. “Məlikməmməd” nağılında qızıl almanın cavanlaşdırıcı
xüsusiyyəti də təsadüfi seçilməyib. Qırmızı almanın (“Qızıl Əhmədi”
sortu) tərkibində dəmir çox olduğuna görə qanında hemoqlobini az
olan xəstələrə məsləhət görülür. Alma maddələr mübadiləsini
yaxşılaşdırır, orqanizmin təravətli qalmasına kömək edir.
Orxon-Yenisey abidələrində də nəsil qayğısına diqqət yetirilir: "Nəsil
verən xoşbəxt ayğıram. Qozağacı yaylağım, quşlu ağac qışlağım,
orada durub zövq alıram, - deyir. Onu bilin yaxşıdır o". Yaxud "ilinə
çatmışı (yaşı çatmışı, qocalmışı) ürütməyim, ayına çatmışı (az yaşlı)
məhv etməyim, yaxşısı olsun, - deyir. Onu bilin, yaxşıdır o!"
Göründüyü kimi birinci misalda ayğır (erkək at) özünü xoşbəxt sayır,
ona görə ki, döllü nəsl vermək imkanına malikdir. Ona görə də
qozağacı yaylağı, quşlu ağac qışlağından mükafatı var. İkinci misalda,
qocalmışı ürütməmək - incitməmək, azyaşlını məhv etməmək -
162
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
öldürməmək, yəni nəsil törətməsinə şərait yaratmaq, mane olmamaq
tövsiyə edilir (Mahmudov, 2004).
Aşıq ədəbiyyatında dölsüzlüklə bağlı nümunələrə də rast
gəlirik. Bu, daha çox uzunmüddətli müşahidələrə əsaslanırdı.
Sərv ağacı hər ağacdan ucadır / Əsli qıtdır, budağında bar
olmaz (Axundov vd., 2004: 162-163.
Sərv - çılpaqtoxumlu bitkidir. Meyvə əmələ gətirmədiyinə
görə aşıq ona “əsli qıtdır, budağında bar olmaz”- deyib. Lakin sərv də
digər çılpaqtoxumlular (şam, küknar, qaraçöhrə, sidr, tuya və b.) kimi
toxumla çoxalır. “Əsli qıt” olsaydı, sərv və onun mənsub olduğu bitki
qrupu nəsil verə bilməzdi. Əlbəttə, bu fikir elmi baxımdan səhvdir.
Sadəcə, bu bitkilər çiçəkləyib meyvə əmələ gətirmədikləri üçün
“barsız-bəhərsiz” (dölsüz) kimi təqdim edilmişdir. Bununla yanaşı,
aşıqlarımızın şeirlərində genetik mülahizələrin yürüdülməsi faktı
maraq doğurur. Məsələn, Aşıq Şenlik düzgün olaraq bu qənaətə gəlir
ki:
Öz dərdini özün üyüt,
Alma, heyva verməz söyüd.
Anlamazlar almaz öyüd –
Şahmar olub çalasan da (Ilkin, 2011).
Hər bir növ yalnız özünəoxşar nəsl törədir. Genetika bu elmi
həqiqəti birmənalı qəbul edir. Hər kəs valideynlərindən aldıqları
əlamətləri irsən nəslə ötürür. Ona görə də aşıq bunun əksi olan fikri
mümkünsüz sayır. “Oğuznamə”də canlıların özünəoxşar nəsl
törətməsi, irsiyyət amili və genetik xüsusiyyətlər diqqəti cəlb edir:
“Qurd ənigi yenə qurd olar.” (Əlizadə, 1987: 144). Zoofitomorfik
miflərdə də faunamıza daxil olan bir çox bitki və heyvan növləri ilə
bərabər, hazırda nəsli kəsilmis, yaxud adı bizə məlum olmayan
növlərə rast gəlirik (Acalov, 1988: 61-75).
Dirili Qurbaninin şeirlərində çağdaş Azərbaycan faunasına
mənsub olmayan heyvanların adı çəkilir:
Dərdim çoxdu, nər-mayalar götürməz,
Kərgədan olmasa, fil mana göndər.
O, "Sevinsin" şerində narınc və turunc kimi subtropik bitkilərin adını çəkir. Aşığın bu şeirindən əkinçilik təsərrüfatında hazırda
becərilməyən bu bitkilərin o dövrdə geniş yayıldığı məlum olur.
“Göndər” şeirində isə kərgədan və fil adlarının qeyd edilməsi göstərir
ki, ya əvvəllər ölkəmizin faunasında bu heyvanlar mövcud olmuş və
sonradan yoxa çıxmış, ya da sadəcə Qurbani fil və kərgədan haqqında
müəyyən təsəvvürlərə malik imiş. Buna onun elmi biliyi imkan vermişdir. Aşığın yüksək müşahidə qabiliyyəti, nəticə çıxarmaq bacarığı
təbiətə münasibtdə daha aydın görünür. Nəsil qayğısına qalmaq bütün
canlıların xüsusiyyətidir. Dirili Qurbani:
“Qarıncalar yuvasını qayırdı,
Gözəl kəklik balasını doyurdu.”
163
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
deyəndə elə bunu nəzərdə tuturdu (Yusif Dirili, 2006). Aşıq Valeh
(XVIII əsr) bir qoşmasında hazırda nəsli kəsilmiş bitki növlərindən
birinin adını çəkir.
Nəstərən, bənövşə çalışa yüz il,
Çətindi ömrünə yetəndə müşkül,
Əgər zülflərinlə bəhs etsə sünbül,
Düşər ayaqlara qərabət çəkər (Axundov, 21004:
202).
Göründüyü kimi burada lalə, bənövşə, nərgiz kimi bitkilərlə
bərabər, o dövrün florası üçün səcciyəvi olan nəstərənin adının
çəkilməsidir. Aşıq Ələsgər (XIX-XX əsr) yaradıcılığında təbiətdən
bol-bol istifadə etmiş, ətraf mühitin qorunmasını ifadə edən çoxlu
fikirlər söyləmişdir ki, bunların arasında bəzi növlərin sıradan çıxması
öz təsdiqini tapmışdır.
Tülkü havalanıb deyir aslanam,
Tüf dağından ac aslanlar itibdi.
Burada nadir növlərdən birinin – aslanın (şirin) vaxtılə Azərbaycan
təbiətində mövcud olduğu, hazırda isə həmin növün yoxa çıxdığı
bildirilir.
Kor yapalaq kəklik alıb yeyibdi,
Laçın ölüb, o tərlanlar itibdi (Ələsgər, 2004: 56).
Qoşmanın bu misralarında ərazidə laçın və tərlan kimi yırtıcı
quşların geniş yayldlğı, lakin sonralar müxtəlif səbəblərdən onların bir
növ kimi kökünün kəsildiyi qeyd olunur. Aşıq Ələsgər həmçinin
orqanizmin keyfiyyət əlamətlərinin irsiyyət amilləri vasitəsilə gələcək
nəslə ötürülməsini aşağıdakı misralarda dəqiq təsvir edib:
Nütfəsindən əyri olan tez göstərər isbatın,
Hər ağac kökündə bitər, hər meyvə gözlər zatın. (Ələsgər,
2004: 20-121).
2. Canlıların Həyatında Davranış Xüsusiyyətləri və
Mövsüm Dəyişikliklərinə Uyğunlaşma
Canlıların həyatında çoxalma, qidalanma və s. kmi zəruri
məsələlərlə bağlı müxtəlif davranış xüsusiyyətləri təzahür edir.
Bununla bağlı aşıq ədəbiyyatında çoxlu misallar vardır. Bizə görə,
Xəstə Qasımın (XVIII) Ləzgi Əhmədlə deyişməsində qurbağanın
çoxalması və inkişaf mərhələləri elmi cəhətdən çox düzgün verilib.
Aşığın bir başqa deyişməsində tərəfdaşına verdiyi sualların qoyuluşu
və aldığı cavablar elmi - məntiqi baxımdan realdır: 1. “O necə quşdu
ki, yaz gələr bağa?” (kənd qaranquşu) 2. ”O necə quşdu ki, qayada
səkər, Caynağı neştərdir, qanımı tökər?” (qayalıq qaraquşu - yırtıcı) 3.
”O necə quşdu ki, anasın əmər?” (adi yarasa – məməli heyvan) .
(Axundov, 21004: 176).
Atalar sözlərində orqanizmin həyat tərzi, o cümlədən
qidalanma xüsusiyyətlərii (“Ağac kökləri ilə yaşar, insan dostlari ilə”,
164
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
“Ət yeyən quş dimdiyindən bəlli olar”, “Bildirçinin bəyliyi darı
sovuluna qədərdir” ,“Quş dənə, milçək şirəyə yığılar, dəvə böyükdür
ot yeyər, şahin kiçikdir ət yeyər”, “Birənın qanın aldın, canın aldın”,
Bayquş xarabalıq sevər” və s.), nəsilartırmaları (“İt balası it olur”,
“Siçandan törəyən kəsəyən olar” və s.), yaşayış uğrunda mübarizəsi
(“Dovşanın gümanı ayaqlarına gələr”, “Aslanın ağzından şikar
alınmaz”, “Ceyranın qaçmağını gördüm ətindən əl üzdüm”, “Kəklik
səsin çıxartmasa, qaraquş onu tuta bilməz” və s.), qorunmasının
zəruriliyi (“Bar verən ağacı kəsməzlər”, “Yaralı quşa daş atmazlar”,
“Yaxşılıq elə balığı at dəryaya, balıq bilməsə, xalıq bilər”, “İnsan
paxıl olmasa bağ çəpəri neylər”və s.) öz əksini tapıb (Hesenov, 1994).
Mövsüm dəyişklikləri canlıların həyat tərzinə təsir göstərən
mühüm hadisədir. Bitkilərin həyatında baş verən mövsüm
dəyişiklikləri Aşıq Abbas Tufarqanlının (XVII) qoşma və
gəraylılarında dürüst şəkildə verilib.
Payız olcaq bağlar tökər xəzəli,
Bahar olcaq bağçalara bar gəlir (Axundov, 21004: 128).
Payızda havaların soyuması ılə əlaqədar, gövdədə suyun və
qidalı maddələrin hərəkəti zəfləyir. Tədricən yarpaqla əlaqə kəsilir.
Beləliklə, xəzan hadisəsi başlayır; yarpaqlar tökülüb xəzələ çevrilir.
Bu zaman zoğlar oduncaqlaşır. Qışa hazrlıq prosesi gedir. Yazda isə
hələ yarpaqlamazdan əvvəl küləklə tozlanan bitkilərin çoxu çiçəkləyir.
Beləliklə, yazın ilk əlamətləri görünməyə başlayır. Havalar getdikcə
isinir. Ona görə də cücülər yuvalarından çıxır, köçəri quşlar qayıdır.
Quşlar kütləvi şəkildə balaçıxarmaya hazırlaşır, bitkilər isə
yarpaqlayır və çıçəkləyir.
Aşığın “Duman, gəl-get bu dağlardan, Bahar gəldi, qar
əylənməz” (Axundov, 21004: 102).gəraylısında yazın əhəmiyyəti,
həm də onunla izah olunur ki, bu mövsüm canlıların həyatında
çoxalma dövrü kimi xarakterizə edilir. Bizə görə, bu doğru
yanaşmadır və yaz mövsümündə bəzi bitkilərin çiçəkləməsi ilə
heyvanların balalaması eyni vaxta təsadüf edir.
Budur gəldi bahar fəsli,
Dağların lala vaxtıdır.
3. Ətraf Mühitin Komponentləri: Təbii Sərvətlər və
Onlara Münasibət
Qeyd etmək lazımdır ki, Azərbaycan folkloru çox qədim
dövrlərdən bəri əhalinin ətraf mühitə münasıbətinin formalaşmasında
əhəmiyyətli rol oynayıb. Təsadüfi deyildir ki, professor Q.Mustafayev
və A.Məmmədov əhalidə ekoloji fikirlərin inkişafını nəzərə alaraq
atalar sözünə belə bir tərif veriblər: “Atalar sözü hazırda ekoloji
sistem dediyimiz əhali və ətraf mühit arasındakı əlaqənin
minerallardan suya, sudan ota və başqa bitkilərə, bitkilərdən heyvanlar
vasitəsilə və ya birbaşa əhaliyə keçən, sonda yenə torpağa qayıdan
yolların sadə sözlərlə ifadəsidir.” (Mustafayev, 2008: 17). Onlar irəli
165
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
sürdükləri bu konsepsiyanı “ekologiyadan əvvəlki ekologiya”
adlandırıblar. Məsələn, “Sərçədən qorxan darı əkməz” atalar sözünün
həm mənəvi-əxlaqi tərbiyəsi, həm də elmi-ekoloji əhəmiyyəti vardır.
”Sərşə-darının qənimidir. Azərbaycan faunasında İspan sərçəsi və ya
qaradöş sərşə adlı bir quş var. Onun yerli adı afal sərçədir, yəni zərərli
sərçə. Kütləvi quşdur, bəzi ağacda bir neçə yüz yuvası olur. Dik
sümbülə qonub buğdanı çıxara bilir, başqa quşlar isə yerdən dənləyir.
Bu deyim həmin sərçə haqqında xəbərdarlıq edir.” (Mustafayev, 2008:
65). Burada bir növ kimi İspan sərçəsinin bioekoloji xarakteristikası,
təsərrüfat üçün ziyanlı cəhətləri aydın göstərilib. ”Ağaclı kəndi sel
aparmaz” atalar sözündə isə xalq hələ torpaqşünaslıq elminin olmadığı
bir dövrdə torpaq erroziyasanın qarşısını alan vasitələrdən birini çox
düzgün ifadə edib. ”Ağacı çox olan kənd, hətta dağın yamacında
yerləşsə də, ağacların kökləri bir-birinə çatıb tor kimi şəbəkə əmələ
gətirir, torpağı bərkidir. Sel gələndə ağaclar onun qarşısını alır. Gur
axan suyu dağıdır, selin gücü zəifləyir, kəndi dağıda bilmir, hətta
torpağı da yuyub apara bilmir.” (Mustafayev, 2008: 52). Torpaq
eroziyasının bir səbəbi də ona düzgün qayğı göstərilməməsidir. ”Pis
torpaq yoxdur, pis əkinçi var ” - atalar sözü bu cəhətdən yerində
işlənmişdir. Həqiqətən də, torpağa lazımi qayğı göstərilməsə,
aqrotexniki qaydalara düzgün riayət olunmasa torpaq tez “xəstələnər”şoranlaşar, eroziyaya uğrayar, çirklənər, nəticədə münbitliyini itirər;
bununla da az məhsul verər (Hesenov, 1994).
“Əkəndə yox, biçəndə yox, yeyəndə ortaq qardaş”, “Koskosa” kimi xalq tamaşalarında, eləcə də “Bənövşə”, “Siçan-pişik” və
s. (İsmayılov-Orucov, 2005:197-198, 205-211) kimi el-oba
oyunlarında da ətraf mühitə müxtəlif şəkildə münasibət bidirilir.
Böyük Türk ozanı Aşıq Veysəlin yaradıcılığında canlı və cansız
təbiətə münasibət xüsusi yer tutur:
Bir ulu ağacdan bir yarpaq düşsə,
O saat acısın duyar, inləyər (Aslan, 1982: 105).
Burada yarpağın bir orqan kimi əhəmiyyəti diqqəti cəlb edir.
Yarpaqların vaxtından əvvəl tökülməsi (hər hansı səbəbdən zoğun
yarpala birlikdə qırılıb düşməsi) bitkinin həyat fəaliyyətinə mənfi
təsiri qeyd olunur.
Bayatılarda bitki və heyvanların yaşayış sahəsi, torpağın
ekoloji xarakteristikası (Abdulla vd., 2004: 180, 196, 200; Veliyev,
1985: 176) əksini tapıb. Canlı təbiəti tanımaq və tanıtmaq baxımından
tapmacaların da faydası çox olub. Oyun - tapmacaların birində “dəstə
başçısı bir quşu müəyyən edib, əl hərəkətləri ilə uşaqlara deyir:
Bir nəfər: - Bir quşum var bir belə...
Hamı: - Lov gələ ha, lov gələ...
Bir nəfər: - Dimdiyi var bir belə...
Hamı:
- Lov gələ ha, lov gələ...(Abdulla, 2005:
53)
166
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Bu qayda ilə adının tapılması tələb olunan quşun bütün
morfoloji əlamətləri sadalanır. Yaxud “Qurdağzı bağlama” əfsununda
qurd haqqında deyilir; Aslan ağızlı qurd, qaflan ağızlı qurd, ağ qurd,
qara qurd, boz qurd, bozqurd, qurd (Nebiyev, 1989: 121)... Burada
qurd, canavarın prototipi olan taksondur. Canavarın ağzının aslan və
qaflan (bəbir) ağzına bənzədilməsi bu heyvanın çox təhlükəli yırtıcı
olduğunu göstərir. Əfsunda heyvanın 4 müxtəlif növünün adı çəkilir:
Ağ, qara, boz və boz qurd.
Tapmacalar vasitəsilə təbiəti tanımaq və öyrənmək daha asan
olmuşdur. Çünki qoyulan suala düzgün cavab vermək, həmin adamın
bilikli və hazırcavab olduğunu göstərir. Ona görə də düzgün cavabı
axtarıb tapmağa çalışmış, bununla da təbiəti öyrənməyə marağı
artmışdır. ”Siçan görəndə dişini göstərər, quş görəndə qanadını.”
(Seyidov, 2014). Burada yarasanın morfoloji əlamətləri bildirilir.
Yarasa toksonomik cəhətdən məməli heyvandır, lakin qanadlarına
görə o quşa bənzəyir. Bədəninin, xüsusilə başının quruluşuna görə
məməli heyvan olan siçana oxşayır. Ancaq o siçankimilərə yox,
yarasalar dəstəsinə aiddir. Müəyyən fikir yürütmək, ilkin təsəvvür
yaratmaq baxımından tapmacanın böyük rolu olub. Sürünən
heyvanlara aid edilən tısbağa haqqında Kərkük və Azərbaycan
Türkcəsindəki tapmacalar da elmi cəhətdən maraq doğurur.
Kərkük bulmacasında:
Daşdı, daş dəgi
Yumurta doğar; tavuk dəgi,
Arpa yeyər, at dəgi (Paşayev, 1987: 85).
Azərbaycan tapmacasında:
Yumurtlayar quş deyil
Otlayar inək deyil… (Seyidov, 2014: 98).
Məzmunca eyni olan hər iki tapmacada tısbağanın morfoloji
əlamətləri, çoxalma xüsusiyyəti, qidalanması bildirilir.
Yazın gəlişi ilə yaranmış əmək nəğmələrindən olan
“Holavarlar” və “Sayaçı sözləri”ndə heyvanlara diqqət və qayğı özünü
göstərir. Məsələn;
Qara kəlim san gedir,
Öküzlərdən yan gedir.
Gecə-gündüz işləyir,
Dırnağından qan gedir (Namazov, 2004: 64).
Yaxud bir sayaçı söyləməsində:
Nənəm, a təkcə qoyun
Yunu var göycə, qoyun.
Yeyən sənin ucundan,
Sallanar bəycə qoyun (Namazov, 2004: 67).
Eləcə də:
167
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Nənəm a qatar keçi
Qayada yatar keçi
Qışı soyuq gələndə
Balanı atar keçi (Namazov, 2004: 66).
Burada keçinin əsas otlaq yerlərinin qayalıq ərazilər olduğu,
soyuq qış şəraitinə dözümsüzlüyü bildirilib.
Hələ körpə ikən təbiətlə tanışlıq bizə layla və oxşamalar vasitəsilə
keçmişdir:
Bizim yerlər qalın meşə,
Taxtında otur həmişə (Namazov, 2004).
Bu laylada ölkəmizin əvvəllər sıx meşə örtüyünə malik
olduğunu bildirilir. Uşaqlar üçün həmişə maraq doğuran yanıltmaclar
da təbiətin öyrənilməsində az rol oynamayıb. Onların birində deyilir:
”Getdim gördüm bir təpədə yeddi qara, qaşqa, təpəl, səkil keçi var...”
(Nebiyev, 1989: 117-118). Bu yanıltmacda keçinin bədənində ağ topa
tüklərin yerləşmə (bitmə) yerinə görə əlamətləri verilib. Səkil-bir topa
ağ tükün ayaqda, qaşqa - alnının ortasında, təpəl - təpəsinin (başının)
ortasında olduqda deyilir. Yanıltmacda 4 əlamət (qara, səkil, təpəl,
qaşqa) göstərilib. Bunun təsərrüfatda fərqləndirmə baxımından
əhəmiyyəti vardır.
Xalqımızın mifoloji görüşlər sistemində insan-təbiət
münasibətləri xüsusi maraq kəsb edir. Mifologiyada bəzi bitki və
heyvanların mənşəyi, totem kimi qəbul edilmələri, qədim insanlarda
onlara inam, canlı təbiətə, onun tanınmasına və öyrənilməsinə maraq
yaratmışdır.
Məlumdur ki, əhali orta əsrlərdə indiki kimi təbiət haqqında
geniş elmi biliyə malik deyildi. O dövrdə ən hündür bitki sərv ağacı
hesab edilirdi. Bu, aşıq yaradıcılığında daha aydın görünür.
..Sərv ağacı hər ağacdan ucadır,
Əsli qıtdır, budağında bar olmaz (Axundov, 2004: 162).
Sərv ağacının zoğları gövdənin yanlarına sıxılmış vəziyyətdə
düz qalxdığı üçün həm yaraşıqlı, həm də ilk baxışda uca, hündür
görünür. Ümumi hündürlüyü isə 20-25 metrdən çox deyil. Sərvin ən
hündür ağac olması təsviri aşıq yaradıcılığı üçün xarakterikdir.
Məsələn, Aşıq Valeh (XVIII) sevgilisinin uca boyunu sərv ağacı ilə
müqayisə edir:
Sallana-sallana bağa çıxanda,
Sərv qamətindən xəcalət çəkər.
Bədii sənətdə qadın gözəlliyinin
təbiətdəki ən gözəl
çiçəklərə bənzədilməsi, təbiətə pozitiv münasibətin nəticəsidir:
Lalə yanağından, nərgiz üzündən,
Qonça gülüşündən nədamət çəkər (Axundov, 2004: 202)
Nağıl və dastanlarda, mifoloji mətnlərdə əhalinin ətraf mühitə
münasibəti, həmçinin bitki və heyvanlarla onların öz dillərində
danışması şəklində ifadə edilmişdir. Məsələn,“Şah İsmayıl”
168
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
dastanında göyərçinlər İsmayıla “quş dilində” müraciət edirlər.
Ümümiyyətlə, “quş dili”, “heyvan dili” ifadələri folklorda geniş
yayılıb. “Quş dili bilən İsgəndər” nağılından bir nümunəyə baxaq.
“İsgəndər gördü ki, bir bülbül oxuyur, ayrı bir bülbül də deyir: - Ay
bülbül, bir vaxt gələcək, İsgəndər bu şəhərin padşahı olacaq, bu
bağçaya qonaq gələcək, həmin bu analığı onun qabağına xörək
gətirəcək... İsgəndər güldü” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 93). Nağıla
görə, bülbüllərin söhbətini eşidən İsgəndərin gülməsi analığını
acıqlandırır. Elə zənn edir ki, ona gülür. Ancaq İsgəndər hər bir quşun
dilini bildiyinə görə bülbüllərin sözlərinə gülürdü. “Ovçu Pirim”
əfsanəsində (Araslı, 1968b: 242) madyanla (dişi at) qulunun (atın
balası) söhbəti də bu məzmundadır. İsgəndər də, Ovçu Pirim də
heyvanların dilini bilir. Quran ayələrində, hədislərdə, dini rəvayətlərdə
Süleyman peyğəmbərin heyvanların padşahı olduğu, onlarla öz
dillərində danışdığı barədə rəvayətlər vardır (Mahmudov, 2002).
Bütün bunlar göstərir ki, insanlar həmişə heyvanlarla münasibətdə
olmağa, onlarla ünsiyyət qurmağa cəhd etmişlər. Bu, insanlarda təbiəti
sevməyə, heyvanları qorumağa maraq yaratmışdır. Heyvanlara sevgi
bəsləməyin yolunu çox gözəl bilən ata-babalarımız “öz dillərində
danışan” heyvanların “söhbətlərinin” əsasını darda qalan insanlara
kömək etmək istəkləri şəklində ifadə etməklə onlara qarşı əhalidə
rəğbət hissi aşılamağa çalışmışlar.
3.1. Faydalı Qazıntılar və Su Sərvəti
Şifahi xalq ədəbiyyatında qiymətli metallara, faydalı qazıntılara
da geniş yer ayrılır. Nağıllarımızda ilanın xəzinə üstündə yatması, vardövlət, xeyir-bərəkət rəmzi olması təsadüfi deyil. Həmişə əhali
ilandan qorxmuş, onu “kafirlə” eyniləşdirmiş, əyri konusvari dişinə,
zəhərinə görə ondan çəkinmişlər. ”Ilanı görənə lənət, görüb
öldürməyənə lənət, öldürüb basdırmayana lənət”, “İlan vuran ala
çatıdan qorxar”, “İlanın ağına da lənət, qarasına da” kimi atalar sözləri
(Beydili, 2004: 135-136) bu qorxu nəticəsində ortaya çıxmışdır. Qeyd
etmək lazımdır ki, ilan çox faydalı heyvandır. Zərərvericiləri tələf
etməklə kənd təsərrüfatına böyük xeyir verir. İlan zəhəri tibbdə
dərman preparatlarının hazırlanmasında yaxşı xammaldır. Onun bu
cəhəti qədim insanların diqqətindən qaçmamış, əsatirlərdə ilanın
faydalı heyvan olması da nəzərə alınmışdır. Ona görə də ilan xeyirxah,
qədir bilən, humanist kimi xarakterizə edilmişdir. “Sehirli sünbül”
nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 314-316) elçi daşının üstündə
oturan bir ilan şahdan kömək istəyir. Məlum olur ki, ilanlar padşahı
bir maralı udmaq istəyəndə buynuzları kənarda qalib boğazından
keçmir. Ona görə də bir dülgər lazımdır ki, maralın buynuzlarını kəsib
ilanlar padşahını ölümdən qurtarsın. Rəhimdil padşah ilanın xahişini
yerinə yetirir. Kömək məqsədilə bir dülgər göndərir. Yaxşılığın
əvəzində dülgərə ilanlar padşahı 7 taxıl sünbülü verir. Sünbülün hər
169
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
dəni zoğal böyüklüyündə dürr dənəsidir - xalis qızıldır. Dülgəri
göndərən ilanlar padşahı etiraf edir ki, mənim xəzinəmdə belə
qiymətli şey yoxdur...
Məlum olur ki, ilanlar padşahının xəzinəsindəki dürr sünbülü
əkinçilərin zəhməti bahasına yetişmiş taxıldan əmələ gəlib. Ilanlar da
həmin sünbüllərdən aparıb öz xəzinələrində saxlayıblar. Ilanların
xəzinə, daş-qaş həvəskarı olmaları haqqında folklorda çoxlu
numunələr var. Bizə görə, xəzinə (qızıl, ləl-cəvahir, dürr, mirvari, daşqaş və s.) burada, təbii sərvət mənasındadır. Xalçalarımızda ilanların
təbiətin qoruyucusu kimi təqdim olunması təsadüfi deyil. Təbriz xalça
qrupunda, məsələn, “Dörd fəsil”, “Sujetli xalça” və s. - də əjdahanın
(mifoloji nəhəng ilan obrazı) göy qübbəsində, yaxud mehrabda
verilməsi təbiətin himayəçisi rəmzindədir Mahmudov, 2008). Bəzi
nağıllarda əjdaha suyun qoruyucusu kimi çıxış edir, əhalinin sudan
israfçılıqla istifadəsinə imkan vermir. Yalnız tələblərinin ödənilməsi
məqsədilə suyu hssə-hissə, qənaətlə buraxır. Qədim şərq xalqlarında,
o cümlədən Türk və Azərbaycan əsatirlərində belə fikirlər çoxdur
(Acaloğlu-Beydili, 2005). Bu, qədim insanın ətraf mühitə
münasibətini öyrənmək və təbiətin qorunması işindəki tarixi
fəaliyyətini qiymətləndirmək baxımından çox əhəmiyyətlidir.
“Məlik Cümşüd” nağılında oxuyuruq: “Məleykə Cahan
Əfruzun yaqut, yəmən, zəbərcət və mirvaridən qurulmuş taxtı divlərin
çiynində, pərilərin başının üstündə Gülüstani-İrəmə yetişdilər.”
(Azerbaycan Nağılları, 2004: 105). Qədim dövrlərdən başlayaraq
zinət-bəzək əşyaları məmulatlarında yaqut, yəmən, zəbərcət, mirvari,
ləl-cəvahirat, qızıl, gümüş və s. kimi təbii sərvətlərdən geniş istifadə
olunub. Mineral maddələrin, faydalı qazıntıların əhəmiyyəti barədə
fikirlərə Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsr) şeirlərində də rast gəlirik. O,
almasın, yəmənin, əqiqin, yaqutun adını çəkir, ədviyyat bitkilərinin
tibbi xüsusiyyətlərini qeyd edir (Kazımov, 2006: 72):
Namə yazdım, yar yanına yolladım,
Darçından, mixəkdən, hil mana göndər.
Bununla o, bu bitkilərin müalicə xassəsi barədə məlumat verir.
Şifahi xalq ədəbiyyatında zinət-bəzək əşyalarının adlarnın
tez-tez çəkilməsi göstərir ki, hələ qədim zamanlardan başlayaraq
ölkəmizin ərazisində qiymətli metalların, digər faydalı qazıntıların, o
cümlədən mineral suların zəngin təbii ehtiyatı olmuşdur. Dirili
Qurbaninin “Qal indi” qoşması da bunu sübut edir (Kazımov, 2006:
74):
Ayrı düşüdüm vətənimdən, elimdən
Başı çənli, qarlı dağlar, qal indi.
İçən ölməz dərdə dərman suyundan,
Axar sular, tər bulaqlar, qal indi.
170
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Müalicə əhəmiyyətli mineral sular haqqında həmçinin,
“İsgəndərin qaranlıq dünyaya getməsi” nağılı da (Araslı, 1968b: 48)
bizə maraqlı bilgilər verir. Eramızdandan əvvəl III yüzillikdə yaşamış
Makedonyalı İsgəndərin həyatından bəhs edən bu nağıldan bir parçaya
baxaq. “İsgəndər dedi:
- Vəzir, ağıla gəlməyən bir şeyi fikrimə gətirmişəm. Bu dərd
məni çürüdər. Gərək nə olur-olsun ölümün dərmanını tapam, həmişə
diri qalam.
- Vəzir dedi:
- Şah, naşükür danışma. Bir şey ki, Allahın əmri ola, onun
dərmanı olmaz. Ancaq bir iş var ki, qaranlıq dünyanın lap
qurtaracağında abi-həyat adlı bir su var. Hər kəs o sudan içsə ölməz,
dünya durduqca o da diri qalar (Araslı, 1968b: 52-53). Burada təsvir
olunan abi-həyat suyu müalicə əhəmiyyətli mineral sudur. Hazırda
təbii mineral sular insanların bir çox çətin sağalan xəstəliklərdən şəfa
tapmasında mühüm rol oynayır. Nağılda qeyd olunur ki, abi-həyat
suyu axtaran qoşun dəfələrlə çətin duruma düşür. Axırda Xızırın
köməyilə mağaraya daxil olan İsgəndər abi-həyat suyundan deyil,
parıltilı sudan içir. Hər zaman daş-qaşa meyl edən İsgəndər bu dəfə də
parıltıya aldanır. Ona görə də arzusuna çatmır, əbədi həyat
yaşamaqdan məhrum olur. Xudbinlik, hərislik, mənəmlik iddiası
arzularını gözündə qoyur. “Koroğlu” dastanında isə Qoşabulağın
möcüzəli suyundan danışılır: “Buradaki dağların birində bir cüt qoşa
bulaq var, adına Qoşabulaq deyirlər. Yeddi ildən - yeddi ilə cümə
axşamı məşriq tərəfdən bir ulduz, məğrib tərəfdən bir ulduz doğar. Bu
ulduzlar gəlib göyün ortasında toqquşarlar. Onlar toqquşanda
Qoşabulağa nur tökülər, köpüklənib daşar. Hər kim Qoşabulağın o
köpüyündə çimsə elə qüvvətli bir igid olar ki, dünyada misli bərabəri
tapılmaz. Hər kim Qoşabulağın suyundan içsə aşıq olar. Özünün də
səsi elə güclü olar ki, nərəsindən meşədə aslanlar hürkər, quşlar qanad
salar, atlar, qatırlar dırnaq tökər...” Oğlu Rövşənə (Koroğlu)
Qoşabulaq suyunun müalicə əhəmiyyətindən danışan Alı kişi həmin
suyu dərman kimi arzulayır: “Mənim gözlərimin dərmanı o köpükdə
idi. O da ki ələ gəlmədi.” (Tehmasib, 2005b: 16). Rövşən özü sudan
içsə də atasına gətirməyə imkan tapmır. Bütün bunlar göstərir ki, ölüm
orqanizmin labüd bioloji xassələrindən biridir.
Aşıq Ələsgərin qoşmalarında təsvir olunan”Abi-həyat” “dirilik
suyu”dur (Ələsgər, 2004: 34). ”Dirilik suyu” insanı daim cavan
saxlayan, yəni sağlam və gümrah edən sudur. İndi biz bunu təbii
müalicə suyu - mineral sular adlandırıriq. Belə nəticəyə gəlmək olar
ki, aşıq ərazidə kifayət qədər şəfaverici bulaqların olmasını və onların
müalicə keyfiyyətini yaxşı müşahidə etmişdir. Mineral suların
şəfaverici xassəsi mifoloji mətnlərdə də öz əksini tapıb. Ovçuluq
miflərinin birində Ovçu Pirimin nişan alıb yaraladığı maralın sürətlə
qaçaraq bir bulağın yanında dayandığı qeyd olunur. “Ovçu Pirim
171
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
görür ki, maralın dayandığı yerdən bir su çıxır. Yaralı maral özünü ora
yetirən kimi yaralı yerini su çıxan yerə vurur. Təzədən başlayır
qaçmağa. Ovçu Pirim baxır ki, bu qaçmaq heç bayaqkı qaçmaq deyil.
Başa düşür ki, burda bir sirr var. Özü də nə iş varsa iş sudadı. Bilir ki,
bu şəfa suyudu. Yaralı yerə dəyən kimi sağaldır. Maral da bu sirri
bildiyindən qaçıb özünü həmin suya çatdırmağa tələsirmiş.” (Acalov,
1988: 80).
Professor Q.Mustafayev təbii sərvətləri bir neçə yerə bölür:
Kosmos sərvətləri, iqlim sərvətləri, su sərvəti, bərpa olunan və
olunmayan sərvətlər, qismən bərpa olunan sərvətlər (Mustafayev,
1993: 94). Ulduzların toqquşmasından yaranan və Qoşabulağa tökülüb
köpük əmələ gətirən nur - Günəş, yəni işıq mənasındadır. Günəş şuası
kosmik sərvətdir və həyatın inkişafında mühüm əhəmiyyət kəsb erdir.
Onun ətraf mühitə, o cümlədən su mühitinə təsiri pozitiv
dəyişikliklərə səbəb olur. Şərq aləmində dualizmə (məşriq-məğrib,
gecə-gündüz, xeyir-şər) həmişə xususi əhəmiyyət verilmiş, bəzi saylar
və günlər müqəddəsləşdirilmişdir. Ona görə də nurun töküldüyü,
qarışdığı su müqəddəs hesab edilib. Belə su insanı cavanlaşdırır, ona
güc, qüvvət, təb gətirir. Fikrimizcə, Qoşabulağın əl-ayaq dəyməyən, əl
çatmaz, ün yetməz sıldırım qayalıqda, qoca ağacın altında, bağbağçalı, laləzər çəmənlikdə təsvir edilməsi, suyunun göz yaşına, süd
gölünə bənzədilməsi də səbəbsiz deyil; təbiətə, təbii sərvətlərə insanın
sonsuz məhəbbətidir. Qoşabulağın köpüklü suyu, abi-həyat suyu kimi
mualicə əhəmiyyətli mineral sudur! Bunu persanajların, obrazların,
nağıl və dastan danışanların öz dilindən eşidirik. Umumən, suya canlı
mühit kimi baxılması təkcə Şərq folklorunda yox, Qərb ölkələrinin
şifahi ədəbiyatında da rast gəlinir. Rus xalq nağıllarında “Jivaya voda”
(Canlı su) və “Myortvaya voda” (Ölü su) deyilən (Vezirov, 1995) iki
növ suyun adı çəkilir. Hər iki su həyat cövhəridir, dirilik rəmzidir.
Onları içən cavanlaşır, sağalmaz hesab edilən xəstəlklərdən şəfa tapır,
dirçəlir, ölmür. “Məlikməmməd”in nağılında qızıl alma da həyat
rəmzidr (Axundov, 2005: 169). Onu yeyən cavan qalır, qocalmır.
Sumerlərin (b.e.ə. VI minillik) “Bilqamis” dastanında əsərin
qəhrəmanı ölümsüz həyat arzusu ilə yaşayır. Ölümsüzlük qazanmış
Utnapiştinin məsləhəti ilə dəryanın dibində bitən (su həyatdır, ona
görə də əbədi həyat çiçəyi suyun dibində bitir) çiçəyi dərib ölkəsinə
aparmaq istəyir. Ancaq ilan çiçəyi oğurlayır (Mahmudov, 2003).
Bilqamıs arzusuna çatmır. Dədə Qorqud ilanın onu təqib etməsinə
baxmayaraq, tez-tez qazılmış qəbirlərlə rastlaşması (“Dədə Qorqud”
filmi), “Avesta”da Hörmüzdün (Xeyir Allahı) Əhrimənlə (Şər Allahı)
– həyatın ölümlə əbədi mübarizəsi ölümün bioloji xassə kimi
zəruriliyini, insanın əbədi həyat axtarışı isə tarixən onun davamlı
inkişafa meyilliliyini göstərir. “Koroğlu” dastanında da belədir.
Qoşabulağın köpüklü suyu qüvvətverici və müalicə əhəmiyyətli olsa
da, həmin sudan Alı kişiyə çatmadığı
üçün ölür. “Koroğlu”
172
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
dastanında muxtəlif bitki və heyvan növləri, onların həyat tərzi,
davranışı təsvir edilmiş, ətraf mühitin qorunması ilə əlaqədar çoxlu
pozitiv fikirlər söylənilmişdir.
3.2. Torpaq, İqlim və Kosmos Sərvətləri
Folklorda ətraf mühitin cansız faktorlarından olan torpağa
münasibət də bildirilir. Məsələn, Aşıq Veysəlin “Qara torpaq”
şeirində torpağın maddi və mənəvi əhəmiyyəti sadalanır. “İşgəncə
verdikcə mənə gülərdi” deməklə aşıq, torpağa dəyən zərəri qeyd edir.
Ancaq əvəzində, torpağın sədaqətli olduğunu, “bir çəyirdək əkdim,
dörd bostan verdi, Mənim sadiq yarım qara torpaqdı,” - deyir. O,
bununla münbit torpağın əkin üçün yararlı olduğunu, toxumun bu cür
torpaqda daha yaxşı cücərdiyini və cücərtinin normal inkişaf etdiyini,
nəticədə bol məhsil verdiyini söyləmiş olur. Atalar sözündə: “Torpaq
deyir, öldür məni, dirildim səni.” (Abdulla, 2005: 222). Aşıq
Veysəldə:
Qarnın yardım qazmaynan, belinən
Üzün yırtdım dırnağınan, əlinən.
Yenə məni qarşıladı gülünən.
Mənim sadiq yarım qara torpaqdı (Aslan, 1982:
106).
Folklorumuzda təbii sərvətlərə, o cümlədən kosmik sərvətlərə
aid tapmacalar çoxdur (Abdulla, 2005: 170; Seyidov, 2004: 27-44).
Azərbaycan xalq nağıllarında da kosmik sərvətlərə münasibət
bildirilir. Məsələn, “Tapdıq” nağılının tipik obrazlarından olan Gun
xanım günəşin prototipidir. Nağılın əsas qəhrəmanı Tapdıq isə günün
işığı ilə göydən enib (Axundov, 2005: 39). Burada “gün”, “gün işığı”
ifadələri günəş enerjisinin həyat üçün zəruri olduğunu göstərir.
Məlumdur ki, canlıların inkişafında işıq əsas amillərdən biridir.
Fotosintez prosesi biosferdə maddələr dövranı və enerji çevrilmələri
nəticəsində baş verir. Canlı maddənin əmələ gəlməsində də işıq
əhəmiyyəli dərəcədə rol oynayır. Aşıq yaradıcılığında iqlim
sərvətlərinə münasibət diqqəti cəlb edir:
Göyçə qar əlindən zara gəlibdi,
Muğan həsrət çəkər, a yağa qar, qar.
Bu təcnisdə, həmin dövrdə hava şəraitinin necə olması barədə
də məlumat verilir. Yaxud
Gəldi yaz ayları, həsrət çəkər xak
Deyər: - Neysan gələ a yağa-yağa (Ələsgər, 2004: 101)
Aşıq Ələsgər yaratdığı bu dodaqdəymzdə bitkilərin inkişafı
üçün torpaqla bərabər, suyun da əhəmiyyətini qeyd edir. O, quraq
ərazilərdə yazın gəlişi ilə yağışların yağacağını, torpağın islanacağını,
bitkilərin normal inkişafından ötrü optimal şəraitin yaranacağı
qənaətinə gəlir.
173
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
3.3. Meşə Ekosistemi və Biomüxtəliflik
Məludur ki, meşə bir ekosistem kimi canlı və cansız təbiətin
qarşılıqlı əlaqəsində kompleks təşkil edir. Belə ki, meşənin mühitin
atmosfer havasının balanslaşdırılmasında, o cümlədən onun oksigenlə
zənginləşdirilməsində,
meşə
və
meşəətrafı
iqlimin
sağlamlaşdırılmasında, leysan yağışları zamanı su eroziyasının
qarşısının alınmasında, həmçinin torpaq qoruyucu xüsusiyyəti, stabil
qida zəncirinin yaranması və s. kimi bioekoloji əhəmiyyəti vardır.
“Ağacı çox olan kəndi sel aparmaz”, yaxud “ağacı çox olan kənddə
xəstəlik olmaz” (Seyidov, 2004: 45-69) kimi atalar sözü meşələrin
“planetin ağ ciyərləri” adlandırılmasına səbəb olmuşdur. Bizə görə,
Aşıq Veysəl “Meşə” şeirində “Cümlə xəstəliyə sipər” və ya “Selləri
udar əmərək” deyəndə bunları nəzərdə tutur:
Günəşdən aldığı həzlər
Necə havanı təmizlər!
Onun sağıyıq bax, bizlər,
Meşədəki varlığa bax!
Əhalinin təsərrüfat fəaliyyəti meşələrə də mənfi təsirini göstərib;
ağacların kütləvi qırılması, nəticədə meşələrin azalması “Ağaclar”
şeirində əksini tapıb (Aslan, 1982: 108-109). “Balta dəyib yatağından
yad edər” - deyən aşıq ağacdan hazırlanan kamanın, udun və qavalın
qırıldıqlarına görə sanki yanıqlı səslə fəryad qopardıqlarını söyləyir.
Meşə ekosisteminə antropogen təsirlə bağlı “Kəsildi ağaclar,
dağıldı quşlar” və s. kimi atalar sözlərində əhali ətraf təbii mühitə
münasibətlini bildirib (Beydili, 2004).
Nağıllarımızda təbii sərvətlərin zənginliyi, bioloji müxtəliflik
diqqəti cəlb edir: “Əmiraslanın nağılı”nda turac, bəzgək, mayı balığı
(şahmayı), xəşəm, qızıl baliq (Tehmasib, 2005: 249) və s., “Vəfalı at”
(Azerbaycan Nağılları, 2004: 58) da xaşxaş, “Simanın nağılı”nda
(Tehmasib, 2005: 54) sərçə, “Gülağanın nağılı”nda (Azerbaycan
Nağılları, 2004: 180-187) qarğa, göyərçin, ceyran, dovşan, xoruz,
qayın, söyüd, sarmaşıq, qızılquş, “Ac qurd”da pələng, şir, canavar,
dovşan, tülkü, “Cik-cik xanım” da sərçə, qoyun, at, “Pıspisa xanım və
Siçan Solu bəy”də siçan, dozanqurdu (böcək), “Tülkü, Tülkü,
tünbəki”də ayı, donuz, tülkü, canavar, ilan, tısbağa kimi bitki və
heyvan növləri və s. (Araslı, 1968b)
Aşıq Ələsgər qoşmalarının birində “çeşməsindən abi-həyatın
car olduğu”, “hər cür çiçəkli, laləzarlı” dağları tərifləyir. Bu, cəbəbsiz
deyil və əsası var. Hər cür çiçəyi olan laləzarlı dağ dedikdə, buranın
müxtəlif növ çiçəkli bitkilərlə zəngin olduğu bildirilir. Aşığın
qıfılbəndlərində adı bizə məlum olmayan bir çox heyvan növləri təsvir
edilib (Ələsgər, 2004: 163-185). Dövrünün flora və faunasına aid bitki
və heyvan növlərinin adlarını çəkməsi onlar haqqında müəyyən
təsəvvür yaradır. Həmin bitkilərin bəziləri çağdaş Azərbaycan
təbiətində indi də geniş yaılmışdır.
174
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
“Sarı bülübül” mahnısında “Vətən bağı al-əlvandır, Yox
içində Xarı bülübül” ifadəsi el arasında xarıbülbül kimi tanınan Qfqaz
qaş səhləb bitkisindən savayı, ərazinin biomüxtəliflik cəhətdən zəngin
olduğuna işarə edilir (Namazov, 2004: 101). Qeyd etmək lazımdır ki,
bu bitkinin fərqli və daha görkəmli bir növü yalnız Azərbaycanın
ermənilər tərəfindən işğal edilmiş Şuşa rayonu ərazizində bitirdi.
Digər bölgələrdə həmin növə rast gəlinmir.
3.4. Ovçuluğun Təbiətə Təsiri
Folklorda ətraf mühitə ovçuluğun təsirindən geniş danışılır.
”Əsli və Kərəm” dastanında Kərəm ovçunun vurub yaraladığı
ceyranın halına acıyır:
Zalım o vçu düşmüş, gəlir izinə
Al qanı axıtmış iki dizinə,
Milçəklər qonubdu qanlı üzünə,
Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64).
Dastanın qəhrəmanı Kərəm
«bu ceyranı kim al-qana
bəzədi?» - sualı ilə yaranmış problemin səbəbini axtarır. O, bu
xoşagəlməz halı törədənin insan olduğu qərarına gəlir: «İnsan əcəb
zalım oldu qazılar, sinəsində yaraları sızıldar… Bu dağda bir ceyran
ağlar, inildər!» Burada antropogen faktor kimi insanın ətraf mühitə,
təbii sərvətlərə təsiri qabarıq verilmişdir. Diqqəti cəlb edən
məsələlərdən biri ovçunun əlinə keçməsin deyə Kərəmin ovu (ceyranı)
xəbərdar etməsidir.
Sürə-sürə ovu dağdan endirən,
Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64).
Şerdən aydın olur ki, ceyranın yanında balası vardır.
Çoxlu ox yarası vardı canında,
Bir cüt balaları ağlar yanında,
Kərəm deyər: anası yox yanında,
Bu dağda bir ceyran ağlar, inildər (Tehmasib-Axundov, 2005: 65).
Balalı heyvanın öldürülməsi həmişə pislənmiş və yasaq
edilmişdir. Ana fərdlə bərabər körpə balaların öldürülməsi daha pis
nəticə verir: Növün sayının azalmasına və ya nəslinin kəsilməsinə
gətirib çıxarır. Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsrlər) yaradıcılığında ovçuluğun ətraf mühitə təsirinə aid nümunələr də diqqətəlayiqdir (Yusif
Dirili, 2006).
Naşı ovçu bərə bəklər, əylənər,
Marallar sayrışar yollara doğru.
Heyvanların qaydasız ovlanmsı bu gün də aktuallığını
itirməyən ekoloji problemlərdən biridir. "Tülək tərlan olub, sar ov çalanda" deməklə, Qurbani ovçuluğu bir faktor kimi qabartmağa çalışıb.
Qeyd etmək lazımdır ki, ovçuluq insan meydana gəldiyi ilk vaxtlardan
onun həyatında əsaslı rol oynamış, əhalinin qidasını, geyimini və s.
təşkil etmişdir. Nəticədə heyvanların mütamadi və qaydasız şəkildə
175
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
ovlanması onların sayca azalmasına, bəzi növlərin isə nəslinin
kəsilməsinə gətirib çıxarmışdır. Məsələn, Azərbaycan faunasından XIXII yüzilliklərdə şir və qulan, XVII əsrdə hepard, XX əsrin I yarısında
isə pələng ovlanma nəticəsində yox olmuşdur (Mustafayev, 1993: 29).
Heç bir qanun-qaydaya əməl etmədən heyvanların amansız
şəkildə ovlanması el arasında yaxşı qarşılanmır. Bayatlarımızda yasaq
xarakterli nümunələrin bir çoxu bu səbəbdən yaranıb (Hesenov, 1994:
229; İsmayılov-Orucov, 2005: 162). Biz buna Kərkük bayatılarında da
rast gəlirik (Aslan, 1982: 181, 185; Paşayev, 1993: Paşayev, 1993:
237, 286). Onlardan ikisinə baxaq:
Gözəl ov;
Gözəl ovçu, gözəl ov.
Ovda qulunc olmuşam,
Gəl, quluncum gözəl ov.
Ovçuçuluqdan,
Xoşlannam ovçuluqdan.
Nə ovçi bağdan bilir,
Nə bağban ovçuluqdan.
Birinci bayatıda dolanışıq məqsədilə fəaliyyət göstərən
ovçuluq peşəsinin heç də asan sənət növü olmadığı bildirilirsə, iknci
bayatıda artıq həyat tərzinə çevrilmiş ovçuluq sənəti yüksək
qiymətləndirilir, ovçudan peşəkarlıq tələb olunur. Məlumdur ki,
ovçuluqda məqsəd yalnız heyvanları iqtisadi səmərə baxımından
ovlamaq deyildir. Ovçuluq, həm də istirahət-əyləncə və seçmə
xarakteri daşıyır. Hər bir halda ovçuluq və heyvanların ovlanması
konkret qanun və qərarlar əsasında həyata keçirilməlidir. Şübhəsiz,
dövlətin ovçuluq qaydalarını - ov vaxtını və ovlama şəraitini
tənzimləyən qanunçuluq prinsipləri vardır. Ovçu peşəkar olmayanda,
işini bilməyəndə o, mövcud qaydaları pozmuş olur. Nəticədə təbiətə
ziyan dəyir. Tədqiqatlarımız göstərir ki, bayatılarda ovçuluğun təbiətə
təsiri daha güclü verilib:
Ovçular duran yerdə,
Yay-oxun quran yerdə.
Görüm əlin qurusun,
Mənə ox vuran yerdə (Abdulla, 2004: 228)
Və yaxud
Ovçuya kaman gərək,
Ovundan uman gərək.
Ana, bala bilməyən,
Ovçudan aman gərək (Veliyev, 1985: 162)
Sarı Aşığın (XVII əsr ) bir bayatısında oxuyuruq:
Mən Aşıq düzə ceyran,
Meh vurar üzə, ceyran.
Qorxmur namərd ovçudan,
Çıxıbdı düzə ceyran (Qehreman, 2011)
176
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Bu bayatıda ovçunun namərd kimi verilməsi göstərir ki,
ceyranların azalmasında onun təsiri böyük olub. Müasir dövrdə
ceyranların qorunub artırılması üçün dövlət qoruqlarının yaradılması
da bununla bağlıdır. Bayatıda ceyranın düzənlik ərazidə yaşayan
heyvan olduğu da bildirilir. “Əsli və Kərəm” dastanında “Gözəl
çəmənlikdə ceyran sürüsü, Sürüdən ayrılmış onun birisi” kimi
ifadələrdə də ceyranın çəmənlik-düzənlk heyvanı olduğu göstərilir.
Dastanda ceyranın dağda yaşaması fikrinə də rast gəlirik.
Kərəm kimi öz yurdunu arzular,
Bu dağda bir ceyran ağlar, iniildər! (Tehmasib, 2005c: 65)
Yaxud;
Sürə-sürə ovçu dağdan endirən,
Qaç quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib, 2005c: 64)
Bəzi mərasim nəğmələrində də (“Dağlarda ceyran, Bu qıza
qurban”), “Dumandı dağlar” adlı Kərkük xalq mahnısında da bunu
görürük:
Gəzmə bu dağları, ceyran səni avlarlar
Nənədən, babdan, yardan ayrı qoyarlar (Paşayev, 1987: 272)
Əlbəttə, qeyd etdiyimiz kimi ceyran düzənlikdə yaşamağa
uyğunlaşmış heyvan olduğu üçün onun dağlıq ərazidə yayılması fikri
elmi cəhətdən qüsurludur. Zənnimizcə, bu, dastan və mahnı
yaradıcısının bilməməzliyi üzündən ortaya çıxıb. Qaracaoğlanın
(XVII əsr) şeirlərində də ceyranın yayıldıqları əraziyə ikili münasibət
var. O:
Sənsən dağların ceyranı,
Olum gözlərin qurbanı (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 253).
dediyi halda, digər tərəfdən:
“Körpə ceyran çəmən gəzər, çöl gəzər (Ömeroğlu-Namazov, 2006:
106).” fikrini irəli sürür. Bizə görə, əvvəlki deyim məcazi xarakter
daşıyır. “Körpə ceyranın çəmən-çöl gəzməsi” ifadəsi isə taksonun
doğulduğu düzənlk ərazidən həm də, yaşayış vasitəsi kimi istifadə
etdiyini göstərir. Ceyran düzənlik heyvanıdır. Burada qidalanır, nəsl
verir. Onun yeganə özünümüdafiə vasitəsi sürətlə qaçmasıdır. Ona
görə də sürü təhlükəni dərhal hiss etməli və ləngimədən
uzaqlaşmalıdır. Bunu edə bilməsələr, sıradan çıxarlar. Bu, isə yalnız
düzənlik ərazidə mümkündür. Fikrimizcə ceyranın düzənlik-çöl
heyvanı olması aşağıdakı xoyratda daha yaxşı ifadə olunub:
Ceyranam çöl dəlisi
Sonayam göl dəlisi…
Qınamayn qardaşlar,
Olmuşam gül dəlisi. (Paşayev, 1987: 52)
Burada ceyranın düzənlikdə, ördəyin isə su hövzəsi
ərazisində yaşadığı, başqa sözlə, su quşu olduğu bildirilir. El şairi
Qaracaoğlan, heyvanın davranış xüsusiyyətlərinin bəzi məqamlarını
aşağıdakı misrada açıqlayıb. O, burada
ceyranın təhlükəyə
177
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
həssaslığını dürüst təsvir etmiş, ovçu və ov münasibətlərini qabarıq
verə bilmişdir:
Ceyran kimi yad ovçunu sezərsən... (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 244).
Azərbaycan-Türk mifologiyasında özünə geniş yer tapan
ovçuluq mifləri ovçuluğun ətraf mühitə təsrini əks etdirir (Acalov,
1988).
Onlardan birində (№ 126) deyilir ki, Ovçu Pirim balalı
heyvanı vurur. Ov deyip ki, bəs mənim balam var, niyə vurdun məni?
Ovçu Pirimin qolu quruyur. Əlini tərpədə bilmir. Allaha yalvarıb
bağışlanmasını istəyir. Ov deyir ki, səni bağışladım, bir də belə günah
işlətmə. Ovçunun qolu sağalır. ”Ta o vaxtdan balalı heyvanı vurmur.”
Məhərrəm adlı başqa bir ovçu isə (№ 127) meşədə ayı ılə
qarşılaşır, lakin vurmur. Ayı bu yaxşılığın əvəzində onun əl-ayağını
yalayır və mağarasının yanındakı bir ağacın yanına gətirir. İşarə edir
ki, göstərdiyi yerdən ağacı kəssın. Ordan çoxlu bal çıxır. Kənd
camaatı bir müddət həmin ağacdan bal daşıyır. Ancaq bir gün yenidən
ova çıxan Məhərrəm çəmənlikdə ceyran sürüsünə rast gəlir. Dəstə
başçısını neçə dəfə nişan alırsa gözlərinə qəribə mənzərə görünür;
ceyranın altında bir qarı oturub onu sağır. Dözə bilmir. ”Axırda
gözlərini yumub atəş açır, dəstənin başında gedən ceyranı vurur. Bu
zaman onun qulağına bir səs gəlir: ”Əllərin qurusun, Məhərrəm!”
Ovçu çox bikef evə gəlir. Bir neçə gündən sonra həqiqətən ovçunun
əllərinin ikisi də quruyur. Məhərrəm bir də əlinə silah almağa həsrət
qalır, əzab-əziyyətlə ölür.”
Aşıq ədəbiyyatında da ovçuluq barədə fikirlər az deyildir.
Məsələn, qoşmalarının birində Xəstə Qasım (XVII - XVIII əsr) “Ovçu
olan bəslər alıcı quşu,” deməklə, ovçuların ov zamanı öyrədilmiş
yırtıcı quşlardan istifadə etdiklərini bildirir (Axundov, 2004: 174):
Ovçular şahinli, köhlən atları
Elləri gördüm də bulandım bu gün
Yaxın yüzilliklərə qədər, belə quşlardan, məsələn, şahindən
geniş istifadə olunmuşdur. ”Kəkliklər” şeirində fərə (dişi) kəklikliyin
daş başında “səs elədiyini”, qaqqıldaşıb bir-biri ilə bəhsə girdiklərini,
ovlağının (yaşayış sahəsinin) “qayalar başı” olduğunu, “əllərinin qızıl
qana” batdığını göstərir. Kəklik dağlıq, qayalıq ərazidə yaşayan,
burada yuvalayıb çoxalan quşdur. Çoxalma dövründə dişi fərd bir çox
quşlar kimi erkəyin diqətini cəlb etmək üçün ucadan “oxuyur”. Daha
yaxşı eşidilmək üçün iri daşın üstünə qonur ki, ətrafdakı erkək
kəkliklərin hər biri onu eşidə bilsin. Əllərin qızıl qana batması, şifahi
xalq ədəbiyyatında “ayaqları xınalı kəklik” kimi də ifadə edilir. Xəstə
Qasımın bu bənzətməsi kəkliyin arxa ətraflarının pəncə lüləsi və
barmaqlarının açıq-qırmızı rəngdə olması ilə əlaqədardır.
O,
kəkliklərin təhlükə hiss edən kimi uçub oradan uzaqlaşdıgını, bununla
da müdafiə instinktinə malik olduqlarını bidirir:
Heç bilmirəm ovçusunmu görübdü,
178
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Üz tutdular biyabana, kəkliklər (Axundov, 2004: 174):
Aşıq Ələsgərin (XIX-XX əsr) çoxcəhətli yaradıcılığında ov
heyvanları və ovçuluqla bağlı fikirlər çoxdur. İki nümunəyə baxaq:
Kamil ovçu yəqin görüb maralı,
Gedir bərəsinə ay sinə-sinə.
vəya
Səyyad isən, tor qurubsan,
Dağı gözlə, gözlə sən! (Ələsgər, 2004).
Xalq mahnılarında da ovçuluğa münasibət vardır. “Yaralı
durnam” mahnısında biz bunu görürük (Namazov, 2004).
Sən haralısan, haralı durnam
Ovçu əlindən yaralı durnam,
Yaralı, yaralı, yaralı durnam.
4. Ətraf Mühitin Qorunması
Azərbaycan folklorunda ətraf mühitə münasibətlə bərabər,
onun qorunması qayğısına qalmaq kimi vacib məsələyə də diqqət
yetirilir. Bu baxımdan mifoloji inamlarda ətraf mühitin qorunması
diqqəti cəlb edir. Onlardan bəzilərinə müraciət edək (Acalov, 1988:
76-156).
№ 119. Narbənd ağacını kəsmək günahdı. Bir oğlan deyib ki, əşşi,
ağacdı də, kəsəndə nolar ki? Gedib kəsib. Kəsilən yerdən qan axıb.
Elə həmin gün oğlan dəli olub.
№ 120. Ardıc ağacını kəsməzlər. Kim onu kəssə, günaha batar. Bir
arvad ardıcın bir budağını kəsib təndirə atır. Axşama yaxın arvadın
uşağı dığırlanıb təndirə düşür, yanır.
№ 269. Hansı evdə ilan var o evdə xeyir-bərəkət olar. Ona deyirlər ev
ilanı. Ev ilanını öldürməzlər. Öldürəndə evdən xata-bala əskik olmaz.
Bizim kənddə biri öldürmüşdü. Başına neçə iş gəldi.
№ 274. Bir heyvan itəndə qurdun ağzın bağlayarlar ki, ona dəyməsin.
Amma heyvan tapılanda gərək qurd ağzını açasan.Yoxsa günahdı,
qurd ac qalar.
№ 276. Ağacın, otun, çiçəyin, hər şeyin murazı var. Onları yaşıl vaxtı
qırmaq olmaz. Bu vaxt onlar muraz üstə olurlar. Qıranda murazı
gözündə qalar, adama qarğıyar.
№ 417. Danaqıran gülünü qirmazlar, ölüm-itimi var.
№ 421. Çinar ağacını nə kəsmək, nə də yandırmaq olmaz. Ona görə
ki, günahdı, adam zərər çəkə bilər.
№ 425. Suya tüpürmək, murdarlamaq olmaz. Günahdı.
№ 431. İlanı öldürmək olmaz. Çünki onlar yeddi qardaş olurlar.
Qalanları harda olsa həmin adamı tapıb cəzalandırarlar.
Məlimdur ki, cəmiyyətə dinin təsiri çox güclüdür. Bu
baxımdan folklorun, o cümlədən el adətlərinin və dinin ətraf mühitin
qorunmasında müstəsna əhəmiyyəti olmuşdur. Ətraf mühitin
mühafizəsi ilə bağlı rəsmi dövlət qanunlarının mövcud olmadığı
179
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
dövrlərdə canlı və cansız təbiət nümunələrinin müqəddəsləşdirilməsi
onların qorunmasında əsas vasitələrdən birinə çevrilmişdir. İslam
dininin banisi Məhəmməd Peyğəmbərin bu kəlamı1500 ilə yaxındır
ki, təbiətin qorunasına xidmət edir: "Allahın yüz cür rəhmi var.
Onlardan birini insana verib ki, o, heyvanata və yer üzərində hərəkət
edən nə varsa, hamısına mehribanlıq göstərsin." (Mahmudov, 2002).
Şifahi xalq yaradıcılığı nümunələrində müxtəlif bitki və
heyvan növlərinin qorunduğu ərazilər barədə də danışılır. Belə ki,
dastan və nağıllarda qoruqlar haqqında məlumatlar vardır. ”Koroğlu“
dastanında deyilir: “Kürdoğlu yol gəlib yorulmuşdu. Düşdü, atını
qoruğa buraxdı, özü də dirsəkləndi. Dəlilərdən bir neçəsi - Eyvaz,
Dəmirçioğlu, İsabalı at belində məşq edirdilər. Qoruqda bir adam
gördülər. Eyvaz atını səyirdib Kürdoğlunun yanınıa gəldi, dedi: - Ay
adam, kimsən? Nə hünərnən atını bu qoruğa buraxmısan (Tehmasib,
2005b: 309)? Haqqında danışılan qoruğun adı Yağı qoruğudur.
Koroğlu və onun dəlilərinə məxsus olan bu qoruğa Yazı qoruğu da
deyirlər. Yazı “çöl-çəmən” mənasındadır. Müxtəlif bitki növləri ilə
zəngin ərazidir. Yağı qoruğu - düşməndən, yəni kənar təsirlərdən
qorunmaq mənasındadır. ”Koroğlu” eposu feodalizm dövrünün (XVIXVII əsr) məhsuludur. O dövrdə feodalların çoxu belə qoruqlara
malik idilər. Qoruqdan başqasının - kənar şəxslərin istifadəsinə yasaq
qoyulur, feodal isə qoruqdan istirahət məqsədilə (ov, gəzinti və s.)
istifadə edirdi (Mustafayev, 2003: 73-81). “Dədə Qorqud" dastanında
da Təkür qoruğundan danışılır (Hacıyevin, 2004: 284-292). Qoruqda
müxtəlif heyvan və bitki növlərinin olduğu bildirilir. Oğuz bəylərinin
qoruğa yad münasibəti, yurdlarının düşmənlər tərəfindən işğalı ilə
nəticələnir. Tanrı təbiətə ögey münasibətə (təbii sərvətləri amansız
şəkildə dağıtdıqlarına) görə onları cəzalandırır. Bunu dastanın “Bəkl
oğlu İmran” boyunda da görürük (Hacıyevin, 2004: 275-283).
5. İnsan Ekologiyası
Şərq xalqlarının ağız ədəbiyyatında, o cümlədən Azərbaycan
və Türkiyə Türkcəsində geniş yayılmış lətifələr çağdaş ətraf mühit
problemlərindən biri olan insan ekologiyasının öyrənilməsi
baxımından diqqəti cəlb edir. Molla Nəsrəddin və Bəhlul Danəndənin
lətifələri, eləcə də digər lətifələr bu cəhətdən səciyyəvidir (Namazov,
2004: 191-200; Tehmasib, 2004; Özçelik, 2005). Uşaqlara yaxşı tanış
olan “Cik-cik”, “Cırtdan”, Quş dili bilən İsgəndər (Zeynallı, 2005),
“Pıspısa xanım və Siçan Solu bəy”, “Ac qurd”, “Hiyləgər keçi”,
“Loğmanla şəyirdi”, “Bostancı və Şah Abbas”, “Isgəndərin qaranlıq
dünyaya getməsi” və s. nağıllarda çoxlu ekoloji fikirlər vardır. “Tülkü,
Tülkü, tünbəki” nağılında (Araslı, 1968b: 54) müxtəlif heyvanların
davranışı və biologiyası öz əksini tapıb. Bu nağılların hər birində
insan ekologiyası ilə bağlı maraqlı fikirlərə rast gəlirik. Yaltaqlıq,
180
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
namərdlik, pintilik, əliəyrilik kimi pis, igidlik, düzlük, sözübütövlülük və s. kimi yaxşı əməllər nağıllarda geniş təbliğ olunur.
Aşıq yaradıcılığında da mənəvi dəyərlərə - insan
ekologiyasına münasibət xüsusi yer tutur. Qurbaninin qıfılbəndlərinin
birində oxuyuruq:
Səkkiz şey gəlibdi insana ənam,
Ağıl, mərifət, həvəs, kamal, dördü nə? (Kazımov, 2006)
Türk xalqlarının, o sıradan Azərbaycan xalqının mifolojifəlsəfi baxışlarının, sonralar isə dini görüşlərinin üzə çıxmasında,
bədii təfəkkür və estetik duyumunun artmasında, eləcə də təbiətə
pozitiv münasibətin dərinləşməsində şamançılıq böyük rol
oynamışdır. Təsadüfi deyildir ki, Qam-Şaman görüşünün kökündə
insan və təbiət dururdu. Bu görüşlər çevrəni dərk etmək, ona təsir
etmək, təbiətlə qarşılaşmasından irəli gələn mürəkkəb durumdan
yaranmışdır (Seyidov, 1994).
Şaman söyləmələrinə görə, ən çətin vəziyyətdən çıxmağı
bacaran şamanlar, başqalarını da çətinliklərdən qurtarır, ağır
xəstəliklərdən xilas edir. Onlar buna müxtəlif heyvanların cildinə
girmiş ruhlar şəklində nail olurmuşlar. Ümumiyyətlə, şamançılıq
tədbirləri təbiətə inamla sıx bağlı idi (Gözelov-Mehmedov, 1993).
Şübhəsiz ki, ətraf mühitin qorunmasında el adətlərinin də
misilsiz əhəmiyyəti olub. İnanclar el adətlərində əsas yerlərdən birini
tutur. Məsələn, ”ev itini vurmaq və ya öldürmək qəddarlıq hesab
edilir.” İnama görə ”qoyunu, qaramalı vurmaq günah sayılır. Sağmal
heyvanı yükləmək, minmək də qəbahətdir” At isə insanın sədaqətli
dostu, köməkçisi hesab olunur. Təzə cücərtini, körpə ağac və ya kolu
zədələmək, ana bətnindəki körpəni tələf etmək günah sayılır (Nebiyev,
1989: 157-168). Bitki və heyvanlarin çoxalma dövründə onlara
toxunmağın yasaq edilməsi növün qorunub saxlanılmasinda pozitiv
təsir göstərib. Bu məsələdə insanın mənəvi-ekoloji tərbiyəsi
əhəmiyyət daşıyıb. Ona görə də qocalara, ata-anaya hörmət, uşağa
qayğı, dostluğa, ailəyə sədaqət yaxşı, yalançılıq, ikiüzlülük, xəbislik
isə pis əməl sayılıb. Fikrimizcə, əhalinin ətraf mühitə münasibətlərinin
düzgün formalaşmasında onun mənəvi keyfiyyətləri əsas faktorlardan
biri olub ki, sonralar biz bunu insan ekologiyası adlandırmışıq.
Məlimdur ki, yalançılıq, yalan söyləmək hər zaman pislənmiş,
qüsurlu əlamət kimi lənətlənmişdir. Lakin bəzən nağıl və dastan
qəhrəmanları fayda gətirə biləcək məsələlərin həllinə kömək
məqsədilə yalan danışmağa məcbur olurlar. Məsələn, “Əsli və Kərəm”
dastanında yaralı ceyranı xilas etmək üçün Kərəm ovçulara yalan
danışır. “Yaralı ceyran nə qədər elədisə, balalarını çəkib bir yana gedə
bilmədi. Özü də balalarından ayrılmaq istəmirdi. Kərəm əhvalı belə
görəndə ovçuların qabağına getdi. Ovçular ondan soruşdu:
-Buralarda bir yaralı ceyran görmədinizmi?
Kərəm başqa uçurum dərə göstərib dedi:
181
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
- Ceyran qaçıb o dərəyə getdi.
Ovçular dərəyə tərəf yönəldilər. Kərəm gəlib ceyranın yaralarını
bağladı, aparıb yaxınlıqdakı mağaraya qoydu.” (Tehmasib, 2005c:
65).
Göründüyü kimi, yaralanmış ceyranın və balalarının ovçu
əlinə düşüb tələf olmamasından ötrü Kərəm izi azdırır. Ceyrana və
balalarına qayğı göstərir; yaralarını sarıyır, ələ keçməsin deyə aparıb
mağaraya qoyur. Kərəmin yaxşılığı əvəzsiz qalmır. Təbiət özü onu
mükafatlandırır: Qarlı aşırımlardan, boranlı-tufanlı gədiklərdən
salamat qurtarır. Dastanda istəklisi Əslini axtararkən məlumat almaq
üçün təbii sərvətlərə üz tutur - meşədən, çaydan, dağdan, qayadan,
ceyrandan onu soruşur. Onlar Əslinin getdiyi istiqaməti nişan verirlər.
Yaxşı və qayğıkeş insan olduğuna görə köməklərini əsirgəmirlər…
Ceyrana bu cür qayğıkeş münasibət ekoloji mədəniyyət baxımından
diqqəti cəlb edir. Onun bu şəkildə verilməsi əhalidə, xüsusilə
gənclərdə ekoloji şüurun formalaşmasında, onların ekoloji
tərbiyəsində böyük rol oynamış, insanı təbiətə, ətraf mühitə qarşı
zərərli təsirlərdən çəkindirmişdir.
“Leyli və Məcnun” dastanında da heyvanlara məhəbbət, doğmalıq
hissi geniş şəkildə öz əksini tapıb (Tehmasib, 2005c: 255-293).
Məcnun səhralarda gününü vəhşi heyvanlarla keçirir; bir yerdə
yaşayır, heyvanları özünə sədaqətli dost bilir. Vəfat etdikdə heyvanlar
onun qəbrinin üstünə gəlib göz yaşı tökürlər. Bütün bunlar göstərir ki,
orta əsrlərdə insanın təbiətə sevgisi az olmayıb.
İnsanın ekologiyası ilə əlaqədar “Kiçikdən xəta, böyükdən
əta”, “Allah tənbəli sevməz”, “Kişinin sözü bir olar”, “Yalançının evi
yandı, heç kim inanmadı”, “İlanın quyruğun basmasan səni sancmaz”,
“Nə əkərsən, onu biçərsən” və s. kimi atalar sözlərində insanın
mənəvi-əxlaqi keyfiyyətlərinin yüksəldilməsi və ətraf təbii mühitə
münasibət bildirib (Beydili, 20049. Aşıq yaradıcılığında, xüsusilə
ustadnamələrdə insanın ekologiyasına aid çoxlu fikirlər vardır
(Axundov, 2005b; Tehmasib, 2005b; Tehmasib, 2005c). Bu baxımdan
Aşıq Abbas Tufarqanlının “Olmaz” adlı qoşması ibrətamizdir:
Özündən böyüyün saxla yolunu,
Düşən yerdə soruş ərzi-halını,
Əmanat, əmanat qonşu malını,
Qonşu yox istəyən özü var olmaz (Axundov, 2004: 107)
6. Həyatın Yaranması
Şifahi xalq ədəbiyyatında yer üzərində həyatın gəlməsi,
canlıların vahid mənşədən başlanğıc götürməisi kimi məlumatlara da
rast gəlirik. Məsələn, həyatın əmələ gəlməsi mifoloji mətnlərdə geniş
şəkildə öz əksini tapıb (Acalov, 1988: 35).
№ 1. Lap qabaqlar Allahdan başqa heç kim yox imiş. Yer üzü də
başdan-ayağa su imiş. Allah bu suyu lil eləyir. Sonra bu lili qurudub
182
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
torpaq eləyir. Sonra torpaqdan bitkiləri cücərdir. Ondan sonra da
torpaqdan palçıq qayırıb insanları yaradır, onlara ruh verir.
№ 4. Əzəldən yer üzündə heç nə yox idi. Elə vaxt öz-özünə gəlib
keçirmiş. Sonra heyvanlar, cücülər, otlar, ağaclar yarandı. Lap axırda
Allah adamları yaratdı. Bunlar yer üzündə o qədər artıb törədilər ki,
dünya bunlara darlıq elədi, insanlar başladı bir-birinə pislik, paxıllıq
eləməyə. Bunu görəndə Göy acıqlanıb yerdən aralandı. O vaxtdan da
bərəkət azalıb, çörək daşdan çıxır.
Biz burada yalnız təkamül üzrə həyatın əmələ gəlməsini
deyil, demoqrafik partlayışın nəticəsini görürük. Əhali artımı, getdikcə
“dünyanın darlıq eləməsi” sosial-iqtisadi problemlərlə bərabər,
insanların mənəviyyatına da neqativ təsir göstərir.
Türk mifologiyasında da (Şükürov, 1997) Yunan
mifologiyasında da (Şükürov, 1999) həyatın yaranışı eyni sistem üzrə
baş verir: Əvvəl su, sonra torpaq, daha sonra isə tədricən, təkamül
əsasında canlı orqanizmlərin meydana gəlməsi və inkişafı. Müxtəlif
xalqların mifoloji dünyagrüşünü tədqiq edən professor A.Şükürova
görə dünyanın yaradılmasında müəyyən qayda və ardıcıllıq var:
Xaosdan yer və göy, daha sonra günəş, ay, ulduzlar, zaman, bitki,
heyvanat, insan, ev, əşyalar və s. yaranır (Şükürov, 1997: 112). Çağdaş dünya elminin gəldiyi nəticəyə görə həyat suda əmələ gəlmiş, formalaşmış və inkişaf etmişdir. Dirili Qurbani şeirlərinin birində yer
üzərində həyatın suda əmələ gəlmsi fikrini belə ifadə edir:
Haqq-təala könlündə fikir eylədi,
Əzəl başdan bu dünyanı yaratdı
Öz adı bir ikən həzar eylədi,
Çəkdi sudan öz eyvanın yaratdı (Kazımov, 2006: 93).
Akademik Oparinin fərziyyəsinə görə həyat abiogen yolla,
yəni cansızlardan təkamüllə yaranıb və üç mərhələ keçib. Bütün mərhələlərdə dörd həyat amili: su, torpaq, hava və işıq (istilik) başlıca rol
oynayıb. "Dördünə" adlı qıfılbəndində Qurbani dörd deyil, səkkiz
amilin canlı orqanizmlərin mövcudluğundakı rolunu qeyd edir:
Səkkiz şeydi bu dünyanı tutubdu,
Abu, ataş, xaki, baddı, dördü nə (Kazımov, 2006:
103).
Fikrimizcə, qalan dörd amil biosferi təşkil edən canlılar qrupudur - bakteriyalar, göbələklər, bitkilər və heyvanlardır.
Yunis İmrənin (XIII-XIV) “Bilir” şeirində:
Adəmin torpağını
Dörd fəriştə götürdü,
Suyunu nədən qatdı?Yapıb yoğuran bilir. – deyir (Aslan, 1982: 29).
Şeirdə “dörd fəriştə” həyatın əsasını təşkil edən ilkin dörd
elmentdir; oksigen, hidrogen, karbon və azotdur. Burada “suyunu
nədən qatdı?”- deməklə, Y.İmrə suda yaranan ilk həyat formalarını,
183
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
müasir elmi baxımdan koaservatları nəzərdə tuturdu. Folklorda insanla
digər canlıların, məsələn, xüsusilə balıq, quş və və məməli heyvanlarla
eyni mənşəli olmasına cəhd edən fikirlər olmuşdur.
Nağıllarımızda bədənin yarıdan yuxarı insan, yarıdan aşağı
heyvan kimi təsvir olunması heyvanla insanın qohumluq əlaqələrini
əks etdirən fikirlərin təsdiqi kmi maraq doğurur. Kentavr (bədəni at,
başı insan), su pərisi (bədəni balıq, başı insan) qədim insanın öz
mənşəyinə baxışıdır. O, eyni zamanda bununla heyvanlara səmimi
münasibətini ifadə edirdi. Belə varlıqlar müqəddəs sayılır, onu tutmaq,
incitmək, öldürmək yasaq olunurdu. “Məlik Cümşüd” nağılında
Məleykə Əfruz xanımın kənizi kimi təqdim olunan Mürgü Xəndanın
bədəninin yarısı insan, yarısı heyvandır. “Bir gün Məlik Cümşüd
işləyib yoruldu. Bir ağacın dibinə uzanıb yatdı. Yuxuda gördü ki,
ağacın başına bir quş qonub, başdan gözəl bir qız, bədəndən quşdur.
Qanadların çalıb elə oxuyur ki, gəl görəsən. İstədi quşu tutsun, quş
dilə gəlib dedi:
-Məlik Cümşüd, məni belə tuta bilməzsən...” (Azerbaycan
Nağılları, 2004: 96-97). Nağıl, əfsanə və rəvayətlərdə balıq və quş
obrazları qız, iri dırnaqlı heyvan isə zəhimli kişi görkəmində təsvir
edilir. Fikrimizcə, bu həmin heyvanların daha çox ovlanmaya məruz
qalmaları, özünü müdafiə qabiliyyətlərinin zəifliyi ilə əlaqədar
olmuşdur. Belə heyvanları kənar təsirlərdən, kütləvi məhvolmalardan
mühafizə məqsədilə başın incə və gözəl qız şəklində təsviri əsas
götürülmüşdür. Digər tərəfdən, nəslin artırılmasında da bu mühüm şərt
idi.
Göründüyü kimi təbiətin qorunması xüsusi qaydaların və
tədbirlərin həyata keçirilmədiyi ən qədim dövrlərdən başlayaraq
çağdaş
dövrümüzədək
xalq
qınaqları,
təbii
sərvətlərin
müqəddəsləşdirilməsi yolu ilə mümkün olmuşdur. Folklorun müxtəlif
janrları üzrə apardığımız araşdırmalar zamanı biz bunu müəyyən
etdik.
Tövsiyə
Ətraf mühitin daha da yaxşı öyrənilməsi və qorunması işində:
- Şifahi xalq yaradıcılığında bioloji müxtəlifliyi əks etdirən bitki və
heyvan növlərinin öyrənilməsi və onlardan Azərbaycan və Türkiyə
Respublikalarının bitki və heyvan adlarının milliləşdirilməsində
istifadə edilməsi;
- Folklor nümunələrinin ekoloji aspektdən tədqiqi və tədris-tərbiyə
vəsaitlərinə daxil edilməsi;
- Qədim və orta əsrlərdə Azərbaycan və Türkiyə ərazsində mövcud
olmuş, hazırda nəsli kəsilmiş növlərin yayılma yerləri, həyat tərzi,
ekoloji mövqeyi, davranışı və s. xüsusiyyətlərinin öyrənilməsi elmi
bxımdan faydalı ola bilər.
184
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Kaynaklar
Abdulla B., Azərbaycan Folkloru, Bakı, Şərq-Qərb, 2005.
Abdulla B., Babazadə Q., Məmmədli E., Azərbaycan Bayatıları, Bakı:
XXI - Yeni Nəşrlər Evi, 2004.
Acaloğlu A., Bəydili C., Əsatirlər, Əfsanələr və Rəvayətlər, Bakı:
Şərq-Qərb, 2005.
Acalov A., Azərbaycan Mifoloji Mətnləri, Bakı: Elm, 1988.
Axundov Ə., Abbaslı İ, İsmayılov H., Azərbaycan Aşıq Şeirindən
Seçmələr, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2004.
Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, III c., Bakı: Lider, 2005b.
Axundov Ə., Azərbaycan Nağılları, IV c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.
Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, I c., Bakı: Azərb.SSR
Elm. Akademiyası, 1968.
Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, II c., Bakı: Azərb.SSR
Elm. Akademiyası, 1968b.
Aslan M., Aşıq Veysəl, Yunis İmrə. İki zirvə. Şeirlər, Bakı: Yazıçı,
1982.
Azərbaycan Xalq Əfsanələri, Bakı: Yazıçı, 1985.
Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Beytul-Əhzan, 2004.
Bəydili C., Atalar Sözü, Bakı: Öndər, 2004.
Əlizadə S., Oğuznamə , Bakı, Yazıçı, 1987.
Əlsgər İ., Aşıq Ələsgər, Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.
Gözəlov F., Məmmədov C., Şaman Əfsanələri və Söyləmələri, Bakı:
Yazıçı, 1993.
Hacıyevin, T., Kitabi-Dədə Qorqud. Əsil və Sadələşdirilmiş Mətinlər,
Bakı: Öndər, 2004.
Həsənov X., Təbıət Ülviyyəti-Cöz Sərraflığı, Bakı: Gənclik, 1994.
Ilkin İ. Seçmə Aşıq Şeirləri, I c. Dünya Gənc Türk Yazarlar Birliyinin
Yayını, Bakı: Nurlan, 2011.
İsmayılov H., Orucov T., Azərbaycan Xalq Ədəbiyyatından seçmələr:
Qaravəllilər, Oyunlar və Xalq Tamaşaları, Bakı: ŞərqQərb,2005.
Kazımov Q., Qurbani. Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2006.
Qəhrəman İ., Sarı Aşıq: Gül Dəftəri, Bakı: Adiloğlu, 2011.
Mahmudov Y.M., "İslam Dinində Ətraf Mühitə Münasibətin Bəzi
Məsələləri", Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Fəlsəfə
Kafedrasının Təşkil Etdiyi Aspirant və Dissertantların ElmiPraktik Konfransının Materialları. Bakı: Borçalı, 2002, s. 104105.
Mahmudov Y.M. "Bilqamıs Dastanında Təbiət-İnsan Münasibətləri",
Kəlam Jurnalı, 2003, №9, s. 29-32
Mahmudov Y.M., "Orxon-Yenisey Abidələrində Ekoloji Fikirlər",
Biologiyada İnkişaf və Müasirlik Mövzusunda Respublika Elmi
Konfransının Materialları (28-29 aprel), Bakı, BDU, 2004.
185
Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /
Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu
Mahmudov Y.M. "Qədim Sənət Nümunələrində Zooloji Obyektlərə
Münasibət", Azərbaycan Zooloqlar Cəmiyyətinin Əsərləri. I c.,
Bakı: Elm, 2008, s.736-730.
Mustafayev Q. T., Dirili (Mahmudov) Y., "Kitabi-Dədə Qorqud
Eposunda Ətraf Mühitə Münasibət" // Bakı Universitetinin
Xəbərləri (Təbiət Elmləri Seriyası), Bakı: Bakı Universiteti,
2003, №1, s. 73-81.
Mustafayev, Q. T., Ekologiyadan konspekt, Bakı: Şərq-Qərb, 1993.
Mustafayev, Q.T. - Məmmədov A.T., Ataların Sözü-Xalqın Gözü,
Bakı: Təknur, 2008.
Namazov Q., El Çələngi, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.
Nəbiyev, A., Nəğmələr, İnanclar, Alqışlar, Bakı: Yazıçı,1989.
Öməroğlu İ., Namazov Q., Qaracaoğlan. Şeirlər, Bakı, “Şərq-Qərb”,
2006.
Özçelik M., Nasreddin Hoca, Eskişehir: Odunpazarı Belediyesi, 2005.
Paşayev Q., İrak-Kərkük Bayatıları, Bakı: Yazıçı, 1983.
Paşayev Q., Kərkük Folkloru Antologiyası, Bakı: Azərnəşr, 1987.
Seyidov N., Tapmacalar, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.
Seyidov, M., Qam-Şaman və Onun Qaynaqlarına Ümumi Baxış, Bakı:
Gənclik, 1994.
Şükürov A., Mifologiya (Qədim Türk Mifologiyası) Kitab VI., Bakı:
Elm, 1997.
Şükürov A. Mifologiya (Qədim Yunan Mifologiyası). Kitab VII.
Bakı: Qartal, 1999.
Təhmasib M., Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, II c., Bakı: Lider,
2005.
Təhmasib M., Azərbaycan Dastanları, IV c., Bakı: Lider, 2005b.
Təhmasib M., Molla Nəsrəddinin Lətifələri, Bakı: Öndər, 2004.
Təhmasib, M., Azərbaycan Nağılları II c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.
Vəliyev K. - Uğurlu F., Oğuznamələr, Bakı, Bakı Universiteti, 1993.
Vəliyev V., Bayatılar, Bakı: Yazıçı, 1985.
Vəzirov X., Rus Xalq Nağılları, Bakı: Azərnəşr, 1995.
Yusif Dirili. "Dirli Qurbaninin Yaradıcılığında Ətraf Mühitə
Münasibət / Bir Ağacın Budaqları”. Dirili Qurbani Məclisinin
Almanaxı (Elmi, ədəbi-bədii toplu), Bakı: Təfəkkür, 2006,
s.313 – 318.
Zeynallı H., Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.
186
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİLEŞME ANLAYIŞI VE
SANAYİİ TEŞVİK GİRİŞİMLERİ
Understandng 2nd Constıtutıonal Era Industrıalızatıon And
Industry Promotıon Inıtıatıves
İsmail PEHLİVAN*
ÖZET
Bu çalışmada II. Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen
sanayileşme girişimleri ve sanayii teşvik politikaları, dönemin
Osmanlı ekonomik yapısı ve uluslararası konjonktür çerçevesinde
değerlendirilecektir. II. Meşrutiyet döneminde ortaya konulan iktisadi
fikirler ve iktisadi politikaların uygulanma sürecindeki yaklaşımlar,
Osmanlı toplumunun ve dünya siyasetinin tarihsel ve dönemsel
özellikleri dikkate alınarak tartışılmaya çalışılacaktır. Görülebildiği
kadarıyla Osmanlı devletinde yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalar
ve sanayileşme girişimlerine ilişkin çabalar Osmanlı toplumunun
özellikleri ve yüzyılın dünya siyasetindeki dinamikler nedeniyle
başarılı olamamış görünmektedir. İdari ve sosyal reform girişimleri,
temel yaklaşım olarak devletin işleyişi, askeri ve siyasi önceliklere
göre gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çabalar toplumsal
beklentilerden ve ülkenin iktisadi yapısının tarihsel özelliklerinden
uzak bir yaklaşımla yürütülmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devletindeki
yenileşme ve ıslahat çalışmalarının mantığı Tanzimat sonrasında
yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalarda da kendisini
göstermektedir. Dolayısıyla ülkedeki sanayileşme girişimlerini büyük
güçlerin ekonomik talepleri ve siyasi niyetleri çerçevesinden bağımsız
olamamıştır. Bütün bunlara karşın iktisadi politikaların ve sanayileşme
çabalarının olabildiğince uluslararası ve emperyal baskıları göğüsleme
arzusunu taşıdığını söylemek mümkündür. XIX. ve XX. yüzyılın
başlarında bütün dünyada yaygın olan bir ideoloji olarak, “milli” ve
“milliyetçi” fikirler çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışıldığını
söylemek mümkündür. Çalışmamız Osmanlı sanayileşme girişimlerini
uluslararası iktisadi ilişkiler ve Osmanlının son dönemindeki iktisadi
*
Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, ismailpehlivan@kilis.edu.tr
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
bağımsızlaşma arayışları içinde geliştirdiği politikalar çerçevesinde
ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat,
Islahat, İstatistik, Meşrutiyet.
ABSTRACT
In this study, Ottoman economical structure, industrial
incitements and industrialization that were achieved during the Second
Constitutionalist Period are studied within the frame of international
view. The economical point of view that was emerged during the
Second Constitutionalist Period will be examined according to the
world politics and Ottoman society of that time. It is obvious that the
economical policies industrialization trials that were tried to be
implemented in the Ottoman State are not well accomplished because
of the world politics of the time and periodical features of Ottoman
society. Governmental and social reform attempts and functions of the
government are tried to be designed according to the military and
political priorities. Those attempts are achieved outlying the
expectations and historical features of the society. The main mentality
of reform attempts can clearly be observed at the economic policies
after the (Tanzimat) reform era. Consequently, the industrialization
attempts are not away from the expectations and needs of the great
powers. In any case it is possible to state that the attempts for
industrialization and economical policies are for resisting the
international and imperial oppressions as far as possible. It can be
asserted that those reforms are tried to be achieved within a national
and nationalistic environment likewise all over the world during late
XIX and early XX centuries. Our study will discuss Ottoman
industrialization attempts within the scope of international economical
relations and the policies that were built by Ottoman State in search
for economical independence during her last period.
Key Words: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat, Islahat,
İstatistik, Meşrutiyet
TANZİMAT DÖNEMİ OSMANLI EKONOMİSİ VE
SANAYİ DÜŞÜNCESİ
Osmanlı Devleti’nde XIX. Yüzyılda kendini gösteren iktisadi
gelişmeleri ve sosyo-politik düzenlemeleri, imparatorluğun içinde
bulunduğu siyasal ortamdan ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve bu
döneme damgasını vuran sosyal, kültürel, iktisadi ve politik
gelişmelerden ayrı düşünmek olası değildir.
188
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla girerken, Türkiye’nin toplumsal
ve iktisadi gelişme sürecinin temel nitelikleri, XIX yüzyıldaki değişim
ve dönüşümlerle Avrupa’dan kaynaklanan kapitalizmin Türkiye’nin iç
yapıları ile olan karşılıklı etkileşimine bağlı olarak ortaya çıkmış
görünmektedir1.
Avrupa’da bu dönem, Sanayi Devrimi’nin ortaya koyduğu
teknik sıçrama ve kapitalist gelişme şartlarının giderek netleştiği ve
uluslararası düzeyde uygulama alanları bulduğu dönemdir. Bu dönemi
XVIII. Yüzyıl İngiltere’sinde ortaya çıkan ekonomik gelişme ve
teknolojik atılım sürecinin başlamasıyla açıklamak mümkündür 2.
Daha XVI. Yüzyılda başlayan gelişmeler sonucunda İngiltere
tarımında pazar için üretim yaygınlaşmış, kapitalist üretim ilişkileri
egemenlik kazanmış ve buna bağlı olarak üretimde verimlilik artışları
hızlanmaya başlamıştı3. Bu gelişmelerin önemli bir özelliği tarımsal
kesimde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel, kırsal
nüfusun giderek ya topraklardan kopması ya ücretli olarak çalışmak
zorunda kalması ya da kentlere göç etmek zorunda kalmasıdır. Bunun
sonucu olarak kapitalist sanayiin en önemli ön koşulu olan
mülksüzleşmiş emekçiler ordusu oluşmuştu4.
Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişme, yepyeni bir toplumsal
yapılanmanın oluşumunu gerçekleştirirken, geleneksel üretim
ilişkilerini de kırdığı gibi, siyasal ve sosyal alanda da önemli
dönüşümleri getiriyordu. Bunun sonucu olarak Avrupa devletleri hem
siyasal, hem de askersel güç bakımından gelişiyor ve doğusunda yer
alan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir alternatif olarak ortaya
çıkıyorlardı5.
Sürekli gerileme süreci içinde bulunan Osmanlı Taha
Parla’nın deyimiyle “savunmacı modernleşme” çerçevesinde bir dizi
1
Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914,
Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 150; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU,
“Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876), Tanzimat, Değişim
Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet
SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s.
713, 714.
2
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap, İstanbul,
2012, s. 287; Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt,
Sayı: 10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36.
3
Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, (Komisyon),
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999, s. 425; Oğuz OYAN, “Dış Ticarette
Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”, Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi,
Sayı: 6, Ağustos-Eylül 1984, s. 47 (45-69).
4
Şevket PAMUK, a.g.e., s. 152; Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 18481875, Dost Kitabevi, Ankara, 1995, ss. 230, 231,232.
5
Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 717
189
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
reform dönemine girmiştir. Batıyla ilişkinin niteliğini ortaya koyması
açısından önem taşıyan bu durumda siyasal yaklaşım biçimi de
gözönüne alındığında “modernleşme” hep “batılılaşma” anlamıyla
birlikte ifade ediliyordu6.
Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel toplum yapısının sahip
olduğu tarihsel ve kültürel miras, bütün bu gelişmeler karşısında
toplumsal bir dinamizmin oluşmasını engelliyordu. Bu nedenle
toplumsal dönüşümlerin ve siyasal yapılanmaların yönetsel
kademeden başlatılması ve sürdürülmesi kaçınılmaz oluyordu. Bu da
reform çalışmalarına ilişkin olarak genel zihniyet yapısını belirliyordu.
İmparatorluğun gerilemesinin ayırdına varıldığı noktada,
bunun, iktisadi (mali) nedenlere dayandığının da ayırdedildiği ilk
osmanlı ıslahat layilhalarında devlet düzeninin bozulmasının has,
timar ve zeamet sisteminin artık çalışmadığına bağlanmasıyla açıkça
ortaya konuluyordu. Ancak bu düzeltim (ıslahat) çabalarında yeni
yöntemlerin arayışından çok, eskiye özlemin ve eskiyi ihdas etme
çabalarının olduğunu görüyoruz. Eski sistemin yerine köklü
değişiklikler getirmeden aynı esas üzerinde benzeri yöntemlerin
uygulanmasının yarardan çok zarar verdiği kısa sürede görülmüştü.
Ancak, geriye dönüş tartışmaları ve eski ideal düzeni arama çabaları,
yeni ve modern yapılanma girişimlerinin önündeki en önemli engel
olarak ortaya çıkıyordu7.
Bu zihniyet Osmanlı İmparatorluğunun her dönemde olduğu
gibi devletin dokunulmazlığı ve bekası zihniyetiydi. Bu nedenle XIX.
Yüzyıl öncesinde olduğu gibi, XIX. Yüzyılda girişilen reform
çabalarında da merkezi devletin gücünü arttırmak, orduyu ve maliyeyi
güçlendirmek ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamı öngörülen düzen
içinde sürdürmek esas yaklaşımı belirliyordu. Bu yaklaşım bozulan ve
giderek yıkılmaya yüz tutan Osmanlı toplumsal sistemini yeniden
düzenleme çabalarında Osmanlı yöneticilerini Avrupa devletlerinin
desteğine başvurmak zorunda bırakıyordu. Öte yandan Avrupa
devletlerinin reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasal veya mali
destek, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması yönünde
talepleri ve baskıyı getiriyordu8.
6
Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1993, s. 19.
7
Şerif MARDİN, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi
(1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.618.
8
Şevket PAMUK, a.g.e., s., 161; Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik
Sürecinde Türkiye 2- Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları,
İstanbul, 1975, 906.
190
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
XIX. yüzyıl öncesinde olduğu gibi Tanzimat Fermanı ve
sonrasında da merkezi devletin ekonomiye ilişkin politikalarını siyasal
askeri ve mali öncelikler belirliyordu. Bu öncelikler nedeniyle reform
çabalarında vergi gelirlerinin arttırılması, güçlü bir ordunun
kurulması, sarayın ve kentlerin iaşesinin sağlanması merkezi devletin
geleceği açısından en önemli amaçlar oluyordu.
Bu yaklaşım tarzı Osmanlı İmparatorluğunda iktisadi
kurumların oluşmasının da yönünü belirliyordu. Bu bakımdan devletin
oluşturduğu ekonomik örgütlenmeler sosyo ekonomik yaşamın bir
gereği olarak ortaya çıkmaktan çok, devletin ihtiyaçlarına yönelik
olarak, yine devlet tarafından oluşturuluyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda daha XVIII. Yüzyılda ve XIX.
Yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulan imalathanelere
rastlamaktayız. Bunlar Sanayi Devrimi’nden önceki teknolojiyi
kullanıyorlardı. 1830 ve 1840’larda Osmanlı yöneticileri Avrupa’dan
en son teknolojiyi kullanan makineler ithal ederek devletin
mülkiyetinde ve esas olarak ordunun, donanmanın ve sarayın
taleplerini karşılamak üzere bir dizi fabrikalar kurdular 9. Bu girişimler
daha çok Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın giriştiği sanayileşme
çabalarından esinlenilerek gerçekleştirilmiştir 10. Mehmet Ali Paşa’nın
Mısır’daki girişimlerinin11 ona sağladığı, askeri, siyasi ve iktisadi
üstünlükler Osmanlı devletinin bu konulardaki çabalarını körüklemiş,
ancak bu girişimler 1913 yılına kadar doğrudan devletten herhangi bir
destek görmeden gerçekleştirilmiştir.
Yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde kendi
kendine yeter bir haldeydi. Geleneksel teknolojiyi kullanan tarım ve
tarım dışı üretim faaliyetlerinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri
egemenliklerini koruyordu. Merkezi devletin gücünün gerilemesine
karşın vergisel üretim tarzı denilen özgün Osmanlı üretim biçimi
henüz çözülmemişti12. Dikkatle incelendiğinde mevcut üretim
9
Şevket PAMUK, a.g.e., s. 163; Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde
Büyüme ve Bağımlılık (1820-1913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul,
1994, s. 146; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.716-724; Donald
QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri, 1812-1914,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914,
(Editör: Halil İNALCIK-Donald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul,
2004, ss. 1001-1039; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 286-287.
10
Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.714; Edward C. CLARK,
“Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar), Tanzimat, Değişim
Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu.., s. 759
11
Şevket PAMUK, a.g.e. s.. 147; Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin
İktisat Tarihi (1923-1950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, s. 70; Edward C.
CLARK, a.g.m., 759.
12
Şevket PAMUK, a.g.e., s. 194.
191
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
ilişkileri çerçevesinde varolan toplumsal yapılar veya sınıflar arasında
da belli bir çatışmanın varolduğunu söylemek mümkündür. Ancak
Osmanlıdaki sınıfsal çatışma devletin çeşitli mevkilerinde yer alan
yönetsel kesimler arasında ortaya çıkmaktadır. Bu çatışmayı Keyder,
bir bakıma kapitalizmde burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki
çatışmaya benzetir13.
1820’lerden I. Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık
yüzyıllık sürede, Osmanlı Devleti Batının askeri, siyasal ve iktisadi
gücüyle karşı karşıya geldi. Bu karşı karşıya geliş, ekonomiyi batı
kaynaklı bir iktisadi düzene geçişe, kapitalizme zorladı. Bu da iktisadi
bağımlılık yönündeki gelişmenin ön koşullarını hazırlayan bir süreç
olarak işledi. XVIII. Yüzyıl itibariyle giderek bozulmaya ve yıkılmaya
başlayan geleneksel işbölümü, kapitalistleşme sürecinin de başlangıcı
olarak dikkatleri çeker14. Bu süreçte yeni toplumsal grupları ortaya
çıkmakla birlikte Osmanlı toplumsal yapısının iki esas sınıfını
oluşturan bürokrasi ve köylülüğün varlıklarını uzun bir süre daha
koruduklarını görürüz. Ancak, meta ve para pazarlarıyla
bütünleşmeleri ölçüsünde küçük köylülük de bir takım esaslı
değişimler geçirmeye başlamıştır15. Bu çerçevede gerçekleşen pazarla
daha fazla bütünleşme küçük köylülerin üretim stratejilerini etkiliyor
ve büyük çoğunluğun pazara açılmasını sağlıyordu. Tanzimat
düzenlemelerinin ağırlıklı olarak gayr-ı Müslim unsurlara avantajlar
sağlaması, bu süreçte özellikle Müslüman sınıfı oluşturan zanaatkar ve
tüccarların statüsünü tehlikeye atıyor; tüccarlar ve imalatçılar
kesiminde etnik gruplar arasında hızlı bir yer değiştirmenin ortaya
çıkmasına neden oluyordu. Bu durum ileriki süreçte Osmanlı’da
sermaye egemenliğinin genel karakterini belirleyen bir özellik olarak
karşımıza çıkacaktır16.
Bu yönelme sonucu 1820’lerden itibaren hızla büyüyen
Osmanlı Avrupa ticareti, bir yandan dış pazarlara yönelik tarımsal
meta üretimini yaygınlaştırırken, öte yandan da zanaatlara dayalı tarım
dışı üretim faaliyetlerinin gerilemesine yol açtı. 1850’lerden sonra
imparatorluğa girmeye başlayan yabancı sermaye ise devletin borçları
ile demiryolları gibi dış ticareti geliştirmeye yönelik alt yapı
yatırımlarında yoğunlaşmıştı17.
13
Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1990, s. 27.
14
Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 719; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s.
429.
15
Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 910-918.
16
Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 33.
17
Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap,
İstanbul, 2007, ss. 99-101; Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi
1900-1960, İmge Kitabevi, Ankara, 2003, ss. 66-70; Muhteşem KAYNAK,
192
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
Bu gelişmeler, Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesine
ekonomik anlamda girişlerinin yaklaşımını ortaya koymaktaydı.
Osmanlı ülkesi bu bakımdan Avrupa devletlerinin iktisadi nüfuz
alanında yer almakta ve pazar olarak görülmekteydi. Bu yüzden ülke
ekonomisinin gelişimini sağlayıcı ve öz üretimini arttırıcı açıdan tarım
ve sanayii gibi doğrudan üretim alanlarına yatırılan yabancı sermaye
sınırlı kalıyordu18.
Bu durumda iktisadi açıdan az gelişmiş ve sanayileşme
alanında gerekli ilerlemeyi gösterememiş yada göstermek istemişse de
başarılı olamamış Osmanlı Devleti, Avrupa kapitalistlerinin önünde
iştah kabartıcı bir Pazar olarak uzanıyordu. Ancak, bu pazara
ulaşmanın yolu Batı tarafından mali egemenliğin ele geçirilmesinden
geçiyordu. Nitekim savaş öncesi Türkiye’sinin en önemsiz kentinde
bile bulunan devlet kurumlarının niteliğine bakıldığında batının mali
egemenliğinin araçları olduğu görülür19. Örneğin ülkenin en ücra
kentlerinde bile jandarma, mahkeme, polis, Osmanlı Bankası şubesi
ve Düyun-u Umumiye İdaresi ve Tütün ekilen bölgelerde bir “Reji”
acentesi mutlaka bulunmaktaydı20. Çünkü yabancı burjuvazi (Batılı
Kapitalistler) mali egemenliklerini, devletin istikrazlarının para
dolaşımı yönetimini elinde tutan hazinenin rolünü oynayan ve mali
denetimi gerçekleştiren bankalar aracılığıyla kurmuşlardı21.
Batı Avrupa’nın Osmanlıya yönelik, siyasal ve iktisadi
yaklaşımlarındaki aslında çelişkili olmayan ancak hemcinsleriyle
çatışmalı olan politikaları sonucu olarak gerçekleşen, belli ölçülerde
dayatma içeren,Tanzimat idaresinin getirdiği yabancı uyrukları ve
gayr-ı Müslim tebaayı Müslüman-Türk unsurlarla eşitleme
düzenlemelerinin giderek Müslüman-Türk unsurların aleyhine
gelişmesi ve Avrupa ülkelerinin giderek daha fazla ülke ekonomisine
egemen olma çabaları karşısında tepkisel bir hareket olarak doğan II.
Meşrutiyet hareketinin programının ve izlediği siyasetin daha yerli ve
“Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı
Demiryollarına Bir Bakış”, Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-67
(66-85).
18
Şevket PAMUK, a.g.e., s. 195; Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 132-135.
19
Orhan KURMUŞ, a.g.e., ss. 123-131; Edward C. CLARK, a.g.m., s.766.
20
A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi, Onur
Yayınları, 1979, Ankara, s. 75; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 65; Stefanos
YARESİMOS, a.g.e., s. 952; Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve
Osmanlı Hükümeti” (Çev: Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart
1984, ss. 68-73 (68-85)
21
A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.76
193
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
anti-emperyalist bir burjuva sınıfı yaratma çabası içinde olmasını
anlamlandırmaktadır22.
Ancak tüm bu gelişmelerin yanısıra Tanzimat döneminde
devlet katında sanayii kurumları oluşturma yönünde belli adımlar da
atılmaya çalışılmıştır.
Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme
arayışlarına yönelik ilk somut girişimler I. Meşrutiyet’le birlikte
başlar. Ancak bu girişimlerin temelinde Nizam-ı Cedid’den bu yana
süregelen ıslahat çalışmalarının izlerini bulmak mümkündür.
Osmanlı imparatorluğu sanayisinin genel karakteristiği
incelendiğinde genellikle “küçük ölçekli üretim birimlerinden
oluştuğu, yakın pazar için üretimde bulunduğu, ve hemen tümü ile
tüketim malları üreten bir nitelik taşıdığı görülür” 23. Kırsal kesimde
ise çoğunlukla tarım üretimi için gerekli araç ve gereçlerin yapımı, el
tezgâhı biçimi dokuma, değirmencilik gibi alanlarda görülen üretim,
kent ve kasabalarda öncelikle dokumacılık ve giyim, gıda, madeni ev
eşyası ve yapıgereçleri gibi alanlarda yoğunlaşıyordu. Kent ve
kasabalarda sınai üretim ile ticari faaliyetler ve nitelik yönünden
denetimi önceleri lonca biçimi örgütlenme ile sağlanmaktaydı. Daha
çok yerel ihtiyaçlar ve iç pazar amacıyla gerçekleştirilen sınai üretimi
Osmanlı pazarının kapitülasyonlar ve liberal dış ticaret anlaşmaları ile,
Batıda gelişen kitle üretimine açılmasıyla yıkıma uğradı. İç pazarı
sınırlı ve üretim teknolojisi ilkel Osmanlı sanayi, yabancı mallar
karşısında korumasız kaldı ve yerli üretimin gerilemesi ve iç pazarın
giderek yabancı malları tarafından işgali esnaf örgütleri ve gediklerin
dağıtılmasına neden oldu. Nitekim Batının da bu ve benzeri örgütlerin
dağıtılması serbest ticaretin önündeki engeller olarak bu örgütleri
görmelerinin nedenleri daha bir anlaşılır olmaktadır bu durumda 24.
Bu dönemde sanayii oluşumlarına bir yön vermek ve
sanayileşmeyi belli esaslara kavuşturmak için 1864 yılında “Islah-ı
Sanayi Komisyonu” adıyla bir komisyon kurulur25. Emperyalist batı
kapitalizminin, yerli endüstriyi kökünden yıkacak olan yayılması
karşısında yerli esnaf gruplarının çabaları sonucu kurulan bu
komisyon öncelikli olarak, gümrük resmini arttırmayı, esnaf
22
Taha PARLA, a.g.e., s. 26.
Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye
Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987, s.16.
24
Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 16.
25
Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 721; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s.
431; Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi, İstanbul,
2012, s.44.
23
194
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
kümelerini birleştirerek şirketler kurmayı, sanat okulları açmayı ve
sergiler düzenleyerek halka yerli mallarını tanıtmayı amaçlıyordu26.
Adından da anlaşılacağı üzere Islahat Fermanı ertesinde
kurulan komisyon, Batı sanayii’nin baskısı altında çökmüş bulunan
yerli sanayinin kurtarılması çarelerini araştıran, ancak dönemin
koşulları gereği pek fazla bir şey yapamayan bir kuruluş olarak
kalmıştır27.
Komisyon bu yönüyle oldukça iddialı bir görünüm
sergilemekteydi. Komisyonun kuruluş amacı İstanbul sanayicilerinin
uzun süreden beri maruz kaldıkları çöküntüyü önlemek ve
kalkınmalarını sağladıktan sonra uygulanan tedbirlerle memleketin
öteki bölgelerine götürmekti. İlgi alanları olarak tüzüğünde ifade
edildiği gibi “sanat şubelerinin en kısa zamanda geliştirilmesi
çabalarını araştırmak ve sonuçlarını ortaya koymak; ayrı ve dağınık
bir halde bulunan esnafın birleştirilerek ve aralarında sermayeler
toplayarak şirketleşmelerini sağlamak; ayrıca oluşturulan şirketlerin
düzenli şekilde faaliyetlerini sürdürmeleri yönünde çalışmalar
yapmak” olarak gösteriliyordu28. Diğer taraftan ürünlerin kalitesini ve
maliyetini de araştıran ve belli bir standartlaşmaya gidilmesi
gerektiğini savunan komisyon bu amaçla ürünlerin pazarlanmasından,
üretim araçlarının temin edilmesine ve hammadde tedarikine yönelik
aracı kurumların oluşturulması yönünde de çalışmalar yapacaktı29.
OSMANLI
ANLAMI
TOPLUMUNDA
SANAYİLEŞMENİN
Avrupa’da sanayi devriminin XIX. Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Osmanlı ülkesinde etkisini göstermesine karşın, sanayileşme
sürecine geç giren bir ülke olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda
sanayileşme çabaları, “imparatorluğu kurtarma” anlayışının
sonucunda, somut anlamda bir özlemden öteye gidememiştir.
Dolayısıyla sanayileşme olgusunun ön koşulu olan sınai
26
Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi
Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975, s. 16; Mehmet Ali YILDIRIM,
a.g.e., s. 44.
27
Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1390.
28
Mehmet Ali YILDIRIM, a.g.e., s. 42.
29
Adnan GİZ, a.g.m. s. 1361.
195
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
kapitalizminin gelişmesi yönünden de önemli sayılabilecek bir atılım
sağlanamamıştır30.
Sınai kurumları oluşturma yönündeki çabalar, yenileşme
hareketlerinin bir parçası olarak, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren oluşturulmaya çalışılır. Ancak bu kurumlar, temelde ordunun
giyim ve silah gereksinimlerini karşılamaya yönelik bir kısım kamu
sınai kuruluşları olarak dikkati çekerler.
Genel olarak içte tarımsal üretim ve dışta talana dayanan
Osmanlı ekonomisinin bir sanayi kapitalizmi yaratamadığı
bilinmektedir. Bu nedenle Osmanlı’da sanayiye ilişkin kurumlar
genellikle çok küçük ölçekli tarım birimlerinden oluştuğundan, yakın
pazar üretimine yönelik, hemen hemen tümüyle tüketim malları üreten
bir özellik sergilemektedir31.
Bütün bu olumsuzluklara karşın, daha XIX. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde sanayileşmeyi teşvik edici
yönde belli çalışmalar gündeme gelmiştir. Bu amaçla “Islah-ı Sanayi
Komisyonu”nun ardından, sanayi alanında yatırım yapacak
girişimcilere belli imtiyazlar tanınmış, fabrikaların kuruluşları
sırasında Avrupa’dan getirilecek makine, araç ve gereçlerin gümrük
vergisi ödemeksizin ithaline izin verilmiş, bu fabrikalardan üretilen
mallar dahili ve harici gümrüklerden bağışık tutulmuştur 32. Ancak bu
tür uygulamalar belli bir düzenden yoksun olduğu için yeter düzeyde
olumlu sonuçlar alınmasını sağlamıyordu.
Bu nedenle Osmanlı ekonomisinin gelişmesi ve
sanayileşmeye ilişkin atılımların yapılabilmesi, toplumsal yapıda
ticaret, tarım, nüfus, ulaşım-iletişim ve kurumsal düzenlemelerin
birlikte ele alınmasına bağlıydı. Bu bakımdan II. Meşrutiyet ve sonrası
ekonomik yapılanmaların oluşumunda Tanzimat düzenlemelerinin
önemli bir yeri vardır. Bu yönüyle Tanzimat, iç ve dış para sistemine
yöneliş, para ve kredi kurumlarının doğuşu, iktisadi entegrasyon için
gerekli
ulaşım-iletişim
ağının
oluşturulması
ve
Ticaret
Kanunnameleri’nden, Ticaret Odaları’na kadar olan bütün yasal ve
kurumsal düzenlemeler açısından bir dönüm noktasıydı 33.
Tanzimat düzenlemelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve
XIX. Yüzyılda imzalanan ticaret sözleşmeleri, Osmanlı tarımının
30
Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.
1760.
31
Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760.
32
Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m.,
s. 727.
33
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları,
Ankara, 1982, s. 166; Orhan Kurmuş, a.g.e., s. 75.
196
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
geçimlik yapısını çözmüş, Pazar durumundaki Osmanlı ülkesine
tüketime yönelik sınai mamullerinin girişi, klasik Osmanlı ekonomik
düzenini parasallaştırmış, Osmanlı ekonomisini dış pazara açmış ve
üreticiye “tevekkül” yerine “kazanç” özlemini aşılamıştır 34.
Bu gelişmeler çeşitli yönlerden eleştirilirken, ticaret
sözleşmeleri de ortaya koydukları iktisadi sonuçlar dolayısıyla belli
eleştirilere hedef olmaktadır. Bu eleştirilerin en ağırlıklı yönlerini
ticaret sözleşmelerinin, kapitülasyonların korunmasında, Batılı
ülkelere yeni ayrıcalıklar tanınmasında ve gündeme gelen serbest
ticaret ortamında Osmanlı sanayiine yaptığı olumsuz etkiler yaptığı ve
Osmanlı sanayiini daha da çökerttiği konuları oluşturmaktadır. Buna
göre Osmanlının sanayileşememesi yada gerikalmışlığı ticaret
sözleşmeleriyle ilişkili olarak dış ticaret ilişkilerindeki serbestiyete
bağlanır. Bu serbestiyet sonucunda “korumasız” kalan yerli
“sanayii’in yok olup gidişiyle Batı’daki metropollere bağımlı çarpık
bir ekonomik yapının oluştuğu ileri sürülür 35.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen bu bağımlılık
ilişkilerinin ortaya koyduğu politik belirleyiciliğin iktisadi kaygılara
üstün gelmesi, Osmanlı devletinin çözülüşünde iktisadi gelişmelerde
de olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur 36.
Bu anlamda Osmanlı devletinde sanayileşmeye ilişkin olarak
iki hakim düşünceden sözedebiliriz. Bunlar, birincisi klasik iktisat
düşüncesine sahip kesim olarak, karşılıklı üstünlükler ilkesi sonucu
Osmanlı ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu ve bir tarım ülkesi olarak
kalması gerektiği anlayışını savunanlar, bir diğer kesim ise,
sanayileşmenin, gelişen Batı kapitalizmi karşısında tutunabilmenin ve
belli bir yer edinebilmenin olmazsa olmaz koşul olduğunu savunan ve
bu amaçla hangi yolla olursa olsun sanayileşmek gerektiğini
düşünenlerdi37.
Osmanlı Devleti Batı Avrupa’daki gelişmelerin sonucu
kapısına dayanan sanayileşme olgusu konusunda, yukarıdaki yönüyle
oldukça kararsız bir durumdaydı. Tanzimat’ın oluşturduğu liberal
34
Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V, İletişim Yayınları, İstanbul,
1985, s. 1341; Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye
Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 21.
35
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1340; Gülten KAZGAN, a.g.e., ss. 22-26; Tevfik
ÇAVDAR, a.g.e., ss. 52-53; Orhan KURMUŞ, a.g.e., s. 177.
36
Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı
Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, Nisan-Mayıs 1984, s. 73
(62-76); Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt,
Sayı: 10, Nisan- Mayıs 1985, s. 47 (37-50
37
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167-168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 35
197
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
düşünce ortamı sanayileşme sorununu gündeme getirince, kesin bir
seçim yapmak gereği kendini göstermiştir. Tanzimat döneminin ilk
yıllarında Osmanlı toplumunda sanayileşmeyi savunan, yada gereğine
inanan bir düşün ortamı henüz oluşmamıştı. Bu anlayış nedeniyle, bu
gün, sanayi kurumları olarak değerlendirdiğimiz, o dönemdeki
kuruluşlar, genel olarak devlet kurumlarının gereksinimlerine yönelik
olarak kurulan fabrika ve atölyeler de pek sanayiden sayılmıyordu. Bu
yüzden de Osmanlı ülkesi daha çok bir tarım ülkesi olarak görülüyor,
toprağa bağlılık, Osmanlıyı serüven olarak gördüğü sınai
girişimlerinden alıkoyuyordu. Ancak Tanzimat’ın oluşturduğu düşün
ortamı herşeye karşın sanayi ve sanayileşme sorunsalıyla Osmanlı
aydınlarını karşı karşıya bırakıyor ve bir tartışma ortamının doğmasına
neden oluyordu 38.
II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİ ANLAYIŞI
“Kadir-i Mutlak” bir devlet anlayışının Osmanlı
toplumundaki köklülüğü ve yaşamın bütün alanlarına müdahale
edebilme yeteneği, Batı Avrupa’daki benzeri gibi, devlete kendi
çıkarını dayatabilecek güçte bir sınıfsal gelişmeye imkan vermiyordu.
Dolayısıyladır ki, II. Meşrutiyet’in parti ile devletin içi içe geçtiği
İttihat ve Terakki iktidarı döneminde yeni bir sınıf -Türk Burjuvazisiyaratmaya yönelik sosyal ve ekonomik politikalar uygulamaya
çalışması hiç de yadırganır bir durum olmasa gerek 39. Yeni
Burjuvazinin sosyal sınırları ve imparatorluk nüfusunun etnik
farklılaşması ve sermaye egemenliğinin gayrı-Müslim unsurlarda
belirmesi Jön Türklerin iktisadi ve siyasi fikirlerinin biçimlenmesinin
belli başlı nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 40 Nitekim
XIX yüzyılda İmparatorluğun önde gelen gayrimüslim unsurlarının
kendi çıkarlarını Avrupa’nın büyük devletlerinin çıkarlarıyla
birleştirdikleri ve Avrupalılarla Osmanlılar arasındaki ekonomik
aracılar haline geldikleri gözlenmektedir 41.
Tanzimat dönemi liberal anlayışının ortaya koyduğu
sanayileşme sorunu, Tercüme Odası’nda çalışan Şerif Efendi
tarafından “Tercüman-ı Ahval”de yaptığı araştırmayla sanayileşmenin
gerekliliği yönünde ağır basıyordu. Bu gazetede “sanayi ve ziraattan
hangisinin hakkımızda hayırlı” olacağı yolunda bir araştırma yapmış
38
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve
Toplum (1908-1950)- Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1995, s. 122; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 81-100.
39
Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul,
1986, s. 34.
40
Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 44.
41
Feroz AHMAD, a.g.e., s. 35; Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 939-942.
198
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
ve sonucunda Osmanlı devletinin yalnızca tarım ülkesi olarak
görülmemesi gerektiğini savunmuş, bu nedenle yalnızca tarım
kesiminin özendirilmemesini, halkın sanayiye de yöneltilmesi
gerektiğini ileri sürmüştür. Şerif Efendi’nin bu görüşleri daha sonra
Mizancı Murat tarafından da savunulacaktır. Mizancı Murat tarımın
yanısıra sanayi ve ticarete de aynı oranda ağırlık verilmesi gerektiğini
öneriyordu. Diğer taraftan Ahmet Mithat Efendi ve Musa Ayiğitzade
ise Bağımsızlığın sanayileşmekle gerçekleşeceğini savunuyordu42.
II. Meşrutiyet’teki sanayileşme ve iktisadi politika
tartışmaları
içeriğinin
biçimlenişinde,
uluslararası
iktisadi
dönüşümlerin ve iktisadi düşüncenin boyutlarında gelişen ve pratiğe
yansıyan tartışmalar önemli bir ağırlık taşıyordu. Batıda sanayi
kapitalizminin ortaya çıkması ve gelişmesi Türkiye’nin pamuk, tiftik,
yün, ipek, deri gibi sanayi mamullerine uluslararası talebin uyanması
ve bunların Avrupa’daki sanayi merkezleri tarafından alınması süreci,
Türkiye’de zirai (tarım) üretiminin göreceli olarak emtia (mamul)
karakteri almasına neden oluyordu. Dolayısıyla II. Meşrutiyet dönemi
sanayileşmesi konusunda ortaya çıkan tartışmalardaki endüstriyel
sanayi mi, tarım sanayi mi, ikileminde, uluslararası kapitalizmin
gereksinimleri doğrultusunda dünyanın içine girdiği işbölümü süreci,
Türkiye’yi hammadde ve zirai maddeci bir ülke olarak farklılaşmak
gibi bir dayatma karşısında ve iktisadi koşulları bakımından bu
dayatmayı kabullenmek çelişkisi içinde bırakıyordu. Bu çelişki
tartışıladururken pratikte ağırlıklı olarak hammadde ihracı yönüne
kayıldığı görülmektedir43.
Bu tartışmada İsmail Hüsrev Tökin, sanayi kapitalizminin
ortaya çıkması ve gelişmesi sürecinde bir çok memleketi de etkisine
alan, dünya coğrafi işbölümünün beraberinde iktisadi işbölümünü
getirdiğini44 ve dolayısıyla önceleri zirai ve sınai ihtiyacını kendileri
karşılayan ülkelerin giderek bu otarşik niteliklerinden sıyrılarak
kapitalizme açık ülkelere sınai mamulü vermeye (ihrac etmeye), bu
ülkelerden hammadde ve zirai mamul almaya yönelmelerinin özellikle
Türkiye gibi ülkelerin iktisadi gelişiminde tek taraflı, tarım ülkesi
konumundaki ülke aleyhine olarak, bir iktisadi yapılanmaya yol
açtığını ortaya koymaktadır45.
42
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 28-33; Şerif
MARDİN, a.g.m., s. 627; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi
Düşünce”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-636.
43
İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım), İletişim
Yayınları, İstanbul, 1990, s. 121-122; Şevket PAMUK, 100 Soruda... ss. 171174; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, SS. 638-640.
44
İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 124
45
İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 125.
199
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
II. Meşrutiyet öncesi sanayileşmeyi düzenli ve ilkesel bir
biçimde savunan tek yayın organı 1907 yılında İzmir’de çıkan Salih
Zeki yönetimindeki “Osmanlı Ziraat ve Ticaret Gazetesi”dir. Gazete
sanayileşmenin gerçekleşebilmesi için Osmanlı ülkesinin potansiyel
olarak hemen herşeye sahip olduğunu, yalnızca büyük sermayeli şirket
ve fabrikaların gerekmekte olduğunu ileri sürüyordu. Bütün bunların
gerçekleşmesi için halkta “fikrî teşebbüs” oluşması gerektiğini
savunuyordu. “Eğer halkta fikrî teşebbüs uyanır da gerekli sanayi
kurumlaşmalarına gidilirse, Osmanlı topraklarında bol miktarda
yetişen tarım ürünlerimiz yurt dışına gönderilmez, ülkemizde
değerlendirilir” denilmekteydi46.
Buna karşılık Sakızlı Ohannes Paşa, Portakal Mikail Paşa
mülkiyede verdikleri derslerinde tarımdan yana çıkıyorlar ve Osmanlı
Devleti için sanayileşmenin gereksiz bir kaynak israfı olduğunu ileri
sürüyorlardı. Tanzimat döneminin ve onu izleyen yılların klasik iktisat
öğretisinin ışığında Mehmet Cavit Bey, iktisat ilkelerine ters düşen bir
sanayileşmenin ülkeyi yoksullaştıracağını savunuyor ve Osmanlı
ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu belirterek, karşılıklı üstünlük ilkesi
gereğince tarım ülkesi olarak kalmamız gerektiğini, dolayısıyla da
Osmanlı topraklarında tarım ve ticaretin geliştirilmesini öneriyordu 47.
Yukarıdaki görüşler Noviçev’in Jöntürklerin Türkiye’nin
yabancı sermaye karşısında mali bağımlılığını “bilinçli olarak”
şiddetle arttırdığı48 yönünde görüşlerinin yeterince gerçeği
yansıtmadığını ortaya koymaktadır. Cavit Bey’in ticaret bakanı olarak
ifade ettiği yabancı sermayeye duyulan gereksinim yönündeki
görüşleri ülkenin iktisadi koşullarının bir zorlaması olarak
görülmelidir. Çünkü gelişen süreç içinde Jön Türklerin (İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin) “millici” bir iktisadi kararlara yönelmeleri ve
giderek korumacı önlemler peşinde koşmaları onların anti-emperyalist
ve anti sömürgeci niteliklerini dengeci bir politika çerçevesinde
yürütmeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır
II.Meşrutiyet’in ilanı toplumda büyük umutların bağlandığı
bir olaydır. O hem hürriyet ve medeniyetin gelmesi demektir, hem
baskının ortadan kalkması demektir, hem de devletin geleceğine
ilişkin karamsarlıkların belli bir süre bile olsa ortadan kalkması
demektir. Bu yönüyle 1908 hareketi liberal dönüşümleri amaçlayan
bir devrim olarak karşımıza çıkmaktadır.
II. Meşrutiyet, temelleri Tanzimat’la atılan liberal anlayışın
hem siyasal, hem de iktisadi alanda kabul gördüğü bir dönemdir.
46
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168.
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 83-88; Zafer
TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, Cilt: 3, ss. 636-637.
48
A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.95
47
200
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
Özellikle aydınlanma çağı Fransız düşüncesinden etkilenen Osmanlı
liberalleri, 1908 hareketiyle bir bakıma Osmanlı devlet geleneğine
başkaldırıyı simgeliyorlardı49. Bu başkaldırının getirisi olarak
İttihatçıların belli başlı hedefleri uzun vadede Avrupa’dan
bağımsızlaşmak amacıyla milli bir ekonomi ve milli bir burjuvazi
yaratmak ve bu amaçla da imparatorluğu eski düzenden kurtarmak ve
Avrupa devletlerinin denetiminden çıkartmaktı. İktidarları süresince
de pek başarılı olamamakla birlikte bu yönde bir siyasal eylem içinde
olmaya çalıştılar50. Nitekim İttihat ve Terakki Cemiyeti daha ilk
hükümet olduğu dönemlerde uygulamayı düşündüğü ekonomik
programında ortaya koyduğu işçi-işveren ilişkilerine, köylülere toprak
dağıtımına, mevcut tapu sistemini değiştirilmesine, eğitim
yapılandırılmasına ilişkin ulusalcı görüşleriyle dikkatleri çekmiştir 51.
Osmanlı devlet geleneğine karşı tavır alan Jön Türkler,
devrimin ertesinde, gerek siyasal, gerekse iktisadi anlayışta iki
seçenekle karşı karşıya kaldılar. Ya Prens Sabahattin gibi
toplumbilimci yaklaşımla “teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet”
görüşünü benimseyecekler, ya da Cavit Bey ve yandaşları gibi klasik
iktisattan yana olacaklardır.
II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE SANAYİLEŞME VE
SANAYİLEŞMEYE İLİŞKİN DÜZENLEMELER.
Meşrutiyetin ilanı Osmanlı ülkesinde sanayileşmeye yönelik
hertürlü engeli ortadan kaldırmıştır. “Dersaadet Ticaret Odası”, 1908
devrimiyle “istibdat”ın son bulduğunu, sanayileşme için gerekli
ortamın
oluştuğunu
savunuyordu.
Bu
nedenle
Osmanlı
sermayedarlarını girişimci olmaya çağırıyordu.
1908 devrimi ertesinde düşünüş alanında gelişen önemli
dönüşümler, devrim öncesi siyasal yaşamının en belirgin ikilemi olan
hürriyet-istibdat iktisadi düşüncenin oluşumunda da yankısını
buluyordu. Bu nedenle bu dönemde “serbesti” terimi, başka hiçbir
şeyde olmadığı kadar çok kullanılıyordu ekonomik, siyasi ve kültürel
literatürde. Bu anlamda başı “serbest-i” adını alan bir çok kavram da
yazınımıza girmekteydi. Öreğin Serbest-i Mukavelat ve serbesti-i
rekabet vb.52.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte dönemin gazete ve dergileri
sanayileşme sorunlarını tartışmaya başlarlar. Bu sırada Bab-ı Âli’nin
gündemine sanayi teşvik politikası gelir. Aynı dönemde “Türk Yurdu”
49
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 18.
Feroz AHMAD, a.g.e., s. 41.
51
Feroz AHMAD, a.g.e., s. 42.
52
Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 28.
50
201
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
dergisinde yazan Parvus Efendi, Türkiye’nin Avrupa’nın mali
boyunduruğu altında olduğunu ileri sürer ve bu durumdan ancak
sanayileşerek kurtulabileceğini, sanayileşmenin ise ancak Osmanlının
kendi olanaklarıyla gerçekleştirilebileceğini savunur53.
Osmanlı devletinin siyasal örgütlenme modeli bakımından
toplumsal yaşamın iktisadi boyutlarında Türklerin uzun yıllar yer
almamış olması ve çöküş sürecinin doğurduğu yönetsel ve beraberinde
gelen aydın tepkisi, imparatorluğun asli unsuru olan Türklerin böyle
bir iktisadi yapılanmanın ve sermaye gücünün dışında tutulması bu
dönemin ekonomik yapısal dönüşüm çabalarının ve sanayileşme
eğilimlerinin belirleyici yönünü ortaya koyuyordu 54. Osmanlı
ekonomisi içinde belirleyici durumda olan büyük ölçekli sanayi ve
sermaye işletmelerinin gayrimüslim unsurlar elinde olması, en azından
batılı devletlerin emperyalist güdülerinin çokça hissedildiği bir
ortamda çağdaş ve Müslüman-Türk bir burjuva sınıfının yetiştirilmesi
zorunluluğunu ortaya koyuyordu. Bu amaçla da bu hedefin önündeki
iç ve dış engeller bir biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır55. Bu
nedenle, yukarıdan devrim karakteri taşıdığı açık olan 1908 rejimiyle
imparatorluğun iktisadi boyutlu sorunları daha fazla gündeme
getirilerek, dolayısız müdahale sürecine girilmiştir 56 Çağlar Keyder’e
göre “seçkinci toplumsal mühendisliğe yol açan” pozitivist bir
ideolojiyle silahlanmış Jön Türkler bir “milli iktisat” kurma görevini
üstlenmişlerdir. Bu süreçte doğuş halindeki
ve özellikle batı
devletleriyle çıkar işbirliğine girmekte olan Rum ve Ermeni
burjuvazisine güvenmediklerinden Yahudi, Müslüman ve daha çok da
Müslüman-Türk kökenli daha az koprodor bir burjuvazi teşvik
edilmeye başlanmıştır57. Bu amaçla II. Meşrutiyet sürecinde bir
yandan gayrimüslim unsurların ekonomik kaynakları kurutulmaya
çalışılırken,
öte
yandan
da
Müslüman-Türk
unsurların
zenginleştirilmesi ve yeni etkinlik alanları yaratılmasına çalışılmış ve
bu unsurların girişimciliği özendirilmiştir 58.
Uzun yıllardır Osmanlı düşün yaşamında yer alan liberalizm,
kişiliğinde simgeleştiği Jön Türk hareketiyle klasik Osmanlı devlet
geleneğine başkaldırıyı simgeliyordu. “Yüzyıllardır süregelen devlet
53
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1349.
Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara,
1981, s. 15.
55
Doğu, ERGİL, a.g.e., s. 17.
56
Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”, Geçiş
Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E. Ahmet Tonak), Belge
Yayınları, İstanbul, 1992, s. 40.
57
Çağlar KEYDER, a.g.m., s. 41
58
Doğu ERGİL, a.g.e., s. 18; Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi
1908-2005, İmge Yayınları, Ankara, 2007, s. 27.
54
202
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
müdahalesi, narh, tarife, imtiyaz, berat vb. ticari ve iktisadi faaliyetleri
kısıtlayıcı yöntemler, rüşvet, iltimas ve yolsuzluklar liberal devlet
özlemini pekiştirmiş, Osmanlı devlet geleneğinin içinde bulunduğu
kısır döngü çözülmedikçe iktisadi yaşamda önemli atılımların
gerçekleştirilemeyeceği görüşünü yaygınlaştırmıştı. II. Meşrutiyetle
yeni bir boyut kazanan Osmanlı devlet anlayışı, devletin mali
nedenlerle iktisadi yaşama müdahalesinin ülke ekonomisine zarar
verdiği gözlemini ortaya koymuştur. Dolayısıyla çağdaş devletin
ulusal nitelik taşıması gerektiği ve tüm ulusun iktisadi çıkarlarını
gözetmesi gerektiği fikrini güçlendirmiştir. Çünkü bu yeni yaklaşıma
göre ulusal devlet iktisadi yarısı güçlendirilmiş bireye girişim ortamı
sağlamalıdır59.
1913 Aralık ayında Bab-ı Ali’nin sanayileşmeye ilişkin
düşüncelerini ve politikalarını ortaya koyan “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı
Muvakkati” yayınlanır. Ardından 1914 yılı başlarında yayınlanan
“Teşvik-i Sanayi Talimatnamesi” izler onu. Tüm bunlara bağlı olarak
da 1 Ocak 1917’de “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatinin Suret-i
Tatbiki Hakkında Nizamname” çıkarılır60.
“Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatının Suret-i Hakkında
Nizamname”ye uygun olarak ilk önce fes, şeker, cam, billur, kağıt,
mum gibi malların üretimine “imtiyaz” verilmesi ya da bu malların
“inhisar”a alınması önerilir. Ancak “imtiyaz” ve “inhisar”
uygulamalarının eskiyi anımsatır bir tarzda olması teşvik edici
olabilmek amacıyla 1909’da “Sanayiin terakkisi” hakkında kanun
layihası yayınlanır. Bu layihayla Osmanlı sanayiin Avrupa mallarıyla
rekabeti edebilmesi için bazı ayrıcalıklara sahip olması gerektiği
savunulur.
Layiha Tanzimat Dairesi ve Ticaret ve Nafia Nezareti’nde
değişikliğe uğrayrak1911 yılı başında Mecliste görüşülür ve tek
maddelik bir yasa halinde yayınlanır. Yasayla fabrikaların kuruluş ya
da genişletilişleri sırasında getirilen makine araç gereçler için ödenen
gümrük rüsumlarının geri verilmesi kararlaştırılır. Aynı yıl içinde
bütçe yasasıyla Osmanlı topraklarında fabrika kuranlardan alınan on
lira ruhsat resmi kaldırılır ve girişimcilerin vergi yükü hafifletilir.
Teşvik mevzuatı önce meclise görüşülmek üzere gönderilir
ancak meclis seçimlerinin uzun süre yapılamaması dolayısıyla kanun
hükmünde kararname yada “kanun-ı muvakkat” şeklinde çıkarılır.
1913 yılı mevzuatıyla teşvik tedbirlerinden yabancıların da
yararlanabileceği hükme bağlanmakla birlikte, I. Dünya Savaşı
nedeniyle bu bağlaşıklık ve ayrıcalıklardan yalnızca Osmanlı
59
60
Doğu ERGİL, a.g.e., s.18-19.
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat, Doğan Kitap, ss. 291-302.
203
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
tebaasının ve Osmanlı anonim şirketlerinin yararlanması
kararlaştırılır. Buna göre, fabrikalara gerekli hammaddelerin yurt
içinde çıkarılmaması, yetişmemesi halinde gümrük ödemeksizin ithali
serbest bırakılıyordu. 1913 yılı Mevzuatı Osmanlı topraklarında
faaliyette bulunan tüm fabrika ve tezgahların ihraç edecekleri mallar
için gümrük bağışıklığı getirir.
1913 Mevzuatının diğer önemli bir yönü de hükümet
alımlarında yerli sanayi ürünlerine öncelik tanınmasıdır. Buna göre
Bab-ı ali gereksinim duyduğu malları için mümkün olduğunca
“mamulat-ı dâhiliyeyi tercih edecektir61.
1913 Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı ve ona ilişkin
talimatname ve nizamname, II. Meşrutiyet öncesi imalat sanayiinde
dağınık halde uygulanan bağışıklık ve ayrıcalıkları aynı mevzuat
altında toplar. Buna bağlı olarak da yeni özendirici unsurlar getirir 62.
Sanayileşmeye yönelik olarak XIX. Yüzyılın sonlarından
itibaren gerçekleştirilen kurumlaşmalar ve yasal teşvik yöntemlerinin
çoğalması ve buna bağlı olarak ülkede az da olsa sanayi sektörlerinde
imalathane, fabrika, atölye ve tesislerin oluşmaya başlaması, bu
alanlarda bir sayım yapılması ve bu yönde çalışması gereğini
doğurmuştur. Bu açıdan II. Meşrutiyet yılları sanayi sayımlarına
ilişkin istatistik çalışmalarının da giderek önem kazandığı bir dönem
olmuştur63.
Bu dönemde Nezaretler kendi ilgi alanlarında istatistiksel
çalışmalar yaparlar. Bu doğrultuda, sanayii teşvik mevzuatı sonrası
Bab-ı Ali ülkedeki sınai malvarlığının boyutlarını saptamaya koyulur.
Bu amaçla Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne bağlı Sanayi Müdüriyet-i
Umumiye’si “sanayi umurunun tanzim ve ıslahı için bir sanayi
istatistiği” düzenler. Sanayi müfettişlerinden Mösyö Durand ve
Mühendis Fuad Bey’in birlikte yürüttükleri ve İstanbul, İzmir,
Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak’ı kapsayan
sanayi sayımları 1917’de “1329, 1331 Seneleri Sanayi İstatistiği”
adıyla yayınlanır. İstatistikte Meşrutiyet’in başlangıcından beri
iktisadi alanda sarfedilen çabaların ve kapitülasyonların kaldırılışının
sanayileşmek için gerekli ortamı oluşturduğu kaydedilir.
İstatistik Sınai kuruluşlarının sayısı, boyutları, yöresi, çevirici
gücü, türü, motor sayısı, diğer araç gereçler, üretim miktarı, üretimin
61
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1351.
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352.
63
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352.
62
204
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
ithalat, ihracat ve tüketime oranla durumu, çalışanların nitelikleri,
ücretleri ve çalışma saatleri konularında ayrıntılı bilgi vermektedir64.
İstatistik sayım sonuçlarına göre Osmanlı topraklarında
sanayi kuruluşlarının önemli bir kısmı İstanbul ve İzmir çevresindedir.
Adana ve Tarsus’daki dört iplik fabrikasıyla bazı kentlerdeki un ve
deri fabrikaları dışında Anadolu’da başka yörelerde pek sınai
kuruluşuna rastlanmamıştır. Suriye’de istatistikte yer alabilecek iş
yerleri olmakla birlikte savaş nedeniyle sayım dışı bırakılmışlardır. 65
Bu dönem sanayi sayım sonuçlarının yeterince doğru ve
sağlıklı olduğunu söylemek pek olası değildir. Bunun da iki nedeni;
Osmanlı’da genellikle sayımların ertesinde yeni vergilerin geleceği
beklentisiyle iş yeri ve atölye sahiplerinin fazla bilgi vermeye taraftar
olmaması, diğeri de düzenli bir muhasebe kayıt sisteminin olmaması,
dolayısıyla kayıt ve hesapların üstünkörü bir biçimde tutulmasıydı.
İstatistik sayımlarına göre asli kuruluşlar 1913 yılında 252
iken, 1915 yılında 264 olmuştur. Diğer yandan aynı yıllarda 17 ve 18
tali kuruluşun var olduğunu biliyoruz. Bunlarla birlikte 1913
sayımlarıyla sanayi tesislerinin sayısı 252’den 269’a, 269’dan da
282’ye yükselmiştir. Bu sayının %27,7’sini gıda sanayi oluşturur. Bu
durum Osmanlı ülkesinde gıdanın önemini ve onun tarımsal yapısını
ifade eder. İkinci sırada % 27,7’lik bir oranla yine tarım girdili
dokuma sanayii yeralmaktadır. %19,6’lık bir oranla kırtasye sanayii
üçüncü sırada, deri sanayii ise %4,6’lık bir oranla sonlarda yer
almaktadır66.
İstatistikte yer alan sanayi kuruluşlarının %55’i İstanbul ve
çevresinde yer alır. %22 ile onu İzmir izler. Diğer taraftan dokuma
sanayi kuruluşlarının %71’i İstanbul ve İzmir dışındaki kentlerde
kurulmuştur. Kırtasiye Sanayi başlığı altında yeralan matbaa ve sair
imalat’ın %100’ü İstanbul ve İzmir’de görülür 67.
İstatistik verilerine göre, iş yerlerindeki çevirici gücün
toplamı 20.977 beygir gücüdür. Çevirici gücün %75,9’u buhar
makinalarından elde edilmiştir. İkinci sırada %12,8’le içten yanmalı
motor gücü gelir. Elektrikli motorlar % 6,4, su ise %4,8 ile son
sıralarda yer alır.
64
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat,
Doğan Kitap, ss. 309-310; A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayi, 1913-1915
Yılları Sanayi İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara, 1997, s.
x
65
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353.
66
Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353; A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. xi; Korkut
BORATAV, a.g.e., s. 33,34.
67
A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. 15; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat,
Doğan Kitap, s. 313.
205
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
İstatistik verilerine göre Osmanlı sanayiinde en fazla değer
gıda sanayiinde yaratılmaktadır. İkinci sırada onu dokuma izler,
üçüncü sırada basımevleri nedeniyle kırtasiye sanayi yer alır. Diğer
taraftan değirmencilik, sanayide yaratılan değerler açısından önemli
bir yere sahiptir. Toplam değerin içinde bu kesimin yaptığı 1913 ve
1915 yılları için sırasıyla %32 ve %44’tür. Değirmenciliği de içeren
gıda sanayiin aynı yıl için oranları ise %69 ve %70’tir 68.
II.Meşrutiyet’te sürekli sanayileşmeyi vurgulayan yayın
organı “Sanayi” dergisidir. Dergiye göre sanayileşemeyen Osmanlı
toplumu 20 yüzyılda ağır bir esaret altındadır. Bu bakımdan 20
yüzyılda ulusal varlık ancak sanayileşmekle sürdürülebilir 69.
Diğer taraftan bu dönemde Osmanlı fabrikatörlerini bir çatı
altında toplayan “Milli Fabrikacılar Cemiyeti” adıyla bir dernek
kurulur. 1917 başında çoğu İttihatçı ve aynı zamanda mebus olan
fabrikatörlerin kurduğu bu dernek özel girişimin gelişmesini
amaçlamaktadır. Milli fabrikacılar Cemiyeti, ülkenin gerek duyduğu
sınai işletmelerinin kurulabilmesi için vatandaşlar arasında işbirliği
sağlamayı amaçlar. Dernek girişimci Osmanlıları bir araya getirerek
orta girişimcilere önayak olmayı amaçlamıştır.
Bu dönemin diğer bir özelliği ise Avrupa’dan sanayi
uzmanları getirtilmesidir. Bunlar ülkede sanayi müfettişi olarak
göreve atanırlar. Yine bu çerçevede Avrupa ülkelerine gerek mesleki,
gerekse teknik alanda eğitim ve öğretim için Türk gençleri gönderilir.
Bu amaçla çeşitli protokoller yapılır ve özellikle I. Dünya Savaşı
yıllarında Bab-ı Ali’nin Alman Hükümeti ile yaptığı protokol gereği
12-18 yaşları arasında 10.000 kadar Türk gencinin mesleki ve teknik
öğrenim görmek üzere Alman fabrikalarına kabulü istenir 70.
Bütün bu çabalara karşılık II. Meşrutiyet döneminde gerek
1909, gerekse 1913’te çıkarılan yasalar ve teşvik tedbirlerinin önemli
bir sanayi üretimi sıçraması sağladığını söylemek pek mümkün
değildir. Ancak Avrupa’nın yarattığı ekonomik devrimden
kapitülasyonlar aracılığıyla yararlanabilen
ve modern sektörle
birleşen imparatorluk içindeki iktisadi güçlerin daha çok Türkiye’de
yerleşmiş ve kuşaklar boyunca kendi dil ve kültürlerini korumuş olan
“Levantenler”den oluşması ve bunların ağırlıklı olarak komprodor
Rum ve Ermeni burjuvazi tarafından temsil edilmeleri ve ayrıca
ekonomik yaşamın neredeyse tümünü temsil ediyor durumda olmaları
68
A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., ss. 22-24; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 314-315.
Zafer TOPRAK, a.g.m., 1353
70
Yahya Sezai TEZEL, a.g.e., s. 70
69
206
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
II. Meşrutiyet döneminin özellikle ulusçu karakterinin biçimlenişinde
etkili olduğu gözlenmektedir71.
Bu dönem Osmanlı sanayiinin önemli bir özelliği de sınai
mülkiyetinin hemen hemen tümüyle azınlıkların ve bir ölçüde de
yabancıların elinde olmasıydı. Sanayi kesiminde mülkiyetin etnik
yapısı, salt ekonomi kuramı açısından önemsiz sayılabilir. Ancak,
hukuk, askerlik ve eğitim alanlarındaki ayrıcalıklarının da katkısıyla
azınlıkların sanayii sermayesini ellerinde tutmaları birikim sürecinde
bir kopukluk yaratmış denilebilir. Bir başka deyişle burjuvalaşabilecek
kesim “Türk halkının dışındaydı72.
Ancak bütün bunlara karşın II. Meşrutiyet dönemi Osmanlıda
sanayileşme bilincinin oluştuğu yıllar olarak
günümüze
yansımaktadır.
SONUÇ
Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme çabaları, dikkat
edilirse, yenileşme ya da diğer adıyla batılılaşma çabalarının gereği
olarak kendini dayatmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğunun son
dönemlerinde gerçekleştirilmeye çalışılan sanayileşme atılımları ve
sanayileşmeye yönelik teşvik tedbirleri Cumhuriyet Türkiye’sinin
ekonomi politiğinin de temellerini atmak durumundaydı.
Özetlemek gerekirse genellikle el sanatları ve esnaf biçimi
örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayii, Osmanlının dışa açılımı
sonucu yıkılmış ve çökmüştür. Varolan sanayi mülkiyeti de
azınlıkların ve yabancıların elindeydi73. Öte yandan Osmanlının kamu
girişimciliği yoluyla askeri gereksinimleri karşılamak amacına yönelik
sanayi işletmeleri kurması, sanayii geliştirecek önlemler alması ve son
yıllarında sanayii özendirme çabaları da bir sonuç vermemiştir.
Sanayileşmek Osmanlıda Cumhuriyete kadar bir özlem olmaktan öte
gitmemiş bir çaba olarak kalmıştır.74 Ancak özellikle II. Meşrutiyet
döneminin tartışmaları Genç Cumhuriyetin ufkunu açan bir birikim
olarak değerlendirilmelidir.
Diğer bir deyişle bu dönemin iktisadi politika arayışları
gelecekteki toplumun ekonomik yöneliminin de özünü teşkil ediyordu.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşından sonra
Osmanlılık anlayışını bırakması ve onun yerine “Türk
Milliyetçiliği”ne dayanan ideolojik anlayışı benimsemesi, iktisadi
71
Feroz AHMED, a.g.e., s. 37-38.
Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 17
73
Yakup KEPENEK, a.g.e., s.18.
74
Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 19.
72
207
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
düşünce alanında da ulusalcı bir çizginin belirmesini getirmiştir. Bu
doğrultuda “Milli İktisat”, “Milli Bankacılık”, “Milli Sanayi” gibi
söylemler oluşmuş ve daha korumacı ve özellikle Müslüman Türk
esnafın ve sanayicinin geliştirilmesine yönelik iktisadi politikalar
gündemi belirlemiştir. Bütün bu ulusalcı yapılanmalar Cumhuriyet
Türkiye’sinin iktisadi alanda izleyeceği yolun ideolojik yönünü
belirlemesi bakımından önem taşımaktadır. Sanayileşmenin getirdiği
sonuçların o günlerde olduğu gibi, bu gün de tatmin edici olmaması,
bu alanda izlenen yöntemlerin tartışılırlığını da beraberinde
getirmiştir.
KAYNAKÇA
A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi,
Onur Yayınları, Ankara, 1979.
A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayii, 1913-1915 Yılları Sanayi
İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara,
1997.
Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul,
1985.
Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”,
Geçiş Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E.
Ahmet Tonak), Belge Yayınları, İstanbul, 1992.
Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1990,.
Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi,
Ankara, 1981.
Donald QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri,
1812-1914, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914, (Editör: Halil İNALCIKDonald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul, 2004.
Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve Osmanlı Hükümeti” (Çev:
Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart 1984, ss.
68-85
Edward C. CLARK, “Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar),
Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,
(Haz: Halil İNALCIK-Mehmet SEYİTDANLIOĞLU),
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 1848-1875, Dost Kitabevi,
Ankara, 1995.
Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2009.
Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 1986.
208
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009.
Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi
Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975.
İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım),
İletişim Yayınları, İstanbul, 1990.
Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı
Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, NisanMayıs 1984, ss. 62-76.
Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge
Yayınları, Ankara, 2007
Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi,
İstanbul, 2012.
Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii
(1839-1876), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı
İmparatorluğu,
(Haz:
Halil
İNALCIK-Mehmet
SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2012.
Muhteşem KAYNAK, “Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine
Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış”,
Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-85.
Oğuz OYAN, “Dış Ticarette Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”,
Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, AğustosEylül 1984, s. 47 (45-69).
Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap,
İstanbul, 2007.
Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I,
(Komisyon), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999.
Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı:
10, Nisan- Mayıs 1985, ss. 37-50.
Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt, Sayı:
10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36.
Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye 2Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları,
İstanbul, 1975.
Şerif MARDİN, “Tanzimattan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin
Gelişmesi (1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul,
1987, ss. 618-634.
Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 15001914, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990.
Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde Büyüme ve Bağımlılık (18201913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul, 1994.
Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
209
II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /
İsmail PEHLİVAN
Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, İmge
Kitabevi, Ankara, 2003.
Yahya Sezai TEZEL, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (19231950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986,
Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, ss. 1760-1796.
Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye
Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987.
Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi Düşünce”,
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-640.
Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”,
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 1340-1344.
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950)- Milli
İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,
1995.
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap,
İstanbul, 2012.
Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları,
Ankara, 1982.
210
Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’lMeânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye
Dîzîra Sekkâl, Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ
(Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye,
Beyrut, 1995, 89 sayfa.
Uğur GÜLBİL

Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu
Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi, ugurgulbil@kilis.edu.tr.
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –
Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL
Eser, Arap Dili ve Edebiyatı içerisinde Ilmu’l-Meâcim adı
verilen Sözlükbilim alanına ait bir çalışmadır. Eser genel olarak
sözlüklerin her iki çeşidi olan mana ve lafız sözlüklerinin ilk telif
edilişinden günümüze kadar olan süreçte ortaya çıkışını ve
gelişimlerini ele almaktadır. Arapça sözlüklerin doğuşu ve gelişimini,
kelimelerin sözlüklerde nasıl karşımıza çıkacağı ve nasıl bulunacağı
konusunda bize ışık tutmaktadır. Eserin yazılma sebebi, sözlüklerde
yer alan kelimelerin daha hızlı ve daha pratik bulunmasına yardımcı
olmak olarak nitelendirilebilir. Farklı sözlüklerden örnekler vererek
sözlüklerin tanınmasına yardımcı olur. Kelimelerin sözlüklere
konulma usullerini vermesi bakımından da eser önemlidir.
Eserin yazarı Dizîra SEKKÂL, 1958 Misk, Bhersaf, Lübnan
doğumludur. Fransızca, İngilizce ve Arapça bilmektedir. Eğitim,
gazetecilik ve düşünce alanlarında yaptığı çalışmalarla bir çok ödül
kazanmıştır. Pek çok alanda eserler te’lif etmiştir. Lübnan’da
Rönesans hareketinin canlanmasına katkıda bulunmuştur. “el-Envâr”,
“en-Nehâr”, “el-Mevakıf”, “el-Fikru’l-Arabiyyu’l-Muâsır” gibi pek
çok gazete ve dergide yazılar yazmıştır. Şiir alanında, “Kitâbu’ş-Şâhid
(1989), “Kitâbu İsmâîl” (1991), “Kitâbu Bâbil” (1991),
“Tecelliyâtu’l-Levn” (1994), “Kitâbu’l-Merâsî” (1998); Nakd
(eleştiri) alanında, “Buhûs İslâmiyye” (1989), “el-Arabu fi’l-Asri’lCahiliyye” (1995), “Ilmu’l-Beyân beyne’n-Nazariyyât ve’l-Usûl”
(1997), “Kısasu’l-Arab” (2003); dil alanında, “Şerhu’t-Tasrîf li’bni
Cinnî” (1998), “Şerhu fikhi’l-Luga li’s-Seâlebî” (1999), Neş'etu'lMeâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ” (1995); sanatsal roman
alanında, “Muğâmarât Kelb” (2004); ders kitabı olarak, “enNamtu’s-Serdî” (2002), “Kitâbu’l-Muğâmerât (Muhtârât)” (2002),
Kitâbu’l-Medine (Muhtârât)” (2002), Kitâbu’l-Hıvâr ve’l-Hıtâbe”
(2002) gibi daha pek çok eserleri bulunmaktadır316. Bu eserlerinin
dışında pek çok yayınlanmış araştırmaları da bulunmaktadır.
Yazar, eserini beş bölüme ayırır. Birinci bölümde sözlük ve
türlerini ele alarak Arapça dil malzemesinin toplanmasına değinir.
İkinci bölümde mâna sözlükleri hakkında bilgi verdikten sonra bu
alanda te’lif edilen üç eseri inceler. Bu sözlüklerden ilki dilde yer alan
kelimeleri ve manalarını; ikincisi mana bakımından müşterek
kelimeleri; üçüncüsü de dildeki morfolojik meseleleri ele alır. Üçüncü
bölümde ise bazı mânâ sözlüklerini ve gelişimini; dördüncü bölümde,
lafız (mucennes) sözlüklerini ele alarak beş türünü örneklerle
açıklamaya çalışır. Beşinci bölümde de yazar, sözlük alanındaki kendi
316
Eserleriyle ilgili bilgi için bkz.
http://www.focusonlebanon.com/Members/desireesakkal.php
212
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –
Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL
fikir, metot ve yorumlarını ortaya koyar. Eserin son bölümünde
kaynakça, incelenen eser fihristi ve genel fihrist yer alır.
Eser, alanında hazırlanan kısa, öz, kapsamlı bir çalışmadır.
Arapça Sözlükbilim alanında Arap dünyasında hazırlanan birkaç
önemli çalışmadan birisidir. Özellikle Arap olmayanlar için Arapça
yazılan eserlerin anlaşılıp yorumlanması bakımından sözlükler büyük
önem arz etmektedir. Arap kültürü, mirâsı ve özellikle dini metinler
daha doğru ve iyi bir şekilde okunup anlaşılması ve hayata doğru bir
şekilde yansıtılması bakımından mucemler önemlidir. Bu metinlerin
kelimeleri, kökleri ve türevlerinin anlamlarını bu sözlükler yardımıyla
anlaşılacaktır. Bu bakımdan sözlüklerin metotlarının bilinmesi
okuyucular açısından büyük önem arz etmektedir. Ayrıca sahip
olduğumuz bu sözlüklerin nasıl kullanılacağını, kelimelere nasıl
bakılacağını bilmeden sözlüklere bakmaya çalışmak bizim için büyük
bir zaman ve emek kaybını doğurur. Bu eser bu açıdan bize büyük
kolaylıklar sunmaktadır.
Mu’cem, kelimeleri inceleyen, dilin ifade ettiği her şeyi ve dil
ile bağlantılı her ne varsa ele alan ve belli bir manayla ve konuyla
alakalı kelimeleri bir fasılda, risalede veya kitapta toplayan eserlere ve
dil kitaplarına verilen isimdir. Arap dilinin kelimelerinin toplanması,
belirli bir metot ve yol takip etmeksizin kelimelerin toplanması; bir
konuyla ilgili kelimelerin toplanması; kelimelerin belli metot ve
konular bağlamında bir araya getirilmesi olmak üzere üç merhalede
olmuştur. Sözlükler, mânâ sözlükleri ve mucennes (kelime) sözlükleri
olmak üzere iki kısımdır. Zıt kelimelerin, müşterek lafızların ve dile
ait morfolojik meselelerin yer aldığı sözlükler mana sözlükleri
içerisinde değerlendirilmektedir. Bu alanda el-Esmâî’nin “Ma’htelefet
Elfâzuhû ve’t-tefekat Meânîhi’”si; el-Enbârî’nin “Garîbu’l-Luga”sı;
el-Seâlibî’nin “Fıkhu’l-Luga”sı; İbn Haleveyh’in “Leyse fî Kelâmi’lArab”ı; er-Rummânî’nin “Meâni’l-Hurûf”u mânâ sözlüklerinden bir
kaçıdır.
Mucennes (Kelime) sözlükleri, kelimeleri tek tek ele alarak
köklerini, çekimlerini ve anlamlarını, alfabe harfleri dikkate alınarak
kendine has bir tarz ve metotta inceleyen eserlere denir. Bu sözlükler,
maddelerin dizilişindeki düzen, iştikak harflerin yerlerinin değişimi,
kelimenin başına ortasına veya sonuna getirilen eklerle kazandığı
anlamlar, harflerin ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve altılı olarak sözlükteki
yeri olmak üzere üç ana esas üzerine kurulur. Mucennes sözlükler;
a) Maddelerin sıralanışında mahreçlerin esas alındığı,
213
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –
Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL
b) Maddeler arasında iştikâku’l-kebîr (büyük türeme) esas
alınarak alfabetik sıranın esas alındığı,
c) Kelimelerin mücerred halinin son harfleri esas alındığı,
d) İlk harf sisteminin esas alınarak alfabetik sisteme göre
dizildiği,
e) Kelimelerin okunduğu gibi alındığı sözlükler olmak üzere
beş kısımdır.
Bunlardan birincisine el-Halîl b. Ahmed’in “Kitâbu’l-Ayn”ı,
ikincisine, İbn Dureyd’in “Cemheretu’l-Luga”sı, üçüncüsüne, elCevherî’nin “es-Sıhâh”ı, dördüncüsüne, ez-Zemahşerî’nin “Esâsu’lBelâga”sı ve beşincisine de “el-Muncidu’l-İ’dâdî” öncülük etmiştir.
Eser, orta ve ileri düzeyde Arapça bilgisi olanlar için kolayca
anlaşılan ifadelere sahiptir. Dili sade, açık ve anlaşılır; ayrıca
anlatılmak istenenler sade ve yalın bir üslupla dile getirilmiştir.
Konular kısa ve kesin ifadelerle sunulmaya çalışılmış, edebi sanatlara
ve özentili söyleyişlere çoğunlukla yer verilmemiştir. Anlatılmak
istenen konulara farklı türlerde hazırlanan sözlükler ve sözlüklerden
alınan örneklerle açıklanmıştır.
Eserden bir bölüm:
‫ كما سبق أن ذكرنا في فصل‬،‫يراد بها المعاجم التي تعالج األلفاظ‬
‫ ويكون لها نمط‬،‫ وتظهر أصولها وتصاريفها ومعانيها‬،‫ فتضبطها‬،‫سابق‬
‫ سواء من حيث‬،‫خاص في ترتيب األلفاظ مبني على أحرف الهجاء‬
‫ كما هي الحال في "كتاب العين" للخليل بن أحمد‬،‫مخارجها الصوتية‬
‫ كما هي الحال في كتابي‬،‫ أم من حيث حرفها األخير‬،‫الفراهيدي‬
‫ أم من حيث حرفها‬،‫ و"لسان العرب" البن منظور‬،‫"الصحاح" للجوهري‬
"‫ كما هي الحال في "أساس البالغة" للزمخشري و"أقرب الموارد‬،‫األول‬
317
.‫للشرتوني‬
“Bu sözlüklerle, kelimeleri ele alarak, inceleyen
sözlükler kastedilir. Daha önce geçen fasılda da
zikrettiğimiz gibi, kelimeleri tek tek ele alır, onları
harekeler, köklerini, çekimlerini ve manalarını ortaya
koyar. Kelimelerin tertibinde, hece harfleri üzerine bina
edilmiş, hece harfleri dikkate alınarak kendine has bir
tarz ve metod bulunur. Bu tarz bazen el-Halîl b. Ahmed
el-Ferâhîdî’nin “Kitâbu’l-Ayn”nındaki gibi harflerin ses
mahreçleri gözetilerek, bazen el-Cevherî’nin “es-esSıhah”ı ve İbn Manzûr’un “Lisânu’l-Arab”ında olduğu
317
Dizîra Sekâl, a.g.e., s. 35.
214
Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –
Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL
gibi kelimelerin son harfi dikkate alınarak, bazen de ezZemahşerî’nin “Esâsu’l-Belâğa”sı ve eş-Şertûnî’nin
“Ekrabu’l-Mevârid”inde olduğu gibi kelimelerin ilk
harfi gözetilerek yazılmış sözlükler şeklindedir.”
Eser, başta Arapça sözlüklerle ilgili çalışma yapmak isteyenler
olmak üzere, Arap kültürünü ve mirasını okuyup anlamaya çalışan;
metinlerin anlaşılması esnasında da sözlüklerden hangisinin kendisi
için yararlı olacağını önceden bilmek isteyen araştırmacılar için önem
arz etmektedir. Ayrıca okullarda eğitim gören öğrenciler için en
faydalı ve en kullanışlı sözlüğü tespitinde faydalı olacaktır.
Eserde bir indeks yer almamaktadır. İçindekiler bölümü genel
olarak sistematik verilmiş ancak eserde yer alan başlıklarda şöyle bir
farklılık göze çarpmaktadır: Örneğin, Mucennes sözlükleri verirken,
üçüncüsü a denilmiş, ardından b demek yerine üçüncüsü b, üçüncüsü c
olarak verilmiştir. Eserin kaynakçası incelendiğinde müellif alanla
ilgili en önemli kaynakları taradığı görülmektedir. Yaklaşık 45 eser
kaynakçada yer almaktadır. Ayrıca müellif eserinin sonunda inceleme
ve araştırmada bulunduğu mana ve mucennes sözlüklerden 11’er
adedini toplamda 22 eseri, müellifini ve basım yeri ve tarihinin
bulunduğu listeyi vermektedir. Kitabın kapak tasarımı gayet sadedir.
215
MAKALE YAZIM KURALLARI
1. Yayınlanan makalelerin uluslararası indekslere eklenmesinde sorun
yaşanmaması için özet ve anahtar kelimeler gerekmektedir. Bu
sebeple dergiye gönderilecek makalede mutlaka Türkçe-İngilizce özet
ve anahtar kelimeler bulunmalıdır. Özetler 200 kelimeyi geçmemeli,
Anahtar kelimeler kısmında en fazla 7 kelime kullanılmalıdır.
2. Makalelerin İngilizce başlığı, Türkçe başlığın altına eklenmelidir.
Yazılar, Microsoft Word programında yazılmalı ve sayfa yapıları
aşağıdaki tablodaki gibi düzenlenmelidir:
Kağıt Boyutu
A4 Dikey
Üst Kenar Boşluk
5,5 cm
Alt Kenar Boşluk
5,5 cm
Sol Kenar Boşluk
4,5 cm
Sağ Kenar Boşluk
4,5 cm
Yazı Tipi
Times News Roman
Yazı Tipi Stili
Normal
Boyutu (normal metin)
10
Boyutu (dipnot metni)
9
Satır Aralığı
Tek (1)
3. Makale içerisindeki başlıkların her bir kelimesinin sadece ilk
harfleri büyük yazılmalı, başka hiç bir biçimlendirmeye, yer
verilmemelidir.
4. Gönderilecek bilimsel çalışmaların sayfa sayısı belge, kroki, harita
ve benzeri malzemeler gibi eklerle birlikte en fazla 25 sayfa olacaktır.
5. Makalede en fazla 10 şekil ve/veya tablo verilmelidir. Şekil ve
tablolar metin içerisinde mutlaka belirtilmelidir. Şekil ve tablo ebatları
makale için belirtilen ölçüler dışına taşmamalıdır.
6. İmlâ ve noktalama açısından, makalenin ya da konunun zorunlu
kıldığı özel durumlar dışında, Türk Dil Kurumunun İmlâ Kılavuzu
esas alınmalıdır.
7. Makalelerdeki dipnotlar, APA (American Psychological
Association) veya klasik dipnot verme formatında hazırlanıp metin
içerisinde verilmelidir.
8. Metnin sonunda KAYNAKÇA başlığı altında, atıfta bulunulan
kaynaklar soyadına göre sıralanmalıdır.
Örnek:
Kitap: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978.
Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara,
2003.
Makale: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın
Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten,
VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229.
Tezler: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte
Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye
Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık
Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis,
2010.
Elektronik
Kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa(
10.07.2012)
ARTICLE WRITING RULES
1. Abstract and key words are needed in order to avoid problems
about being included in the articles published in international indexes.
For this reason, , English-Turkish abstracts and key words must be
taken place in the the article which will be sent to journal. Abstracts
should not exceed 200 words, 7 words should be used as maximum in
the part of key words.
2. The title of the articles in English, should be added below the title
of articles in Turkish.
Manuscripts should be written in Microsoft Word, and page
structure of the program shall be in the following table
Paper Size
A4 vertical
Top Margin
5,5 cm
Lower Margin
5,5 cm
Left Margin
4,5 cm
Right Margin
4,5 cm
Font
Times News Roman
Font Style
Normal (Standard)
Size (plain text)
10
Size (footnote text)
9
Line Spacing
Single (1)
3. Only the first letters of each word in the article titles must be great,
no other formatting, should not be included.
4. Number of pages of scientific studies which will be sent , will have
maximum of 25 pages, including attachments, such as the map and
sketch and similar materials.
5. In article, up to ten shapes or tables must be given. Shapes and
tables must be noted in the text . Figure and table size should not be
out of the specified dimensions for the article.
6. Spelling and punctuation must be based on the Turkish Language
Institution Speller. the exceptions of some specified situations
enforcing the terms of article or topic.
7. Footnotes in the article should be given in the text by prepared in
format of giving classic format or APA((American Psychological
Association) format.
8. At the end of the text, under the heading of AUTHORITIES ,the
referenced resources must be ordered alphabetically according to the
surnames .
Examples:
Book: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978.
Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara,
2003.
Arcitle: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın
Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten,
VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229.
Theses: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte
Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye
Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık
Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis,
2010.
Electronic
Resource:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa(
10.07.2012) 181