www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22 GENCAY GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 34 - Kasım 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI / Çağhan SARI YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN / Abdullah KILAVUZ OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU / Veysel Gökberk MANGA KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY/ Canan CAVŞAK TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI / Hanife YAŞAR NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ? / Alperen KIZIKLI BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR / Dilek AKILLIOĞLU DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE ALKIŞ / Emre SEVİNÇ KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Fatma Özge ÖZDEMİR SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ BUGÜNÜ/ Sertaç EKEMEN MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Açelya OĞUZ- Hanife YAŞAR GENCAY ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI Çağhan SARI Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olan Atatürk'ün sağlığı ile ilgili yapılan çalışmalar genellikle vefatı üzerinedir. Vefat nedeninin teferruatıyla ele alındığı eserlerin çokluğuyla beraber diğer hastalıkları, genel sağlık durumu hakkında kitaplar nispeten azdır. Son yıllarda da Atatürk’ün doktor ihmali yahut tedavi yöntemlerinde olabilecek bir kusurun ötesinde komplo sonucu hayatını kaybettiğini iddia eden yayınlar çıkmıştır. Bu iddiaların taraflı tarafsız birçok insanın dikkatini çektiğini biliyoruz. Ancak biz belgesi ile kaynağı ile sadece çektiği rahatsızlıklar ve hastalığı çerçevesinde kalacağız. rahatsızlıklarını geçirdiği yazıyor. Çocukluk çağından sonra ise Atatürk’ün esas hastalıklarla karşılaştığı yıllar başlar. Önce Manastır İdadisi’nde öğrenci iken sıtmaya yakalanır. Bu sıtma rahatsızlığı daha sonra bünyesinde tekrar edecektir. Atatürk’ün fotoğraflarının bazılarında belirgin olan bir husus sağ gözünde şehlalık olmasıdır. Trablusgarp savaşında Kasr-ı Harun harabelerinde bizzat çatışmaya katılmış, sağ gözüne kireçli taş parçası isabet etmiş ve yaralanmıştır. İlk müdahale Derne de yapılır. Akabinde iyileşemeden tekrar cepheye dönse de bu kez gözü tamamen kapanır ve görme yetisini kaybeder. Doktorlar yapılan tetkikte gözünün tekrar açılacağını söyleseler de moralsizdir. Savaş sonu 1912 Kasım’ında Viyana’ya giderek burada tedavi olur ve görme yetisini geri kazanır. Savaş alanındaki bu ilk ciddi yarası son olmaz. Herkesin malumu Çanakkale Savaşı’nda ise patlayan şarapnel parçasının göğsüne isabet etmesiyle acı içinde kalır. Yadigâr saati olmasa şarapnel parçası kalbe girerek onu öldürebilir idi. Saat bir nevi zırh vazifesi görür ve şarapnel derin bir kan çukuru, ezik iz bırakır. Çanakkale savaşının sonuna doğru sıtma tekrar eder. 1916’da doğu cephesine 16. Kolordu komutanı olarak atanır. Buradaki şikâyeti ise öksürük nöbetleridir. Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğuna baktığımızda kuvvetli bir bünyeye sahip olduğunu anlayabiliyoruz. Kendisinden önce doğan kardeşleri çeşitli çocuk hastalıkları sonucu hayatlarını kaybetmiş, Mustafa Kemal ailesinin yüzünü güldüren bir bebek olarak dünyaya gelmiştir. Dr. Eren Akçiçek’in yayınladığı Atatürk’ün sağlık takvimine göre; çocukken üstüne kapı devrilmesi ile kuşpalazı Birinci Dünya Savaşı’nda doğu cephesinden sonraki görev yeri ise Yıldırım Orduları Grubu’dur. Suriye 1 GENCAY cephesinde görevlidir. Burada iken böbrek rahatsızlığı başlar. Görevinden ayrıldıktan sonra gözleri için gittiği Avusturya’nın bu kez Karslbald kentinde böbrekleri için tedavi olur. Kaplıcalarda kalır. Böbrek sancısı Milli Mücadele döneminde tıpkı sıtma gibi nüksedecektir. Hastalıkları gelişmeler arasında bir dikkat çeken husus ise hasta olduğu süreçte olağanüstü bir çaba ile çalıştığı zor zamanlara denk gelmesidir. Sakarya Savaşı’nın ne denli önem arz ettiğini belirtmeye gerek yok. Böylesine önemli savaşta Atatürk dört başı mamur bir sağlık ile savaşı yönetmemiştir. Muharebelerden birkaç gün önce cepheyi teftişi sırasında attan düşmüş ve kaburgalarını kırmıştır. Ölüm kalım savaşı olarak adlandırılan bu muharebelerde kaburgaları kırıktır. ilaçlar kanı sulandırdığı için kanama ihtimalinde kanın durmama riski taşıyordu. Bir gün diş muayenesi olurken, protezden kaynaklanan et kabarıklığını doktorun kesmesi üzerine kanama başlar. Doktor dâhil saray erkânı panik havasında iken o soğukkanlılıkla etrafını cesaretlendirici konuşur. Hayatının sonuna kadar sorun yaşadığı bir başka nokta ise dişleridir. Milli Mücadele’nin son döneminde sık sık diş ağrısı çekmiştir. Cumhuriyetin ilanından hemen birkaç gün önce dişlerini çektirmiş ve yeni yapılan protez denemesindedir. Cumhuriyetin ilanından birkaç dakika sonra Cumhurbaşkanlığı’na seçildiğinde teşekkür konuşması için kürsüye çıkar. Konuşmayı kısa tutar. Daha sonra kendi ifadesi ile dişlerinin onu zorladığı ve ıslığa benzer bir ses çıktığı için kısa konuştuğunu anlatır. Milletiyle beraber on sene cepheden cepheye koştuktan sonra bir de yeni devletin teşkilinin yoğun çalışması eklenince bünyesi bir kez daha bu yüke karşı zorlandığı mesajını verir. 11 ve 13 Kasım 1923 peş peşe kalp spazmı geçirince hemen tetkiklerden geçirilir ve bir süre dinlenmek için yılın son günü İzmir’e geçer. 1927’de kalp spazmı tekrarlar. Yine aşırı yorgunluk teşhisi konur ve bu kez muayene için yurtdışından doktorlar davet edilir. Onu fani hayattan koparan karaciğer rahatsızlığı gibi uzun ve meşakkatli geçen diş rahatsızlığında ilk başlarda doktoru II. Abdülhamit’in de doktoru olan Sami Günzberg’dir. Zaman zaman tekrarlayan diş rahatsızlıklarındaki bir anekdot, Atatürk’ün soğukkanlılığı ile ilgilidir. Karaciğer hastalığı sırasında kullandığı 2 GENCAY Bu hava içerisinde 1936 yılının ikinci yarısından itibaren yorgunluk ve diğer rahatsızlıklar başlar. 1937de sık sık kaşınmalar ve burun kanamaları görünür. İştahsızlık ve halsizlik fasıla vermeksizin devam eder. Günlük öneri ve tedavi yöntemleri ile iyileştirme çalışmalarındaki doktorlar gelen büyük hastalığı duymamışlardır. Bu bir iddia olmaktan öte Atatürk’ün kendi görüşüdür. Afet İnan’a yazdığı bir mektupta hastalığının durmayıp devam etmesini doktorların yanlış görüş ve tedavilerine dayandırdığını yazmaktadır. Nedense bu mektubun ilk paragrafı yayınlanmamıştır. Mektubun geri kalan metni için Can Dündar’ın hazırladığı Sarı Zeybek belgeseline bakabiliriz. Bu mektup bahsinden sonra konuya devam edelim. Ocak 1938’de Yalova’da Nihat Reşat Berger tarafından kendisine siroz teşhisi konur. Belki bugün alkol tüketimini sıkça ve miktar olarak çok yaptığı için karaciğer iltihabının bunun sonucu olarak görülse de Can Dündar, düzensiz yaşam ve yorucu tempoyu, Eren Akçicek alkol tüketimi ile bünyenin çok yıpranmasını, Ali Güler kısmen Can Dündar’a katılmakla beraber Akçiçek’in nazariyatını, Ogün Deli ise yanlış ilaç kullanımı ve kasıtlı kusur olduğunu ileri sürmekte ve benimsemektedir. Siroz tedavisi ilk başlarda müspet sonuç vermeye başlamış, yurt dışından gelen Dr. Fiessenger, Atatürk’ün sağlığına kavuşması için perhiz ve tedavi programına başlamıştır. Ancak hastalığı yabancı doktorların gelmesi ile İngiltere ve Fransa’nın dikkatini çekmiş ve ülkelerin kamuoyu Atatürk’ün hastalığını basında ele almaya başlamıştı. Ortada ise Hatay mevzusu vardı ve onun hastalığından Atatürk’ün aşırı yorgunluğun üstüne düzensiz uyuma, kötü beslenme, günde yüzü aşkın sigara kullanımı ve saat başı fincan kahve onu sağlığını olumsuz etkilemiştir. 3 GENCAY dolayı bu devletler, Türkiye’ye karşı duruşunu değiştirebilirdi. Atatürk, hastalığı için iki ay daha istirahat etmesi lazım gerekirken Mayıs sıcağında Hatay sınırına indi ve Adana’da askeri manevralar yaptırdı. Bir anlamda gözdağı veriyordu ve onun verdiği gözdağı adresini bulacak Fransa, Hatay konusunda Türk taleplerini kabul edecektir. O ise hastalığının son ve iyileşmeyen devresine girmiş oluyordu. Eylül’den sonra iki defa komaya girecek, ikinci komasından çıkması mucizevi olacak, karnında hastalığından ötürü biriken asit, ponksiyon denen su çekme işlemi ile boşaltılacaktı. Son yapılan ponksiyon işleminden sonra canı enginar yemek isteyecek ancak İstanbul’da o mevsim enginar bulunamadığı için Hatay’a enginarlar ısmarlanacaktır. Akabinde birkaç saat içinde komaya girecek ve bu komadan kurtulamayarak 10 Kasım Perşembe günü saat 09.05’de kalbi duracaktır. Beyin ölümünün ise 09.07’de gerçekleştiği yazılmaktadır. Ebediyete intikalinden sonra hala bugün milyonlarca Türk’ün kalbinde anıları yaşayan Atatürk’ün irili ufaklı soğuk algınlığı ve zatürre hastalıklarının haricinde ömründe en sıkıntılı anlarını geçirdiği rahatsızlıklar bunlardır. Aziz hatırası önünde ona bir kez daha minnet duygularını ifade ederken onu tanımanın, onu sevmekten önce gelmesini vurguluyoruz. Kaynakça Ali Güler, Atatürk'ün Son Sözü Aleykümesselam, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2013. Bilal Şimşir, Atatürk’ün Hastalığı, TTK, Ankara 2011. Can Dündar, Sarı Zeybek, Milliyet Yayınları, Ankara 1994. Eren Akçiçek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü, Ezgi Kitabevi, İzmir 2005. Ogün Deli, Agoni, Lazer Yayınları, İstanbul 2004. Ogün Deli, Atatürk Nasıl Öldürüldü, Akis Yayıncılık, İstanbul 2007. Tunç Boran, Atatürk, Hastalığı ve Ölümü, AFT Yayıncılık. 4 GENCAY YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN Abdullah KILAVUZ Yazıya Giriş Yerine, Sitemkâr Bir Hâl Beyanı elbet. Lâkin gencecik yaşlarında ellerine birer “ihanet” şahadetnamesi sıkıştırılarak kovuldular ülkücülük okulundan... Orta yaş üzeri entelektüellerimizin durumu da gençlerden farklı değil. Kimisi taşlanmanın peygamber sanatı olduğunu kabul ederek münzevi bir hayat yaşamak üzere köşesine çekildi, kimisi de bu yapıştırılan “hain” yaftasını, bir övünç madalyası gibi göğsünde taşıyıp ilerleyen yaşına aldırış etmeden mücadele etmeye devam etti. “Evet dostlar! Bizim, öncelikle ve behemehâl buna ihtiyacımız var: Öz-Eleştiri! Ciddi, seviyeli, hâlis niyetli; ama sert özeleştiriler!” [Durmuş Hocaoğlu] Dündar Taşer, “durum muhasebesine düşmandan başlanmaz” dermiş. Bu söz, bugüne kadar Türk Milliyetçilerinin yazdığı birçok özeleştiri yazısının temel dayanağı oldu. Misal; Durmuş Hocaoğlu’nun 1999 yılında kaleme aldığı “Türk Milliyetçiliği’nin En Mühim İhtiyacı: Öz-Eleştiri” makalesi, Dündar Taşer’in o meşhur sözünü çıkış noktası kabul ederek kaleme alınmıştı. Birçok konuda alanında ilk olan bu pek kıymetli makale ne yazık ki yazılışının ardından geçen on beş seneye rağmen hâlâ hakkıyla anlaşılamadı. Derken aradan on yıl gibi bir zaman geçti ve Dündar Taşer’in “durum muhasebesine düşmandan başlanmaz” sözünü düstur edinen bir yeni eser daha ortaya çıktı: İkbal Vurucu, Fırat Kargıoğlu ve Erkan Çakıcı’nın birlikte hazırladığı “Ukdeler” kitabı, eşine zor rastlanır bir “Öz-Eleştiri” örneği olarak raflardaki yerini aldı. Bu kitabın akıbeti de Hocaoğlu’nun makaleleri gibi oldu ne yazık ki. Değeri anlaşılmadı ve gerekli itibar-teveccüh Türk Milliyetçileri tarafından gösterilmedi. Özeleştiri yapma cüretini(!) gösteren bazı yazarların modern aforoz işlemlerine tabi tutulması ise birçok genç yazarın gözünü korkutmaya yetti. Gençler arasında gözünü budaktan esirgemeyenler de oldu Şimdi, bu örneklerden küçük bir çıkarım yaparak, durum muhasebesi yapmadan, sadakat ve itaat temalı yazılar kaleme alsam veya muhasebeye kendimizden değil de düşmandan başlasam… Mesela AKP ve yükselen terör olaylarından bahsetsem veya sözde çözüm sürecinin milli çıkarlarımız üzerine olan menfi tesirlerini yazsam eminim daha çok kıymet görecektir bu sayfalar… Lakin aradan on beş sene geçse de bizlere yaraşan; yine ve yeniden ve daima “…eleyse allahu bi-ehkemel hâkîmin” diyerek peşin hüküm koyuculardan Allah’a sığınmak ve bu ateş parçası düzene inat, kalemlerimizi bu temiz sayfalara kırmaktır. Vatan Topraklarının Umumiyesi Manzara-i “Kanımın nehriyle cetvellediğim Bu toprak söyleyin [Mehmet Âkif İnan] 5 neden çoraktır?” GENCAY Kıyamet denilince aklınıza ne gelir? Benim aklıma ilk olarak, İbni Haldun geliyor. O, Mukaddime adlı dev eserinde, devletin (yani mülkün) tapusuna el uzatılmasını kıyamete eş tutar. İkinci olarak ise Necm suresinden bir ayet gelir aklıma… Bahsi geçen ayet, kıyamete atıfta bulunarak “O yaklaşmakta olan yaklaştı” der. Ne vakit bu ikisini düşünecek olsam, bu defa da üçüncü olarak İsmet Özel gelir aklıma... “Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak” şiirinde şöyle diyordu şair İsmet Özel: “Kardeşlerim! / Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!”… karanlığında çıkmaz sokaklarda değil, güpegündüz ve işlek caddelerde öldürülüyor. Duvarlara gizli gizli yazılar yazılmıyor; devletin en mahrem konularında en münasebetsiz yorumlar açıktan açığa, televizyonlardan naklen yapılıyor. Bayraklar yakılıyor, karakollar yakılıyor, otobüs durakları yakılıyor, otobüsler yakılıyor, okullar yakılıyor, gündüz gözüyle insanlar yakılıyor. Devasa heykeller dikiliyor, askerlere taş atılıyor, bölücü güçler gündüz gözüyle kimlik kontrolü yapıyor. Anlatmakla bitmeyecek, sıralamakla sonu gelmeyecek ve hazindir ki duyunca inanılamayacak hadiseler cereyan ediyor Türkiye’de… Sözün özü, “tarih gözümüzün önünde yeniden yazılıyor” rahmetlik Durmuş Hocaoğlu’nun dediği gibi… Ve korkarım kardeşlerim, dörtnala yaklaşıyor yaklaşmakta olan… Siyaset bilimleri, uluslararası ilişkiler, diplomasi terimleri, cilt cilt kitaplar, aylık dergiler, günlük gazeteler, açık oturumlar, köşe yazıları, fıkralar, konferanslar, paneller, çalıştaylar, seminerler ve bilimsel-akademik çalışmalar… Günümüz Türkiye’sini anlamak için artık bunların hiçbirine ihtiyacımız kalmadı. Türkiye gündemine hâkim olmak için iki kişinin oturup fikir alışverişi yapması bile zaman israfı sayılıyor son zamanlarda. Kahvehaneler, gidişatın hararetle münazara edildiği birer fikir kulübü görevi görüyor. Peki, tarihin yeniden yazıldığı, her şeyin gözümüzün önünde cereyan ettiği, İbn-i Haldun’un bahsettiği kıyametin çok yaklaştığı bu günlerde, Türk Milliyetçileri olarak neler yapıyoruz? Vicdanımız ve kalbimiz rahat mı? Cevabını Bekleyen Sorular Benim kalbim rahat değil. Vicdanımın ise iki eli de yakamda. Aynalarda her sabah beni karşılayan derin bir utanç, göğüs kafesimin üstünde ise karabasan gibi çökmüş sorular, kemirip duruyorlar beynimi: Her şey o kadar aleni cereyan ediyor ki hiçbir sır kalmadı perdeler arkasında. Kimsenin kafasında olup bitenlere ait tek bir soru işareti yok. Ülkemiz; hırsızlığın ve haksızlığın açıktan açığa yapıldığı, yalan ve riyanın açıktan hüküm sürdüğü, bir zamanlar akıldan geçirmenin dâhi mümkün olmadığı konuların (bkz: Öcalan’ın ev hapsi, özerklik, eyalet sistemi, sözde PKK şehitliği, Kürdistan, yerel güvenlik teşkilatları vs.) açıktan tartışıldığı bir ülke hâline geldi. Artık insanlar gecenin 1. Etnik bölücülerin ülke gündemini belirlediği ülkemizde, Türk Milliyetçileri olarak ağzı açık bir vaziyette “acaba bu gün ne olacak?” diyerek kafamızı kaşıyoruz gün boyu. Gündem oluşturmak 6 GENCAY ne kelime? Gündemi takip etmeye bile gücümüz yetmiyor. Türk Milliyetçileri olarak, etnik bölücüler kadar ağırlığımız ve itibarımız yok. Türk Milliyetçileri, bu utancın giderilmesi için ne gibi çalışmalar yapıyorlar? sabah bir seçim olsa ve Türk Milliyetçileri tek başına iktidar olarak sandıktan çıksa: örneğin; sağlık sisteminin sorunlarına hakim miyiz? Çözüm önerilerimiz var mı? Hangi politikaları yürüteceğimiz belli mi? Türk Milliyetçilerinin eğitim politikalarına bakışı nedir ve gelecek için eğitim noktasında halka vaatleri nelerdir? Bu soruları Maliye Bakanlığı’ndan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na kadar bütün kurum ve kuruluşlara uyarlayabiliriz. Sözün özü; Türk Milliyetçileri kadro olarak, düşünce zenginliği olarak ve inanç olarak iktidar olmaya hazır mıdır? Hazır değilse neden değil? Yok, eğer hazırsa, bu hazırlıktan vatandaş olarak neden bizlerin haberi yok? 2. Türk Milliyetçiliği, Türkiye’de yerleşmek ve yeşermek için bu kadar müsait bir ortam bulmuşken, halkın bizlere olan teveccühü neden her geçen gün biraz daha azalıyor? Uğruna beş binden fazla şehit verdiğimiz bu millet, neden bizim sözümüze itimat etmiyor? Türk Milliyetçileri olarak “milletimiz bizi anlamadı” kolaycılığının arkasına mı sığınacağız yoksa CHP seçmenleri gibi “makarna” üzerinden halkı aşağılamaya mı başlayacağız? 6. Mezhep çatışmalarının psikolojik düzeyde devam ettiği ülkemizde, Alevi Sünni kutuplaşması ayyuka çıkmış durumdayken, Türk Milliyetçileri bu konuda hangi tezleri üretebilmiştir? 3. Hocaoğlu’nun “Kozmopolitan Müslümanlık” diye tanımladığı vatan, bayrak, devlet mefhumlarını tanımayan bir Müslüman nesil yetişiyor. Türk Milliyetçilerinin bu konuda çalışmaları var mıdır? Türk Milliyetçilerinin en büyük sivil toplum örgütleri olan Türk Ocakları ve Ülkü Ocakları, bu konu için herhangi bir karşı eğitim - kültür faaliyeti yürütmekte midir? 7. Madde bağımlılığının ilköğretim sıralarına kadar yaygınlaştığı ülkemizde, Türk Milliyetçilerinin yaptığı ciddi bir bilimsel araştırma var mıdır? Türk Milliyetçilerinin bu konudaki projeleri ve düşünceleri nelerdir? Türk Milliyetçilerinin hali hazırda yarısından fazlasının sigara nedeniyle “bağımlı” konumunda olduğu gerçeğini göz önüne alacak olursak, bu projeler ne kadar ikna edici olabilir? 4. “Kürt Meselesi” için Türk Milliyetçilerinin tezleri nelerdir? “Ya sev Ya terk et” sloganından ve “kart-kurt” teorisinden öteye geçemeyişimizin müsebbibi kimlerdir? Bu konuda bilimsel – akademik çalışmalara neden ağırlık verilmiyor? Sevgili okur; istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, başarılar dilerim… 5. Seçim meydanlarında “tek başına iktidar” sloganıyla oy istiyoruz. Peki, yarın 7 GENCAY OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU: Türk Yerleşikliği Üzerine Bir Deneme Veysel Gökberk MANGA Ah Türkler, atı evcilleştirip binek hayvanı olarak kullanmaya başladıklarında, dünyâyı köklü bir şekilde ve uzun bir süreliğine değiştireceklerinden herhâlde habersizlerdi. Üzenginin îcâdı ve atın binek hayvanı olarak kullanılması, dünyânın daha önce görmediği, sonra da görmeyeceği, tamâmen kendine has özelliklere sâhip, öncekilerden ve sonrakilerden farklı bir hayat tarzı meydâna getirdi. Bu hayat tarzını demir ve at temsîl etti. Adına, konuyu inceleyen uzmanlar tarafından "bozkır medeniyeti" dendi. değişen çetin hava şartlarıyla savaşmış; bu da onları sert tabiâtlı, disiplinli, yılmaz, mücâdeleci insanlar yapmıştır. Bu karakter çizgilerinin biraz sonra bu insanların hâkimiyet anlayışlarını, devlet ve dünyâ tasavvurlarını etkilemesi bizi şaşırtmamalıdır. Otlakların âdil kullanımı zarûreti, malların ihtiyâca göre paylaşılması gereğini doğurmuştur. Bu paylaşımı yapabilmek içinse, muktedîr bir hâkim kuvvete ihtiyâç vardır. Bu hâkim kuvvet, yâni devlet, hakkını yedirmeyecek kadar sert, fakat düşkünlere karşı da merhametli olmak zorundadır. Çünkü bu insanların doğaya karşı tutumları da aslında bundan ibârettir. Çetin şartlarla mücâdele eden Türkler, doğaya karşı da haklarını yedirmeyecek kadar serttirler. Onun sıcağından ve soğuğundan korunmanın yollarını keşfetmişlerdir. Ancak yine aynı doğanın, iyi davranılmazsa kendilerine bir sonraki gelişlerinde yaşam imkânı vermeyeceğini bildikleri için, merhametli davranmak mecbûriyetleri de vardır. Onları yerleşiklerden ayıran en önemli özellikleri, doğaya itaat etmek yerine onunla uyum içinde yaşamayı seçmiş olmalarıdır. Bozkır medeniyeti, büyük hayvan sürülerine sâhip, en büyük günlük meşgalesi onların karnını doyurmak ve kendi hayatını böylece idâme ettirmek olan ve bunun için hayvan sürülerine sürekli yeni ve tâze çayırlar aramak zorunda kalan insanların yaşamını anlatan bir kavramdır. Hayvanların ürünleri ve güçleri üzerine kurulmuş bozkır iktisâdiyâtı, bu medeniyet dâiresi içindeki insanlara çok fazla oturmak imkânı da vermemiştir. Bu insanlar, çadırlarını kurdukları yerlerden kısa süre içinde göçmek zorunda kalmışlardır. On binlerce hayvanlık sürülerin yiyecek ihtiyâcı göz önüne alınacak olursa, bu keyfiyet daha iyi anlaşılacaktır. Bozkır adamının at sırtında giden devleti, tarihin en çok gezen devletidir. Bu karakteri, onun, belki de diğer milletlerle en fazla temâsa geçen devlet olmasını sağlamıştır. Bu temâslar ise, yerine ve zamanına göre farklı tepkiler ve yaklaşımlar doğurmuştur. Bozkırın bittiği Birçok eserde tespît edildiği üzere, bu insanlar çadırlarda yaşamış, bozkırın yaklaşık olarak -40 ve +40 derece arasında 8 GENCAY yerlerde Türkler ve onların medeniyetine dâhil olanlar, her zaman bir yerleşik kalabalıkla karşılaşmıştır. İçinde bulundukları şartlar, karşılaştıkları yerleşiklere karşı tavırlarını belirlemelerinde de en önemli etken olmuştur. Şimdi, bu yerleşik kültürlerin hangileri olduğunu ve konar-göçerlerin onlara karşı nasıl tavır aldıklarını incelemeye çalışacağız. tarihte bizim bildiğimizden de çok daha fazla kez karşı karşıya gelmiş, tabiatın nimetlerini pay etmek için savaşmış olmalıdır. Türklerin hayat tarzının zorluğu nispetinde Çinlilerin hayat tarzının kolay olması, birçok kez Türk kağanlarının ilgisini çekmiş, birçok kağan Çin’i ele geçirmeyi, onun nimetlerine sâhip olmayı, kendisini ve milletini kolay yaşatmayı düşünmüştür. Bir misâl verecek olursak, Mete Han’ın oğlu Ki-ok’un böyle bir niyetinin olduğunu, ancak vaktiyle Çin’den kendisine sığınmış bir Çinli devlet adamının onu “onların yemekleri sizinkine benzemez, sizi böyle güçlü yapan yemeklerinizdir, nüfusunuz azdır, erirsiniz” diye uyardığını söyleyebiliriz. Aynı kolaylık başka Türk kağanlarını da çekmiş, Çin’e yerleşmelerine, Çin’i yönetmek hülyâsına kapılmalarına neden olmuştur. Bunun en büyük delîli, Orkun Kitâbeleri’nin Türkleri, “Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipeklisine kanıp Türk milleti öldün, Türk milleti öleceksin” şeklinde uyarmasıdır. Bu “öldün” uyarısı o kadar etkili ve uzun ömürlü olmuş, bozkırlıların kafasına öylesine yerleşmiştir ki, Cengiz Han’ın o gün için on milyon kadar olan bütün Çinlileri, bir Moğol generalinin etkisiyle, savaşmayı bilmediği için öldürmek ve bütün Çin’i otlak yapmak fikri, bir Tatar devlet adamı tarafından iknâ edilmesiyle ancak önlenebilmiştir. Bozkır Medeniyetinin Temâsta Bulunduğu Yerleşik Medeniyetler At ve demirle temsîl edilen bozkır medeniyetinin, atın sağladığı hareketliliği olabildiğince kullanarak birçok medeniyetle temâsa geçtiğini, yukarıda açıklamaya çalışmıştık. Şimdi ise, Türklerin karşılaştıkları üç büyük yerleşik medeniyetin özelliklerini ve konargöçerlerin onlara karşı tavrını inceleyeceğiz. 1-Çin Medeniyeti: Bozkır halklarının ve özellikle bozkır medeniyetinin yaratıcısı Türklerin bilinen tarihleri, Çin ile karşılaşmalarıyla başlar. Daha doğrusu, biz, yazılı metinlerden Türkleri ilk defâ Çinliler vâsıtasıyla öğreniyoruz. Çin, konar-göçerler için, rahatlık, zenginlik ve ihtişâmı ifâde etmiştir. Bozkırın bu sert tabiatlı çocukları için, durduk yerde yağmacılık hiçbir zaman makbûl bir şey olmamakla birlikte, millet aç ve çıplak kalmaya başladıkça, Çin üzerine yağma seferleri açıldığı da bilinen bir şeydir. Bu hâlde, toprağın üreten ve biriktiren çocuklarıyla bozkırın mücâdeleci evlâtları, Bu hâlde, konar-göçer Türkler, Çin medeniyetine, lüzûmu hâlinde geçimlik sağlamak için yağmalanacak; normal şartlarda vergiye bağlanacak, ipeklilerinden faydalanılacak bir gelir kaynağı olarak bakıyordular. Ama bu bakış 9 GENCAY açısına rağmen, Çin’i fethetmek isteyen birçok Türk kağanı, çok da zorlanmadan bu ülkenin yönetim merkezlerinden birini eline geçiriyor; bir süre sonra Uzakdoğu’nun hoş kokularında kendinden geçiyor, Çinlileşiyor ve kendi milletine, bozkır iktisâdiyâtını temsil eden ve bunun için yerleşik halkı vuran akrabalarına düşman kesiliyor; bu fâtihin kendi milletlerinden olduğunu bilen konargöçerler ise, yakın akrabalarının değişimine hayret ediyor, ancak hayretleri çok da uzun sürmüyor ve ilk vesîleyle, kısa bir süre önce yönetici verdikleri yerleşik Çin’e tekrar saldırmaya başlıyorlardı. refâhlarına hücum eden düşmanlar olarak görmüşlerdir. Hattâ yerleşikliğin o kadar iyi savunucusu olmuşlardır ki, isteseler ve arasalar bile Çinliler “Topalar” ve Farslar da Sançar kadar iyi bir savunucu bulamazlardı. Fars medeniyeti ve yerleşikliğinin de Çin gibi Türkleri kendi içinde eritmek, âtıl, miskin, daha az saldırgan hâle getirmek istediği doğrudur. Onun da elinde Doğu’nun sarhoş edici kokuları, yerleşikliğin nisbî huzuru, doğanın olumsuz şartlarının kapalı evlerde bertarâf edilebiliyor olması silahları vardır. O da konar-göçerlere bu silahların aynıyla saldırmıştır. Onun büyük şehirleri Türkler tarafından daha çok ilgi çekici bulunmuş, daha fazla Türk nüfûsunun oturduğu yerler olmuştur. O kadar ki, Uygurların önünden kaçan Oğuzlar, Farslar sâyesinde yerleşikliği öğrenmiş, belki de onları taklît ederek, yeni şehirler de kurmuştur. Ancak GROUSSET’nin aynılaştıran ifâdesine rağmen, iki yerleşikliğin konar-göçerlerin zihninde çok farklı mânâlara geldiğini en baştan belirtelim. Türklerin, ilk karşılaştıkları yerleşiklik modeline, Çin yerleşikliğine, yukarıdaki anlaşılabilir sebeplerle düşman olduklarını ve hattâ yeri geldiğinde onun tamâmını otlak yapmak istediklerini gördük. Dolayısıyla, böyle bir yerleşikliğin konargöçerlik bilincini koruyan Türkleri cezbetmeyeceği, cezbetse bile Türk kimliğinden uzaklaştıracağı için onların bu yerleşikliğe karşı çekimser kalacağı, onunla mümkün olduğu kadar az alışverişe gireceği de ortadadır. Fars bölgesi Hunlar devrinden beri Türklerle komşu durumundadır. Daha o çağlardan îtibâren, Türklerle meskûn bir bölge olduğu düşünülebilir. Ayrıca, önce Uygurların, sonra Kırgızların tazyîkiyle batıya göçen Oğuzlar, çok büyük bir kalabalık hâlinde konar-göçer hayatlarını bu bölgede de sürdürmüş ve yavaş yavaş yerleşikliğe de geçmiş olmalıdırlar. Sâmânîler, en azından yönetici âilesinin Kayılardan geldiği söylenen Gazneliler ve Selçuklular devri, Türklerin Fars yerleşikliğiyle tanıştığı, hattâ bir ölçüde kaynaştığı dönem olmuştur. Bu yüzden, 2- Fars Medeniyeti: GROUSSET’ye göre, Çin veyâ Fars medeniyeti, hangisinin sınırlarına girmiş olursa olsun, yerleşikleşmiş Türkler konar-göçerlere düşmanlık güderler ve onlara karşı yerleşikliği savunmaya başlarlar. Çünkü onlar, iki etkiden, yâni, yerleşen Türklerin nispeti gittikleri ülkenin yerleşiklerine göre az olduğundan ve yerleşik medeniyetin uyuşturucu etkisinden dolayı bu kültürü benimsemişler, konar-göçerleri kendi 10 GENCAY Çin ve Fars yerleşikliğinin, konumuz içinde ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu büyük farkın özellikle söylenmesi gerekir: Çin yerleşikliği konar-göçerlerin dışında kaldıkları ve lâzım oldukça saldırdıkları “düşman” bir yerleşiklikken, Fars yerleşikliği berâber yaşadıkları, yine ara ara yağmadan çekinmedikleri, fakat Çin’e olduğu kadar düşman olmadıkları, bir ölçüde kendilerini de etkileyen, yerleşikliği öğrenmelerini sağlayan bir yerleşikliktir. Bu, konar-göçerlerin yerleşiklikle münâsebetlerinin de ikinci safhasıdır. sonra hükümdarlık âilesinin son ferdinin Selçuklulardan Gaznelilere karşı yardım istediği bilinmektedir. Bu dönemde Fars yerleşikliğinin konargöçerlere karşı kesin tavrının temelleri atılmaya başlanmıştır. Zîrâ konar-göçer Türkler veyâ o devirdeki adlarıyla Türkmenler, rahat durmamakta ve köyleri yağmalamaktadırlar. Buna karşılık Gazneliler Selçuklulara yönelik tedbirler almakta, ancak bunlar da yeterli olmamakta ve bütün bu tedbirlere rağmen Selçuklular, büyük komutanları Çağrı Bey komutasında Anadolu’ya ilk plânlı seferlerini yapmaktadırlar. Fars yerleşikliğiyle Türklerin tanışıklığını da üç devirde incelemek mümkün. Birincisi, Sâmânî devridir. Bu devirde Sâmânîlerin elinde olan birçok şehirde Türklerin de yaşadığını düşünmek gerekir. Bu arada Türkler yavaş yavaş Müslüman olmaya da başlamışlardır. Bu devletin sınırları içinde Türklere yönelik bir misyonerlik faaliyetinin yürütüldüğünü, Sâmânî devrinde ilk Türkçe Kur’an tercümesinin yapılmış olmasından anlıyoruz. Yine aynı yıllarda bâzı konargöçerlerin Sâmânî şehirlerinin etrâfında köyler teşkil etmiş olmaları da ihtimâl dâhilindedir. Selçuklu devrini de kendi içinde ikiye ayırarak incelemek yerinde olacaktır. Evvelâ, Selçukluların uzun mücâdeleler sonucu 1040 yılında Dandanakan’da Gaznelilere vurdukları büyük darbe, Türk tarihini değiştirecek Selçuklu Devleti’nin kurulması sonucunu doğurmuştur. Burada, genel hatlarıyla da olsa, bir Selçuk tarihi vermek mümkün olmayacaktır ve lüzûmsuzdur da. Ancak şunu bilmek gerekir ki, 1040’ta Dandanakan’da Türkmenlerin ağır silahlı Gazne ordusunu bozarak kurdukları devlet, bundan yaklaşık otuz sene sonra birinci evreyi tamamlayarak ikinci evreye geçmiş ve Fars yerleşikliğinin hudûdları içine girmiştir. Melikşâh’ın hâkimiyet devri, devletin kendisini kuran Türkmen unsura yabancılaştığı, onu hakîr görmeye başladığı devirdir. İkinci devir, Gazneliler devridir. Yönetici âilesinin de Türk olduğu bilinen Gazneliler, Karahanlıların yıktığı Sâmânî Devleti’nin yerinde kendi imparatorluğunu kurmuştur. Bu devletin konar-göçerlere karşı tutumunu aydınlatacak, elimizde epeyce bilgi vardır. Hattâ henüz bir devlet kurmayı becerememiş Kınık boyundan Selçukluların bir dönem onların hâkimiyetlerine girdikleri, bâzen Karahanlıları, bâzen Gaznelileri destekledikleri, Sâmânî Devleti yıkıldıktan Konar-göçer Türkmenlerin, kendisine yabancılaşmış, üstten bakan, onu hakîr gören bir yerleşikliği tasvîp etmesi mümkün değildir. Kadîm gelenek üzere, 11 GENCAY Selçuklu hânedânının Türkleri ve dünyâyı yönetme hakkına sâhip olduğu Türkmenler tarafından kabûl ediliyorduysa da, bu dönem artık Selçuklu Türkmenlerinin, kendi kurduğu ülkenin sarayını ele geçiren Fars yerleşikliğine karşı mücâdele ettiği dönemdir ve bu hâl, Türkiye Beylikleri kurulana kadar devâm edecektir. yerleşikliğinin Türkler üzerindeki etkisinin, Fars yerleşikliğinin geçmişi neredeyse iki asra kadar dayanan tesiri ve aradaki din farkı nedeniyle, diğer iki yerleşiklikten daha az olduğu düşünülebilir. Ayrıca, çeşitli vesîlelerle birçok Rum, Türklerin hizmetine ve sarayına girmiş, Çaka Bey’in donanma kurması ve Köse Mihal misâllerindeki gibi yararlı olmuşsa da, Türklerin Rum yerleşikliğinden doğrudan faydalandıklarını ve fazlasıyla etkilenerek kalıcı devletlerini öylece kurduklarını söylemek fantezi olur. 3-Roma Medeniyeti: 1040 Dandanakan’la Gazneli tehlîkesini bertarâf eden ve 1071 Malazgirt’le, daha önceden de tanıdığı Anadolu’yu kendisine yurt yapmak için büyük kitleler hâlinde göçe başlayan Selçuklular, burada da eski ve büyük bir medeniyetin enkâzına tesâdüf ettiler. Henüz yıkılmasına dört yüz yıla yakın bir süre varsa da, Doğu Roma, eski parlak günlerini uçsuz bucaksız karanlıklarda sayılı mumlarla aramaktaydı ve kendi içindeki Hristiyan unsurlar, hattâ doğrudan Rumlar bile, devletin yüksek vergi alan ve âdil olmayan yönetiminden nasîplerini almaktaydılar. Anadolu, SâsânîBizans mücâdelelerinden îtibâren zâten nüfûsça seyrelmeye başlamıştı. Bizans’ın bu savaşlarının yaklaşık beş asır kadar, farklı devlet ve milletlere karşı aralıksız devâm etmesi ise, buradaki köylü nüfusun artık yok olmaya yüz tutması mânâsına geliyordu. Rum medeniyetinin Türkler üzerine etkisi vardır; bir kere, mutlaka üzerine gidilmesi gereken bir düşman olmak îtibâriyle vardır. Sonra, çok büyük bir devlettir ve tecrübelerinden her akıllı ufak devlet faydalanmak isteyecektir. Bunlar da reddedilemeyecek hakîkatlerdir. Ancak Rum yerleşikliğinin biraz sonra bahsedeceğimiz Türk yerleşikliği üzerinde iddia edildiği kadar yaygın ve ana damarlara kadar uzanan bir etkisini olduğunu söylemek ise çok zordur. Osmanlı’nın Uzun Yaşamasında Bir Tez Olarak Türk Yerleşikliği “Osmanlı’nın bir uç beyliği iken nasıl olup da bir imparatorluğa dönüştüğü” meselesi, tam olarak bu soruyla ve bu soru onlarca kez sorularak, uzun yıllardır Osmanlı tarihçileri tarafından tartışılagelmiştir. Soruya, herkes kendi açısından cevâplar vermiş, 20. asrın başlarında bir muamma olan mesele, M. Fuad KÖPRÜLÜ’nün bilimsel dokunuşuyla hal yoluna girmiş, ondan sonra gelen tarihçiler, geçen uzunca Osman TURAN’ın naklettiği üç tarihî kayda göre, Anadolu’ya yapılan Türkmen akınları, Rumların bölgeyi boşaltıp Batı Anadolu ve Balkanlara göçmesine sebep oluyordu. Türkler, böylece, geldikleri ve yerleştikleri Anadolu’da, karşılarında büyük bir yerleşik Rum kitlesiyle karşılaşmamış olmalılar. Rum 12 GENCAY süre içinde kendi yaklaşımlarıyla meseleyi, çeşitli cepheleriyle ortaya koymuşlardır. Mesele halledilirken, olaya yalnızca Osmanlı tarafından bakılmaması, Osmanlı Selçuklu’nun devâmı olduğuna göre, soruyu cevâplarken de devâmlılığın esas alınması gerektiğini ortaya ilk olarak ve en ciddî şekilde koyan da KÖPRÜLÜ’dür. KÖPRÜLÜ’den sonra yapılan araştırmalar ise genellikle Osmanlı tarihçiliğinin mahdûd dâiresi içinde kalmakla birlikte, Türk tarihini bir bütün olarak gören araştırmalar da elbette yapılmıştır. Bu yazı, yukarıda bahsettiğimiz “yerleşiklik” kalıbı içerisinde, Osmanlı’nın nasıl uzun ömürlü bir imparatorluk olduğu meselesine yeni bir bakış açısı getirmek iddiasındadır. Büyük Selçuklu Devleti’nin Melikşâh’la başlayan kısmı ve Türkiye Selçuklu Devleti’nin neredeyse tamâmı, Türk hükümdarlarının Fars yerleşikliği modelinde bir saray yapısı ve anlayışıyla devletlerini yönetmelerine sahne olmuştur. O kadar ki, Fars etkisi kurucu unsur olan Türkmenlerin hor görülmesine neden olmuş, yalnız bununla da sınırlı kalmamış, Selçuklu hükümdârlarının ve şehzâdelerinin bâzıları Farsça şiirler yazarak Farsçanın bir edebiyât dili olmasına da ciddî katkılar sağlamışlardır. Ancak bu, bâzı tarihçilerin yaptığı gibi, kesinlikle bir suçlama değildir. Tarihin her şeyden bağımsız bir seyri vardır. Türk yerleşikliğinin gelişimi, bu seyrin içinde, kendine has şartlarla oluşan bir süreçtir. Türk yerleşikliğinin teşekkülü sırasında, evvelâ yerleşikliğe düşman olan Türklerin, Fars yüksek kültürü vâsıtasıyla yerleşik kültürün hudûdlarına girmeleri ve yavaş yavaş yerleşikleşmeleri söz konusudur. Bu arada, Farsçanın da yerleşikliğin en büyük sembolü olan sarayda konuşulması da, çok normaldir. Fakat bugünden bakınca… Yine hiç kimse, kendi kurduğu devletin kendisine yabancılaşmasını, meselâ Sultan Sançar’a karşı savaşan Türkmenlere “tarihî seyir penceresi”nden açıklayamaz. Selçuklu Devleti bir yandan kendisini Fars yerleşikliğinin içinde konumlandırırken, bir yandan da devleti berâber kurduğu, kendi soyundan, akrabaları olan Türkmenleri, yeni yurtlar açarak oturtmayı, parçalayarak iskân etmeyi düşünmüş, Anadolu’ya ilk göçleri bu ideoloji ile gerçekleştirmiştir. Türkiye Selçukluları’nın artık büyük bir güç oldukları 13. asrın başlarında, elimizde kesin rakamlar yoksa da, Türklerin Anadolu’da epey kalabalık oldukları bâzı kaynaklara dayanılarak tahmîn edilebilir. Ancak onların bu bölgede kalabalık olmaktan ziyâde kaahir ekseriyet hâline gelmelerini başka bir olay sağlayacaktır: Moğol istilâsı. Hârezmşahlar Devleti’nin olduğu bölgede, Heterodoks Türk Müslümanlığı’nın kalabalık kitleler tarafından temsîl edildiği bilinmektedir. Heterodoks Türk Müslümanlığı, bu yazının konusu dışında kalmakla birlikte, kısaca, İslâm’ın günlük ibâdetlerini kendi günlük yaşamına yerleştirmemiş Türkmenlerin, dervişler ve tasavvuf vâsıtasıyla öğrendikleri, şamanî öğeler taşıyan bir halk islâmıdır. Türkler, daha en başından beri, İslâm’ı tasavvuf vâsıtasıyla öğrenmişlerdir. Bu, biraz sonra Türklere, Türk yerleşikliğinin tesisinde müthiş bir avantaj sağlayacaktır. Moğol istilâsının önünden kaçarak Anadolu’nun kapılarına dayanan, ancak 13 GENCAY Alâeddin Keykûbâd’ın bütün çabalarına rağmen Selçuklularla da savaşan Celâleddin Hârezmşah’ın ordusundan arta kalan Hârezmlilerin, Orta Anadolu’ya yerleştirildikleri bilinmektedir. Bu ordularla berâber, dervişler de aynı zamanda birer savaşçı oldukları için, birçok dervişin de Anadolu’ya gelmiş olması gerekir. Zâten ordularla yalnızca konar-göçerlerin değil, Moğollardan kaçan köylü ve şehirli unsurların da geldiği malûmumuzdur. Böylece gelen Heterodoks Türkmen dervişler, kısa sürede Anadolu’nun Türklerle meskûn yerlerine dağılmış olmalıdırlar. Onların faaliyetlerinin çoğunu Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yoğunlaştırdıkları ve bu faaliyetlerin birkaç sene sonra, Anadolu’nun sosyal yapısının değişmesinde büyükçe katkısı olacak Babaî isyânını ortaya çıkardığı da gerçektir. uygulayıcısı olan dervişlerin, bu kıyâmla ilişkileri bulunduğunu varsaymak mümkündür. Selçuklu’nun parçalayarak iskân politikasını, Osmanlı da devâm ettirmiş, Moğolların önünden kaçan Türkmenleri yeni açtığı yurtlara, oraları şenlendirmek için göndermiştir. Bu da yine, bâzen kendileri de bir Türkmen kitlesinin yöneticiliğini yapan dervişler sâyesinde gerçekleşmiştir. Babaî isyânı sırasında Fars yerleşikliğine, devletin Türkmen’e zulmüne, iktisâdî adâletsizliğe, sultanın sefahâte dalışına karşı Türkmenleri ayaklandıran dervişler, bundan yaklaşık yarım asır sonra Moğol istilâsının önünden kaçarak Anadolu’da patlamaya hazır, hattâ belki Anadolu’ya bile sığmayan bir kalabalık oluşturan Türkmenleri, kendi rızâlarıyla ve kurulan yeni beyliklerin siyâsetlerine paralel olarak, toprağa yerleştirmek vazîfesini üstlenmişlerdir. Belki de bu Babaî dervişleri, başka bir kimliğe bürünerek Âşıkpaşaoğlu’daki Abdâlân-ı Rûm olarak görünmüşlerdir. Ahmet Yaşar OCAK’ın, Selçuklu’nun Türkmenleri Moğollara karşı sevk edemediği tespiti, burada önemlidir. Selçuklu artık konar-göçerler üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiş, onları hiçbir yere sevk edemez duruma gelmiştir. Ancak Selçuklu’nun Moğollara karşı sevk edemediği bu Türkmenler, kendi kendilerine Moğollara karşı isyân etmiş ve Selçuklu’ya karşı siyâsî iddialarını da, belki daha alçak sesle ve başka usûllerle devâm ettirmişlerdir. Meselâ, bunların Türkçeyi yaygın olarak kullandıkları ve propagandalarını Türkçe yaptıkları düşünülürse, Karamanoğlu’na Konya’da Türkçeyi resmî dil îlân ettiren irâdenin bu Babaî isyânı, Frenk askerlerinin gayretiyle, Selçuklu ordularının kılıçları altında sönmüşse de, etkileri isyânın kendisi gibi bir ânda sönmemiş, isyâncı derviş ve Türkmenlerin başka bir karakterle ortaya çıkmalarını intâc etmiştir. Aslında burada, Karamanoğulları’nın Konya’yı işgâlinin de Babaî isyânının devâmı olarak görülüp görülemeyeceği sorusu ortaya çıkar. Çünkü Karamanoğulları’nın atası olarak kabul edilen Nûre veyâ Nûreddin Sûfî’nin, Baba İlyas’ın müridlerinden biri olduğu da söylenmektedir. Bu söylence gerçek olsun veyâ olmasın, Türkmenlerin topluca kıyâmının saman alevi gibi bir ânda parlayıp söndüğünü düşünmek pek mantıklı olmasa gerektir. Elbette, biraz sonra Türkmen Beylikleri’nde ortaya çıkan ve bizim Türk yerleşikliğinin de 14 GENCAY irâde olabileceği ihtimâli akla çok yatkındır. Çok hızlı şekilde Anadolu’da yerleşerek ilerlediklerinin ispâtı da, hem az önceki Karaman irtibâtı, hem Geyikli Baba ve Abdal Mûsa ’nın hareket sahalarının bilinmesi ve hem de Germiyanlıların Babaî isyânının bastırılışına katıldıktan sâdece otuz kadar yıl sonra Batı Anadolu’da görünmeleridir. Bu dervişlerin, özellikle Geyikli Baba, Hacı Bektaş ve Abdal Mûsa örneğinde görüldüğü üzere yerleşik hayata geçtikleri ve BARKAN’ın o çok ünlü makalesine göre zâten bu işle vazîfeli oldukları yahut vazîfeli değillerse bile devletle irtibâtlı olarak çalıştıkları ve bunun karşılığında devletten hem iltifât, hem de yardım gördükleri açıktır. Devletin konargöçerleri yerleşik hâle getirmek istediğinin birçok misâlleri de vardır. Peki bu Türk yerleşikliği, tam olarak nedir? Hangi şartlar altında teşekkül etmiştir? Onu Fars yerleşikliğinden ve diğer yerleşikliklerden ayıran temel etken nedir? Ne olmuştur da yerleşen Türkler, isyân etmek fikrinden vazgeçmişlerdir? Onları devlete bu kadar bağlı kılmak nasıl mümkün olmuştur? Devletin uzun ömürlü olmasını Türk yerleşikliği nasıl sağlamıştır? Türk yerleşikliğinin ortaya çıkmasında birinci derecede etkili faktör, coğrafyadır. Kızılırmak yayının içinde ve etrâfında yazlayan Türkmenler, kışları da Irak ve Suriye’nin kuzeyinde dağılarak geçirirler ve onlar, Türk yerleşikliğinin şümûlüne girmezler. Bu yerleşikliği anlamak için, Kızılırmak yayının daha batısını düşünmek lâzımdır. Burada, coğrafî etkenler, onların uzun mesâfeli göçler yapmasına engel teşkîl ederler. Dolayısıyla, buradakiler artık farklılaşırlar ve aynı etnik kökenden geliyor olmalarına rağmen, bir süre sonra “Yörük” olarak anılmaya başlarlar. Türkmenlerin devlet kurmak iddiaları vardır. Nihâyet onlar, yayıldıkları İç Anadolu’da at yetiştiriciliğine devâm eder ve kendilerinden istenen vergilere başkaldırabilirken, Yörük olarak tanımlanan Türkler ise, itaat etmeye daha müsâit, âtıl, devlet kurma iddiasından yoksun olmuşlardır. Aynı Yörüklerin, Anadolu’nun coğrafî devâmı olan Balkanlarda da var olduklarını biliyoruz. Onlar da “evlâd-ı fâtihân” ve Osmanlı’nın gönüllü neferleri olmak îtibâriyle, iddialarını Osmanlı’nın iddialarında eritmişler ve devlete toplu hâlde başkaldırmayı hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Onların yerleşikliğini tesis edenlerse, Sarı Saltık gibi dervişlerdir Buraya kadar söylenenler, özellikle Türkiye Beylikleri devri ile berâber, Osmanlı’nın ve diğer beyliklerin, Moğol istilâsı önünden kaçan veyâ daha önce Selçuklularla gelmiş bulunan Türkmenleri yerleştirmek istediğini göstermiştir, sanıyoruz. Özellikle “parçalayarak iskân” meselesi, bu yerleşme hâdisesinin önemli bir ayağıdır. KÖPRÜLÜ, bunun, “aşîret tesânüdünü kırdığını” söyler. İster parçalayarak, ister doğal bir süreçte parçalanarak olsun, gerçekten de, böylece, birbirinden ayrılan büyük Türkmen grupları, devlet kurmak iddialarını unutmaya başlamış olmalıdırlar. Aynı boya mensubiyetin verdiği birlik duygusu ve dayanışma ortadan kalkınca, Türk yerleşikliği de yavaş yavaş teşekkül etmiştir. 15 GENCAY ve oradaki yerleşikliğin tesisinde yine dervişlerin rolü olduğu böylece anlaşılır. Fars veyâ Moğol değil, Türk’tür, her işini Türkçe görmektedir ve böylece tamamen meşrûdur. Bu, Türk yerleşikliğinin artık oturduğunu ve Fars yerleşikliğine karşı isyânda kullanılan en büyük tezlerden, propaganda vâsıtalarından birinin çürüdüğünü gösterir. Osmanlı Devleti’nin Balkanları açmasıyla birlikte Balkanlara yerleştirdiği ve daha sonra Türkiye’de yaptığı fetihler vâsıtasıyla hâkimiyetine aldığı Türkmenler, ilk başta devletin ideolojisini taşıdıkları için, ona karşı isyânı akıllarından geçirmediler. Zâten biraz sonra kısa mesâfe göçerliğine geçerek birçoğu Yörük olmuş ve beylik iddialarını kaybetmişlerdir. Yörüklük onları daha devletçi veyâ devletsever yapmış olmalıdır. Fetret Devri’nde çıkan Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin isyânı ise, Babaî isyânından farklılıklar gösterir. Bir kere, o isyân bir Türkmen isyânı değil, sipâhi ayaklanması olmak îtibâriyle, konumuzun dışındadır. Bu, diğer yerleşiklikliklerden köylülerinin yapısıyla ayrılan Türk yerleşikliği, Osmanlı’yı seleflerinin âkıbetinden kurtarmış, bir büyük isyân neticesinde parçalanmasının, Türkmenlerin başka hükümdârlar arkasında bölünmesinin önüne geçmiştir. Bunda, Babaî isyânının çıktığı Orta Anadolu bölgesinin bir kısmının, daha bir süre Osmanlı mutlak hâkimiyetine alınamamasının da olumlu etkileri vardır. Merkezî devlet kurulduktan ve YörükTürkmen ayrımı netleştikten sonra, genellikle Babaî isyânının çıktığı bölgelerde patlak veren Celâlî isyânlarıysa, devletin Türkmen kitlelerine göre çok kuvvetli merkezî bir devlet olması, silah teknolojisinin gelişmesi, Yörüklerin bu isyânla çok da fazla ilgilenmemesi ve durumun 13. asırdan büyük bir farklılık göstermesi nedeniyle Osmanlı’yı, Babaî isyânının Selçuklu’yu sarstığı kadar sarsamamıştır. Artık isyân edilen devlet SONUÇ Biz, burada, Osmanlı’nın neden uzun yaşadığı sorusunu, Türk yerleşikliğinin teşekkül etmesine ve bu yerleşikliğin devlet kurma iddiasında olmamasına bağladığımızı açıklamaya çalıştık. Bu yerleşiklik, şehirlerde ve belki kasabalarda diğer yerleşikliklere benzerlik gösteriyorsa da, özellikle Yörük köylerini içine alıp Türkmenleri bunun dışında bıraktığı için, asıl karakteri köylerde ortaya çıkan bir yerleşikliktir. Kısa mesâfe göçeri olan bu Türk köylüleri, bir “köylü imparatorluğu” olan Osmanlı’nın da ana dâhilî karakterini oluşturur. Türk yerleşikliği, üç dört asır içinde Anadolu’nun isyâncı havasını dingin, âtıl ve belki miskin sayılabilecek bir havayla değiştirmiştir. İsyân çıkarmak isteyen Türkmenler, arkalarına büyük kitleleri almak şansından mahrum kalmışlar ve isyânları kolayca söndürülmüştür. Türkler arasına tasavvuf yoluyla ve dervişler aracılığıyla giren bu Türk yerleşikliği, Anadolu’nun çehresini konar-göçerden kısa mesâfe göçerine değiştirmiş ve devletin uzun ömürlü olması savaşında bir yardımcı cephe açmıştır. Tarihin ve talihin garip bir cilvesi olarak, konar-göçer Türk’ün devleti de kendisi gibi kısa sürede konup göçüyorken, yerleşik Türk’ün devleti daha uzun ömürlü olmuştur. 16 GENCAY Türk yerleşikliği, müspet veyâ menfi bir kavram değil, sâdece bir kavramdır. Türk yerleşikliğinin iyi mi, kötü mü sonuçlar verdiği burada tartışılmamış, bu konu hiç dikkate alınmadan, ortaya atılan kavram açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tezin desteklenebilmesi için, özellikle Batı Anadolu ve Balkanların Yörük köylerinin “diğer” köylere nispetinin araştırılmasına ihtiyâç vardır. Zâten köyler üzerinde böyle çalışmaların yapıldığı da bilinmektedir. Bu araştırmaların bu tez doğrultusunda, ilerleyen zamanlarda incelenmesi gerekecektir. Fakat her ne olursa olsun, tezin ispâtı da, inkârı da ancak ve ancak bilimsel yollarla mümkün olacaktır. Bu, “tek taraflı bir îzâh” değil, yalnızca yeni açılmış bir cephedir. Ve bu çalışma, Osmanlı’nın uzun ömürlü olmasını sağlayan etkenler arasında, bundan sonra, “Türk yerleşikliği”nin de göz önüne alınması veyâ alınmaması için bir tartışma açmayı hedeflemektedir. 10. Osman Turan, age, syf. 89. 11. Melikşâh 1088’deki Türkistan seferinde başarılı olup İsfahan’a döndükten sonra, Semerkant civârındaki Yağma ve Çiğil toplulukları, “sultânın kendilerine bir lokma yemek vermediği” gerekçesiyle ayaklanmışlardır. Bu da, artık, Selçuklu Devleti’nin konar-göçerliğe karşı tavrını göstermek bakımından önemlidir. Tavır o kadar değişmiş ve yerleşikleşmiştir ki, bâzı Türk boyları Selçuklu’ya, konar göçer teâmüllerine aykırı davrandığı için isyân etmişlerdir. Osman Turan, age, syf. 209-211. 12. Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Berikan Ankara 2013, syf. 22-23. 13. Osman Turan, age, syf. 278-279. 14. Osmanlı’nın kuruluşu tartışmaları ve Batılı tarihçilerin bâzı mesnetsiz iddialarına verilmiş cevâplar için bkz. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Ankara 2009. 15. Osman Turan, age, syf. 72, 90 numaralı dipnot; 338. Yine Melikşâh’ın Farsça şiir yazdığına dâir, Turan, age, syf. 219. 16. Köprülü, age, syf. 79-81. 17. Köprülü, age, syf. 72. 18. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Dergâh İstanbul Şubat 2014, syf. 91-97. 19. Ocak, age, syf. 67. 20. Ocak, age, syf. 129-133. 21. Ocak, age, syf. 227-232. 22. Ocak, age, 157, 175, 178 23. Ocak, age, syf. 58. Ayrıca, bu iskân politikasını iyice anlayabilmek için BARKAN’ın şu makalesine bakılmalıdır: Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler,” Vakıflar Dergisi, s. 2, Ankara 1942, syf. 279-304. 24. Ocak, age, syf. 80-81. 25. Ocak, age, aynı yerde. 26. Barkan, agm. 27. Ocak, age, 164, 232. 28. Ocak, age, 61. 29. Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. Hüseyin Nihal Atsız, Ötüken İstanbul Aralık 2011, syf. 54-56; Ocak, age, 219221. 30. Ocak, age, 221-224. 31. Turan, age, syf. 300. 32. Ocak, age, syf. 189-198. 33. Barkan, agm. 34. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ(1300-1600), YKY İstanbul Nisan 2007, syf. 16-17. 35. 17 numaralı dipnota bkz. 36. Ocak, age, syf. 200-206. 37. Bahsedilen Yörük-Türkmen ayrımı konusundaki temel fikirlerimi, Prof. Dr. Üçler BULDUK’un yine Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerinde edinmiş buluyorum. Dolayısıyla, Prof. BULDUK’un bu tezin oluşmasında büyük katkısı vardır. 38. OCAK, age, syf. 170. KAYNAKÇA 1. Osman Turan’ın bir nakline göre, bir kaynakta Türklerden bahseden Ebu İshâk e’l-Gazzî, onlar için “Türklerle karşılaşıldığı zaman melek gibidirler; lâkin savaşta ifrit kesilirler” diyerek çizmek istediğimiz tabloyu kısaca özetlemiştir. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken İstanbul 2009, syf. 409. 2. Saadettin Gömeç, Türk-Hun Tarihi, Berikan Ankara 2012, syf. 93-95. Bu hâdiselerle alâkalı misâlleri çoğaltmak için ayrıca bkz. Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Berikan Ankara 2011. 3. Orhun Abideleri, nşr. Muharrem Ergin, Boğaziçi İstanbul Ağustos 2011, syf. 57-59. 4. René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken İstanbul Ağustos 2010, syf. 285-286. 5. René Grousset, age, syf. 25-26. 6. Türklerin yerleşikliği Farslardan öğrendiğini, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde verdiği derslerden öğrendiğim Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU’ya burada teşekkür etmek isterim. 7. Osman Turan, age, syf. 421. 8. Osman Turan, age, syf. 88-92. 9. Osman Turan, age, syf. 64-99. 17 GENCAY KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY Canan CAVŞAK “… Ve oturdu mu bir masaya hakkını verir çay içmenin.” Cahit Zarifoğlu severiz çayı? Öncelikle bu alçak gönüllü içeceğin tarihçesine, bize nasıl ulaştığına kısaca bir bakalım. “ Yazsam okusam, okusam yazsam biri devamlı çay verse bana…” Ömer Lütfi Mete Çay, dünyada sudan sonra en çok içilen ve 5000 yıllık geçmişi olan bir içecektir. Bir efsaneye göre; Çin imparatoru Shen Nong’un hizmetlilerinden biri bahçede su kaynatırken suyun içine bir yaprak düşer ve yayılan kokudan etkilenen imparator tadına da bakmak ister. İçtiği şeyi ferahlatıcı bulur ve çay da bu şekilde keşfedilmiş olur. Avrupa ise çay ile 17. yy’da tanışır. İngilizler sağlık için faydalı buldukları çayı bir yaşam tarzı haline getirirler ve 18. yy’da bugün dünyanın en büyük çay yetiştirilen bölgesi diye sayılan Assam ve Seylan Adası’nda çay bahçeleri oluştururlar. “… Basit yaşayacaksın basit. Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit. Çay, simit ve peynirle...” Nazım Hikmet Ran “…İki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Cemal Süreya Günlük yaşam içindeki zarafeti şairler ilham vermiş, satır aralarında sevgiliye edilen sitem dolu sözlerin aracısı olmuş, tek kelimeyle bazen hüznü bazen sevinci anlatabileceğiniz, hayatımızın içinden, belki de merkezinden, olmazsa olmazımız kısaca bizi anlatan büyülü bir şeydir ‘çay’. Son zamanlarda da sosyal medyayla birlikte çayla ilgili profesyonellerin çektiği fotoğraflara, şairlerden yapılan alıntılamalara çok rastlar olduk. Peki, özellikle biz Türkler neden bu kadar çok Türklerin çayla tanışması ise Kazan Tatar Türklerinden Abdül’l-Kayyum Nasıri’nin Fevakihü’l-Cülesa adlı eserinde anlatılıyor. Nasıri’ye göre çayı içen ilk Türk 12. yy’da Kazakistan’da Hoca Ahmed Yesevi’dir. Bir Türkmen komşusunu ziyareti sırasında Hoca Ahmed Yesevi’nin ilk kez çay içtiğini ve yorgunluğunu giderdiğini söyleyerek 18 GENCAY “hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar” diye dua ettiği yazıyor kitapta. yıllardır tanıyormuş gibi davranıp yabancılık çekmesine müsaade etmemişiz. Ne Çinliler gibi bin türlü takdim zahmetine girmiş ne de İngilizler gibi belirli bir saatle sınırlandırmışız. Sunumlarımızın onlarınki gibi olmaması önemsemediğimiz anlamına gelmez tabii. Her zaman ve her yerde kendimize yaren etmişiz. Türkiye’nin çay ile tanışması ise 1787’de Japonya’dan getirilen çay tohumlarının ekilmesiyle başlar. İlk ekim çalışmaları Bursa civarında başlar; ancak iklim şartlarının olumsuzluğu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanır. 1917 yılında Halkalı Ziraat Okulu hocalarından Ali Rıza Erten yapmış olduğu teknik çalışmalar sonucunda 1924’te Rize’de çay yetiştirilmesi için meclisten onay alır ve günümüz çay üretiminin temelleri bu şekilde atılmış olur. 1947’de kurulan ilk fabrika ile üretim hızlanır. O günden beri de Türk insanı çayı çok sever ve hayatının her zamanında, alanında yer verir bu içeceğe. Yeme ve içme zaruri bir ihtiyaçtır. Birey bunu karşılamak için isteyerek ya da istemeyerek sosyolojik bir etkileşime girer. Bu faaliyetler bireyi sosyalleşmeye götürür. Sosyolog Anthony Giddens bu durum için şunu söyler: “Tüm toplumlarda yeme içme aslında toplumsal etkileşimin ve törenlerin gerçekleştirilmesi için ortamlar yaratmaktadır.” Türk kültüründe kahve ve çay gündelik toplumsal etkinliklerimizin bir parçası olarak simgesel bir değer taşır. Kahve ile münasebetimizin tarihi çaya göre daha eskidir. Kokusu ve lezzetiyle büyüleyen Türk kahvesinin yeri ayrı olsa da çay ile daha çok haşır neşir olmaktayız. Çay bize bizi anlatır aslında farkında olmadan. Nasıl mı? En başta çay sıcaktır (Birkaç yıldır soğuk çay adı altında üretilen; ama sadece serinletici bir içecek niteliğindeki ürünler bu konuya dâhil değildir). Yani bizim gibi, toprağımız gibi, insanımız gibi. Ciddidir; bizde çay demlenir, sallama çay çok mecbur kalınmadıkça içilmez, içilse de demleme çayın yerini tutmaz. Tek renktir; tıpkı bayrağımız gibi kırmızıdır. Yeşil çay, adaçayı, bitki çayları vs. gibi çeşitleri olsa da çay deyince akla “tavşan kanı çay” gelir. Sadedir, doğaldır; süt ya da başka bir şey karışmamalıdır içine… Dost canlısıdır; kalabalığı, sohbeti sever, herkesi bir araya Çayın tarihsel geçmişinden kısa da olsa bahsetmeye çalıştık, şimdi gelelim bizdeki kıymetine. Çayın mucidi Çinliler bazı dini ritüellere bağlayıp içmiştir çayı. Japonlar da törensel yemek kültürlerine uygun olarak kendilerine has bir çay içme töresi geliştirmişlerdir. Çinlilerden bir hayli geç olmasına karşın İngilizler de çaya kıymet vermiş ve meşhur ‘beş çayı’ geleneğini başlatmışlardır. Biz ise geç tanışmamıza rağmen çaya kucak açmış, soframızın ve sohbetimizin baş tacı yapmışız çayı. Sanki 19 GENCAY toplar. Konu çay olunca Marksizm işlemez, sınıf ayrımı yapmaz, zengini de fakiri de içer. kahvenin yerini kahveden daha ucuz, temini kolay olan çay almıştır; çünkü Rize’de yetişen hafif buruk tadı olan çay çok sevilmiştir. Çay insan bedeninin sıvı ihtiyacının karşılanmasında da önemli bir içecektir; çünkü kahveye göre daha sulu ve içimi kolay bir içecektir. Türk toplumunun sohbet ettiği, eğlendiği, dinlendiği kültürel ve sosyal mekânların çoğunluğunu mahalle kahvehaneleri oluşturmaktadır. Hal hatır sorma ile başlayan, mahalle dedikoduları ile kalmayıp politik konulara kadar uzanan sohbetlere eşlik eden çay, Türk ev hayatının da değişmez unsurlarındandır. Aile yaşamından kesitler sunar. Hatta bununla ilgili şöyle bir hikaye vardır: Misafirperverliğimizin simgelerinden olan çayı, Washington Times gazetesi yazarlarından Gerald Robins şu gözlemiyle anlatır: “…Türkiye’de her iş kültürel alışkanlıkların çerçevesinde sonuçlandırılır. Ankara’da bürokrasi ile tanışanlar bunu çok iyi bilirler. Örneğin başkent Ankara’da, Türk tipi bardaklarda sunulan çay ikramından önce hiçbir şey başlamaz.” Gerçekten de nereye gidilirse gidilsin mutlaka çay ikram edilir. Kamu ya da özel tüm iş yerlerinde bu işi meslek edinmiş çaycılar bulunur. Sadece çay hazırlamak için çay ocakları, çay bahçeleri vardır. Yoğun iş saatlerinde bile uğruna mola verilir. Türkler için çay, yemek yemek, su içmek kadar hayati bir fonksiyondur. Her ne kadar adı kahve ile anılsa da kahvehanelerin artık çoğunda “Çayın alt demliği kaynanadır. Sürekli kaynar durur; dikkat edilmezse taşabilir. Üst demlik gelindir, alt demlik kaynadıkça onun da harareti artar ama zamanla da olgunlaşır ve demlenir. Gelinin kocası bardaktır, her iki çaydanlıktan da yeterince nasibini alır. Biraz kaynana doldurur onu biraz da gelin, bu nedenle de denge unsurudur. Açık ya da demli çayın hoşa gitmemesi de bundandır. Çocuklar 20 GENCAY çayın şekeridir, tat verir. Çok şeker, çayın lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlara ise bir tanesi bile fazla gelir. Görümce ise çay kaşığıdır. Arada bir gelir karıştırıp gider. Kayınpedere gelince o da çay tabağıdır. Çayın demine suyuna karışmaz. Bir kenarda oturur. Sadece dökülenleri toplar ve çevreye zarar vermesini engeller. Ancak ara sıra boşaltılması gerekir. Yoksa taşıp her şeyi berbat edebilir. Çay süzgeci ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış müdahalelerden korur. Delikleri büyük olursa çayın tadı kaçar. Suyu ısıtan ateş ise hoşgörüdür. O olmadan çay da olmaz. Esprili benzetmeler olsa da bir bardak çay aile gibidir.” içip, sohbet edilen ortamlarda büyümüş çocuklar da şanslı çocuklardır. Şimdiki gibi kimse odasına çekilip tek başına zaman geçirmiyordu; herkes bir aradaydı. Büyükler sohbet ederken küçükler de çaya batırdıkları bisküvinin çayın içine düşmemesi için mücadele veriyordu bir kenarda. Bir çocuk için birinin çayını karıştırmak son derece önemliydi. Bir kişinin çayı nasıl içtiğini, kaç şekerli içtiğini bilmek o insanı tanıdığının, samimiyetin göstergesidir aynı zamanda. Çay içme alışkanlığı aile büyüklerinden çocuklara aktarılan bir miras gibidir. Çocukların büyüklerinden görüp özendiği, büyümenin sembolü olan bir içecektir. Paşa çayı ya da oraletle avutulan çocuklar sıcak sıcak çay içmeye başladıklarında anlarlardı eskiden büyüdüklerini. Her evde akşam yemeğinden sonra olmazsa olmazdır. Bizim evimizde de kendimi bildim bileli her akşam çay içilir. Bir akşam çay demlenmemesi, çay demleyecek gönüllünün olmaması hayra alamet değildir, yani çay birlikte oturup konuştuğunuz, televizyon izlediğiniz ortamı tamamlayıcı niteliktedir. Ara sıra çay bardağıyla çay kaşığının buluşmasından eşsiz melodi duyulur çay içerken kalabalıklarda... Şeker kullanmayı bırakanların eksikliğini hissettikleri tek şeyin bu ses olduğunu duyarız etrafımızdan. Çay kaşığının bir başka önemi de çay içmek istemediğinizi bardağın üstüne koyarak gösterebilmenizdir ama hiçbir zaman o bardak son olmaz, hatır için içilir bir bardak daha. Evinize gelen misafiriniz yemek yememekte ısrarcıysa, gitmesin diye ‘çay koydum, bir bardak içmeden bırakmam’ deyip elini kolunu bağlarsınız. Artık yapacak bir şey olmaz bir bardak da olsa mutlaka içilir. Komşuluk ilişkilerini güçlendirir çay. Eskiden daha sık rastlardık ama bugün hala Anadolu’da, küçük şehirlerde, köylerde rastlanır bu ilişkilere... Komşuyu arayıp ‘çay koydum, gel’ dersiniz. Hatta çocukken birçoğumuz komşuya gidip ‘annemler size çaya gelecek’ diye haber götürüp elçilik vazifemizi layıkıyla yapmışızdır. Komşu ve akrabalarla çay Aile bireylerinin bir araya geldiği kahvaltının yeri bizim kültürümüzde oldukça önemlidir. Diğer ülkelerde olduğu 21 GENCAY gibi ayaküstü yapılmaz, kahve ya da kurabiye ile geçiştirilmez. Herkes sofrada buluşur ve kahvaltıya da yine çay eşlik eder. Kahvaltı, sofra kurulsa bize çay demlendiğinde başlar yani, Türk milleti güne çayla başlayıp çayla bitirir. kışın soğuğunda hem elinizi hem de içinizi ısıtır. Yazın ise sadece iki parmakla üstten tutulur ve dudağa hafifçe değdirilir. İlginç de olsa yazın harareti alması müdavimlerinin onayladığı bir durumdur. Çay bardağı hafiftir, zariftir ve asıl görevi çaya ev sahipliği yapmaktır. Her ne kadar günümüzde farklı tür çaylar ve hazırlama çeşitleri olsa da Türk tarzı çay toz kavrulmuş çay ile demlenir. Çayın ikramında yöresel farklılıklar olabilmektedir. Bazı bölgelerde çay bardağının üzerinde ‘dudak payı’ denilen boşluk bırakılır. Erzurum ve çevresinde ise genellikle açık renkli ve kaşıksız olarak yapılan çay ‘kıtlama’ diye bilinen özel bir yöntemle içilir. Çay ikram etme yöreye göre de değişik şekillerde adlandırılabilir; çay dökmek, çay tazelemek, çay katmak gibi. Çay demlemek için kullanılan semaver de tiryakilerin çaya ayrı bir lezzet verdiğini düşündüğü bir üründür. Rusça’da ‘kendi kendine kaynayan’ anlamına gelen ‘samovar’ kelimesinden gelmektedir. Rusya başta olmak üzere Türk Devletleri, İran ve Azerbaycan’da kullanılmaktadır. Genellikle bakır, pirinç ve sac kullanılarak yapılır; Amasya, Erzurum, Van ve Samsun’da üretimi devam etmektedir. Çaydanlık ise günlük hayattaki pratikliği ile daha çok tercih edilir. Genellikle evlerde dolaplarda saklanmayıp ocak üstünde, göz önünde duran, her an kullanıma hazır bir gereçtir. Türk çay kültüründe çayın lezzeti kadar çayın hazırlanıp sunulduğu ürünler de oldukça önemlidir. Bunlardan ilki çay bardağıdır. Çay ve cam şaşırtıcı ilişkisi olan bir tasarım hikâyesinin iki kahramanıdır. Cam bardak, 1850'li yıllarda Avrupa'da başlayan büyük Sanayi Devrimi sonrasında gelişen cam sanayisi ile ortaya çıkmaya başladı ama ayağı, kulpu veya sapı vardı. Yeni üretimi zor ve pahalıydı. 1900'lü yıllarda Beykoz'da kurulan cam fabrikasında ilk kez ayak, kulp ve sap kaldırıldı ve bugünküne yakın bir çay bardağı ortaya çıktı. İnce belli adı verilen bu zarif sentez bir tasarımdan çok kültürel zevki yansıtan bir ürün haline geldi. Bardağın şeffaf ve ince camdan yapılması hem çayın rengini görmeye hem de dem ve su oranını ayarlamanıza imkân verir. Bardağın ortasına doğru incelmesi alt kısmının avuca oturmasını sağlarken Çay tabağı ise ince belli bardağın ayrılmaz bir parçasıdır. Farklı malzeme ve biçimlerde üretilse de geleneksel çay tabağı kırmızı beyaz renklidir ve porselen veya kırılmasını engellemek için melaminden üretilir. Taşıma sırasında elin yanmasını engellerken kenarındaki 22 GENCAY kırmızı şeritler çayı daha ‘tavşankanı’ gösterirken beyaz yüzeyler çayın çok demli gözükmesini engeller. Çay tabağının diğer bir işlevi çay servisi sırasında şeker konulması için alan yaratmasıdır. Bununla beraber çay içimi sırasında çay kaşığı için destek sağlar. Bir bardak çayınız ve çay eşliğinde sohbet edebileceğiniz dostlarınız eksik olmasın hayatınızdan… KAYNAKÇA Güneş, Serkan. (2012); “Türk Çay Kültürü ve Ürünleri” Milli Folklor Dergisi Sayı: 93 Çay, Türklerin tüketim hayatına geç girmesine rağmen kültürel bir değer haline gelebilmiştir. Çay kültürü Türkler için müşterek yaşamın ve misafirperverliğin sembolik bir uzantısı olarak, çay ve ona eşlik eden ürünler sosyal yaşamımıza zenginlik katmıştır. Türkiye’de çay içmemiş hiçkimse yoktur herhalde. Sadece tüketim miktarı konusunda farklılıklar ortaya çıkabilir. Kimi kırk yılın başı aklına gelirse içer kiminin de uyanır uyanmaz aklına gelen ilk şey körpe yaprakların kokusunu hissettiği iki buçuk yaprak çaydır. Taş, Emre. (2012); “Çayın Tarihi Serüveni” http://www.tariheyolculuk.org/2012/09/CayinTarihi.html National Geographic (2009); “Cam Bardağındaki Tarih” “Türklerde Çay Geleneği” http://turkish.ruvr.ru/2014_03_03/Turklerde-caygelenegi/ 23 GENCAY TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI Hanife YAŞAR “Öğretmenler bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.” M. Kemal Atatürk İnsan, işlenmemiş bir cevhere benzer. Bu cevher işlenmediği sürece paslanır, çürür ve zamanla kaybolur. Ancak bir öğretmen eli o cevheri işleyebilir, ona bir sanatçı ustalığıyla şekil verir ve o cevherden eşsiz mücevher ortaya çıkarabilir. Öğretmen bir sanatçıdır. Onun sanatı, insanın fıtratında var olan akıl, ahlak, erdem, adalet, ve insaniyet gibi duyguların yeniden işlenmesiyle “farkına vardırma” sanatıdır. Bu sanat insana kim olduğunu, ne işe yaradığını ve neler yapması gerektiğini hatırlatan bir sanattır. Öğretmenler bir milletin geleceğini baştan inşa eden en büyük sanatkârdır. Onlar bir neslin hiç bitmeyen umudunun somut sembolüdür. Bu vatana kendilerini feda eden, taze ve gür çiçekler yetiştirebilmek için çorak topraklardaki dikenleri yolmaya çalışan cefakâr insanlara bu millet çok şey borçludur. Bir gün değil her gün onların günüdür. Çünkü onlar bu millete bir günlerini değil ömürlerini vermişlerdir. Öğretmenlerin bu görevi zaman kavramı içerisinde yok olmayan bir görevdir. Çağlar öncesinde yaşayan öğretmenler de, günümüzdeki öğretmenler de aynı görevi yerine getirmişlerdir. İnsan yetiştirmenin zamanı ve mekânı olmamıştır. İnsanlar yıllar önce de ‘bir kelime öğretene kırk yıl köle olmayı’ minnet saymışlardı. Gözlerine baksanız Türkiye kadar büyüktür dertleri ancak belli etmezler. Hep umutlu, başı dik ve onurludurlar. Çünkü kutsal bir meslektir onlarınki; peygamber mesleğidir, ata mesleğidir, ana mesleğidir. Çünkü onlar en zor olanı yapar; insan yetiştirir. Fikri hür, vicdanı hür nesiller ancak onların kutlu ellerinden yetişir. Her bir öğretmenin elinde sihirli bir değnek vardır ve bir millet ancak o değneğin fertlere dokunup, onların içinde var olan kıvılcımı alevlendirdiği ölçüde yarınlarını güçlü bir şekilde inşa edebilir. İnsanları eğitme görevinin çağlar aşan özelliği bu görevin kutsiyetini daha da artırmayı başarmıştı. Bütün çağlar boyunca bu kutsiyete sahip olan eğitimciler, öğrencinin yüreğine dokunabildiği müddetçe sonsuzluk kavramı ile iç içe geçebilmiştir. Bir öğretmeni unutulmaz yapan şey öğrencisinin yüreğine dokunmasıdır. Öğrencinin yüreğine o sihirli değnek bir kere dokundu mu bir daha o sihri hiç kimse bozamaz. Öğretmenin yaptığı bu 24 GENCAY sihir, öğrenci ne kadar büyüse de, bambaşka diyarlara gitse de onunla beraber gidecek ve bu kıvılcım ona yepyeni bir kimlik kazandıracaktır. Öğretmen öğrencinin yüreğine dokunduğu andan itibaren o cevheri eline alır. Fakat ona şekil vermez; sadece o cevherin kendi kendine nasıl şekil vermesi gerektiğini anlatır. Kulağına güzel şeyler fısıldar, insanı anlatır. olarak belirlediği öğretmen onun hayatını değiştirmeye başlar. Öğretmen öğrencisine bakacağı yeri söyleyip, baktığı yerde ne göreceğini söylemez. Çünkü öğrenci ancak göreceği şeyi kendisi fark ettiğinde bir işi başarabilir. Öğrenci kendinde var olanı öğretmen sayesinde keşfetmeye başlar. Zamanla keşfetmenin hazzına kapılır. Kendi içinde daha önce hiç farkında olmadığı yeni evrenleri bulmaya başlar. Daha sonra ‘ben kimim?’ sorusunun cevabını bulmaya çalışır. Sonunda kendini keşfeder. Bir öğrenciyi öğretmeninden başka hiç kimse gerçek manada anlayamaz. Onun ne yapmak istediğini, gerçekte nasıl biri olduğunu ve gerçekleşmesini istediği ne gibi hayallerinin olduğunu yalnız öğretmeni bilir. Çünkü o cevheri ilk öğretmeni keşfetmiş ve cevherin ilk şekillenişini izleyen de sadece öğretmeni olmuştur. Bir tırtılın kabuğundan kurtulup kelebeğe dönüşüm aşamasını izlerken onun nasıl bir kelebek olacağını da sadece o gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş olmalıdır. O yüzden veliler bile kendi çocuklarını öğretmenlerinden dinlemek isterler. Çünkü bir heykelin neyi anlattığını ancak onu işleyen eller bilebilir. Artık öğrencinin gözünde öğretmen bambaşkadır. Ona yepyeni ufuklar açan, pencereyi sonuna kadar aralayıp dünyaya her açıdan bakmasını sağlayan ve ‘balık vermeyip balık tutmayı öğreten’ bir sihirbazdır. Hem de bazen tek bir sözüyle onu kendi bilgi okyanusunda kitaptan yapılmış gemisine bindirip dünyaları gezdiren bir sihirbaz… Öğrenciye göre öğretmen; uçsuz bucaksız bir deniz, sonu görülmeyen bir kuyu ve içine daldıkça gözlerinin görmeye başladığı bir evrendir. Öğretmen öğrencisine bir mağaradan bahseder. Aslında bir mağarada yaşadıklarını ve bu mağaranın dışının da olduğunu anlatır. Öğretmen mağaranın dışını öyle güzel tasvir eder ki öğrenci hayranlıkla mağaranın dışını hayal etmeye başlar. Zamanla mağaranın dışını çok merak eder ve öğretmenine mağaradan dışarı çıkmak istediğini söyler. Öğretmen bunun ona acı vereceğini anlatır ancak öğrenci orayı ısrarla görmek istemektedir. İşte hepimizin bu aşamada seçtiği ilk meslek ‘öğretmenlik’ olmuştur. Çünkü öğretmeni artık onun için ‘ileride olmak istediği insan’dır. İlk defa biri onu keşfetmiş ve gözlerine umutla bakmıştır. O andan itibaren kendine ‘örnek insan’ 25 GENCAY Öğretmeni sonunda dayanamayarak onun elinden tutup mağaranın dışına doğru yönelir. Burada çok keskin bir ışık görünür. Öğretmen burada öğrencinin elini bırakır ve kendini ışığa doğru atar. Öğrenci orada kalakalmıştır. Mağaranın içi karanlıktır ve öğrenci karanlığa alışmıştır. Bu ışık gözlerini yakar, ışığın ihtişamından gözleri kamaşır. O an anlar ki mağaranın dışı sancılıdır ve dışarıya çıkabilmek, aydınlığa erişebilmek için önce öğretmeni gibi yürümeyi öğrenmelidir. Bu sancılı yol öğrenciye ağır gelir ve tam yürümekten vazgeçip mağaraya geri dönmek üzereyken bir ses yankılanır mağaranın duvarlarında: “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz…” Öğretmeni ona; yankısından kaçan bir çocukken kendi sesinin, doğru bildiğini haykırmayı öğretir. Haritada deniz görüp boğulurken, ona bilgi okyanusunda yüzmeyi öğretir. Fikirleri sağa sola savrulup savunmasızken rüzgârlara, kâğıt ve kalemden sur yapmayı öğretir. Sonra ona sözcüklerden bir kanat takar, uçmayı öğretir umut dolu yarınlara doğru… Uçtuğu bütün diyarlara sevgiyi, hoşgörüyü, aklı, bilgiyi ve erdemi de götürmeyi öğretir. Artık başkalaşım geçiren yeni insan ‘tırtıl olmaktan kurtulup kanatlarını keşfeden bir kelebek gibi’ uçmaya hazırdır rüzgâr bekleyen farklı diyarlara. Artık pervanenin ateşe yolculuğu başlamıştır. Bu taze kelebek uçmadan önce öğretmeni onun heybesini adaletle doldurur, yolda susuz kalanları sulaması için eline bir demet sevgi tutuşturur. Hırkasının ceplerine gökkuşağı sıkıştırır ve bir evreni sığdırır minicik avuçlarına. Ve sonra ona bir gökyüzü bırakır göklerin almadığı. İşte bu ses öğrencinin yeniden ayağa kalkmasını sağlar. Öğrenci bu sesi duyduktan sonra bir an ürperir ve yerinden doğrularak öğretmeni gibi mağaranın dışına doğru yönelir. Artık korkmamaktadır ve gözlerini de eskisi gibi kısılmaz. Çünkü öğretmeni ona güçlü olmayı öğretmiştir. Öğrenci yürümeye başlar ve mağaranın dışına ilk adımını atar. Dışarı çıktığında bu aydınlık dünyanın içinde ilk olarak öğretmenini görür. Öğrenci yeni bir ders daha almıştır. Meşakkatli yollarla karşılaştığında asla pes etmemeyi, her ne olursa olsun cesareti varsa sonuna kadar yürüyebileceğini öğrenmiştir. Artık öğrenci çetin yollarda yürümeye hazırdır. Kelebeğin artık uçma vakti gelmiştir. Öğretmeni onun köpükten gövdesine demirden bir meşale verir ve ‘ilerle’ diye seslenir. Küçük kelebek elini tutuşturan bu meşaleyi onun gibi karanlıkta kalan yüz binlere yol göstermek için yorulmadan taşıyacağına dair ona söz verir. Sonra öğretmenin avucuna bir buse bırakır ve uçmaya başlar hiç bilmediği diyarlara doğru… Öğretmen, zamanında kendi öğretmeninin ona dokundurduğu sihirli değnek ile bir öğrencisine daha dokunmayı başarmıştır. Fakat onun için bu bir ilk değildir. Çünkü daha önceleri kutlu elleriyle işlediği çamurlar çoktan heykel olmuştur. Bir 26 GENCAY öğretmeni en mutlu eden şey de cevherlerin mücevher olmuş hallerini izleyebilmektir. millete armağan olarak fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Toplumu gerçek amacına, gerçek mutluluğuna ulaştırmak için iki orduya gerek vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran bilim ordusudur. Bu ordulardan her ikisi de aynı derece gerekli, kıymetlidir, her ikisi de hayatidir. Ancak bilim ordusunun kıymet ve kutsallığını anlatmak için şunu söyleyeyim ki, bilim ordusu, ölen ve öldüren birinci orduya, niçin ölüp, niçin öldürdüğünü öğreten ordudur.” sözü öğretmenlerin görevinin kutsallığını bu bağlamda bir kez daha gözler önüne sermektedir. Öğrenciye göre öğretmen anneden, babadan, kardeşten ve arkadaştan ötedir. Taptuk Emre ve Yunus gibi mesela… Yunus’u Taptuk Emre’nin dergâhına ateşe pervane olan kelebekler gibi bağlayan da bu gizli bağ idi. Taptuk’lu Yunus’u anlayabilmek için ‘hal ehli’ olmak gerekiyordu. Yunus’u Taptuk Emre’nin dergâhına bağlayan da halden anlamayı başarmaya çabasıydı. O yüzden çoğu zaman ‘halden anlayanın bir gülü’ yetiyordu incinmek için… İşte hammaddesini yaşadığı topraktan alan bu cevherler, öğretmenlerinin çıkardığı kıvılcımla birlikte bir milleti yeniden tutuşturmaya hazırdır. Vatan için can vermek ne kadar şanlı bir iş ise vatan için onuruyla yaşamanın da aynı derece önemli olduğunu yine öğretmenler sayesinde öğrenir. Öğretmeninin ona öğrettiği şeyler sayesinde kendi varlığının ne kadar değerli olduğunu anlar. Ve ömrü boyunca bu değere layık olabilmek tek gayesini oluşturur. Benim öğretmenim bana ‘Yunus’u öğretti… Çünkü onun yüreği “Taptuk Emre” gibi atıyordu. Anadolu artık Yunus’un diyarı olmasa da, yeni Yunuslar yetiştirecek olan Taptuk Emreler hala bu topraklarda yaşıyordu. Çünkü bu topraklar onların temiz alnının değdiği ve dualı dudaklarıyla öptüğü topraklardı. Ve henüz üstte mavi gök çökmemiş, altta yağız yer delinmemişti… O yüzden Taptuk Emreler var oldukça vakti geldiğinde Yunuslar da yeniden görünmeye başlayacaktı. Varlığını Türk varlığına armağan ederek yola çıkan her yeni neslin gayesi ‘vatanı için yaşamak’ olduğu sürece, öğretmenlerin emeği boşa çıkmayacak ve bu nesil yeniden çağlara gem vuracaktır. Her yeni nesil, öğretmenlerin topluma bıraktığı bir armağandır. Bir nesli “Asım’ın Nesli” yapacak olan da yine öğretmenlerdir. Unutmayalım ki bir milleti küllerinden yeniden canlandıran Mustafa Kemal Atatürk de bir öğretmendi. Ve o, bu (Bir nesli yeniden canlandıracak olan koru elinde tutan ve yüreği Taptuk Emre gibi atanların öğretmenler günü kutlu, öğrencileri de Türk milletine armağan olsun…) 27 GENCAY NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ! Alperen KIZIKLI sıkıntılı bir hal alıyor. Güneşin doğuşuyla birlikte erkenden yola çıkan çalışanlar, bazısı yenilenmiş otobüslerle sıkışık bir halde yolculuk etmek zorunda kalıyor. Toplu taşıma araçların eskiliğinin yanına, çarpık kentleşme ve plansız yapılmış yollar eklenince sorun içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Amaç Bir kahvehane sohbetinde, bir dost meclisinde konu tıkandı mı yetişen müthiş bir cümledir o: “ Ne olacak bu memleketin hali?” Ben de yazıma “Trafik Sorunları ve Çözüm Önerileri” gibi lise kompozisyonlarına başlık olabilecek klasik nitelikte bir cümle tercih etmek yerine yukardaki gibi bir başlığı kullanarak, yazıma dikkat çekmek istedim. Trafik sorununa çare bulmak için uzmanlar tarafından senelerdir çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılıyor. Sorunun kaynağını kitlelere anlatmayarak gerçekleştirilen ve toplu taşımayı sözde özendirerek problemi çözmeyi amaçlayan çeşitli kampanyalar düzenleniyor. Fakat bu çalışmalar sigara paketinin üzerindeki 'yasal uyarıyı' görenlerin bu zararlı alışkanlığı bırakacağını zanneden bir anlayışla yapılıyor. Yetkili kişiler aslında şu gerçeğin pekâlâ farkındalar: Kocaman bir sektöre dönüşmüş olan otomotiv sektörü ne kendini sınırlayacak ne de trafik sorununu çözmeye çalıştığını iddia eden kampanyalardan haberdar olan otomobil sahipleri araçlarını kullanmaktan vazgeçecekler. Bu yazımda her gün onlarca dakikamızı geçirdiğimiz trafiğe değinmek, onun sorunlarına bir hekim gözüyle bakmak(analitik-ya da dâhiliyeci bakış açısı) istedim. Çünkü artık trafik sorunu nedeniyle şehirde yaşamaktan illallah etmiş, şehirden köye göçmek isteyecek kadar bıkmış bir vaziyetteyim. Ya şehri terk edeceğim ki bu kolay olanı ya da karanlığa bir mum yakıp çözüm için bir şeyler yapacağım. İşte okuduğunuz yazının yazılma maksadı kısaca bundan ibarettir. Özellikle 50’ler ve 90’lar arasında trafik sorununa -ister istemez otomobil trafiğinden bahsetmek zorunda kalıyoruzaranan çözümler, yeni arz oluşturulması ve sürekli talebin karşılanması yönünde olmuştur. Oysa sonuçta görülmüştür ki otomobil trafiğine yapılan her yatı¬rım yeni bir talebi tetiklemiş ve bir kısır döngü meydana getirmiştir. Trafik sıkışıklığına neden olan, toplu taşıma araçlarından ziyade, hacim olarak daha küçük ama Giriş Türkiye’nin birçok şehrinde yaşanan nüfus yoğunluğunun artışına bağlı olarak araç sürmek ve şehir trafiğinde yol almak adeta bir çileye dönüşüyor. Özellikle işlerine uzun yollar kat ederek ulaşmak zorunda olan işçiler için ulaşım meselesi daha da 28 GENCAY sayıca çok daha fazla olan otomobiller olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Trafik tıkandığında oluşan kilometrelerce uzunluktaki araç kuyruklarının büyük bir bölümünü hususi araçlar yani otomobiller oluşturuyor. otomobil firmalarıyla ortak olarak yurtiçinde yaptıkları taşıt satışlarını desteklemek için iktidarlarca karayolu taşımacılığının öne çıkarıldığını görüyoruz. Bu politikaya dayanak olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikalıların otomobil ve kara taşımacılığı önerisinin, Almanların demiryolu önerisine galip gelmesini gösterilmektedir. Hatta öyle bir boyuta ulaşılmış ki bir ülkede demiryolu istemenin adı komünistlik diye telaffuz edilmiş ama şimdi anlıyoruz ki eğer biz de Avrupalılar gibi treni tercih etseymişiz, dışarıya bu denli bağımlı olmayacak ve bu kadar insanın trafik kazalarıyla ölmesine mahal vermeyecektik. Otomobil bireyseldir; kişiye zaman kazandırır. Zamanın etkili kullanılmasına fırsat verdiği için de genel ola¬rak toplu taşımadan daha etkili bir ulaşım aracı olarak görülür. Bu avantajları, bireyi otomobil kullanmaya sevk etmektedir. Ancak, artık görülmüştür ki şehirler otomobil merkezli ulaşımı kaldıramamaktadır. Bu durumda artık şuna karar vermemiz gerekiyor: Ya şehir yaşantısından feragat edeceğiz ya da otomobil sürmekten… Veyahut otomobili mecbur kalmadıkça kullanmayacağız. İşte bir devlet akılla ve öngörüyle yönetilmezse vatandaşının hayatı ucuzlar, değersizleşir. Türkiye'mizin en baştaki eksikliği bu akıl ve öngörünün rağbet görmemesidir. Trafik sorununa çözüm olacak toplu ulaşım araçları eskiye oranla daha gelişmiş olsa bile ülkemizde bunların yaygın kullanımlarını pek göremiyoruz. Mesela İstanbul gibi devasa bir kentte dahi raylı toplu taşıma araçları ağır ağır yaygınlaşıyor. Son 10 yıldır demiryolu ulaşımına, özellikle hızlı tren olarak lanse edilen fakat esasında hızlandırılmış trenlere yapılan yatırımlar geçmişteki boşluğu doldurmaya henüz yetmemektedir. Gerçekten hızlı trenlerin yol alacağı demiryolu teknolojisine halen sahip değiliz ve ivedilikle bu teknolojiyi kullanmamız gerekmektedir. Çünkü hızlı tren ve hızlandırılmış tren arasındaki fark ray Demiryolunun ulaşımda ve taşıma karayoluna olan üstünlüğünü saymaya gerek duymuyorum. Geçmişte, günümüzde dahi servet sahibi olan ailelerin, yabancı 29 GENCAY teknolojisiyle ilişkilidir. Ülkemizde maalesef saatte 350-400 km yapan Japonya’da veyahut Fransa’da gördüğümüz bir şekilde hızlı tren mevcut değildir. Sadece eski rayların yenilenmesi ve lokomotiflerin, vagonların yenileriyle ve mümkün mertebe en hızlı gidebilecek şekilde düzenlenmesi şeklinde olmaktadır. Ne dersek diyelim demiryollarına yapılan yatırımlar olumlu adımlardır ve yapılanlar da takdir edilmelidir. refleks testi, çabuk karar verme yeteneği, algılama düzeyi testi gibi çok sayıda test uygulanmalıdır. Zaten trafikte ehliyet sahibi birçok insanın araç kullanmaktan hiç de anlamadığını görüyoruz. Mevcut yolları etkin kullanamayan sürücü, trafik sıkışıklığına da neden olmaktadır. 65 yaşın üstü nasıl emekliliğe ayrılıyorsa ehliyeti de elinden alınmalıdır. Bu insanların algı ve reflekslerinin zayıfladığı, çok daha çabuk yoruldukları bilimsel bir gerçektir. Hayati bir alan olan trafikte bu riskler alınmamalıdır. Bu yaşlardaki bireylerin şoför mahallinde bulunmasına izin verilmemelidir. Bir insan 35 yaşına kadar ehliyet almamışsa, o yaştan sonra alamamalıdır. 35 yaşından sonra öğrenme kabiliyeti, öğrendiklerini hafızada tutma gibi beyin fonksiyonları yavaşlar. Bu insanlara ehliyet verilecekse ayrı bir sınav geliştirilmesi gerekmektedir. Sorun tespitleri yaptıktan sonra çözüme yönelik yapılması gerekenleri de kendimce sıralayayım. Çünkü çözüm üretmeyen her söz, bir yol göstermeyen her yazı boşunadır, zaman kaybıdır. Çözüm önerilerimi sıralayarak yazıma son veriyorum. 2- Taksi, Metro ve Toplu Ulaşıma Rağbetin Artırılması Otobüs ve taksi ücretleri indirilmelidir. Metro sefer sayısı artırılmalıdır. Özellikle şehirlerarası mesafelerde de taksiler çok uygun fiyata taşıma yapabilmelidir. Çözüm Önerileri 1- Sürücü yeterliliğinin gerçek manada sağlanması Mevcut otobüs sayısının sıklığını artırılmalı ve gece geç saatlere kadar otobüslerin çalışması sağlanmalıdır. Toplu taşımayı tercih eden orta ve üst seviye geliri olanlara yönelik otobüs veya trenler yapılmalıdır. Otomobil konforuna, rahatına ve temizliğine sahip klimalı ve rahat koltukları olan otobüsleri insanların tercih etmesi daha olasıdır. Sürücü belgesi almak zorlaştırılmalıdır ve sürücülere belirli aralıklarla sürücü belgesi sınavları tekrar uygulanmalıdır. İnsanlara araç almaları konusunda bir engel koyamayacağımız için ehliyet almaları konusunda bir engel koyabiliriz. Ehliyet verirken, yazılı sınavın yanı sıra, 3 aşamalı direksiyon sınavı, zekâ testi, 30 GENCAY 3- Yolların ve Sinyalizasyonun Tanzimi 4- Mesai Saatlerinin Düzenlenmesi Kalabalık kavşaklara battı - çıktı adı verilen alternatif hızlı geçiş noktaları yapılmalıdır. Köprü geçiş ücretleri kendi maliyetini ve bakım masraflarını çıkarttıktan sonra kaldırılmalıdır. Fakat devlet bu gişelerden gelir elde etmeye devam edecekse yani illa ücret alınacaksa trafiğin yoğun olduğu saatlerde pahalı trafiğin serbest olduğu saatlerde ucuz olmasını sağlamalıdır. Böylelikle sürücülerin ekonomilerini gözeterek daha makul zamanlarda trafiğe çıkma davranışı gösterecektir. Eğitim kurumlarının işe başlangıç ve bitiş saatlerini diğer kurumların iş başı ve sonu saatlerinden ayrılması gerekmektedir. Sabahları ve akşamları yaşanan trafik yoğunluğunu özellikle okul servislerinin oluşturduğunu görmekteyiz. Fabrika çalışma saatleri de yine diğer kurumlara göre yarım saat geç veya erkene alınabilir. Böylelikle işçi servisi, okul servisi ve işlerine hususi araçla gitmeyi tercih edecek memurun aynı saatlerde trafikte bulunması engellenebilir. Türkiye’de trafik akışını etkileyen kronik sorunlardan biri de, yol işaret ve sinyalizasyonunun yetersiz olmasıdır. 5- Şehir Planlama Şehrin endüstri, ticaret, konut bölgelerinin baştan planlanması ve bu planlamaya sadık kalınması gerekmektedir. Şehrin geleceğinin rant sahipleri üzerine kurulamayacağı algılanmalıdır Örneğin Kayseri ilinde geçmişteki yapılan bir plana sadık kalınarak yıllarca şehir planlama gerçekleştirilmiş. Bu gün Kayseri’de yeni yerleşim yerlerinde en az düzeyde trafik sorunu yaşanmaktadır. Karayolları ve Emniyet Genel Müdürlüğünde bu konuda görev yapan uzmanların ve üniversite görevlilerinden oluşturulacak kurulların Türkiye trafiğinde genel işaretleme ve sinyalizasyon hedeflerini belirlemesi gerekmektedir. Akıcı trafik mi, güvenli trafik mi yoksa ikisinin de dengelendiği bir sinyalizasyon sistemi mi oluşturulacak; buna karar verilmelidir. Yol işaretlerinin yansıra yol yapım standartları da gözden geçirilmelidir. Yeni gelişmekte olan bölgelere önce altyapı hizmetleri sağlanmalıdır. Yeni konut bölgeleri yaratırken; okul, alışveriş alanı vb. alanları en baştan belirlenmezse sonradan yapılacak bu binalar şehrin içinde kalacak ve trafiğin sıkışmasına neden olacaktır. Esen kalınız. 31 GENCAY 32 GENCAY BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR Dilek AKILLIOĞLU Siya Sosyal bilimler, insanı temel alan bilim dalı olarak onun yaşam perdesinde nasıl ve neden ömür sürdüğüne dair bilgileri, soruları, çözümleri paylaşmaktadır. İnsanın doğan, var olanların arasında muazzam özellikleri ile ayrı tutulduğunu anlatmaktadır. Bu özellikler arasında kendine özgü olması, yaptıkları iş ve sosyal çevresi, kendine yetmesi vardır. Kendine yetmesinden yola çıkarak da insan yaşamında birey olmanın, bireyselleşmenin bir nevi yolu açılmıştır, diyebiliriz. Bu kavram yani, bireyselleşme kendine yeterli olma, modern olmayı içermektedir. Ancak bireyselleşme kabul görürken başka birilerine de yer açmak gerektiğini, sürekli sosyalleşmeyi vurgulamıştır. Sosyalleşme olmadığı takdirde duyarsızlaşacağımızı ileri sürmüştür. başlamasından bu yana tek başına kalamayan insan, yakın zamanda bireyselleşme ile tek başına olabileceğini düşünmüştür. Evinde iş yerinde, yatak odasında, banyosunda sadece varlıklarıyla o ortama kalabalık hissi katan nesnelerle bile toplumsalken bireyselleşme düşüncesine kapılmıştır. Oysa oturduğu masalar, karşısına geçtiği televizyon, su içtiği bardaklar bile toplumsallığı vurgularken bireysellik askıda kalmaktadır. Hatta cesaret edip söylemek gerekirse bir noksan olarak yorumlanabilmektedir. Belki imkânlar sağlandığında bireyselleşme olgusunun içini doldurmak isteyenler olur mu diye sorsak bunu yapmak isteyen bile olmayacaktır, diye düşünüyorum. İnsandan bahsedilirken bireysellik tipi yok olur. İnsan gelişiminde, örneğin bir çocuğu yetiştirirken özgül olma, bireyselleşme kazandırılmaya çalışılır. Fakat aynı zamanda irtibata geçmesi istenilen bir sürü toplumsallaşmış araçlarla bu sağlanır. Fikir olarak bireysel fikirlerin değeri bizleri mutlu etmek ile birlikte kendisiyle insanın tamamen topluma ait olduğunu, toplumu oluşturduğunu söylemeden geçemeyiz yani, kısaca insanı toplumdan ayrı tutamayız. İleri sürülen bu ifade ile bireyselleşme reddedilmiştir. Güçlü zamanlarından zayıf düştüğü günümüze kadar reddedilmiştir. Elbette ki bireyin kendine ait olduğu yerler vardır. Fakat bu yerlerin varlığı daralmakta hatta gün geçtikçe yok olmaktadır. Zamanın işlemeye İnsanın ayrı kalmak istemesi aslında normal bir şeydir. Normal bir şeyi arzulamasına rağmen kendisinin yanı sıra başkalarına da bağımlı olur, olmak istemeyi öğrenir. Bütün olduğu toplumun 33 GENCAY onayını bekler, ister. İstediği şey için toplumsal hale gelir. Bir arzu diğerini yener, kaybeden yok olur. Böyle bir durumda sürekli birbirinden farklı insanlar aynı dünyadan yetişsin isterken birbirinden farklı insanların ortak bir sinerji oluşturması gibi durumda bireyselleşmekten söz etmek bana kalırsa güçtür. Bunun tersi durumda bireyselliği getirmez yani, bakış açıları bir olan insanların ortak alanda buluşması da bireyselleşme için uygun değildir. İki grupta da farkı katma değeri ya da aynıyı bulma isteği bireyselleşmeyi tamamen ortadan kaldırır. “Peki, olanaklar sayesinde bireyselleşmiş bir yaratı meydana geldiğinde topluma ne olacaktır? Toplumu ortadan kaldırıp tamamen bireysel, bencil varlıklar olarak mı yaşamak gerekir? “ gibi sorulardan ziyade, sürekli vurgulanan bireyselleşmiş, özgür kişiliklerin temelinin doğru olmadığını vurgulamak isterim. amaçları arayan sayısı çok kitlelere bıraktı. Kısaca söz gelimi kalabalık insanı oluşturan şeydir. Bir ağaç kendi kendine büyüyebilirken insan için böyle bir ihtimal azdır. Mutlaka ağacın düzgün bir biçimde ağaç olabilmesi için su, güneş gibi etmenlere ihtiyacı vardır. Fakat bu araçlar onların bireyselleşmesini etkileyen ya da varlığını toplumsallaştıran etken değildir. İnsan şekillendirilir. Bireysel olma anlamından uzaklaşır. Kilisenin katı düşüncelerine bireyselleşme ile karşı çıkan o ruh zaman değiştikçe farklı toplumsal bir çatı altında toplanmıştır. Birey kavramı bizim kazanımımız, bireyselleşme kısa dönemli kazanımın alt basamağı gibidir. İnsan, gelişim olarak birey olma özelliğini doğduğu anda kazanmıştır ama bireyselleşme olma özelliği de o andan itibaren elinden alınmıştır. Annesine muhtaç bir bebek, ailesine bağlı bir çocuk, okuluna, sosyal çevresine bağlı genç, evine yuvasına bağlı yetişkin, toplumuna bağlı vatandaş olmuştur. Bu çizilen çerçeve dışına çıkmak ya da çıktığında bireyselleşen nesiller elde etmek mümkün müdür diye çözüm odaklı konuşacak olursak bunu uygulamalı analizler sonucu öğrenebiliriz. İçinde yaşadığımız toplumda bunu hayata geçirmek en azından yakın çağ için zordur. Bireyselleşme, bize batıdan geçmiş bir kavramdır. Katı kilise baskısına tepki olarak doğmuş, insana egosunu tatminde bağımsızlık sağlanmıştır. Birey olan insan, birçok defa yaptığı gibi kendisini arama fırsatı yakalamıştır. Fakat toplumsal hadiseler sonucunda geldiğimiz dünyada hep ilişki içinde olmamız bireyselleşme hareketinin de doğal olarak sınırlarını dış dünya ile belirlediğini ona göstermiştir. Dış dünyayı yaratan güç, zanaatkâr insanı, doğası belirsiz bir yaratık olarak tasarlayıp dünyanın tam ortasına bıraktığından beri seçimler yapan, kararlar veren kalabalıklar halindeyiz. Toplumsallığa yaratıldıktan hemen sonra kavuştuk. Bu kavuşma ardından bireyselleşme yerini 34 GENCAY bireyselleşme mantığında ona yeni bir yaşam sağlamaktadır. - Sağlanan bu durumun artıları eksileri ayrı bir yazıda kesinlikle tartışma konusu olabilir.- Kendi bireyselleşme anlayışımızda ise toplum olarak çocuğumuzu doğumdan ölüme kadar gözetiriz. Bununda mutlak olumlu ve olumsuz tarafları bulunmaktadır. Fakat görülmektedir ki her iki durumda da bizim sandığımız gibi kavramın temel anlamını kaliteli biçimde yerine getirecek kişilikler, karakterler ya da her ne olarak adlandıracaksak o ortaya çıkmamaktadır. Sağlandığını düşündüğümüzde bu durumun bazen gerekli bazen de sorun olduğunu görmek mümkün olacaktır. Örneğin; bizim gibi ulus devlet kültürüne ve yaşamına sahip toplum için bu şey yalnızlığı, mutsuzluğu sürekli sorunların tartışıldığı bir ortamı önümüze sürecektir. Toplumsal yaşamında bile ilişkilerin içinde yer alamayan mutsuz erkek ve kadınlar bireyselleşmenin kaliteli temeline ulaşamayacaklardır. Bunu daha iyi ortaya koyabilmek için şöyle düşünelim; ortalama bir ailede bireysellik çocuklukta da vardır fakat ergenlik ile alevlenir. Aileden ayrı biri olarak kabul edilme isteği, tek başına özgür kalma inancı… Bu fonda batıda aile, çocuk ile ilişkisini 18 yaşında kesmekte ve Sonuç olarak; kendimizce bireyselleşme şekilleri oluşturarak, bu şekiller aracılığı ile yalnızlık ve bireyselleşmeyi eş değer almaktayız. Aslında bireyselleşmenin olmadığını, olamayacağını görmek gerekmektedir. Bireysel olmak ile toplumsal olmak arasında denge kurmak diye bir şey yoktur. Tıpkı yemek, içmek, uyumak ne kadar süregelen, şeffaf, ortası olan bir durum ise toplumsallaşma ile bireyselleşme de aynıdır. Bireyselleşme ya toplumu diğer yapar ya da toplum onu giymek isteyen insanları aynı renge boyar. 35 GENCAY DAMGALARIN MASALI TENGRİ'YE ALKIŞ Emre SEVİNÇ Resmin Notu: Servet Hoca’yı (SOMUNCUOĞLU) Özleyerek… 36 GENCAY KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR: KAFKASYA VE ORTA ASYA ENERJİ KAYNAKLARI ÜZERİNDE MÜCADELE Fatma Özge ÖZDEMİR Kafkasya ve Orta Asya Enerji Kaynakları Üzerinde Mücadele isimli kitap Çağrı Kürşat YÜCE tarafından yazılmış olup, 2006 yılında Ötüken Yayınevi tarafından basılmıştır. küçümsenemeyecek petrol ve doğal gaz rezervleri gittikçe daha çok enerjiye ihtiyaç duyan küresel endüstri için yeni bir umut kapısı olmuştur. Ayrıca Hazar’ın hidrokarbon kaynaklarının yüksek hacimli olması, bölge ülkeleri için de olağanüstü bir ekonomik kalkınma potansiyeli sunmaktadır. Dünyada akla gelebilecek her şey hammadde kaynaklarına bağlıdır. Bu yüzden, karışıklıklar ve savaşlar genellikle hammadde kaynakları ile bunların bulunduğu bölgelerde yaygın olarak görülmektedir. Hammadde kaynakları içerisinde önemli ve fazla yer kaplayan ise enerji kaynaklarıdır. Günümüzde ekonomilerin en önemli unsurunu enerji, enerji kaynaklarının en önemlilerini de petrol ve doğal gaz oluşturur. 21. yüzyılın en stratejik enerji üretim merkezlerinden biri olmaya aday Hazar Bölgesi, ham petrol ve doğal gaz üretim ve ihraç potansiyeli açısından çok dikkat çekmektedir. Uluslararası dev şirketlerin bölgede onlarca milyar dolarlık enerji antlaşmaları yapmış olmaları, Hazar Bölgesi’nin önemini ortaya koymaktadır. SSCB’nin yıkılması ile Hazar Havzası, paylaşılması gereken yeni bir pasta olarak ortaya çıktı. Bazıları Hazar Denizi’ni “21. yüzyılın Körfez Bölgesi” olarak nitelendirirken bazıları da burayı, “21. yüzyılın enerji deposu olacak bir bölge” olarak adlandırılmaktadır. Bölgenin “Jeopolitik doğrular” mutlak doğru değildir. Zira değerlendirmeler, siyaset gibi müphem ve zamana göre değişen bir kavramla ilgili olarak yapıldığı için yapılacak yorumlar kişisel olacaktır. 37 GENCAY Değerlendirmeyi yapan kişi ne kadar yetenekli olursa olsun yapılan iş, nihayetinde bir yorumdur; subjektiftir. Yorumun sahibinin milliyeti ve dünya görüşü yaptığı yorumu mutlaka etkileyecektir. Jeopolitik daha ziyade Siyasi Coğrafya’dan politikaya geçişi ve coğrafi politikayı temsil ederken, Siyasi Coğrafya ise coğrafyaya siyasi açıdan bakışı temsil etmektedir. Bir örnekleme ile konuya açıklık getirecek olunursa; jeopolitik, dünyayı çok yönlü olarak inceler ve yer politikaları üretir. Siyasi Coğrafya ise, yerin yani dünyanın fizikî, beşerî ve iktisadî olaylarının dağılışlarını, aralarındaki bağlantılarını ve sebep ve sonuçlarını inceleyerek, siyasi açıdan değerlendirmeler yapar. Başka bir tanımlamada jeopolitik, yine Erol MÜTERCİMLER tarafından şöyle ifade edilmiştir: ‘’Jeopolitik, bir ülkenin coğrafi konumunun, dünya politikasına etkisidir. Yani bu terim, bir devletin, dünya üzerindeki konumunun, dış siyasetle ilgisini belirtmek üzere kullanılır.” Kafkasya Bölgesi; doğuda Hazar Denizi, batıda Azak Denizi ve Karadeniz arasında olmak üzere büyük bir alan şeklinde görünür. Kafkasya, Kırım’ın doğusundaki Taman Yarımadası’ndan, Bakü’nün de üzerinde bulunduğu Hazar Denizi’nin batısındaki Abşeron Yarımadası’na kadar uzanan dağlık bölgeye denir. Kuzey sınırından Kuban ve Kuma nehirleri, güneyinde Türkiye ve İran bulunur. Jeopolitik teriminin ortaya çıkmasındaki temel sebep ise, uluslararası ilişkilerde tüm güçlerin kullanılması düşüncesidir. Bu çerçevede, zamanla, coğrafya olaylarının da kullanılmasına ve dış politikaya uygulanmasına evrilmiş ve bunun sonucunda da jeopolitik denilen bir alan doğmuştur. Özet olarak jeopolitik, politika ve coğrafyanın karşılıklı etkileşimidir. Küresel ve yerel devlet güçlerinin genel dış politikalarını belirleyen stratejik düşüncenin coğrafi unsurlara dayandırılmasıdır. Kafkasya özellikle dört nedenden ötürü jeopolitik açıdan büyük önem taşımaktadır. Bunlar: 1. Jeostratejik anlamda Orta Asya’ya giriş kapısıdır. 2. Orta Asya bakımından bölge, dosdoğru Batı pazarına açılan bir geçittir. 3. Orta Asya ile bir bütün olarak ele alındığında bölge önemli miktarda petrol ve doğal gaz potansiyellerine sahiptir. 4. Bir Orta Doğu devleti olma niteliğini kaybeden Rusya Federasyonu açısından, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne uzanan jeopolitik bağlantı hattıdır. Kafkasya zengin enerji kaynaklarına sahip Hazar Havzası ile Batıyı birbirine bağlayan 38 GENCAY Doğu-Batı Koridoru özelliğindedir. Bugün, Kafkaslar üzerindeki mücadelenin asıl nedeni de bölgenin kendine has bu jeopolitik konumu oluşturur. Kafkaslar, Akdeniz’e açılan birçok kapıya sahiptir. Orta Asya’nın ticari zenginliğinin taşınması bakımından Avrupa ile Asya arasında Anadolu’ya ulaşan bir köprü niteliğindedir. Ayrıca Basra Körfezi’ni kontrol eden stratejik konuma da sahiptir. Petrol ve doğal gaz rezervleri açısından Kafkasya’nın, süper güçler tarafından fazla önem taşımadığını varsaysak bile, Hazar petrollerinin batıya ulaştırılmasında düşünülen muhtemel boru hatlarının üzerinde yer alması sebebiyle paha biçilmez değerdedir. Zira bölgede, petrol rafinerilerinin ve petrokimya tesislerinin yer alması stratejik ve ekonomik açıdan çok önem taşımaktadır. bulunmuşlardır. Başlarda bu toplantıların konusu İsrail’e karşı bir petrol bloğu kurmak ve bunun, kara liste ve benzer yollarla uluslararası şirketlere uygulanması şeklinde ekonomik önlemlerdi. Petrol, o dönemde, tüm diğer silahların yanında Arapların çıkarabileceği en kuvvetli silah olmaya adaydı. Ambargo, dünya petrolünde yeni bir gelişmenin işareti oldu. Nasıl savaş, “generallere bırakılmayacak kadar önemli” kabul edilmişse, şimdi petrol de petrolcülerin eline bırakılmayacak kadar önemli hale gelmişti. Dünyanın gelişmiş devletleri için yeni keşfedilen petrol alanları ve ihtiyaç duyulan petrolün temini çok önemliydi. Fiyat dürtüsü ve güvence motifi OPEC’in dışında petroldeki gelişmeyi zorunlu kılıyordu. Çünkü Orta Doğu petrolünün Batı dünyasına karşı bir silah olarak kullanılması, Batılı güçleri başka bölgelere yöneltmiştir. Çalışmalar sonucu yeni geliştirilen kaynaklardan en önemlileri Alaska, Meksika ve Kuzey Denizi idi. Buralarda yapılan yoğun çalışmalar sonuç vermiş ve zamanla da üretime geçilmişti. Özetle, Kafkasya’nın coğrafi konumu, etnolojik oluşumlara ve gelişmelere, tarihin akışına çok etkili olmuştur. Tarih boyunca önemini her devirde koruyan Kafkasya, jeostratejik önemini günümüzde de devam ettirmektedir. Bölgede bulunan enerji kaynakları ile ilgili olarak değerli araştırmacı Haktan BİRSEL şu tespiti yapmaktadır: “Dünyanın en iyi stratejistlerinin, teorilerini oluştururken, birinci hedef olarak Orta Asya’yı göz önüne almalarının en büyük sebebi, bu bölgenin sahip olduğu zengin enerji kaynaklarıdır”. Arama amaçlı bir sondaj kuyusu açılıncaya değin petrolün varlığı kesin olarak bilinemez. Sondaj, karmaşık ve genellikle riskli bir işlem olduğu için sadece beklenen getirisi yeterince yüksek alanlar araştırmaya açılır. Ancak hiçbir jeofizik aleti veya metodu, yerin derinliklerindeki petrolü doğrudan doğruya tespit edemez. Sadece petrolün içinde bulunması ihtimali olan kapanları tayin edebilir. Jeofizik biliminin son yıllarda yaygın olarak Gün geçtikçe yükselen Arap milliyetçiliğinin odak noktası petroldü. 1950’lerden itibaren resmi düzeyde olmasa da Arap petrol uzmanları, birçok toplantılar yapmış, temaslarda 39 GENCAY kullanılan yöntemleri arasında sismik, gravite ve elektrik yöntemleri sayılabilir. Son otuz yılda dünya enerji ihtiyacı yıllık ortalama %3,3’lük bir hızla artmaktadır. Dünya nüfusunun da tahminen 2020’ye kadar %85’i gelişmekte olan ülkeler de olacağından, petrolün bu yıllarda enerji ihtiyacını karşılamada en yoğun kullanılan kaynak olacağı muhtemeldir. Dünya üzerindeki petrol rezervlerinin %65.3’ü Orta Doğu bölgesinde bulunmaktadır. Suudi Arabistan tek başına rezervlerin %25’ine sahip bulunmakta ve onu %11’lik bir pay ile Irak, %9’arlık paylarıyla Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve İran izlemektedir. Bölgenin rezervleri 1980’li yıllarda büyük artış göstermiş, daha sonra 1990’lı yıllarda Irak’ın rezervlerindeki 12,5 ve Katar’ın rezervlerindeki 9,5 milyar varil artışın dışında genel olarak sabit kalmış veya azalmıştır. Petrole olan aşırı ihtiyaç, ikame enerji kaynaklarına ulaşma çabalarını arttırmıştır. Bunun bir sonucu olarak, son 25-30 yıldaki bu çabalarla doğal gazın enerji kaynakları içerisinde hızlı bir şekilde yükselmesine ve daha çok pay almasına sebep olmuştur. Bu enerjinin üretiminin ve kullanımının her geçen gün daha da arttığı görülmektedir. Dünya Enerji Konseyi’nin tahminlerine göre, dünyadaki petrol rezervleri 20402060 yılları arasında tükenme noktasına gelecektir. Halen günlük dünya petrol talebinin, önümüzdeki yıllarda (2010 yılı için), 97,1 milyon varil (yaklaşık olarak 4,8 milyar ton) civarında olacağı da düşünülürse durumun ciddiyeti anlaşılacaktır. Petrolün ticari amaçla ilk kullanışı Rusya’da olmuş ve 1820’de Bakü yakınlarında, ilk rafineri anlamında işleme kompleksi kurulmuştur. Bu kompleksin kuruluşundan günümüze kadar petrolün ticari geçmişi incelendiğinde, petrol ticaretinin her geçen gün arttığını görmemiz mümkündür. Günlük 75 milyon varil dünya petrol tüketimi göz önüne alındığında, bilinen petrol rezervi 860 milyar varil olduğu için, 30 yıllık bir tüketimi karşılayabilir. Bilinen yataklarda rezerv geliştirme ile sağlanacak 610 milyar varil petrol, 20 yıllık bir tüketimi daha karşılayabilir. Keşfedilecek yataklardan sağlanacak 660 milyar varil petrol ise de 22 yıllık bir tüketime daha cevap verebilir. 2000 yılında hazırlanan ve 30 yıllık süreci kapsayan bu projeksiyona göre, doğal gaz dışında petrolün geleceği 70-75 yıldır. Doğal kaynaklar arasında enerji kaynaklarının özel bir yeri vardır. Bu gün olduğu gibi tüm çağlar boyunca da, insanoğlu, üretimde bulunabilmek için enerji kaynakları sağlamak kaygısını duymuştur. Önceleri insan gücü enerji sağlayan başlıca kaynak iken, sonraları hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden yararlanılmaya başlanmıştır. Buhar enerjisinden yararlanılarak yapılan üretimle birlikte ortaya çıkan endüstri devrimine dek, kullanılan tüm enerjinin %80-85’i canlılarla sağlanmakta idi. Sanayi devriminin hızlanması ve yayılmasıyla buhar enerjisinin kullanımı 40 GENCAY da artmış ve buna bağlı olarak kömür, enerji sağlayan başlıca hammadde olarak önem kazanmıştır. Petrolün enerji sağlayan kaynaklar arasında büyük ölçüde önem kazanması ise Birinci Dünya Savaşı’nın ertesine rastlar. perde arkasında petrolün olduğu gerçeğini görmemiz mümkündür. Petrolün tarihini incelediğiniz zaman göz önüne gelen gerçek tablo şudur: Petrol politik, ekonomik ve askeri olarak paraya ve güce çevrilebilen en uygun maddedir. Petrol, çağımız insanının refahında ve medeniyetin gelişmesinde birinci derecede rol oynamaktadır. Zira petrolün kullanım alanı çok geniştir. Endüstrinin çarklarının dönmesini sağlayan yine bu enerji kaynağıdır. Petrol ve petrol ürünleri hacim bakımından dünya ticaretinin yarısından fazlasını teşkil etmekte ve petrol üreten ülkelerle, petrol tüketenler arasındaki mesafe, petrol sorununa jeopolitik bir nitelik kazandırmaktadır. Petrol, sadece sanayileşmiş toplumlar açısından değil, askeri bakımdan da çok önemli olduğu için, tüm ülkeler açısından kontrol altında tutulması gereken stratejik bir madde olmuştur. Enerji kaynağı olarak tüketiminin artması ve yaygınlaşmasıyla petrol, önemli bir enerji kaynağı durumuna gelmiştir. Ayrıca kullanım sahasının çok geniş olması da bu enerjinin doğal kaynaklar arasındaki göreli önemini arttırmıştır. Kaldı ki petrol, enerji kaynağı olarak önemini büyük ölçüde yitirse bile, çeşitli maddelerin üretiminde kullanıldığı için önemini yine de sürdürecektir. Çünkü petrol, doğrudan üç bin ve dolaylı olarak da bir o kadar ürünün hammadde veya katkı maddesini oluşturmaktadır. 1859’da ABD’de açılan ilk ticari petrol kuyusundan çıkarılan petrolün kaderi, yirminci yüzyıl başında gerçekleşen bir keşifle değişti. Bu keşif, ateşleme ile çalışan motorum icadıdır. Bu buluş, otomobil endüstrisinin hızla gelişmesine neden oldu. Kısa sürede ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’da taşıt sayısı milyonlara ulaştı. Petrol, o dönemde kömürden daha pahalı olmasına karşın daha önemli avantajlara sahipti. Temizliği, kolay depo edilişi ve fazla enerji vermesi petrolü daha ön plana çıkarıyordu. Yirminci yüzyılın başına kadar enerji diplomasisinin mevcudiyetinden bahsetmek güçtür. O döneme kadar enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi konusu olmasını gerektirecek koşullar henüz ortaya çıkmamıştı. Ancak geçen yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan gelişmeler, enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi alanı olarak gündeme gelmesine ve Öte yandan, 20. yüzyılın başlarından itibaren petrolün denetimini ve pazarlanmasını elinde tutmak, ulusal ve uluslararası düzeyde etkin bir güç olmanın simgesi haline gelmişti. Ayrıca petrol, eskiden olduğu gibi günümüzde de güç mücadelesinde önemli bir kuvvet dengesini oluşturmaktadır. Günümüz dünyasında da petrol, kandan daha değerli olduğunu kanlı savaşlarla defalarca ispatlamıştır. Zira 20. yüzyılda çıkan savaşların büyük çoğunluğunun 41 GENCAY uluslararası ilişkilerde belirleyici bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Bunun sebebi de, yirminci yüzyılın başında ülkelerin kalkınma ve sanayileşmesinin enerji kaynaklarına iyice bağımlı bir hale gelmesidir. - Türkiye, Orta Asya ve Kafkasya doğal gaz ve petrolünü Batı pazarlarına iletecek enerji terminali olma konusunda ve iddiasındadır. - Türkiye, toplam enerji ihtiyacının yaklaşık %65’ini yurt dışından karşılamaktadır. Türkiye’nin büyük oranda dışa bağımlılığı, enerji güvenliğinin sağlanması açısından önem arz etmektedir. - Türkiye’nin enerji talebi yılda yaklaşık %5 oranında büyümektedir. Bu oran, OECD (Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ülkeleri arasındaki en yüksek oranlardan biridir. Yukarıdaki belirtilen hususlar, enerji diplomasisinin Türkiye açısından ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin, enerji diplomasisinin gereklerini yerine getirdiği ve enerji diplomasisine verdiği değer ölçüsünde, bölgesindeki gücünü ve önemini arttıracağı gerçeğini hatırdan uzak tutmamalıyız. Yirminci yüzyılın başından itibaren savaş gemilerinin ve savaş araçlarının petrol ile çalışması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Yani, petrolün dünya sahnesinde gittikçe daha fazla önem kazanıyor olması, o dönemin güçlü devletlerinden olan Almanya, İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirmiş, petrole sahip olmama eksikliğini telafi yollarına yönelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Orta Doğu bölgesinde oynanan oyunlar bir anlamda bu ülkelerin petrol kaynaklarına daha yakın ve kaynaklar üzerinde daha etkili olma mücadelesi idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya siyasetindeki en önemli gelişmeler; SSCB’nin Orta Doğu’da ön plana çıkma girişimleri ve buna karşı ABD’nin bölgede etkinliği arttırma arzusu olarak göze çarpmaktadır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu enerji kaynakları üzerindeki mücadelesi, belki de, Soğuk Savaş döneminin en çarpıcı mücadelelerinden birini oluşturmuştur. Dünyada sürdürülen enerji mücadelesinin en büyük ve tecrübeli aktörlerinden biri Amerika’dır. Dünyanın en büyük ekonomisine ve gelişmiş sanayisine sahip olan ABD, her geçen yıl ciddi oranda artan bir enerji tüketimine sahiptir. ABD’nin enerji tüketimi, ülkenin geleceği açısından artık bir güvenlik meselesi olarak algılanmaya başlamıştır. Çünkü ABD, dünyada üretilen petrolün yaklaşık %25’ini tek başına tüketen ülkedir. Halen günlük 75 milyon varil olan tüketiminin 2010’lu yıllarda 95 milyon varile ve 2020’lerde ise 115 milyon varile yükseleceği tahmin edilmektedir. Enerji diplomasisi son on yılda ülkemiz açısından da son derece önem kazanmıştır. Enerji diplomasisinin ülkemiz açısından neden büyük önem taşıdığını aşağıdaki hususlar yeterince açıklamaktadır. - Türkiye, dünya toplam petrol ve doğal gaz rezervlerinin yaklaşık %70’inin bulunduğu bir bölgede yer almaktadır. 42 GENCAY ABD yönetimi, ülkenin güçlü ekonomisini uzun yıllar ayakta tutabilmek ve süper güç olarak kalabilmek için, son yıllarda çok büyük stratejiler geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur. ABD, enerji kaynaklarına sahip olmak için ‘’yenidünya petrol düzeni’’ adı verilen kapsamlı ve uzun vadeli bir siyaset uygulamaktadır. Körfez savaşları bu projenin ilk adımlarını oluşturmaktadır. Projeler uygulanırken de terör, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar bahane edilmektedir. nüfuz alanlarını bu iki süper güçten ABD’ye terk etmek zorunda kalmıştır. Dünyadaki enerji mücadelesinin en tecrübeli aktörlerinden bir diğeri ise İngiltere’dir. Bir zamanlar ‘’güneş batmayan ülke’’ konumundaki bu devlet, dünya savaşlarının her ikisinde olduğu gibi daha öncesinden de, enerji kaynaklarının paylaşımında hep söz sahibi olmuştur. Günümüzde ise yine, dev petrol şirketleriyle varlığını hissettirmekte ve büyük enerji ihalelerinden aslan payını alabilmektedir. Tabii ki, ABD şirketleri ile güç birliği yapmayı da ihmal etmemektedir. Günümüzde Rusya Federasyonu, Kazakistan ve Azerbaycan hidrokarbon kaynaklarını dış pazarlara taşıyan mevcut boru hatlarının çoğunun geçtiği güzergâhlara sahip bulunmaktadır. Jeopolitik alanda, Rusya, petrol endüstrisini geliştirmekle ve bölgedeki enerji ihalelerine kendi şirketlerinin katılımıyla ekonomik ve politik güvenliğini kuvvetlendirecektir. Rusya’nın enerji stratejisinin ana unsurunu, Hazar Bölgesi ülkelerinin hidrokarbon zenginliği olduğuna işaret etmek önemlidir. 20. yüzyılın ‘’petrol yüzyılı’’ olarak anılmasında en büyük pay, elbette ki İngiltere’nindir. Çünkü İngiltere, belirtildiği gibi petrolün ticaretinde ve yaşanan petrol savaşlarında her zaman başrolü oynamış bir ülkedir. 1900’lerden itibaren petrolün önemini kavrayan İngiltere, Osmanlı’nın topraklarını bölerek Arabistan, Irak, Filistin başta olmak üzere kurduğu manda rejimleri ile petrol savaşlarında kazançlı çıkmasa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD ve Sovyetlerin güçlü ve ince politikaları karşısında Orta Doğu’daki Çin büyüyen ekonomik gücünü nüfus ve coğrafyasının sağladığı güç ile de birleştirerek, 21. yüzyılda süper güç olmaya çalışmaktadır. Çin, bir dünya devleti olabilmek için Rusya ve İran ile geliştirdiği stratejik ortaklığın yanı sıra, dünyanın çeşitli bölgeleri ile ticari ilişkilerini geliştirmekte ve bölgesel projelerin yapımına da talip olmaktadır. Enerji kaynaklarından özellikle de hidrokarbon yatakları, Rusya Federasyonu için çok önemlidir. Çünkü enerji üretimi ve ihracatı, Rus ekonomisinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Bütçe gelirlerinin %40’ını, ihracat gelirlerinin yaklaşık %50’sini ve endüstriyel üretim değerinin ise %30’unu tek başına enerji oluşturmaktadır. Çin’in belirtilen hedefleri doğrultusunda ihmal etmeyeceği bir husus elbette ki enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Bu sebeple Çin, petrol ve doğal gaz konusunda dünya gündemine gelmiş olan 43 GENCAY Kafkasya ve Orta Asya ülkelerine yönelmiştir. Buralardaki enerji ihalelerinden önemli paylar elde etmeye başlayan Çin, Kazakistan’dan petrol, Türkmenistan’dan ise doğal gaz almak için çeşitli anlaşmalar imzalamıştır. Ayrıca Rusya’dan da petrol ve doğal gaz alma girişimlerinin olduğu bilinmektedir. tekniğini geliştirmesiyle 18. yüzyılda hız kazanmıştır. Taşınması, işlenmesi ve stoklanması kolay olan doğal gazın yaygın kullanıma girişi 1890’da İngiltere’de olmuştur. Boru hattı taşımacılığının uygulamaya konulmasıyla 1920’lerde artan doğal gaz kullanımı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha da gelişmiştir. Endüstrileşmiş ülkelerde doğal gaz kullanımının çevresel ve ekonomik faktörler nedeni ile elektrik üretiminde yaygın olarak kullanıldığı, gelişmekte olan ülkelerde ise buna ek olarak, şehir ısıtması ve endüstriyel yakıt ihtiyacı için de yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bugün için doğal gazın yaygın kullanımını sınırlayan en önemli faktör, yeterli altyapının bulunmamasıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle, Avrupalı şirketler gibi Amerikalı şirketler de kendi ülkelerinin dışında yeni petrol kaynaklarına ihtiyaç duyunca, petrol şirketlerinin rekabet ortamına devletler de girmeye başlamıştır. Devletlerin de bu acımasız rekabette yer alması, kanlı savaşları da beraberinde getirmiştir. Doğal gaz; metan(CH4), etan(C2H6) ve propan(C3H8) gibi hafif moleküler ağırlıklı hidrokarbonlardan oluşan renksiz, kokusuz ve havadan hafif bir gazdır. Yeraltında yalnız başına veya petrol ile birlikte bulunabilir. Petrol gibi doğal gaz da kayaçların mikroskobik gözeneklerinde bulunur ve kayaç içerisinde akarak üretim kuyularına ulaşır. Doğal gaz, yüzeyde ayrıştırılarak içerisinde bulunan ağır hidrokarbonlar (bütan, pentan vb) uzaklaştırılır. Dünyada doğal gaz kaynaklarının bölgesel dağılımına bakıldığında, rezervlerin petrole göre daha geniş bir alanda dağıldığı görülmektedir. Orta Doğu Bölgesi petrol rezervlerinin %65’ine sahip olduğu halde doğal gaz rezervlerinin %35’ine sahip bulunmaktadır. Sınırlı petrol rezervlerine sahip bazı bölgeler doğal gaz kaynaklarının daha büyük bir kısmına sahiptirler. İlk modern üretim ve tüketim tekniklerine 19. yüzyılda ABD’de rastlanmaktadır. William HART, 1882 yılında New York eyaletinde Erie Gölü yakınlarında yaklaşık 9 m derinlikten 4 cm çapında bir boruyla çıkarttığı doğal gazla Freodania kasabasını ışıklandırmıştır. Doğal gazın ticari amaçlı kullanımı, gaz endüstrisinin babası olarak bilinen İskoç mühendisi William MURDOCK’un kömürden gaz elde etme Gelişmiş ülkelerin yarım asırdır kullandığı doğal gazın tahminleri 2020’ye kadar her yıl %3,2 artarak 4,6 trilyon m3’e yükselecektir. Böylelikle doğal gaz, dünya enerji talebinde %25’lik paya ulaşacaktır. Doğal gaz elektrik üretiminde giderek artan oranda kullanılmaktadır. 2020 yılına kadar, elektrik enerjisi üretimi için kullanılan doğal gaz miktarının toplam doğal gaz üretiminin %33’üne ulaşması 44 GENCAY beklenilmektedir. Doğal gaz, santrallerde ekonomik olarak türbinlerin etkinliğini sağlanmasının yanı sıra, çevre etkileri nedeniyle de tercih edilmektedir. Doğal gaz yakıldığında, kömür ve petrole göre daha az sülfürdioksit, karbondioksit ve atık açığa çıkmaktadır. Enerji denilince akla gelen petrol ve doğal gazı, dünya devletleri, 1990’lı yıllara kadar büyük çoğunlukla Orta Doğu’dan ithal ediyorlardı. Enerji konusunda ilginin Orta Doğu’dan Orta Asya ve Kafkaslar’a kayması ve bu bölgelerin son yıllarda giderek artan biçimde dünya kamuoyunun gündemine gelmesi iki tarihsel olaydan kaynaklanmaktadır. Bunlardan ilki, SSCB’nin dağılması ve 11 Eylül 2001’de ABD’yi hedef alan terörist saldırılardır. etkinlik kazanabilmek adına, güçlü devletler ile uluslararası şirketler büyük bir rekabet içine girmişlerdir. Azerbaycan tarihinde, başkent Bakü ile petrol ayrılmaz birer ikili olmuşlardır. Bakü’de 2600 yıldır insanların yanan suyun değerini bildikleri ve insan yaşamının olmadığı Hazar Bölgesi’nde elde edilen petrolle ateşler yakıldığı belirtilmektedir. Hatta petrol, Arapların kullandığı meşhur Rum ateşinin elementlerinden birisi idi. Petrol çıkarımına ilişkin ilk gerçekçi bilgiler Bakü’nün yerleşik bulunduğu Abşeron Yarımadası’ndaki petrol çıkarımına ilişkin olarak 7. ve 8. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Bu dönemde petrolün, çok ilkel ve doğal yollarla elde edildiği kaynaklarda belirtilmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılması, bölgeye ilişkin bilgilerin dünya kamuoyunda daha yaygın ve serbest dolaşmasının ve bölge kaynakları üzerinde Sovyet egemenliğinin kırılmasının alt yapısını oluşturmuştur. 11 Eylül olayı ise, enerji aktarımının güvenlik meselesinin altını çizmiş, Orta Doğu’da alternatif enerji kaynaklarının daha fazla öne çıkmasına yol açarak uluslararası ilgiye ve yatırımlara kaynak olmuştur. Rus ordusuna tüfek yapımı için ceviz ağaçları aramak üzere 1873 yılında Bakü’ye gelen Robert Nobel, neftin, Hazar Denizi kıyısında ilkel yöntemlerle çıkarıldığına şahit olmuştur. Görmüş oldukları, asıl gelişme amacını bir kenara bırakıp petrol işine girmesine yetecektir. Aynı yıl, Rus Çarı’ndan aldıkları imtiyazla ilk rafinerilerini kurarak Bakü’deki petrol endüstrisine adım atan İsveçli Nobel Kardeşler, 1878’de Hazar Denizi’nde dünyanın ilk petrol tankerini (Zoroaster) hizmete sokmuşlardır. Daha sonra, petrol taşıma amacı ile inşasına başlanıp finansman sıkıntısından yarım kalan BaküBatum demiryolu için finansman sağlayan Musevî asıllı Fransız Rotschild’lar da yıldızı parlayan bu sektöre girmişlerdir. 1883 yılında Bakü-Batum demiryolunun inşası tamamlandığında, Batum, dünyanın en önemli petrol limanlarından birisi Günümüzde alternatif hidrokarbon rezervlerinin aranması, dünyanın giderek artan nüfusu ve buna bağlı olarak artan enerji ihtiyacının karşılanması için bir zorunluluktur. Bu durumda, Hazar Bölgesi ülkeleri, zengin enerji kaynakları sebebiyle Batılı devletlerin ve enerji piyasasındaki dev şirketlerin dikkatini yönelttiği ülkeler olmuşlardır. Bölge ülkelerindeki enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması için gerekli olan boru hatları üzerinde söz sahibi olabilmek ve bölgede 45 GENCAY haline gelmiştir. Kafkas petrollerinin ele geçirilmesi sürecinde dönüm noktası sayılabilecek bu olay, Rusya petrol ihracatında büyük bir artış döneminin de başlangıcı olmuştur. bir homojen sistem olarak idari bölgeleri göz önünde bulundurmamıştır. Sovyetler Birliği dağılır dağılmaz, Rusya’dan başlayan Merkez-Kuzey Kafkasya doğal gaz boru hattının bir bölümü Ukrayna’da kalmıştır. Ayrıca yer altı doğal gaz biriktirme kapasiteleri de Ukrayna’da bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bakü petrol yatakları, İngiltere, Fransa ve ABD’nin de dikkat merkezindeydi. Almanya’nın Bakü petrol yataklarını elde etmesini önlemek ve Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak amacıyla, söz konusu devletler Bakü’yü bombalamayı düşünmüşlerdi. Ancak Hitler’in Hollanda, Fransa ve Belçika’yı 22 Haziran 1940 ‘da işgal etmesiyle Bakü petrol yatakları da söz konusu devletlerin hedefinden çıkmış oldu. Hitler, Bakü petrolünü ele geçirmek için büyük mücadele vermiş olmasına rağmen, başarılı olmayarak amacına ulaşamadı. Sovyetler Birliği ise Azerbaycan petrolleri sayesinde Almanya’ya karşı galip gelerek İkinci Dünya Savaşı’nı kazandı. Yabancı şirketlerin Hazar Bölgesi petrolünden pay almak üzere bölgeye gelerek mücadeleye koyulmalarının temel nedenleri arasında; Hazar’ın üretim potansiyelinin büyük olması, geçmişte elde edilme imkânı olmayan yatırımın bugün için cezbedici özelliği, gerçek potansiyelin tespit edebilme imkânının katılımla mümkün olabilmesi ve üretilecek petrolün yerel ihtiyaçların ötesinde dünya piyasalarına arz edilecek olmasıdır. Hazar, muhtemelen dünyanın araştırılmamış ve büyük oranda da işletilmemiş son enerji bölgelerinden biridir. Dolayısıyla bu bölgedeki enerji kaynaklarının arama ve geliştirme çalışmalarına açılması, petrol şirketleri arasında büyük bir ilgiye yol açmıştır. Bölgede bulunan hidrokarbon yataklarının potansiyeli hakkında çeşitli kaynaklarda değişik oranlarda rakamlar göze çarpmaktadır. Genel bir fikir vermesi açısından konuyla ilgili olarak aşağıdaki istatistikî bilgilere yer verilmiştir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verdiği rakamlara göre, Hazar Havzası’nın ispatlanmış petrol rezervi 15-40 milyar varil, olası rezervleri ise 70-150 milyar varil arasındadır. Savaş yıllarında SSCB’nin yakıt ihtiyacının tamamına yakın bir kısmını Azerbaycan’ın karşıladığı göz önüne alındığında, Azerbaycan’ın mevcut önemi daha fazla anlaşılmaktadır. 1991 yılında SSCB’nin dağılması, petrol üretimindeki yeni dönemin de başladığı sinyalini veriyordu. Çünkü birliğin dağılmasıyla birlikte, bölünen petrol ve doğal gaz sisteminin coğrafi bölünmesinden ziyade fonksiyonel bölünmesi sorun olmuştur. Petrol ve doğal gaz; Rusya, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’da elde edilirken, petrol işleme tesislerinin önemli kısmı Beyaz Rusya, Azerbaycan ve Ukrayna’da kalmıştır. Sovyet enerji sistemi ABD Enerji Bakanlığı; Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan’ın petrol 46 GENCAY rezervlerini 18-34 milyar varil olarak vermektedir. Olası rezervler de hesaba katıldığında, bölgenin 260 milyar varil gibi önemli bir potansiyele sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu miktar, dünya rezervlerinin %25’ine karşılık gelmektedir. büyük katkısı olmuştur. Ancak, fiili olarak yaklaşık 200 yıldır Azerbaycan’da kullanılan petrolün bu ülke vatandaşlarına refah ve mutluluk getirdiğini söylemek pek mümkün değildir. Gerek hanlıklar ve Çarlık Rusya’sı döneminde, gerek SSCB döneminde petrol, Azerbaycan için hep savaşlar, işgaller ve sorunlar getirmiştir. ABD Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, Hazar’da henüz keşfedilmemiş en az 163 milyar varil daha petrol var. Toplamı 179 milyar varili buluyor. Beklentiler 200 milyar varile ulaşılması yönündedir. Bu rakamlar, ispatlanan rezervlere dönüştüğü takdirde, Hazar’ın rezerv açısından dünya üçüncüsü oluşu kesinleşecektir. Ana hatları itibarı ile AB’nin enerji politikası üç temel hususa dayandırılmaktadır. Bunlar; arz güvenliği, rekabetin arttırılması ve çevre kirliliğinin önlenmesidir. Rusya Federasyonu, bölgede bulunan Türk Cumhuriyetleri’ni bir an için bile boş bırakmamaya çalışıyor. Bu ülkelerde her gün bir Rus heyeti ya da Rus hükümet temsilcisi görüşmelerde bulunuyor. Rusya’nın Türk Cumhuriyetleri’ne ve Hazar Havzası ülkelerine yönelik politikasında hareket noktasını enerji oluşturuyor. Enerji stratejisinde, Türk Cumhuriyetleri’nin kontrolü ve Türkiye’nin bağımlı kılınması önem taşıyor. Bu politikanın temelini ise boru hatları stratejisi oluşturmaktadır. Hazar Havzası devletlerinin sahip oldukları enerji kaynaklarını kullanmalarındaki zorlukları da şu şekilde sıralayabiliriz: a. Enerji kaynaklarının pazarlara nakli sorunu b. Hazar Denizi’nin hukuki statü sorunu c. Rusya Federasyonu’nun bölgedeki tekeli ç. Milli sermaye sıkıntısı d. Hantal ve yetersiz teknoloji. Ayrıca Hazar enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan bölge devletlerinin bu kaynaklardan etkin bir şekilde faydalanabilmesinin ön koşulu, bunları uluslararası pazarlara sunumudur. Coğrafi özellikleri itibariyle birer kara devleti konumunda bulunan bu ülkeler uluslararası pazarlara ulaşmada sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Belirtilen enerji doktrininin ana hatları aşağıda maddeler halinde verilmiştir: A. Rusya enerji taşıyıcıları için güvenilir dış ticaret kapılarının genişletilmesi ve açık tutulması B. Rus şirketlerinin yabancı ülkelerin enerji kaynaklarına ulaşmasına imkân sağlanması C. Dış ülkelerin enerji sektöründe Rus sermayesinin rolünün arttırılması D. Yabancı sermaye ve tecrübenin ülkeye akışının teşvik edilmesi Dünyanın ilk petrol üretim bölgesi olan ve bir dönem dünya petrol üretiminin yaklaşık üçte ikisini tek başına karşılayan Bakü petrollerinin, Sovyetler Birliği’ne İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasında 47 GENCAY E. Rus enerji taşıyıcılarının transit geçişini temin edici tedbirlerin alınması Rusya Federasyonu’nun yakın çevre politikası oluşturma gerekçeleri ise şunlardır: Rusya bu nedenle LUKOIL’in Hazar’daki çalışmalarını, Gazprom Şirketi’nin Kazakistan ve Türkmenistan doğal gaz yataklarına geri dönmesini, Rus şirketlerinin uluslararası boru hattı projelerinde yer almasını teşvik etmiştir, etmektedir. 1. Avrasya jeopolitiğini askeri ve siyasi alanda kontrolü altında bulundurmak ve gerektiğinde kendi yayılma alanları ve savunma çevresini belirlemek. 2. Yakın çevrede gelişebilecek, etnik ve siyasi bütünlüğü bozabilecek akımların etkisini kırmak. 3. Sovyet cumhuriyetlerinde kalan Rus azınlığın hak ve çıkarlarını korumak, bu gerekçeyle mümkün olduğu ölçüde onları ilgili yönetimlerde söz sahibi kılmak. 4. Sanayi ve ekonominin temel girdisi olan petrolün ve doğal gazın çıkarılması, taşınması ve pazarlamasında kontrol noktalarını elde tutmak. Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun, Kafkasya ve Orta Asya enerji kaynakları ve boru hatları üzerindeki hâkimiyetini kaybetmesi ile aşağıdaki durumlar ile karşılaşması kaçınılmazdır. Bunlar: 1. Yüklü miktarda aldığı taşıma ücretinden mahrum kalacaktır. 2. Petrol ve doğal gaz fiyatlarını istediği gibi belirleyemeyecektir. 3. Petrol ve doğal gaz üzerindeki kontrolü sayesinde bölge devletlerinin siyasi, diplomatik, ekonomik ve sosyal hayatına istediği gibi müdahale etme imkânını kaybedecektir. 4. Zamanla kuzeye doğru geri çekilmeye devam edecektir. 5. İleriki dönemde bölgeyi ABD ve Çin gibi güçlere terk etmek zorunda kalabilecektir. SSCB’nin 1991’de dağılmasıyla, kuzeyden gelecek tehdit korkusu önemli ölçüde azalan İran’ın, Rusya’nın 1993’ten itibaren ‘’yakın çevre’’ diye niteleyip özel çıkarlarının olduğunu öne sürdüğü Kafkaslar ve Orta Asya konularında, Moskova’nın öncelikli konumunu kabul etmesi, iki ülke arasındaki yakınlaşmada önemli rol oynamıştır. Bunun yanında, her iki ülke, Kafkasya ve Orta Asya devletleriyle yakın dil ve kültür bağları bulunan Türkiye’yi ve bu ülke ile beraber hareket eden ABD’yi adı geçen bölgelerden uzak tutmak konusunda uzun süreden beri işbirliği içindedir. Hazar Havzası’nın önemli enerji kaynaklarının paylaşım durumu, bu işbirliğini daha da güçlendirmektedir. İran’ın Rusya’ya yeni yaklaşımı, demokrasi sürecinin işleyeceği ve tekrar emperyalist bir güç olmayacağı şeklindedir. Dış politikasının ana çizgisini Batı ile ilişkilerin oluşturduğu kısa bir dönemin ardından Rusya Federasyonu, 1992 yılının sonunda, eski Sovyetler Birliği devletlerinin kendi özel nüfuz alanı olduğu sonucuna vardı. Rusya’da ‘’Yakın Çevre Doktrini’’ olarak bilinen politikası doğrultusunda Rusya, kendisini eski Sovyet cumhuriyetlerinde barış ve istikrarın tek garantörü olarak algılamıştır. 48 GENCAY İran’ın bölgede sahip olduğu ekonomik avantajları ise şu şekilde sıralayabiliriz: İlk olarak, hem Kafkasya hem daha yoğun olarak Orta Asya devletleri, kıta içine sıkışıp kalmış olarak bulunmalarını temel sorunları olarak görmektedirler. Orta Asya devletlerinin bu sıkışıklıklarını aşmaları için iki seçenekleri olduğu görülmektedir. Bunlardan birincisi Rusya Federasyonu, diğer güzergâh ise İran’dır. Rusya’ya olan bağımlılığı en aza indirmeye çalışan ve dış politika seçeneklerini artırma konusunda son derece istekli olan Orta Asya devletleri açısından İran’ın coğrafi konumu, cumhuriyetler için avantaj olarak karşımıza çıkmaktadır. İran, bu avantajının farkındadır. Bu noktada Tahran’ın, kendisini bölgenin dünya pazarlarına ulaşmasında bir köprü olarak değerlendirdiği açıktır. Ayrıca, Rusya’nın İran ile olan yakınlaşmasının önemli sebeplerinden biri de, Batı’nın, özellikle de ABD’nin bölge ile olan ilişkilerinde Türkiye ile beraber hareket etmek istemeleridir. Türkiye’nin bölge ile tarihi, kültürel bağlardan öte, derin bir milli bağı bulunmaktadır. Aynı dili konuşan akraba halkların uzun bir ayrılık döneminden sonra Türkiye ile yakın bağlar kurmaya başlamaları, Rusya’yı endişelendirmiş ve alternatif stratejiler geliştirmeye sevk etmiştir. Bu da bazı konularda bölgede Türkiye’ye rakip olan İran ile ortak hareket etmek şeklinde olmuştur. SSCB’nin dağılması ve Kafkasya ve Orta Asya’da sekiz yeni bağımsız devletin kurulmasıyla, bölge jeopolitiğinde meydana gelen yapısal değişiklik karşısında İran, yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerle genişlemiş olan yeni jeopolitik ve ekonomik durumuna bağlı olarak kendisine uygun bir rol saptamaya çalışmaktadır. İran’ın kara ve demir yollarının Türkistan’a ve Kafkasya’ya kadar uzanması ve yine İran’ın Fars Körfezi ve Umman Denizi kıyılarındaki limanları, son yıllarda İran ve bölge ülkeleri arasında transit geçiş bağlamında işbirliğinin artmasına zemin hazırlamıştır. İran’ın bölgedeki ekonomik ve siyasi faaliyetlerinin temelinde transit ülke olmasının yarattığı psikolojik ve pratik avantajı yatmaktadır. İran, Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan bu yeni yapılanmayı uluslararası arenada devam eden yalnızlığından sıyrılabilmek için kullanabileceği bulunmaz bir fırsat olarak algılamıştır. Ayrıca, dağılmanın ardından bölge üzerindeki etkinliği ve gücü üst seviyeye çıkan Türkiye karşısında yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalmış ve bu endişelerle Rusya ile doğal bir ittifak içine girmiştir. ABD, yeni Türk devletleri ile ilişkilerde müttefik olarak Türkiye’yi kabul etmesi karşısında, İran da Rusya ile olan ittifakını sıkılaştırmıştır. İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki gelişmelere katılma amaçları şöyle sıralanabilir: • İzolasyondan kurtularak ve bağımsızlık adımları atmaya muktedir olarak dünya politikasında etkinliğini arttırmak. • Yeni Müslüman devletlerdeki geçmiş Sovyet politikacılarının gözünde kendini yüceltme çabası, 49 GENCAY • Petrol ve doğal gaz işletmesinden ekonomik gelirler elde etmek, • Orta Doğu’da merkezi yerlerden birini tutmak, çabaya girmiştir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, İran’ın çabaları büyük ölçüde ABD ambargosu yüzünden başarısız kalmıştır. Buna rağmen İran, bu yöndeki çabalarından vazgeçmiş değildir. Bu bağlamda ortaya çıkan diğer önemli bir gelişme ise Rusya ve İran arasında, aralarındaki rekabete rağmen, Batı ülkelerinin ve Batı’nın müttefiki Türkiye’nin bölgedeki etkisini azaltmaya dönük olarak geliştirdikleri iş birliğidir. Son olarak, özellikle Muhammed Hatemi’nin 1997’de cumhurbaşkanı seçilmesi ile İran, Hazar petrollerinde etkinliğini arttırmaya yönelik politikasına, bazı petrol şirketlerinin de yardımıyla hız vermiştir. İran’ın Hazar politikasında; ekonomik hedeflerin, ideolojik hedeflerin gerisinde olduğu görülmektedir. Ancak, objektif açıdan, İran ekonomisinin zayıf olması, İran’ın Türk soylu olmaması ve yeni Müslüman devletlerin, İslâmi radikalizmden korkmaları; sübjektif açıdan ise, ABD’nin bilinçli ve planlı İran aleyhtarı politika yürütmesi ve bölgedeki liberal veya Batı yönlü Müslüman rejimleri desteklemesi nedeni ile İran’ın Hazar Bölgesi’nde nüfuzunun azalmakta olduğu görülmektedir. Türkiye’nin yanı sıra İran da, Kafkasya ve Orta Asya’da nüfuz sahibi olmak istemektedir. Ancak, İran’ın bu bölge üzerindeki faaliyetleri, gerek dini gerek politik ve ekonomik bakımdan göz ardı edilemeyecek bir öneme sahip olmasına karşın, şimdiye kadar açık bir sonuç elde edememiştir. Son olarak, Hazar Bölgesi’nde sürdürülen nüfus mücadelesinde Türkiye, ABD’nin şemsiyesi altında yer alırken, İran ise Rusya Federasyonu ile işbirliği içerisinde bölgede kendine yer edinmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, Rusya’yla kurulan stratejik işbirliği, İran’ın bölgeye yönelik politikasında önemli bir unsur haline gelmiştir. İran; Türkiye ve Rusya gibi, hem coğrafi konumu, hem bölgeyle ilişkileri, hem de bölgede önemli devlet olma özelliği dolayısıyla, Hazar Bölgesi’ndeki gelişmelerle yakından ilgilenmiş ve bir yandan bu bölgede ağırlığını arttırmaya çalışırken, diğer yandan da rakiplerinin etkisini minimuma indirmek için çaba göstermiştir. Bu durumu en fazla enerji alanında görmekteyiz. Bu çerçevede Tahran, Hazar petrol ve doğal gazının dünya pazarına taşınmasında en iyi yolun kendisininki olduğunu ileri sürmüş ve önerisinin gerçekleşmesi için her türlü Sovyetlerin ani dağılışıyla birlikte dünyanın iki kutuplu yapısına dayalı yaşanan Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, uluslararası ilişkiler ve ülkelerin jeopolitiği açısında küresel düzeyde bir deprem etkisi yapmış ve buna bağlı olarak da pek çok denge yeniden oluşmuştur. Yaşanan depremin fay hatları; Kafkaslardan, Orta Asya’dan, Balkanlardan ve bir ölçüde de Orta Doğu’dan geçiyordu. Dolayısıyla bu bölgelerle pek çok bakımdan göbek bağı bulunup, anılan bölgelerin tam ortasında yer alan Türkiye, depremden en çok etkilenen ülkelerden 50 GENCAY birisi oldu. Çünkü Türkiye, kendisini, asla hazırlıklı olmadığı genişlikte yepyeni fırsatlar, sorumluluklar ve riskler coğrafyasının merkezinde buluverdi. Bu gelişmeler, Türkiye’nin zaten yüksek olan jeopolitik öneminin en az ikiye katlandığı anlamını taşımaktaydı. Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Hazar Havzası’nın önemini şu şekilde özetlemektedir: ‘’Rusya Federasyonu, Kafkasları ve Orta Asya’yı yaşamsal çıkar alanı olarak görmekte ve buralara geri dönme çabasına devam ettirmektedir. Bunda etkili olan ise, jeopolitik kaygıların dışında, Hazar Bölgesi’nin zengin enerji kaynaklarına sahip bir bölge olmasıdır’’. hassas bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca Afganistan’daki savaş ve Tacikistan’daki karışıklık, bölgenin potansiyel şiddet içerdiğini göstermektedir. Yukarıdaki sorunlar, süper güçlerin menfaatleri için her zaman kullanabileceği veya yönlendirebileceği sıkıntılardır. Kafkaslar ve Orta Asya’daki bu meseleler var olduğu sürece de güçlü devletler bu bölgelerde her zaman var olacaktır. Ayrıca önümüzdeki dönemde, özellikle bölgesel güçlerle Orta Asya devletleri ile ilişkillerin en belirleyici maddesinin enerji kaynakları olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Hazar Denizi’ni kıyı devletlerle ortak olarak (median line) kullanmak isteyen Rusya’nın yaklaşımında, önceleri politik kaygılar daha fazla ön plana çıkmaktaydı. Hala bölgeyi kendi ‘’arka bahçesi’’ olarak görmek isteyen Rusya’nın diğer bir kaygısı, zengin petrol yataklarına sahip Azerbaycan’ın Batı ile giderek artan yakınlaşmasıdır. Bu sebeple Rusya Federasyonu’nun statü tartışmalarının merkezinde daha çok Azerbaycan bulunmaktadır. 1996 yılında Uluslararası Enerji Ajansı’nın yayınladığı rapora göre, Hazar Denizi’nden Rusya’ya ulaşan boru hatlarının kapasitesi324.000 varil/gün olarak verilirken, bu kapasitenin ancak Rusya’nın iç tüketimi için yeterli olduğu belirtiliyor. Yani ihraç için yeni hatların yapılması şart. Doğal gaz ihracı ise Rusya’nın kendi elinde tuttuğu pazarı kaptırmaması için önemli engellemeleriyle karşı karşıya. Bu nedenle Rusya’nın asıl hedefi, bu ucuz Türkmen gazını kendisi alıp, ‘’boru hattı işletim maliyetleri’’ karşılığında dünyaya kendisinin ihraç etmesidir. Diğer yandan, güçlü devletlerin nüfus mücadelesinin bir sonucu olarak, Kafkaslar dünyanın en az istikrarlı bölgelerinden biri haline getirilmiştir. İstikrarsızlık sebebi olarak da şunları belirtebiliriz: Rusya’nın yakın çevre politikasına (Primakov Doktrini) ilişkin belirsizlikler, Karabağ’daki henüz çözüme ulaştırılamamış Azerbaycan- Ermenistan çatışması, Çeçenistan işgali ve bölgede etnik grupların bağımsızlık istemeleri Azerbaycan ise 1991’den devam eden petrol anlaşması görüşmelerini 20 Eylül 1994 tarihinde anlaşma ile neticelendirmişti. Yapılan anlaşmanın ardından, Batılı büyük petrol şirketleri Hazar Denizi’nin Azerbaycan sektörüne ciddi miktarda yatırım yapmaya başladılar. Başlangıçta Rusya Hükümeti ve onun Lukoil Şirketi, Azerbaycan’ın Batılı şirketlerle yürüttüğü petrol görüşmelerinden dışlanmıştı. Ancak bu dışlanmışlık Azerbaycan’da Elçibey hükümetinin bir darbeyle 51 GENCAY uzaklaştırılmasıyla neticelendi. İktidara geldikten sonra mevcut durumu iyi kavrayan Haydar ALİYEV, aynı akıbetin kendi başına gelmesinden çekindiği için ‘’Asrın Anlaşmasın’’nda kendi ulusal petrol şirketi SOCAR’ın payından, Rus Lukoil şirketine %10’luk bir pay vererek bir şekilde Rusya’yı da büyük oyuna dahil etti. açıdan bakmaktadır. Çünkü bu yataklar, İran için bu ülkenin Basra Körfezi’ndeki zengin petrol yatakları göz önüne alındığında ekonomik değer bakımından önemli bir mana taşımamaktadır. İran, Güney Azerbaycan sorunu sebebiyle, Azerbaycan’ı, bölgesel tehdit algılamasında birinci dereceli tehdit olarak görmektedir. Bu sebeple de Azerbaycan’ın gelişmesine ve ‘’Güney Azerbaycan’’ için bir cazibe merkezi haline gelmesine önemli katkılar sağlayacak petrol anlaşmalarını engellemek için Hazar’da uzlaşmaz tutumunu devam ettirmektedir. Tahran, uzun süredir Bakü’nün yürüttüğü dış politikadan rahatsızdır ve bu rahatsızlığını her vesileyle diplomatik kanallardan Bakü’ye bildirmektedir. Hazar’a yabancı güçlerin gelmesini istemeyen İran’ın en büyük endişesi, Hazar’da giderek güçlenen ABD ve Batı nüfuzudur. Zira İran, Hazar’da etkinleşen Batı nüfuzuyla beraber kuşatıldığını hissetmektedir. Bölgede bir yandan Batı sermayesi artış gösterirken diğer yandan ABD ambargosu sebebiyle İran, Hazar pastasından gerekli payı alamadığını düşünmektedir. Her ne kadar 1994’teki ‘’Asrın Anlaşması’’ndan İran’a %5’lik bir pay verilse de, ABD’den gelen baskılar sebebiyle, Azerbaycan bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Hazar’ın statüsü ve paylaşımı tartışmalarının mümkün olduğunca dışında kalmaya çalışan Kazakistan, İran’ın önerdiği eşit (%20) paylaşım şartının kabul görmesi durumunda bundan en çok zarar gören ülke olacaktır. Çünkü diğer bütün kıyıdaş ülkelerin payları %20’nin altındadır. Bu sebeple Kazakistan, bu tartışmalara direkt katılmayıp bu konuda İran’a en büyük direnci gösteren Azerbaycan’ı arka planda aktif olarak desteklemektedir. Hazar Denizi’ni bir sınır gölü olarak tarif eden İran’ın, Hazar konusunda geçerli ve sürekli bir öneride bulunduğunu söyleyebilmek zordur. İran, Hazar’ı %20 prensibi ile beş eşit parçaya bölmeyi veya zaman zaman da ortak kullanmayı istemektedir. Görüşlerini bu iki eksen arasında belirleyen İran’ın, ön plana çıkarmaya çalıştığı husus, Hazar’ın statüsü belirlenmeden burada da yapılan petrol aramalarının kanun dışı olduğu tezidir. İran, statü sorunu çözülünceye kadar 1921’de ve 1940’ta imzalanan SSCB-İran anlaşmalarını esas olarak aldığını beyan etmektedir. İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki tutum ve davranışlarının sebebini sadece bir ülke ile (Azerbaycan) sınırlandırmak yetersiz kalacaktır. Zira Hazar’ın güneyinde ehemmiyetsiz bir bölüme sahip olan İran, kendi payına düşen kısımdan (%12) memnun değildir ve kendi sınırlarını Hazar’ın ortalarına doğru genişleterek Hazar’ın içlerine doğru stratejik bir İran’ın Hazar’da statü tartışmalarını yürüttüğü ülkelerin başında Azerbaycan gelmektedir. Zira İran, Hazar sorununa ekonomik gerekçelerden daha çok siyasi 52 GENCAY üstünlük elde etmek istemektedir. Mart 2001’de İran Cumhurbaşkanı Muhammet Hatemi’nin Moskova ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptıkları görüşmede, Rusya ve İran’ın ‘’Hazar Denizi’nin statüsü resmi olarak belirlenmeden Hazar’da diğer kıyıdaş ülkeler tarafından çizilmiş hiçbir sınırın tanınmayacağı’’ dile getirilmiştir. (…), Hazar’da statü, kaynakların paylaşımı ve boru hatları gibi sürekli gündemde olan sorunların yanı sıra bir diğer sorun da Hazar’ın ekolojisidir. Hazar’da paylaşım sorunları ile beraber telaffuz edilen ve boru hatları projeleriyle anılmaya başlanan çevre sorunları, 1980’li yılların başlarında gündeme gelmiş, ama daha sonra kıyıdaş ülkelerin bağımsızlıklarını kazanması ve büyük petrol oyununun başlamasıyla bu sorun ikinci plana itilmiştir. Moskova, Türkiye’nin boğazlar konusundaki karşı çıkışlarına PKK’ya açılan destek olarak (PKK militanları o dönem Duma’da toplantı bile yapıyorlardı) karşılık vermiştir. Rusya’nın PKK’ya desteği aslında kendisi açısından stratejik bir seçimdi. Böylece hem Boğazlar konusunda Türkiye’den intikam alıyor, hem de Türkiye’nin enerji koridoru olma hedefine büyük bir engel çıkarıyordu. Doğu’daki artan terör faaliyetleri, o dönemde, BTC projesine petrol şirketleri ve ilgili devletlerin kuşkuyla yaklaşmasına sebep olmuştur. Aslında zengin bir floraya sahip olan Hazar’da çevre kaygıları önemli dayanaklara sahip olacak niteliktedir. Ancak bu su havzasında çevre sorunlarını gündeme getirenler bunu bir politika argümanı olarak kullanmakta ve bu konuyu ileri sürerek diğer bir mücadelenin yürütüldüğü alan olan boru hatları tartışmalarında üstünlük sağlamayı arzulamaktadırlar. Zira Hazar’da kaynakların paylaşımı kadar, elde edilecek petrol ve doğal gazın Batı pazarlarına ulaştırılması da oldukça önemlidir. Türkiye’nin Rusya’nın bu tutumuna verdiği karşılık da benzer olmuştur. Nitekim asıl Türkiye’nin başında PKK terörü varsa, Rusya’nın başında da bağımsız olmak isteyen Çeçenistan sorunu vardır. İşin ilgi çekici tarafı, Bakü-TiflisCeyhan Hattı nasıl Türkiye’de terör bölgesinden geçiyorsa, Rusya’nın önerdiği Bakü-Navorossisk Hattı da Çeçenistan’dan geçiyordu. Yani Türkiye’nin elindeki kozlarla Rusya’nın elindeki kozlar bire bir aynıydı. Neticede Türkiye, Çeçenlere gizliden destek olmuştur. Bu konuda zaten Türk kamuoyunda da bu yönde bir talep bulunmaktaydı. Rusya Federasyonu ve İran, Azerbaycan’ı, Hazar’ın kaynaklarının kullanılmasında hassas ekolojik dengeleri gözetmemekle suçlamaktadır. Ancak bu ülkeler, ‘’ekoloji’’ sorunlarını, sadece Batı çıkışlı petrol ve doğal gaz boru hatlarını engellemek için bir ‘’sebep’’ olarak hatırlamaktadırlar. Rusya, Trans-Hazar gibi ‘’Batı çıkışlı’’ petrol ve doğal gaz boru hatları gündeme geldiğinde, Hazar’ın ‘’ekolojik sistemi’’ ve bölgenin ‘’sismik aktifliği’’ gibi tezler ileri sürerek bu projeleri engellemeye çalışmaktadır. Ancak Rusya Federasyonu’nun her defa ileri sürdüğü Hazar’ın ekolojik yapısının zarar 53 GENCAY göreceğine yönelik endişeleri, çok da inandırıcı olmamaktadır. Zira SSCB döneminde Hazar’ın kirletilmesinin en büyük sebebi, Hazar petrollerini hiçbir tehdit almadan kullanan Ruslar olmuşlardır. Diğer taraftan, bölgede meydana gelen boşluk, yöneticilerin akıllarında şu soruyu bıraktı: Bölgenin zengin enerji kaynakları kimler tarafından kontrol edilecek? Zira bu bölgenin, tek bir ülkenin kontrolü altına girmesi bir bakıma Sovyet döneminin geriye gelmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, uluslararası gündemi meşgul etmeye başlayan bu sorun, bölge üzerinde Soğuk Savaş rüzgârlarının esmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla enerjinin ihraç yollarının belirlenmesinde, petrolden pay alma mücadelesinden daha büyük mücadele verilmiştir ve hâlâ da verilmektedir. Hazar Bölgesi’ni içine alan geniş alanda, doğuya, batıya ve güneye yönelik 25 kadar boru hattı projesi gerçekleşmiştir veya gerçekleşmek üzeredir. Maliyetlerin yüksek olması ve siyasi nedenlerle projeler yavaş ilerlemekte ve bunun bir sonucu olarak da az sayıda yeni boru hatları inşa edilmiş durumdadır. Bölgedeki enerjinin güvenli nakli için daha çok sayıda boru hattına ihtiyaç vardır. (…) BTC Projesi; siyasî, ekonomik, stratejik ve çevresel açılardan, Türkiye’nin yürüttüğü en önemli enerji projelerindendir. Ekonomik etkileri kısaca gözden geçirilirse; her şeyden önce hattın gerçekleşmesi durumunda, Türkiye için ucuz ham petrol temin edilmesi mümkün olacaktır. Bunun önemli bir nedeni taşıma maliyetlerinin minimuma indirilecek olmasıdır. Bir diğeri ise finans maliyetlerinin azaltılmasıdır. Petrolün güzergâhını belirlemek için uluslararası şirketlerin lobi çalışmaları kadar, bölgedeki güvenlik ve güvenilirlik sorunları da etkili olmaktadır. ABD, petrolün ucuza mal edilecek olmasına rağmen, İran’ın rejimi nedeniyle bu ülkeden geçirilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Rusya ise, petrolün batıya sevkini engellemek için Gürcistan’daki iç karışıklıkları körüklemiş, Azeri-Ermeni çatışmasına neden olmuş ve halen bölgede suni sorunlar oluşturmaya devam etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, Rusya, üretilecek petrolü Navorossisk Limanı’na akıtabilmek için, bölgede bağımsızlığını ilan etmiş olan Çeçenleri bu kararlarından vazgeçirmek için acımasızca katletmiştir. Buradaki savaş, düşü yoğunluklu çatışmalar şeklinde halen devam etmektedir. Ayrıca BTC Hattı; rafineriye 15 günde ulaşan Basra Körfezi petrolü ile karşılaştırıldığında, sadece 2 günde Türkiye’deki rafinerilere getirilecek Hazar petrolü için büyük bir maliyet avantajı sağlayacaktır. Buna Ceyhan’ın uluslararası petrol piyasası merkezi haline gelmesini de ekleyebiliriz. Hattın bir başka avantajı da petrole ödenecek paranın taşıma ücretine sayılması olacak. Türkiye, nakit parayla ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda kalmayacak. Bu, Türkiye’nin petrole yılda 54 GENCAY ödediği paranın yaklaşık %17’sini karşılama anlamına gelecek. Bu durumda boru hattının kirasından da yıllık 250 milyon dolar gelir elde edilecek. Petrol boru hattı inşası ile inşaat sektörünün canlanması geçici bir süre de olsa işsizliğe çare olacak. Türkiye’nin Avrasya haritasındaki stratejik konumunu güçlendirerek bölgede söz sahibi ülke konumuna getirilecek. Geçen on sene zarfında Türkiye, bölgede çok sayıda girişim başlatmış ancak bunlar bir sonuca ulaşamamıştır. Bu güne dek Orta Asya cumhuriyetlerine verilen sözler tam anlamıyla tutulamamış, bu durum, Orta Asya cumhuriyetlerini Türkiye’yle ilgili hayal kırıklığına uğratmıştır. (…), Türkiye’nin uzun yıllar izlediği dış politikaya bakacak olursak şu gerçeği görmemiz mümkündür: Stratejisini sadece uluslararası sistemin merkezindeki ABD’nin desteğine yaslayan Türkiye, bölgesel dengeleri değerlendirebilecek aktif ve esnek dış politika yerine, uluslararası güç merkezlerine ayarlı statik bir dış politika izlemektedir. Türkiye, enerji alanındaki ihtiyaçları ve bölgesel ekonomik büyümeye verdiği önem çerçevesinde, başta Hazar Bölgesi olmak üzere eski Sovyetler Birliği coğrafyasında bulunan enerji rezervlerinin geliştirilmesinde ve alternatif güzergâhlara yönelik çalışmalarda aktif rol üstlenmiştir. Bölge ülkeleriyle tarihi ve kültürel bağları bulunan ve önemli bir jeopolitik konuma sahip Türkiye’nin, enerji zengini Hazar ve Orta Doğu bölgeleri ile Avrupa arasında bir köprü teşkil etmesi, ayrıca kendi ihtiyaçlarını da farklı kaynaklardan karşılaması hedeflenmiştir. Türkiye’nin enerji alanındaki durumunu açıklamaya çalışırsak, Türkiye süratle gelişen ve enerji ihtiyacı hızla artan bir ülkedir. Ülkemiz artan enerji ihtiyacını karşılarken de tabiatıyla arz kaynaklarını çeşitlendirmek durumundadır. Türkiye, bir yandan yurt içinde enerji projelerine belli miktarda kaynaklar yaratırken bir yandan da, yurt dışında milyarlarca dolarlık enerji almak zorundadır. Bu nedenle, Türkiye’nin mevcut enerji politikaları ve dış politikasının temel amaçları arasında yer almaya başlayan enerji diplomasisi, en az siyasi ve ekonomik stratejileri kadar önemli olmalıdır. Türkiye, Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişki kurmaya başladığı tarihten bu yana stratejik bir karışıklık içinde bulunmaktadır. Türkiye bazı politikalar gerçekleştirmede kararlı ve Orta Asya bölgesine ilişkin hedefinde de azimli ve tutarlı olmasına rağmen, bu hedefe ulaşmak için gereken araçlar hususunda daima yetersiz kalmıştır. Aslında, bu yetersiz politikanın nedeni, Türkiye’nin belirli bir iş birliği alanı tayin etmemiş ve çok geniş boyutlu iş birliği planları geliştirmemiş olmasıdır. 1991 yılından bu yana Orta Asya devletleriyle ilişkilerde bu olumsuz gerçekle yüz yüze bulunmaktayız. Petrol ve doğal gaz kaynakları açısından dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin üç tarafı da bu enerji kaynakları açısından zengin ve ihracatçı ülkeler ile çevrili durumdadır. Aynı zamanda Türkiye, ithalatçı ülkelerle de çevrilidir. Dolayısıyla Türkiye, üretici ülkelerle tüketici ülkelerin 55 GENCAY tam ortasında bulunan doğal bir enerji köprüsü konumundadır. yerli özel şirketlerimizin ise ne birikmiş sermayesi ne de yeterli teçhizatı ve elemanı vardır. Teknik eleman birikimi açısından kısa sürede uluslararası şirketlerle rekabet edebilecek yapıya ulaşabilecek olan TPAO’nun en önemli eksiği, dikey entegre yapıda olmamasıdır. TPAO’nun bir an önce; arama ve üretimin yanı sıra taşıma, rafinaj, dağıtım ve pazarlama fonksiyonları da olan, dikey entegre bir şirket olarak yeniden yapılanması sağlanmalıdır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiye’den geçme ihtimali, Orta Asya ülkelerinin birbirlerine ve Türkiye’ye, dolayısıyla Avrupa ekonomisine bağlayacak otoyol projelerinin gündeme gelmesi, Türkiye’yi bir anda uluslararası ilişkiler açısından bir çeşit ‘’fırsatlar ülkesi’’ konumuna getirmiştir. (….) , SSCB dağıldıktan sonra Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya jeopolitiği açısından bölgedeki yeri ve çıkarları özetle şu şekilde ifade edilebilir. A. Türkiye’ye siyasi ve ekonomik alanda güç sağlamaya yönelik destek verecek potansiyel, Kafkasya’da ve Orta Asya’da vardır. Bunlar; ortak dil, din, etnik yapı ve kültürdür. B. Soğuk Savaş dönemi tehdit algılamaları, batı bloğu ile birlikte, Sovyetler Birliği’ne karşı idi. SSCB ile ortak sınırın kalmaması ve zayıflayan bir ideoloji açısından, Türkiye için görece bir rahatlama söz konusudur. C. Orta Asya zenginliği yanında bölgenin Uzak Doğu’yla olan ilişkilerde bir TürkiyeOrta Asya-Uzak Doğu ekseni oluşturmasıyla, jeopolitik önemini Türkiye koruyacaktır. D. Enerji nakil hatlarında, doğal gaz ve petrolde geçiş noktası olarak, gerek jeopolitik konum gerekse iç ekonomik koşullar ülkemiz açısından çok önemli olacaktır. İnternet ortamında ulaşılan bilgiler ağırlıklı olarak ABD kaynaklıdır. Bu da ister istemez tek yanlı bir bilgilenmeyi ve sonucunda da önyargılı bazı değerlendirmeleri beraberinde getirebilir. Bunun önüne geçmek için; Rusça ve Çince gibi dilleri bilenler de dâhil klasik dillerin dışında eğitim almış uzmanlardan yararlanarak, Çin ve Rusya gibi ülkelerin bölgeye yönelik algılamaları, değerlendirmeleri ve etkinlikleri dikkatle ve günü gününe izlenerek değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmelerin bir diğer yararı da, bölgeye yönelik yatırımlar için, doğru zamanda çıkarları bizimkine en uygun ortakları bulabilmemize de katkı sağlayacak bilgilerin elde edilebilmesine olanak sağlamasıdır. Üniversitelerde, gerek Orta Asya ve Kafkaslara ve gerekse enerji politikalarına yönelik ders programlarının, en azından tercihe bağlı olarak ya da kurs biçiminde verilebilmesi için çaba gösterilmelidir. Master ve doktora çalışmalarında, Hazar Bölgesi’ne ilişkin çeşitli konularda çalışmaların yaptırılması da arttırılabilir. TPAO, uluslararası petrol arenasında dev şirketlerle rekabet edebilecek yapıda organize edilmemiştir. Petrol alanında 56 GENCAY Kısaca söylemek gerekirse; Türkiye’nin menfaatleri açısından, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerindeki enerji kaynaklarının üretilmesi ve Akdeniz’e taşınması için daha aktif olması gerekmektedir. Bu gerekliliğin savunulması noktasında Türkiye’deki uzmanların büyük çoğunluğu hem fikirdir. Ayrıca dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin %70’ten fazlasını elinde bulunduran Orta Doğu ve Hazar Bölgesi’nin komşusu olan Türkiye’de, uzun vadeli petrol ve doğal gaz politikalarının yeniden gözden geçirilmesinde büyük yararlar bulunmaktadır. KISALTMALAR OPEC: Organization of Petroleum Exporting Countries (Petrol İhraç Eden Ülkeler) OECD: Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü BTC: Bakü-Tiflis-Ceyhan (Boru Hattı) CPC: Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı GSMH: Gayri Safi Milli Hasıla ABD: Amerika Birleşik Devletleri SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği PKK: Partiya Karkeren Kurdistan( Komünist Kürt Partisi) 57 GENCAY SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ VE BUGÜNÜ: IŞİD’i Ortaya Çıkaran Problemler Sertaç EKEMEN Bir fikir sistemi olarak Siyasal İslam, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmıştır. Batı dünyasının Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi sonrası, Orta Doğu coğrafyası içerisinde yaratmış olduğu krizler ve kimlik bunalımlarına karşı ortaya çıkmış alternatif bir modern ideolojidir. Siyasal İslam her ne kadar batıya karşı çıkmış olan bir siyasal akım olsa da süreç içerisinde Batı Argümanları ile beslenmiştir. Örneğin; İslam devrimini İran’da gerçekleştiren odaklar insan hakları, özgürlük, demokrasi, eşitlik gibi Batı Siyaset bilimi kavramlarını barındırmaktadır. Bu çelişkiler yumağı neticesinde Siyasal İslamcı yapılanmalar, gerekli bir siyasal ilerleme sağlayamamış ve mücadelelerinde bir istikrar sağlayamamışlardır. çıkartıp kamusal-politik bir alana serpmeleri, ulema ile ters düşmelerine neden olmuştur. Ayrıca ulema, kadın kavramını kısıtlayıcı bir yapılanma içerisinde iken Radikal Siyasal İslamcı kanat, kadını politik hayatın her alanına taşıdığı gibi kadın militanları da cepheye sürmekte bir sorun görmemektedir: “bugün Hamas’ın internet sitesine girildiğinde, elinde bebek ve silahla çarşaflı bir kadın görmek mümkündür”. Siyasal İslamcı ideoloji içerisinde olan ve dört büyük otoriteden birisini temsil eden Ayetullah Humeyni’nin, gerek kendisinin molla “ulema” olması gerek ise diğer üç kuramcıya karşı kendisinin Şii olması, yönetim tarzında Mollaların önemli bir yerde olmasının sebebidir. İkinci olarak, Siyasal İslamcı yapılanmanın yükselişi sosyolojik açıdan da bir problemler yaratmıştır. Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu dünyası iki ana eksene bölünmüştür. Birincisi SekülerMilliyetçi ve bir oranda sosyalist olan Arap coğrafyasıdır - ki bu ülkeler Fas hattından başlayıp Irak’a kadar ulaşmaktaydılar- . İkinci ise kuruluş itibari ile Batı’dan destek alıp Siyasal İslamcı bir yelpaze çizen Amerikan müttefiki Arap yarımadası ülkeleridir. “Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi ülkeler”... Bu bloklaşma durumu reel olmasa da bir çatışma noktasına Siyasal İslam’ın en büyük problemlerinden birincisi, Siyasal İslam’ı kurgulayan ideologların ve onun izinden giden takipçilerin ulema ile çatışma içerisinde olmalarıdır. Siyasal İslam’ın dört büyük kuramcısından Kutb, Mevdudi ve Benna’nın Siyasal İslam’ı camilerden 58 GENCAY gelmişlerdir. Siyasal İslamcı yönetimdeki ülkeler, Seküler Milliyetçi Arap ülkelerindeki Siyasal İslami Hareketlere lojistik destek sağlaması buna örnektir. İşte bu yüzden iki farklı çatışma ekseninde büyüyen bir Siyasal İslami hareketten bahsetmek mümkündür. Burada çıkan iki önemli çatışma noktadan ilki; Siyasal İslam’ın Seküler ülkeler içerisinde yükselişi ve burada yarattığı toplumsal kutuplaşmadır. İkincisi ise kendisine destek veren Amerikan müttefiki ülkeler olmasına karşın, yeni nesil Siyasal İslamcıların Amerikan karşıtı bir hareket yaratmasıdır. zaman içerisinde bu dini ritüelleri yaşam tarzında barındırmayanları dışlamaları, Siyasal İslami hareketin yükselirken toplumsal ayrımları da beraberinde büyütmelerine sebebiyet vermiştir. Mısır’da 2013 darbesi öncesi çıkan sokak olayları ve 2006/2007 Gazze Şeridindeki Hamas - FKÖ çatışmaları, ortaya çıkan bu orta sınıf toplumsal çatışma durumunun bir eseridir. Amerikan ve Batılı Modernite’ye karşıt bir hareket olarak ortaya çıkan Mısır Müslüman kardeşler hareketi, Enver Sedat Dönemi Mısır’ında yükselişe geçmiştir. Demokratik temsil hakkını elde etmiş ancak Mübarek’in kendine özgü seçim yasaları çıkarması ve diktatörleşmesine karşın yeraltına inmiştir. Bu dönemde örgütün finansörlüğünü, bahsi geçen Siyasal İslamcı Petrol zengini Arap yarımadası ülkeleri gerçekleştirmiştir. Üçüncü ana problem kaynağı, İslamcılar iktidara gelme süreçleri içerisinde çelişkiler ve demokratik ortama uyum sağlama sürecin de fikirsel karmaşalar içerisine girmeleridir. Her ne kadar devrim ya da mücadele süreçlerinde batılı anlamda siyasal söylemleri kullansalar da İslamcılık özü itibari ile batı karşıtı olarak doğmuştur. İslamcılık, Batıyı reddeder ve onun kullandığı siyasal söylemleri kullanamaz -kullanmamalıdır. En önemlisi egemenliğin beşerileşmesi yaklaşımı, İslamcı yaklaşıma terstir. Laiklik İslamcılıkta yer edemez; çünkü İslamcılığa göre devlet ve din iç içedir. Devletin örgütlenmesini vatandaş değil, ümmet gerçekleştirir ve devletin sahibi halk değil Allah’tır. İşte bu yüzden İslami pratiğe dökülen batılı anlamda devlet yapısı, İslamcı yönetimlerde fikirsel vizyon ve misyondan uzaktır. Batı güdümlü körfez petrol zengini ülkeler dışında bilinen Siyasal İslam, batılı seküler bir anlayışa sahip Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde yükselirken -kısmen de Yemen- toplumsal kutuplaşmaya neden olmaktadır. Bu sosyolojik kaosun nedeni ise orta sınıf içerisinde ikilem yaratmalarıdır. Siyasal İslamcılar, seküler - milliyetçi Arap Devletleri içerisinde devletin yapması gereken yardımları ve temel sosyal politikaları güdememesinden, çeşitli sosyal yardımlar ile hareketlerini geliştirmişlerdir. Ancak bu yardımları sadece İslam’ı gerektiği kaideleri yerine getiren dindarlara yönelik yapmaları ve 59 GENCAY İslami yönetim ülkeleri; Pakistan, Afganistan, Gazze Şeridi, özgürlükçü Çeçenistan ve bir yıllık Mısır deneyimi ile İran’a bakıldığında karmaşa ve çelişkiler üzerine kurulmuş ve hali hazırda devam eden bir devlet örgütlenmesi görülür. Çünkü batılı anlamda algılanan devlet örgütlenmesi İslamcılar ne kadar uydurmaya çalışsa da aslına uyuşamamaktadır. batılı yönetim modelini reddetmesi ve halkı uluslararası bağlamda anlaşılan hukuk yerine kendi inisiyatifi çerçevesinde dönüştürmeye çalışması yukarıdaki duruma örnektir. Nedeni ise İslamcılıkta devleti ele geçirmek amaç değil araçtır. Asıl hedef toplumu dönüştürmektir. Fakat toplumu dönüştürmek şöyle dursun; Siyasal İslamcılık pratikte devlet bürokrasisini bile dönüştürememiştir. “Mısır’ın, İslamcılığın aşağıdan yukarıya örgütlenmiş en başarılı ülkesinin, bir darbe ile yönetimin tuzla buz olması bu durumun kanıtıdır”. Buna gören eski adı ile IŞİD ve yeni adı İslam Devleti olan siyasal irade, var olan her türlü İslamcı yaklaşıma alternatif, toplumu devlet aracı olmadan kendi gördüğü cebri şiddet ve Şeriat kanunları ile gerçekleştirmeye çalışmıştır. Kendi içinde İslamcılığı barındıran Ö.S.O. ve El-Nusra gibi örgütler zaman içerisinde, IŞİD’e doğru büyük kan kaybetmiştir. Bunun sebebi ise geleneksel İslamcı anlayışın iflas etmesi ve bu iflasa alternatif, IŞİD’in kendine özgü yeni bir İslamcılık felsefesi geliştirmesidir. El Kaide ile başlayan radikal, Selefi-İslamcılık, IŞİD ile beraber doruk noktasına ulaşmıştır. Ortadoğu’nun ortasında de-facto bir devlet kuran Siyasal Selefilik, Siyasal İslam’ın İflası tezini somutlamıştır. Ortaya çıkan teorik ve pratik Siyasal İslamcı sorunlar, var olan geleneklerin dışında denetimsizce İslami coğrafyalar içinde yükselmeye başlayan yeni nesil Selefi hareketini doğurmuştur. Selefilik, temelde Otantik İslam dünyasına “peygamber ve dört halife dönemine” bir dönüş teması hedeflerken, bugüne kadar İslam coğrafyası içerisinde batılı anlamda araçlarla kendini meşrulaştırmaya çalışan fakat sadece çelişkileri elde eden Siyasal İslamcılığı reddederek kendi kurallarını ortaya çıkarmıştır. IŞİD’in sözde devlet modellinin kendine özgü olması, her türlü 60 GENCAY MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ 25 Ekim 2014 Konu: İslam Düşünce Geleneğinde Zihniyet Çözümlemeleri Hoca: Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Derleyen: Açelya Oğuz- Hanife Yaşar gösterir. Aynı zamanda mezheplerde çok belirgin olmasa da etnik bir tarafı vardır. Mutezile mezhebinin içinde Arap olarak gösterebileceğimiz âlim yoktur. Hanefi ve Maturidi çizgisi de aynı şekilde Arap olmayanlardan oluşur. Şafi ve Eşari çizgisi ise Arap âlimlerden oluşur. Abbasi ve Emeviler döneminde en fazla öldürülen âlimlerin Arap olmayanlar olduğunu görürüz. (Geylan ed-Dımeşki ve Ma’bed el Cüveni gibi) İslam dünyası ve İslam düşüncesi için zihniyet çözümlemeleri kutsal bir metinden yapılan çözümlemelerdir. Metin ile kastettiğim Kuran-ı Kerim’dir. Metin geleneğiyle bizim oluşturduğumuz gelenek dini gelenektir. Bir de metin geleneğinin sonradan içine girdiği kültürel gelenek vardır. Bu insanlar nasıl bir zihne karşı çıkıyorlar ve nasıl bir zihinle karşı çıkıyorlar ki başlarına bunlar geliyordu? Şöyle düşünülmeli: Bugün herkes kendini Müslüman olarak tanımlıyor. Fakat Müslüman kimliği de mezheplere bölünüyor. Sünni ve Şii diye iki ana blok oluşmuştur. Sünniler de kendi aralarında bölünmüşlerdir. İslam ülkelerinde İslamiyet’in uygulanışı bulunduğu coğrafyanın ritüellerini bünyesine almıştır. İranlıların Müslüman olmadan önce geliştirdikleri bir kültürleri vardı. Firdevsi’nin Şahname’si İran’ın İslamiyet öncesi kültür tarihini verir. Konu dramatik bir yolla sahnelenerek anlatılır. Firdevsi aynı zamanda İran’ın edebi anlamda milli kahramanıdır. Böyle bir kültürün içerisine İslamiyet eklenmiştir. Selefilik denilen mezhep şiddeti, terörü icat eden, üreten mezhep Sünniliğin bir koludur. Fakat bu Sünnilik, Vahhabiliğin elinde bu hale gelmiştir. Türk dünyasına bakıldığında ise Türklerin de köklü bir kültüre sahiptir. İslamiyet bu var olan kültürel oluşumun yanında yer aldı. Sözlü kültüre dayanan bir dinin içerisine metin eksenli başka bir din girmiştir. Bu bağlamda değerlendirilirse tarikat anlamında meşrep vardır. Her dinin bir mezhebi ve meşrebi var. Mezhepler bir tür bizim zihniyetimizin kimlik kartlarıdır. Mezhepler bir zihniyeti Vahhabilik nedir? Muhammed bin Abdulvahhab Suudi Arabistanlı bir âlimdir. Osmanlı’ya karşı bayrak açan politik bir karakterdir. Politik bir mezhep olarak Vahhabiliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvahhab, Sünniliği evirip çevirmiş ve sonunda 61 GENCAY Sünniliğin içinden Selefilik gibi bir model çıkarmıştır. Sünniliğin içinde üremiştir. Bahsi geçen bulunmaktadır: sünniliğin üç fakat Mautridi’ye göre: “Mülkiyet evvel emirde bir kimsenin başkasının malı olmadığı kendi özgürlüğüne sahip olduğu, yani ben algısının yüksek olduğu bir hakikate uyanışıdır.” ayağı 1. Muhammed bin Abdulvahhab’ın kurduğu Vahhabilik ( Politik ayağıdır. ) 2. Selefilik ( İtikadi ayağıdır. ) 3. Ahmed bin Hanbel’in kurduğu Hanbelîlik ( Fıkhi ayağıdır. ) İsrailoğulları’na ben size mülkiyet verdim, demekle ne kastediliyordu? İsrailoğulları Mısırlıların kölesi idi. Mısırlılar bu dönem matematiğin dehası durumundaydı. Yunan filozofları Mısır’a gider, matematik eğitimi alır, sonra Yunanistan’a dönerlerdi. Suudi Arabistan’ın Arap eksenli politikası kendine has bir mezhep üretme arzusunda doğan siyasi projenin adı Vahhabiliktir. Vahhabiliğin itikadi, inanç ayağına selefilik denir. Fıkhi ayağı da Hanbelilik olarak tanımlanır. Türklerin takip ettiği Hanefi sistemdir(fıkıhta). Bunun itikadi ayağı Maturidi’dir. Eksik olan buna sahip olacak bir politik ayağın yokluğudur. Politik ayak hiç olmamıştır. Martin Bernal’ın “Kara Atina” isimli kitabı vardır. Bu kitabın bütün iddiası şuna dayanır; Yunanistan felsefesinin kaynağı Mısırdır. Yunanlılar fason bir felsefe kullanırlarken felsefenin kaynağı Mısır’dır, Asya’dır. Kitabın bütün iddiası budur. Bu insanlar (İsrailoğulları) Mısır’da köle olarak bulunurken Allah onlara: “Biz onlara hem nübüvvet hem mülkiyet verdik.” der. “Mülkiyeti önce sizi köle olmaktan kurtardık, size özgürlüğünüzü verdik.” Şeklinde izah edilebilir. Aslında bu korkunç bir şeydir çünkü bu artık özgürsünüz ve sorumluluklarınız var demektir. Şimdiye kadar başkası sizin için karar veriyordu, artık siz kendinizden sorumlusunuz demektir. Osmanlı değerlendirildiğinde; Osmanlı’nın Türk devleti olduğu aşikârdır. Osmanlı medreselerinde ise Eşari denilen zihniyet hâkimdir. Eşari zihniyetinin temel mantığı imparatorluğun yapısı gereği merkeziyetçidir. Her şeyi merkezden kontrol etmek, istediği gibi yapmak, aykırı sese kulak vermemek üzere kuruludur. Osmanlı İmparatorluğu da her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi kontrol eden tanrı imajının bir tür temsilidir. Bütün imparatorluklar öyledir. Fransa’ya bakarsanız aynısını görürsünüz. Krallar kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak görürler. Bütün krallar böyledir. Aykırı sese kulak vermezler. Kur’an-ı Kerim’de ki bir ayetle izah edersek: “Biz onlara hem nübüvvet hem mülkiyet verdik.” denir. Mülk devlet anlamına gelir Friedrich Hayek, “Kölelik Yolu” adlı kitabında şöyle der ki Allah o ayette bunu vurgulamak istiyor; “İnsanlar özgür doğarlar fakat bu özgürlüğü verecek yerler ararlar.” Dini kültürlerde bu böyledir. Hele Yahudiler bunun dik âlâsını yapmışlardır. Spinoza’ya bakarsanız bunu anlarsınız. Spinoza abartılı bir formda şöyle söyler: “Yahudilik önce insanları teker teker Tanrı’ya kul olmaya alıştırır. Sonra o 62 GENCAY kulları devlete kul yapar.” İslam açısından bakarsanız burada bir terslik olduğunu görürsünüz. İslam’ın kul anlayışı ‘bende’ anlayışı yoktur. Zihni müstakil olarak çalışmayan bir ‘bende’ye Allah’ın ihtiyacı yoktur. Öyle birini de istemez. Spinoza’nın dediği bir yandan da doğrudur. Din insanları bir kul haline getirir, uyuşturur ve bu haliyle herkese kul olmaya hazırdır. Şeyhe kul oluyorlar. Bir şeyhin dizinin dibinde kul olunması gibi… evrimidir. Tekâmüldür. Allah’ın istediği iki insan tipi Kuran’da resmen belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’e “tek kişilik ümmet” der. Tek kişi olma cesaretini üstlenenlere tarihte marjinal denir. En yaratıcı adamlardır bunlar. Bir zihniyet olarak mezhepler bu marjinal kişileri maalesef köşeye iterek, öteleyerek onları mağdur etmişlerdir. İslam düşünce geleneğinde bir metin şöyle yazılır: Bir kitap yazılır. Diyelim bu 5 sayfalık bir metin. Bu bir mezhebin metni ise mezhebin içindeki diğer adamlar hemen ona bir şerh yazar, olur 100 sayfa. Bir başkası gelir ona bir haşiye yazar, olur 500 sayfa. Bir başkası gelir talik yazar, olur 1000 sayfa yani, bir mezhebin 5 sayfalık eseri 1000 sayfaya çıkarılır, yüceltilir. Bu bir zenginliktir ama çok değerli olan bir adamın eseri mezhebin içinde olmadığı için isterse 1000 sayfa olarak yazılsın o orda mahkûmdur, hiç kimse dokunmaz. Dini gelenekler kendi rengini almayan bu tür aykırı tipleri maalesef boğmuşlardır. Bu bizim büyük bir şanssızlığımızdır. Marjinal dediğimiz şahsiyetler bizim büyük zenginliğimizdir ama o zenginlikler mezhebin içinde yer almadığı için büyük bir handikap yaşıyoruz. Benzer bir durum, Hristiyanlarda, kullaştırmayı kiliseler yapmıştır. (önerilen kitap: Halil Cibran’ın Ermiş kitabı) Kur’an-ı Kerim ‘kul’ kelimesini şöyle açıklar: “Abede ya’budu” bağlanmak, birisine kul olmak manasındadır. Bir de “abede ya’bidü” vardır. O da kul olmayı reddetmek anlamındadır. Allah der ki: ‘Bana bağlanmak istiyorsan önce bağlandığın başka kulları reddetme iradesini göstereceksin.’ İslam’da dine girişin anahtarı “La İlahe İllallah”tır. Hiç negatif giriş olur mu? Aynen öyle. Olumsuz bir giriştir. Önce ‘la ilahe’diyeceksiniz ki Allah’ın dışında var olanlara ‘la’ diyebilme özgürlüğü sizde olacak ki ondan sonra ‘illallah’ diyebilesiniz. “İslam insanı kul yapıyor.” diyenler İslam’ın felsefesini anlayamamışlardır. Allah insanların özgür birey olarak var olmalarını ister. Sonra Kur’an-ı Kerim’de onlara iki model gösterir. Bu modellerden birisi Hz. İbrahim, diğeri Hz. Muhammed’dir. “Sizin için Muhammed’de ve İbrahim’de örneklik vardır.” der. Hz. İbrahim entelektüel modeldir. (Önerilen Makale: İsimlerden Kelimelere; Şaban Ali Düzgün) İbrahim peygamber neyi başardı? Daha önceki peygamberlerin yapamadığı bir akıl yürütmeyi, bir metafizik sorgulamayı başlattı. O, insanın düşünce tarihinde bir Halil Cibran bir Hristiyandı. Bir Hristiyan olarak rahibi şu şekilde tanımlar: ‘Rahip sürekli eli fakir fukaranın cebinde olan adamdır.’ Polonyalı bir anarşist felsefeci olan Zizek’in “Acı Çeken Tanrı” kitabında İslam’la ilgili bir bölüm vardır. “Peygamber yetimdi ya bu yetimlik dinine de sirayet etti ve o din kurumsal anamda yetimdir.” Der yani, kurumsal yapısı 63 GENCAY yoktur. Bu olumlu olarak da algılanabilir olumsuz da… Hristiyanların kurumsal yapısı kiliselerdir. Katolik kilisesi Hristiyanlar için Protestanlık başta olmak üzere yüzlerce mezhebin doğmasına sebep oldu. Adını duymadığımız yüzlerce mezhep vardır. Bunlar protesto kiliseleridir. Katolikliği protesto ederler. İslam’ın kurumsal olmamasının sebebi pozitif olarak algılanmasıdır. Kurum burada müessese anlamında değildir. Sobadaki kurum böyle bir şeydir. Sobadaki kurumla bizim kurumlar arasında tabii bir bağlantı vardır. Eğer din ‘kurum’laşırsa bu hiçbir kurumun kurumlaşmasına benzemez. Herkes boğulur, herkes mahvolur. Şu anda kurumlaşmış bir dinin geride bıraktığı tortularla, dumanlarla boğulan insanlar görüyoruz. Bir kısmı fiziki olarak; tensel olarak boğulurken bir kısmı tinsel olarak boğulur. (Ten felsefesi ve tin felsefesi) Bunu ilk kullanan Hegel’dir. Tin ve kemik diye anlatılır. Hristiyanlığın canına okuyan kurumsallaşma ve kurumlaşma kendisine bendeler ve kullar yarattı. Batıda liberal düşünce, aydınlanma, Rönesans bütün bu insani zeminde kendine yer bulan düşüncelerin tetikleyicisi Katoliklik oldu. Olumsuz anlamda tetikleyici olmuştur. Hegel ilk dönemi ve sonraki dönemi olarak ayrılır. İlk döneminde dinsiz ateist Hegel: “Ben böyle bir dini, böyle bir insanı kabul edemem.” der. Bütün bilgili insanlar konsüllerde toplanmış; ‘İsa tanrı mıdır, oğul mudur yoksa yarısı oğul yarısı tanrı mıdır?’ diye tartışırlar ve bu tartışmanın sonunda mezhepler oluşur. Akıllı bir adam olarak Hegel’in bunu desteklememesi doğaldır ve bunu reddeder. Onun için ilk dönemi ateisttir. Sonra kendisi bir felsefe üreterek “Ben ateist olarak ölmek istemem.” der. Bu aşamadan sonra yeni bir anlayış geliştirerek ‘Tanrı kimdir?’ denilirse ‘benim bedenimde ruh neyse, âlemin bedenindeki ruh tanıdır.’ der. Kant ise der ki: “Dine girmek istiyorsanız laboratuvara girerken nasıl şapkanızı paltonuzu çıkarıyorsanız, Hristiyanlığa girmek istiyorsanız aklınızı çıkarıp gireceksiniz. İnanıyorum çünkü absürttür.” der. İslam - İslam öncesi dinler arasında inanılmaz bir kopukluk vardır. “Hz. Peygamber diğer dinlerin tamamlayıcısıdır.” denir. “İslam son dindir ve son dinden sonra başka bir dinin gelmeyecek olması insanlara ebediyen kullanacakları temel malzemeler vermiş olmalıdır.” demiş olmamız gerekir. Öyle formüller vermiş olmalı ki bu formülleri kullananlar karşılaştıkları problemlerin üstesinden gelirler. O formüller nedir? 1. Akıl kullanılması 2. Ahlak Ahlak evrenseldir. İslam’ın ahlakı diye bir şey yoktur çünkü ahlak evrenseldir. Örneklendirirsek, yürürken bir kalabalığın içinde yere tükürseniz insanlar ahlaksız derler. Fakat dağda bayırdayız. Tükürdük yere hiçbir sakıncası yok. Bu ahlaktır. İnsanlar görürken de adam öldüremezsin, görmezken de... O etiktir, evrenseldir yani, zamanı, mekanı, adamı yoktur. 50000 yıl önce de böyleydi bugün de böyle. İslam dini dediğimiz şey bu evrensel temele dayandığı için ebediyet iddiasında bulunuyor. “Biz seni bütün insanlara gönderdik.” der Kuran. Bütün bu ifadeler bir evrensellik belirtir. Nuh’un 7 yasası da 64 GENCAY Musa’nın 9 yasası da aynı yasaklar ve evrensel yasalardır. Biz buna din diyoruz. Allah hangisini tercih eder? Kur’an-ı Kerim’in yaratmak istediği zihne bir bakın. Aslında önerdiği üç tane uygulama var olan uygulamalardır. İnsanlık tarihi bu üçünün dışında değil. Tevrat’ta kısasa kısas vardır. Göze göz, dişe diş uygulanır; merhamet yoktur. Ne yaptıysa onun karşılığı uygulanır. Fakat Kur’an-ı Kerim bunun peşinde değil. Tazminat talep edebilir. Öldürülmesini istemiyoruz, bize onun karşılığında davar versin der. Üçüncüsüne gelince; affedebilirsiniz der. En zor olanı da budur. Allah bu üçünden affetmeyi tercih eder. Allah affetmemizi isterdi. Kur’an-ı Kerim affetmeyi önerir. Aslında buna da biz etik ahlak deriz. Kur’an-ı Kerim’de bir ayet vardır. Hep şöyle tercüme edildi bu ayet: “Size yapılan bir kötülüğe misliyle (benzer bir kötülükle) karşılık verebilirsiniz.” Kur’an-ı Kerim’in bu ‘Her şey karşılını bulsun.’ değil de daha bir üst seviyeye bizi çıkarması lazım diye farklı ayetleri de okuduğumdan bu tercüme benim pek hoşuma gitmedi. Şöyle bir tercüme yaptım: “Bir kötülüğe kötülükle karşılık vermek de onun gibi kötülüktür.” Bizim geleneğimiz içgüdüleri akılla kontrol edebildiğine inanan bir gelenektir. İnsanı tanımlarken akıl varlığı deriz. Din = akıl = ahlak Bu üçü aynı şeyleri söylüyor. Dolayısıyla Allah bize formül vermiş olması lazım. O formülün bir ayağı akıldır. Diğer ayağı ahlaktır. O aklın içine tecrübeyi de koyabiliriz. Kelamcılar şöyle tercüme etmişler bunu: Aklıselim (sağlam akıl), hissi selim (sağlam his, empirik bilgiye ulaşabileceğimiz 5 duyu) ve vahiy. Bu üçünü bir araya getirdiğimiz zaman bu formül bize yeterlidir. Biz buna din diyoruz. Bu din evrensel, evrensel olmayan bunların uygulamalarıdır. Örnek olarak; öldürmeyeceksin -dindir; ahlak da bunu söyler akıl da… Ancak biri birini öldürdü ne yapacak? Bu soruya 5 bin yıl önce yaşayan insanlar farklı bir cevap üretti. 2 bin yıl önce yaşayan insanlar farklı bir cevap üretti. Biz farklı bir cevap üretiyoruz. Bizden sonrakiler farklı bir cevap üretecekler. Biz bu değişkene şeriat diyoruz. ‘Öldürmeyeceksin!’ dindir. ‘Öldürdü ne yapacağız?’ şeriattır yani, hukuki uygulamalar değişiklik arz eder ama din hiçbir şekilde değişmez. Maturidi bunun için diyor ki: “Bütün peygamberler tek bir din getirmişlerdir ama farklı şer’i uygulamalar yapmışlardır.” Kur’an-ı Kerim’de bir ayet var. Bir adam bir adamı öldürürse ceza olarak ne lazım gelir ayet bunu tartışıyor. Ayete göre üç tane yol var: İnsanlara tavsiye edemediğiniz hiçbir şeyi davranış yapmayınız. Kant’ın altın kural dediği şey budur. Öyle davranın ki insanlara tavsiye edebilesiniz. Ahlakın temeli budur. Bize bir şey yaptıran aklımız değil irademizdir. O yüzden Kur’an-ı Kerim aklımızı değil irademizi eğitir çünkü aklımız onu zaten bilir. Akıl Allah’ın yeryüzündeki terazisidir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu bilir. Akıl çok kapsamlı bir terazidir. Bunları bilir ama yeryüzünde bir 1. Öldürülmesini talep edebilirsin. (Kısas) 2. Tazminat talep edebilirsin. 3. Affedebilirsin. 65 GENCAY sürü olumsuzluk vardır. Demek ki bilmek yetmez. O halde onu eğitmek lazım. İnsandaki iradeyi eğitir. Burada aklın Allah’ın yeryüzündeki terazisi oluşu eğer herhangi bir dine uygulanacak olursa tek kelimede karşılığını İslam’da bulacaktır. Bir din adamı olan Katolik geleneğin babası şunu söylüyor: ‘Dinin başkenti Kudüs, felsefenin başkenti Atina’dır. Bu ikisi birbirine ne kadar uzaksa din ve akıl da birbirine o kadar uzaktır. Kudüs ve Atina ne kadar uzaksa akıl ve vahiy de birbirine o kadar uzaktır.” diyor. Tam tersi bizim düşüncemizde de vardır. Mezhepler geleneğinde de hiçbir şekilde aklı dışlayan bir gelenek olmamıştır. Akıl vurgusu Kur’an-ı Kerim’de 700’e yakın ayette geçtiği söylenir. Bir ayet der ki: “Aklını ancak bilgi sahipleri doğru dürüst kullanabilirler.” Sistem budur. Bilgi yoksa akıl işe yaramaz. Akla malzeme vermezseniz hiçbir şey yapmaz. Hatta “boş zihin şeytanın atölyesidir” denir. Hiçbir şey yoksa akıl şeytanlığa çalışır. Bu ayet, bir ilke olarak benimsenmelidir: “Ancak bilgi sahibi olanlar aklını kullanabilirler.” 66 GENCAY GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN 67 GENCAY millikanal.com 68 GENCAY MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
© Copyright 2024 Paperzz