Dergiyi Bilgisayarınıza İndirmek İçin Lütfen Buraya

www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 3 Sayı 34 - Kasım 2014
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com
ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI / Çağhan SARI
YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN / Abdullah KILAVUZ
OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU / Veysel Gökberk MANGA
KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY/ Canan CAVŞAK
TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI / Hanife YAŞAR
NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ? / Alperen KIZIKLI
BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR / Dilek AKILLIOĞLU
DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE ALKIŞ / Emre SEVİNÇ
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Fatma Özge ÖZDEMİR
SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ BUGÜNÜ/ Sertaç EKEMEN
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Açelya OĞUZ- Hanife YAŞAR
GENCAY
ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI
Çağhan SARI
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu
olan Atatürk'ün sağlığı ile ilgili yapılan
çalışmalar genellikle vefatı üzerinedir.
Vefat nedeninin teferruatıyla ele alındığı
eserlerin çokluğuyla beraber diğer
hastalıkları, genel sağlık durumu hakkında
kitaplar nispeten azdır. Son yıllarda da
Atatürk’ün doktor ihmali yahut tedavi
yöntemlerinde olabilecek bir kusurun
ötesinde
komplo
sonucu
hayatını
kaybettiğini iddia eden yayınlar çıkmıştır.
Bu iddiaların taraflı tarafsız birçok insanın
dikkatini çektiğini biliyoruz. Ancak biz
belgesi ile kaynağı ile sadece çektiği
rahatsızlıklar ve hastalığı çerçevesinde
kalacağız.
rahatsızlıklarını
geçirdiği
yazıyor.
Çocukluk çağından sonra ise Atatürk’ün
esas hastalıklarla karşılaştığı yıllar başlar.
Önce Manastır İdadisi’nde öğrenci iken
sıtmaya yakalanır. Bu sıtma rahatsızlığı
daha sonra bünyesinde tekrar edecektir.
Atatürk’ün fotoğraflarının bazılarında
belirgin olan bir husus sağ gözünde
şehlalık olmasıdır. Trablusgarp savaşında
Kasr-ı Harun harabelerinde bizzat
çatışmaya katılmış, sağ gözüne kireçli taş
parçası isabet etmiş ve yaralanmıştır. İlk
müdahale Derne de yapılır. Akabinde
iyileşemeden tekrar cepheye dönse de bu
kez gözü tamamen kapanır ve görme
yetisini kaybeder. Doktorlar yapılan
tetkikte gözünün tekrar açılacağını
söyleseler de moralsizdir. Savaş sonu 1912
Kasım’ında Viyana’ya giderek burada
tedavi olur ve görme yetisini geri kazanır.
Savaş alanındaki bu ilk ciddi yarası son
olmaz. Herkesin malumu Çanakkale
Savaşı’nda
ise
patlayan
şarapnel
parçasının göğsüne isabet etmesiyle acı
içinde kalır. Yadigâr saati olmasa şarapnel
parçası kalbe girerek onu öldürebilir idi.
Saat bir nevi zırh vazifesi görür ve
şarapnel derin bir kan çukuru, ezik iz
bırakır. Çanakkale savaşının sonuna doğru
sıtma tekrar eder. 1916’da doğu cephesine
16. Kolordu komutanı olarak atanır.
Buradaki şikâyeti ise öksürük nöbetleridir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğuna
baktığımızda kuvvetli bir bünyeye sahip
olduğunu anlayabiliyoruz. Kendisinden
önce doğan kardeşleri çeşitli çocuk
hastalıkları sonucu hayatlarını kaybetmiş,
Mustafa Kemal ailesinin yüzünü güldüren
bir bebek olarak dünyaya gelmiştir. Dr.
Eren Akçiçek’in yayınladığı Atatürk’ün
sağlık takvimine göre; çocukken üstüne
kapı
devrilmesi
ile
kuşpalazı
Birinci
Dünya
Savaşı’nda
doğu
cephesinden sonraki görev yeri ise
Yıldırım Orduları Grubu’dur. Suriye
1
GENCAY
cephesinde görevlidir. Burada iken böbrek
rahatsızlığı başlar. Görevinden ayrıldıktan
sonra gözleri için gittiği Avusturya’nın bu
kez Karslbald kentinde böbrekleri için
tedavi olur. Kaplıcalarda kalır. Böbrek
sancısı Milli Mücadele döneminde tıpkı
sıtma gibi nüksedecektir. Hastalıkları
gelişmeler arasında bir dikkat çeken husus
ise hasta olduğu süreçte olağanüstü bir
çaba ile çalıştığı zor zamanlara denk
gelmesidir. Sakarya Savaşı’nın ne denli
önem arz ettiğini belirtmeye gerek yok.
Böylesine önemli savaşta Atatürk dört başı
mamur bir sağlık ile savaşı yönetmemiştir.
Muharebelerden birkaç gün önce cepheyi
teftişi sırasında attan düşmüş ve
kaburgalarını kırmıştır. Ölüm kalım savaşı
olarak adlandırılan bu muharebelerde
kaburgaları kırıktır.
ilaçlar kanı sulandırdığı için kanama
ihtimalinde
kanın
durmama
riski
taşıyordu. Bir gün diş muayenesi olurken,
protezden kaynaklanan et kabarıklığını
doktorun kesmesi üzerine kanama başlar.
Doktor dâhil saray erkânı panik havasında
iken
o
soğukkanlılıkla
etrafını
cesaretlendirici konuşur.
Hayatının sonuna kadar sorun yaşadığı bir
başka
nokta
ise
dişleridir.
Milli
Mücadele’nin son döneminde sık sık diş
ağrısı çekmiştir. Cumhuriyetin ilanından
hemen birkaç gün önce dişlerini çektirmiş
ve yeni yapılan protez denemesindedir.
Cumhuriyetin ilanından birkaç dakika
sonra Cumhurbaşkanlığı’na seçildiğinde
teşekkür konuşması için kürsüye çıkar.
Konuşmayı kısa tutar. Daha sonra kendi
ifadesi ile dişlerinin onu zorladığı ve ıslığa
benzer bir ses çıktığı için kısa
konuştuğunu anlatır.
Milletiyle beraber on sene cepheden
cepheye koştuktan sonra bir de yeni
devletin teşkilinin yoğun çalışması
eklenince bünyesi bir kez daha bu yüke
karşı zorlandığı mesajını verir. 11 ve 13
Kasım 1923 peş peşe kalp spazmı
geçirince hemen tetkiklerden geçirilir ve
bir süre dinlenmek için yılın son günü
İzmir’e geçer. 1927’de kalp spazmı
tekrarlar. Yine aşırı yorgunluk teşhisi
konur ve bu kez muayene için
yurtdışından doktorlar davet edilir.
Onu fani hayattan koparan karaciğer
rahatsızlığı gibi uzun ve meşakkatli geçen
diş rahatsızlığında ilk başlarda doktoru II.
Abdülhamit’in de doktoru olan Sami
Günzberg’dir. Zaman zaman tekrarlayan
diş rahatsızlıklarındaki bir anekdot,
Atatürk’ün soğukkanlılığı ile ilgilidir.
Karaciğer hastalığı sırasında kullandığı
2
GENCAY
Bu hava içerisinde 1936 yılının ikinci
yarısından itibaren yorgunluk ve diğer
rahatsızlıklar başlar. 1937de sık sık
kaşınmalar ve burun kanamaları görünür.
İştahsızlık ve halsizlik fasıla vermeksizin
devam eder. Günlük öneri ve tedavi
yöntemleri ile iyileştirme çalışmalarındaki
doktorlar
gelen
büyük
hastalığı
duymamışlardır. Bu bir iddia olmaktan öte
Atatürk’ün kendi görüşüdür. Afet İnan’a
yazdığı
bir
mektupta
hastalığının
durmayıp devam etmesini doktorların
yanlış görüş ve tedavilerine dayandırdığını
yazmaktadır. Nedense bu mektubun ilk
paragrafı yayınlanmamıştır. Mektubun
geri kalan metni için Can Dündar’ın
hazırladığı Sarı Zeybek belgeseline
bakabiliriz. Bu mektup bahsinden sonra
konuya devam edelim. Ocak 1938’de
Yalova’da Nihat Reşat Berger tarafından
kendisine siroz teşhisi konur. Belki bugün
alkol tüketimini sıkça ve miktar olarak çok
yaptığı için karaciğer iltihabının bunun
sonucu olarak görülse de Can Dündar,
düzensiz yaşam ve yorucu tempoyu, Eren
Akçicek alkol tüketimi ile bünyenin çok
yıpranmasını, Ali Güler kısmen Can
Dündar’a katılmakla beraber Akçiçek’in
nazariyatını, Ogün Deli ise yanlış ilaç
kullanımı ve kasıtlı kusur olduğunu ileri
sürmekte ve benimsemektedir. Siroz
tedavisi ilk başlarda müspet sonuç
vermeye başlamış, yurt dışından gelen Dr.
Fiessenger,
Atatürk’ün
sağlığına
kavuşması için perhiz ve tedavi
programına başlamıştır. Ancak hastalığı
yabancı doktorların gelmesi ile İngiltere ve
Fransa’nın dikkatini çekmiş ve ülkelerin
kamuoyu Atatürk’ün hastalığını basında
ele almaya başlamıştı. Ortada ise Hatay
mevzusu vardı ve onun hastalığından
Atatürk’ün aşırı yorgunluğun üstüne
düzensiz uyuma, kötü beslenme, günde
yüzü aşkın sigara kullanımı ve saat başı
fincan kahve onu sağlığını olumsuz
etkilemiştir.
3
GENCAY
dolayı bu devletler, Türkiye’ye karşı
duruşunu değiştirebilirdi.
Atatürk, hastalığı için iki ay daha istirahat
etmesi lazım gerekirken Mayıs sıcağında
Hatay sınırına indi ve Adana’da askeri
manevralar yaptırdı. Bir anlamda gözdağı
veriyordu ve onun verdiği gözdağı
adresini bulacak Fransa, Hatay konusunda
Türk taleplerini kabul edecektir. O ise
hastalığının son ve iyileşmeyen devresine
girmiş oluyordu. Eylül’den sonra iki defa
komaya girecek, ikinci komasından
çıkması mucizevi olacak, karnında
hastalığından
ötürü
biriken
asit,
ponksiyon denen su çekme işlemi ile
boşaltılacaktı. Son yapılan ponksiyon
işleminden sonra canı enginar yemek
isteyecek ancak İstanbul’da o mevsim
enginar bulunamadığı için Hatay’a
enginarlar ısmarlanacaktır. Akabinde
birkaç saat içinde komaya girecek ve bu
komadan kurtulamayarak 10 Kasım
Perşembe günü saat 09.05’de kalbi
duracaktır. Beyin ölümünün ise 09.07’de
gerçekleştiği yazılmaktadır.
Ebediyete intikalinden sonra hala bugün
milyonlarca Türk’ün kalbinde anıları
yaşayan Atatürk’ün irili ufaklı soğuk
algınlığı
ve
zatürre
hastalıklarının
haricinde ömründe en sıkıntılı anlarını
geçirdiği rahatsızlıklar bunlardır. Aziz
hatırası önünde ona bir kez daha minnet
duygularını ifade ederken onu tanımanın,
onu
sevmekten
önce
gelmesini
vurguluyoruz.
Kaynakça
Ali Güler, Atatürk'ün Son Sözü Aleykümesselam,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2013.
Bilal Şimşir, Atatürk’ün Hastalığı, TTK, Ankara 2011.
Can Dündar, Sarı Zeybek, Milliyet Yayınları, Ankara
1994.
Eren Akçiçek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve
Ölümü, Ezgi Kitabevi, İzmir 2005.
Ogün Deli, Agoni, Lazer Yayınları, İstanbul 2004.
Ogün Deli, Atatürk Nasıl Öldürüldü, Akis Yayıncılık,
İstanbul 2007.
Tunç Boran, Atatürk, Hastalığı ve Ölümü, AFT
Yayıncılık.
4
GENCAY
YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN
Abdullah KILAVUZ
Yazıya Giriş Yerine, Sitemkâr Bir Hâl
Beyanı
elbet. Lâkin gencecik yaşlarında ellerine
birer “ihanet” şahadetnamesi sıkıştırılarak
kovuldular ülkücülük okulundan... Orta yaş
üzeri entelektüellerimizin durumu da
gençlerden farklı değil. Kimisi taşlanmanın
peygamber sanatı olduğunu kabul ederek
münzevi bir hayat yaşamak üzere köşesine
çekildi, kimisi de bu yapıştırılan “hain”
yaftasını, bir övünç madalyası gibi
göğsünde taşıyıp ilerleyen yaşına aldırış
etmeden mücadele etmeye devam etti.
“Evet dostlar! Bizim, öncelikle ve behemehâl
buna ihtiyacımız var: Öz-Eleştiri! Ciddi,
seviyeli, hâlis niyetli; ama sert özeleştiriler!” [Durmuş Hocaoğlu]
Dündar Taşer, “durum muhasebesine
düşmandan başlanmaz” dermiş. Bu söz,
bugüne kadar Türk Milliyetçilerinin
yazdığı birçok özeleştiri yazısının temel
dayanağı
oldu.
Misal;
Durmuş
Hocaoğlu’nun 1999 yılında kaleme aldığı
“Türk Milliyetçiliği’nin En Mühim İhtiyacı:
Öz-Eleştiri” makalesi, Dündar Taşer’in o
meşhur sözünü çıkış noktası kabul ederek
kaleme alınmıştı. Birçok konuda alanında
ilk olan bu pek kıymetli makale ne yazık ki
yazılışının ardından geçen on beş seneye
rağmen hâlâ hakkıyla anlaşılamadı.
Derken aradan on yıl gibi bir zaman geçti
ve Dündar Taşer’in “durum muhasebesine
düşmandan başlanmaz” sözünü düstur
edinen bir yeni eser daha ortaya çıktı:
İkbal Vurucu, Fırat Kargıoğlu ve Erkan
Çakıcı’nın birlikte hazırladığı “Ukdeler”
kitabı, eşine zor rastlanır bir “Öz-Eleştiri”
örneği olarak raflardaki yerini aldı. Bu
kitabın akıbeti de Hocaoğlu’nun makaleleri
gibi oldu ne yazık ki. Değeri anlaşılmadı ve
gerekli itibar-teveccüh Türk Milliyetçileri
tarafından gösterilmedi. Özeleştiri yapma
cüretini(!) gösteren bazı yazarların
modern aforoz işlemlerine tabi tutulması
ise
birçok
genç
yazarın
gözünü
korkutmaya yetti. Gençler arasında
gözünü budaktan esirgemeyenler de oldu
Şimdi, bu örneklerden küçük bir çıkarım
yaparak, durum muhasebesi yapmadan,
sadakat ve itaat temalı yazılar kaleme
alsam veya muhasebeye kendimizden
değil de düşmandan başlasam… Mesela
AKP ve yükselen terör olaylarından
bahsetsem veya sözde çözüm sürecinin
milli çıkarlarımız üzerine olan menfi
tesirlerini yazsam eminim daha çok
kıymet görecektir bu sayfalar… Lakin
aradan on beş sene geçse de bizlere
yaraşan; yine ve yeniden ve daima
“…eleyse allahu bi-ehkemel hâkîmin”
diyerek peşin hüküm koyuculardan Allah’a
sığınmak ve bu ateş parçası düzene inat,
kalemlerimizi
bu
temiz
sayfalara
kırmaktır.
Vatan
Topraklarının
Umumiyesi
Manzara-i
“Kanımın nehriyle cetvellediğim
Bu toprak söyleyin
[Mehmet Âkif İnan]
5
neden
çoraktır?”
GENCAY
Kıyamet denilince aklınıza ne gelir? Benim
aklıma ilk olarak, İbni Haldun geliyor. O,
Mukaddime adlı dev eserinde, devletin
(yani mülkün) tapusuna el uzatılmasını
kıyamete eş tutar. İkinci olarak ise Necm
suresinden bir ayet gelir aklıma… Bahsi
geçen ayet, kıyamete atıfta bulunarak “O
yaklaşmakta olan yaklaştı” der. Ne vakit
bu ikisini düşünecek olsam, bu defa da
üçüncü olarak İsmet Özel gelir aklıma...
“Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu
Uyandırmak” şiirinde şöyle diyordu şair
İsmet Özel: “Kardeşlerim! / Bakın
yaklaşıyor yaklaşmakta olan!”…
karanlığında çıkmaz sokaklarda değil,
güpegündüz
ve
işlek
caddelerde
öldürülüyor. Duvarlara gizli gizli yazılar
yazılmıyor;
devletin
en
mahrem
konularında en münasebetsiz yorumlar
açıktan açığa, televizyonlardan naklen
yapılıyor. Bayraklar yakılıyor, karakollar
yakılıyor, otobüs durakları yakılıyor,
otobüsler yakılıyor, okullar yakılıyor,
gündüz gözüyle insanlar yakılıyor. Devasa
heykeller dikiliyor, askerlere taş atılıyor,
bölücü güçler gündüz gözüyle kimlik
kontrolü yapıyor. Anlatmakla bitmeyecek,
sıralamakla sonu gelmeyecek ve hazindir
ki duyunca inanılamayacak hadiseler
cereyan ediyor Türkiye’de… Sözün özü,
“tarih gözümüzün önünde yeniden
yazılıyor” rahmetlik Durmuş Hocaoğlu’nun
dediği gibi… Ve korkarım kardeşlerim,
dörtnala yaklaşıyor yaklaşmakta olan…
Siyaset bilimleri, uluslararası ilişkiler,
diplomasi terimleri, cilt cilt kitaplar, aylık
dergiler, günlük gazeteler, açık oturumlar,
köşe yazıları, fıkralar, konferanslar,
paneller, çalıştaylar, seminerler ve
bilimsel-akademik çalışmalar… Günümüz
Türkiye’sini anlamak için artık bunların
hiçbirine ihtiyacımız kalmadı. Türkiye
gündemine hâkim olmak için iki kişinin
oturup fikir alışverişi yapması bile zaman
israfı
sayılıyor
son
zamanlarda.
Kahvehaneler,
gidişatın
hararetle
münazara edildiği birer fikir kulübü görevi
görüyor.
Peki, tarihin yeniden yazıldığı, her şeyin
gözümüzün önünde cereyan ettiği, İbn-i
Haldun’un bahsettiği kıyametin çok
yaklaştığı bu günlerde, Türk Milliyetçileri
olarak neler yapıyoruz? Vicdanımız ve
kalbimiz rahat mı?
Cevabını Bekleyen Sorular
Benim kalbim rahat değil. Vicdanımın ise
iki eli de yakamda. Aynalarda her sabah
beni karşılayan derin bir utanç, göğüs
kafesimin üstünde ise karabasan gibi
çökmüş sorular, kemirip duruyorlar
beynimi:
Her şey o kadar aleni cereyan ediyor ki
hiçbir sır kalmadı perdeler arkasında.
Kimsenin kafasında olup bitenlere ait tek
bir soru işareti yok. Ülkemiz; hırsızlığın ve
haksızlığın açıktan açığa yapıldığı, yalan ve
riyanın açıktan hüküm sürdüğü, bir
zamanlar akıldan geçirmenin dâhi
mümkün olmadığı konuların (bkz:
Öcalan’ın ev hapsi, özerklik, eyalet sistemi,
sözde PKK şehitliği, Kürdistan, yerel
güvenlik teşkilatları vs.) açıktan tartışıldığı
bir ülke hâline geldi. Artık insanlar gecenin
1. Etnik bölücülerin ülke gündemini
belirlediği ülkemizde, Türk Milliyetçileri
olarak ağzı açık bir vaziyette “acaba bu
gün ne olacak?” diyerek kafamızı
kaşıyoruz gün boyu. Gündem oluşturmak
6
GENCAY
ne kelime? Gündemi takip etmeye bile
gücümüz yetmiyor. Türk Milliyetçileri
olarak, etnik bölücüler kadar ağırlığımız ve
itibarımız yok. Türk Milliyetçileri, bu
utancın giderilmesi için ne gibi çalışmalar
yapıyorlar?
sabah bir seçim olsa ve Türk Milliyetçileri
tek başına iktidar olarak sandıktan çıksa:
örneğin; sağlık sisteminin sorunlarına
hakim miyiz? Çözüm önerilerimiz var mı?
Hangi politikaları yürüteceğimiz belli mi?
Türk Milliyetçilerinin eğitim politikalarına
bakışı nedir ve gelecek için eğitim
noktasında halka vaatleri nelerdir? Bu
soruları Maliye Bakanlığı’ndan Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’na kadar bütün kurum
ve kuruluşlara uyarlayabiliriz. Sözün özü;
Türk Milliyetçileri kadro olarak, düşünce
zenginliği olarak ve inanç olarak iktidar
olmaya hazır mıdır? Hazır değilse neden
değil? Yok, eğer hazırsa, bu hazırlıktan
vatandaş olarak neden bizlerin haberi
yok?
2.
Türk
Milliyetçiliği,
Türkiye’de
yerleşmek ve yeşermek için bu kadar
müsait bir ortam bulmuşken, halkın
bizlere olan teveccühü neden her geçen
gün biraz daha azalıyor? Uğruna beş
binden fazla şehit verdiğimiz bu millet,
neden bizim sözümüze itimat etmiyor?
Türk Milliyetçileri olarak “milletimiz bizi
anlamadı” kolaycılığının arkasına mı
sığınacağız yoksa CHP seçmenleri gibi
“makarna” üzerinden halkı aşağılamaya mı
başlayacağız?
6. Mezhep çatışmalarının psikolojik
düzeyde devam ettiği ülkemizde, Alevi Sünni kutuplaşması ayyuka çıkmış
durumdayken, Türk Milliyetçileri bu
konuda hangi tezleri üretebilmiştir?
3.
Hocaoğlu’nun
“Kozmopolitan
Müslümanlık” diye tanımladığı vatan,
bayrak, devlet mefhumlarını tanımayan
bir Müslüman nesil yetişiyor.
Türk
Milliyetçilerinin bu konuda çalışmaları var
mıdır? Türk Milliyetçilerinin en büyük sivil
toplum örgütleri olan Türk Ocakları ve
Ülkü Ocakları, bu konu için herhangi bir
karşı eğitim - kültür faaliyeti yürütmekte
midir?
7. Madde bağımlılığının ilköğretim
sıralarına kadar yaygınlaştığı ülkemizde,
Türk Milliyetçilerinin yaptığı ciddi bir
bilimsel araştırma var mıdır? Türk
Milliyetçilerinin bu konudaki projeleri ve
düşünceleri
nelerdir?
Türk
Milliyetçilerinin hali hazırda yarısından
fazlasının sigara nedeniyle “bağımlı”
konumunda olduğu gerçeğini göz önüne
alacak olursak, bu projeler ne kadar ikna
edici olabilir?
4.
“Kürt
Meselesi”
için
Türk
Milliyetçilerinin tezleri nelerdir? “Ya sev Ya terk et” sloganından ve “kart-kurt”
teorisinden
öteye
geçemeyişimizin
müsebbibi kimlerdir? Bu konuda bilimsel
– akademik çalışmalara neden ağırlık
verilmiyor?
Sevgili okur;
istediğiniz sorudan
başlayabilirsiniz, başarılar dilerim…
5. Seçim meydanlarında “tek başına
iktidar” sloganıyla oy istiyoruz. Peki, yarın
7
GENCAY
OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU:
Türk Yerleşikliği Üzerine Bir Deneme
Veysel Gökberk MANGA
Ah Türkler, atı evcilleştirip binek hayvanı
olarak
kullanmaya
başladıklarında,
dünyâyı köklü bir şekilde ve uzun bir
süreliğine değiştireceklerinden herhâlde
habersizlerdi. Üzenginin îcâdı ve atın
binek hayvanı olarak kullanılması,
dünyânın daha önce görmediği, sonra da
görmeyeceği, tamâmen kendine has
özelliklere
sâhip,
öncekilerden
ve
sonrakilerden farklı bir hayat tarzı
meydâna getirdi. Bu hayat tarzını demir ve
at temsîl etti. Adına, konuyu inceleyen
uzmanlar tarafından "bozkır medeniyeti"
dendi.
değişen çetin hava şartlarıyla savaşmış; bu
da onları sert tabiâtlı, disiplinli, yılmaz,
mücâdeleci
insanlar yapmıştır.
Bu
karakter çizgilerinin biraz sonra bu
insanların hâkimiyet anlayışlarını, devlet
ve dünyâ tasavvurlarını etkilemesi bizi
şaşırtmamalıdır. Otlakların âdil kullanımı
zarûreti,
malların
ihtiyâca
göre
paylaşılması gereğini doğurmuştur. Bu
paylaşımı yapabilmek içinse, muktedîr bir
hâkim kuvvete ihtiyâç vardır. Bu hâkim
kuvvet, yâni devlet, hakkını yedirmeyecek
kadar sert, fakat düşkünlere karşı da
merhametli olmak zorundadır. Çünkü bu
insanların doğaya karşı tutumları da
aslında bundan ibârettir. Çetin şartlarla
mücâdele eden Türkler, doğaya karşı da
haklarını yedirmeyecek kadar serttirler.
Onun
sıcağından
ve
soğuğundan
korunmanın yollarını keşfetmişlerdir.
Ancak
yine
aynı
doğanın,
iyi
davranılmazsa kendilerine bir sonraki
gelişlerinde yaşam imkânı vermeyeceğini
bildikleri için, merhametli davranmak
mecbûriyetleri
de
vardır.
Onları
yerleşiklerden ayıran en önemli özellikleri,
doğaya itaat etmek yerine onunla uyum
içinde yaşamayı seçmiş olmalarıdır.
Bozkır
medeniyeti,
büyük
hayvan
sürülerine sâhip, en büyük günlük
meşgalesi onların karnını doyurmak ve
kendi hayatını böylece idâme ettirmek
olan ve bunun için hayvan sürülerine
sürekli yeni ve tâze çayırlar aramak
zorunda kalan insanların yaşamını anlatan
bir kavramdır. Hayvanların ürünleri ve
güçleri
üzerine
kurulmuş
bozkır
iktisâdiyâtı, bu medeniyet dâiresi içindeki
insanlara çok fazla oturmak imkânı da
vermemiştir. Bu insanlar, çadırlarını
kurdukları yerlerden kısa süre içinde
göçmek zorunda kalmışlardır. On binlerce
hayvanlık sürülerin yiyecek ihtiyâcı göz
önüne alınacak olursa, bu keyfiyet daha iyi
anlaşılacaktır.
Bozkır adamının at sırtında giden devleti,
tarihin en çok gezen devletidir. Bu
karakteri, onun, belki de diğer milletlerle
en fazla temâsa geçen devlet olmasını
sağlamıştır. Bu temâslar ise, yerine ve
zamanına göre farklı tepkiler ve
yaklaşımlar doğurmuştur. Bozkırın bittiği
Birçok eserde tespît edildiği üzere, bu
insanlar çadırlarda yaşamış, bozkırın
yaklaşık olarak -40 ve +40 derece arasında
8
GENCAY
yerlerde Türkler ve onların medeniyetine
dâhil olanlar, her zaman bir yerleşik
kalabalıkla
karşılaşmıştır.
İçinde
bulundukları
şartlar,
karşılaştıkları
yerleşiklere
karşı
tavırlarını
belirlemelerinde de en önemli etken
olmuştur. Şimdi, bu yerleşik kültürlerin
hangileri olduğunu ve konar-göçerlerin
onlara karşı nasıl tavır aldıklarını
incelemeye çalışacağız.
tarihte bizim bildiğimizden de çok daha
fazla kez karşı karşıya gelmiş, tabiatın
nimetlerini pay etmek için savaşmış
olmalıdır.
Türklerin
hayat
tarzının
zorluğu
nispetinde Çinlilerin hayat tarzının kolay
olması, birçok kez Türk kağanlarının
ilgisini çekmiş, birçok kağan Çin’i ele
geçirmeyi, onun nimetlerine sâhip olmayı,
kendisini ve milletini kolay yaşatmayı
düşünmüştür. Bir misâl verecek olursak,
Mete Han’ın oğlu Ki-ok’un böyle bir
niyetinin olduğunu, ancak vaktiyle Çin’den
kendisine sığınmış bir Çinli devlet
adamının onu “onların yemekleri sizinkine
benzemez, sizi böyle güçlü yapan
yemeklerinizdir,
nüfusunuz
azdır,
erirsiniz” diye uyardığını söyleyebiliriz.
Aynı kolaylık başka Türk kağanlarını da
çekmiş,
Çin’e
yerleşmelerine,
Çin’i
yönetmek hülyâsına kapılmalarına neden
olmuştur. Bunun en büyük delîli, Orkun
Kitâbeleri’nin Türkleri, “Çin’in tatlı sözüne,
yumuşak ipeklisine kanıp Türk milleti
öldün, Türk milleti öleceksin” şeklinde
uyarmasıdır. Bu “öldün” uyarısı o kadar
etkili ve uzun ömürlü olmuş, bozkırlıların
kafasına öylesine yerleşmiştir ki, Cengiz
Han’ın o gün için on milyon kadar olan
bütün Çinlileri, bir Moğol generalinin
etkisiyle,
savaşmayı bilmediği için
öldürmek ve bütün Çin’i otlak yapmak
fikri, bir Tatar devlet adamı tarafından
iknâ edilmesiyle ancak önlenebilmiştir.
Bozkır
Medeniyetinin
Temâsta
Bulunduğu Yerleşik Medeniyetler
At ve demirle temsîl edilen bozkır
medeniyetinin, atın sağladığı hareketliliği
olabildiğince
kullanarak
birçok
medeniyetle temâsa geçtiğini, yukarıda
açıklamaya
çalışmıştık.
Şimdi
ise,
Türklerin karşılaştıkları üç büyük yerleşik
medeniyetin özelliklerini ve konargöçerlerin
onlara
karşı
tavrını
inceleyeceğiz.
1-Çin Medeniyeti:
Bozkır halklarının ve özellikle bozkır
medeniyetinin yaratıcısı Türklerin bilinen
tarihleri, Çin ile karşılaşmalarıyla başlar.
Daha doğrusu, biz, yazılı metinlerden
Türkleri ilk defâ Çinliler vâsıtasıyla
öğreniyoruz.
Çin, konar-göçerler için, rahatlık, zenginlik
ve ihtişâmı ifâde etmiştir. Bozkırın bu sert
tabiatlı çocukları için, durduk yerde
yağmacılık hiçbir zaman makbûl bir şey
olmamakla birlikte, millet aç ve çıplak
kalmaya başladıkça, Çin üzerine yağma
seferleri açıldığı da bilinen bir şeydir. Bu
hâlde, toprağın üreten ve biriktiren
çocuklarıyla bozkırın mücâdeleci evlâtları,
Bu hâlde, konar-göçer Türkler, Çin
medeniyetine, lüzûmu hâlinde geçimlik
sağlamak için yağmalanacak; normal
şartlarda
vergiye
bağlanacak,
ipeklilerinden faydalanılacak bir gelir
kaynağı olarak bakıyordular. Ama bu bakış
9
GENCAY
açısına rağmen, Çin’i fethetmek isteyen
birçok Türk kağanı, çok da zorlanmadan
bu ülkenin yönetim merkezlerinden birini
eline
geçiriyor;
bir
süre
sonra
Uzakdoğu’nun hoş kokularında kendinden
geçiyor, Çinlileşiyor ve kendi milletine,
bozkır iktisâdiyâtını temsil eden ve bunun
için yerleşik halkı vuran akrabalarına
düşman kesiliyor; bu fâtihin kendi
milletlerinden olduğunu bilen konargöçerler
ise,
yakın
akrabalarının
değişimine hayret ediyor, ancak hayretleri
çok da uzun sürmüyor ve ilk vesîleyle, kısa
bir süre önce yönetici verdikleri yerleşik
Çin’e tekrar saldırmaya başlıyorlardı.
refâhlarına hücum eden düşmanlar olarak
görmüşlerdir. Hattâ yerleşikliğin o kadar
iyi savunucusu olmuşlardır ki, isteseler ve
arasalar bile Çinliler “Topalar” ve Farslar
da Sançar kadar iyi bir savunucu
bulamazlardı.
Fars medeniyeti ve yerleşikliğinin de Çin
gibi Türkleri kendi içinde eritmek, âtıl,
miskin, daha az saldırgan hâle getirmek
istediği doğrudur. Onun da elinde
Doğu’nun
sarhoş
edici
kokuları,
yerleşikliğin nisbî huzuru, doğanın
olumsuz şartlarının kapalı evlerde bertarâf
edilebiliyor olması silahları vardır. O da
konar-göçerlere bu silahların aynıyla
saldırmıştır. Onun büyük şehirleri Türkler
tarafından daha çok ilgi çekici bulunmuş,
daha fazla Türk nüfûsunun oturduğu
yerler olmuştur. O kadar ki, Uygurların
önünden kaçan Oğuzlar, Farslar sâyesinde
yerleşikliği öğrenmiş, belki de onları taklît
ederek, yeni şehirler de kurmuştur. Ancak
GROUSSET’nin
aynılaştıran
ifâdesine
rağmen, iki yerleşikliğin konar-göçerlerin
zihninde çok farklı mânâlara geldiğini en
baştan belirtelim.
Türklerin, ilk karşılaştıkları yerleşiklik
modeline, Çin yerleşikliğine, yukarıdaki
anlaşılabilir sebeplerle düşman olduklarını
ve hattâ yeri geldiğinde onun tamâmını
otlak yapmak istediklerini gördük.
Dolayısıyla, böyle bir yerleşikliğin konargöçerlik bilincini koruyan Türkleri
cezbetmeyeceği, cezbetse bile Türk
kimliğinden uzaklaştıracağı için onların bu
yerleşikliğe karşı çekimser kalacağı,
onunla mümkün olduğu kadar az
alışverişe gireceği de ortadadır.
Fars bölgesi Hunlar devrinden beri
Türklerle komşu durumundadır. Daha o
çağlardan îtibâren, Türklerle meskûn bir
bölge olduğu düşünülebilir. Ayrıca, önce
Uygurların, sonra Kırgızların tazyîkiyle
batıya göçen Oğuzlar, çok büyük bir
kalabalık hâlinde konar-göçer hayatlarını
bu bölgede de sürdürmüş ve yavaş yavaş
yerleşikliğe de geçmiş olmalıdırlar.
Sâmânîler, en azından yönetici âilesinin
Kayılardan geldiği söylenen Gazneliler ve
Selçuklular
devri,
Türklerin
Fars
yerleşikliğiyle tanıştığı, hattâ bir ölçüde
kaynaştığı dönem olmuştur. Bu yüzden,
2- Fars Medeniyeti:
GROUSSET’ye göre, Çin veyâ Fars
medeniyeti, hangisinin sınırlarına girmiş
olursa olsun, yerleşikleşmiş Türkler
konar-göçerlere düşmanlık güderler ve
onlara karşı yerleşikliği savunmaya
başlarlar. Çünkü onlar, iki etkiden, yâni,
yerleşen Türklerin nispeti gittikleri
ülkenin yerleşiklerine göre az olduğundan
ve yerleşik medeniyetin uyuşturucu
etkisinden
dolayı
bu
kültürü
benimsemişler, konar-göçerleri kendi
10
GENCAY
Çin ve Fars yerleşikliğinin, konumuz içinde
ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu büyük
farkın özellikle söylenmesi gerekir: Çin
yerleşikliği
konar-göçerlerin
dışında
kaldıkları ve lâzım oldukça saldırdıkları
“düşman”
bir
yerleşiklikken,
Fars
yerleşikliği berâber yaşadıkları, yine ara
ara yağmadan çekinmedikleri, fakat Çin’e
olduğu kadar düşman olmadıkları, bir
ölçüde kendilerini de etkileyen, yerleşikliği
öğrenmelerini sağlayan bir yerleşikliktir.
Bu,
konar-göçerlerin
yerleşiklikle
münâsebetlerinin de ikinci safhasıdır.
sonra hükümdarlık âilesinin son ferdinin
Selçuklulardan Gaznelilere karşı yardım
istediği bilinmektedir.
Bu dönemde Fars yerleşikliğinin konargöçerlere karşı kesin tavrının temelleri
atılmaya başlanmıştır. Zîrâ konar-göçer
Türkler veyâ o devirdeki adlarıyla
Türkmenler, rahat durmamakta ve köyleri
yağmalamaktadırlar.
Buna
karşılık
Gazneliler Selçuklulara yönelik tedbirler
almakta, ancak bunlar da yeterli
olmamakta ve bütün bu tedbirlere rağmen
Selçuklular, büyük komutanları Çağrı Bey
komutasında Anadolu’ya ilk plânlı
seferlerini yapmaktadırlar.
Fars yerleşikliğiyle Türklerin tanışıklığını
da üç devirde incelemek mümkün.
Birincisi, Sâmânî devridir. Bu devirde
Sâmânîlerin elinde olan birçok şehirde
Türklerin de yaşadığını düşünmek gerekir.
Bu arada Türkler yavaş yavaş Müslüman
olmaya da başlamışlardır. Bu devletin
sınırları içinde Türklere yönelik bir
misyonerlik faaliyetinin yürütüldüğünü,
Sâmânî devrinde ilk Türkçe Kur’an
tercümesinin
yapılmış olmasından
anlıyoruz. Yine aynı yıllarda bâzı konargöçerlerin Sâmânî şehirlerinin etrâfında
köyler teşkil etmiş olmaları da ihtimâl
dâhilindedir.
Selçuklu devrini de kendi içinde ikiye
ayırarak incelemek yerinde olacaktır.
Evvelâ, Selçukluların uzun mücâdeleler
sonucu 1040 yılında Dandanakan’da
Gaznelilere vurdukları büyük darbe, Türk
tarihini değiştirecek Selçuklu Devleti’nin
kurulması
sonucunu
doğurmuştur.
Burada, genel hatlarıyla da olsa, bir Selçuk
tarihi vermek mümkün olmayacaktır ve
lüzûmsuzdur da. Ancak şunu bilmek
gerekir ki, 1040’ta Dandanakan’da
Türkmenlerin ağır silahlı Gazne ordusunu
bozarak kurdukları devlet, bundan
yaklaşık otuz sene sonra birinci evreyi
tamamlayarak ikinci evreye geçmiş ve
Fars yerleşikliğinin hudûdları içine
girmiştir. Melikşâh’ın hâkimiyet devri,
devletin kendisini kuran Türkmen unsura
yabancılaştığı,
onu
hakîr
görmeye
başladığı devirdir.
İkinci devir, Gazneliler devridir. Yönetici
âilesinin de Türk olduğu bilinen
Gazneliler, Karahanlıların yıktığı Sâmânî
Devleti’nin yerinde kendi imparatorluğunu
kurmuştur. Bu devletin konar-göçerlere
karşı tutumunu aydınlatacak, elimizde
epeyce bilgi vardır. Hattâ henüz bir devlet
kurmayı becerememiş Kınık boyundan
Selçukluların
bir
dönem
onların
hâkimiyetlerine
girdikleri,
bâzen
Karahanlıları,
bâzen
Gaznelileri
destekledikleri, Sâmânî Devleti yıkıldıktan
Konar-göçer Türkmenlerin, kendisine
yabancılaşmış, üstten bakan, onu hakîr
gören bir yerleşikliği tasvîp etmesi
mümkün değildir. Kadîm gelenek üzere,
11
GENCAY
Selçuklu hânedânının Türkleri ve dünyâyı
yönetme
hakkına
sâhip
olduğu
Türkmenler
tarafından
kabûl
ediliyorduysa da, bu dönem artık Selçuklu
Türkmenlerinin, kendi kurduğu ülkenin
sarayını ele geçiren Fars yerleşikliğine
karşı mücâdele ettiği dönemdir ve bu hâl,
Türkiye Beylikleri kurulana kadar devâm
edecektir.
yerleşikliğinin
Türkler
üzerindeki
etkisinin, Fars yerleşikliğinin geçmişi
neredeyse iki asra kadar dayanan tesiri ve
aradaki din farkı nedeniyle, diğer iki
yerleşiklikten
daha
az
olduğu
düşünülebilir. Ayrıca, çeşitli vesîlelerle
birçok Rum, Türklerin hizmetine ve
sarayına girmiş, Çaka Bey’in donanma
kurması ve Köse Mihal misâllerindeki gibi
yararlı olmuşsa da, Türklerin Rum
yerleşikliğinden
doğrudan
faydalandıklarını ve fazlasıyla etkilenerek
kalıcı devletlerini öylece kurduklarını
söylemek fantezi olur.
3-Roma Medeniyeti:
1040 Dandanakan’la Gazneli tehlîkesini
bertarâf eden ve 1071 Malazgirt’le, daha
önceden de tanıdığı Anadolu’yu kendisine
yurt yapmak için büyük kitleler hâlinde
göçe başlayan Selçuklular, burada da eski
ve büyük bir medeniyetin enkâzına
tesâdüf ettiler. Henüz yıkılmasına dört yüz
yıla yakın bir süre varsa da, Doğu Roma,
eski parlak günlerini uçsuz bucaksız
karanlıklarda sayılı mumlarla aramaktaydı
ve kendi içindeki Hristiyan unsurlar, hattâ
doğrudan Rumlar bile, devletin yüksek
vergi alan ve âdil olmayan yönetiminden
nasîplerini almaktaydılar. Anadolu, SâsânîBizans mücâdelelerinden îtibâren zâten
nüfûsça seyrelmeye başlamıştı. Bizans’ın
bu savaşlarının yaklaşık beş asır kadar,
farklı devlet ve milletlere karşı aralıksız
devâm etmesi ise, buradaki köylü nüfusun
artık yok olmaya yüz tutması mânâsına
geliyordu.
Rum medeniyetinin Türkler üzerine etkisi
vardır; bir kere, mutlaka üzerine gidilmesi
gereken bir düşman olmak îtibâriyle
vardır. Sonra, çok büyük bir devlettir ve
tecrübelerinden her akıllı ufak devlet
faydalanmak isteyecektir. Bunlar da
reddedilemeyecek hakîkatlerdir. Ancak
Rum
yerleşikliğinin
biraz
sonra
bahsedeceğimiz Türk yerleşikliği üzerinde
iddia edildiği kadar yaygın ve ana
damarlara kadar uzanan bir etkisini
olduğunu söylemek ise çok zordur.
Osmanlı’nın Uzun Yaşamasında Bir Tez
Olarak Türk Yerleşikliği
“Osmanlı’nın bir uç beyliği iken nasıl olup
da bir imparatorluğa dönüştüğü” meselesi,
tam olarak bu soruyla ve bu soru onlarca
kez sorularak, uzun yıllardır Osmanlı
tarihçileri tarafından tartışılagelmiştir.
Soruya, herkes kendi açısından cevâplar
vermiş, 20. asrın başlarında bir muamma
olan mesele, M. Fuad KÖPRÜLÜ’nün
bilimsel dokunuşuyla hal yoluna girmiş,
ondan sonra gelen tarihçiler, geçen uzunca
Osman TURAN’ın naklettiği üç tarihî kayda
göre, Anadolu’ya yapılan Türkmen
akınları, Rumların bölgeyi boşaltıp Batı
Anadolu ve Balkanlara göçmesine sebep
oluyordu. Türkler, böylece, geldikleri ve
yerleştikleri Anadolu’da, karşılarında
büyük bir yerleşik Rum kitlesiyle
karşılaşmamış
olmalılar.
Rum
12
GENCAY
süre içinde kendi yaklaşımlarıyla meseleyi,
çeşitli cepheleriyle ortaya koymuşlardır.
Mesele halledilirken, olaya yalnızca
Osmanlı tarafından bakılmaması, Osmanlı
Selçuklu’nun devâmı olduğuna göre,
soruyu cevâplarken de devâmlılığın esas
alınması gerektiğini ortaya ilk olarak ve en
ciddî şekilde koyan da KÖPRÜLÜ’dür.
KÖPRÜLÜ’den sonra yapılan araştırmalar
ise genellikle Osmanlı tarihçiliğinin
mahdûd dâiresi içinde kalmakla birlikte,
Türk tarihini bir bütün olarak gören
araştırmalar da elbette yapılmıştır. Bu
yazı, yukarıda bahsettiğimiz “yerleşiklik”
kalıbı içerisinde, Osmanlı’nın nasıl uzun
ömürlü
bir
imparatorluk
olduğu
meselesine yeni bir bakış açısı getirmek
iddiasındadır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Melikşâh’la
başlayan kısmı ve Türkiye Selçuklu
Devleti’nin neredeyse tamâmı, Türk
hükümdarlarının
Fars
yerleşikliği
modelinde bir saray yapısı ve anlayışıyla
devletlerini
yönetmelerine
sahne
olmuştur. O kadar ki, Fars etkisi kurucu
unsur olan Türkmenlerin hor görülmesine
neden olmuş, yalnız bununla da sınırlı
kalmamış, Selçuklu hükümdârlarının ve
şehzâdelerinin bâzıları Farsça şiirler
yazarak Farsçanın bir edebiyât dili
olmasına da ciddî katkılar sağlamışlardır.
Ancak bu, bâzı tarihçilerin yaptığı gibi,
kesinlikle bir suçlama değildir. Tarihin her
şeyden bağımsız bir seyri vardır. Türk
yerleşikliğinin gelişimi, bu seyrin içinde,
kendine has şartlarla oluşan bir süreçtir.
Türk yerleşikliğinin teşekkülü sırasında,
evvelâ yerleşikliğe düşman olan Türklerin,
Fars yüksek kültürü vâsıtasıyla yerleşik
kültürün hudûdlarına girmeleri ve yavaş
yavaş yerleşikleşmeleri söz konusudur. Bu
arada, Farsçanın da yerleşikliğin en büyük
sembolü olan sarayda konuşulması da, çok
normaldir. Fakat bugünden bakınca… Yine
hiç kimse, kendi kurduğu devletin
kendisine yabancılaşmasını, meselâ Sultan
Sançar’a karşı savaşan Türkmenlere
“tarihî seyir penceresi”nden açıklayamaz.
Selçuklu Devleti bir yandan kendisini Fars
yerleşikliğinin içinde konumlandırırken,
bir yandan da devleti berâber kurduğu,
kendi
soyundan,
akrabaları
olan
Türkmenleri,
yeni
yurtlar
açarak
oturtmayı,
parçalayarak iskân etmeyi
düşünmüş, Anadolu’ya ilk göçleri bu
ideoloji ile gerçekleştirmiştir. Türkiye
Selçukluları’nın artık büyük bir güç
oldukları 13. asrın başlarında, elimizde
kesin rakamlar yoksa da, Türklerin
Anadolu’da epey kalabalık oldukları bâzı
kaynaklara dayanılarak tahmîn edilebilir.
Ancak onların bu bölgede kalabalık
olmaktan ziyâde kaahir ekseriyet hâline
gelmelerini başka bir olay sağlayacaktır:
Moğol istilâsı.
Hârezmşahlar Devleti’nin olduğu bölgede,
Heterodoks
Türk
Müslümanlığı’nın
kalabalık kitleler tarafından temsîl edildiği
bilinmektedir.
Heterodoks
Türk
Müslümanlığı, bu yazının konusu dışında
kalmakla birlikte, kısaca, İslâm’ın günlük
ibâdetlerini kendi günlük yaşamına
yerleştirmemiş Türkmenlerin, dervişler ve
tasavvuf vâsıtasıyla öğrendikleri, şamanî
öğeler taşıyan bir halk islâmıdır. Türkler,
daha en başından beri, İslâm’ı tasavvuf
vâsıtasıyla öğrenmişlerdir. Bu, biraz sonra
Türklere, Türk yerleşikliğinin tesisinde
müthiş bir avantaj sağlayacaktır.
Moğol istilâsının önünden kaçarak
Anadolu’nun kapılarına dayanan, ancak
13
GENCAY
Alâeddin Keykûbâd’ın bütün çabalarına
rağmen
Selçuklularla
da
savaşan
Celâleddin Hârezmşah’ın ordusundan arta
kalan Hârezmlilerin, Orta Anadolu’ya
yerleştirildikleri bilinmektedir.
Bu
ordularla berâber, dervişler de aynı
zamanda birer savaşçı oldukları için,
birçok dervişin de Anadolu’ya gelmiş
olması gerekir. Zâten ordularla yalnızca
konar-göçerlerin değil, Moğollardan kaçan
köylü ve şehirli unsurların da geldiği
malûmumuzdur.
Böylece
gelen
Heterodoks Türkmen dervişler, kısa
sürede Anadolu’nun Türklerle meskûn
yerlerine dağılmış olmalıdırlar. Onların
faaliyetlerinin çoğunu Orta, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da yoğunlaştırdıkları
ve bu faaliyetlerin birkaç sene sonra,
Anadolu’nun
sosyal
yapısının
değişmesinde büyükçe katkısı olacak
Babaî isyânını ortaya çıkardığı da
gerçektir.
uygulayıcısı olan dervişlerin, bu kıyâmla
ilişkileri
bulunduğunu
varsaymak
mümkündür.
Selçuklu’nun
parçalayarak
iskân
politikasını, Osmanlı da devâm ettirmiş,
Moğolların önünden kaçan Türkmenleri
yeni açtığı yurtlara, oraları şenlendirmek
için göndermiştir. Bu da yine, bâzen
kendileri de bir Türkmen kitlesinin
yöneticiliğini yapan dervişler sâyesinde
gerçekleşmiştir. Babaî isyânı sırasında
Fars yerleşikliğine, devletin Türkmen’e
zulmüne, iktisâdî adâletsizliğe, sultanın
sefahâte dalışına karşı Türkmenleri
ayaklandıran dervişler, bundan yaklaşık
yarım asır sonra Moğol istilâsının önünden
kaçarak Anadolu’da patlamaya hazır, hattâ
belki Anadolu’ya bile sığmayan bir
kalabalık oluşturan Türkmenleri, kendi
rızâlarıyla ve kurulan yeni beyliklerin
siyâsetlerine paralel olarak, toprağa
yerleştirmek vazîfesini üstlenmişlerdir.
Belki de bu Babaî dervişleri, başka bir
kimliğe bürünerek Âşıkpaşaoğlu’daki
Abdâlân-ı Rûm olarak görünmüşlerdir.
Ahmet Yaşar OCAK’ın, Selçuklu’nun
Türkmenleri
Moğollara
karşı
sevk
edemediği tespiti, burada önemlidir.
Selçuklu artık konar-göçerler üzerindeki
hâkimiyetini kaybetmiş, onları hiçbir yere
sevk edemez duruma gelmiştir. Ancak
Selçuklu’nun Moğollara karşı sevk
edemediği
bu
Türkmenler,
kendi
kendilerine Moğollara karşı isyân etmiş ve
Selçuklu’ya karşı siyâsî iddialarını da, belki
daha alçak sesle ve başka usûllerle devâm
ettirmişlerdir. Meselâ, bunların Türkçeyi
yaygın
olarak
kullandıkları
ve
propagandalarını
Türkçe
yaptıkları
düşünülürse, Karamanoğlu’na Konya’da
Türkçeyi resmî dil îlân ettiren irâdenin bu
Babaî isyânı, Frenk askerlerinin gayretiyle,
Selçuklu ordularının kılıçları altında
sönmüşse de, etkileri isyânın kendisi gibi
bir ânda sönmemiş, isyâncı derviş ve
Türkmenlerin başka bir karakterle ortaya
çıkmalarını intâc etmiştir. Aslında burada,
Karamanoğulları’nın Konya’yı işgâlinin de
Babaî isyânının devâmı olarak görülüp
görülemeyeceği sorusu ortaya çıkar.
Çünkü Karamanoğulları’nın atası olarak
kabul edilen Nûre veyâ Nûreddin Sûfî’nin,
Baba İlyas’ın müridlerinden biri olduğu da
söylenmektedir. Bu söylence gerçek olsun
veyâ olmasın, Türkmenlerin topluca
kıyâmının saman alevi gibi bir ânda
parlayıp söndüğünü düşünmek pek
mantıklı olmasa gerektir. Elbette, biraz
sonra Türkmen Beylikleri’nde ortaya çıkan
ve bizim Türk yerleşikliğinin de
14
GENCAY
irâde olabileceği ihtimâli akla çok
yatkındır. Çok hızlı şekilde Anadolu’da
yerleşerek ilerlediklerinin ispâtı da, hem
az önceki Karaman irtibâtı, hem Geyikli
Baba ve Abdal Mûsa ’nın hareket
sahalarının bilinmesi ve hem de
Germiyanlıların
Babaî
isyânının
bastırılışına katıldıktan sâdece otuz kadar
yıl sonra Batı Anadolu’da görünmeleridir.
Bu dervişlerin, özellikle Geyikli Baba, Hacı
Bektaş
ve Abdal Mûsa örneğinde
görüldüğü üzere yerleşik hayata geçtikleri
ve BARKAN’ın o çok ünlü makalesine göre
zâten bu işle vazîfeli oldukları yahut
vazîfeli değillerse bile devletle irtibâtlı
olarak çalıştıkları ve bunun karşılığında
devletten hem iltifât, hem de yardım
gördükleri açıktır.
Devletin konargöçerleri yerleşik hâle getirmek istediğinin
birçok misâlleri de vardır.
Peki bu Türk yerleşikliği, tam olarak
nedir? Hangi şartlar altında teşekkül
etmiştir? Onu Fars yerleşikliğinden ve
diğer yerleşikliklerden ayıran temel etken
nedir? Ne olmuştur da yerleşen Türkler,
isyân etmek fikrinden vazgeçmişlerdir?
Onları devlete bu kadar bağlı kılmak nasıl
mümkün olmuştur? Devletin uzun ömürlü
olmasını
Türk
yerleşikliği
nasıl
sağlamıştır?
Türk yerleşikliğinin ortaya çıkmasında
birinci derecede etkili faktör, coğrafyadır.
Kızılırmak yayının içinde ve etrâfında
yazlayan Türkmenler, kışları da Irak ve
Suriye’nin kuzeyinde dağılarak geçirirler
ve onlar, Türk yerleşikliğinin şümûlüne
girmezler. Bu yerleşikliği anlamak için,
Kızılırmak yayının daha batısını düşünmek
lâzımdır. Burada, coğrafî etkenler, onların
uzun mesâfeli göçler yapmasına engel
teşkîl ederler. Dolayısıyla, buradakiler
artık farklılaşırlar ve aynı etnik kökenden
geliyor olmalarına rağmen, bir süre sonra
“Yörük” olarak anılmaya başlarlar.
Türkmenlerin devlet kurmak iddiaları
vardır. Nihâyet onlar, yayıldıkları İç
Anadolu’da at yetiştiriciliğine devâm eder
ve kendilerinden istenen vergilere
başkaldırabilirken,
Yörük
olarak
tanımlanan Türkler ise, itaat etmeye daha
müsâit, âtıl, devlet kurma iddiasından
yoksun olmuşlardır. Aynı Yörüklerin,
Anadolu’nun
coğrafî
devâmı
olan
Balkanlarda da var olduklarını biliyoruz.
Onlar da “evlâd-ı fâtihân” ve Osmanlı’nın
gönüllü
neferleri
olmak
îtibâriyle,
iddialarını
Osmanlı’nın
iddialarında
eritmişler ve devlete toplu hâlde
başkaldırmayı
hiçbir
zaman
düşünmemişlerdir. Onların yerleşikliğini
tesis edenlerse, Sarı Saltık gibi dervişlerdir
Buraya kadar söylenenler, özellikle
Türkiye Beylikleri devri ile berâber,
Osmanlı’nın ve diğer beyliklerin, Moğol
istilâsı önünden kaçan veyâ daha önce
Selçuklularla gelmiş bulunan Türkmenleri
yerleştirmek
istediğini
göstermiştir,
sanıyoruz. Özellikle “parçalayarak iskân”
meselesi, bu yerleşme hâdisesinin önemli
bir ayağıdır. KÖPRÜLÜ, bunun, “aşîret
tesânüdünü kırdığını” söyler.
İster
parçalayarak, ister doğal bir süreçte
parçalanarak olsun, gerçekten de, böylece,
birbirinden ayrılan büyük Türkmen
grupları, devlet kurmak iddialarını
unutmaya başlamış olmalıdırlar. Aynı boya
mensubiyetin verdiği birlik duygusu ve
dayanışma ortadan kalkınca, Türk
yerleşikliği de yavaş yavaş teşekkül
etmiştir.
15
GENCAY
ve oradaki yerleşikliğin tesisinde yine
dervişlerin rolü olduğu böylece anlaşılır.
Fars veyâ Moğol değil, Türk’tür, her işini
Türkçe görmektedir ve böylece tamamen
meşrûdur. Bu, Türk yerleşikliğinin artık
oturduğunu ve Fars yerleşikliğine karşı
isyânda kullanılan en büyük tezlerden,
propaganda
vâsıtalarından
birinin
çürüdüğünü gösterir.
Osmanlı Devleti’nin Balkanları açmasıyla
birlikte Balkanlara yerleştirdiği ve daha
sonra
Türkiye’de
yaptığı
fetihler
vâsıtasıyla
hâkimiyetine
aldığı
Türkmenler, ilk başta devletin ideolojisini
taşıdıkları için, ona karşı isyânı
akıllarından geçirmediler. Zâten biraz
sonra kısa mesâfe göçerliğine geçerek
birçoğu Yörük olmuş ve beylik iddialarını
kaybetmişlerdir. Yörüklük onları daha
devletçi
veyâ
devletsever
yapmış
olmalıdır. Fetret Devri’nde çıkan Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin isyânı ise,
Babaî isyânından farklılıklar gösterir. Bir
kere, o isyân bir Türkmen isyânı değil,
sipâhi ayaklanması olmak îtibâriyle,
konumuzun dışındadır.
Bu, diğer
yerleşiklikliklerden köylülerinin yapısıyla
ayrılan Türk yerleşikliği, Osmanlı’yı
seleflerinin âkıbetinden kurtarmış, bir
büyük isyân neticesinde parçalanmasının,
Türkmenlerin
başka
hükümdârlar
arkasında bölünmesinin önüne geçmiştir.
Bunda, Babaî isyânının çıktığı Orta
Anadolu bölgesinin bir kısmının, daha bir
süre Osmanlı mutlak hâkimiyetine
alınamamasının da olumlu etkileri vardır.
Merkezî devlet kurulduktan ve YörükTürkmen ayrımı netleştikten sonra,
genellikle
Babaî
isyânının
çıktığı
bölgelerde patlak veren Celâlî isyânlarıysa,
devletin Türkmen kitlelerine göre çok
kuvvetli merkezî bir devlet olması, silah
teknolojisinin gelişmesi, Yörüklerin bu
isyânla çok da fazla ilgilenmemesi ve
durumun 13. asırdan büyük bir farklılık
göstermesi nedeniyle Osmanlı’yı, Babaî
isyânının Selçuklu’yu sarstığı kadar
sarsamamıştır. Artık isyân edilen devlet
SONUÇ
Biz, burada, Osmanlı’nın neden uzun
yaşadığı sorusunu, Türk yerleşikliğinin
teşekkül etmesine ve bu yerleşikliğin
devlet kurma iddiasında olmamasına
bağladığımızı açıklamaya çalıştık. Bu
yerleşiklik, şehirlerde ve belki kasabalarda
diğer
yerleşikliklere
benzerlik
gösteriyorsa da, özellikle Yörük köylerini
içine alıp Türkmenleri bunun dışında
bıraktığı için, asıl karakteri köylerde
ortaya çıkan bir yerleşikliktir. Kısa mesâfe
göçeri olan bu Türk köylüleri, bir “köylü
imparatorluğu” olan Osmanlı’nın da ana
dâhilî
karakterini
oluşturur.
Türk
yerleşikliği,
üç
dört
asır
içinde
Anadolu’nun isyâncı havasını dingin, âtıl
ve belki miskin sayılabilecek bir havayla
değiştirmiştir. İsyân çıkarmak isteyen
Türkmenler, arkalarına büyük kitleleri
almak şansından mahrum kalmışlar ve
isyânları kolayca söndürülmüştür. Türkler
arasına tasavvuf yoluyla ve dervişler
aracılığıyla giren bu Türk yerleşikliği,
Anadolu’nun çehresini konar-göçerden
kısa mesâfe göçerine değiştirmiş ve
devletin uzun ömürlü olması savaşında bir
yardımcı cephe açmıştır. Tarihin ve talihin
garip bir cilvesi olarak, konar-göçer
Türk’ün devleti de kendisi gibi kısa sürede
konup göçüyorken, yerleşik Türk’ün
devleti daha uzun ömürlü olmuştur.
16
GENCAY
Türk yerleşikliği, müspet veyâ menfi bir
kavram değil, sâdece bir kavramdır. Türk
yerleşikliğinin iyi mi, kötü mü sonuçlar
verdiği burada tartışılmamış, bu konu hiç
dikkate alınmadan, ortaya atılan kavram
açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tezin
desteklenebilmesi için, özellikle Batı
Anadolu ve Balkanların Yörük köylerinin
“diğer” köylere nispetinin araştırılmasına
ihtiyâç vardır. Zâten köyler üzerinde böyle
çalışmaların yapıldığı da bilinmektedir. Bu
araştırmaların bu tez doğrultusunda,
ilerleyen
zamanlarda
incelenmesi
gerekecektir. Fakat her ne olursa olsun,
tezin ispâtı da, inkârı da ancak ve ancak
bilimsel yollarla mümkün olacaktır. Bu,
“tek taraflı bir îzâh” değil, yalnızca yeni
açılmış bir cephedir. Ve bu çalışma,
Osmanlı’nın uzun ömürlü olmasını
sağlayan etkenler arasında, bundan sonra,
“Türk yerleşikliği”nin de göz önüne
alınması veyâ alınmaması için bir tartışma
açmayı hedeflemektedir.
10. Osman Turan, age, syf. 89.
11. Melikşâh 1088’deki Türkistan seferinde başarılı
olup İsfahan’a döndükten sonra, Semerkant civârındaki
Yağma ve Çiğil toplulukları, “sultânın kendilerine bir
lokma yemek vermediği” gerekçesiyle ayaklanmışlardır.
Bu da, artık, Selçuklu Devleti’nin konar-göçerliğe karşı
tavrını göstermek bakımından önemlidir. Tavır o kadar
değişmiş ve yerleşikleşmiştir ki, bâzı Türk boyları
Selçuklu’ya, konar göçer teâmüllerine aykırı davrandığı
için isyân etmişlerdir. Osman Turan, age, syf. 209-211.
12. Mustafa
Kafalı,
Anadolu’nun
Fethi
ve
Türkleşmesi, Berikan Ankara 2013, syf. 22-23.
13. Osman Turan, age, syf. 278-279.
14. Osmanlı’nın kuruluşu tartışmaları ve Batılı
tarihçilerin bâzı mesnetsiz iddialarına verilmiş cevâplar
için bkz. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun
Kuruluşu, Akçağ Ankara 2009.
15. Osman Turan, age, syf. 72, 90 numaralı dipnot;
338. Yine Melikşâh’ın Farsça şiir yazdığına dâir, Turan,
age, syf. 219.
16. Köprülü, age, syf. 79-81.
17. Köprülü, age, syf. 72.
18. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Dergâh
İstanbul Şubat 2014, syf. 91-97.
19. Ocak, age, syf. 67.
20. Ocak, age, syf. 129-133.
21. Ocak, age, syf. 227-232.
22. Ocak, age, 157, 175, 178
23. Ocak, age, syf. 58. Ayrıca, bu iskân politikasını
iyice anlayabilmek için BARKAN’ın şu makalesine
bakılmalıdır: Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devirlerinin
Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler,” Vakıflar Dergisi,
s. 2, Ankara 1942, syf. 279-304.
24. Ocak, age, syf. 80-81.
25. Ocak, age, aynı yerde.
26. Barkan, agm.
27. Ocak, age, 164, 232.
28. Ocak, age, 61.
29. Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. Hüseyin Nihal Atsız,
Ötüken İstanbul Aralık 2011, syf. 54-56; Ocak, age, 219221.
30. Ocak, age, 221-224.
31. Turan, age, syf. 300.
32. Ocak, age, syf. 189-198.
33. Barkan, agm.
34. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik
Çağ(1300-1600), YKY İstanbul Nisan 2007, syf. 16-17.
35. 17 numaralı dipnota bkz.
36. Ocak, age, syf. 200-206.
37. Bahsedilen Yörük-Türkmen ayrımı konusundaki
temel fikirlerimi, Prof. Dr. Üçler BULDUK’un yine Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerinde edinmiş
buluyorum. Dolayısıyla, Prof. BULDUK’un bu tezin
oluşmasında büyük katkısı vardır.
38. OCAK, age, syf. 170.
KAYNAKÇA
1. Osman Turan’ın bir nakline göre, bir kaynakta
Türklerden bahseden Ebu İshâk e’l-Gazzî, onlar için
“Türklerle karşılaşıldığı zaman melek gibidirler; lâkin
savaşta ifrit kesilirler” diyerek çizmek istediğimiz tabloyu
kısaca özetlemiştir. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken İstanbul 2009, syf. 409.
2. Saadettin Gömeç, Türk-Hun Tarihi, Berikan
Ankara 2012, syf. 93-95. Bu hâdiselerle alâkalı misâlleri
çoğaltmak için ayrıca bkz. Saadettin Gömeç, Kök Türk
Tarihi, Berikan Ankara 2011.
3. Orhun Abideleri, nşr. Muharrem Ergin, Boğaziçi
İstanbul Ağustos 2011, syf. 57-59.
4. René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken
İstanbul Ağustos 2010, syf. 285-286.
5. René Grousset, age, syf. 25-26.
6. Türklerin yerleşikliği Farslardan öğrendiğini, Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde verdiği derslerden
öğrendiğim Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU’ya burada
teşekkür etmek isterim.
7. Osman Turan, age, syf. 421.
8. Osman Turan, age, syf. 88-92.
9. Osman Turan, age, syf. 64-99.
17
GENCAY
KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY
Canan CAVŞAK
“… Ve oturdu mu bir masaya hakkını verir
çay içmenin.” Cahit Zarifoğlu
severiz çayı? Öncelikle bu alçak gönüllü
içeceğin tarihçesine, bize nasıl ulaştığına
kısaca bir bakalım.
“ Yazsam okusam, okusam yazsam biri
devamlı çay verse bana…” Ömer Lütfi Mete
Çay, dünyada sudan sonra en çok içilen ve
5000 yıllık geçmişi olan bir içecektir. Bir
efsaneye göre; Çin imparatoru Shen
Nong’un hizmetlilerinden biri bahçede su
kaynatırken suyun içine bir yaprak düşer
ve yayılan kokudan etkilenen imparator
tadına da bakmak ister. İçtiği şeyi
ferahlatıcı bulur ve çay da bu şekilde
keşfedilmiş olur. Avrupa ise çay ile 17.
yy’da tanışır. İngilizler sağlık için faydalı
buldukları çayı bir yaşam tarzı haline
getirirler ve 18. yy’da bugün dünyanın en
büyük çay yetiştirilen bölgesi diye sayılan
Assam ve Seylan Adası’nda çay bahçeleri
oluştururlar.
“…
Basit yaşayacaksın basit. Sanki
yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit.
Çay, simit ve peynirle...” Nazım Hikmet Ran
“…İki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke
yalnız bunun için sevseydim seni.” Cemal
Süreya
Günlük yaşam içindeki zarafeti şairler
ilham vermiş, satır aralarında sevgiliye
edilen sitem dolu sözlerin aracısı olmuş,
tek kelimeyle bazen hüznü bazen sevinci
anlatabileceğiniz, hayatımızın içinden,
belki de merkezinden, olmazsa olmazımız
kısaca bizi anlatan büyülü bir şeydir ‘çay’.
Son zamanlarda da sosyal medyayla
birlikte çayla ilgili profesyonellerin çektiği
fotoğraflara,
şairlerden
yapılan
alıntılamalara çok rastlar olduk. Peki,
özellikle biz Türkler neden bu kadar çok
Türklerin çayla tanışması ise Kazan Tatar
Türklerinden Abdül’l-Kayyum Nasıri’nin
Fevakihü’l-Cülesa adlı eserinde anlatılıyor.
Nasıri’ye göre çayı içen ilk Türk 12. yy’da
Kazakistan’da Hoca Ahmed Yesevi’dir. Bir
Türkmen komşusunu ziyareti sırasında
Hoca Ahmed Yesevi’nin ilk kez çay içtiğini
ve yorgunluğunu giderdiğini söyleyerek
18
GENCAY
“hastalarınıza bundan içirin ki şifa
bulsunlar” diye dua ettiği yazıyor kitapta.
yıllardır tanıyormuş gibi davranıp
yabancılık çekmesine müsaade etmemişiz.
Ne Çinliler gibi bin türlü takdim zahmetine
girmiş ne de İngilizler gibi belirli bir saatle
sınırlandırmışız. Sunumlarımızın onlarınki
gibi olmaması önemsemediğimiz anlamına
gelmez tabii. Her zaman ve her yerde
kendimize yaren etmişiz.
Türkiye’nin çay ile tanışması ise 1787’de
Japonya’dan getirilen çay tohumlarının
ekilmesiyle başlar. İlk ekim çalışmaları
Bursa civarında başlar; ancak iklim
şartlarının
olumsuzluğu
nedeniyle
başarısızlıkla sonuçlanır. 1917 yılında
Halkalı Ziraat Okulu hocalarından Ali Rıza
Erten yapmış olduğu teknik çalışmalar
sonucunda
1924’te
Rize’de
çay
yetiştirilmesi için meclisten onay alır ve
günümüz çay üretiminin temelleri bu
şekilde atılmış olur. 1947’de kurulan ilk
fabrika ile üretim hızlanır. O günden beri
de Türk insanı çayı çok sever ve hayatının
her zamanında, alanında yer verir bu
içeceğe.
Yeme ve içme zaruri bir ihtiyaçtır. Birey
bunu karşılamak için isteyerek ya da
istemeyerek sosyolojik bir etkileşime
girer. Bu faaliyetler bireyi sosyalleşmeye
götürür. Sosyolog Anthony Giddens bu
durum için şunu söyler: “Tüm toplumlarda
yeme içme aslında toplumsal etkileşimin
ve törenlerin gerçekleştirilmesi için
ortamlar yaratmaktadır.” Türk kültüründe
kahve ve çay gündelik toplumsal
etkinliklerimizin bir parçası olarak
simgesel bir değer taşır. Kahve ile
münasebetimizin tarihi çaya göre daha
eskidir. Kokusu ve lezzetiyle büyüleyen
Türk kahvesinin yeri ayrı olsa da çay ile
daha çok haşır neşir olmaktayız. Çay bize
bizi anlatır aslında farkında olmadan.
Nasıl mı?
En başta çay sıcaktır (Birkaç yıldır soğuk
çay adı altında üretilen; ama sadece
serinletici bir içecek niteliğindeki ürünler
bu konuya dâhil değildir). Yani bizim gibi,
toprağımız gibi, insanımız gibi. Ciddidir;
bizde çay demlenir, sallama çay çok
mecbur kalınmadıkça içilmez, içilse de
demleme çayın yerini tutmaz. Tek renktir;
tıpkı bayrağımız gibi kırmızıdır. Yeşil çay,
adaçayı, bitki çayları vs. gibi çeşitleri olsa
da çay deyince akla “tavşan kanı çay” gelir.
Sadedir, doğaldır; süt ya da başka bir şey
karışmamalıdır içine… Dost canlısıdır;
kalabalığı, sohbeti sever, herkesi bir araya
Çayın tarihsel geçmişinden kısa da olsa
bahsetmeye çalıştık, şimdi gelelim bizdeki
kıymetine. Çayın mucidi Çinliler bazı dini
ritüellere bağlayıp içmiştir çayı. Japonlar
da törensel yemek kültürlerine uygun
olarak kendilerine has bir çay içme töresi
geliştirmişlerdir. Çinlilerden bir hayli geç
olmasına karşın İngilizler de çaya kıymet
vermiş ve meşhur ‘beş çayı’ geleneğini
başlatmışlardır. Biz ise geç tanışmamıza
rağmen çaya kucak açmış, soframızın ve
sohbetimizin baş tacı yapmışız çayı. Sanki
19
GENCAY
toplar. Konu çay olunca Marksizm işlemez,
sınıf ayrımı yapmaz, zengini de fakiri de
içer.
kahvenin yerini kahveden daha ucuz,
temini kolay olan çay almıştır; çünkü
Rize’de yetişen hafif buruk tadı olan çay
çok sevilmiştir. Çay insan bedeninin sıvı
ihtiyacının karşılanmasında da önemli bir
içecektir; çünkü kahveye göre daha sulu ve
içimi kolay bir içecektir. Türk toplumunun
sohbet ettiği, eğlendiği, dinlendiği kültürel
ve sosyal mekânların çoğunluğunu
mahalle kahvehaneleri oluşturmaktadır.
Hal hatır sorma ile başlayan, mahalle
dedikoduları ile kalmayıp politik konulara
kadar uzanan sohbetlere eşlik eden çay,
Türk
ev
hayatının
da
değişmez
unsurlarındandır. Aile yaşamından kesitler
sunar. Hatta bununla ilgili şöyle bir hikaye
vardır:
Misafirperverliğimizin simgelerinden olan
çayı,
Washington
Times
gazetesi
yazarlarından Gerald Robins şu gözlemiyle
anlatır:
“…Türkiye’de her iş kültürel
alışkanlıkların
çerçevesinde
sonuçlandırılır. Ankara’da bürokrasi ile
tanışanlar bunu çok iyi bilirler. Örneğin
başkent Ankara’da, Türk tipi bardaklarda
sunulan çay ikramından önce hiçbir şey
başlamaz.” Gerçekten de nereye gidilirse
gidilsin mutlaka çay ikram edilir. Kamu ya
da özel tüm iş yerlerinde bu işi meslek
edinmiş çaycılar bulunur. Sadece çay
hazırlamak için çay ocakları, çay bahçeleri
vardır. Yoğun iş saatlerinde bile uğruna
mola verilir. Türkler için çay, yemek
yemek, su içmek kadar hayati bir
fonksiyondur. Her ne kadar adı kahve ile
anılsa da kahvehanelerin artık çoğunda
“Çayın alt demliği kaynanadır. Sürekli
kaynar durur; dikkat edilmezse taşabilir.
Üst demlik gelindir, alt demlik kaynadıkça
onun da harareti artar ama zamanla da
olgunlaşır ve demlenir. Gelinin kocası
bardaktır, her iki çaydanlıktan da
yeterince nasibini alır. Biraz kaynana
doldurur onu biraz da gelin, bu nedenle de
denge unsurudur. Açık ya da demli çayın
hoşa gitmemesi de bundandır. Çocuklar
20
GENCAY
çayın şekeridir, tat verir. Çok şeker, çayın
lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlara ise
bir tanesi bile fazla gelir. Görümce ise çay
kaşığıdır. Arada bir gelir karıştırıp gider.
Kayınpedere gelince o da çay tabağıdır.
Çayın demine suyuna karışmaz. Bir
kenarda oturur. Sadece dökülenleri toplar
ve çevreye zarar vermesini engeller. Ancak
ara sıra boşaltılması gerekir. Yoksa taşıp
her şeyi berbat edebilir. Çay süzgeci
ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış
müdahalelerden korur. Delikleri büyük
olursa çayın tadı kaçar. Suyu ısıtan ateş ise
hoşgörüdür. O olmadan çay da olmaz.
Esprili benzetmeler olsa da bir bardak çay
aile gibidir.”
içip, sohbet edilen ortamlarda büyümüş
çocuklar da şanslı çocuklardır. Şimdiki gibi
kimse odasına çekilip tek başına zaman
geçirmiyordu; herkes bir aradaydı.
Büyükler sohbet ederken küçükler de çaya
batırdıkları
bisküvinin
çayın
içine
düşmemesi için mücadele veriyordu bir
kenarda. Bir çocuk için birinin çayını
karıştırmak son derece önemliydi. Bir
kişinin çayı nasıl içtiğini, kaç şekerli
içtiğini bilmek o insanı tanıdığının,
samimiyetin göstergesidir aynı zamanda.
Çay içme alışkanlığı aile büyüklerinden
çocuklara aktarılan bir miras gibidir.
Çocukların büyüklerinden görüp özendiği,
büyümenin sembolü olan bir içecektir.
Paşa çayı ya da oraletle avutulan çocuklar
sıcak sıcak çay içmeye başladıklarında
anlarlardı eskiden büyüdüklerini. Her
evde akşam yemeğinden sonra olmazsa
olmazdır. Bizim evimizde de kendimi
bildim bileli her akşam çay içilir. Bir
akşam
çay
demlenmemesi,
çay
demleyecek gönüllünün olmaması hayra
alamet değildir, yani çay birlikte oturup
konuştuğunuz,
televizyon
izlediğiniz
ortamı tamamlayıcı niteliktedir.
Ara sıra çay bardağıyla çay kaşığının
buluşmasından eşsiz melodi duyulur çay
içerken kalabalıklarda... Şeker kullanmayı
bırakanların eksikliğini hissettikleri tek
şeyin
bu
ses
olduğunu
duyarız
etrafımızdan. Çay kaşığının bir başka
önemi de çay içmek istemediğinizi
bardağın
üstüne
koyarak
gösterebilmenizdir ama hiçbir zaman o
bardak son olmaz, hatır için içilir bir
bardak daha. Evinize gelen misafiriniz
yemek yememekte ısrarcıysa, gitmesin
diye ‘çay koydum, bir bardak içmeden
bırakmam’ deyip elini kolunu bağlarsınız.
Artık yapacak bir şey olmaz bir bardak da
olsa mutlaka içilir.
Komşuluk ilişkilerini güçlendirir çay.
Eskiden daha sık rastlardık ama bugün
hala Anadolu’da, küçük şehirlerde,
köylerde rastlanır bu ilişkilere... Komşuyu
arayıp ‘çay koydum, gel’ dersiniz. Hatta
çocukken birçoğumuz komşuya gidip
‘annemler size çaya gelecek’ diye haber
götürüp elçilik vazifemizi layıkıyla
yapmışızdır. Komşu ve akrabalarla çay
Aile bireylerinin bir araya geldiği
kahvaltının yeri bizim kültürümüzde
oldukça önemlidir. Diğer ülkelerde olduğu
21
GENCAY
gibi ayaküstü yapılmaz, kahve ya da
kurabiye ile geçiştirilmez. Herkes sofrada
buluşur ve kahvaltıya da yine çay eşlik
eder. Kahvaltı, sofra kurulsa bize çay
demlendiğinde başlar yani, Türk milleti
güne çayla başlayıp çayla bitirir.
kışın soğuğunda hem elinizi hem de içinizi
ısıtır. Yazın ise sadece iki parmakla üstten
tutulur ve dudağa hafifçe değdirilir. İlginç
de
olsa
yazın
harareti
alması
müdavimlerinin onayladığı bir durumdur.
Çay bardağı hafiftir, zariftir ve asıl görevi
çaya ev sahipliği yapmaktır.
Her ne kadar günümüzde farklı tür çaylar
ve hazırlama çeşitleri olsa da Türk tarzı
çay toz kavrulmuş çay ile demlenir. Çayın
ikramında
yöresel
farklılıklar
olabilmektedir. Bazı bölgelerde çay
bardağının üzerinde ‘dudak payı’ denilen
boşluk bırakılır. Erzurum ve çevresinde ise
genellikle açık renkli ve kaşıksız olarak
yapılan çay ‘kıtlama’ diye bilinen özel bir
yöntemle içilir. Çay ikram etme yöreye
göre de değişik şekillerde adlandırılabilir;
çay dökmek, çay tazelemek, çay katmak
gibi.
Çay demlemek için kullanılan semaver de
tiryakilerin çaya ayrı bir lezzet verdiğini
düşündüğü bir üründür. Rusça’da ‘kendi
kendine kaynayan’ anlamına gelen
‘samovar’
kelimesinden
gelmektedir.
Rusya başta olmak üzere Türk Devletleri,
İran ve Azerbaycan’da kullanılmaktadır.
Genellikle bakır, pirinç ve sac kullanılarak
yapılır; Amasya, Erzurum, Van ve
Samsun’da üretimi devam etmektedir.
Çaydanlık ise günlük hayattaki pratikliği
ile daha çok tercih edilir. Genellikle
evlerde dolaplarda saklanmayıp ocak
üstünde, göz önünde duran, her an
kullanıma hazır bir gereçtir.
Türk çay kültüründe çayın lezzeti kadar
çayın hazırlanıp sunulduğu ürünler de
oldukça önemlidir. Bunlardan ilki çay
bardağıdır. Çay ve cam şaşırtıcı ilişkisi
olan bir tasarım hikâyesinin iki
kahramanıdır. Cam bardak, 1850'li
yıllarda Avrupa'da başlayan büyük Sanayi
Devrimi sonrasında gelişen cam sanayisi
ile ortaya çıkmaya başladı ama ayağı,
kulpu veya sapı vardı. Yeni üretimi zor ve
pahalıydı. 1900'lü yıllarda Beykoz'da
kurulan cam fabrikasında ilk kez ayak,
kulp ve sap kaldırıldı ve bugünküne yakın
bir çay bardağı ortaya çıktı. İnce belli adı
verilen bu zarif sentez bir tasarımdan çok
kültürel zevki yansıtan bir ürün haline
geldi. Bardağın şeffaf ve ince camdan
yapılması hem çayın rengini görmeye hem
de dem ve su oranını ayarlamanıza imkân
verir. Bardağın ortasına doğru incelmesi
alt kısmının avuca oturmasını sağlarken
Çay tabağı ise ince belli bardağın ayrılmaz
bir parçasıdır. Farklı malzeme ve
biçimlerde üretilse de geleneksel çay
tabağı kırmızı beyaz renklidir ve porselen
veya
kırılmasını
engellemek
için
melaminden üretilir. Taşıma sırasında elin
yanmasını
engellerken
kenarındaki
22
GENCAY
kırmızı şeritler çayı daha ‘tavşankanı’
gösterirken beyaz yüzeyler çayın çok
demli gözükmesini engeller. Çay tabağının
diğer bir işlevi çay servisi sırasında şeker
konulması için alan yaratmasıdır. Bununla
beraber çay içimi sırasında çay kaşığı için
destek sağlar.
Bir bardak çayınız ve çay eşliğinde sohbet
edebileceğiniz dostlarınız eksik olmasın
hayatınızdan…
KAYNAKÇA
Güneş, Serkan. (2012); “Türk Çay Kültürü ve
Ürünleri” Milli Folklor Dergisi Sayı: 93
Çay, Türklerin tüketim hayatına geç
girmesine rağmen kültürel bir değer
haline gelebilmiştir. Çay kültürü Türkler
için
müşterek
yaşamın
ve
misafirperverliğin sembolik bir uzantısı
olarak, çay ve ona eşlik eden ürünler
sosyal yaşamımıza zenginlik katmıştır.
Türkiye’de çay içmemiş hiçkimse yoktur
herhalde.
Sadece
tüketim
miktarı
konusunda farklılıklar ortaya çıkabilir.
Kimi kırk yılın başı aklına gelirse içer
kiminin de uyanır uyanmaz aklına gelen
ilk şey körpe yaprakların kokusunu
hissettiği iki buçuk yaprak çaydır.
Taş, Emre. (2012); “Çayın Tarihi Serüveni”
http://www.tariheyolculuk.org/2012/09/CayinTarihi.html
National Geographic (2009); “Cam Bardağındaki
Tarih”
“Türklerde
Çay
Geleneği”
http://turkish.ruvr.ru/2014_03_03/Turklerde-caygelenegi/
23
GENCAY
TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI
Hanife YAŞAR
“Öğretmenler bir kandile benzer, kendini
tüketerek başkalarına ışık verir.” M. Kemal
Atatürk
İnsan, işlenmemiş bir cevhere benzer. Bu
cevher işlenmediği sürece paslanır, çürür
ve zamanla kaybolur. Ancak bir öğretmen
eli o cevheri işleyebilir, ona bir sanatçı
ustalığıyla şekil verir ve o cevherden eşsiz
mücevher ortaya çıkarabilir. Öğretmen bir
sanatçıdır. Onun sanatı, insanın fıtratında
var olan akıl, ahlak, erdem, adalet, ve
insaniyet
gibi
duyguların
yeniden
işlenmesiyle “farkına vardırma” sanatıdır.
Bu sanat insana kim olduğunu, ne işe
yaradığını ve neler yapması gerektiğini
hatırlatan bir sanattır. Öğretmenler bir
milletin geleceğini baştan inşa eden en
büyük sanatkârdır. Onlar bir neslin hiç
bitmeyen umudunun somut sembolüdür.
Bu vatana kendilerini feda eden, taze ve
gür çiçekler yetiştirebilmek için çorak
topraklardaki dikenleri yolmaya çalışan
cefakâr insanlara bu millet çok şey
borçludur. Bir gün değil her gün onların
günüdür. Çünkü onlar bu millete bir
günlerini değil ömürlerini vermişlerdir.
Öğretmenlerin bu görevi zaman kavramı
içerisinde yok olmayan bir görevdir.
Çağlar öncesinde yaşayan öğretmenler de,
günümüzdeki öğretmenler de aynı görevi
yerine getirmişlerdir. İnsan yetiştirmenin
zamanı ve mekânı olmamıştır. İnsanlar
yıllar önce de ‘bir kelime öğretene kırk yıl
köle olmayı’ minnet saymışlardı.
Gözlerine
baksanız
Türkiye
kadar
büyüktür dertleri ancak belli etmezler.
Hep umutlu, başı dik ve onurludurlar.
Çünkü kutsal bir meslektir onlarınki;
peygamber mesleğidir, ata mesleğidir, ana
mesleğidir. Çünkü onlar en zor olanı
yapar; insan yetiştirir. Fikri hür, vicdanı
hür nesiller ancak onların kutlu ellerinden
yetişir. Her bir öğretmenin elinde sihirli
bir değnek vardır ve bir millet ancak o
değneğin fertlere dokunup, onların içinde
var olan kıvılcımı alevlendirdiği ölçüde
yarınlarını güçlü bir şekilde inşa edebilir.
İnsanları eğitme görevinin çağlar aşan
özelliği bu görevin kutsiyetini daha da
artırmayı başarmıştı. Bütün çağlar
boyunca bu kutsiyete sahip olan
eğitimciler,
öğrencinin
yüreğine
dokunabildiği
müddetçe
sonsuzluk
kavramı ile iç içe geçebilmiştir. Bir
öğretmeni
unutulmaz
yapan
şey
öğrencisinin
yüreğine
dokunmasıdır.
Öğrencinin yüreğine o sihirli değnek bir
kere dokundu mu bir daha o sihri hiç
kimse bozamaz. Öğretmenin yaptığı bu
24
GENCAY
sihir, öğrenci ne kadar büyüse de,
bambaşka diyarlara gitse de onunla
beraber gidecek ve bu kıvılcım ona
yepyeni bir kimlik kazandıracaktır.
Öğretmen öğrencinin yüreğine dokunduğu
andan itibaren o cevheri eline alır. Fakat
ona şekil vermez; sadece o cevherin kendi
kendine nasıl şekil vermesi gerektiğini
anlatır. Kulağına güzel şeyler fısıldar,
insanı anlatır.
olarak belirlediği öğretmen onun hayatını
değiştirmeye başlar. Öğretmen öğrencisine
bakacağı yeri söyleyip, baktığı yerde ne
göreceğini söylemez. Çünkü öğrenci ancak
göreceği şeyi kendisi fark ettiğinde bir işi
başarabilir. Öğrenci kendinde var olanı
öğretmen sayesinde keşfetmeye başlar.
Zamanla keşfetmenin hazzına kapılır.
Kendi içinde daha önce hiç farkında
olmadığı yeni evrenleri bulmaya başlar.
Daha sonra ‘ben kimim?’ sorusunun
cevabını bulmaya çalışır. Sonunda kendini
keşfeder.
Bir öğrenciyi öğretmeninden başka hiç
kimse gerçek manada anlayamaz. Onun ne
yapmak istediğini, gerçekte nasıl biri
olduğunu ve gerçekleşmesini istediği ne
gibi
hayallerinin
olduğunu
yalnız
öğretmeni bilir. Çünkü o cevheri ilk
öğretmeni keşfetmiş ve cevherin ilk
şekillenişini izleyen de sadece öğretmeni
olmuştur. Bir tırtılın kabuğundan kurtulup
kelebeğe dönüşüm aşamasını izlerken
onun nasıl bir kelebek olacağını da sadece
o gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş
olmalıdır. O yüzden veliler bile kendi
çocuklarını öğretmenlerinden dinlemek
isterler. Çünkü bir heykelin neyi anlattığını
ancak onu işleyen eller bilebilir.
Artık öğrencinin gözünde öğretmen
bambaşkadır. Ona yepyeni ufuklar açan,
pencereyi sonuna kadar aralayıp dünyaya
her açıdan bakmasını sağlayan ve ‘balık
vermeyip balık tutmayı öğreten’ bir
sihirbazdır. Hem de bazen tek bir sözüyle
onu kendi bilgi okyanusunda kitaptan
yapılmış gemisine bindirip dünyaları
gezdiren bir sihirbaz… Öğrenciye göre
öğretmen; uçsuz bucaksız bir deniz, sonu
görülmeyen bir kuyu ve içine daldıkça
gözlerinin görmeye başladığı bir evrendir.
Öğretmen öğrencisine bir mağaradan
bahseder.
Aslında
bir
mağarada
yaşadıklarını ve bu mağaranın dışının da
olduğunu anlatır. Öğretmen mağaranın
dışını öyle güzel tasvir eder ki öğrenci
hayranlıkla mağaranın dışını hayal etmeye
başlar. Zamanla mağaranın dışını çok
merak eder ve öğretmenine mağaradan
dışarı çıkmak istediğini söyler. Öğretmen
bunun ona acı vereceğini anlatır ancak
öğrenci orayı ısrarla görmek istemektedir.
İşte hepimizin bu aşamada seçtiği ilk
meslek ‘öğretmenlik’ olmuştur. Çünkü
öğretmeni artık onun için ‘ileride olmak
istediği insan’dır. İlk defa biri onu
keşfetmiş ve gözlerine umutla bakmıştır. O
andan itibaren kendine ‘örnek insan’
25
GENCAY
Öğretmeni sonunda dayanamayarak onun
elinden tutup mağaranın dışına doğru
yönelir. Burada çok keskin bir ışık
görünür. Öğretmen burada öğrencinin
elini bırakır ve kendini ışığa doğru atar.
Öğrenci orada kalakalmıştır. Mağaranın içi
karanlıktır ve öğrenci karanlığa alışmıştır.
Bu ışık gözlerini yakar, ışığın ihtişamından
gözleri kamaşır. O an anlar ki mağaranın
dışı sancılıdır ve dışarıya çıkabilmek,
aydınlığa erişebilmek için önce öğretmeni
gibi yürümeyi öğrenmelidir. Bu sancılı yol
öğrenciye ağır gelir ve tam yürümekten
vazgeçip
mağaraya
geri
dönmek
üzereyken bir ses yankılanır mağaranın
duvarlarında: “Yufka yüreklilerle çetin
yollar aşılmaz…”
Öğretmeni ona; yankısından kaçan bir
çocukken kendi sesinin, doğru bildiğini
haykırmayı öğretir. Haritada deniz görüp
boğulurken, ona bilgi okyanusunda
yüzmeyi öğretir. Fikirleri sağa sola
savrulup savunmasızken rüzgârlara, kâğıt
ve kalemden sur yapmayı öğretir. Sonra
ona sözcüklerden bir kanat takar, uçmayı
öğretir umut dolu yarınlara doğru…
Uçtuğu bütün diyarlara sevgiyi, hoşgörüyü,
aklı, bilgiyi ve erdemi de götürmeyi
öğretir. Artık başkalaşım geçiren yeni
insan ‘tırtıl olmaktan kurtulup kanatlarını
keşfeden bir kelebek gibi’ uçmaya hazırdır
rüzgâr bekleyen farklı diyarlara.
Artık
pervanenin
ateşe
yolculuğu
başlamıştır. Bu taze kelebek uçmadan önce
öğretmeni onun heybesini adaletle
doldurur, yolda susuz kalanları sulaması
için eline bir demet sevgi tutuşturur.
Hırkasının ceplerine gökkuşağı sıkıştırır
ve bir evreni sığdırır minicik avuçlarına.
Ve sonra ona bir gökyüzü bırakır göklerin
almadığı.
İşte bu ses öğrencinin yeniden ayağa
kalkmasını sağlar. Öğrenci bu sesi
duyduktan sonra bir an ürperir ve
yerinden doğrularak öğretmeni gibi
mağaranın dışına doğru yönelir. Artık
korkmamaktadır ve gözlerini de eskisi gibi
kısılmaz. Çünkü öğretmeni ona güçlü
olmayı öğretmiştir. Öğrenci yürümeye
başlar ve mağaranın dışına ilk adımını
atar. Dışarı çıktığında bu aydınlık
dünyanın içinde ilk olarak öğretmenini
görür. Öğrenci yeni bir ders daha almıştır.
Meşakkatli yollarla karşılaştığında asla pes
etmemeyi, her ne olursa olsun cesareti
varsa sonuna kadar yürüyebileceğini
öğrenmiştir. Artık öğrenci çetin yollarda
yürümeye hazırdır.
Kelebeğin artık uçma vakti gelmiştir.
Öğretmeni onun köpükten gövdesine
demirden bir meşale verir ve ‘ilerle’ diye
seslenir. Küçük kelebek elini tutuşturan bu
meşaleyi onun gibi karanlıkta kalan yüz
binlere yol göstermek için yorulmadan
taşıyacağına dair ona söz verir. Sonra
öğretmenin avucuna bir buse bırakır ve
uçmaya başlar hiç bilmediği diyarlara
doğru…
Öğretmen, zamanında kendi öğretmeninin
ona dokundurduğu sihirli değnek ile bir
öğrencisine daha dokunmayı başarmıştır.
Fakat onun için bu bir ilk değildir. Çünkü
daha önceleri kutlu elleriyle işlediği
çamurlar çoktan heykel olmuştur. Bir
26
GENCAY
öğretmeni en mutlu eden şey de
cevherlerin mücevher olmuş hallerini
izleyebilmektir.
millete armağan olarak fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür nesiller bıraktı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Toplumu
gerçek amacına, gerçek mutluluğuna
ulaştırmak için iki orduya gerek vardır.
Biri vatanın hayatını kurtaran asker
ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran
bilim ordusudur. Bu ordulardan her ikisi
de aynı derece gerekli, kıymetlidir, her
ikisi de hayatidir. Ancak bilim ordusunun
kıymet ve kutsallığını anlatmak için şunu
söyleyeyim ki, bilim ordusu, ölen ve
öldüren birinci orduya, niçin ölüp, niçin
öldürdüğünü öğreten ordudur.” sözü
öğretmenlerin görevinin kutsallığını bu
bağlamda bir kez daha gözler önüne
sermektedir.
Öğrenciye göre öğretmen anneden,
babadan, kardeşten ve arkadaştan ötedir.
Taptuk Emre ve Yunus gibi mesela…
Yunus’u Taptuk Emre’nin dergâhına ateşe
pervane olan kelebekler gibi bağlayan da
bu gizli bağ idi. Taptuk’lu Yunus’u
anlayabilmek için ‘hal ehli’ olmak
gerekiyordu. Yunus’u Taptuk Emre’nin
dergâhına bağlayan da halden anlamayı
başarmaya çabasıydı. O yüzden çoğu
zaman ‘halden anlayanın bir gülü’
yetiyordu incinmek için…
İşte hammaddesini yaşadığı topraktan
alan bu cevherler, öğretmenlerinin
çıkardığı kıvılcımla birlikte bir milleti
yeniden tutuşturmaya hazırdır. Vatan için
can vermek ne kadar şanlı bir iş ise vatan
için onuruyla yaşamanın da aynı derece
önemli olduğunu yine öğretmenler
sayesinde öğrenir.
Öğretmeninin ona
öğrettiği şeyler sayesinde kendi varlığının
ne kadar değerli olduğunu anlar. Ve ömrü
boyunca bu değere layık olabilmek tek
gayesini oluşturur.
Benim öğretmenim bana ‘Yunus’u öğretti…
Çünkü onun yüreği “Taptuk Emre” gibi
atıyordu.
Anadolu artık Yunus’un diyarı olmasa da,
yeni Yunuslar yetiştirecek olan Taptuk
Emreler hala bu topraklarda yaşıyordu.
Çünkü bu topraklar onların temiz alnının
değdiği ve dualı dudaklarıyla öptüğü
topraklardı. Ve henüz üstte mavi gök
çökmemiş, altta yağız yer delinmemişti… O
yüzden Taptuk Emreler var oldukça vakti
geldiğinde
Yunuslar
da
yeniden
görünmeye başlayacaktı.
Varlığını Türk varlığına armağan ederek
yola çıkan her yeni neslin gayesi ‘vatanı
için
yaşamak’
olduğu
sürece,
öğretmenlerin emeği boşa çıkmayacak ve
bu nesil yeniden çağlara gem vuracaktır.
Her yeni nesil, öğretmenlerin topluma
bıraktığı bir armağandır. Bir nesli “Asım’ın
Nesli”
yapacak
olan
da
yine
öğretmenlerdir. Unutmayalım ki bir milleti
küllerinden yeniden canlandıran Mustafa
Kemal Atatürk de bir öğretmendi. Ve o, bu
(Bir nesli yeniden canlandıracak olan koru
elinde tutan ve yüreği Taptuk Emre gibi
atanların
öğretmenler günü
kutlu,
öğrencileri de Türk milletine armağan
olsun…)
27
GENCAY
NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ!
Alperen KIZIKLI
sıkıntılı bir hal alıyor. Güneşin doğuşuyla
birlikte erkenden yola çıkan çalışanlar,
bazısı yenilenmiş otobüslerle sıkışık bir
halde yolculuk etmek zorunda kalıyor.
Toplu taşıma araçların eskiliğinin yanına,
çarpık kentleşme ve plansız yapılmış
yollar eklenince sorun içinden çıkılmaz bir
hal alıyor.
Amaç
Bir kahvehane sohbetinde, bir dost
meclisinde konu tıkandı mı yetişen müthiş
bir cümledir o: “ Ne olacak bu memleketin
hali?” Ben de yazıma “Trafik Sorunları ve
Çözüm
Önerileri”
gibi
lise
kompozisyonlarına başlık olabilecek klasik
nitelikte bir cümle tercih etmek yerine
yukardaki gibi bir başlığı kullanarak,
yazıma dikkat çekmek istedim.
Trafik sorununa çare bulmak için
uzmanlar tarafından senelerdir çözüm
önerileri geliştirilmeye çalışılıyor. Sorunun
kaynağını
kitlelere
anlatmayarak
gerçekleştirilen ve toplu taşımayı sözde
özendirerek problemi çözmeyi amaçlayan
çeşitli kampanyalar düzenleniyor. Fakat
bu çalışmalar sigara paketinin üzerindeki
'yasal uyarıyı' görenlerin bu zararlı
alışkanlığı bırakacağını zanneden bir
anlayışla yapılıyor. Yetkili kişiler aslında
şu gerçeğin pekâlâ farkındalar: Kocaman
bir sektöre dönüşmüş olan otomotiv
sektörü ne kendini sınırlayacak ne de
trafik sorununu çözmeye çalıştığını iddia
eden kampanyalardan haberdar olan
otomobil sahipleri araçlarını kullanmaktan
vazgeçecekler.
Bu yazımda her gün onlarca dakikamızı
geçirdiğimiz trafiğe değinmek, onun
sorunlarına
bir
hekim
gözüyle
bakmak(analitik-ya da dâhiliyeci bakış
açısı) istedim. Çünkü artık trafik sorunu
nedeniyle şehirde yaşamaktan illallah
etmiş, şehirden köye göçmek isteyecek
kadar bıkmış bir vaziyetteyim. Ya şehri
terk edeceğim ki bu kolay olanı ya da
karanlığa bir mum yakıp çözüm için bir
şeyler yapacağım. İşte okuduğunuz yazının
yazılma maksadı kısaca bundan ibarettir.
Özellikle 50’ler ve 90’lar arasında trafik
sorununa
-ister istemez otomobil
trafiğinden bahsetmek zorunda kalıyoruzaranan çözümler, yeni arz oluşturulması
ve sürekli talebin karşılanması yönünde
olmuştur. Oysa sonuçta görülmüştür ki
otomobil trafiğine yapılan her yatı¬rım
yeni bir talebi tetiklemiş ve bir kısır döngü
meydana getirmiştir. Trafik sıkışıklığına
neden olan, toplu taşıma araçlarından
ziyade, hacim olarak daha küçük ama
Giriş
Türkiye’nin birçok şehrinde yaşanan nüfus
yoğunluğunun artışına bağlı olarak araç
sürmek ve şehir trafiğinde yol almak adeta
bir çileye dönüşüyor. Özellikle işlerine
uzun yollar kat ederek ulaşmak zorunda
olan işçiler için ulaşım meselesi daha da
28
GENCAY
sayıca çok daha fazla olan otomobiller
olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Trafik
tıkandığında
oluşan
kilometrelerce
uzunluktaki araç kuyruklarının büyük bir
bölümünü hususi araçlar yani otomobiller
oluşturuyor.
otomobil firmalarıyla ortak olarak
yurtiçinde yaptıkları taşıt satışlarını
desteklemek için iktidarlarca karayolu
taşımacılığının öne çıkarıldığını görüyoruz.
Bu politikaya dayanak olarak İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra Amerikalıların otomobil
ve kara taşımacılığı önerisinin, Almanların
demiryolu önerisine galip gelmesini
gösterilmektedir. Hatta öyle bir boyuta
ulaşılmış ki bir ülkede demiryolu
istemenin adı komünistlik diye telaffuz
edilmiş ama şimdi anlıyoruz ki eğer biz de
Avrupalılar gibi treni tercih etseymişiz,
dışarıya bu denli bağımlı olmayacak ve bu
kadar insanın trafik kazalarıyla ölmesine
mahal vermeyecektik.
Otomobil bireyseldir; kişiye zaman
kazandırır. Zamanın etkili kullanılmasına
fırsat verdiği için de genel ola¬rak toplu
taşımadan daha etkili bir ulaşım aracı
olarak görülür. Bu avantajları, bireyi
otomobil kullanmaya sevk etmektedir.
Ancak, artık görülmüştür ki şehirler
otomobil
merkezli
ulaşımı
kaldıramamaktadır. Bu durumda artık
şuna karar vermemiz gerekiyor: Ya şehir
yaşantısından feragat edeceğiz ya da
otomobil sürmekten… Veyahut otomobili
mecbur kalmadıkça kullanmayacağız.
İşte bir devlet akılla ve öngörüyle
yönetilmezse vatandaşının hayatı ucuzlar,
değersizleşir. Türkiye'mizin en baştaki
eksikliği bu akıl ve öngörünün rağbet
görmemesidir.
Trafik sorununa çözüm olacak toplu
ulaşım araçları eskiye oranla daha gelişmiş
olsa bile ülkemizde bunların yaygın
kullanımlarını pek göremiyoruz. Mesela
İstanbul gibi devasa bir kentte dahi raylı
toplu
taşıma
araçları
ağır
ağır
yaygınlaşıyor.
Son 10 yıldır demiryolu ulaşımına,
özellikle hızlı tren olarak lanse edilen fakat
esasında hızlandırılmış trenlere yapılan
yatırımlar geçmişteki boşluğu doldurmaya
henüz yetmemektedir. Gerçekten hızlı
trenlerin
yol
alacağı
demiryolu
teknolojisine halen sahip değiliz ve
ivedilikle bu teknolojiyi kullanmamız
gerekmektedir. Çünkü hızlı tren ve
hızlandırılmış tren arasındaki fark ray
Demiryolunun ulaşımda ve taşıma
karayoluna olan üstünlüğünü saymaya
gerek duymuyorum. Geçmişte, günümüzde
dahi servet sahibi olan ailelerin, yabancı
29
GENCAY
teknolojisiyle
ilişkilidir.
Ülkemizde
maalesef saatte 350-400 km yapan
Japonya’da
veyahut
Fransa’da
gördüğümüz bir şekilde hızlı tren mevcut
değildir. Sadece eski rayların yenilenmesi
ve lokomotiflerin, vagonların yenileriyle
ve mümkün mertebe en hızlı gidebilecek
şekilde düzenlenmesi şeklinde olmaktadır.
Ne dersek diyelim demiryollarına yapılan
yatırımlar olumlu adımlardır ve yapılanlar
da takdir edilmelidir.
refleks testi, çabuk karar verme yeteneği,
algılama düzeyi testi gibi çok sayıda test
uygulanmalıdır. Zaten trafikte ehliyet
sahibi birçok insanın araç kullanmaktan
hiç de anlamadığını görüyoruz. Mevcut
yolları etkin kullanamayan sürücü, trafik
sıkışıklığına da neden olmaktadır.
65 yaşın üstü nasıl emekliliğe ayrılıyorsa
ehliyeti de elinden alınmalıdır. Bu
insanların algı ve reflekslerinin zayıfladığı,
çok daha çabuk yoruldukları bilimsel bir
gerçektir. Hayati bir alan olan trafikte bu
riskler alınmamalıdır. Bu yaşlardaki
bireylerin şoför mahallinde bulunmasına
izin verilmemelidir.
Bir insan 35 yaşına kadar ehliyet
almamışsa, o yaştan sonra alamamalıdır.
35 yaşından sonra öğrenme kabiliyeti,
öğrendiklerini hafızada tutma gibi beyin
fonksiyonları yavaşlar. Bu insanlara
ehliyet verilecekse ayrı bir sınav
geliştirilmesi gerekmektedir.
Sorun tespitleri yaptıktan sonra çözüme
yönelik yapılması gerekenleri de kendimce
sıralayayım. Çünkü çözüm üretmeyen her
söz, bir yol göstermeyen her yazı
boşunadır, zaman kaybıdır. Çözüm
önerilerimi sıralayarak yazıma son
veriyorum.
2- Taksi, Metro ve Toplu Ulaşıma Rağbetin
Artırılması
Otobüs ve taksi ücretleri indirilmelidir.
Metro sefer sayısı artırılmalıdır. Özellikle
şehirlerarası mesafelerde de taksiler çok
uygun fiyata taşıma yapabilmelidir.
Çözüm Önerileri
1- Sürücü yeterliliğinin gerçek manada
sağlanması
Mevcut
otobüs
sayısının
sıklığını
artırılmalı ve gece geç saatlere kadar
otobüslerin çalışması sağlanmalıdır. Toplu
taşımayı tercih eden orta ve üst seviye
geliri olanlara yönelik otobüs veya trenler
yapılmalıdır.
Otomobil
konforuna,
rahatına ve temizliğine sahip klimalı ve
rahat koltukları olan otobüsleri insanların
tercih etmesi daha olasıdır.
Sürücü belgesi almak zorlaştırılmalıdır ve
sürücülere belirli aralıklarla sürücü
belgesi sınavları tekrar uygulanmalıdır.
İnsanlara araç almaları konusunda bir
engel koyamayacağımız için ehliyet
almaları konusunda bir engel koyabiliriz.
Ehliyet verirken, yazılı sınavın yanı sıra, 3
aşamalı direksiyon sınavı, zekâ testi,
30
GENCAY
3- Yolların ve Sinyalizasyonun Tanzimi
4- Mesai Saatlerinin Düzenlenmesi
Kalabalık kavşaklara battı - çıktı adı
verilen alternatif hızlı geçiş noktaları
yapılmalıdır. Köprü geçiş ücretleri kendi
maliyetini
ve
bakım
masraflarını
çıkarttıktan sonra kaldırılmalıdır. Fakat
devlet bu gişelerden gelir elde etmeye
devam edecekse yani illa ücret alınacaksa
trafiğin yoğun olduğu saatlerde pahalı
trafiğin serbest olduğu saatlerde ucuz
olmasını
sağlamalıdır.
Böylelikle
sürücülerin ekonomilerini gözeterek daha
makul zamanlarda trafiğe çıkma davranışı
gösterecektir.
Eğitim kurumlarının işe başlangıç ve bitiş
saatlerini diğer kurumların iş başı ve sonu
saatlerinden ayrılması gerekmektedir.
Sabahları ve akşamları yaşanan trafik
yoğunluğunu özellikle okul servislerinin
oluşturduğunu görmekteyiz.
Fabrika çalışma saatleri de yine diğer
kurumlara göre yarım saat geç veya
erkene alınabilir. Böylelikle işçi servisi,
okul servisi ve işlerine hususi araçla
gitmeyi tercih edecek memurun aynı
saatlerde
trafikte
bulunması
engellenebilir.
Türkiye’de trafik akışını etkileyen kronik
sorunlardan biri de, yol işaret ve
sinyalizasyonunun yetersiz olmasıdır.
5- Şehir Planlama
Şehrin endüstri,
ticaret,
konut
bölgelerinin baştan planlanması ve bu
planlamaya
sadık
kalınması
gerekmektedir. Şehrin geleceğinin rant
sahipleri
üzerine
kurulamayacağı
algılanmalıdır Örneğin Kayseri ilinde
geçmişteki yapılan bir plana sadık
kalınarak
yıllarca
şehir
planlama
gerçekleştirilmiş. Bu gün Kayseri’de yeni
yerleşim yerlerinde en az düzeyde trafik
sorunu yaşanmaktadır.
Karayolları
ve
Emniyet
Genel
Müdürlüğünde bu konuda görev yapan
uzmanların ve üniversite görevlilerinden
oluşturulacak
kurulların
Türkiye
trafiğinde
genel
işaretleme
ve
sinyalizasyon
hedeflerini
belirlemesi
gerekmektedir. Akıcı trafik mi, güvenli
trafik mi yoksa ikisinin de dengelendiği bir
sinyalizasyon sistemi mi oluşturulacak;
buna karar verilmelidir. Yol işaretlerinin
yansıra yol yapım standartları da gözden
geçirilmelidir.
Yeni gelişmekte olan bölgelere önce
altyapı hizmetleri sağlanmalıdır.
Yeni
konut bölgeleri yaratırken; okul, alışveriş
alanı vb. alanları en baştan belirlenmezse
sonradan yapılacak bu binalar şehrin
içinde kalacak ve trafiğin sıkışmasına
neden olacaktır.
Esen kalınız.
31
GENCAY
32
GENCAY
BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR
Dilek AKILLIOĞLU
Siya Sosyal bilimler, insanı temel alan
bilim dalı olarak onun yaşam perdesinde
nasıl ve neden ömür sürdüğüne dair
bilgileri,
soruları,
çözümleri
paylaşmaktadır. İnsanın doğan, var
olanların arasında muazzam özellikleri ile
ayrı tutulduğunu anlatmaktadır. Bu
özellikler arasında kendine özgü olması,
yaptıkları iş ve sosyal çevresi, kendine
yetmesi vardır. Kendine yetmesinden yola
çıkarak da insan yaşamında birey olmanın,
bireyselleşmenin bir nevi yolu açılmıştır,
diyebiliriz. Bu kavram yani, bireyselleşme
kendine yeterli olma, modern olmayı
içermektedir. Ancak bireyselleşme kabul
görürken başka birilerine de yer açmak
gerektiğini,
sürekli
sosyalleşmeyi
vurgulamıştır.
Sosyalleşme
olmadığı
takdirde
duyarsızlaşacağımızı
ileri
sürmüştür.
başlamasından bu yana tek başına
kalamayan
insan,
yakın
zamanda
bireyselleşme ile tek başına olabileceğini
düşünmüştür. Evinde iş yerinde, yatak
odasında, banyosunda sadece varlıklarıyla
o ortama kalabalık hissi katan nesnelerle
bile
toplumsalken
bireyselleşme
düşüncesine kapılmıştır. Oysa oturduğu
masalar, karşısına geçtiği televizyon, su
içtiği
bardaklar
bile
toplumsallığı
vurgularken
bireysellik
askıda
kalmaktadır. Hatta cesaret edip söylemek
gerekirse
bir
noksan
olarak
yorumlanabilmektedir. Belki imkânlar
sağlandığında bireyselleşme olgusunun
içini doldurmak isteyenler olur mu diye
sorsak bunu yapmak isteyen bile
olmayacaktır, diye düşünüyorum.
İnsandan bahsedilirken bireysellik tipi yok
olur. İnsan gelişiminde, örneğin bir çocuğu
yetiştirirken özgül olma, bireyselleşme
kazandırılmaya çalışılır. Fakat aynı
zamanda irtibata geçmesi istenilen bir
sürü toplumsallaşmış araçlarla
bu
sağlanır. Fikir olarak bireysel fikirlerin
değeri bizleri mutlu etmek ile birlikte
kendisiyle insanın tamamen topluma ait
olduğunu,
toplumu
oluşturduğunu
söylemeden geçemeyiz yani, kısaca insanı
toplumdan ayrı tutamayız.
İleri sürülen bu ifade ile bireyselleşme
reddedilmiştir. Güçlü zamanlarından zayıf
düştüğü günümüze kadar reddedilmiştir.
Elbette ki bireyin kendine ait olduğu
yerler vardır. Fakat bu yerlerin varlığı
daralmakta hatta gün geçtikçe yok
olmaktadır.
Zamanın
işlemeye
İnsanın ayrı kalmak istemesi aslında
normal bir şeydir. Normal bir şeyi
arzulamasına rağmen kendisinin yanı sıra
başkalarına da bağımlı olur, olmak
istemeyi öğrenir. Bütün olduğu toplumun
33
GENCAY
onayını bekler, ister. İstediği şey için
toplumsal hale gelir. Bir arzu diğerini
yener, kaybeden yok olur. Böyle bir
durumda sürekli birbirinden farklı
insanlar aynı dünyadan yetişsin isterken
birbirinden farklı insanların ortak bir
sinerji
oluşturması
gibi
durumda
bireyselleşmekten söz etmek bana kalırsa
güçtür. Bunun tersi durumda bireyselliği
getirmez yani, bakış açıları bir olan
insanların ortak alanda buluşması da
bireyselleşme için uygun değildir. İki
grupta da farkı katma değeri ya da aynıyı
bulma isteği bireyselleşmeyi tamamen
ortadan kaldırır.
“Peki, olanaklar
sayesinde bireyselleşmiş bir yaratı
meydana geldiğinde topluma ne olacaktır?
Toplumu ortadan kaldırıp tamamen
bireysel, bencil varlıklar olarak mı
yaşamak gerekir? “ gibi sorulardan ziyade,
sürekli vurgulanan bireyselleşmiş, özgür
kişiliklerin temelinin doğru olmadığını
vurgulamak isterim.
amaçları arayan sayısı çok kitlelere bıraktı.
Kısaca söz gelimi kalabalık insanı
oluşturan şeydir. Bir ağaç kendi kendine
büyüyebilirken insan için böyle bir ihtimal
azdır. Mutlaka ağacın düzgün bir biçimde
ağaç olabilmesi için su, güneş gibi
etmenlere ihtiyacı vardır. Fakat bu araçlar
onların bireyselleşmesini etkileyen ya da
varlığını toplumsallaştıran etken değildir.
İnsan şekillendirilir. Bireysel olma
anlamından uzaklaşır. Kilisenin katı
düşüncelerine bireyselleşme ile karşı
çıkan o ruh zaman değiştikçe farklı
toplumsal bir çatı altında toplanmıştır.
Birey kavramı bizim kazanımımız,
bireyselleşme kısa dönemli kazanımın alt
basamağı gibidir. İnsan, gelişim olarak
birey olma özelliğini doğduğu anda
kazanmıştır ama bireyselleşme olma
özelliği de o andan itibaren elinden
alınmıştır. Annesine muhtaç bir bebek,
ailesine bağlı bir çocuk, okuluna, sosyal
çevresine bağlı genç, evine yuvasına bağlı
yetişkin, toplumuna bağlı vatandaş
olmuştur.
Bu çizilen çerçeve dışına
çıkmak ya da çıktığında bireyselleşen
nesiller elde etmek mümkün müdür diye
çözüm odaklı konuşacak olursak bunu
uygulamalı analizler sonucu öğrenebiliriz.
İçinde yaşadığımız toplumda bunu hayata
geçirmek en azından yakın çağ için zordur.
Bireyselleşme, bize batıdan geçmiş bir
kavramdır. Katı kilise baskısına tepki
olarak doğmuş, insana egosunu tatminde
bağımsızlık sağlanmıştır. Birey olan insan,
birçok defa yaptığı gibi kendisini arama
fırsatı yakalamıştır. Fakat toplumsal
hadiseler sonucunda geldiğimiz dünyada
hep ilişki içinde olmamız bireyselleşme
hareketinin de doğal olarak sınırlarını dış
dünya ile belirlediğini ona göstermiştir.
Dış dünyayı yaratan güç, zanaatkâr insanı,
doğası belirsiz bir yaratık olarak tasarlayıp
dünyanın tam ortasına bıraktığından beri
seçimler
yapan,
kararlar
veren
kalabalıklar halindeyiz. Toplumsallığa
yaratıldıktan hemen sonra kavuştuk. Bu
kavuşma ardından bireyselleşme yerini
34
GENCAY
bireyselleşme mantığında ona yeni bir
yaşam sağlamaktadır. - Sağlanan bu
durumun artıları eksileri ayrı bir yazıda
kesinlikle tartışma konusu olabilir.- Kendi
bireyselleşme anlayışımızda ise toplum
olarak çocuğumuzu doğumdan ölüme
kadar gözetiriz. Bununda mutlak olumlu
ve olumsuz tarafları bulunmaktadır. Fakat
görülmektedir ki her iki durumda da bizim
sandığımız gibi kavramın temel anlamını
kaliteli biçimde yerine getirecek kişilikler,
karakterler ya da her ne olarak
adlandıracaksak o ortaya çıkmamaktadır.
Sağlandığını
düşündüğümüzde
bu
durumun bazen gerekli bazen de sorun
olduğunu görmek mümkün olacaktır.
Örneğin; bizim gibi ulus devlet kültürüne
ve yaşamına sahip toplum için bu şey
yalnızlığı, mutsuzluğu sürekli sorunların
tartışıldığı bir ortamı önümüze sürecektir.
Toplumsal yaşamında bile ilişkilerin içinde
yer alamayan mutsuz erkek ve kadınlar
bireyselleşmenin
kaliteli
temeline
ulaşamayacaklardır. Bunu daha iyi ortaya
koyabilmek için şöyle düşünelim; ortalama
bir ailede bireysellik çocuklukta da vardır
fakat ergenlik ile alevlenir. Aileden ayrı
biri olarak kabul edilme isteği, tek başına
özgür kalma inancı… Bu fonda batıda aile,
çocuk ile ilişkisini 18 yaşında kesmekte ve
Sonuç olarak; kendimizce bireyselleşme
şekilleri oluşturarak, bu şekiller aracılığı
ile yalnızlık ve bireyselleşmeyi eş değer
almaktayız. Aslında bireyselleşmenin
olmadığını,
olamayacağını
görmek
gerekmektedir.
Bireysel olmak ile
toplumsal olmak arasında denge kurmak
diye bir şey yoktur. Tıpkı yemek, içmek,
uyumak ne kadar süregelen, şeffaf, ortası
olan bir durum ise toplumsallaşma ile
bireyselleşme de aynıdır. Bireyselleşme
ya toplumu diğer yapar ya da toplum onu
giymek isteyen insanları aynı renge boyar.
35
GENCAY
DAMGALARIN MASALI
TENGRİ'YE ALKIŞ
Emre SEVİNÇ
Resmin Notu: Servet Hoca’yı (SOMUNCUOĞLU) Özleyerek…
36
GENCAY
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR:
KAFKASYA VE ORTA ASYA ENERJİ
KAYNAKLARI ÜZERİNDE MÜCADELE
Fatma Özge ÖZDEMİR
Kafkasya ve Orta Asya Enerji Kaynakları
Üzerinde Mücadele isimli kitap Çağrı
Kürşat YÜCE tarafından yazılmış olup,
2006 yılında Ötüken Yayınevi tarafından
basılmıştır.
küçümsenemeyecek petrol ve doğal gaz
rezervleri gittikçe daha çok enerjiye
ihtiyaç duyan küresel endüstri için yeni bir
umut kapısı olmuştur. Ayrıca Hazar’ın
hidrokarbon kaynaklarının yüksek hacimli
olması, bölge ülkeleri için de olağanüstü
bir ekonomik kalkınma potansiyeli
sunmaktadır.
Dünyada akla gelebilecek her şey
hammadde kaynaklarına bağlıdır. Bu
yüzden, karışıklıklar ve savaşlar genellikle
hammadde kaynakları ile bunların
bulunduğu bölgelerde yaygın olarak
görülmektedir. Hammadde kaynakları
içerisinde önemli ve fazla yer kaplayan ise
enerji
kaynaklarıdır.
Günümüzde
ekonomilerin en önemli unsurunu enerji,
enerji kaynaklarının en önemlilerini de
petrol ve doğal gaz oluşturur.
21. yüzyılın en stratejik enerji üretim
merkezlerinden biri olmaya aday Hazar
Bölgesi, ham petrol ve doğal gaz üretim ve
ihraç potansiyeli açısından çok dikkat
çekmektedir. Uluslararası dev şirketlerin
bölgede onlarca milyar dolarlık enerji
antlaşmaları yapmış olmaları, Hazar
Bölgesi’nin önemini ortaya koymaktadır.
SSCB’nin yıkılması ile Hazar Havzası,
paylaşılması gereken yeni bir pasta olarak
ortaya çıktı. Bazıları Hazar Denizi’ni “21.
yüzyılın
Körfez
Bölgesi”
olarak
nitelendirirken bazıları da burayı, “21.
yüzyılın enerji deposu olacak bir bölge”
olarak
adlandırılmaktadır.
Bölgenin
“Jeopolitik doğrular” mutlak doğru
değildir. Zira değerlendirmeler, siyaset
gibi müphem ve zamana göre değişen bir
kavramla ilgili olarak yapıldığı için
yapılacak yorumlar kişisel olacaktır.
37
GENCAY
Değerlendirmeyi yapan kişi ne kadar
yetenekli olursa olsun yapılan iş,
nihayetinde bir yorumdur; subjektiftir.
Yorumun sahibinin milliyeti ve dünya
görüşü
yaptığı
yorumu
mutlaka
etkileyecektir.
Jeopolitik daha ziyade Siyasi Coğrafya’dan
politikaya geçişi ve coğrafi politikayı
temsil ederken, Siyasi Coğrafya ise
coğrafyaya siyasi açıdan bakışı temsil
etmektedir. Bir örnekleme ile konuya
açıklık getirecek olunursa; jeopolitik,
dünyayı çok yönlü olarak inceler ve yer
politikaları üretir. Siyasi Coğrafya ise,
yerin yani dünyanın fizikî, beşerî ve
iktisadî
olaylarının
dağılışlarını,
aralarındaki bağlantılarını ve sebep ve
sonuçlarını inceleyerek, siyasi açıdan
değerlendirmeler yapar.
Başka bir tanımlamada jeopolitik, yine
Erol MÜTERCİMLER tarafından şöyle ifade
edilmiştir: ‘’Jeopolitik, bir ülkenin coğrafi
konumunun, dünya politikasına etkisidir.
Yani bu terim, bir devletin, dünya
üzerindeki konumunun, dış siyasetle
ilgisini belirtmek üzere kullanılır.”
Kafkasya Bölgesi; doğuda Hazar Denizi,
batıda Azak Denizi ve Karadeniz arasında
olmak üzere büyük bir alan şeklinde
görünür. Kafkasya, Kırım’ın doğusundaki
Taman Yarımadası’ndan, Bakü’nün de
üzerinde bulunduğu Hazar Denizi’nin
batısındaki Abşeron Yarımadası’na kadar
uzanan dağlık bölgeye denir. Kuzey
sınırından Kuban ve Kuma nehirleri,
güneyinde Türkiye ve İran bulunur.
Jeopolitik teriminin ortaya çıkmasındaki
temel sebep ise, uluslararası ilişkilerde
tüm güçlerin kullanılması düşüncesidir. Bu
çerçevede, zamanla, coğrafya olaylarının
da kullanılmasına ve dış politikaya
uygulanmasına
evrilmiş
ve
bunun
sonucunda da jeopolitik denilen bir alan
doğmuştur.
Özet olarak jeopolitik, politika ve
coğrafyanın
karşılıklı
etkileşimidir.
Küresel ve yerel devlet güçlerinin genel dış
politikalarını
belirleyen
stratejik
düşüncenin
coğrafi
unsurlara
dayandırılmasıdır.
Kafkasya özellikle dört nedenden ötürü
jeopolitik
açıdan
büyük
önem
taşımaktadır. Bunlar:
1.
Jeostratejik anlamda Orta Asya’ya
giriş kapısıdır.
2.
Orta Asya bakımından bölge,
dosdoğru Batı pazarına açılan bir geçittir.
3.
Orta Asya ile bir bütün olarak ele
alındığında bölge önemli miktarda petrol
ve doğal gaz potansiyellerine sahiptir.
4.
Bir Orta Doğu devleti olma
niteliğini kaybeden Rusya Federasyonu
açısından, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne
uzanan jeopolitik bağlantı hattıdır.
Kafkasya zengin enerji kaynaklarına sahip
Hazar Havzası ile Batıyı birbirine bağlayan
38
GENCAY
Doğu-Batı Koridoru özelliğindedir. Bugün,
Kafkaslar üzerindeki mücadelenin asıl
nedeni de bölgenin kendine has bu
jeopolitik konumu oluşturur. Kafkaslar,
Akdeniz’e açılan birçok kapıya sahiptir.
Orta
Asya’nın
ticari
zenginliğinin
taşınması bakımından Avrupa ile Asya
arasında Anadolu’ya ulaşan bir köprü
niteliğindedir. Ayrıca Basra Körfezi’ni
kontrol eden stratejik konuma da sahiptir.
Petrol ve doğal gaz rezervleri açısından
Kafkasya’nın, süper güçler tarafından fazla
önem taşımadığını varsaysak bile, Hazar
petrollerinin
batıya
ulaştırılmasında
düşünülen muhtemel boru hatlarının
üzerinde yer alması sebebiyle paha
biçilmez değerdedir. Zira bölgede, petrol
rafinerilerinin ve petrokimya tesislerinin
yer alması stratejik ve ekonomik açıdan
çok önem taşımaktadır.
bulunmuşlardır. Başlarda bu toplantıların
konusu İsrail’e karşı bir petrol bloğu
kurmak ve bunun, kara liste ve benzer
yollarla
uluslararası
şirketlere
uygulanması
şeklinde
ekonomik
önlemlerdi. Petrol, o dönemde, tüm diğer
silahların yanında Arapların çıkarabileceği
en kuvvetli silah olmaya adaydı.
Ambargo, dünya petrolünde yeni bir
gelişmenin işareti oldu. Nasıl savaş,
“generallere bırakılmayacak kadar önemli”
kabul edilmişse, şimdi petrol de
petrolcülerin eline bırakılmayacak kadar
önemli hale gelmişti.
Dünyanın gelişmiş devletleri için yeni
keşfedilen petrol alanları ve ihtiyaç
duyulan petrolün temini çok önemliydi.
Fiyat dürtüsü ve güvence motifi OPEC’in
dışında petroldeki gelişmeyi zorunlu
kılıyordu. Çünkü Orta Doğu petrolünün
Batı dünyasına karşı bir silah olarak
kullanılması, Batılı güçleri başka bölgelere
yöneltmiştir. Çalışmalar sonucu yeni
geliştirilen kaynaklardan en önemlileri
Alaska, Meksika ve Kuzey Denizi idi.
Buralarda yapılan yoğun çalışmalar sonuç
vermiş ve zamanla da üretime geçilmişti.
Özetle, Kafkasya’nın coğrafi konumu,
etnolojik oluşumlara ve gelişmelere,
tarihin akışına çok etkili olmuştur. Tarih
boyunca önemini her devirde koruyan
Kafkasya, jeostratejik önemini günümüzde
de devam ettirmektedir.
Bölgede bulunan enerji kaynakları ile ilgili
olarak değerli araştırmacı Haktan BİRSEL
şu tespiti yapmaktadır: “Dünyanın en iyi
stratejistlerinin, teorilerini oluştururken,
birinci hedef olarak Orta Asya’yı göz
önüne almalarının en büyük sebebi, bu
bölgenin sahip olduğu zengin enerji
kaynaklarıdır”.
Arama amaçlı bir sondaj kuyusu açılıncaya
değin petrolün varlığı kesin olarak
bilinemez. Sondaj, karmaşık ve genellikle
riskli bir işlem olduğu için sadece
beklenen getirisi yeterince yüksek alanlar
araştırmaya açılır. Ancak hiçbir jeofizik
aleti veya metodu, yerin derinliklerindeki
petrolü doğrudan doğruya tespit edemez.
Sadece petrolün içinde bulunması ihtimali
olan kapanları tayin edebilir. Jeofizik
biliminin son yıllarda yaygın olarak
Gün
geçtikçe
yükselen
Arap
milliyetçiliğinin odak noktası petroldü.
1950’lerden itibaren resmi düzeyde
olmasa da Arap petrol uzmanları, birçok
toplantılar
yapmış,
temaslarda
39
GENCAY
kullanılan yöntemleri arasında sismik,
gravite ve elektrik yöntemleri sayılabilir.
Son otuz yılda dünya enerji ihtiyacı yıllık
ortalama %3,3’lük bir hızla artmaktadır.
Dünya nüfusunun da tahminen 2020’ye
kadar %85’i gelişmekte olan ülkeler de
olacağından, petrolün bu yıllarda enerji
ihtiyacını karşılamada en yoğun kullanılan
kaynak olacağı muhtemeldir.
Dünya üzerindeki petrol rezervlerinin
%65.3’ü
Orta
Doğu
bölgesinde
bulunmaktadır. Suudi Arabistan tek başına
rezervlerin %25’ine sahip bulunmakta ve
onu %11’lik bir pay ile Irak, %9’arlık
paylarıyla Birleşik Arap Emirlikleri,
Kuveyt ve İran izlemektedir. Bölgenin
rezervleri 1980’li yıllarda büyük artış
göstermiş, daha sonra 1990’lı yıllarda
Irak’ın rezervlerindeki 12,5 ve Katar’ın
rezervlerindeki 9,5 milyar varil artışın
dışında genel olarak sabit kalmış veya
azalmıştır.
Petrole olan aşırı ihtiyaç, ikame enerji
kaynaklarına
ulaşma
çabalarını
arttırmıştır. Bunun bir sonucu olarak, son
25-30 yıldaki bu çabalarla doğal gazın
enerji kaynakları içerisinde hızlı bir
şekilde yükselmesine ve daha çok pay
almasına sebep olmuştur. Bu enerjinin
üretiminin ve kullanımının her geçen gün
daha da arttığı görülmektedir.
Dünya Enerji Konseyi’nin tahminlerine
göre, dünyadaki petrol rezervleri 20402060 yılları arasında tükenme noktasına
gelecektir. Halen günlük dünya petrol
talebinin, önümüzdeki yıllarda (2010 yılı
için), 97,1 milyon varil (yaklaşık olarak 4,8
milyar ton) civarında olacağı da
düşünülürse
durumun
ciddiyeti
anlaşılacaktır.
Petrolün ticari amaçla ilk kullanışı
Rusya’da olmuş ve 1820’de Bakü
yakınlarında, ilk rafineri anlamında işleme
kompleksi kurulmuştur. Bu kompleksin
kuruluşundan günümüze kadar petrolün
ticari geçmişi incelendiğinde, petrol
ticaretinin her geçen gün arttığını
görmemiz mümkündür.
Günlük 75 milyon varil dünya petrol
tüketimi göz önüne alındığında, bilinen
petrol rezervi 860 milyar varil olduğu için,
30 yıllık bir tüketimi karşılayabilir. Bilinen
yataklarda rezerv geliştirme ile sağlanacak
610 milyar varil petrol, 20 yıllık bir
tüketimi daha karşılayabilir. Keşfedilecek
yataklardan sağlanacak 660 milyar varil
petrol ise de 22 yıllık bir tüketime daha
cevap verebilir. 2000 yılında hazırlanan ve
30 yıllık süreci kapsayan bu projeksiyona
göre, doğal gaz dışında petrolün geleceği
70-75 yıldır.
Doğal
kaynaklar
arasında
enerji
kaynaklarının özel bir yeri vardır. Bu gün
olduğu gibi tüm çağlar boyunca da,
insanoğlu, üretimde bulunabilmek için
enerji kaynakları sağlamak kaygısını
duymuştur. Önceleri insan gücü enerji
sağlayan başlıca kaynak iken, sonraları
hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden
yararlanılmaya
başlanmıştır.
Buhar
enerjisinden
yararlanılarak
yapılan
üretimle birlikte ortaya çıkan endüstri
devrimine dek, kullanılan tüm enerjinin
%80-85’i canlılarla sağlanmakta idi.
Sanayi
devriminin
hızlanması
ve
yayılmasıyla buhar enerjisinin kullanımı
40
GENCAY
da artmış ve buna bağlı olarak kömür,
enerji sağlayan başlıca hammadde olarak
önem kazanmıştır. Petrolün enerji
sağlayan kaynaklar arasında büyük ölçüde
önem kazanması ise Birinci Dünya
Savaşı’nın ertesine rastlar.
perde arkasında petrolün olduğu gerçeğini
görmemiz mümkündür.
Petrolün tarihini incelediğiniz zaman göz
önüne gelen gerçek tablo şudur: Petrol
politik, ekonomik ve askeri olarak paraya
ve güce çevrilebilen en uygun maddedir.
Petrol, çağımız insanının refahında ve
medeniyetin
gelişmesinde
birinci
derecede rol oynamaktadır. Zira petrolün
kullanım alanı çok geniştir. Endüstrinin
çarklarının dönmesini sağlayan yine bu
enerji kaynağıdır.
Petrol ve
petrol ürünleri
hacim
bakımından dünya ticaretinin yarısından
fazlasını teşkil etmekte ve petrol üreten
ülkelerle, petrol tüketenler arasındaki
mesafe, petrol sorununa jeopolitik bir
nitelik kazandırmaktadır. Petrol, sadece
sanayileşmiş toplumlar açısından değil,
askeri bakımdan da çok önemli olduğu
için, tüm ülkeler açısından kontrol altında
tutulması gereken stratejik bir madde
olmuştur.
Enerji kaynağı olarak tüketiminin artması
ve yaygınlaşmasıyla petrol, önemli bir
enerji kaynağı durumuna gelmiştir. Ayrıca
kullanım sahasının çok geniş olması da bu
enerjinin doğal kaynaklar arasındaki
göreli önemini arttırmıştır. Kaldı ki petrol,
enerji kaynağı olarak önemini büyük
ölçüde yitirse bile, çeşitli maddelerin
üretiminde kullanıldığı için önemini yine
de sürdürecektir. Çünkü petrol, doğrudan
üç bin ve dolaylı olarak da bir o kadar
ürünün hammadde veya katkı maddesini
oluşturmaktadır.
1859’da ABD’de açılan ilk ticari petrol
kuyusundan çıkarılan petrolün kaderi,
yirminci yüzyıl başında gerçekleşen bir
keşifle değişti. Bu keşif, ateşleme ile
çalışan motorum icadıdır. Bu buluş,
otomobil endüstrisinin hızla gelişmesine
neden oldu. Kısa sürede ABD, İngiltere,
Fransa ve Almanya’da taşıt sayısı
milyonlara ulaştı. Petrol, o dönemde
kömürden daha pahalı olmasına karşın
daha önemli avantajlara sahipti. Temizliği,
kolay depo edilişi ve fazla enerji vermesi
petrolü daha ön plana çıkarıyordu.
Yirminci yüzyılın başına kadar enerji
diplomasisinin
mevcudiyetinden
bahsetmek güçtür. O döneme kadar enerji
diplomasisinin ayrı bir diplomasi konusu
olmasını gerektirecek koşullar henüz
ortaya çıkmamıştı. Ancak geçen yüzyılın
başından itibaren ortaya çıkan gelişmeler,
enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi
alanı olarak gündeme gelmesine ve
Öte yandan, 20. yüzyılın başlarından
itibaren
petrolün
denetimini
ve
pazarlanmasını elinde tutmak, ulusal ve
uluslararası düzeyde etkin bir güç olmanın
simgesi haline gelmişti. Ayrıca petrol,
eskiden olduğu gibi günümüzde de güç
mücadelesinde
önemli
bir
kuvvet
dengesini oluşturmaktadır.
Günümüz dünyasında da petrol, kandan
daha değerli olduğunu kanlı savaşlarla
defalarca ispatlamıştır. Zira 20. yüzyılda
çıkan savaşların büyük çoğunluğunun
41
GENCAY
uluslararası ilişkilerde belirleyici bir
nitelik kazanmasına neden olmuştur.
Bunun sebebi de, yirminci yüzyılın başında
ülkelerin kalkınma ve sanayileşmesinin
enerji kaynaklarına iyice bağımlı bir hale
gelmesidir.
- Türkiye, Orta Asya ve Kafkasya doğal gaz
ve petrolünü Batı pazarlarına iletecek
enerji terminali olma konusunda ve
iddiasındadır.
- Türkiye, toplam enerji ihtiyacının
yaklaşık
%65’ini
yurt
dışından
karşılamaktadır.
Türkiye’nin
büyük
oranda dışa bağımlılığı, enerji güvenliğinin
sağlanması
açısından
önem
arz
etmektedir.
- Türkiye’nin enerji talebi yılda yaklaşık
%5 oranında büyümektedir. Bu oran,
OECD (Avrupa Ekonomik İşbirliği ve
Kalkınma Örgütü) ülkeleri arasındaki en
yüksek oranlardan biridir.
Yukarıdaki belirtilen hususlar, enerji
diplomasisinin Türkiye açısından ne denli
önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin,
enerji
diplomasisinin
gereklerini yerine getirdiği ve enerji
diplomasisine verdiği değer ölçüsünde,
bölgesindeki
gücünü
ve
önemini
arttıracağı gerçeğini hatırdan uzak
tutmamalıyız.
Yirminci yüzyılın başından itibaren savaş
gemilerinin ve savaş araçlarının petrol ile
çalışması yönünde önemli adımlar
atılmıştır.
Yani,
petrolün
dünya
sahnesinde gittikçe daha fazla önem
kazanıyor olması, o dönemin güçlü
devletlerinden olan Almanya, İngiltere ve
Fransa’yı harekete geçirmiş, petrole sahip
olmama
eksikliğini
telafi yollarına
yönelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı
öncesinde Orta Doğu bölgesinde oynanan
oyunlar bir anlamda bu ülkelerin petrol
kaynaklarına daha yakın ve kaynaklar
üzerinde daha etkili olma mücadelesi idi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya
siyasetindeki en önemli gelişmeler;
SSCB’nin Orta Doğu’da ön plana çıkma
girişimleri ve buna karşı ABD’nin bölgede
etkinliği arttırma arzusu olarak göze
çarpmaktadır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin
Orta Doğu enerji kaynakları üzerindeki
mücadelesi, belki de, Soğuk Savaş
döneminin en çarpıcı mücadelelerinden
birini oluşturmuştur.
Dünyada sürdürülen enerji mücadelesinin
en büyük ve tecrübeli aktörlerinden biri
Amerika’dır.
Dünyanın
en
büyük
ekonomisine ve gelişmiş sanayisine sahip
olan ABD, her geçen yıl ciddi oranda artan
bir enerji tüketimine sahiptir. ABD’nin
enerji tüketimi, ülkenin geleceği açısından
artık bir güvenlik meselesi olarak
algılanmaya başlamıştır. Çünkü ABD,
dünyada üretilen petrolün yaklaşık
%25’ini tek başına tüketen ülkedir. Halen
günlük 75 milyon varil olan tüketiminin
2010’lu yıllarda 95 milyon varile ve
2020’lerde ise 115 milyon varile
yükseleceği tahmin edilmektedir.
Enerji diplomasisi son on yılda ülkemiz
açısından
da
son
derece
önem
kazanmıştır. Enerji diplomasisinin ülkemiz
açısından neden büyük önem taşıdığını
aşağıdaki
hususlar
yeterince
açıklamaktadır.
- Türkiye, dünya toplam petrol ve doğal
gaz rezervlerinin yaklaşık %70’inin
bulunduğu bir bölgede yer almaktadır.
42
GENCAY
ABD yönetimi, ülkenin güçlü ekonomisini
uzun yıllar ayakta tutabilmek ve süper güç
olarak kalabilmek için, son yıllarda çok
büyük
stratejiler
geliştirmiş
ve
uygulamaya koymuştur. ABD, enerji
kaynaklarına sahip olmak için ‘’yenidünya
petrol düzeni’’ adı verilen kapsamlı ve
uzun vadeli bir siyaset uygulamaktadır.
Körfez savaşları bu projenin ilk adımlarını
oluşturmaktadır. Projeler uygulanırken de
terör, demokrasi ve özgürlük gibi
kavramlar bahane edilmektedir.
nüfuz alanlarını bu iki süper güçten
ABD’ye terk etmek zorunda kalmıştır.
Dünyadaki enerji mücadelesinin en
tecrübeli aktörlerinden bir diğeri ise
İngiltere’dir.
Bir
zamanlar
‘’güneş
batmayan ülke’’ konumundaki bu devlet,
dünya savaşlarının her ikisinde olduğu
gibi
daha
öncesinden
de,
enerji
kaynaklarının paylaşımında hep söz sahibi
olmuştur. Günümüzde ise yine, dev petrol
şirketleriyle varlığını hissettirmekte ve
büyük enerji ihalelerinden aslan payını
alabilmektedir. Tabii ki, ABD şirketleri ile
güç
birliği
yapmayı
da
ihmal
etmemektedir.
Günümüzde
Rusya
Federasyonu,
Kazakistan ve Azerbaycan hidrokarbon
kaynaklarını dış pazarlara taşıyan mevcut
boru
hatlarının
çoğunun
geçtiği
güzergâhlara
sahip
bulunmaktadır.
Jeopolitik
alanda,
Rusya,
petrol
endüstrisini geliştirmekle ve bölgedeki
enerji ihalelerine kendi şirketlerinin
katılımıyla ekonomik ve politik güvenliğini
kuvvetlendirecektir. Rusya’nın enerji
stratejisinin ana unsurunu, Hazar Bölgesi
ülkelerinin
hidrokarbon
zenginliği
olduğuna işaret etmek önemlidir.
20. yüzyılın ‘’petrol yüzyılı’’ olarak
anılmasında en büyük pay, elbette ki
İngiltere’nindir.
Çünkü
İngiltere,
belirtildiği gibi petrolün ticaretinde ve
yaşanan petrol savaşlarında her zaman
başrolü oynamış bir ülkedir.
1900’lerden itibaren petrolün önemini
kavrayan
İngiltere,
Osmanlı’nın
topraklarını bölerek Arabistan, Irak,
Filistin başta olmak üzere kurduğu manda
rejimleri ile petrol savaşlarında kazançlı
çıkmasa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra, ABD ve Sovyetlerin güçlü ve ince
politikaları karşısında Orta Doğu’daki
Çin büyüyen ekonomik gücünü nüfus ve
coğrafyasının sağladığı güç ile de
birleştirerek, 21. yüzyılda süper güç
olmaya çalışmaktadır. Çin, bir dünya
devleti olabilmek için Rusya ve İran ile
geliştirdiği stratejik ortaklığın yanı sıra,
dünyanın çeşitli bölgeleri ile ticari
ilişkilerini geliştirmekte ve bölgesel
projelerin yapımına da talip olmaktadır.
Enerji kaynaklarından özellikle de
hidrokarbon yatakları, Rusya Federasyonu
için çok önemlidir. Çünkü enerji üretimi ve
ihracatı, Rus ekonomisinde önemli bir yer
teşkil etmektedir. Bütçe gelirlerinin
%40’ını, ihracat gelirlerinin yaklaşık
%50’sini ve endüstriyel üretim değerinin
ise
%30’unu
tek
başına
enerji
oluşturmaktadır.
Çin’in belirtilen hedefleri doğrultusunda
ihmal etmeyeceği bir husus elbette ki
enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Bu
sebeple Çin, petrol ve doğal gaz
konusunda dünya gündemine gelmiş olan
43
GENCAY
Kafkasya ve Orta Asya ülkelerine
yönelmiştir.
Buralardaki
enerji
ihalelerinden önemli paylar elde etmeye
başlayan Çin, Kazakistan’dan petrol,
Türkmenistan’dan ise doğal gaz almak için
çeşitli anlaşmalar imzalamıştır. Ayrıca
Rusya’dan da petrol ve doğal gaz alma
girişimlerinin olduğu bilinmektedir.
tekniğini geliştirmesiyle 18. yüzyılda hız
kazanmıştır.
Taşınması, işlenmesi ve stoklanması kolay
olan doğal gazın yaygın kullanıma girişi
1890’da İngiltere’de olmuştur. Boru hattı
taşımacılığının uygulamaya konulmasıyla
1920’lerde artan doğal gaz kullanımı İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra daha da
gelişmiştir.
Endüstrileşmiş ülkelerde doğal gaz
kullanımının çevresel ve ekonomik
faktörler nedeni ile elektrik üretiminde
yaygın olarak kullanıldığı, gelişmekte olan
ülkelerde ise buna ek olarak, şehir ısıtması
ve endüstriyel yakıt ihtiyacı için de yaygın
olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bugün
için doğal gazın yaygın kullanımını
sınırlayan en önemli faktör, yeterli
altyapının bulunmamasıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle, Avrupalı
şirketler gibi Amerikalı şirketler de kendi
ülkelerinin
dışında
yeni
petrol
kaynaklarına ihtiyaç duyunca, petrol
şirketlerinin rekabet ortamına devletler de
girmeye başlamıştır. Devletlerin de bu
acımasız rekabette yer alması, kanlı
savaşları da beraberinde getirmiştir.
Doğal gaz; metan(CH4), etan(C2H6) ve
propan(C3H8) gibi hafif moleküler ağırlıklı
hidrokarbonlardan
oluşan
renksiz,
kokusuz ve havadan hafif bir gazdır.
Yeraltında yalnız başına veya petrol ile
birlikte bulunabilir. Petrol gibi doğal gaz
da kayaçların mikroskobik gözeneklerinde
bulunur ve kayaç içerisinde akarak üretim
kuyularına ulaşır. Doğal gaz, yüzeyde
ayrıştırılarak içerisinde bulunan ağır
hidrokarbonlar (bütan, pentan vb)
uzaklaştırılır.
Dünyada doğal gaz kaynaklarının bölgesel
dağılımına
bakıldığında,
rezervlerin
petrole göre daha geniş bir alanda
dağıldığı görülmektedir. Orta Doğu Bölgesi
petrol rezervlerinin %65’ine sahip olduğu
halde doğal gaz rezervlerinin %35’ine
sahip bulunmaktadır. Sınırlı petrol
rezervlerine sahip bazı bölgeler doğal gaz
kaynaklarının daha büyük bir kısmına
sahiptirler.
İlk modern üretim ve tüketim tekniklerine
19. yüzyılda ABD’de rastlanmaktadır.
William HART, 1882 yılında New York
eyaletinde Erie Gölü yakınlarında yaklaşık
9 m derinlikten 4 cm çapında bir boruyla
çıkarttığı doğal gazla Freodania kasabasını
ışıklandırmıştır. Doğal gazın ticari amaçlı
kullanımı, gaz endüstrisinin babası olarak
bilinen
İskoç
mühendisi
William
MURDOCK’un kömürden gaz elde etme
Gelişmiş ülkelerin yarım asırdır kullandığı
doğal gazın tahminleri 2020’ye kadar her
yıl %3,2 artarak 4,6 trilyon m3’e
yükselecektir. Böylelikle doğal gaz, dünya
enerji talebinde %25’lik paya ulaşacaktır.
Doğal gaz elektrik üretiminde giderek
artan oranda kullanılmaktadır. 2020 yılına
kadar, elektrik enerjisi üretimi için
kullanılan doğal gaz miktarının toplam
doğal gaz üretiminin %33’üne ulaşması
44
GENCAY
beklenilmektedir. Doğal gaz, santrallerde
ekonomik olarak türbinlerin etkinliğini
sağlanmasının yanı sıra, çevre etkileri
nedeniyle de tercih edilmektedir. Doğal
gaz yakıldığında, kömür ve petrole göre
daha az sülfürdioksit, karbondioksit ve
atık açığa çıkmaktadır.
Enerji denilince akla gelen petrol ve doğal
gazı, dünya devletleri, 1990’lı yıllara kadar
büyük çoğunlukla Orta Doğu’dan ithal
ediyorlardı. Enerji konusunda ilginin Orta
Doğu’dan Orta Asya ve Kafkaslar’a
kayması ve bu bölgelerin son yıllarda
giderek artan biçimde dünya kamuoyunun
gündemine gelmesi iki tarihsel olaydan
kaynaklanmaktadır.
Bunlardan
ilki,
SSCB’nin dağılması ve 11 Eylül 2001’de
ABD’yi hedef alan terörist saldırılardır.
etkinlik kazanabilmek adına, güçlü
devletler ile uluslararası şirketler büyük
bir rekabet içine girmişlerdir.
Azerbaycan tarihinde, başkent Bakü ile
petrol ayrılmaz birer ikili olmuşlardır.
Bakü’de 2600 yıldır insanların yanan
suyun değerini bildikleri ve insan
yaşamının olmadığı Hazar Bölgesi’nde elde
edilen
petrolle
ateşler
yakıldığı
belirtilmektedir. Hatta petrol, Arapların
kullandığı
meşhur
Rum
ateşinin
elementlerinden
birisi
idi.
Petrol
çıkarımına ilişkin ilk gerçekçi bilgiler
Bakü’nün yerleşik bulunduğu Abşeron
Yarımadası’ndaki petrol çıkarımına ilişkin
olarak
7.
ve
8.
yüzyıla
kadar
dayanmaktadır. Bu dönemde petrolün, çok
ilkel ve doğal yollarla elde edildiği
kaynaklarda belirtilmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması, bölgeye
ilişkin bilgilerin dünya kamuoyunda daha
yaygın ve serbest dolaşmasının ve bölge
kaynakları üzerinde Sovyet egemenliğinin
kırılmasının alt yapısını oluşturmuştur. 11
Eylül olayı ise, enerji aktarımının güvenlik
meselesinin altını çizmiş, Orta Doğu’da
alternatif enerji kaynaklarının daha fazla
öne çıkmasına yol açarak uluslararası
ilgiye ve yatırımlara kaynak olmuştur.
Rus ordusuna tüfek yapımı için ceviz
ağaçları aramak üzere 1873 yılında
Bakü’ye gelen Robert Nobel, neftin, Hazar
Denizi
kıyısında
ilkel
yöntemlerle
çıkarıldığına şahit olmuştur. Görmüş
oldukları, asıl gelişme amacını bir kenara
bırakıp petrol işine girmesine yetecektir.
Aynı yıl, Rus Çarı’ndan aldıkları imtiyazla
ilk rafinerilerini kurarak Bakü’deki petrol
endüstrisine adım atan İsveçli Nobel
Kardeşler, 1878’de Hazar Denizi’nde
dünyanın ilk petrol tankerini (Zoroaster)
hizmete sokmuşlardır. Daha sonra, petrol
taşıma amacı ile inşasına başlanıp
finansman sıkıntısından yarım kalan BaküBatum demiryolu için finansman sağlayan
Musevî asıllı Fransız Rotschild’lar da
yıldızı parlayan bu sektöre girmişlerdir.
1883 yılında Bakü-Batum demiryolunun
inşası tamamlandığında, Batum, dünyanın
en önemli petrol limanlarından birisi
Günümüzde
alternatif
hidrokarbon
rezervlerinin aranması, dünyanın giderek
artan nüfusu ve buna bağlı olarak artan
enerji ihtiyacının karşılanması için bir
zorunluluktur. Bu durumda, Hazar Bölgesi
ülkeleri, zengin enerji kaynakları sebebiyle
Batılı devletlerin ve enerji piyasasındaki
dev şirketlerin dikkatini yönelttiği ülkeler
olmuşlardır. Bölge ülkelerindeki enerji
kaynaklarının
dünya
pazarlarına
ulaştırılması için gerekli olan boru hatları
üzerinde söz sahibi olabilmek ve bölgede
45
GENCAY
haline gelmiştir. Kafkas petrollerinin ele
geçirilmesi sürecinde dönüm noktası
sayılabilecek bu olay, Rusya petrol
ihracatında büyük bir artış döneminin de
başlangıcı olmuştur.
bir homojen sistem olarak idari bölgeleri
göz önünde bulundurmamıştır. Sovyetler
Birliği dağılır dağılmaz, Rusya’dan
başlayan Merkez-Kuzey Kafkasya doğal
gaz boru hattının bir bölümü Ukrayna’da
kalmıştır. Ayrıca yer altı doğal gaz
biriktirme kapasiteleri de Ukrayna’da
bulunmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Bakü petrol
yatakları, İngiltere, Fransa ve ABD’nin de
dikkat merkezindeydi. Almanya’nın Bakü
petrol yataklarını elde etmesini önlemek
ve
Sovyetler
Birliği’ni
zayıflatmak
amacıyla, söz konusu devletler Bakü’yü
bombalamayı
düşünmüşlerdi.
Ancak
Hitler’in Hollanda, Fransa ve Belçika’yı 22
Haziran 1940 ‘da işgal etmesiyle Bakü
petrol yatakları da söz konusu devletlerin
hedefinden çıkmış oldu. Hitler, Bakü
petrolünü ele geçirmek için büyük
mücadele vermiş olmasına rağmen,
başarılı olmayarak amacına ulaşamadı.
Sovyetler Birliği ise Azerbaycan petrolleri
sayesinde Almanya’ya karşı galip gelerek
İkinci Dünya Savaşı’nı kazandı.
Yabancı
şirketlerin
Hazar
Bölgesi
petrolünden pay almak üzere bölgeye
gelerek mücadeleye koyulmalarının temel
nedenleri arasında; Hazar’ın üretim
potansiyelinin büyük olması, geçmişte elde
edilme imkânı olmayan yatırımın bugün
için cezbedici özelliği, gerçek potansiyelin
tespit edebilme imkânının katılımla
mümkün olabilmesi ve üretilecek petrolün
yerel
ihtiyaçların
ötesinde
dünya
piyasalarına arz edilecek olmasıdır.
Hazar,
muhtemelen
dünyanın
araştırılmamış ve büyük oranda da
işletilmemiş son enerji bölgelerinden
biridir. Dolayısıyla bu bölgedeki enerji
kaynaklarının arama ve geliştirme
çalışmalarına açılması, petrol şirketleri
arasında büyük bir ilgiye yol açmıştır.
Bölgede bulunan hidrokarbon yataklarının
potansiyeli hakkında çeşitli kaynaklarda
değişik
oranlarda
rakamlar
göze
çarpmaktadır. Genel bir fikir vermesi
açısından konuyla ilgili olarak aşağıdaki
istatistikî bilgilere yer verilmiştir.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın verdiği
rakamlara göre, Hazar Havzası’nın
ispatlanmış petrol rezervi 15-40 milyar
varil, olası rezervleri ise 70-150 milyar
varil arasındadır.
Savaş yıllarında SSCB’nin yakıt ihtiyacının
tamamına yakın bir kısmını Azerbaycan’ın
karşıladığı
göz
önüne
alındığında,
Azerbaycan’ın mevcut önemi daha fazla
anlaşılmaktadır.
1991 yılında SSCB’nin dağılması, petrol
üretimindeki yeni dönemin de başladığı
sinyalini veriyordu. Çünkü birliğin
dağılmasıyla birlikte, bölünen petrol ve
doğal
gaz
sisteminin
coğrafi
bölünmesinden
ziyade
fonksiyonel
bölünmesi sorun olmuştur. Petrol ve doğal
gaz; Rusya, Azerbaycan, Kazakistan,
Türkmenistan ve Özbekistan’da elde
edilirken, petrol işleme tesislerinin önemli
kısmı Beyaz Rusya, Azerbaycan ve
Ukrayna’da kalmıştır. Sovyet enerji sistemi
ABD
Enerji
Bakanlığı;
Kazakistan,
Azerbaycan ve Türkmenistan’ın petrol
46
GENCAY
rezervlerini 18-34 milyar varil olarak
vermektedir. Olası rezervler de hesaba
katıldığında, bölgenin 260 milyar varil gibi
önemli bir potansiyele sahip olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Bu
miktar,
dünya
rezervlerinin
%25’ine
karşılık
gelmektedir.
büyük katkısı olmuştur. Ancak, fiili olarak
yaklaşık
200
yıldır
Azerbaycan’da
kullanılan petrolün bu ülke vatandaşlarına
refah ve mutluluk getirdiğini söylemek
pek mümkün değildir. Gerek hanlıklar ve
Çarlık Rusya’sı döneminde, gerek SSCB
döneminde petrol, Azerbaycan için hep
savaşlar, işgaller ve sorunlar getirmiştir.
ABD Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre,
Hazar’da henüz keşfedilmemiş en az 163
milyar varil daha petrol var. Toplamı 179
milyar varili buluyor. Beklentiler 200
milyar varile ulaşılması yönündedir. Bu
rakamlar, ispatlanan rezervlere dönüştüğü
takdirde, Hazar’ın rezerv açısından dünya
üçüncüsü oluşu kesinleşecektir.
Ana hatları itibarı ile AB’nin enerji
politikası
üç
temel
hususa
dayandırılmaktadır. Bunlar; arz güvenliği,
rekabetin arttırılması ve çevre kirliliğinin
önlenmesidir.
Rusya Federasyonu, bölgede bulunan Türk
Cumhuriyetleri’ni bir an için bile boş
bırakmamaya çalışıyor. Bu ülkelerde her
gün bir Rus heyeti ya da Rus hükümet
temsilcisi
görüşmelerde
bulunuyor.
Rusya’nın Türk Cumhuriyetleri’ne ve
Hazar
Havzası
ülkelerine
yönelik
politikasında hareket noktasını enerji
oluşturuyor. Enerji stratejisinde, Türk
Cumhuriyetleri’nin
kontrolü
ve
Türkiye’nin bağımlı kılınması önem
taşıyor. Bu politikanın temelini ise boru
hatları stratejisi oluşturmaktadır.
Hazar
Havzası
devletlerinin
sahip
oldukları
enerji
kaynaklarını
kullanmalarındaki zorlukları da şu şekilde
sıralayabiliriz: a. Enerji kaynaklarının
pazarlara nakli sorunu b. Hazar Denizi’nin
hukuki
statü
sorunu
c.
Rusya
Federasyonu’nun bölgedeki tekeli ç. Milli
sermaye sıkıntısı d. Hantal ve yetersiz
teknoloji.
Ayrıca Hazar enerji kaynaklarının büyük
bir kısmına sahip olan bölge devletlerinin
bu kaynaklardan etkin bir şekilde
faydalanabilmesinin ön koşulu, bunları
uluslararası pazarlara sunumudur. Coğrafi
özellikleri itibariyle birer kara devleti
konumunda
bulunan
bu
ülkeler
uluslararası
pazarlara
ulaşmada
sorunlarla karşılaşmaktadırlar.
Belirtilen enerji doktrininin ana hatları
aşağıda maddeler halinde verilmiştir:
A. Rusya enerji taşıyıcıları için güvenilir
dış ticaret kapılarının genişletilmesi ve
açık tutulması
B. Rus şirketlerinin yabancı ülkelerin
enerji kaynaklarına ulaşmasına imkân
sağlanması
C. Dış ülkelerin enerji sektöründe Rus
sermayesinin rolünün arttırılması
D. Yabancı sermaye ve tecrübenin ülkeye
akışının teşvik edilmesi
Dünyanın ilk petrol üretim bölgesi olan ve
bir dönem dünya petrol üretiminin
yaklaşık üçte ikisini tek başına karşılayan
Bakü petrollerinin, Sovyetler Birliği’ne
İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasında
47
GENCAY
E. Rus enerji taşıyıcılarının transit geçişini
temin edici tedbirlerin alınması
Rusya Federasyonu’nun yakın çevre
politikası oluşturma gerekçeleri ise
şunlardır:
Rusya bu nedenle LUKOIL’in Hazar’daki
çalışmalarını,
Gazprom
Şirketi’nin
Kazakistan ve Türkmenistan doğal gaz
yataklarına
geri
dönmesini,
Rus
şirketlerinin uluslararası boru hattı
projelerinde yer almasını teşvik etmiştir,
etmektedir.
1. Avrasya jeopolitiğini askeri ve siyasi
alanda kontrolü altında bulundurmak ve
gerektiğinde kendi yayılma alanları ve
savunma çevresini belirlemek.
2. Yakın çevrede gelişebilecek, etnik ve
siyasi bütünlüğü bozabilecek akımların
etkisini kırmak.
3. Sovyet cumhuriyetlerinde kalan Rus
azınlığın hak ve çıkarlarını korumak, bu
gerekçeyle mümkün olduğu ölçüde onları
ilgili yönetimlerde söz sahibi kılmak.
4. Sanayi ve ekonominin temel girdisi olan
petrolün ve doğal gazın çıkarılması,
taşınması ve pazarlamasında kontrol
noktalarını elde tutmak.
Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun,
Kafkasya ve Orta Asya enerji kaynakları ve
boru hatları üzerindeki hâkimiyetini
kaybetmesi ile aşağıdaki durumlar ile
karşılaşması kaçınılmazdır. Bunlar:
1. Yüklü miktarda aldığı taşıma ücretinden
mahrum kalacaktır.
2. Petrol ve doğal gaz fiyatlarını istediği
gibi belirleyemeyecektir.
3. Petrol ve doğal gaz üzerindeki kontrolü
sayesinde bölge devletlerinin siyasi,
diplomatik, ekonomik ve sosyal hayatına
istediği gibi müdahale etme imkânını
kaybedecektir.
4. Zamanla kuzeye doğru geri çekilmeye
devam edecektir.
5. İleriki dönemde bölgeyi ABD ve Çin gibi
güçlere terk etmek zorunda kalabilecektir.
SSCB’nin 1991’de dağılmasıyla, kuzeyden
gelecek tehdit korkusu önemli ölçüde
azalan İran’ın, Rusya’nın 1993’ten itibaren
‘’yakın çevre’’ diye niteleyip özel
çıkarlarının olduğunu öne sürdüğü
Kafkaslar ve Orta Asya konularında,
Moskova’nın öncelikli konumunu kabul
etmesi, iki ülke arasındaki yakınlaşmada
önemli rol oynamıştır.
Bunun yanında, her iki ülke, Kafkasya ve
Orta Asya devletleriyle yakın dil ve kültür
bağları bulunan Türkiye’yi ve bu ülke ile
beraber hareket eden ABD’yi adı geçen
bölgelerden uzak tutmak konusunda uzun
süreden beri işbirliği içindedir. Hazar
Havzası’nın önemli enerji kaynaklarının
paylaşım durumu, bu işbirliğini daha da
güçlendirmektedir. İran’ın Rusya’ya yeni
yaklaşımı, demokrasi sürecinin işleyeceği
ve tekrar emperyalist bir güç olmayacağı
şeklindedir.
Dış politikasının ana çizgisini Batı ile
ilişkilerin oluşturduğu kısa bir dönemin
ardından Rusya Federasyonu, 1992 yılının
sonunda,
eski
Sovyetler
Birliği
devletlerinin kendi özel nüfuz alanı olduğu
sonucuna vardı. Rusya’da ‘’Yakın Çevre
Doktrini’’
olarak
bilinen
politikası
doğrultusunda Rusya, kendisini eski
Sovyet cumhuriyetlerinde barış ve
istikrarın tek garantörü olarak algılamıştır.
48
GENCAY
İran’ın bölgede sahip olduğu ekonomik
avantajları ise şu şekilde sıralayabiliriz: İlk
olarak, hem Kafkasya hem daha yoğun
olarak Orta Asya devletleri, kıta içine
sıkışıp kalmış olarak bulunmalarını temel
sorunları olarak görmektedirler. Orta Asya
devletlerinin bu sıkışıklıklarını aşmaları
için iki seçenekleri olduğu görülmektedir.
Bunlardan birincisi Rusya Federasyonu,
diğer güzergâh ise İran’dır. Rusya’ya olan
bağımlılığı en aza indirmeye çalışan ve dış
politika seçeneklerini artırma konusunda
son derece istekli olan Orta Asya devletleri
açısından
İran’ın
coğrafi
konumu,
cumhuriyetler
için
avantaj
olarak
karşımıza
çıkmaktadır.
İran,
bu
avantajının farkındadır. Bu noktada
Tahran’ın, kendisini bölgenin dünya
pazarlarına ulaşmasında bir köprü olarak
değerlendirdiği açıktır.
Ayrıca,
Rusya’nın
İran
ile
olan
yakınlaşmasının önemli sebeplerinden biri
de, Batı’nın, özellikle de ABD’nin bölge ile
olan ilişkilerinde Türkiye ile beraber
hareket etmek istemeleridir. Türkiye’nin
bölge ile tarihi, kültürel bağlardan öte,
derin bir milli bağı bulunmaktadır. Aynı
dili konuşan akraba halkların uzun bir
ayrılık döneminden sonra Türkiye ile
yakın bağlar kurmaya başlamaları,
Rusya’yı endişelendirmiş ve alternatif
stratejiler geliştirmeye sevk etmiştir. Bu
da bazı konularda bölgede Türkiye’ye
rakip olan İran ile ortak hareket etmek
şeklinde olmuştur.
SSCB’nin dağılması ve Kafkasya ve Orta
Asya’da sekiz yeni bağımsız devletin
kurulmasıyla,
bölge
jeopolitiğinde
meydana
gelen
yapısal
değişiklik
karşısında İran, yeni bağımsızlığını
kazanmış ülkelerle genişlemiş olan yeni
jeopolitik ve ekonomik durumuna bağlı
olarak kendisine uygun bir rol saptamaya
çalışmaktadır.
İran’ın kara ve demir yollarının
Türkistan’a
ve
Kafkasya’ya
kadar
uzanması ve yine İran’ın Fars Körfezi ve
Umman Denizi kıyılarındaki limanları, son
yıllarda İran ve bölge ülkeleri arasında
transit geçiş bağlamında işbirliğinin
artmasına zemin hazırlamıştır. İran’ın
bölgedeki
ekonomik
ve
siyasi
faaliyetlerinin temelinde transit ülke
olmasının yarattığı psikolojik ve pratik
avantajı yatmaktadır.
İran, Sovyetlerin dağılmasından sonra
ortaya çıkan bu yeni yapılanmayı
uluslararası
arenada
devam
eden
yalnızlığından
sıyrılabilmek
için
kullanabileceği bulunmaz bir fırsat olarak
algılamıştır. Ayrıca, dağılmanın ardından
bölge üzerindeki etkinliği ve gücü üst
seviyeye çıkan Türkiye karşısında yeni
stratejiler geliştirmek zorunda kalmış ve
bu endişelerle Rusya ile doğal bir ittifak
içine girmiştir. ABD, yeni Türk devletleri
ile ilişkilerde müttefik olarak Türkiye’yi
kabul etmesi karşısında, İran da Rusya ile
olan ittifakını sıkılaştırmıştır.
İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki gelişmelere
katılma amaçları şöyle sıralanabilir:
• İzolasyondan kurtularak ve bağımsızlık
adımları atmaya muktedir olarak dünya
politikasında etkinliğini arttırmak.
• Yeni Müslüman devletlerdeki geçmiş
Sovyet politikacılarının gözünde kendini
yüceltme çabası,
49
GENCAY
• Petrol ve doğal gaz işletmesinden
ekonomik gelirler elde etmek,
• Orta Doğu’da merkezi yerlerden birini
tutmak,
çabaya girmiştir. Ancak daha önce de
belirtildiği gibi, İran’ın çabaları büyük
ölçüde
ABD
ambargosu
yüzünden
başarısız kalmıştır. Buna rağmen İran, bu
yöndeki çabalarından vazgeçmiş değildir.
Bu bağlamda ortaya çıkan diğer önemli bir
gelişme ise Rusya ve İran arasında,
aralarındaki rekabete rağmen, Batı
ülkelerinin
ve
Batı’nın
müttefiki
Türkiye’nin bölgedeki etkisini azaltmaya
dönük olarak geliştirdikleri iş birliğidir.
Son
olarak,
özellikle
Muhammed
Hatemi’nin
1997’de
cumhurbaşkanı
seçilmesi ile İran, Hazar petrollerinde
etkinliğini arttırmaya yönelik politikasına,
bazı petrol şirketlerinin de yardımıyla hız
vermiştir.
İran’ın Hazar politikasında; ekonomik
hedeflerin, ideolojik hedeflerin gerisinde
olduğu görülmektedir. Ancak, objektif
açıdan, İran ekonomisinin zayıf olması,
İran’ın Türk soylu olmaması ve yeni
Müslüman
devletlerin,
İslâmi
radikalizmden
korkmaları;
sübjektif
açıdan ise, ABD’nin bilinçli ve planlı İran
aleyhtarı politika yürütmesi ve bölgedeki
liberal veya Batı yönlü Müslüman rejimleri
desteklemesi nedeni ile İran’ın Hazar
Bölgesi’nde nüfuzunun azalmakta olduğu
görülmektedir.
Türkiye’nin yanı sıra İran da, Kafkasya ve
Orta Asya’da nüfuz sahibi olmak
istemektedir. Ancak, İran’ın bu bölge
üzerindeki faaliyetleri, gerek dini gerek
politik ve ekonomik bakımdan göz ardı
edilemeyecek bir öneme sahip olmasına
karşın, şimdiye kadar açık bir sonuç elde
edememiştir.
Son olarak, Hazar Bölgesi’nde sürdürülen
nüfus mücadelesinde Türkiye, ABD’nin
şemsiyesi altında yer alırken, İran ise
Rusya Federasyonu ile işbirliği içerisinde
bölgede
kendine
yer
edinmeye
çalışmaktadır.
Dolayısıyla,
Rusya’yla
kurulan stratejik işbirliği, İran’ın bölgeye
yönelik politikasında önemli bir unsur
haline gelmiştir.
İran; Türkiye ve Rusya gibi, hem coğrafi
konumu, hem bölgeyle ilişkileri, hem de
bölgede önemli devlet olma özelliği
dolayısıyla,
Hazar
Bölgesi’ndeki
gelişmelerle yakından ilgilenmiş ve bir
yandan bu bölgede ağırlığını arttırmaya
çalışırken, diğer yandan da rakiplerinin
etkisini minimuma indirmek için çaba
göstermiştir. Bu durumu en fazla enerji
alanında görmekteyiz. Bu çerçevede
Tahran, Hazar petrol ve doğal gazının
dünya pazarına taşınmasında en iyi yolun
kendisininki olduğunu ileri sürmüş ve
önerisinin gerçekleşmesi için her türlü
Sovyetlerin
ani
dağılışıyla
birlikte
dünyanın iki kutuplu yapısına dayalı
yaşanan Soğuk Savaş döneminin sona
ermesi, uluslararası ilişkiler ve ülkelerin
jeopolitiği açısında küresel düzeyde bir
deprem etkisi yapmış ve buna bağlı olarak
da pek çok denge yeniden oluşmuştur.
Yaşanan
depremin
fay
hatları;
Kafkaslardan, Orta Asya’dan, Balkanlardan
ve bir ölçüde de Orta Doğu’dan geçiyordu.
Dolayısıyla bu bölgelerle pek çok
bakımdan göbek bağı bulunup, anılan
bölgelerin tam ortasında yer alan Türkiye,
depremden en çok etkilenen ülkelerden
50
GENCAY
birisi oldu. Çünkü Türkiye, kendisini, asla
hazırlıklı olmadığı genişlikte yepyeni
fırsatlar,
sorumluluklar
ve
riskler
coğrafyasının merkezinde buluverdi. Bu
gelişmeler, Türkiye’nin zaten yüksek olan
jeopolitik öneminin en az ikiye katlandığı
anlamını taşımaktaydı.
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Hazar Havzası’nın
önemini şu şekilde özetlemektedir: ‘’Rusya
Federasyonu, Kafkasları ve Orta Asya’yı
yaşamsal çıkar alanı olarak görmekte ve
buralara geri dönme çabasına devam
ettirmektedir. Bunda etkili olan ise,
jeopolitik kaygıların dışında, Hazar
Bölgesi’nin zengin enerji kaynaklarına
sahip bir bölge olmasıdır’’.
hassas bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca
Afganistan’daki savaş ve Tacikistan’daki
karışıklık, bölgenin potansiyel şiddet
içerdiğini göstermektedir.
Yukarıdaki sorunlar, süper güçlerin
menfaatleri için her zaman kullanabileceği
veya
yönlendirebileceği
sıkıntılardır.
Kafkaslar ve Orta Asya’daki bu meseleler
var olduğu sürece de güçlü devletler bu
bölgelerde her zaman var olacaktır. Ayrıca
önümüzdeki dönemde, özellikle bölgesel
güçlerle Orta Asya devletleri ile ilişkillerin
en belirleyici maddesinin enerji kaynakları
olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır.
Hazar Denizi’ni kıyı devletlerle ortak
olarak (median line) kullanmak isteyen
Rusya’nın yaklaşımında, önceleri politik
kaygılar daha fazla ön plana çıkmaktaydı.
Hala bölgeyi kendi ‘’arka bahçesi’’ olarak
görmek isteyen Rusya’nın diğer bir
kaygısı, zengin petrol yataklarına sahip
Azerbaycan’ın Batı ile giderek artan
yakınlaşmasıdır. Bu sebeple Rusya
Federasyonu’nun statü tartışmalarının
merkezinde
daha
çok
Azerbaycan
bulunmaktadır.
1996 yılında Uluslararası Enerji Ajansı’nın
yayınladığı rapora göre, Hazar Denizi’nden
Rusya’ya
ulaşan
boru
hatlarının
kapasitesi324.000
varil/gün
olarak
verilirken, bu kapasitenin ancak Rusya’nın
iç tüketimi için yeterli olduğu belirtiliyor.
Yani ihraç için yeni hatların yapılması şart.
Doğal gaz ihracı ise Rusya’nın kendi elinde
tuttuğu pazarı kaptırmaması için önemli
engellemeleriyle karşı karşıya. Bu nedenle
Rusya’nın asıl hedefi, bu ucuz Türkmen
gazını kendisi alıp, ‘’boru hattı işletim
maliyetleri’’
karşılığında
dünyaya
kendisinin ihraç etmesidir.
Diğer yandan, güçlü devletlerin nüfus
mücadelesinin
bir
sonucu
olarak,
Kafkaslar dünyanın en az istikrarlı
bölgelerinden biri haline getirilmiştir.
İstikrarsızlık sebebi olarak da şunları
belirtebiliriz: Rusya’nın yakın çevre
politikasına (Primakov Doktrini) ilişkin
belirsizlikler, Karabağ’daki henüz çözüme
ulaştırılamamış Azerbaycan- Ermenistan
çatışması, Çeçenistan işgali ve bölgede
etnik grupların bağımsızlık istemeleri
Azerbaycan ise 1991’den devam eden
petrol anlaşması görüşmelerini 20 Eylül
1994
tarihinde
anlaşma
ile
neticelendirmişti. Yapılan anlaşmanın
ardından, Batılı büyük petrol şirketleri
Hazar Denizi’nin Azerbaycan sektörüne
ciddi
miktarda
yatırım
yapmaya
başladılar. Başlangıçta Rusya Hükümeti ve
onun Lukoil Şirketi, Azerbaycan’ın Batılı
şirketlerle
yürüttüğü
petrol
görüşmelerinden dışlanmıştı. Ancak bu
dışlanmışlık
Azerbaycan’da
Elçibey
hükümetinin
bir
darbeyle
51
GENCAY
uzaklaştırılmasıyla neticelendi. İktidara
geldikten sonra mevcut durumu iyi
kavrayan Haydar ALİYEV, aynı akıbetin
kendi başına gelmesinden çekindiği için
‘’Asrın Anlaşmasın’’nda kendi ulusal petrol
şirketi SOCAR’ın payından, Rus Lukoil
şirketine %10’luk bir pay vererek bir
şekilde Rusya’yı da büyük oyuna dahil etti.
açıdan bakmaktadır. Çünkü bu yataklar,
İran için bu ülkenin Basra Körfezi’ndeki
zengin petrol yatakları göz önüne
alındığında ekonomik değer bakımından
önemli bir mana taşımamaktadır. İran,
Güney Azerbaycan sorunu sebebiyle,
Azerbaycan’ı,
bölgesel
tehdit
algılamasında birinci dereceli tehdit olarak
görmektedir. Bu sebeple de Azerbaycan’ın
gelişmesine ve ‘’Güney Azerbaycan’’ için
bir cazibe merkezi haline gelmesine
önemli
katkılar
sağlayacak
petrol
anlaşmalarını engellemek için Hazar’da
uzlaşmaz tutumunu devam ettirmektedir.
Tahran, uzun süredir Bakü’nün yürüttüğü
dış politikadan rahatsızdır ve bu
rahatsızlığını her vesileyle diplomatik
kanallardan
Bakü’ye
bildirmektedir.
Hazar’a yabancı güçlerin gelmesini
istemeyen İran’ın en büyük endişesi,
Hazar’da giderek güçlenen ABD ve Batı
nüfuzudur. Zira İran, Hazar’da etkinleşen
Batı nüfuzuyla beraber kuşatıldığını
hissetmektedir. Bölgede bir yandan Batı
sermayesi artış gösterirken diğer yandan
ABD ambargosu sebebiyle İran, Hazar
pastasından gerekli payı alamadığını
düşünmektedir. Her ne kadar 1994’teki
‘’Asrın Anlaşması’’ndan İran’a %5’lik bir
pay verilse de, ABD’den gelen baskılar
sebebiyle, Azerbaycan bundan vazgeçmek
zorunda kalmıştır.
Hazar’ın
statüsü
ve
paylaşımı
tartışmalarının
mümkün
olduğunca
dışında kalmaya çalışan Kazakistan, İran’ın
önerdiği eşit (%20) paylaşım şartının
kabul görmesi durumunda bundan en çok
zarar gören ülke olacaktır. Çünkü diğer
bütün kıyıdaş ülkelerin payları %20’nin
altındadır. Bu sebeple Kazakistan, bu
tartışmalara direkt katılmayıp bu konuda
İran’a en büyük direnci gösteren
Azerbaycan’ı arka planda aktif olarak
desteklemektedir.
Hazar Denizi’ni bir sınır gölü olarak tarif
eden İran’ın, Hazar konusunda geçerli ve
sürekli
bir
öneride
bulunduğunu
söyleyebilmek zordur. İran, Hazar’ı %20
prensibi ile beş eşit parçaya bölmeyi veya
zaman zaman da ortak kullanmayı
istemektedir. Görüşlerini bu iki eksen
arasında belirleyen İran’ın, ön plana
çıkarmaya çalıştığı husus, Hazar’ın statüsü
belirlenmeden burada da yapılan petrol
aramalarının kanun dışı olduğu tezidir.
İran, statü sorunu çözülünceye kadar
1921’de ve 1940’ta imzalanan SSCB-İran
anlaşmalarını esas olarak aldığını beyan
etmektedir.
İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki tutum ve
davranışlarının sebebini sadece bir ülke ile
(Azerbaycan) sınırlandırmak yetersiz
kalacaktır. Zira Hazar’ın güneyinde
ehemmiyetsiz bir bölüme sahip olan İran,
kendi payına düşen kısımdan (%12)
memnun değildir ve kendi sınırlarını
Hazar’ın ortalarına doğru genişleterek
Hazar’ın içlerine doğru stratejik bir
İran’ın Hazar’da statü tartışmalarını
yürüttüğü ülkelerin başında Azerbaycan
gelmektedir. Zira İran, Hazar sorununa
ekonomik gerekçelerden daha çok siyasi
52
GENCAY
üstünlük elde etmek istemektedir. Mart
2001’de İran Cumhurbaşkanı Muhammet
Hatemi’nin Moskova ziyareti sırasında
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile
yaptıkları görüşmede, Rusya ve İran’ın
‘’Hazar Denizi’nin statüsü resmi olarak
belirlenmeden Hazar’da diğer kıyıdaş
ülkeler tarafından çizilmiş hiçbir sınırın
tanınmayacağı’’ dile getirilmiştir.
(…), Hazar’da statü, kaynakların paylaşımı
ve boru hatları gibi sürekli gündemde olan
sorunların yanı sıra bir diğer sorun da
Hazar’ın ekolojisidir. Hazar’da paylaşım
sorunları ile beraber telaffuz edilen ve
boru
hatları
projeleriyle
anılmaya
başlanan çevre sorunları, 1980’li yılların
başlarında gündeme gelmiş, ama daha
sonra kıyıdaş ülkelerin bağımsızlıklarını
kazanması ve büyük petrol oyununun
başlamasıyla bu sorun ikinci plana
itilmiştir.
Moskova,
Türkiye’nin
boğazlar
konusundaki karşı çıkışlarına PKK’ya
açılan destek olarak (PKK militanları o
dönem Duma’da toplantı bile yapıyorlardı)
karşılık vermiştir. Rusya’nın PKK’ya
desteği aslında kendisi açısından stratejik
bir seçimdi. Böylece hem Boğazlar
konusunda Türkiye’den intikam alıyor,
hem de Türkiye’nin enerji koridoru olma
hedefine büyük bir engel çıkarıyordu.
Doğu’daki artan terör faaliyetleri, o
dönemde, BTC projesine petrol şirketleri
ve ilgili devletlerin kuşkuyla yaklaşmasına
sebep olmuştur.
Aslında zengin bir floraya sahip olan
Hazar’da
çevre
kaygıları
önemli
dayanaklara sahip olacak niteliktedir.
Ancak bu su havzasında çevre sorunlarını
gündeme getirenler bunu bir politika
argümanı olarak kullanmakta ve bu
konuyu
ileri
sürerek
diğer
bir
mücadelenin yürütüldüğü alan olan boru
hatları tartışmalarında üstünlük sağlamayı
arzulamaktadırlar.
Zira
Hazar’da
kaynakların paylaşımı kadar, elde edilecek
petrol ve doğal gazın Batı pazarlarına
ulaştırılması da oldukça önemlidir.
Türkiye’nin Rusya’nın bu tutumuna
verdiği karşılık da benzer olmuştur.
Nitekim asıl Türkiye’nin başında PKK
terörü varsa, Rusya’nın başında da
bağımsız olmak isteyen Çeçenistan sorunu
vardır. İşin ilgi çekici tarafı, Bakü-TiflisCeyhan Hattı nasıl Türkiye’de terör
bölgesinden geçiyorsa, Rusya’nın önerdiği
Bakü-Navorossisk Hattı da Çeçenistan’dan
geçiyordu. Yani Türkiye’nin elindeki
kozlarla Rusya’nın elindeki kozlar bire bir
aynıydı. Neticede Türkiye, Çeçenlere
gizliden destek olmuştur. Bu konuda zaten
Türk kamuoyunda da bu yönde bir talep
bulunmaktaydı.
Rusya Federasyonu ve İran, Azerbaycan’ı,
Hazar’ın kaynaklarının kullanılmasında
hassas ekolojik dengeleri gözetmemekle
suçlamaktadır. Ancak bu ülkeler, ‘’ekoloji’’
sorunlarını, sadece Batı çıkışlı petrol ve
doğal gaz boru hatlarını engellemek için
bir ‘’sebep’’ olarak hatırlamaktadırlar.
Rusya, Trans-Hazar gibi ‘’Batı çıkışlı’’
petrol ve doğal gaz boru hatları gündeme
geldiğinde, Hazar’ın ‘’ekolojik sistemi’’ ve
bölgenin ‘’sismik aktifliği’’ gibi tezler ileri
sürerek
bu
projeleri
engellemeye
çalışmaktadır.
Ancak
Rusya
Federasyonu’nun her defa ileri sürdüğü
Hazar’ın
ekolojik
yapısının
zarar
53
GENCAY
göreceğine yönelik endişeleri, çok da
inandırıcı olmamaktadır. Zira SSCB
döneminde Hazar’ın kirletilmesinin en
büyük sebebi, Hazar petrollerini hiçbir
tehdit
almadan
kullanan
Ruslar
olmuşlardır.
Diğer taraftan, bölgede meydana gelen
boşluk, yöneticilerin akıllarında şu soruyu
bıraktı: Bölgenin zengin enerji kaynakları
kimler tarafından kontrol edilecek? Zira
bu bölgenin, tek bir ülkenin kontrolü
altına girmesi bir bakıma Sovyet
döneminin geriye gelmesi anlamına
gelmektedir. Bu nedenle, uluslararası
gündemi meşgul etmeye başlayan bu
sorun, bölge üzerinde Soğuk Savaş
rüzgârlarının esmesine sebep olmuştur.
Dolayısıyla enerjinin ihraç yollarının
belirlenmesinde, petrolden pay alma
mücadelesinden daha büyük mücadele
verilmiştir ve hâlâ da verilmektedir.
Hazar Bölgesi’ni içine alan geniş alanda,
doğuya, batıya ve güneye yönelik 25 kadar
boru hattı projesi gerçekleşmiştir veya
gerçekleşmek
üzeredir.
Maliyetlerin
yüksek olması ve siyasi nedenlerle
projeler yavaş ilerlemekte ve bunun bir
sonucu olarak da az sayıda yeni boru
hatları inşa edilmiş durumdadır. Bölgedeki
enerjinin güvenli nakli için daha çok
sayıda boru hattına ihtiyaç vardır. (…)
BTC Projesi; siyasî, ekonomik, stratejik ve
çevresel açılardan, Türkiye’nin yürüttüğü
en
önemli
enerji projelerindendir.
Ekonomik
etkileri
kısaca
gözden
geçirilirse; her şeyden önce hattın
gerçekleşmesi durumunda, Türkiye için
ucuz ham petrol temin edilmesi mümkün
olacaktır. Bunun önemli bir nedeni taşıma
maliyetlerinin
minimuma
indirilecek
olmasıdır.
Bir
diğeri
ise
finans
maliyetlerinin azaltılmasıdır.
Petrolün güzergâhını belirlemek için
uluslararası şirketlerin lobi çalışmaları
kadar, bölgedeki güvenlik ve güvenilirlik
sorunları da etkili olmaktadır. ABD,
petrolün ucuza mal edilecek olmasına
rağmen, İran’ın rejimi nedeniyle bu
ülkeden geçirilmesine şiddetle karşı
çıkmaktadır.
Rusya ise, petrolün batıya sevkini
engellemek
için
Gürcistan’daki
iç
karışıklıkları körüklemiş, Azeri-Ermeni
çatışmasına neden olmuş ve halen bölgede
suni
sorunlar
oluşturmaya
devam
etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi,
Rusya, üretilecek petrolü Navorossisk
Limanı’na akıtabilmek için, bölgede
bağımsızlığını ilan etmiş olan Çeçenleri bu
kararlarından vazgeçirmek için acımasızca
katletmiştir.
Buradaki
savaş,
düşü
yoğunluklu çatışmalar şeklinde halen
devam etmektedir.
Ayrıca BTC Hattı; rafineriye 15 günde
ulaşan Basra Körfezi petrolü ile
karşılaştırıldığında, sadece 2 günde
Türkiye’deki rafinerilere getirilecek Hazar
petrolü için büyük bir maliyet avantajı
sağlayacaktır. Buna Ceyhan’ın uluslararası
petrol piyasası merkezi haline gelmesini
de ekleyebiliriz.
Hattın bir başka avantajı da petrole
ödenecek paranın taşıma ücretine
sayılması olacak. Türkiye, nakit parayla
ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda
kalmayacak. Bu, Türkiye’nin petrole yılda
54
GENCAY
ödediği
paranın
yaklaşık
%17’sini
karşılama anlamına gelecek. Bu durumda
boru hattının kirasından da yıllık 250
milyon dolar gelir elde edilecek. Petrol
boru hattı inşası ile inşaat sektörünün
canlanması geçici bir süre de olsa işsizliğe
çare
olacak.
Türkiye’nin
Avrasya
haritasındaki
stratejik
konumunu
güçlendirerek bölgede söz sahibi ülke
konumuna getirilecek.
Geçen on sene zarfında Türkiye, bölgede
çok sayıda girişim başlatmış ancak bunlar
bir sonuca ulaşamamıştır. Bu güne dek
Orta Asya cumhuriyetlerine verilen sözler
tam anlamıyla tutulamamış, bu durum,
Orta Asya cumhuriyetlerini Türkiye’yle
ilgili hayal kırıklığına uğratmıştır.
(…), Türkiye’nin uzun yıllar izlediği dış
politikaya bakacak olursak şu gerçeği
görmemiz mümkündür: Stratejisini sadece
uluslararası
sistemin
merkezindeki
ABD’nin desteğine yaslayan Türkiye,
bölgesel dengeleri değerlendirebilecek
aktif ve esnek dış politika yerine,
uluslararası güç merkezlerine ayarlı statik
bir dış politika izlemektedir.
Türkiye, enerji alanındaki ihtiyaçları ve
bölgesel ekonomik büyümeye verdiği
önem çerçevesinde, başta Hazar Bölgesi
olmak üzere eski Sovyetler Birliği
coğrafyasında bulunan enerji rezervlerinin
geliştirilmesinde
ve
alternatif
güzergâhlara yönelik çalışmalarda aktif rol
üstlenmiştir. Bölge ülkeleriyle tarihi ve
kültürel bağları bulunan ve önemli bir
jeopolitik konuma sahip Türkiye’nin,
enerji zengini Hazar ve Orta Doğu
bölgeleri ile Avrupa arasında bir köprü
teşkil etmesi, ayrıca kendi ihtiyaçlarını da
farklı
kaynaklardan
karşılaması
hedeflenmiştir.
Türkiye’nin enerji alanındaki durumunu
açıklamaya çalışırsak, Türkiye süratle
gelişen ve enerji ihtiyacı hızla artan bir
ülkedir. Ülkemiz artan enerji ihtiyacını
karşılarken de tabiatıyla arz kaynaklarını
çeşitlendirmek durumundadır. Türkiye,
bir yandan yurt içinde enerji projelerine
belli miktarda kaynaklar yaratırken bir
yandan da, yurt dışında milyarlarca
dolarlık enerji almak zorundadır. Bu
nedenle, Türkiye’nin mevcut enerji
politikaları ve dış politikasının temel
amaçları arasında yer almaya başlayan
enerji diplomasisi, en az siyasi ve
ekonomik stratejileri kadar önemli
olmalıdır.
Türkiye, Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişki
kurmaya başladığı tarihten bu yana
stratejik
bir
karışıklık
içinde
bulunmaktadır. Türkiye bazı politikalar
gerçekleştirmede kararlı ve Orta Asya
bölgesine ilişkin hedefinde de azimli ve
tutarlı olmasına rağmen, bu hedefe
ulaşmak için gereken araçlar hususunda
daima yetersiz kalmıştır. Aslında, bu
yetersiz politikanın nedeni, Türkiye’nin
belirli bir iş birliği alanı tayin etmemiş ve
çok geniş boyutlu iş birliği planları
geliştirmemiş olmasıdır. 1991 yılından bu
yana Orta Asya devletleriyle ilişkilerde bu
olumsuz gerçekle yüz yüze bulunmaktayız.
Petrol ve doğal gaz kaynakları açısından
dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin üç
tarafı da bu enerji kaynakları açısından
zengin ve ihracatçı ülkeler ile çevrili
durumdadır. Aynı zamanda Türkiye,
ithalatçı ülkelerle de çevrilidir. Dolayısıyla
Türkiye, üretici ülkelerle tüketici ülkelerin
55
GENCAY
tam ortasında bulunan doğal bir enerji
köprüsü konumundadır.
yerli özel şirketlerimizin ise ne birikmiş
sermayesi ne de yeterli teçhizatı ve
elemanı vardır. Teknik eleman birikimi
açısından
kısa
sürede
uluslararası
şirketlerle rekabet edebilecek yapıya
ulaşabilecek olan TPAO’nun en önemli
eksiği, dikey entegre yapıda olmamasıdır.
TPAO’nun bir an önce; arama ve üretimin
yanı sıra taşıma, rafinaj, dağıtım ve
pazarlama fonksiyonları da olan, dikey
entegre bir şirket olarak yeniden
yapılanması sağlanmalıdır.
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, petrol ve
doğal gaz boru hatlarının Türkiye’den
geçme ihtimali, Orta Asya ülkelerinin
birbirlerine ve Türkiye’ye, dolayısıyla
Avrupa ekonomisine bağlayacak otoyol
projelerinin gündeme gelmesi, Türkiye’yi
bir anda uluslararası ilişkiler açısından bir
çeşit
‘’fırsatlar
ülkesi’’
konumuna
getirmiştir.
(….) , SSCB dağıldıktan sonra Türkiye’nin
Kafkaslar ve Orta Asya jeopolitiği
açısından bölgedeki yeri ve çıkarları özetle
şu şekilde ifade edilebilir.
A. Türkiye’ye siyasi ve ekonomik alanda
güç sağlamaya yönelik destek verecek
potansiyel, Kafkasya’da ve Orta Asya’da
vardır. Bunlar; ortak dil, din, etnik yapı ve
kültürdür.
B. Soğuk Savaş dönemi tehdit algılamaları,
batı bloğu ile birlikte, Sovyetler Birliği’ne
karşı idi. SSCB ile ortak sınırın kalmaması
ve zayıflayan bir ideoloji açısından,
Türkiye için görece bir rahatlama söz
konusudur.
C. Orta Asya zenginliği yanında bölgenin
Uzak Doğu’yla olan ilişkilerde bir TürkiyeOrta
Asya-Uzak
Doğu
ekseni
oluşturmasıyla, jeopolitik önemini Türkiye
koruyacaktır.
D. Enerji nakil hatlarında, doğal gaz ve
petrolde geçiş noktası olarak, gerek
jeopolitik konum gerekse iç ekonomik
koşullar ülkemiz açısından çok önemli
olacaktır.
İnternet ortamında ulaşılan bilgiler
ağırlıklı olarak ABD kaynaklıdır. Bu da
ister istemez tek yanlı bir bilgilenmeyi ve
sonucunda
da
önyargılı
bazı
değerlendirmeleri beraberinde getirebilir.
Bunun önüne geçmek için; Rusça ve Çince
gibi dilleri bilenler de dâhil klasik dillerin
dışında
eğitim almış
uzmanlardan
yararlanarak, Çin ve Rusya gibi ülkelerin
bölgeye
yönelik
algılamaları,
değerlendirmeleri ve etkinlikleri dikkatle
ve
günü
gününe
izlenerek
değerlendirilmelidir.
Bu
değerlendirmelerin bir diğer yararı da,
bölgeye yönelik yatırımlar için, doğru
zamanda çıkarları bizimkine en uygun
ortakları
bulabilmemize
de
katkı
sağlayacak bilgilerin elde edilebilmesine
olanak sağlamasıdır.
Üniversitelerde, gerek Orta Asya ve
Kafkaslara ve gerekse enerji politikalarına
yönelik ders programlarının, en azından
tercihe bağlı olarak ya da kurs biçiminde
verilebilmesi için çaba gösterilmelidir.
Master ve doktora çalışmalarında, Hazar
Bölgesi’ne ilişkin çeşitli konularda
çalışmaların yaptırılması da arttırılabilir.
TPAO, uluslararası petrol arenasında dev
şirketlerle rekabet edebilecek yapıda
organize edilmemiştir. Petrol alanında
56
GENCAY
Kısaca söylemek gerekirse; Türkiye’nin
menfaatleri açısından, Kafkasya ve Orta
Asya bölgelerindeki enerji kaynaklarının
üretilmesi ve Akdeniz’e taşınması için
daha aktif olması gerekmektedir. Bu
gerekliliğin
savunulması
noktasında
Türkiye’deki uzmanların büyük çoğunluğu
hem fikirdir. Ayrıca dünya petrol ve doğal
gaz rezervlerinin %70’ten fazlasını elinde
bulunduran Orta Doğu ve Hazar
Bölgesi’nin komşusu olan Türkiye’de, uzun
vadeli petrol ve doğal gaz politikalarının
yeniden gözden geçirilmesinde büyük
yararlar bulunmaktadır.
KISALTMALAR
OPEC: Organization of Petroleum Exporting
Countries (Petrol İhraç Eden Ülkeler)
OECD: Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Örgütü
BTC: Bakü-Tiflis-Ceyhan (Boru Hattı)
CPC: Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu
TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
GSMH: Gayri Safi Milli Hasıla
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
PKK: Partiya Karkeren Kurdistan( Komünist Kürt
Partisi)
57
GENCAY
SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ VE BUGÜNÜ:
IŞİD’i Ortaya Çıkaran Problemler
Sertaç EKEMEN
Bir fikir sistemi olarak Siyasal İslam, 19.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya
çıkmıştır. Batı dünyasının Fransız İhtilali
ve Sanayi Devrimi sonrası, Orta Doğu
coğrafyası içerisinde yaratmış olduğu
krizler ve kimlik bunalımlarına karşı
ortaya çıkmış alternatif bir modern
ideolojidir. Siyasal İslam her ne kadar
batıya karşı çıkmış olan bir siyasal akım
olsa da süreç içerisinde Batı Argümanları
ile beslenmiştir. Örneğin; İslam devrimini
İran’da gerçekleştiren odaklar insan
hakları, özgürlük, demokrasi, eşitlik gibi
Batı
Siyaset
bilimi
kavramlarını
barındırmaktadır. Bu çelişkiler yumağı
neticesinde Siyasal İslamcı yapılanmalar,
gerekli bir siyasal ilerleme sağlayamamış
ve
mücadelelerinde
bir
istikrar
sağlayamamışlardır.
çıkartıp
kamusal-politik
bir
alana
serpmeleri, ulema ile ters düşmelerine
neden olmuştur. Ayrıca ulema, kadın
kavramını kısıtlayıcı bir yapılanma
içerisinde iken Radikal Siyasal İslamcı
kanat, kadını politik hayatın her alanına
taşıdığı gibi kadın militanları da cepheye
sürmekte bir sorun görmemektedir:
“bugün Hamas’ın internet
sitesine
girildiğinde, elinde bebek ve silahla
çarşaflı bir kadın görmek mümkündür”.
Siyasal İslamcı ideoloji içerisinde olan ve
dört büyük otoriteden birisini temsil eden
Ayetullah Humeyni’nin, gerek kendisinin
molla “ulema” olması gerek ise diğer üç
kuramcıya karşı kendisinin Şii olması,
yönetim tarzında Mollaların önemli bir
yerde olmasının sebebidir.
İkinci olarak, Siyasal İslamcı yapılanmanın
yükselişi sosyolojik açıdan da bir
problemler yaratmıştır. Soğuk Savaş
döneminde Orta Doğu dünyası iki ana
eksene bölünmüştür. Birincisi SekülerMilliyetçi ve bir oranda sosyalist olan Arap
coğrafyasıdır - ki bu ülkeler Fas hattından
başlayıp Irak’a kadar ulaşmaktaydılar- .
İkinci ise kuruluş itibari ile Batı’dan destek
alıp Siyasal İslamcı bir yelpaze çizen
Amerikan müttefiki Arap yarımadası
ülkeleridir. “Katar, Suudi Arabistan,
Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi
ülkeler”... Bu bloklaşma durumu reel
olmasa da bir çatışma noktasına
Siyasal İslam’ın en büyük problemlerinden
birincisi, Siyasal İslam’ı kurgulayan
ideologların ve onun izinden giden
takipçilerin ulema ile çatışma içerisinde
olmalarıdır. Siyasal İslam’ın dört büyük
kuramcısından
Kutb,
Mevdudi
ve
Benna’nın Siyasal İslam’ı camilerden
58
GENCAY
gelmişlerdir. Siyasal İslamcı yönetimdeki
ülkeler,
Seküler
Milliyetçi
Arap
ülkelerindeki Siyasal İslami Hareketlere
lojistik destek sağlaması buna örnektir.
İşte bu yüzden iki farklı çatışma ekseninde
büyüyen bir Siyasal İslami hareketten
bahsetmek mümkündür. Burada çıkan iki
önemli çatışma noktadan ilki; Siyasal
İslam’ın Seküler ülkeler içerisinde
yükselişi ve burada yarattığı toplumsal
kutuplaşmadır. İkincisi ise kendisine
destek veren Amerikan müttefiki ülkeler
olmasına karşın, yeni nesil Siyasal
İslamcıların Amerikan karşıtı bir hareket
yaratmasıdır.
zaman içerisinde bu dini ritüelleri yaşam
tarzında barındırmayanları dışlamaları,
Siyasal İslami hareketin yükselirken
toplumsal ayrımları da beraberinde
büyütmelerine
sebebiyet
vermiştir.
Mısır’da 2013 darbesi öncesi çıkan sokak
olayları ve 2006/2007 Gazze Şeridindeki
Hamas - FKÖ çatışmaları, ortaya çıkan bu
orta sınıf toplumsal çatışma durumunun
bir eseridir.
Amerikan ve Batılı Modernite’ye karşıt bir
hareket olarak ortaya çıkan Mısır
Müslüman kardeşler hareketi, Enver Sedat
Dönemi Mısır’ında yükselişe geçmiştir.
Demokratik temsil hakkını elde etmiş
ancak Mübarek’in kendine özgü seçim
yasaları çıkarması ve diktatörleşmesine
karşın yeraltına inmiştir. Bu dönemde
örgütün finansörlüğünü, bahsi geçen
Siyasal İslamcı Petrol zengini Arap
yarımadası ülkeleri gerçekleştirmiştir.
Üçüncü ana problem kaynağı, İslamcılar
iktidara gelme süreçleri içerisinde
çelişkiler ve demokratik ortama uyum
sağlama sürecin de fikirsel karmaşalar
içerisine girmeleridir. Her ne kadar
devrim ya da mücadele süreçlerinde batılı
anlamda siyasal söylemleri kullansalar da
İslamcılık özü itibari ile batı karşıtı olarak
doğmuştur. İslamcılık, Batıyı reddeder ve
onun kullandığı siyasal söylemleri
kullanamaz -kullanmamalıdır. En önemlisi
egemenliğin beşerileşmesi yaklaşımı,
İslamcı
yaklaşıma
terstir.
Laiklik
İslamcılıkta yer edemez; çünkü İslamcılığa
göre devlet ve din iç içedir. Devletin
örgütlenmesini vatandaş değil, ümmet
gerçekleştirir ve devletin sahibi halk değil
Allah’tır. İşte bu yüzden İslami pratiğe
dökülen batılı anlamda devlet yapısı,
İslamcı yönetimlerde fikirsel vizyon ve
misyondan uzaktır. Batı güdümlü körfez
petrol zengini ülkeler dışında bilinen
Siyasal İslam, batılı seküler bir anlayışa
sahip Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde
yükselirken -kısmen de Yemen- toplumsal
kutuplaşmaya neden olmaktadır. Bu
sosyolojik kaosun nedeni ise orta sınıf
içerisinde ikilem yaratmalarıdır. Siyasal
İslamcılar, seküler - milliyetçi Arap
Devletleri içerisinde devletin yapması
gereken yardımları ve temel sosyal
politikaları
güdememesinden,
çeşitli
sosyal
yardımlar
ile
hareketlerini
geliştirmişlerdir. Ancak bu yardımları
sadece İslam’ı gerektiği kaideleri yerine
getiren dindarlara yönelik yapmaları ve
59
GENCAY
İslami
yönetim
ülkeleri;
Pakistan,
Afganistan, Gazze Şeridi, özgürlükçü
Çeçenistan ve bir yıllık Mısır deneyimi ile
İran’a bakıldığında karmaşa ve çelişkiler
üzerine kurulmuş ve hali hazırda devam
eden bir devlet örgütlenmesi görülür.
Çünkü batılı anlamda algılanan devlet
örgütlenmesi
İslamcılar
ne
kadar
uydurmaya
çalışsa
da
aslına
uyuşamamaktadır.
batılı yönetim modelini reddetmesi ve
halkı uluslararası bağlamda anlaşılan
hukuk yerine kendi inisiyatifi çerçevesinde
dönüştürmeye
çalışması
yukarıdaki
duruma örnektir. Nedeni ise İslamcılıkta
devleti ele geçirmek amaç değil araçtır.
Asıl hedef toplumu dönüştürmektir. Fakat
toplumu dönüştürmek şöyle dursun;
Siyasal
İslamcılık
pratikte
devlet
bürokrasisini bile dönüştürememiştir.
“Mısır’ın, İslamcılığın aşağıdan yukarıya
örgütlenmiş en başarılı ülkesinin, bir
darbe ile yönetimin tuzla buz olması bu
durumun kanıtıdır”. Buna gören eski adı
ile IŞİD ve yeni adı İslam Devleti olan
siyasal irade, var olan her türlü İslamcı
yaklaşıma alternatif, toplumu devlet aracı
olmadan kendi gördüğü cebri şiddet ve
Şeriat kanunları ile gerçekleştirmeye
çalışmıştır. Kendi içinde İslamcılığı
barındıran Ö.S.O. ve El-Nusra gibi örgütler
zaman içerisinde, IŞİD’e doğru büyük kan
kaybetmiştir. Bunun sebebi ise geleneksel
İslamcı anlayışın iflas etmesi ve bu iflasa
alternatif, IŞİD’in kendine özgü yeni bir
İslamcılık felsefesi geliştirmesidir. El Kaide
ile başlayan radikal, Selefi-İslamcılık, IŞİD
ile beraber doruk noktasına ulaşmıştır.
Ortadoğu’nun ortasında de-facto bir devlet
kuran Siyasal Selefilik, Siyasal İslam’ın
İflası tezini somutlamıştır.
Ortaya çıkan teorik ve pratik Siyasal
İslamcı sorunlar, var olan geleneklerin
dışında denetimsizce İslami coğrafyalar
içinde yükselmeye başlayan yeni nesil
Selefi hareketini doğurmuştur. Selefilik,
temelde
Otantik
İslam
dünyasına
“peygamber ve dört halife dönemine” bir
dönüş teması hedeflerken, bugüne kadar
İslam coğrafyası içerisinde batılı anlamda
araçlarla kendini meşrulaştırmaya çalışan
fakat sadece çelişkileri elde eden Siyasal
İslamcılığı reddederek kendi kurallarını
ortaya çıkarmıştır. IŞİD’in sözde devlet
modellinin kendine özgü olması, her türlü
60
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK
SEMİNERİ
25 Ekim 2014
Konu: İslam Düşünce Geleneğinde
Zihniyet Çözümlemeleri
Hoca: Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün
Derleyen: Açelya Oğuz- Hanife Yaşar
gösterir. Aynı zamanda mezheplerde çok
belirgin olmasa da etnik bir tarafı vardır.
Mutezile mezhebinin içinde Arap olarak
gösterebileceğimiz âlim yoktur. Hanefi ve
Maturidi çizgisi de aynı şekilde Arap
olmayanlardan oluşur. Şafi ve Eşari çizgisi
ise Arap âlimlerden oluşur. Abbasi ve
Emeviler döneminde en fazla öldürülen
âlimlerin Arap olmayanlar olduğunu
görürüz. (Geylan ed-Dımeşki ve Ma’bed el
Cüveni gibi)
İslam dünyası ve İslam düşüncesi için
zihniyet
çözümlemeleri
kutsal
bir
metinden yapılan çözümlemelerdir. Metin
ile kastettiğim Kuran-ı Kerim’dir. Metin
geleneğiyle bizim oluşturduğumuz gelenek
dini gelenektir. Bir de metin geleneğinin
sonradan içine girdiği kültürel gelenek
vardır.
Bu insanlar nasıl bir zihne karşı çıkıyorlar
ve nasıl bir zihinle karşı çıkıyorlar ki
başlarına
bunlar
geliyordu?
Şöyle
düşünülmeli: Bugün herkes kendini
Müslüman olarak tanımlıyor. Fakat
Müslüman
kimliği
de
mezheplere
bölünüyor. Sünni ve Şii diye iki ana blok
oluşmuştur. Sünniler de kendi aralarında
bölünmüşlerdir.
İslam ülkelerinde İslamiyet’in uygulanışı
bulunduğu
coğrafyanın
ritüellerini
bünyesine almıştır. İranlıların Müslüman
olmadan önce geliştirdikleri bir kültürleri
vardı. Firdevsi’nin Şahname’si İran’ın
İslamiyet öncesi kültür tarihini verir. Konu
dramatik bir yolla sahnelenerek anlatılır.
Firdevsi aynı zamanda İran’ın edebi
anlamda milli kahramanıdır. Böyle bir
kültürün içerisine İslamiyet eklenmiştir.
Selefilik denilen mezhep şiddeti, terörü
icat eden, üreten mezhep Sünniliğin bir
koludur. Fakat bu Sünnilik, Vahhabiliğin
elinde bu hale gelmiştir.
Türk dünyasına bakıldığında ise Türklerin
de köklü bir kültüre sahiptir. İslamiyet bu
var olan kültürel oluşumun yanında yer
aldı. Sözlü kültüre dayanan bir dinin
içerisine metin eksenli başka bir din
girmiştir. Bu bağlamda değerlendirilirse
tarikat anlamında meşrep vardır. Her
dinin bir mezhebi ve meşrebi var.
Mezhepler bir tür bizim zihniyetimizin
kimlik kartlarıdır. Mezhepler bir zihniyeti
Vahhabilik nedir?
Muhammed bin Abdulvahhab Suudi
Arabistanlı bir âlimdir. Osmanlı’ya karşı
bayrak açan politik bir karakterdir. Politik
bir mezhep olarak Vahhabiliğin kurucusu
olan Muhammed bin Abdulvahhab,
Sünniliği evirip çevirmiş ve sonunda
61
GENCAY
Sünniliğin içinden Selefilik gibi bir model
çıkarmıştır. Sünniliğin içinde üremiştir.
Bahsi
geçen
bulunmaktadır:
sünniliğin
üç
fakat Mautridi’ye göre: “Mülkiyet evvel
emirde bir kimsenin başkasının malı
olmadığı kendi özgürlüğüne sahip olduğu,
yani ben algısının yüksek olduğu bir
hakikate uyanışıdır.”
ayağı
1. Muhammed
bin
Abdulvahhab’ın
kurduğu Vahhabilik ( Politik ayağıdır. )
2. Selefilik ( İtikadi ayağıdır. )
3. Ahmed
bin
Hanbel’in
kurduğu
Hanbelîlik ( Fıkhi ayağıdır. )
İsrailoğulları’na ben size mülkiyet verdim,
demekle ne kastediliyordu? İsrailoğulları
Mısırlıların kölesi idi. Mısırlılar bu dönem
matematiğin dehası durumundaydı. Yunan
filozofları Mısır’a gider, matematik eğitimi
alır, sonra Yunanistan’a dönerlerdi.
Suudi Arabistan’ın Arap eksenli politikası
kendine has bir mezhep üretme arzusunda
doğan siyasi projenin adı Vahhabiliktir.
Vahhabiliğin itikadi, inanç ayağına selefilik
denir. Fıkhi ayağı da Hanbelilik olarak
tanımlanır. Türklerin takip ettiği Hanefi
sistemdir(fıkıhta). Bunun itikadi ayağı
Maturidi’dir. Eksik olan buna sahip olacak
bir politik ayağın yokluğudur. Politik ayak
hiç olmamıştır.
Martin Bernal’ın “Kara Atina” isimli kitabı
vardır. Bu kitabın bütün iddiası şuna
dayanır; Yunanistan felsefesinin kaynağı
Mısırdır. Yunanlılar fason bir felsefe
kullanırlarken felsefenin kaynağı Mısır’dır,
Asya’dır. Kitabın bütün iddiası budur. Bu
insanlar (İsrailoğulları) Mısır’da köle
olarak bulunurken Allah onlara: “Biz
onlara hem nübüvvet hem mülkiyet
verdik.” der. “Mülkiyeti önce sizi köle
olmaktan kurtardık, size özgürlüğünüzü
verdik.” Şeklinde izah edilebilir. Aslında bu
korkunç bir şeydir çünkü bu artık
özgürsünüz ve sorumluluklarınız var
demektir. Şimdiye kadar başkası sizin için
karar veriyordu, artık siz kendinizden
sorumlusunuz demektir.
Osmanlı değerlendirildiğinde; Osmanlı’nın
Türk devleti olduğu aşikârdır. Osmanlı
medreselerinde ise Eşari denilen zihniyet
hâkimdir. Eşari zihniyetinin temel mantığı
imparatorluğun
yapısı
gereği
merkeziyetçidir. Her şeyi merkezden
kontrol etmek, istediği gibi yapmak, aykırı
sese kulak vermemek üzere kuruludur.
Osmanlı İmparatorluğu da her şeyi bilen,
her şeye gücü yeten, her şeyi kontrol eden
tanrı imajının bir tür temsilidir. Bütün
imparatorluklar
öyledir.
Fransa’ya
bakarsanız aynısını görürsünüz. Krallar
kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi
olarak görürler. Bütün krallar böyledir.
Aykırı sese kulak vermezler. Kur’an-ı
Kerim’de ki bir ayetle izah edersek: “Biz
onlara hem nübüvvet hem mülkiyet
verdik.” denir. Mülk devlet anlamına gelir
Friedrich Hayek, “Kölelik Yolu” adlı
kitabında şöyle der ki Allah o ayette bunu
vurgulamak istiyor; “İnsanlar özgür
doğarlar fakat bu özgürlüğü verecek yerler
ararlar.” Dini kültürlerde bu böyledir. Hele
Yahudiler bunun dik âlâsını yapmışlardır.
Spinoza’ya bakarsanız bunu anlarsınız.
Spinoza abartılı bir formda şöyle söyler:
“Yahudilik önce insanları teker teker
Tanrı’ya kul olmaya alıştırır. Sonra o
62
GENCAY
kulları devlete kul yapar.” İslam açısından
bakarsanız burada bir terslik olduğunu
görürsünüz. İslam’ın kul anlayışı ‘bende’
anlayışı yoktur. Zihni müstakil olarak
çalışmayan bir ‘bende’ye Allah’ın ihtiyacı
yoktur. Öyle birini de istemez. Spinoza’nın
dediği bir yandan da doğrudur. Din
insanları bir kul haline getirir, uyuşturur
ve bu haliyle herkese kul olmaya hazırdır.
Şeyhe kul oluyorlar. Bir şeyhin dizinin
dibinde kul olunması gibi…
evrimidir. Tekâmüldür. Allah’ın istediği iki
insan tipi Kuran’da resmen belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’e “tek kişilik
ümmet” der. Tek kişi olma cesaretini
üstlenenlere tarihte marjinal denir. En
yaratıcı adamlardır bunlar. Bir zihniyet
olarak mezhepler bu marjinal kişileri
maalesef köşeye iterek, öteleyerek onları
mağdur etmişlerdir. İslam düşünce
geleneğinde bir metin şöyle yazılır: Bir
kitap yazılır. Diyelim bu 5 sayfalık bir
metin. Bu bir mezhebin metni ise
mezhebin içindeki diğer adamlar hemen
ona bir şerh yazar, olur 100 sayfa. Bir
başkası gelir ona bir haşiye yazar, olur 500
sayfa. Bir başkası gelir talik yazar, olur
1000 sayfa yani, bir mezhebin 5 sayfalık
eseri 1000 sayfaya çıkarılır, yüceltilir. Bu
bir zenginliktir ama çok değerli olan bir
adamın eseri mezhebin içinde olmadığı
için isterse 1000 sayfa olarak yazılsın o
orda mahkûmdur, hiç kimse dokunmaz.
Dini gelenekler kendi rengini almayan bu
tür aykırı tipleri maalesef boğmuşlardır.
Bu bizim büyük bir şanssızlığımızdır.
Marjinal dediğimiz şahsiyetler bizim
büyük zenginliğimizdir ama o zenginlikler
mezhebin içinde yer almadığı için büyük
bir handikap yaşıyoruz. Benzer bir durum,
Hristiyanlarda, kullaştırmayı kiliseler
yapmıştır. (önerilen kitap: Halil Cibran’ın
Ermiş kitabı)
Kur’an-ı Kerim ‘kul’ kelimesini şöyle
açıklar: “Abede ya’budu” bağlanmak,
birisine kul olmak manasındadır. Bir de
“abede ya’bidü” vardır. O da kul olmayı
reddetmek anlamındadır. Allah der ki:
‘Bana
bağlanmak
istiyorsan
önce
bağlandığın başka kulları reddetme
iradesini göstereceksin.’
İslam’da dine girişin anahtarı “La İlahe
İllallah”tır. Hiç negatif giriş olur mu?
Aynen öyle. Olumsuz bir giriştir. Önce ‘la
ilahe’diyeceksiniz ki Allah’ın dışında var
olanlara ‘la’ diyebilme özgürlüğü sizde
olacak
ki
ondan
sonra
‘illallah’
diyebilesiniz. “İslam insanı kul yapıyor.”
diyenler
İslam’ın
felsefesini
anlayamamışlardır. Allah insanların özgür
birey olarak var olmalarını ister. Sonra
Kur’an-ı Kerim’de onlara iki model
gösterir. Bu modellerden birisi Hz.
İbrahim, diğeri Hz. Muhammed’dir. “Sizin
için Muhammed’de ve İbrahim’de örneklik
vardır.” der.
Hz. İbrahim entelektüel
modeldir. (Önerilen Makale: İsimlerden
Kelimelere; Şaban Ali Düzgün) İbrahim
peygamber neyi başardı? Daha önceki
peygamberlerin yapamadığı bir akıl
yürütmeyi, bir metafizik sorgulamayı
başlattı. O, insanın düşünce tarihinde bir
Halil Cibran bir Hristiyandı. Bir Hristiyan
olarak rahibi şu şekilde tanımlar: ‘Rahip
sürekli eli fakir fukaranın cebinde olan
adamdır.’ Polonyalı bir anarşist felsefeci
olan Zizek’in “Acı Çeken Tanrı” kitabında
İslam’la
ilgili
bir
bölüm
vardır.
“Peygamber yetimdi ya bu yetimlik dinine
de sirayet etti ve o din kurumsal anamda
yetimdir.” Der yani, kurumsal yapısı
63
GENCAY
yoktur. Bu olumlu olarak da algılanabilir
olumsuz da… Hristiyanların kurumsal
yapısı
kiliselerdir.
Katolik
kilisesi
Hristiyanlar için Protestanlık başta olmak
üzere yüzlerce mezhebin doğmasına sebep
oldu. Adını duymadığımız yüzlerce
mezhep
vardır.
Bunlar
protesto
kiliseleridir. Katolikliği protesto ederler.
İslam’ın kurumsal olmamasının sebebi
pozitif olarak algılanmasıdır. Kurum
burada müessese anlamında değildir.
Sobadaki kurum böyle bir şeydir. Sobadaki
kurumla bizim kurumlar arasında tabii bir
bağlantı vardır. Eğer din ‘kurum’laşırsa bu
hiçbir
kurumun
kurumlaşmasına
benzemez. Herkes boğulur, herkes
mahvolur. Şu anda kurumlaşmış bir dinin
geride bıraktığı tortularla, dumanlarla
boğulan insanlar görüyoruz. Bir kısmı
fiziki olarak; tensel olarak boğulurken bir
kısmı tinsel olarak boğulur. (Ten felsefesi
ve tin felsefesi)
Bunu ilk kullanan
Hegel’dir. Tin ve kemik diye anlatılır.
Hristiyanlığın
canına
okuyan
kurumsallaşma ve kurumlaşma kendisine
bendeler ve kullar yarattı. Batıda liberal
düşünce, aydınlanma, Rönesans bütün bu
insani zeminde kendine yer bulan
düşüncelerin tetikleyicisi Katoliklik oldu.
Olumsuz anlamda tetikleyici olmuştur.
Hegel ilk dönemi ve sonraki dönemi olarak
ayrılır. İlk döneminde dinsiz ateist Hegel:
“Ben böyle bir dini, böyle bir insanı kabul
edemem.” der. Bütün bilgili insanlar
konsüllerde toplanmış; ‘İsa tanrı mıdır,
oğul mudur yoksa yarısı oğul yarısı tanrı
mıdır?’ diye tartışırlar ve bu tartışmanın
sonunda mezhepler oluşur. Akıllı bir adam
olarak Hegel’in bunu desteklememesi
doğaldır ve bunu reddeder. Onun için ilk
dönemi ateisttir. Sonra kendisi bir felsefe
üreterek “Ben ateist olarak ölmek
istemem.” der. Bu aşamadan sonra yeni bir
anlayış geliştirerek ‘Tanrı kimdir?’
denilirse ‘benim bedenimde ruh neyse,
âlemin bedenindeki ruh tanıdır.’ der. Kant
ise der ki: “Dine girmek istiyorsanız
laboratuvara girerken nasıl şapkanızı
paltonuzu çıkarıyorsanız, Hristiyanlığa
girmek istiyorsanız aklınızı çıkarıp
gireceksiniz. İnanıyorum çünkü absürttür.”
der.
İslam - İslam öncesi dinler arasında
inanılmaz bir kopukluk vardır. “Hz.
Peygamber
diğer
dinlerin
tamamlayıcısıdır.” denir. “İslam son dindir
ve son dinden sonra başka bir dinin
gelmeyecek olması insanlara ebediyen
kullanacakları temel malzemeler vermiş
olmalıdır.” demiş olmamız gerekir. Öyle
formüller vermiş olmalı ki bu formülleri
kullananlar karşılaştıkları problemlerin
üstesinden gelirler. O formüller nedir?
1. Akıl kullanılması
2. Ahlak
Ahlak evrenseldir. İslam’ın ahlakı diye bir
şey yoktur çünkü ahlak evrenseldir.
Örneklendirirsek, yürürken bir kalabalığın
içinde yere tükürseniz insanlar ahlaksız
derler. Fakat dağda bayırdayız. Tükürdük
yere hiçbir sakıncası yok. Bu ahlaktır.
İnsanlar görürken de adam öldüremezsin,
görmezken de... O etiktir, evrenseldir yani,
zamanı, mekanı, adamı yoktur. 50000 yıl
önce de böyleydi bugün de böyle. İslam
dini dediğimiz şey bu evrensel temele
dayandığı için ebediyet iddiasında
bulunuyor. “Biz seni bütün insanlara
gönderdik.” der Kuran. Bütün bu ifadeler
bir evrensellik belirtir. Nuh’un 7 yasası da
64
GENCAY
Musa’nın 9 yasası da aynı yasaklar ve
evrensel yasalardır. Biz buna din diyoruz.
Allah hangisini tercih eder? Kur’an-ı
Kerim’in yaratmak istediği zihne bir bakın.
Aslında önerdiği üç tane uygulama var
olan uygulamalardır. İnsanlık tarihi bu
üçünün dışında değil. Tevrat’ta kısasa
kısas vardır. Göze göz, dişe diş uygulanır;
merhamet yoktur. Ne yaptıysa onun
karşılığı uygulanır. Fakat Kur’an-ı Kerim
bunun peşinde değil. Tazminat talep
edebilir. Öldürülmesini istemiyoruz, bize
onun karşılığında davar versin der.
Üçüncüsüne gelince; affedebilirsiniz der.
En zor olanı da budur. Allah bu üçünden
affetmeyi tercih eder. Allah affetmemizi
isterdi. Kur’an-ı Kerim affetmeyi önerir.
Aslında buna da biz etik ahlak deriz.
Kur’an-ı Kerim’de bir ayet vardır. Hep
şöyle tercüme edildi bu ayet: “Size yapılan
bir kötülüğe misliyle (benzer bir
kötülükle) karşılık verebilirsiniz.” Kur’an-ı
Kerim’in bu ‘Her şey karşılını bulsun.’ değil
de daha bir üst seviyeye bizi çıkarması
lazım diye farklı ayetleri de okuduğumdan
bu tercüme benim pek hoşuma gitmedi.
Şöyle bir tercüme yaptım: “Bir kötülüğe
kötülükle karşılık vermek de onun gibi
kötülüktür.” Bizim geleneğimiz içgüdüleri
akılla kontrol edebildiğine inanan bir
gelenektir. İnsanı tanımlarken akıl varlığı
deriz.
Din = akıl = ahlak
Bu üçü aynı şeyleri söylüyor. Dolayısıyla
Allah bize formül vermiş olması lazım. O
formülün bir ayağı akıldır. Diğer ayağı
ahlaktır. O aklın içine tecrübeyi de
koyabiliriz. Kelamcılar şöyle tercüme
etmişler bunu:
Aklıselim (sağlam akıl), hissi selim (sağlam
his, empirik bilgiye ulaşabileceğimiz 5
duyu) ve vahiy. Bu üçünü bir araya
getirdiğimiz zaman bu formül bize
yeterlidir. Biz buna din diyoruz. Bu din
evrensel, evrensel olmayan bunların
uygulamalarıdır.
Örnek
olarak;
öldürmeyeceksin -dindir; ahlak da bunu
söyler akıl da… Ancak biri birini öldürdü
ne yapacak? Bu soruya 5 bin yıl önce
yaşayan insanlar farklı bir cevap üretti. 2
bin yıl önce yaşayan insanlar farklı bir
cevap üretti. Biz farklı bir cevap
üretiyoruz. Bizden sonrakiler farklı bir
cevap üretecekler. Biz bu değişkene şeriat
diyoruz.
‘Öldürmeyeceksin!’
dindir.
‘Öldürdü ne yapacağız?’ şeriattır yani,
hukuki uygulamalar değişiklik arz eder
ama din hiçbir şekilde değişmez. Maturidi
bunun için diyor ki: “Bütün peygamberler
tek bir din getirmişlerdir ama farklı şer’i
uygulamalar
yapmışlardır.”
Kur’an-ı
Kerim’de bir ayet var. Bir adam bir adamı
öldürürse ceza olarak ne lazım gelir ayet
bunu tartışıyor. Ayete göre üç tane yol var:
İnsanlara tavsiye edemediğiniz hiçbir şeyi
davranış yapmayınız. Kant’ın altın kural
dediği şey budur. Öyle davranın ki
insanlara tavsiye edebilesiniz. Ahlakın
temeli budur. Bize bir şey yaptıran aklımız
değil irademizdir. O yüzden Kur’an-ı Kerim
aklımızı değil irademizi eğitir çünkü
aklımız onu zaten bilir. Akıl Allah’ın
yeryüzündeki terazisidir. Neyin iyi neyin
kötü olduğunu bilir. Akıl çok kapsamlı bir
terazidir. Bunları bilir ama yeryüzünde bir
1. Öldürülmesini talep edebilirsin.
(Kısas)
2. Tazminat talep edebilirsin.
3. Affedebilirsin.
65
GENCAY
sürü olumsuzluk vardır. Demek ki bilmek
yetmez. O halde onu eğitmek lazım.
İnsandaki iradeyi eğitir.
Burada aklın Allah’ın yeryüzündeki
terazisi oluşu eğer herhangi bir dine
uygulanacak
olursa
tek
kelimede
karşılığını İslam’da bulacaktır. Bir din
adamı olan Katolik geleneğin babası şunu
söylüyor: ‘Dinin başkenti Kudüs, felsefenin
başkenti Atina’dır. Bu ikisi birbirine ne
kadar uzaksa din ve akıl da birbirine o
kadar uzaktır. Kudüs ve Atina ne kadar
uzaksa akıl ve vahiy de birbirine o kadar
uzaktır.” diyor. Tam tersi bizim
düşüncemizde de vardır. Mezhepler
geleneğinde de hiçbir şekilde aklı dışlayan
bir gelenek olmamıştır. Akıl vurgusu
Kur’an-ı Kerim’de 700’e yakın ayette
geçtiği söylenir. Bir ayet der ki: “Aklını
ancak bilgi sahipleri doğru dürüst
kullanabilirler.” Sistem budur. Bilgi yoksa
akıl işe yaramaz. Akla malzeme
vermezseniz hiçbir şey yapmaz. Hatta “boş
zihin şeytanın atölyesidir” denir. Hiçbir
şey yoksa akıl şeytanlığa çalışır. Bu ayet,
bir ilke olarak benimsenmelidir: “Ancak
bilgi sahibi olanlar aklını kullanabilirler.”
66
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
67
GENCAY
millikanal.com
68
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.